HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MARİYE, MUHAMMED VE TAHRİM SURESİ


Hazırlayan: A.Kara
HADİS VE BAĞLANTILI AYETLERLE 'MUHAMMED VE MARİYE'
(CARİYE MARİYE, BAL ŞERBETİ OLAYI VE TAHRİM SURESİ)

Bu makalede tamamen İslami kaynaklarda yer aldığı şekliyle Mariye hakkında yazanlara bakacağız. Tümünü okuduktan ve üzerinde düşündükten sonra herkes kendince bir sonuca ulaşacaktır. Yorum katmadan, doğrudan kaynakları aktaracağım bu makalenin sonunda ise Müslüman arkadaşlara birkaç sorum olacak.

Belirtmekte fayda var ki hadislere bakmadan Tahrim suresinin ilk 5 ayetini net şekilde anlamak imkansızdır. Zaten bu yüzden meal ve tefsirlerde de bu makalede sizlerle paylaşacağım hadislere başvurulmakta, yani ayetlerde yazanların anlam ve ortaya çıkış sebepleri bu hadisler doğrultusunda açıklanmaktadır.

Şimdi konuya Mariye'nin kim olduğu ve Muhammed'in hayatına nasıl girdiğini anlatan hadislere bakarak başlayalım.

KIPTİ MARİYE KİMDİR? MUHAMMED'İN HAYATINA NASIL GİRMİŞTİR?

Muhammed b. Ömer dedi ki: Ayrıca ilim ehlinden olan Ebû Sa’îd bana haber verdi; dedi ki:
Mâriye, Ensina  vilayetine bağlı Hafn kasabasındandı.

Bize Muhammed b. Ömer b. Vâkıd el-Eslemî haber verdi; dedi ki:
Bize Abdülhamîd b. Ca’fer haber verdi. O da babasından nakletti; dedi ki:
Resûlullah (sas), Hicretin 6. senesinde Zilkâde ayında Hudeybiye’den dönünce Hâtıb b. Ebû Belte'a’yı, Kıptîlerden İskenderiye hâkimi el-Mukavkıs’a gönderdi. Onunla birlikte, Mukavkıs’ı İslâm’a davet eden bir mektup da gönderdi. Mukavkıs, “Hayırdır!” dedi ve mektubu aldı. Mektup mühürlüydü. Mukavkıs onu fildişinden yapılmış bir kutuya koydu, üzerini mühürledi ve bir cariyesine teslim etti. Ayrıca Peygamber’e (sas) cevabî bir mektup yazdı. İslâm’a girmedi, ancak Mâriye el-Kıbtiyye ve kız kardeşi Sîrîn’i, eşeği Ya’fûr ve katırı Düldül’ü de hediye olarak Resûlullah’a (sas) gönderdi. Düldül boz renkliydi. O zaman Araplarda ondan başka boz katır yoktu.

Resûlullah (sas) Mâriye el-Kıbtiyye’yi beğeniyordu. Kendisi beyaz tenli, güzel bir kadındı. Resûlullah (sas) onu ve kız kardeşini Ümmü Süleym bt. Milhân’ın evinde ağırladı. Resûlullah (sas) onların yanına girdi ve onlara İslâm’ı anlattı. İkisi de Müslüman oldu. Resûlullah (sas), Mâriye’yi mülk-i yeminle (cariye statüsünde) nikâhladı. Sonra onu, Benî en-Nadîr’den kalma, el-Âliye’de kendisine ait bir eve gönderdi. Yazın ve hurma toplama zamanında burada kalırdı. Resûlullah (sas) bu evde Mâriye’nin yanına gelirdi. Mâriye’nin dini yaşayışı çok güzeldi. Kız kardeşi Sîrîn’i de şair Hassân b. Sâbit’e hediye etti...

Mâriye, Resûlullah (sas) için bir çocuk dünyaya getirdi; Resûlullah ona İbrahim ismini koydu. [1]

Mariye, Muhammed'in hayatına girdikten sonra ne oluyor da Tahrim suresinin ilk 5 ayeti ortaya çıkıyor. Bunun cevabına tüm İslam camiasının meal ve tefsirlerde kullandığı hadisler üzerinden bakalım.

TAHRİM SURESİ 1-5.AYETLER
NEDEN VAHİY OLUNMUŞ ?

1169- Hazreti Aişe der ki:
Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem Hazretleri pâk zevcelerinden Cahş kızı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içer ve yanında fazla kalırdı. (Buna kıskandığımızdan) Hazreti Ömer'in kızı Hafsa ile şöyle anlaştık: Hazreti Peygamber, hangimizin evine gelirse, ya Re-sûlallah! Sen meğâfir (tatlı fakat kokusu hoş olmayan bir bitki usaresi) mi yedin? Senden meğâfîr kokusu alıyorum, desin. Sonra Hazreti Peygamber, zevcesi Hafsa'nm yanına gidince, Hafsa konuştuğumuz şekilde Hazreti Peygambere hitab etti. Bunun üzerine Hazreti Peygamber şöyle buyurdu:
«Hayır, meğafîr yemedim. Fakat Cahş kızı Zeyneb'in evinde bal şerbeti içerdim. Yemin ettim, bir daha
içmeyeceğim ve bunu da hiç kimseye söyleme.» 
Mütercim
Hazreti Hafsa, Peygamber'in sırrını (bal şerbeti içmeyeceğine dair yemin edişini) Hazreti Aişe'ye anlatıp haber verdi. Bunun üzerine: «Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi neden haram kılıyorsun» mealindeki ayet nazil oldu. [Tahrîm, 1]

Bu ayetin nüzul sebebi hakkında bir rivayet de şudur: Peygamber (sav), zevcesi Hafsa'yı nöbetlerinde ziyaret ettikleri bir günde, Hazreti Hafsa peygamberin izniyle babasına gitmişti. Hazreti Peygamber de kendisine hizmet için cariyesi Mariye'yi çağırmış ve ona hizmet ettirmişti. Hazreti Hafsa bunu öğrenince çok üzüldü. Bunun üzerine Hazreti peygamber ona şöyle buyurdu: «Mariye'yi kendime haram edersem razı olur musun?» Hafsa: - Evet, razı olurum deyince, Hazreti Peygamber: «İşte haram ettim. Fakat bunu sakın hiç kimseye söyleme.» buyurdu. Sonra Hafsa, Peygamberin bu sırrını Aişe'ye söyledi. 

Fethu'1-Barî (İbn Hacer el-Askalanî'nin eseridir) şerhinde ayetin nüzul sebebi olarak bu olayı (Mariye hadisesi) tercihli gösteriliyor. Fakat Buhari şerhinde açıklandığı üzere, bal şerbetinin haram kılınması hususu tercih edilmiştir. [2]

Gördüğünüz gibi hadiste "Hafsa, Peygamberin bu sırrını Aişe'ye söyledi" denmektedir. Kur'an'da nasıl yer bulduğunu görebilmek için Tahrim suresi 3.ayete bakalım:

3. Hani peygamber, eşlerinden birine gizli bir şey söylemişti. Eşi bunu başkalarına aktarıp Allah da durumu peygambere açıklayınca peygamber bunun bir kısmını anlattı, bir kısmından vazgeçti. Eşine konuyu anlatınca o, “Bunu sana kim haber verdi?” diye sordu. “Her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana bildirdi” diye cevap verdi. 

Muhammed'in Mariye'yi kendine haram kılması olayı Tirmizi'de şöyle yer alır:

1201- Âişe (r.anha)’dan rivâyete göre, şöyle demiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) hanımlarına dört ay
süreyle yaklaşmamaya yemin etmişti (Bal yemeyi veya Mariye’nin yanına yaklaşmayı kendisine
haram kılmıştı) sonra haram kıldığı bu şeyi helal kılarak yani yeminini bozarak yemin için kefâret
koymuştu.” (Tirmîzî rivâyet etmiştir.) [3]

Şimdi, Buhari ve Tirmizi'de yer alan bu konuya bir de Ebu Davud'un Sünen'inde yazanlar ile bakalım.

2283....Ömer (b. el-Hattab r.a.)'den rivayet olunduğuna göre, Nebî (s.a.) Hafsâ (r.anha)'yı boşamış, sonra da (iddet süresi içinde) ona dönmüştür. [4]

Bu hadisin alt kısmında ve Buhari'de konuya açıklama getirmek için paylaşılmış olan diğer hadislere bakalım:

1l70- Hazreti Ömer (Ra) der ki:
«Ey Peygamber! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi neden haram kılıyorsun?» mealindeki ayet nazil olunca,
Peygamber (sav) pâk zevcelerinden ayrılarak, «bir ay, onların yanlarına varmayacağım» diye yemin etmiş ve çardağına çekilmişti... [2]

Rasûl-i Ekrem'in, Hz. Hafsa'yı boşaması şöyle olmuştur; Hz. Peygamber günlerini, hanımları arasında taksim eder, adalet ölçüleri içerisinde her gün birinin yanında kalırdı. Nöbet sırası Hz. Hafsa'ya geldiği gün Hz. Hafsa anne ve babasını ziyaret etmek üzere izin istedi. Rasûl-i Ekrem ona izin verdikten sonra cariyesi Mariye'yi Hz. Hafsa'nın odasına çağırıp onunla başbaşa kalmıştı. Bu esnada Hz. Hafsa, ziyaretini tamamlayıp dönmüş ve odasında Rasûl-i Ekrem'le Hz. Mâriye'nin bulunduklarını ve odanın kilitli olduğunu görmüştü. Bunun üzerine Hafsa kapının önüne oturup ağlamaya başladı. Rasûl-i Ekrem alnından terler dökülerek dışarı çıktı. Hafsa, Mâriye ile başbaşa kalmak maksadıyla kendisine izin verildiğini iddia ediyordu. Rasûl-i Ekrem aslında Hz. Mariye ile kalmasının Allah'ın kendine tanımış olduğu bir hak olduğunu ifâde ettikten sonra, Hz. Hafsa'yı memnun etmek için bir daha Hz. Mariye ile 
başbaşa kalmayacağına söz verdi ve bunun aralarında kalmasını istedi.  Hz. Hafsa ise, Rasûl-i Ekrem gider-gitmez Hz. Aişe'nin odası ile kendi odası arasındaki duvara vurup Hz. Aişe'yi çağırdı, olanları ona anlattı. Daha sonra bunu öğrenen Hz. Peygamber Hz. Hafsa'nın yaptıklarına öfkelenip onu boşadı. [5]

Tahrim Sûresinin şu ayeti bu hadiseye işaret etmektedir. ''Peygamber eşlerinden birine gizli bir söz söylemişti. Fakat eşi o sözü haber verip, Allah da onun bu davranışını o (peygamberi)ne açıklayınca (peygamber hanımına) bu (söyledikleri)nin bir kısmım bildirmiş (şunları filâna söyledin demiş) bir kısmından da vaz geçmişti. (Peygamber) bunu O'na haber verince eşi, "bunu sana kim söyledi?" dedi (Peygamber): (her şeyi) bilen, haber alan (Allah) bana söyledi" dedi." [Tahrim, 3]

Kays b. Zeyd'in rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber Hz.- Hafsa'yı boşayınca dayıları Kudâme b. Mazûn ile Osman b. Mazûn Hz. Hafsa'nın yanına gelmişler. Hz. Hafsa ağlamış ve, "Allah'a yemîn ederim ki o beni bana ihtiyacı olmadığından dolayı boşamış değildir" demiş tam bu esnada Hz. Peygamber oraya gelip "Cibril bana "Hafsa'ya dön. Çünkü o çok oruç tutar ve geceleri namaza çok kalkar o cennette senin  zevcen olacaktır" dedi," buyurmuş. [6]

Tahrim suresi 3.ayet ve onunla ilişkili hadislerde, Muhammed'in eşlerinden Hafsa'nın sır tutmayıp Aişe'ye anlattığı yazıyordu. Peki devamındaki 4 ve 5. ayetlerde neler yazıyor, okuyalım:

Tahrim suresi 4.ayet:
(Ey peygamber’in eşleri!) Eğer siz ikiniz Allah’a tövbe ederseniz, ne iyi. Çünkü kalpleriniz kaydı. Eğer Peygamber'e karşı birbirinize arka çıkarsanız bilin ki Allah, Cebrail ve salih müminler onun yardımcısıdır. Bunlardan sonra melekler de ona arka çıkarlar.

Tahrim suresi 5. ayet:
Eğer sizi boşayacak olursa rabbi ona, sizin yerinize sizden daha iyi olan, Allah’a teslimiyet gösteren, yürekten inanan, içtenlikle itaat eden, tövbe eden, kulluk eden, dünyada yolcu gibi yaşayan, dul ve bâkire eşler verebilir.

Sahih-i Buhari ve Muslim'de Tahrim suresi 1-5. ayetlerin nasıl ortaya çıktığı anlatılmakta, Muhammed'in Hafsa ve Aişe'den dolayı tüm eşlerini boşamayı düşündüğü yazmaktadır. İlgili hadise bakalım:

İbnu Şihab şöyle demiştir: Bana Ubeydullah ibnu Abdillah ibn Ebi Sevr, Abdullah ibn Abbas'tan haber verdi. O şöyle demiştir: Allah'ın haklarında 'Eğer her ikiniz de Allah'a tevbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleri eğrildi' (Tahrim, 4) buyurduğu kişilerin Peygamber'in zevcelerinden hangi ikisi olduğunu Ömer'den sormaya hırslanır dururdum. Nihayet onun beraberinde hac yaptım. Dönerken yolun bir yerinde Ömer saptı. Ben de deriden bir su kabı ile onun beraberinde yoldan saptım. Ömer doğanın çağrısına cevap vermeye gitti, nihayet geri dönüp benim yanıma geldi. Ben de ellerine o su kabından döktüm, o da abdest aldı.

Ben: 'Ey müminlerin emiri! Peygamber'in zevcelerinden o iki kadın kimdir ki, Allah onlar için 'Eğer ikiniz de Allah'a tövbe ederseniz ne iyi, çünkü ikinizin de kalpleriniz eğrildi...' buyurmuştur?' diye sordum.

Ömer bana:
'Hayret ederim sana ey Abbas oğlu! Onlar Hafsa ile Aişe'dir' dedi.

Sonra Ömer şöyle devam etti:
Ben Ensar'dan bir komşum ile beraber Benu Umeyye ibn Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu yurt Medine'nin Avali denilen semtindedir. Bir şey öğrenmek ümidiyle peygamberin yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ve biz Kureyş topluluğu, kadınlara galebe ediyorduk. Medine'ye Ensar üzerine geldiğimizde bir de gördük ki onlar, kadınları erkeklerine galebe eder bir kavim (yani kadınlar erkekleri üzerinde üstünlük sağlıyorlar). Derken bizim kadınlarımız, Ensar kadınlarının edebinden almaya başladılar. Bir gün ben karıma karşı bağırdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana söz döndürüp cevap vermesinden hoşlanmadım; azarladım. Bunun üzerine o, şunları söyledi:
'Benim sana karşı mırıldanmamı niçin münasip görmüyorsun? Vallahi peygamberin zevceleri bile ona karşı mırıldanıyorlar ve birisi o gün geceye kadar peygamberin yanına uğramıyor!' dedi.

Karımın bu sözleri beni ürküttü.
Ben: 'Onlardan kim bunu yaparsa perişan olur; büyük günah işlemiş olur' dedim.

Sonra elbisemi giyindim ve Hafsa'nın yanına girdim. Ve ona:
'Ey Hafsa! Sizlerden herhangi biriniz bütün gün ta geceye kadar Allah Elçisi'ne dargınlık ediyor musunuz?' dedim.

O: 'Evet' dedi.

Ben: 'O kadın perişan olmuş ve zarar etmiştir. Her biriniz Allah'ın Resulünün öfkesinden dolayı Allah'ın sizi harap etmesinden korkmuyor musunuz? Bu yüzden helak olursunuz. Sen Allah'ın Resulüne karşı çok istekte bulunma, O'na karşı herhangi bir şey hususunda söz döndürme yarışına girişme, O'na darılıp O'ndan ayrı durma. Bir ihtiyacın meydana çıkarsa O'nu benden iste. Ve sakın arkadaşının, Resulullah'a senden daha güzel ve daha sevgili olması da seni aldatmasın (Ömer, burada Aişe'yi kastediyor).

Ve biz o sırada: 'Gassaniler (Şam'da yaşayan bir kabile) bize karşı gaza etmek için atlarını nallatıyorlarmış' diye havadis alıyorduk. Arkadaşım kendi nöbetinde peygamberin yanına indi ve yatsı vaktinde döndü. Kapıma şiddetli bir vuruşla vurdu, ve:
'O uyuyor mu?' dedi.
'Ben korktum ve hemen onun yanına çıktım'.
O: 'Büyük bir iş meydana geldi' dedi.
Ben: 'Nedir o; Gassaniler mi geldi?' dedim.

Hayır, fakat ondan daha büyük ve daha uzun: Resulullah (s.a.v) kadınlarını boşamış, dedi.

Ömer dedi ki: Hafsa isteğine ulaşmadı ve ziyana uğradı. Ben bunun yakında olacağını zannediyordum. Elbisemi üzerime topladım ve Peygamber'le beraber sabah namazını kıldım. Peygamber, birkaç basamak çıkıp kendisine ait bir odaya (meşrube) girdi ve orada yalnız kaldı.

Ben Hafsa'nın yanına girdim, gördüm ki ağlıyordu.
Ben: 'Seni ağlatan nedir? Ben seni uyarmış değil miydim? Resulullah sizleri boşadı mı? dedim.

Hafsa: 'Bilmiyorum. O, işte ta şu odada' dedi.

Bunun üzerine mescide çıktım ve minberin yanına geldim. Gördüm ki, minber etrafında bir takım kimseler var; bazıları ağlıyorlar. Yanlarında biraz oturdum. Sonra vicdanımdaki duygum bana galebe etti. Peygamber'in içinde bulunduğu o odaya geldim. Ve Peygamber'in siyah kölesine:

Ömer için izin iste! dedim.
İçeriye girdi, peygamberle konuştu. Sonra çıktı ve:
Seni peygambere söyledim; bir şey demedi, dedi.

Oradan ayrıldım, nihayet mescitte minberin yanındaki topluluğun beraberinde oturdum. Sonra yine vicdanımda hissettiğim şey bana galebe etti. Tekrar kölenin yanına geldim. O evvelki gibi söyledi. Ben yine minberin yanındaki topluluğun beraberinde oturdum. Sonra yine vicdanımda hissettiğim şey bana galebe etti. Tekrar kölenin yanına gittim. Ve:
Ömer için izin iste! dedim.

Köle bir öncekinin benzerini söyledi. Ben de döndüm, giderken baktım, uşak beni çağırıyor:
Resulullah sana izin verdi, dedi.

Bunun üzerine huzuruna girdim. Baktım ki, Resulullah bir hasırın kumları üzerine yan yatmış, kendisiyle hasır arasında bir döşek yok, kumlar vücudunun yan tarafında iz yapmış; kendisi, içi hurma lifi doldurulmuş deriden bir yastığa dayanmış idi. Kendisine selam verdi. Sonra ayakta dikelerek:
Kadınlarını boşadın mi? dedim. Gözünü bana doğru yükseltti ve:
'Hayır', dedi.

Sonra ben yine ayakta dikelerek, şöyle dedim:

Ya Resulullah! Eğer beni düşünürsen, bilirsin ki, biz Kureyş topluluğu kadınlara galebe ediyor idik. Sonra bir kavim üzerine geldik ki, kadınları onlara galebe ediyorlar.

Ömer bu sözü söyleyince, Peygamber gülümsedi. Sonra ben şöyle dedim:

Eğer beni düşünürsen bilirsin. Ben Hafsa'nın yanına girdiğim de: 'Sakın arkadaşının peygambere senden daha güzel ve daha sevgili olması seni aldatmasın' dedim.

Peygamber bir daha gülümsedi. Ben O'nun gülümsediğini gördüğüm zaman hemen oturdum ve gözümü kaldırıp evinin içine baktım. Vallahi evin içinde tabaklanmamış üç hayvan derisinden başka gözü döndürecek hiçbir eşya görmedim. Bunun üzerine ben:

(Ya Resulallah!) Allah'a dua et, ümmetine genişlik (zenginlik, refah) versin.
Çünkü Farslar ve Romalılara genişlik verilmiş ve onlara dünya ihsan olunmuş; halbuki onlar Allah'a ibadet etmiyorlar, dedim. Bunu söyleyince yaslandığı yerden doğruldu ve:

'Sen bir kuşku içinde misin? Ey Hattab oğlu! Onlar hoşlukları dünya hayatında peşin verilip geçiştirilen birer kavimdir' buyurdu.

Ben de: 'Ya Resulallah, benim için istiğfar ediver' dedim.

İşte Peygamber, Hafsa'nın Aişe'ye anlatıp ifşa ettiği sır yüzünden ayrılıp inzivaya çekilmiş ve kadınlarına küsmüş olduğundan ötürü, [Bkz: Kastallani'nin açıklaması] bir ay kadınların yanına girmeyeceğim, demişti. Bu zaman içinde Allah, peygamberini azarladı (Bkz. Mariye'ye yaklaşmama yemini: Tahrim 1-4). Yirmi dokuz gece geçince Resulullah hepsinden önce Aişe'nin yanına girdi ve Aişe O'na:

(Ya Resulallah!) Sen bizim yanımıza bir ay girmemeye yemin etmiştin. Halbuki biz 29. gecenin sabahında olduk; ben bu geceleri hakkıyla sayıyorum, dedi.

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v):
'Yemin ettiğim ay yirmi dokuz çekmektedir; işte bu ay 29 günden oluşuyor' buyurdu.

Aişe dedi ki: Müteakiben muhayyer kılma ayeti (Ahzab: 28-29) indirildi. Peygamber ilk kadın olarak benimle başladı ve şöyle dedi:

'Ben sana bir emir anlatacağım. Cevap hususunda acele etmemenden dolayı sana bir serzeniş yoktur, ta ki ebeveynine danışasın'.

Aişe dedi ki: 'Kat'i biliyorum ki, ebeveynlerim bana senden ayrılmamı emretmezler'.

Sonra Peygamber şöyle dedi:
'Allah şöyle buyurdu: Ey Peygamber! Zevcelerine şunu söyle: Eğer siz dünya hayatını ve onun ziynetini istiyorsanız gelin size boşama bedellerini vereyim de, hepinizi güzellikle salıvereyim. Yok eğer Allah'ı ve Resulü'nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız, haberiniz olsun ki Allah içinizden güzel hareket edenlere pek büyük bir mükafat hazırlamıştır' (Ahzab: 28-29).

Ben de: 'Ben bunun hakkında mı ebeveynime danışacağım? Ben elbette Allah'ı ve Resulü'nü ve ahiret yurdunu isterim' dedim.

Sonra Resulullah bütün kadınlarını böyle muhayyer kıldı; onlar da hep Aişe'nin dediği gibi söylediler. 
[7][8][9]

Kastallânî, söz konusu hadisle ilgili şöyle der: Hafsa'nın açıkladığı söz şudur: Peygamber, Âişe'nin gününde Mâriye ile yalnız kalmış, Hafsa da bunu bilmiş; Peygamber, Hafsa'ya: Şunu gizli tut,ben Mâri-ye'yi kendime haram kıldım, demiş. Hafsa da bunu Aise'ye açıklamış, Âişe de öfkelenmiş. Nihayet Peygamber, kadınlarına bir ay yaklaşmamaya yemîn etmiştir. İşte müteâkib cümlenin ma'nâsı budur.

Gördüğünüz gibi tüm hadisler kısmen küçük farklar içeriyor olsa da anlattıkları olaylar aynı.

Hiçbir yorum yapmadan, tamamen kaynaklarda yazanları sizlere okuduktan sonra konuya dair birkaç soru sorarak konuyla ilgili ne düşündüğünüzü, görüşlerinizi öğrenmek istiyorum.

SORULAR

1) Mukavkıs, Muhammed'e hediyeler gönderdiğinde neden bu hediyeler geri çevrilmiyor?

2) Muhammed'in kendine gönderilen hediyeler arasından Sirin adlı kadını arkadaşına hediye ettiği yazıyor. Empati yaptığınızda, kendinizi hediye edilen kadının yerine koyduğunuzda nasıl hissederdiniz?

3) Muhammed neden tıpkı Sirin'e yaptığı gibi Mariye'yi de çevresindeki erkeklerden birine vermemiş, hediye etmemiştir?

4) Kur'an insanlara öğüt alması için gönderilmiş evrensel bir kitap ise, Tahrim suresinin ilk 5 ayetinden çıkarmamız gereken temel ders nedir?

5) Her şeyi yaratan yüce bir ilah varsa, onun böyle konularla ilgileniyor ve bunlara dair mesajlar gönderip Kur'an'a eklettiriyor olmasını mantıklı buluyor musunuz?

6) İnsanları doğru yola sokmak üzere gönderildiği söylenen kitapta Tahrim ve benzer ayetlerde Muhammed'in eşleri ile arasında yaşananlar anlatılıyor. Söz konusu ayetler insanlığa ne yönden yol gösterecek, iyi kişiler olmalarını nasıl sağlayacak, insanlığa ne kazandıracak?

7) Bu konunun anlatıldığı, Buhari ve Müslim gibi birçok hadis toplayıcısının yer verdiği bu olaylarda Mariye'den "cariye" olarak bahsedilmekte, Zübdetü’l-Buhari'de "Peygamber kendisine hizmet için cariyesi Mariye'yi çağırmış ve hizmet ettirmişti" denirken, İbn-i Sad'ın Tabakat'ında Mariye'yi "mülk-i yeminle (cariye statüsünde)" nikahladı yazmaktadır.

Bu kaynaklara ek olarak, Muhammed Hamidullah'ın "İslam Peygamberi Muhammed" adlı çalışmasında şöyle yazar: "Efendisinden bir çocuk doğuran câriye, onun ölümünden sonra başka bir muameleye gerek olmaksızın hürriyetini elde eder. Hz. Peygamber’in câriyesi Mâriye, İbrâhim’i dünyaya getirmesi üzerine ümmüveled statüsüne geçirilmiş ve bu olay müslümanlara örnek teşkil etmiştir. İslâm ülkelerinde ümmüveled haline gelerek hürriyetine kavuşan birçok câriyenin bulunması, bu usulün kölelerin azaltılması bakımından geçerli bir yol olduğunu göstermektedir. Böyle bir câriyeden doğan çocuk hür sayılır, onunla baba arasında normal bir nesep bağı kurulur ve her bakımdan normal evlilikten doğan çocukların statüsüne sahip olur". [10]

Görüldüğü üzere kaynaklarda Mariye'nin statüsü için cariye denmektedir. Bu durumda Mariye, tıpkı Ayşe ve Hafsa gibi Muhammed'in gerçekten eşi midir, yoksa sadece İslam cinsel birliktelik öncesi nikahı şart koştuğu için mecburen nikah yapılmış bir kadın mıdır?

DİPNOTLAR
● Ensinâ, Nil’in doğusunda Saîd bölgesindeki şehirlerdendir.
●● Tahrim 3: "Hani peygamber, eşlerinden birine gizli bir şey söylemişti..."
Hazırlayan: A.Kara

PANTEİZM VE PANTEİZME YÖNELİK İTİRAZLAR

Yazan: A.Kara

PANTEİZM VE PANTEİZME YÖNELİK İTİRAZLAR

"Tanrı'nın bu dünyayı nasıl yarattığını bilmek istiyorum. Şu ya da bu olguyla, şu ya da bu öğenin görüntüsüyle ilgilenmiyorum. Düşüncelerini bilmek istiyorum, gerisi sadece detaylar." A. Einstein
[1]

Bu makalede çeşitli noktalar üzerinde durarak Panteizm ya da Pandeizm'in teizm hipotezinden daha olası olduğunu anlatmaya odaklanacağım.

İsmi fizikçi Ludwig Boltzmann'a atfedilen bir görüş vardır; Boltzmann beyni. Bu hipoteze göre evren kaos halindeki rastgele dalgalanmalar sonucu ortaya çıkmış bir varlıktır. Panteizme göre ortaya çıkan bu evren daha sonra farkındalığa erişmiştir yani bilinçlidir. Pandeistik bakışta ise evren müdahale etmez, plan yapmaz. [9]

Kavram karmaşası yaşamamak ve konuyu daha iyi kavrayabilmek adına önce Panteizmin tanımını yapmak gerekir.

Panteizm Tanrı'nın her yerde ve her şeyde olduğunu yani onun aşkın olmadığını, her yere nüfuz ettiğini, dolayısıyla içkin olduğunu söyleyen felsefi görüştür. Tanrı evrende ve her şeydedir ve her şey Tanrı'nın parçasıdır. [7][8]

Schopenhauer, Panteizmin hiçbir etiğe sahip olmadığını iddia etse de Panteizm oldukça etik bir bakış açısına sahiptir: "Başkasına verilen herhangi bir zarar, canlılığa ve herkese zarar verir."

Panteizm kavramı Thales, Parmenides ve Heraklitos da dahil olmak üzere birçok antik Yunan filozofunun yanı sıra Kabalistik Yahudiliğin eski dönemlerinde de ele alınıp tartışılmıştır. Bu tartışmaların doğurduğu Panteistik hareketler 17. yüzyılda Spinoza'nın doğalcı panteizm inancının da çıkışını sağlamıştır.

Tabi Spinoza'dan bahsetmişken onun görüşlerine kısa da olsa değinmemek olmaz.

Spinoza'ya göre tanrı, evrendir. O bunu "töz" olarak tanımlar. Bu töz, özü gereği var olmak zorundadır, kendiliğinden kendinde var olandır, var olmak zorunda olduğundan var olmuştur ve dolayısı ile yaratılmaya ihtiyacı yoktur.

Baruch Spinoza şöyle der: "Töz sözcüğünden, kendiliğinden ve kendisi için var olanı anlıyorum. Bu kavramın [tözün] meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç yoktur."

Spinoza için tanrı ve doğa aynı şeydir. Bu yüzden Panteizm ya da Pandeizm'den bahsederken bağlamdan kopmamak ve anlam karmaşası yaşamamak için tanrı yerine doğa kelimesini kullanmak daha doğrudur.

Spinoza'nın tanrı/doğası, doğanın aşkın değil içkin nedenidir. Ol deyince oldurmaz çünkü varlık var olmak için aşkın bir güce ihtiyaç duymaz, zaten varlık doğası gereği var olur, var olma, var kalma eğilimindedir. Dolayısı ile Panteizmin doğatanrısı İbrahimi dinlerin insani özellikler taşıyan, cezalandırıcı, ödüllendirici ve müdahaleci Tanrısından oldukça farklıdır.

Spinoza'dan birkaç alıntı daha yaparak görüşlerine bakalım.

1.14 : Tanrı birdir, yani evrende yalnızca bir madde vardır.
1.15 : Her ne olursa olsun Tanrı'nın içindedir ve Tanrı olmadan hiçbir şey tasarlanamaz.
1.17 : Tanrı dışında hiçbir madde olamaz ve Tanrı'nın dışında hiçbir şey kendi başına var olamaz.
I. 25 : Bireysel şeyler Tanrının sıfatlarının değiştirilmesinden veya onun sıfatlarının sabit veya keskin şekilde ifade edilişinden başka bir şey değildir.
II. 47 : İnsan zihni Tanrı'nın sonsuz özü hakkında yeterli bilgiye sahiptir.
V. 24 : Belirli şeyleri (varlıkları) ne kadar çok anlarsak Tanrı'yı da o kadar çok anlarız.
V. 17 : Tanrı tutkusuzdur, herhangi bir zevk ya da acı duygusundan etkilenmez. Açıkçası [bu yüzden] Tanrı kimseyi de sevmez. [6]

Spinoza'nın tüm bu açıklamalarına bakıldığında O'nun panteizm tanımlamasında şunu görürüz. Evren Tanrı'nın içinde var olmanın, daha doğrusu Tanrı ile birlikte var olmanın bir biçimidir. Spinoza'ya göre evrenimiz Tanrı'nın düşüncelerindeki varoluş tarzıdır ve Tanrı'nın uzantısıdır. Yalnızca bu ikisi insanoğlunun Tanrı hakkında bildiği sıfatlardır. [2]

Filozof Karl Jaspers bu konu hakkında şöyle der:

Tanrı'yı bir kişi olarak hayal etmek başlı başına bir sınırlamadır. Tanrının ne anlayışı ne iradesi vardır. O'nun sadece anlayışın ve iradenin bir biçim olarak ortaya çıktığı düşünce özelliği vardır. Hareket etmez ya da durmaz fakat hareket ve durma biçimlerini ortaya çıkaran uzatma-genişletme özelliği vardır. Anlayış ve irade tıpkı hareket ve dinlenme gibi doğada yaratılır, onlar Tanrı'nın kendisi değil sonuçlarıdır. [3]

Panteizm görüşü her yerde birden bulunan ve her şeyi bilen evren-tanrı görüşüne sahiptir. Dolayısıyla eğer Tanrı her yerdeyse ve her şeyi biliyorsa bu durum her şeyin Tanrı'nın zihninde olduğu ve O'nun her şeyle eş süreli olduğu anlamına gelir.

Yani eğer yaratıklar Tanrı'dan ayrı olsalardı bu durumda Tanrı sonsuz olamazdı. Tanrı sonsuz olduğu için her şey Tanrı'dadır. [4]

Dolayısıyla Panteizm'in sürekli yaratılışa uyduğu, bunu takip ettiği açıktır. Tanrı sürekli olarak yaratıyorsa bu O'nun yaratılışının süreklilik arz ettiğinin göstergesidir çünkü O'ndan ve zihninden bağımsız gerçekleşecek bir yaratılış mümkün değildir.

Alman filozof Friedrich Albert Lange, Panteizm'in (her şey bir olduğundan) birleşik bir varoluşu ve ruhsal olanın doğallaştırılmasını sağladığını söyler. [5]

Teizm yaygın olarak Tanrı'yı her şeyden aşkın ve uzay-zaman dışında olarak nitelendiriyor olsa da aynı zamanda dinlerdeki bu Teist Tanrı figürü her yerdedir, sürekli olarak yaratır ve bu devinimi devam ettirir. O halde bu Tanrı figürü üst düzeyde bir içkinliğe sahiptir. (A.g.e.)

Dinlerdeki Tanrı ile tezat oluşturacak şekilde Panteizm Tanrı'yı uzay-zamana getirir. Bu onu bilim insanları ya da bilim meraklıları için ilgi çekici hale getirir. Ayrıca doğanın ve kozmosun ihtişamına duyduğumuz saygı ile de uyumludur.

Panteizmi çekici yapan bir diğer konu "kötülük" problemidir. Dinlerdeki hayali, yanıltıcı kötülüğün ya da Tanrı'ya zıtlık içeren kötülük kavramının aksine "kötülük" olgusunun evrenin işlemlerinin sonucu olduğunu söyler. Ancak bunun da kendi içinde sorunlu yönleri var tabi ki, yine de dinlerdeki kötülük probleminden çok daha iyi bir görüşe sahip olduğu açık.

Panteizme karşı pek çok itiraz var, bunlardan bazıları başarılı, bazıları başarısız. Bunlara kısaca değinelim.

1) Biz sadece dünyayı "Tanrı" olarak yeniden adlandırıyoruz. Onu dünya ile eşitlemeden önce Tanrı kavramına odaklanmalıyız". Dolayısıyla teizm Tanrı kavramının temel anlayışıdır, Panteizm bunun bir türevidir.

Yanıt: Panteizmin iki kavramı eşitlediği doğru olabilir ancak bunun nedeni Tanrı'yı ortadan kaldırmak değildir. Nasıl ki fizikten önce hatalı bir şekilde su yalnızca ıslak ve şeffaf bir madde olarak ele alınıyor ve element olduğu zannediliyorsa Panteizm Tanrı'nın da yanlış anlaşıldığını düşünür ve tıpkı evreni yeniden ve daha iyi anladığımız gibi Tanrı'yı da yeniden ve daha iyi anladığını söyler.

2) Panteist Tanrı, evren ile tamamen aynı mıdır yoksa kısmen ortak mıdır? Yoksa bütün yani Tanrı, parçalarının yani evrenin toplamından daha mı büyüktür? Kısacası kavramlar örtüşüyor mu yoksa aynı mı?

Yanıt: İkisi kavramsal olarak farklı olsalar da eş sürelidir. Yani Tanrı'nın en azından maksimum ölçüde bilinçli olan bir varlık olduğunu anlıyoruz. Evren maksimum kapsamdadır ancak evrenin bilinçli olduğunu anlamıyoruz.

Konusu açılmışken evrenin neden bilinçli olabileceğine dair argümanlar da yok değil. Bu konuya da değinelim.

Eğer evren bilinçli ve maksimum kapsamdaysa ve Tanrı da öyle ise o zaman bu iki kavram kavramsal olarak özdeş olmasalar bile birlikte kapsayıcıdırlar. Metafiziksel olarak konuşursak, bu ikisinin de aynı varlık olmayabileceği ihtimali de var. Yani Panteistik tanrı yalnızca evreni izleyen ve denetleyen bilinçli durumlar da olabilir.

3) Panteistler fiziksellik, fikircilik veya her ikisinin de doğru olduğunu mu savunuyor? O halde doğaüstü ile doğal olan arasındaki ayrım nedir?

Yanıt: Geleneksel panteistler bir ruh olarak Tanrı'nın mükemmel doğasını koruma çabasıyla ona fiziksel bir varlıktan ziyade kusursuz bir varlık olacak şekilde bazı özellikler atfetmek isteyebilirler. Fakat bunun ne kadar tutarlı olduğu tartışılır.

Tanrı ya ruhsal ve üstündür ya da yakın ve fizikseldir; ki bu makalede ikincisini savunuyorum. Zaten panteizmin güçlü yanlarından biri Tanrı'yı fiziksel kılıyor olmasıdır ve fiziksel bir tanrıyı fiziksel etkilerle ilişkilendirmek daha tutarlıdır.

Eğer bir şey manevi ise bu dünyanın bir parçası değildir, aşkındır ve nedensel olarak etkili olabileceğini söylemek zorlaşır. Dahası, maneviyat nedensel olarak etkili olsaydı, fiziksel olmadığı için etkili olduğunu söylemek zor olurdu. Bu yüzden bu makalede Tanrı'nın aşkın ve kusursuz olmadığı üzerinde duruyorum.

4) Panteizmin Tanrı'sı kişisel mi değil mi?

Yanıt: Panteizmde kişisel olmayan bir Tanrı görüşü vardır. Bunu Spinoza'nın Etiğinde (V.17) görmek mümkündür. Ancak kozmosun zihin benzeri doğası, doğanın doğadan fazlası olduğunu düşünmek için iyi bir nedendir.

5) Panteizm ve Pandeizm "Tanrı evrendir" diyor fakat birden fazla evren olduğu söyleniyor. Bu sorun teşkil etmiyor mu?

Yanıt: Spinoza'nın tanrı/doğası çoklu evrenlerin ve kozmik oluşun kendisidir, içinde kaç evren olduğunun önemi yoktur.

6) Doğa/tanrı nasıl kendi kendinin nedeni olabilir?

Yanıt: Bu soruyu yöneltenlere şunu sormak gerekir: "İnandığınız tanrı nasıl kendi kendinin nedeni olabiliyor?" Yani sizin yaratılmamış ama yaratmış dediğiniz tanrı fikri evrenin kendisi için neden uygulanabilir olmasın? Tıpkı sizin bahsettiğiniz Tanrı'ya benzer şekilde evren de yaratmış ama yaratılmamış olabilir. Yaratıcı gücün illa gökyüzünde oturan, ödül ve ceza veren, cennet ya da huri vaat eden insani özellikler taşıyan bir ilah mı olması gerekiyor?

Konuya dair bir sonraki makalede Panteizm ve Pandeizm'in bilimsel dayanak noktaları üzerinde duracak, konuya farklı açılardan bakmaya devam edecek ve önemli bölümleri detaylandıracağım.

OTOBÜSLERE GETİRİLEN NAMAZ AYARI HAKKINDA

Yazan: A.Kara

ŞEHİRLERARASI OTOBÜSLERE NAMAZ MOLASI AYARI

Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hazırlayıp ilgili bakanlıklara gönderdiği yazı ile anayasanın 24. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9. maddesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18. maddesini ele alarak herkesin düşünce ve din özgürlüğüne, dinini ve inancını kamuya açık veya kapalı yerlerde tek ya da toplu yaşama, uygulama veya öğretme hakkına sahip olduğunu da belirtti.

Bu doğrultuda şehirlerarası otobüslerin mola saatlerini namaz saatlerine göre ayarlamasını istedi ve "Namazların vaktinde kılınmasını sağlayabilmek için makul bir süre ayrılmalı" dedi. [1][2]

Tabi burada herkesin dinini yaşama ve öğretme hakkına sahip olduğunu, hatta düşünce özgürlüğüne sahip olduğunu belirtmiş olsa da bu görüşünde ne kadar samimi olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü düşünce özgürlüğü olsa din hakkında bir görüş belirttiğimizde terörist damgası yemememiz gerekirdi.

İnsanların dinlerini yaşama ve öğretme konusunda özgür olduklarını söylediği kısım bambaşka bir ütopya. Türkiye'de farklı dinden insanlar toplanıp dinlerini tebliğ edip öğretmeye çalışsa misyoner ya da ajan denerek dayak manyağı yapılırlar, linç edilir ve sayısız hakaret yerler.

Bu karar namaz kılmak isteyen insanları mağdur etmemek adına yapılan bir uygulama olarak görünse de zamanla namaz kılmak istemeyenleri mağdur edecek hale gelecektir. Ayrıca bir sürü olaya, kavgaya sebep olacaktır. Bakın hemen geçmişten konuya dair bir haber ve ilgililerin açıklamaları ile örnek vereyim:

Otobüsten inen bazı kişiler, caminin avlusunda önce abdest aldı, ardından namaz kıldı. Bu sırada otobüste yarım saat bekleyen yolcuların itirazı üzerine gerginlik yaşandı. Gerginlik sırasında şoför ile muavin arasında sözlü tartışma da oldu. Yolcular, otobüsü camiye çekmek zorunda bırakılan şoförün de zorunlu namaz molasından rahatsız olduğunu söylediler. Metro Turizm Genel Müdürü Sinan Solok, şoförün mecbur kalmış olabileceğini, ancak bu durumun asla kabul edilemeyeceğini söyledi.

Solok, "Bu, yönetmeliğimize ve uygulamalarımıza ters düşen bir durumdur. Günlük 1500 seferimiz var, her mola talebine yanıt veremeyiz. Bu olay, cezaya tabidir, gereği yapılacak" dedi.

Şehirlerarası sefer yapan firmalara bağlı bazı otobüslerin, yolculuk sırasında "namaz molası" için camilerin önüne götürüldüğü belirlendi. Tartışmalı uygulamalardan biri, 2 Eylül Pazar akşamı Samsun'un Terme ilçesinden İstanbul'a gelmek üzere Metro Turizm'e ait bir otobüsü kullanan yolcunun şikâyeti üzerine ortaya çıktı. Yolcu, yaptığı açıklamada, 34 SM 746 plakalı aracın saat 18.15'te hareket ettiğini, biri yolcu almak üzere iki kez mola verildikten sonra saat 20.00'de bir caminin önünde park edildiğini anlattı. Konunun şehirlerarası seferlerde ciddi tartışmalara neden olduğunu da, Türkiye Otobüsçüler Federasyonu Başkanı ve Ulusoy Genel Müdürü Mustafa Yıldırım'ın açıklamaları ortaya koydu.

Yıldırım, "Namaz vakitlerinde camiye gidilerek mola verilmesi talepleri sektörün baş ağrısı oldu. Şoför kabul etmezse ciddi tartışmalar çıkıyor" dedi. Türkiye'nin dört bir yanından, özellikle Doğu Karadeniz'den gelen otobüslerde bazı yolcuların zorla otobüsü durdurmaya çalıştığını anlatan Yıldırım, şöyle konuştu: "Bunu bir gerilim unsuru haline getirmeye başladılar. Namaz talebi oluyordu, ama şimdi bir kesim bu işin üzerine gidiyor, durmadığınız zaman sorun çıkıyor."
Yıldırım şöyle devam etti: "Otobüs içinde hoş gören de var, tepki gösteren de. Doğru olan otobüsün bu nedenle durmamasıdır, çünkü kaza namazı kılınabilir. Türkiye'de günde yaklaşık 15 bin sefer yapılıyor, günde 90 bin otobüs çalışıyor. Günde beş vakit namaz için durulması büyük bir olay. Baskı yapıp kavga çıkarmak doğru değil. Şoförlerin kaza riski artıyor, çünkü 'dinsizlikle' suçlanıyorlar, sinirleri bozuluyor." Bu nedenle Ulusoy firmasında önlem almak zorunda kaldıklarını söyleyen Yıldırım, camiye gidilmesi için ısrar eden yolcu olursa otobüsten parası iade edilerek indirilmesine ya da bir sonraki otobüsle yolculuğunun devamının sağlanmasına karar verildiğini söyledi.

Bir seferde benzer bir tartışmaya kendisinin müdahale ettiğini anlatan Yıldırım, "Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda açıklama yapmalı. Çünkü hiçbir din adamı 'otobüsü durdurun' demez. Amerika'ya o kadar Müslüman gidiyor, uçağı mı durduruyorlar?" diye konuştu. Şoförlere suçlama: Dinsiz! 

BOSS Genel Müdürü Ramazan Tara: Bizim böyle bir uygulamamız yok, ancak garajlarda konuşuyorlar, duyuluyor, 'Namaz için şurada duruldu' diye konuşmalar oluyor. Şoför kendi inisiyatifini kullanmış olabilir. Yerel firmalarda daha çok olur gibi geliyor.

İbrahim Rıfkı (Pamukkale Turizm Genel Koor.): Biz İzmirli bir firma olduğumuz ve genellikle batı bölgelerine hizmet verdiğimiz için bu durumla hiç karşılaşmadık. Böyle bir uygulama söz konusu olamaz.

İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı: Otobüsün içerisindeki diğer yolcuların üzerinde psikolojik baskı kullanarak, otobüsü zorla bir yerlerde bekletmek hoş değil. Otobüsün içerisinde işaretle namaz kılmak mümkündür. Vakit denk geliyorsa, ki çoğunlukla denk gelir, mola yerlerinde kılınabilir. Namazını hiç kılamadıysa kaza edebilir. Bunun için, ilk uygun yerde, kaçırdığı namazların farzlarını kılar. Aynen oruç borcu gibidir, seferi durumdadır, kaza namazı kılar. 'Daha sonra kaza namazı kılınabilir'
[3]

Yani bu karar otobüs şoförlerinin tartışmalar yaşayıp gerilmesine, hatta bu yüzden dikkati dağılıp kaza yapmasına, sonucunda onca insanın ölümüne yol açabileceği gibi dindarlar tarafından şoför veya bazı yolcuların dinsiz ilan edilmesine, kavga ve sataşma çıkmasına neden olacaktır. Zaten en ufak bir mevzu yüzünden kan akıtan şiddet yanlısı kesim bir de bu tartışmalar yüzünden insanları boğazlayacaktır.

Üstelik namaz daha sonra kılınabilir, kaza namazı diye bir şey var. Onu da geçtim, namazın ezan okunduğu anda kılınması zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla namaz vakti içindeyken otobüs mola verdiğinde tesisteki mescitlerde namaz kılınabilir.
Fakat otobüsteki yolculardan işlerini ve hayatlarını etkileyebilecek derecede acelesi olanlar için namaz kılınsın diye ayrıca verilen mola yüzünden giden zamanın ve doğuracağı kötü sonuçların telafisi olmayacaktır. Çünkü geçmişte yaşananlar gösteriyor ki bu namaz molalarında standart bir süre uygulanamayacaktır. 10 dakika diye durulsa bile bu süre 20-30 dakikalara uzayabilecek ya da otobüsler cami önlerine çekilerek dinsel şov yapılacaktır. Cami önüne çekilen otobüs yüzünden bu sefer de namaz kılmayıp otobüste bulunan insanlar yeme-içme gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır.
Namazını nasıl kılacağına çözüm bulması gereken, alternatifler sunmak zorunda olan biz ya da otobüsteki diğer yolcular değildir. Çözümü kendi bulmalıdır ve bu çözüm kendisi dışındaki insanları etkilememelidir. Her fırsatta kul hakkı konusunda edebiyat parçalayanlar namaz kılmak istedikleri için başkalarının hakkını gasp ederlerse bu durum söyledikleri şeye kendilerinin bile inanmadığının ya da söz konusu kul hakkı olduğunda yalnızca Müslüman'ın hakkını gözettiklerinin göstergesidir.

Belli bir inanca göre oluşturulan kurallar ile toplumun geneline baskı yapılırsa bu diktatörlükten başka bir şey değildir. Zaten devletin dini olmaz, kabile hayatı yaşamıyoruz. Artık dünyanın neredeyse her yerinde kozmopolit bir yaşam hakim. Ülkemizde de öyle. Ülkede sadece Müslümanlar yaşamıyor, "%99'u Müslüman olan ülke" masalını bırakın. Artık nüfusun ciddi bir bölümü dinlere inanmadığı gibi Avrupa'dan gelip Türkiye'ye yerleşen, vatandaşı olan, farklı dine mensup ya da inançsız insanlar da bu topraklarda yaşıyor. Kendinizi ve dininizi hayatın odak noktası yaparak herkesi etkileyecek kararlar veremezsiniz. 

En üzücü olanı ise Türkiye'yi sürekli Arabistan ile aynı zanneden, Türkiye'den bahsederken arka fona Arap müziği koyan, yollarda develerin kol gezdiğini, hatta şeriatın hüküm sürdüğünü zannederek ülkemizi Arap ülkeleri ile aynı doğrultuda gören turistler açısında da hoş bir durum olmayacaktır.

Tabi hepimiz biliyoruz ki amaçlanan şey ibadet özgürlüğü vs. değildir. Gece 12'den sonra müzik yasağı getirilmesi, onca aç ve yetim varken trilyonlar harcanıp her yere cami dikilmesi vb. tüm olaylar dindarlardan, özellikle de dinini başkasının gözüne sokmayı seven yobaz kesimden, şeriat aşıklarından oy devşirmek için yapılan olaylardır. Aslında bir siyaset olan din, görüldüğü gibi hala siyaset olmaktan çıkamamıştır.

Namaz kılabilmeleri için otobüslerin mola vermesini yoğun şekilde talep eden Müslümanların, yolsuzluk, kadınlara uygulanan şiddet ve baskı, dini kurumlardaki çocuk istismarı, ergenliğe girmemiş kız çocuklarının evlendirilmesi, ifade özgürlüğünün engellenmesi-suç sayılması, din kurumlarına ve çeşitli derneklere verilen, içinde dindar-dinsiz herkesin hakkı bulunan paralar konusunda da çözüm bulunması için yoğun istekte bulunmalarını isterdim.

ALLAH'IN ÇOCUK ÖLDÜRMESİ (ÖLDÜRTMESİ)


ALLAH'IN ÇOCUK ÖLDÜRMESİ (ÖLDÜRTMESİ)

Kehf süresi 66-81 Ayetlerine göre Musa ile Hızır bilge bir yolculuğa çıkar yolculuk sırasında Hızır bir çocuğun ileride hayırsız olacağını düşündüğü için yaşam hakkını elinden alır bu olay kuranda ibret bir hikaye olarak anlatılır;

65-“Nihayet kullarımızdan bir kul buldular.”
Cumhura, yani ekser âlimlere göre bahsi geçen zât Hz. Hızır'dır.

66-“Musa ona:“Doğru yola sevk edici olarak sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.”
67-“Dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.”
68-“İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?”
69-“(Musa) dedi: İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim.”
70-“(Hızır)dedi ki: O halde bana tabi olacaksan; ben sana anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”
71- “Böylece yola koyuldular.”

74-“Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında(Hızır) onu hemen öldürdü.”

فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا

Ayette geçen (ف fe), çocuğu görür görmez hiç beklemeden, sorgulamadan öldürdüğüne delâlet eder.
“(Musa) dedi: Kısas olmadan masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın.”
Çocuk küçüktü, henüz ergenlik çağına ermemişti.

Bir süre yol kat ettikten sonra Hızır Musa'ya çocuğu neden öldürdüğünü açıklar ;

80- “Çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi.”
“Onları bir tuğyan ve küfre sürüklemesinden korktuk.”

Çocuğun anne-babasına tuğyan ve küfrü;
-Onların hukukunu çiğnemesi, -Aynı evde iki mü’min ve azgın bir kafir olması,
-Anne-babanın çocuğun etkisi altında kalarak dinden dönmeleri

Hz. Hızır'ın böyle durumlar olabilmesinden korktuğunu söylemesi, Allah'ın bildirmesine bağlı bir durumdur. Ayetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden değil, ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki görülmüyor mu? Yani Hızır'a çocuğu öldürmesini Allah emretmiştir. Yani burada sözde özgürlüğün ve barış dininin tanrısı Allah diyor ki: bu çocuk büyüyünce anne ve babasını yoldan çıkaracak, onları kafir yapacak bu yüzden bu çocuğu öldür. Peki Hz. Musa yaşanan olaya neden itiraz etmemiştir? Aslında bunun için 2 yorum mevcut. İlki direkt yazılan yazıyı red eden biçimde. Onun çocuk olmadığını suçlu bir ergin olduğunu söyler. Oysa ki Kuranın bütün tefsirlerinde bu olay ergenliğe girmemiş bir çocuk üzerinden gerçekleşmiştir. Yani bu düşünce hem ayeti hem de Kur'an'ı red eden bir düşüncedir. İkinci düşünce ise bu isteğin Allah tarafından geldiği için itiraz etmediği yönünedir. Bu şekilde yorumlarsak bile kuranda geçen sözde ahlak, evrensel şeriat ve adetlerine ters düşmektedir. Aslında kuran kendi içerisinde kendini çökertebilen bir kitaptır. Madem çocuğu öldürecekti sözde sonsuz güçte olan Allah bu çocuğun ne olacağını bildiği halde neden yarattı, kötü biri olacağını biliyordu. Neden onu iyiye yönlendirmeye çalışmadı? Hadi buna karışmıyor diyelim - aslında karışılan çok fazla kişi ve olay vardır - hani İslam dininde zorlama ve baskı yoktu? Hani diğer dinlere ve inanlara saygı ve sevgi vardı?

81-“İstedik ki onların Rabbi onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin.” Denildi ki: Onların bir kız çocuğu oldu, bu çocukla bir peygamber evlendi.
Bunların çocuğu da bir peygamber oldu, Allah bununla bir millete yol gösterdi.

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? “ (Yunus Suresi, 99)


Madem insanları istediği gibi iman ettirebiliyorsa çocuğu iman ettirmek yerine neden öldürüp yerine daha hayırlı bir çocuk doğurttu?

Görüldüğü gibi bu ayetler Allah'ın kötü bir tanrı olduğunu, kandan ve ölümden beslendiğini ve sonsuz güçte bir tanrı olmadığını kanıtlar. Kuranda bu ve bunun gibi birçok ayet vardır.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Ekoman

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?


KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?

Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!

Öncelikle bahsetmemiz gereken konu başlıklarını bir sıralayalım:
1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı zaman ve vahiy süreci
2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği
3. Kuran’ın derlenişi

1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci

40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.

Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.

Hz. Aişe’nin bir rivayeti de şöyle:
"Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için azık tedarik ederdi."

 Gelen İlk Vahiy

Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.

Kendisine geldiğinde karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve sonrası şu şekildedir:

"Oku" Dedi. Muhammed:
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı.

-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).

Meleğin arkasından Muhammed de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:

"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku içinde evine vardı.

Eşi Hatice'ye:

"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.

"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."

Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir battaniye/örtü getirmesini ister.

Dinlendikten sonra eşine durumu anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan Varaka’ya götürür.

Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç şeyden bahsetmek istiyorum:
Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir. Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti? Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını istiyorum.

Devam edecek olursak:

Hatice daha sonra Muhammed’i, amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten sonra:

"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.

Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş çevre tarafından duyulmasıdır.

Yapılan ilk açık davetten de kısaca söz edecek olursak eğer:

Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti 6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.

Uzun uzun maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim olabilirsiniz.

Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb. kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.

2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?

İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.

Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin kaydedilmesi emrini vermiştir.

Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine) sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.

Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte vahiy gözden geçiriliyordu.

Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.

Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)

Birçok kaynak olmasına rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.

Şu ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl eğlenceli kısma yeni geliyoruz.

3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)

Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)

Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.

Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:

Kuran’ın derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler, dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’ tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme kararı alınıyor.

Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.

Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.

Zeyd:
"Ebu Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."

Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:

"Kuran (ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat) suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında bulamamıştım bu parçayı"

Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’ cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek olursak:
  1. Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın, Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den" dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)

  2. Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd." (Buhari.)

  3. Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde, Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi: 'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)

Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat yine de ayeti kabul edilmişti.

Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı Hafsa’ya verildi.

Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.

Osman döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi okumamız gerek:

Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"

Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e, Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.

Osman: "(Medine'li) olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir."

Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)

Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık. Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.

Şimdi tekrar bahsetmemiz gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:

Oysa, asıl kuşkulara yol açan, esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?

Buraya tekrar değinme sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı. Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.

Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama ve “teşkil” bulunmamaktaydı.

Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.

Muhammed Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:

Ibn Ömer diyor ki: "Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)

Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.

Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer: Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.

Örneğin, Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara 285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.

Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere yollandığından bahsetmiştim.

Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.

Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye, Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e gönderilenlerden de söz ediliyor.

Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları bulunmakta.

Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara 1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:

"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim.

Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.

Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki "fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de görülebilir.


Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir.

Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.

Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?

SİZDEN GELENLER | Yazan: Kaptan Totototo

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

İBRAHİM PEYGAMBERİN 3 YALANI

Hazırlayan: A.Kara

HZ. İBRAHİM'İN 3 YALANI
(Ve Hadis Çevirilerinde Müslümanın Müslümanı Kandırması)

Başlarken belirtmeliyim ki bu makale tamamen İslami kaynaklarda yazanlardan derlenmiştir. Sizlerle kaynakları, kaynaklarda yazanları paylaşacak, çıkarılması gereken sonucu ya da anlaşılması gerekeni herkesin kendine bırakacağım. Bundan sonraki dini içerikli çalışmalarım da bu şekilde olacaktır.

Hadislerde İbrahim'in 3 kez yalan söylediği anlatılır ve karısı hakkında söylediği yalan dışındaki ikisinden Kur'an'da da bahsedilir. İslam kaynaklarında yer aldığı şekliyle hadis ve ayetleri sizlerle paylaşacağım, dolayısı ile bu kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği de size kalacak.

Muhammed'den nakledilen açıklamayla başlayalım:
"İbrahim sadece üç defa yalan söylemiştir. Bunlardan ikisi Allah'ın zatıyla ilgilidir. Bu yalanlardan birisi "ben hastayım" (Saffat 85-89) demesi; diğeri ise "belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır" (21 Enbiya 63) demesidir."
Aynı hadisin devamında Hz. Muhammed üçüncü olayı şöyle anlatmaktadır: "İbrahim bir gün Sare ile beraber zalim bir kralın bulunduğu memlekete uğramıştı. O zalim krala 'şehre bir kişi gelmiş, beraberinde de güzel bir kadın var.' diye haber verildi. Zalim kral, İbrahim'e gelmesi için haber gönderdi. Geldiğinde ise Sare'den bahsederek 'bu kadın kimdir?' diye sordu. İbrahim 'kız kardeşimdir.' dedi."
[2]

Çoğu İslam alimlerince İbrahim'in Sare (Sara) ile ilgili olarak söyledikleri de zalim kralı zina yapmaktan vazgeçirmek amacına yönelik olduğundan dolayı Allah'ın zatıyla ilgilidir. Buna rağmen diğer ikisi Allah'ın zatı için olduğu belirtildiği halde, Sare ile ilgili olanı Hz. İbrahim için bir menfaat içerdiğinden dolayı bundan hariç tutulmuştur. [1]

İbrahim'in neden yalan söylediğini açıklama bağlamında ise şöyle bir rivayet nakledilir: 
"Bunlardan hiçbir kelime yoktur ki, Allah'ın dinini üstün kılmak için söylenmiş olmasın. Bir defasında 'ben hastayım' demişti. Başka bir kere de 'belki bu işi şu büyükleri yapmıştır' demişti. Hanımını isteyen zalim krala da 'o benim kız kardeşimdir' demişti." [3]

Müfessirlerin çoğu Kur'an'daki ilgili ayetleri kinaye, tevriye şeklinde yorumlamışlardır [4] Bunların zorlama olduğu da açıktır; ki bunu söyleyen birçok İslam alimi de vardır. Ayetleri bağlamından çıkararak hadislerdeki "kizb/yalan" sözcüğünden hareketle bunları kinaye ya da tevriye olarak ele almaları bir çıkış yolu aramalarından başka bir şey değildir.  

İbrahim'in söylediği 3 yalanı sırasıyla ele alalım.

1. YALAN
Hasta olduğunu söylemesi

Kur'an'daki ilgili ayetle başlayalım.

Saffat, 85-89: "Neye tapıyorsunuz? Allah 'tan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabb'i hakkında zannınız nedir (ki O'na böyle ortaklar koştunuz)? Derken yıldızlara bir baktı da: "Ben gerçekten hastayım" dedi."

İslam kaynaklarında ve Kur'an'da yazdığına göre İbrahim'in böyle [yalan] söylemesinin nedeni Arap paganların taptığı tanrıların putlarını yıkmaktır.

Saffat suresinin ilgili bölümü şöyle devam eder:

Saffat, 90-93: Bunun üzerine diğerleri onu arkalarında bırakıp gittiler. İbrâhim gizlice tanrılarının yanına vardı; “Niçin bir şeyler yemiyorsunuz?” dedi; “Neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” Sonra onlara güçlü darbeler indirmeye başladı.

Tabi Saffat suresinde Hz. İbrahim'in putları yıktığı anlatılırken diğer yandan Sare'den bahsedilen bazı hadislerde Hz. İbrahim'in yıldız, ay ve güneşi tanrı edinmesinden, onlara taptığından bahsedilmektedir. [5]

Saffat suresinde "ben hastayım" diyen İbrahim'in eğer gerçekten hasta olsaydı o zaman yalan söylemedi denebilirdi. Fakat hasta olduğuna dair sağlam bir rivayet olmaması ve ayetin devamındaki anlatılardan görüldüğü üzere amacının hasta olduğu bahanesi ile orada kalıp putları kırmak olduğu ortadadır.

Bu durumu kurtarmak isteyenlerden Zemahşeri (Ö. 538/1143) kinaye veya tevriye kullanmanın dışında yalan söylemenin haram olduğunu, yani Hz. İbrahim'in bu sözünün de kinaye olduğunu iddia etmiştir. Hatta çıkış yolu arama gayretiyle Hz. İbrahim'in söylediği sözün, "ölecek olan herkes hastadır." ya da "sizin küfrünüzden dolayı ruhum hastadır." anlamında kullanıldığı söylemiştir [6] 

Razi (Ö. 606/1210) de benzer bir açıklama yaparak Hz. İbrahim'in "ben hastayım" sözüyle söylemek istediği şeyin "bu kadar çok insanın küfür ve şirk üzere olması yüzünden kalbim hastadır, hüzünlüdür" olduğunu söylemiştir. [7] 

Hz. İbrahim'in gerçekten hasta olduğunu söyleyen kaynak Ebussuûd'dur (Ö. 982/1574)

Yer verdiği rivayet şöyledir: "Geceleyin bazı zamanlarda Hz. İbrahim'in belli sıtma nöbetleri olurdu. Bundan dolayı acaba o saat mi diye baktı. O saat olduğu belli olunca da "ben hastayım" dedi. Bu sözünde de doğru idi. Onların (müşrik kavminin) bayramlarından geri kalma konusunda bu hastalığını bir mazeret yaptı" [8]

Buradan yola çıkarak İbrahim gerçekten hastaydı, yalan söylemiyordu demiştir. Fakat "yalan" konusuna çıkar yol bulmak için kullandığı rivayet sahih bir kaynak değildir ve kendisinden daha önce yaşamış, Kur'an'dan sonra en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen büyük hadis alimlerinin hiçbirinde yer almamıştır.

Saffat suresinde Hz.İbrahim'in "ben gerçekten hastayım" demeden önce "yıldızlara bir baktı" şeklinde tercüme ettikleri cümlesinden yola çıkarak onun hasta olacağını anladığını söyleyenler bile olmuştur [9] Fakat birçok İslam alimine göre bu iddia İslam ile çelişmekte, onu yıldızlara bakarak müneccimlik yapan biri konumuna sokmaktadır.  

2. YALAN
Putları Büyük Put Kırdı Demesi

İlgili ayete bakalım.

Enbiya , 62-67:
62: İbrâhim’i getirdikten sonra, ona: “Söyle bakalım İbrâhim, ilâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sordular.
63: İbrâhim, “Hayır” dedi, (belki)* “Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!”
64: Vicdanlarının sesini dinlediklerinde aralarında: “Asıl zâlim olan İbrâhim değil, bu âciz putlara tapan biziz!” diye itirafta bulundular.
65: Sonra yine eski inançlarına dönerek: “İbrâhim! Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” diye çıkıştılar.
66: İbrâhim şöyle dedi: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?”
67: “Yuh olsun size de, Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

Bu ayetlerdeki anlatı, Saffat suresinde anlatılan olayın devamıdır. Hastayım diyerek yalan söyleyen İbrahim tapınakta kalarak putları kırdıktan sonra bu sefer de "bu putları sen mi kırdın?" diye soranlara hayır diyerek 2. yalanını söylemiştir.

Belirtmekte fayda var ki 63. ayetin Arapçasında "belki" kelimesi geçmemesine rağmen birçok mealde oraya belki sözcüğünü ekleyerek söylenen yalanın boyutunu küçültmeye veya cümleye farklı anlamlar yüklemeye çalışılmıştır.  

Gördüğünüz üzere 63. ayette "belki" diye bir kelime bulunmamaktadır.
قَالَ بَلْ فَعَلَهُۥ كَبِيرُهُمْ هَٰذَا فَسْـَٔلُوهُمْ إِن كَانُوا۟ يَنطِقُونَ

Âlûsî gibi bazı İslam alimleri "İbrahim kendine sorulan soruya yaptım ya da yapmadım şeklinde cevap vermedi, eğer öyle yapsaydı yalan söylemiş olurdu" diyorlar [12] fakat Arapçasında İbrahim zaten "sen mi yaptın" sorusuna "Hayır" diye yanıt veriyor. Hayır sözü burada zaten "ben yapmadım" anlamı taşır.

İbn Kuteybe ise 63. ayetteki "konuşabiliyorlarsa onlara sorun" sözünden yola çıkarak İbrahim'in yalan söylemediğini çünkü putların konuşabilmesini bu işin şartı olarak belirttiğini söylemişlerdir. [10] Fakat bunu mantıklı bulmayan İslam alimleri de vardır çünkü büyük put konuşamadığına göre bu işi yapan yine Hz. İbrahim'dir ve bu sözü bir nevi itiraf niteliği taşımaktadır. [11]

Ek olarak burada İbrahim'in amacının kabilesini azarlamak olduğunu iddia edenler de vardır [13] fakat öyle olsa kendine sorulan soruya "Hayır" diye cevap vermemesi gerekirdi. Amacı azarlamaksa yalan söylemeden, kabilesinin karşılarına çıkarak daha net bir şekilde bunu yapabilirdi.

3. YALAN
Karısı Sare İçin Kız Kardeşim Demesi

Kur'an'da bahsedilmeyen bu konudan Tevrat'ta, Yaratılış'ın (Tekvin) "Avram Mısır'da (12:10-20)" adlı babında uzun uzun bahsedilir. Yazanlara göre Avram, yani İbrahim, karısı Sara'ya şunları söyler:

"Güzel bir kadın olduğunu biliyorum. Olur ki Mısırlılar seni görüp, ‘Bu onun karısı’ diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen ‘Onun kız kardeşiyim’ de ki senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."

Tevrat'taki pasajdan anlaşılacağı üzere Hz.İbrahim'in kaygısı karısının elinden alınması ve kendinin de bu sırada öldürülmesidir. Çünkü Mısır hükümdarı beğenip göz koyduğu kadını alırken kocasını canlı bırakmak istemeyecektir.

Bu olaydan aynı şekilde Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde de bahsedilmektedir. [14] Bunlardan farklı olarak yalnızca Müslim'in rivayetinde Hz. İbrahim'in eşi Sare'ye tavsiyede bulunmakta, Sare'nin kendi kardeşi olduğunu söylediğinden bahsedilmemektedir. [15]

Buhari, Kitabu'l Enbiya 8 (Kitap içi referans: Kitap 60, Hadis 33); Sahih-i-Buhari 3358:
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

33-.......Muhammed ibn Sirin'den; o da Ebu Hureyre(R)'den tahdis etti. O şöyle demiştir: İbrahim Peygamber yalnız üç defa yalan söylemiştir: Bunlardan ikisi Aziz ve Celil olan Allah'in zati ve rızası içindir: Puta tapanlara "Ben hastayım" demesi ve "Belki putların şu büyüğü bu kırma işini işlemiştir" demesi. Rasulullah üçüncüsü için de şöyle demiştir: "İbrahim günün birinde (bir kadın güzeli olan eşi) Sare ile beraber ansızın cebbarlardan azılı bir zalimin memleketine uğramıştı. Adamları tarafından o zalim hükümdara:

Şehre yolcu bir kimse gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır, diye haber verildi.

Zalim melik, İbrahim'e haber gönderdi. Geldiğinde Sare'den söz ederek:

Bu kadın kimdir? diye sordu. İbrahim:

(Din yönünden)* kız kardeşim, dedi. Sonra İbrahim, Sare'nin yanına geldi ve:

Ya Sare, yeryüzünde (bizim iman ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka iman eden hiçbir kişi yoktur. Bu melik, bana seni sordu. Ben de ona senin benim kız kardeşim olduğunu haber verdim. Sakın benim sözümü yalan çıkarma, dedi.

Arkasından zalim melik Sare'ye elçi gönderip çağırttı. Sare onun yanına girince melik eliyle Sare'ye uzanmaya davrandı, bu anda adam bir hale yakalandı, nefesi boğuldu. Hemen Sare'ye:

Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare, Allah 'a (onun çözülmesi için) dua etti. Dua akabinde adam o halden salıverildi. Sonra Sare'ye ikinci defa uzandı. Bu sefer de birincideki gibi ya da ondan daha şiddetli bir hale yakalandı. Yine Sare 'ye:

Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare yine dua etti, o da yine çözüldü ve kapıcılarından bazılarını çağırarak:

Sizler bana insan getirmediniz, sizler bana ancak bir şeytan getirdiniz, dedi.

Akabinde Hacer'i Sare'ye hizmetçi olarak hediye etti. Sare, İbrahim'e geldi. İbrahim, dikelmiş namaz kılıyordu. Eliyle "Mehye" yani halin nedir? diye işaret etti. Sare:

Allah kafirin yahud facirin tuzağını kendi göğsüne çevirdi ve Hacer'i de bana hizmetçi verdi, dedi. "

Ebu Hureyre: İşte bu Hacer sizin ananızdır, ey sema suyunun oğulları, demiştir.

Bu ve söz konusu diğer hadislerde İbrahim'in eşi Sare'yi kız kardeşim diyerek krala takdim ettiği yazdığı halde  Türkçe ve İngilizceye tercüme edilirken metnin aslında yazmayan ibareler eklenmiştir. Parantez içinde eklenen bu ilave metinler ile İbrahim'in burada eşinden bahsederken aslında kardeşimdir değil de "din kardeşimdir" dediği şeklinde zorlamalar yapılmıştır. [16]

* Bu ve diğer hadislerin asıllarında yani Arapçalarında "din yönünden" gibi bir ifade geçmemekte, İbrahim karısı için doğrudan "kız kardeşim" demektedir. Hadislerin asıllarını burada paylaşıyorum. İsterseniz kendiniz de kontrol edebilirsiniz.

Buhari'deki hadis
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ مَحْبُوبٍ، حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ زَيْدٍ، عَنْ أَيُّوبَ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ ـ عَلَيْهِ السَّلاَمُ ـ إِلاَّ ثَلاَثَ كَذَبَاتٍ ثِنْتَيْنِ مِنْهُنَّ فِي ذَاتِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، قَوْلُهُ ‏{‏إِنِّي سَقِيمٌ ‏}‏ وَقَوْلُهُ ‏{‏بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا‏}‏، وَقَالَ بَيْنَا هُوَ ذَاتَ يَوْمٍ وَسَارَةُ إِذْ أَتَى عَلَى جَبَّارٍ مِنَ الْجَبَابِرَةِ فَقِيلَ لَهُ إِنَّ هَا هُنَا رَجُلاً مَعَهُ امْرَأَةٌ مِنْ أَحْسَنِ النَّاسِ، فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ، فَسَأَلَهُ عَنْهَا‏.‏ فَقَالَ مَنْ هَذِهِ قَالَ أُخْتِي، فَأَتَى سَارَةَ قَالَ يَا سَارَةُ، لَيْسَ عَلَى وَجْهِ الأَرْضِ مُؤْمِنٌ غَيْرِي وَغَيْرُكِ، وَإِنَّ هَذَا سَأَلَنِي، فَأَخْبَرْتُهُ أَنَّكِ أُخْتِي فَلاَ تُكَذِّبِينِي‏.‏ فَأَرْسَلَ إِلَيْهَا، فَلَمَّا دَخَلَتْ عَلَيْهِ ذَهَبَ يَتَنَاوَلُهَا بِيَدِهِ، فَأُخِذَ فَقَالَ ادْعِي اللَّهَ لِي وَلاَ أَضُرُّكِ‏.‏ فَدَعَتِ اللَّهَ فَأُطْلِقَ، ثُمَّ تَنَاوَلَهَا الثَّانِيَةَ، فَأُخِذَ مِثْلَهَا أَوْ أَشَدَّ فَقَالَ ادْعِي اللَّهَ لِي وَلاَ أَضُرُّكِ‏.‏ فَدَعَتْ فَأُطْلِقَ‏.‏ فَدَعَا بَعْضَ حَجَبَتِهِ فَقَالَ إِنَّكُمْ لَمْ تَأْتُونِي بِإِنْسَانٍ، إِنَّمَا أَتَيْتُمُونِي بِشَيْطَانٍ‏.‏ فَأَخْدَمَهَا هَاجَرَ فَأَتَتْهُ، وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي، فَأَوْمَأَ بِيَدِهِ مَهْيَا قَالَتْ رَدَّ اللَّهُ كَيْدَ الْكَافِرِ ـ أَوِ الْفَاجِرِ ـ فِي نَحْرِهِ، وَأَخْدَمَ هَاجَرَ‏.‏ قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ تِلْكَ أُمُّكُمْ يَا بَنِي مَاءِ السَّمَاءِ‏.‏

Ebu Davud'daki hadis
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ الْمُثَنَّى، حَدَّثَنَا عَبْدُ الْوَهَّابِ، حَدَّثَنَا هِشَامٌ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ أَنَّ إِبْرَاهِيمَ صلى الله عليه وسلم لَمْ يَكْذِبْ قَطُّ إِلاَّ ثَلاَثًا ثِنْتَانِ فِي ذَاتِ اللَّهِ تَعَالَى قَوْلُهُ ‏{‏ إِنِّي سَقِيمٌ ‏}‏ وَقَوْلُهُ ‏{‏ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا ‏}‏ وَبَيْنَمَا هُوَ يَسِيرُ فِي أَرْضِ جَبَّارٍ مِنَ الْجَبَابِرَةِ إِذْ نَزَلَ مَنْزِلاً فَأُتِيَ الْجَبَّارُ فَقِيلَ لَهُ إِنَّهُ نَزَلَ هَا هُنَا رَجُلٌ مَعَهُ امْرَأَةٌ هِيَ أَحْسَنُ النَّاسِ قَالَ فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ فَسَأَلَهُ عَنْهَا فَقَالَ إِنَّهَا أُخْتِي ‏.‏ فَلَمَّا رَجَعَ إِلَيْهَا قَالَ إِنَّ هَذَا سَأَلَنِي عَنْكِ فَأَنْبَأْتُهُ أَنَّكِ أُخْتِي وَإِنَّهُ لَيْسَ الْيَوْمَ مُسْلِمٌ غَيْرِي وَغَيْرُكِ وَإِنَّكِ أُخْتِي فِي كِتَابِ اللَّهِ فَلاَ تُكَذِّبِينِي عِنْدَهُ ‏"‏ ‏.‏ وَسَاقَ الْحَدِيثَ ‏.‏ قَالَ أَبُو دَاوُدَ رَوَى هَذَا الْخَبَرَ شُعَيْبُ بْنُ أَبِي حَمْزَةَ عَنْ أَبِي الزِّنَادِ عَنِ الأَعْرَجِ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم نَحْوَهُ ‏.‏

Tirmizi'deki hadis
Derecesi: Sahih (Dârüsselâm)

حَدَّثَنَا سَعِيدُ بْنُ يَحْيَى بْنِ سَعِيدٍ الأُمَوِيُّ، حَدَّثَنِي أَبِي، حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ إِسْحَاقَ، عَنْ أَبِي الزِّنَادِ، عَنْ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الأَعْرَجِ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلاَمُ فِي شَيْءٍ قَطُّ إِلاَّ فِي ثَلاَثٍ قَوْلُهُ ‏:‏ ‏(‏إنِّي سَقِيمٌ ‏)‏ وَلَمْ يَكُنْ سَقِيمًا وَقَوْلُهُ لِسَارَةَ أُخْتِي وَقَوْلُهُ ‏:‏ ‏(‏ بلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا ‏)‏ ‏"‏ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ ‏.‏

"Eğer İbrahim karısı Sare'yi karısı diye taktim etseydi, sadece dul ve evli kadınları taciz etme adeti olan kral, Sare'yi de taciz edecekti. Çünkü evli olan kadınlar üzerinde kocalarından daha çok hak sahibi olduğunu ama bekar olan kadınlar üzerinde herhangi bir hakka sahip olmadığını söylüyordu. Bu yüzden İbrahim, karısı Sare'yi bekar gibi göstermişti" şeklinde dayanaksız tahminler yürütenler bile vardır. [17]

İbnu'l-Cevzi ise bu kralın Mecusi olduğunu ve Mecusi adetlerine göre bir kadın evlenince, eşinin, kardeşi olduğunu ve kardeş olarak görülmeye başlandığını, Hz. İbrahim'in de bu kralın kendi şeriatının dilini kullanarak namusunu korumak istediğini söylemiştir.

Fakat Mecusilerde o dönem böyle bir yasa ve gelenek olduğuna dair bir delil yoktur. Ayrıca böyle bir yasa varsa bile İbrahim'in bunu bilmeden Mısır'a gittiğini söylemek tutarlı olmayacaktır. Yani İbnu'l Cevzi'nin bu zorlamalarının bir dayanağı bulunmamaktadır.

Bu dayanaksız zorlamalar dışında Buhari de yer alan sahih hadis kaynaklarında yazanlar Tevrat'taki anlatılar ile uyumludur. Hatta Tevrat'ta yazanlardan anlaşılıyor ki eğer İbrahim korkuya kapılıp "kız kardeşimdir" demeseydi bu olay başlarına gelmeyecekti. Çünkü kral şöyle diyor: "Neden Sara'nın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Sara kız kardeşimdir' diyerek onunla evlenmeme izin verdin?"