HABERLER
Dini Haber
hristiyanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hristiyanlık etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İSA'NIN SÜNNETİ VE SÜNNET DERİSİ

Hazırlayan: A.Kara

İSA'NIN SÜNNETİ VE SÜNNET DERİSİ

İsa diye bir karakterin yaşayıp yaşamadığı tabi ki bilinmiyor ve hayali, mitolojik bir figür olduğu, Mezopotamya'da tapınılmış ölüp-dirilen tanrıların bir varyantı olarak ortaya çıktığı kuvvetli bir ihtimal gibi. Yine de İbrahimi dinlere inananların gözünde gerçekten yaşamış biri olduğuna inanıldığından bu makalede Hristiyan geleneğinin İsa'nın sünneti konusunda neler söylediğine odaklanmak istiyorum.

Luka İncili'nin "İsa'nın Tapınakta Tanrı'ya Adanması" adlı bölümünde İsa'nın sünnet edilişi şöyle anlatılır:

Luka, 2:21-24:
Sekizinci gün, çocuğu sünnet etme zamanı gelince, O'na İsa adı verildi. Bu, O'nun anne rahmine düşmesinden önce meleğin kendisine verdiği isimdi.
Musa'nın Yasası'na göre arınma günlerinin bitiminde Yusuf'la Meryem çocuğu Rab'be adamak için Yeruşalim'e götürdüler. Nitekim Rab'bin Yasası'nda, “İlk doğan her erkek çocuk Rab'be adanmış sayılacak” diye yazılmıştır. Ayrıca Rab'bin Yasası'nda buyrulduğu gibi, kurban olarak “bir çift kumru ya da iki güvercin yavrusu” sunacaklardı.

Anlatılanlara göre İsa, Yahudi geleneği gereğince doğduktan 8 gün sonra Brit Milah, yani Yahudi sünneti uygulamasına tabi tutulmuş ve birçok Müslümanın adak adını verdiği uygulamaya benzer şekilde çocuk sahibi olan Yusuf kurban vererek kan akıtmıştır. İşte İsa'nın doğumundan 8 gün sonra gerçekleşen bu sünnet gününün 1 Ocak olduğuna inanılır. 

Bu sünnet olayı 10.yy'dan itibaren Hristiyan sanatında öne çıkan ve birçok sanatçı tarafından resmedilen bir konu olmuştur. 

Sünnet günü, hangi takvim kullanılırsa kullanılsın Doğu Ortodoks Kilisesi tarafından 1 Ocak'ta "Sünnet Bayramı" olarak kutlanırken İngiliz Kilisesi üyelerince (Anglikanlar) yine aynı tarihte kutlanmaktadır.

Bu sünnet günü son zamanlarda bazı kiliseler tarafından 3 Ocak'ta kutlanmaya başlanmış ve Roma Katolikleri tarafından "İsa'nın Kutsal Adının Bayramı" olarak adlandırılmıştır. 

Çocuklara isimleri gerçek anlamda sünnet oldukları bu günde verilirdi. İşte inanışa göre "Rabbimizin Sünnet Bayramı" dedikleri ve doğumundan 8 gün sonra gerçekleştiğine inanılan bu bayram, İsa'nın adını aldığı gündür. İsa'ya verilen isim İbranicede "kurtarıcı" ya da "kurtuluş" anlamlarına gelmektedir.

İlk kez 567'de gerçekleşen bir kilise konseyinde kaydedilmiş olsa da bu inanışın çok eskilere dayandığı açıktır.

İsa'nın sünnet olduğu yönündeki inanç sonrası ona ait olduğu söylenen onlarca sünnet derisi ortaya çıkmış ve sergilenmek üzere koruma altına alınmıştır.

Yani nasıl ki Muhammed'in saç ve sakalı olduğu düşünülen saç ve sakalları korumaya alıp, saklayıp, hürmet edenler varsa çoğu Hristiyan için İsa'nın sünnet derisi de böyledir.

Luka İncili'ndeki kanonik metinlere ek olarak Süryani Bebeklik İncili (Arapça Bebeklik İncili), İsa'nın sünnet derisinin muhafaza edildiğine dair ilk referansı içerir.

İkinci bölümde şöyle bir hikaye vardır: "Ve onun sünnet zamanı, yani kanunun çocuğun sünnet edilmesini emrettiği sekizinci gün geldiğinde onu bir mağarada sünnet ettiler. Ve yaşlı İbrani kadın sünnet derisini aldı (göbek bağını onun aldığını söyleyenler de vardır) ve onu hint sümbülü merhemi bulunan, kaymaktaşından yapılma bir kutuda sakladı. Ve eczacı olan bir oğlu vardı, ona dedi ki, "Dikkat et, bu kaymaktaşından yapılma hint sümbülü merhemi kutusunu satma, buna karşılık sana üç yüz peni teklif edilecek. İşte bu kutu, günahkar Meryem'in temin ettiği ve içindeki merhemi Rabbimiz İsa Mesih'in başına ve ayaklarına döktüğü ve saçının telleriyle sildiği o kaymaktaşı kutudur."

14. yüzyılın popüler eserlerinden olan Altın Efsane'de de yazdığı gibi İsa'nın sünneti genel olarak Mesih'in kanının ilk kez döküldüğü an olarak kabul edilir ve dolayısıyla insanlığın kurtuluş sürecinin başlangıcı ve kanıtı olarak görülmüştür. Hristiyanlara göre bu kan aynı zamanda Meryem'in 7 Üzüntüsü'nden biridir.

İnanışa göre İsa tamamen insandı (kimilerine göre tamamen insanken kimilerne göre hem tanrı hem de insan doğasına sahipti.) ve Mukaddes Kitap'ın yasalarına itaat emişti.[4] Ortaçağ ve Rönesans teologları bunu defalarca vurgulamışlardı. Ayrıca insanlığının bir göstergesi ve Tutkusu'nun bir habercisi olarak İsa'nın çektiği acıya dikkat çekmişlerdi. Bu görüşler 1657 tarihli bir incelemede İsa'nın sünnetinin Musa'nın yasasını yerine getirirken onun insan doğasını kanıtladığını iddia eden Jeremy Taylor gibi Protestan teologlar tarafından devam ettirildi. Johann Sebastian Bach bu ziyafet günü için 1 Ocak 1724'te Rabbin Sünneti adlı birkaç kantata yazmıştı.

Erken Hristiyanlık dönemindeki sünnet tartışmaları, Yahudi olmayan Hristiyanların sünnet olmalarının şart olmadığı şeklinde bir düşünce ile sonuçlandı. Pavlus, Hristiyanlığa geçiş için sünnetin gerekmediğini söylemişti. Mısırlı Kıptilerin Kilisesi ve Yahudi Hristiyanlar dışında sünnet uygulanmaz hale gelmişti. Zaten Kıptilerin sünnet uygulamaları Hristiyanlıktan öncesine dayanıyordu.
İşte bu yüzden 1. binyıla ait Hristiyan sanat eserlerinde İsa'nın sünneti nadiren ele alınan bir konuydu.

Konuya dair günümüze kadar ulaşan en eski tasvirlerden biri 979-984 aralığına tarihlenen ve Vatikan Kütüphanesi'nde yer alan minyatürdür. Burada çizilen sahnede elindeki bir bıçakla Meryem ve Yusuf'un tuttuğu İsa'ya doğru gelmekte olan bir rahip vardır. Burada yer alan yapı ise muhtemelen Kudüs Tapınağı'dır. Burada İsa'nın sünnet oluş anı gösterilmek istenmemiş, bundan kaçınılmıştır. Yahudi geleneğine göre sünnet aslında kişinin babası tarafından evde yapılırdı, kimilerine göre İsa'nın sünneti de böyle olmuştu. Bunun yansımalarından biri Verdun'lu Nicolas tarafından bir sunak üzerine yapılan levhada gösterilmiştir. Burada İsa'nın babası Yusuf elinde bir bıçak tutmaktayken bir sonraki levhada Hristiyan sanatında nadir görülen sahnelerden biri yer alır: İshak ve Şemsun'un sünneti.

Sonraki tasvirlerin birçoğu gibi İsa'nın, İshak ile Şemsun'un sünnetleri muhtemelen tapınağı temsil eden büyük bir binada yapılırken resmedilmiştir; ki büyük olasılıkla törenler orada yapılmış bile değildir. Kutsal Topraklara hacca giden Orta Çağ hacılarına İsa'nın Beytüllahim'deki kilisede sünnet edildiği söylenmiştir.

İşte İsa'nın sünnet olduğuna olan inanış onun kutsal sünnet derisi olduğu iddia edilen birçok kalıntının kutsallaştırılmasına neden olmuş hatta bu sünnet derilerinden bazılarına mucizevi güçler atfedilmiştir. Avrupa'daki çeşitli kiliseler 'İsa'nın sünnet derisine sahip olduklarını" iddia etmiştir. Tuhaf olan şudur ki bu iddiaların bazen aynı anda, farklı kiliseler tarafından ortaya atıldığı da olmuştur.

Bu sünnet derilerinden en meşhuru Lateran Bazilikasında bulunuyordu ve güya İsveçli Aziz Bridget'in gördüğü bir vizyon ile İsa'ya ait olduğu doğrulanmıştı. 

İsa'ya ait olduğu söylenen bu sünnet derilerinin çoğu Fransız Devrimi sırasında kayboldu ya da yok edildi. Enteresan bir olay da yaşanmıştır. 1983'te, Sünnet Bayramı'nda gerçekleşen geçit töreninde Kalkata'daki sünnet derisini içeren kutsal emanet İtalyan köyünün yollarında teşhir edilmiştir. Ancak daha sonra sünnet derisinin saklandığı mücevher kaplı kasa çalınınca bu uygulama sona ermiştir.

İsa'nın ölmediğine, göğe yükseldiğine inanan filozoflardan bazıları İsa yükselirken, sünnet derisi gibi artık onun vücuduna bağlı olmayan parçaların bile tanrı katına yükseldiğini iddia etmiştir. Öyle ki, bunu iddia eden filozoflardan biri olan Leo Allatius uçukça bir iddia bulunarak İsa ile birlikte yükselen sünnet derisinin Satürn'ün halkaları haline geldiğini söylemiştir.

İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ

Yazan: Sedat Karadayı
İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ
BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ

Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.

VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.

Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.

Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.

Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.

Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.

Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.

Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.

Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.

Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.

Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.

1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.

VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Yazan: Sedat Karadayı

KUTSAL KÂSE - 1

Yazan: Sedat Karadayı

KULAKTAN KULAĞA YAYILAN BİR YALAN

Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır. Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.

Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.

Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.

Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?

Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.

Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.

Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.

Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.

Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.

Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.