HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İMAM BUHARİ KİMDİR?

Buhari kimdir?, İmam Buhari, Buhari, Buhari hadislerinin sahibi, İmam Buhari kimdir?, Buhari'nin hayatı?, din, islamiyet, A, Kur'an'dan sonra en güvenilir kaynak,
İMAM BUHARİ KİMDİR? (MUHAMMAD AL BUKHARİ)
İmam Buhari , Sahih El-Buhari adlı Hadis kitaplarının koleksiyoncusudur. Bu hadisler ise Müslümanlar arasında en güvenilir olarak kabul edilenlerin başında gelir (Çok sıkışınca yada işlerine gelmediğinde Buhari hadislerini de inkar ediyorlar ya, neyse).

BUHARİ'NİN GENÇLİĞİ
MS. 20 Temmuz 810 yılında Özbekistan'da doğdu. Babası İsmail İbn İbrahim büyük bir Muhaddith'di (Hadisleri birlikte toplayan kişi), Hadislerin bilgisini babasından alıyordu. Çocukken babası vefat etti ve henüz çok gençken körleşti. Bir çok tedavi yapıldı ama gözlerine hiçbir şey olmadı.
İnanışa göre annesi adil bir kadındı ve oğlunun gözleri için Allah'a yalvarırdı. Bir gün Allah dualarını kabul etti.

Annesinin anlattıklarına göre İbrahim peygamber onun rüyasına geldi ve “Allah dualarınızı kabul etti ve oğlunun görme yeteneği geri geldi” dedi. O sabah İmam Buhari uyandığında her şeyi çok net görebiliyordu.
(Milyonlarca Müslümanın benzer sıkıntıları var, sabah akşam dua ediyorlar, ne hikmetse Allah onlara yardım etmiyor, daha doğrusu teknoloji geliştiğinden beri ne hikmetse hiç "mucize" gerçekleşmiyor.)

EĞİTİMİ
İnanışa göre 10 yaşına gelindiğinde, Allah hadislere olan ilgisi ile yüreğini aydınlatmıştır, bu nedenle Hadislerin incelenmesi için, Buhara kentindeki Hadis derslerine girmiştir. 16 yaşına geldiğinde o kadar uzman olmuştu ki kendi öğretmenleri ondan düzeltme alıyordu. 16 yaşında iken İmam Ebu Hanife ve diğer İslam alimleri tarafından bütün Ahadit kitaplarını öğrendi ve ezberledi.

HAC GÖREVİ
Anne ve Büyük erkek kardeşi eşliğinde Hac onun üzerine Mescit-i Nebevi'yi ziyaret ettiler, erkek kardeşi ve annesi geri geldi ama daha fazla çalışma için orada kaldı. Hadisleri derlemeye başladığı sırada 18 yaşındaydı. Muhammed'in mezarının önünde ay ışığında otururdu. Muhammed İbn Yusuf Al Furyabi hadis toplamaya başladığında “İmam Buhari'nin sakalı bile yoktu” diye yazmıştır.


İMAM BUHARİ VE SAHİH EL-BUHARİ
İslam alimleri Sahih El-Buhari'yi “Kur'an-ı Kerimden Sonra En Güvenilir Kitap” olarak adlandırdı. Sahih Al-Buhari, İslam'daki 6 büyük Hadis kitabından biridir. Sahih Al-Buhari, Sahih bir Müslüman için en özgün ve güvenilir hadis kitabıdır. Sahih Al-Buhari'de yaklaşık 600.000 anlatı toplanmıştır ve 7,275 hadis vardır.

İmam Buhari'nin sadece bir çocukken bile 2.000 hadisi ezberlediğine inanılmaktadır. Sahih Al-Buhari'nin ışığında 9 bin kişiyi eğitmiştir.

Ve bugün, dünya çapında milyarlarca Müslüman, bu kitabı şüphelerini gidermek için güvenilir bir kaynak olarak kullanıyorlar fakat maalesef Kur'an'dan sonra en güvenilir kabul edilen, çoğu ibadetin bile yapılışında kaynak olan bu kitaptaki hadislerden kafalarına yatmayan, düşünceleri ile örtüşmeyenleri göz ardı edip "ne bileyim doğru mu?" diyorlar.

BUHARİ'NİN ÖLÜMÜ
Anlatılanlara göre son gecesinde 62 yaşındaydı. İnsanlar onun hakkında iki farklı görüşe sahip olunca Allah'a dua etti ve dua ettikten sonra yatağına uzanarak vefat etti.

İmam Al-Buhari Hakkında Kısa Maddeler:
  • Sahih Al-Buhari kitabındaki Hadislerin koleksiyoncusudur.
  • Genç yaşta kör kaldığına ama annesinin dualarından sonra Allah'ın ona gözlerini geri verdiğine inanılır.
  • 16 yaşında iken İmam Ebu Hanife de dahil, diğer alimlerin tüm hadislerini ezberlemişti.
  • Öğretmenleri ondan hadis düzeltilmeleri alıyordu.
  • 18 yaşına geldiğinde Hadis toplamaya başladı.
  • Çocukken 2.000 hadis ezberlediği söylenmektedir.
  • Babası İsmail İbn İbrahim, büyük bir Muhaddith idi.
  • Sahih el-Buhari, 600.000 Anlatı koleksiyonu içeren bir kitaptır ve bu kitapta neredeyse 7,275 hadis vardır.
  • 62 yaşında iken Semerkant'ta ölmüştür.

Yazan & Derleyen: A.Kara

ÇELİŞKİLERİN ÜZERİNİ ÖRTME ÇABASI

Dünyada; gerçekler karşısında olayları kıvırma, gerçeklerin üstünü örtbas etmek için çeşitli bahaneler uydurma yarışması düzenlense açık ara Müslümanlar birinci olur.

Bu konuda gerçekten başarılı olduklarını itiraf etmeliyim. İslam'daki, Kuran'daki, Hadislerdeki çelişkileri, yanlışlıkları, açıkları o kadar güzel sıvayıp gizlemeye çalışıyorlar ki, aslında çoğu kendi bulduğu bahanelere kendilerinin bile inandığını zannetmiyorum. Muhtemelen kendileri bile "Ulen ne saçma sapan bahane buldum, ne güzel kıvırttım ama olsun tam oturdu valla" demektedirler.

Doğrunun ne olduğuna testten önce karar verirler. Ondan sonra da kalkıp dinin ne bilgilerinin, ne de yönteminin bilimle çelişmediğini söylerler.

Kuran'a göre evren 6 günde yaratılmıştır dersin. Oradaki gün bizim bildiğimiz gün değil derler. Allah yeryüzünü yaygı gibi yayıp uzatmış, dağları da destek olsun diye direk gibi dikmiş kurana göre dersin. Bunlar mecazi anlatımlar, öyle değil o iş derler.

Yakın göğü insanlar gece yön bulabilsinler diye yıldızlarla kandil gibi süslemiş ve bu gök boşluğunda kuşlar uçar kurana göre dersin. Yıldızlar için, yeryüzünden bakan insanin bakış acısından bir anlatım bu derler. Mantıksız bir yön bulmazlar, kuşların uçtuğu gökten ise uzayın değil, yakın atmosferin kastedildiği yorumunu yapıp, yine kendilerini rahatlatırlar.

Üstelik sizin kurduğunuz cümlenin nereden geldiğine, kaynağına göre bile 50 çeşit bahane üretebilmektedirler. Hadisse uydurma der geçerler, ayetse "cımbızlamışsın, yanlış meal, başını sonu da oku, orada öyle demek istemiyor, mecaz var, vs vs" gibi bahaneleri art arda sıralarlar..

Örneğin "Ay beyaz peynirden yapılmıştır" şeklinde bir cümle kursanız, hemen bu cümlenin kaynağının ne olduğuna göre kıvırtma ve bahane bulma işlemlerini gerçekleştirmeye başlarlar :

"Ay beyaz peynirden yapılmıştır" cümlesi bir çocuk masalında geçiyor deseniz ; doğaldır masal sonuçta saçma zaten deyip geçecek,

Bu cümle bir insanın iddiası deseniz ; bu kişinin bilgisizliğinden ve anti-bilimselliğinden dem vuracak,

Bu cümlenin İncil'de geçtiğini söylerseniz; doğaldır, zaten tahrif edilmiş kitap. biz yıllardır bunu söylüyoruz. incil tahrif edilip, değiştirilmiştir diyecek,

Bu cümle Kuran'da geçiyor derseniz ; Acaba bu cümlede ne demiş olabilir?, Bu cümleyi nasıl anlamalıyım ki bilimle çelişmesin diyecek. Ona göre de yorumlar yapacak. "Efendim, burada Ay'ın rengi ile ilgili sembolik bir anlatım yapılmakta, vs" tarzında yorumlama yoluna gidecektir.

Dediğim gibi bu konuda gerçekten başarılılar. Ancak bu başarı sadece kendilerini kandırma üzeredirler. Bir süre daha böyle devam edeceklerdir. Ancak bilim, teknoloji, internet, sosyal medya yayıldıkça bu kandırmacaları nereye kadar sürecek gerçekten merak ediyorum.


Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

İSTER SEMAVİ İSTER UZAYLI İNSANIMSI TANRILAR

DP, din, islamiyet, Uzaylılar var mı?, Şeytanın osurması, Musa'nın Azrail'e tokat atması, Allah'ın el sıkışması, Allah'ın baldırı olması, Cebrail'in kollarıyla peygamberi sıkması, Uzaylılar,
Dünyalar Savaşı, yani orijinal adı ile War Of The World, uzaylıların dünyayı istilasını konu alan, H.G.WELLS’ in yazdığı kitap. Bu kitap kaleme alındığı 1898 yılında büyük ses getirmişti. Jules VERNE akımı ile süregelen bilim-kurgu yaklaşımına yeni bir açı kazandırmıştı. Dünya dışı zeki varlıklar ile tanışmıştı dünya. Bu kitaptan esinlenen birkaç film ve dizi çekildi. Ancak en çok hafızalarda kalanı, Steven SPIELBERG tarafından 2005 yılında çekilen ve başrolünü Tom CRUISE’ un oynadığı versiyonuydu. Bu filmde uzaylıların komuta ettiği üçayaklı, yani tripod makineler her yerde ortaya çıkıyor ve terör estiriyordu. Filmin sonlarına doğru makineden çıkan uzaylıların da üç ayağı olduğunu görüyorduk. Yani uzaylılar, kendi suretlerinde savaş makinelerini tasarlamıştı. Bu yaklaşım Roland EMMERICH’ in 1996 yılı yapımı Özgürlük Günü filminde de (Independence Day) gözümüze çarpmıştı. Uzaylılar dünya gezegenine uyum sağlayabilmek için kendi suretlerinde biyomekanik bir giysi kullanıyorlardı. Yani görsel algıları ve buna bağlı olarak tasarımları, kendi fizyolojik yapılarına göre şekilleniyordu. Transformers’lar? Voltran?... Hep insan vücudu baz lınmıştı.

Yaptığımız yapay zekâ sahibi robotlara bir bakın. Örneğin Honda firmasının ürettiği ASIMO robotu. Adeta insanımsı. Çünkü bize göre insan vücudu çok işlevsel. Neden? Sebebi çok açık. Mevcut yapımız, bizim dünyayı anlama veya değiştirme konusunda bize bir öngörü sunuyor. İş makinelerine bakın. Bir Ekskavatöre. Şekli insan kolu gibidir. Kepçe mekanizması avucunu kazıma moduna almış bir çocuğun ki gibidir. Yani plajda çukur kazmak için avucunu kazma moduna alıp kumu çeken bir çocuktan esinlenilmiştir. Bu konuda çok örnek sunulabilir.

İstisnalar da bol miktarda olmak üzere genel tasarımlarımız bu şekildedir. İnsan vücudu ve fizyolojik yetileri tasarımlarımızda geniş yer tutar.

Bu husus çağlar boyu her açıdan insanoğlunu etkiledi. Dinlerde bile ister Tanrı ister diğer ilahi varlıklar hep insan gibi düşünüldü. Hominid (İnsanımsı) özellikler yüklendi.

Örneğin:
Şeytana, sindirim yapan canlılara has bir hususun atfedilmesi:
Şeytan ZART diye osurur.
Hadis-i Şerif [1]

Azrail’in insan gibi düşünülmesi ile tokat yediğinin söylenmesi:
Musa, Azrail’e tokat attı.
Hadis-i Şerif [2]

Allah’ın el sıkışması:
Allah benimle görüştü el sıkıştı.
Hadis-i Şerif [3]

Allah’ ın baldırı olması:
"Allah ahirette Peygamberlere kimliğini kanıtlamak için bacağını açıp baldırını gösterir." Hadis-i Şerif [4]


Cebrail’in kolları olması ve peygamberi kolları arasında sıkması:
"Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra 'Oku!' dedi. Ben yine, 'Okuma bilmem.' dedim. Beni tekrar kollarımn arasına aldı, kuvvetle sıktı ve 'Oku!' diye tekrar etti. Ben yine 'Okuma bilmem.' dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi:

"Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir." Hadis-i Şerif [5]

Daha örnek o kadar çok ki… Sadece birkaç tanesini koydum.
Dini olmayan inançlarımızı bile bu tetikliyor. Mesela uzaylılar. Dünya üzerinde kaçırılma fenomenlerine dikkat edin. UFO’ lar hakkında yazılan çizilen tasarımlara bir bakın. Hepsi hominid yani insanımsıları tarif ediyor. İki ayak üzerinde yürüyen, iki kol, iki göz, iki kulak burun, ağız, el ve parmaklar, ayaklar... Kısacası kendi formunun farklı versiyonlarını tarif ediyor.

Kaçırılma (alıkonma) fenomenine uğrayanlara dikkat edin:
"Gözleri siyahtı, kafaları kocamandı, insana benziyorlardı…"

Hatta İsviçreli bir adam ki kaçırılma fenomenlerinde başı çekiyor, hemen hemen tüm UFO teorisyenlerinin gözdesi. Sarışın kadın ve erkek uzaylılardan bahsediyordu. Billy MEIER adlı bu yaşlı dostumuz, Pleiades takımyıldızından gelen uzaylılarla temasını ballandıra ballandıra anlatır. Normal olarak bu hikâyenin hiçbir bilimsel yönü yok. Hatta bilimsel açıdan zırva olarak nitelendirilen, Benzerine ancak la Fontaine masallarında denk gelebileceğimiz hikâyeler. Kendi ailesi bile adamı bozmamak için “Aslında gördük sanırım ama bizim hafızamızı sildiklerinden bilmiyoruz.” Diyorlar. Yani kıvırmanın bir diğer taktiği.

Şimdi UFO hikayelerine inanmak istiyorsanız bunda sorun yok. İstediğinize inanın. Ancak elinizdeki kanıtlar ile dini inancına sıkı sıkıya bağlı birisinin elindeki kanıtlar çok farklı değil. Hatta onlar biraz daha önde.

Evrende yalnız mıyız veya ziyaret ediliyor muyuz? Bilmiyorum. Ancak tüm hikâyelerde Dünya gezegenine özel evrimsel mekanizmanın ön planda olması hiç aklınızı kurcalamadı mı?

İyi evrendeki en kusursuz tasarım biz miyiz? Kusursuz tasarım için iki kol ve iki bacak mı gerekli?
Algı için illa göz mü olmalı? Farklı organlar bu vazifeyi üstlenemez mi?

Şimdi evrimci yaklaşımla bakarsak eğer, evrim kuralları gereği organizmayı çevresel şartlar ve ihtiyaçlar şekillendirir. Mesela ahtapot kendi için kusursuz bir tasarıma sahiptir. Aynı şekilde kuşlar. Kendileri için kusursuz bir tasarıma sahiptirler. Eksik olan tek faktör “düşünme” yetisidir.

Şeytanı betimlerken insan formunu baz alıyoruz. Meleği tasvir ederken insanı baz alıyoruz. Uzaylıyı tasarlarken insanı baz alıyoruz.

Hâlbuki dünyada oksijen seviyesi kademe kademe değişse bakın bakalım insan nasıl evrimleşiyor. Örneğin 350 milyon yıl önce dünyanın oksijen oranı ne idi? Yaklaşık %32. Neden sauropod cinsi dinozorlar devasa boyutta idiler? Büyük olasılıkla oksijen oranı ve besin kaynaklarının yüksekte olması. Kısaca canlıyı oluşturan motor faktörden ziyade çevresel faktörler evrimsel tasarımda rol oynuyor. Yiyecek kaynakları, yaşam döngüsünü sağlayan gazın varlığı ve oranı. Bize göre organik yaşam için oksijen şart. Ya da canlı yaşamı için oksijen şart. Ya değil se? Ya farklı gazlar yaşamı destekleyebiliyorsa? Ya da farklı oranlar. Hadi oksijen gerekliliğini öne sürelim. Her yerde oksijen oranı sabit olmayacaktır.

Uzaylı yaşam formlarını hep hominid, yani insanımsı olarak ön gördük. Dünyamızı ziyaret ediyorlardı. O halde yaklaşık, düşük tolerans aralığı ile %21 oksijen oranı onlar için de ön koşul.

Şöyle bir varsayımda bulunalım. Uzaylılar bizi ziyaret ediyor ise neden evrendeki tüm akıllı varlıklar insanımsı? Neden Stephanie MEYER’in The Host (Göçebe) romanındaki gibi küçük ipeğimsi uzaylılar olmasın?

Tüm tanrı mitolojilerine bakın. Hatta uzaylı tanrı mitolojilerine. Hepsi hominid. Madem uzaylılar hominid ve dünyada yaşamı başlattılar, neden diğer insanımsı memeliler ile hatta diğer canlılar ile inanılmaz derece de ortak yanımız var?

Madem bizi uzaylılar kendileri gibi yarattı, o halde bize benzeyen bu kadar canlıyı aksesuar olsun diye mi yarattılar? O halde evrim teorisi çöktü. Yaratılışçı teori gerçek. Tek fark yaratıcı bir tanrı değil de patlak gözlü bir uzaylı. Evrim teorisi bilimsel bir gerçek olduğuna göre bu sav gerçekten çok uzak.

Diyelim ki uzaylı teması ile insan ırkı diğer hominidlerden ayrıldı. Yani genlerimizi mıncıkladılar. O halde bizim genimizi mıncıklayan uzaylılar neden insanımsı? Antik betimlemelere bir bakın. Uzaylı tanrı betimlemelerine bir bakın. Tanrılar hep hominid. Yani insanımsı. Tekrar yani kelimesi ile başlarsak, Koskoca evrende akıllı bir yaşama sahip olmak için illa hominid mi olmak lazım?  O halde Gibon ve Orangutanlar?

Tanrı olmak için veya Uzaylı Tanrı olmak için illa insanımsı mı olmak lazım? Dört ayak üzerinde yürüyen ama ayrıca Hint tanrısı gibi birkaç kolu da olan tanrı olamaz mı? Böyle bir tanrı olması hakkında yasak mı yayınlandı? Genelge mi var?

Rotayı delillere kıralım ki üç beş “hiçbir bilimsel dayanağı olmayan” deliller arasında en meşhuru olan Roswell olayını bilmeyen yok. 1947 yılında bir UFO Amerika’da Roswell adlı bir kasaba yakınlarına düşer. Uzaylılar çıkar. Otopsi yapılır. Bunlar da ne kadar ilginçtir ki insanımsıdır.

Tabii ki elde hiç delil yok. Çünkü gizli dünya düzeni otoritesi, CIA, Mossad gibi yapılanmalar bunu bizden saklıyorlar. Hatta Amerika teknolojisini uzaylılara borçlu. 51. Bölge zaten onların üssü… Çok seviyoruz komplo teorilerini. Hep varsayıyoruz.

Şu gerçek unutulmamalıdır ki teori üretmeden, varsaymadan da bilim yapılmıyor. Ancak bilimsel veriler ile hiç mi hiç uyuşmayan inançlar da maalesef gerçekçi gelmiyor.

Uzaylılar alternatif bir yaratıcı gibi gelebilir. Ancak Gezegenimizin tarihi, Evrimsel biyoloji, Evrim sistemi, Yaşamsal ön gereklilikler gibi faktörler göz önüne alındığında cevap çok ortada.

Madem uzaylılar var, var olsunlar. İkram edecek bir bardak çayımız var. Tabi ağızları varsa. Paylaşacak oksijenimiz var. Tabi oksijen ile solunum yapıyorlarsa. Soğuk suyumuz var. Tabi su onlar için ön gereklilik ise. Güzel kızlarımız, yakışıklı delikanlılarımız var. Tabi gözleri varsa. Halı sahamız da var. Tabi ayakları varsa. Tavlamız da var. Tabi zar atacak elleri varsa. İki lafın belini de kırarız. Konuşacak dilleri varsa.

İlla akıllı olmak için insanımsı olmaya gerek yok. Eğer sizin inandığınız yaratıcılar ister Tanrı olsun ister uzaylı, eğer iki ele ve iki ayağa, göze, kulağa, buruna ve dile sahip ise, yani dünya gezegenine has bir evrimsel sistemden geçmişler ise, hiç kusura bakmayın. Beyninizde yarattığınız tanrılara/tanrıya inanıyorsunuz.


Tanrı veya ilahi varlıklar var ise ne insan gibidir ne de ona benzerdir. Hadislerde söylendiği gibi kolları, bacakları olmaz. Hominid olmazlar. Yok eğer mantığınıza yatıyorsa size de saygım sonsuz.

Madem uzaylı Sümerler ve Babiller işi yürüttü. Neden bu vatandaşlar insanımsı?

Hepsi bir kenara neden hiçbir delil yok? Neden arkeolojik kazılarda üstün teknoloji göstergesi bir şeyler ile karşılaşılmadı? Evet anladım. Amerikalılar saklıyor.

Şöyle bir teori de var. Uzaylı dediklerimiz dünya kökenli. Yani bizimle aynı evrimsel aşamalardan geçtiler. Ancak onlar daha erken akıllanan bir hominid türü idi. Dünyaya döndüler ve genimizi mıncıklayarak bizi de zekâ sahibi yaptılar. Bu bir teori. Ancak asla cevap değil. Kanıt yok. Test edilemiyor. Yanlışlanamıyor.

Anaksimendros ve Anaksimenes’ in tartışmasında olduğu gibi cevabı bulmuyor, başka sorular doğuruyor.

Sadece bir düşünün. Madem uzaylılar var, neden onlar insanımsı? Bu soru yeterli olur sanırım. Koskoca evrende yaşam üreten tüm gezegenlerin aynı evrimsel akışa sahip olmaları sizce mümkün mü? Böyle bir tesadüf nasıl açıklana bilir? 19. Yüzyılın en büyük icadı tüm evrenin keşmekeş olduğudur ki (Prof. A. C. ŞENGÖR) böyle bir tesadüf imkânsızdır.

Din dışı alternatif yaratılış teorilerini eleştirmiyorum. Bunda bir sorun yok. Şahsen beni ilgilendirmiyor. Benim hayatıma müdahale etmedikleri sürece. Ancak “şahsi” olarak fikrimi sorarsanız, semavi dinlerin tanrısı ile sizin uzaylı tanrılarınız arasında çok fark yok. Sadece semavi dinlerin tanrısı kitap yolluyor, sizin ki kendi gezegenine basıp gitmiş.

Peki, bir yaratıcı yok mu diye soruyorsanız, inananlara göre cevap belli: Allah şüphesiz tek yaratıcıdır. Alternatif uzaylı tanrıcılara göre cevap Sümer ve Babil de gizli ki benim tavsiyem Mu medeniyetine de bir göz atsınlar. J. Churchward’ın kitapları ve araştırmaları oldukça güzel.

Şahsen bu noktada agnostik kalmayı tercih ediyorum. Ama varsa… İşte bu durumda size tavsiyem site başyazarı ve yöneticisi A. KARA dostumun “Benim Tanrım” adlı yazısını okuyun. Cevap bence orada gizli.

Bu arada Roswell olayı başta olmak üzere neden mi tüm uzaylı kanıtlarına bilim dışı dedim? Bilim dışılar da ondan. Bana SETI projesini söyleyip güldürmeyin. O projeye Amerikan bütçesinden ayrılan paya bakın. Bu payın bölüşümüne bakın. O projenin amacı uzaylıları mı dinlemek yoksa başka bir şey mi? Roswell safsatası ile manipüle edilenler ne? O kadarını da siz araştırıp bulun.

Neden bilimsel çevrelerde bu mevzuya kimse kafa yormuyor? Ha Cüppeli Bilmem ne Hoca, Ha Uzaylı uzmanı UFOlog bilmem ne… Hepsi aynı geminin yolcusu.

Size tavsiyem kitap okuyun. Araştırın. Bilimsel yayınları takip edin. Kafanızı kaldırın. Eğer varlarsa zaten karşınıza çıkarlar.

Neyse Demon Product’tan bu kadar deli saçması yeter. Cahilce yazdım, çizdim bir şeyler.
Sağlıcakla kalın.

Kaynaklar:
[1] Buhari, Ezan/4 ; Tecrid 360; Müslim, Kitab us-salat 369
[2] Müslim 10/176
[3] Hanbel 5/243; Tirmizi 3231
[4] Müslim-İman 302; Buhari 97/24, 10/29; Hanbel 3/1
[5] Buhârî, Bed'ü'I-vahy, 3; Müslim, İmân, 252

Yazan: Demon Product

KUR'AN VE KADIN : KADININ ADI YOK

din, din ve kadın, DP, İslam ve kadın, İslamda kadın, İslamda kadının adı yok, islamiyet, Kadının adı yok, Kadınla ilgili ayet ve hadisler, Kur'anda cariye, Kur'anda Kadın, Kur'anda kadına dayak,
Yazının başlığını atarken değerli gazeteci/yazar Duygu ASENA’ya atıfta bulunmak istedim. Geçen bir yazıma başlarken ünlü Fransız oyuncu Sophie MARCEAU’ nün bir filminden bahsetmiştim. 1980 ve 1982 yıllarında çekilen La Boum 1 ve La Boum 2, Vic adlı genç kızlığa yeni adım atan ergen bir kızın arkadaşlarıyla olan maceraları, ailesi olan ilişkileri ve ilk aşkını anlatıyordu. Ülkemizde Patlarsam Yanarsın adıyla TRT dönemlerinde gösterilen bu film, 80’ lerde video dükkânlarında da bulunuyordu. Bir nevi çocukça masumane aşkı anlatıyordu. Bir genç kızın yaşamından o dönemleri gayet güzel aktarılmıştı.

Anneliğin ne kadar kutsal bir duygu olduğunu anlatan filmler arasında 1973 yılı yapımı “Hayat mı Bu” adlı Türk filmi gösterilebilir. İzzet GÜNAY, Semra SAR, Zeynep DEĞİRMENCİOĞLU ve daha sonraları gerçek hayatta eşi olacak Serkan ACAR’ın başrollerini paylaştığı film adeta başyapıt niteliğindedir. Semra SAR’ın canlandırdığı Selma karakteri, gerçek çocuğunun kim arama peşinde iken üvey evladına kötü davranan, ancak daha sonra karşı koyamadığı annelik içgüdüsü ile üvey çocuğunu da kendi evladıymışçasına bağrına basan ve seven birisidir. Filmin bu ana konusu etrafında diğer olaylar şekillenir.

Hele ki 1971 yılı yapımı Anneler ve Kızları filminde usta oyuncumuz Yıldız KENTER’in canlandırdığı Fatma ana karakteri.

2001 yapımı Sweet November (Ülkemizde ki adı Kasımda Aşk Başkadır) filminde aşkı farklı bir açı ile tanımıştık. Charlize THERON ve Keanu REEVES, dramatik bir aşkı, en delikanlının bile boğazını düğümleyen bir şekilde bizlere aktarmıştı.

Neden mi farklı konular içeren bu filmleri örnek verdim? Birazdan anlarsınız zaten. Yazımı biraz kendim gibi erkek okuyuculara yönelik yazacağım. Yapacağım ayrımdan dolayı şimdiden bayan okuyuculardan özür dilerim.

İlk aşkınızı hatırladınız mı? Hani okul sırasında kalbinizi hızlı hızlı artıran, bir başkasına gülüp onunla konuştuğunda tüm psikolojinizi alt üst eden, bir başkasının elini tuttuğunu gördüğünüzde gözlerinizin dolduğu? Hatırladınız mı? Hani size bir selam verdiğinde, “Hadi beraber oynayalım” dediğinde mutluluktan havaya uçtuğunuz o kızı hatırladınız mı?

Ya Ortaokul ve Lise aşklarınız, o masumane duygularınız tavan yaptığı, delikanlı gözükeceğim diye yırtındığınız, etrafınıza “Boşver Be Oğlum! Bize yakışır mı la ağlak bebe gibi karı kız peşinde koşmak? Onun kalbinde yer yoksa olsun ayakta da gideriz” diye aforizmalar patlattığınız ama içinizde küçük bir kedi yavrusuna döndüğünüz zamanlar?

Eğer evli iseniz eşinizi ilk göz göze geldiğiniz, ilk elini tuttuğunuz, ilk “seni seviyorum” dediğiniz an?

Anneniz? Hasta iken başınızdan ayrılmayan, size bir şey olacak korkusu ile üzerinize titreyen anneniz? Siz üzüleceksiniz diye bir anda kaplan kesilen annelerimiz? Adeta bizim uğrumuzda kendilerini feda eden annelerimiz?


Kız kardeşiniz veya ablanız var mı? Hani her şeyinizi paylaştığınız sırdaşınız. Yaşınız yakın ise, sevdiğiniz kızın çıktığı olup olmadığını öğrenmek için casus yaptığınız. En zor anlarında yanında olduğunuz. Koruyup kolladığınız.

İşte değerli biraderlerim. Onların hepsi karşı cins. Yani Bayan. Bir zarımsı yapı onların kız mı ya da kadın mı olduğuna karar veriyor. Bizim bakış açımızda ona göre şekilleniyor ya da şekillenmiyor.

Her ne yaparsak yapalım. Onlarsız olmuyor. Onları hayatımızın her yerinde. Onlarsız yapamıyoruz. Onlar bizim diğer yarımız. Onlarsız eksiğiz. O olmasaydı sende olmazdın çünkü onlardan biri doğurdu seni.

Annemiz, eşimiz, ilk aşkımız… Onlar kalbimizin en temiz ve en güzel yerinde…

Aslında bir bütünün iki parçasıyız. Ne onlar bizsiz, ne de biz onlarsız. Bizi biz yapan ise ortak noktamız yani insan oluşumuz. Bir türün iki farklı, birbirini tamamlayan parçasıyız sadece o kadar. Akıl aynı, fikir aynı. Ha fiziksel bir takım farklılıklar var ki bunun sebebi de zaten açık. İster Yaratılışçı açıdan bakın, ister evrimci açıdan. Neticede insanız. Ne birimiz ne de diğerimiz daha üstün.

Müslüman bir ülkede yaşıyoruz. Büyük çoğunluğumuz bu öğreti ile büyüdü. Küçükken, aslında sadece küçükken değil birkaç yıl öncesine kadar kadınlara saygı duyan, onlara değer veren mükemmel bir dinin mensubu olduğum için gurur duyuyordum. Cennet annelerin ayakları altında idi. Onlar bizim emanetimizdi. Onlar bizim kutsalımızdı.

Peki, ya karısını kızını döven ve hakir görenler? Onlar şerefsiz, haysiyetsiz, İslamiyet’ten zerre nasibini almamış, şüphesiz şeytanın kandırdığı, Yahudi, Hristiyan, Mason, Illuminati uşağı, kandırılmış ve yozlaşmış edilmiş yığınlardı. İngiliz uşağı idiler. Gâvurlardan görüp görüp kendi karılarını ve kızlarını dövüyorlardı. Hiç Elhamdülillah Müslüman adam karısına, kızına ilişir mi? Onlara el sürer mi? Delkanlı Müslüman adam kız arkadaşına, eşine dokunur mu? Ona zarar verir mi? Haşa. Bizim dinimiz hoşgörü ve kadınlara verilen yüksek değer üzerinedir.

En azından böyle düşünüyordum. Dinleri araştırıp sorguladığım dönemler beni şoka sokan diğer husus İslamiyet’ te kadın faktörü olmuştu. Neyse. Bu noktadan sonra yorum yapmayıp size alenen Kuran-ı Kerim ve Sahih Hadis Külliyatından örnekler vereceğim. Yorum ve karar sizin.

Maalesef ülkemizde yaşanılan İslamiyet ile Kuranda ve Hadislerde geçen İslamiyet arasında farklar var. Bu konuyu daha önce “Türk Tipi İslamiyet” adlı yazımda işlemiştim.

Okurken size tavsiyem, haybeye reddiye geliştirmeyin. Ayetleri ve Sahih hadisleri eğip bükmeye kalkmayın. Boşuna inandığınız dinde mürtet olmayın. Bizim gibi şüphesiz zalimlerden ve döndürülmüşlerden olmayın.

Bakara 228:
Boşanmış kadınlar üç kur (üç ay hali müddeti) kendi kendilerine beklerler (hamile olup olmadıklarına bakarlar). Eğer Allah’a ve yevm’il âhire îmân ediyorlarsa, rahimlerinde Allah’ın yaratmış olduğu şeyi gizlemeleri onlar için helal olmaz. Şayet onların kocaları barışmak (arayı düzeltmek) isterlerse, bu (bekleme süresi) içinde onlara tekrar geri dönmeye (başkasından) daha çok hak sahibidirler. Erkeklerin, kadınları üzerinde (hakları) olduğu gibi, kadınların da erkekleri üzerinde maruf (hakları) vardır. Erkeklerin, kadınların üzerindeki (hakkı) bir derece daha üstündür. Ve Allah, Azîz’dir, Hakîm’dir.

Bakara Süresindeki dereceyle anlatılmak istenenin ne olduğunu, Kur'an yorumcular ve İslam hukukçular açıklarlarken su görüşleri savunmuşlardır:

Erkek kadından birçok yönden üstündür: [5]
1- Erkeğin akılca üstünlüğü vardır.
2- Diyette (kurtulmalıkta) üstünlüğü vardır.
3- Miras konularında üstünlüğü vardır.
4- Erkek, "kadı (yargıç)", hükümdür olur, kadın olamaz. Erkek tanıklığa da daha elverişlidir.
5- Erkek, kadının üstüne evlenebilir. Dilerse karısının, karılarının üstüne cariye de alabilir. Kadın için kocasının üstüne evlenmek gibi bir hakkı yoktur.
6- Mirasta erkeğin payı daha çoktur.
7-Erkek kadını boşayabilir; kadın erkeği boşayamaz. Erkek karısını boşadıktan sonra da süresi içinde dönüş yapabilir, kadının bu yönde bir hakkı yoktur.
8- “Erkeğin ganimetten payı, kadınınkinden çoktur..." İslam dünyasının ünlü ve en yetkili Kur'an yorumcularından Fahreddin Razi böyle sayar. [1]
Öteki yorumcular da benzer sıralamalar yaparlar ve Bakara Suresinin, "erkeğin, kadından derece yönünden üstün olduğunu" anlatan 228. ayetini böyle yorumlarlar. [2]

Şimdi bu kadar Kuran tefsir alimi Bakara 228’ den saçma sapan fikirler çıkarmışlar diyorsanız sizi inancınızla baş başa bırakmak isterim. Çünkü mevcut yaşadığınız dini onların tefsir ve açıklamaları şekillendirdi.

Hadi Bakara 228 de eğme ve bükme yapabildiniz. Bakalım ne diyor Nisa 34?


Nisa 34:
"Erkekler, mallarından (kadınlar için mehir ve nafaka olarak) harcamaları sebebiyle ve Allah’ın, onların bir kısmını, diğerlerine üstün kılmasından dolayı, kadınların üzerinde daha çok kâimdirler (koruyup gözetici, idare edicidirler). Bu bakımdan salih amel (nefs tezkiyesi) yapan kadınlar itaatkârdırlar, Allah’ın (onların haklarını ve iffetlerini) korumasıyla, onlar da gaybde (kocalarının yokluğunda hem kendilerini, hem kocalarının mal ve şerefini) koruyucudurlar. İtaatsizliklerinden (baş kaldırmalarından) korktuğunuz (kadınlara) ise (önce) nasihat ediniz. Ve (sonra da) yataklarında yalnız bırakınız. Ve (hâlâ itaat etmezlerse) onları dövünüz. Bundan sonra eğer size itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Muhakkak ki Allah Âli’dir (yücedir), Kebîr'dir (büyüktür)."

Nisa Suresinin 34. ayetinin, Diyanet tercümesi şöyle:
"Allah'ın kimini kimine üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdır; Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları DÖVÜN. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür."

Kur'an'da kadını dövme var, ama bu dövmenin bir koşulu da var: İncitmeden (eza vermeden) dövme. [3]

Kadının incitilmeden dövülebileceğini savunanlar, ayetteki "dövmenin gerekçesini anlatırken, bunun bir "ilaç" olduğunu da savunurlar. "Kadını yola getirmenin bir ilacının da DÖVMEK olduğunu" yazarlar. [4]

Biraz örnekleri çoğaltalım birkaç hadise bakalım:
"Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, erkeklerin kadınlar üzerinde olan haklarından dolayı kadınların erkeklere secde etmelerini emrederdim." [6]

"Kocanın vücudu irin ile kaplı dahi olsa ve karısı onu yalayarak temizlese yine de kocasının hakkını ödemiş olmaz." [7]

"Ey kadınlar! Eğer kocalarınızın size olan haklarını bilseydiniz, ayaklarının tozunu yüzlerinizle silerdiniz." [8]

"Kadınların dinleri ve akılları eksiktir." [9]

"Kadınlar arasında iyi kadın, yüz tane karga arasında alaca bir karga gibidir." [9]

"Ey kadınlar topluluğu! Sadaka veriniz ve çok istiğfar ediniz. Çünkü ben Cehennem halkının çoğunun sizler olduğunu gördüm." [10]

"Bir kadın kocası kendisinden razı olduğu halde ölürse cennete girer." [11]

"Kadınların hayırlısı, erkeklerin yaramazlıklarına, kötü huylarına sabredendir, bu sabır onların cennete girmesine sebeptir." [12]

Peki ya diğer haklar:
Nisa suresi 7: Ana-baba ve akrabanın geriye bıraktığından erkeklere bir pay vardır. Ana-baba ve akrabanın geriye bıraktığından -onun azından da çoğundan da- farz kılınmış bir nasip olarak kadınlara da bir pay vardır.

Ne diyor Nisa 7, “Kadınlara da”. Kadınları neden erkekler ile aynı şekilde yazılmıyor? Hadi bunu geçelim neden erkek kadın ayrı ayrı belirtiliyor? Çocukları yaz geçsin gitsin. Neden çocukları denmiyor? Evrensel ilahi bir yaratıcı neden cinsiyet ayrımı yapma gereği hissediyor?

Hadi Bakara 282’ ye de bir bakalım:

Bakara 282:
"Ey iman sahipleri! Belirli bir süre için birbirinize borç verdiğinizde onu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah`ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Borç altına giren kişi de onu kayda geçirtsin ve Rabbinden korksun da borcundan hiçbir şey eksiltmesin. Borç altına giren, aklı ermez yahut zayıf-çaresiz biri ise yahut yazdırmaya gücü yetmiyorsa, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki kişiyi de tanık tutun. Eğer iki erkek yoksa rızanızla kabul edeceğiniz tanıklardan bir erkek ve iki kadın gerekir. Bu kadınlardan biri şaşırırsa/unutursa ötekisi ona hatırlatsın diyedir. Tanıklar, çağırıldıklarında çekimser davranmasınlar. Küçük veya büyük, borcu, süresine kadar yazmaktan üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah katında adalete daha yakın, tanıklık için daha sağlam, kuşkuya düşmemeniz için daha elverişlidir. Ancak aranızda döndürüp durduğunuz tamamen peşin bir ticaret söz konusu ise onu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Karşılıklı alış-veriş yaptığınızda da tanık bulundurun. Yazıcıya da tanığa da zarar verilmesin. Böyle bir şey yaparsanız bu, kendinize kötülük olur. Allah`tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah, her şeyi en iyi biçimde bilendir."

Bu ayet ile ilgili yorumu da size bırakıyorum. Bir erkek iki kadına bedel. Neden iki kadın? Birisi diğerine hatırlatsın diye.

Hadi Nisa 15’e bir bakalım:
"Kadınlarınızdan eşcinsellik/sevicilik yapanlara karşı içinizden dört tanık getirin; eğer tanıklık ederlerse o kadınları, ölüm canlarını alıncaya ya da Allah kendileri için bir yol açıncaya kadar evlerde tutun."

Şimdi bu ayete bakarak şunu diyebilirsiniz. “iyi de kadın sapkınlık yapmış. Cezası da belirlenmiş. Ne var bunda?”. Şöyle ifade edeyim değerli salak: sen kim oluyorsun da hem savcı hem yargıç oluyorsun? Bu yetkiyi nereden buluyorsun? Hapishane mi kurdun sen? Dört tanık için ne yapacaksın? Kadın baktı senin uzuvda bir iş yok ya da başka bir hemcinsine ilgi duyuyor. SANA NE?

Şimdi bu ayetle ilgili bu kadar eleştiri yapabildiğimi düşündünüz kabul edin. Yok, en önemlisini sona sakladım. Ayet nasıl başlıyor: “Kadınlarınızdan,” kaç kadının var paşam senin? Tenasül uzvunun şehvetini kaç kadın giderebiliyor? Ayet resmen kadınlarınızdan diyor. Çoğul yani kaç tane alırsan al. Helal sana paşam. Ondan sonra eğme bükmeler başlasın. “Yok, efendim bir kadın bize helal. Ondan sonrasının kuralı kaidesi var. O zaman ki şartlar, ama o dönem savaş vardı…” Sıkın paşam sıkın. Alan boş nasıl olsa. Sen mevcut kadın ya da kadınların üzerine savaş ganimeti cariye bile alıyorsun bol bol. Ona hesap soran yok.

Ne? Olmaz mı öyle şey? Cariyeler sadece hizmetçi işi mi görüyor?
Mürtet oldun dinden çıktın değerli Tatlısu Müslümanı kardeşim. Buyur:

Nisa 3:
"Ve eğer yetimler konusunda adalete riayet edemeyeceğinizden korkarsanız, o takdirde hoşunuza giden (size helâl olan diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Fakat eğer (onlara da) adaletle davranamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane ile veya elinizin altındaki sahip olduklarınızla (cariyelerinizle) yetinin. İşte bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur."

Müminun 5-6:
"Ve onlar, iffetlerini (ırzlarını) koruyanlardır. Zevcelerine (eşlerine) veya ellerinin altında sahip olduklarına (Cariyeler) hariç. O takdirde muhakkak ki onlar, levmedilmiş (kınanmış) değildirler."

Mearic 29-30:
"Ve onlar, iffetlerini (ırzlarını) koruyanlardır. Zevcelerine (eşlerine) veya ellerinin altında sahip olduklarına (Cariyeler) hariç. O takdirde muhakkak ki onlar, levmedilmiş (kınanmış) değildirler."
Hayda. Olmadı. Siz şimdi diyeceksiniz ki: “Sayın yazar yakaladım seni. Kopyala Yapıştır yaparak cımbızla seçtiğin bilgileri yapboz gibi birleştirip yazı yazıyorsun. Deşifre ettim seni! Müminun 5-6 ile Mearic 29-30 da kopyala yapıştır yapma hatası yaptın. Hiç Kuranda birbirinin aynısı ayet mi olur? Sapkın seni!” Yakalandım ne diyeyim.

Evet, sayın ahmak. Buyur istediğin Kuran-ı Kerim, istediğin tefsir, istediğin meale bak. Bu ayetler birbirinin aynısı. Koyan da ben değilim. Bu hususu o ayeti kim koyduysa ona soracaksın. Ben olanı aktarıyorum.
Neyse ayetleri yazmaya devam. Yorum sizin.


Ahzab 50:
"Ey Peygamber! Biz sana mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah'ın sana ganimet olarak verdiklerinden elinin altında bulunan kadınları; seninle beraber hicret eden, amcanın kızlarını, halalarının kızlarını, dayının kızlarını ve teyzelerinin kızlarını sana helal kıldık. Ayrıca, diğer mü'minlere değil de, sana has olmak üzere, mehirsiz olarak kendini Peygamber'e bağışlayan, Peygamber'in de kendisini nikahlamak istediği herhangi bir mü'min kadını da (sana helal kıldık.) Mü'minlere eşleri ve sahip oldukları cariyeleri hakkında farz kıldığımız şeyleri elbette bilmekteyiz. Bütün bunlar, sana herhangi bir zorluk olmaması içindir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir."

Ahzab 51:
"Ey Muhammed! Bunlardan (hanımlarından) dilediğini geri bırakırsın, dilediğini yanına alırsın. Uzak durduklarından dilediklerini yanına almanda da sana bir günah yoktur. Bu onların gözlerinin aydın olması, üzülmemeleri ve hepsinin de kendilerine verdiğine razı olmaları için daha uygundur. Allah kalplerinizdekini bilir. Allah hakkıyla bilendir, halimdir. (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir.)"

Ahzab 52:
"Bundan sonra, güzellikleri hoşuna gitse bile, başka kadınlarla evlenmek, eşlerini boşayıp başka eşler almak sana helal değildir. Ancak sahip olduğun cariyeler başka. Şüphesiz Allah her şeyi gözetleyendir."

Nisa 24:
"Ve evli kadınlarla evlenmeniz (haram kılınmıştır), elinizin altında bulunan (harp esirleri) cariyeler müstesna. (İşte bunlar) Allah'ın size yazdıklarıdır (farz kıldığı hükümlerdir). Ve bunların dışında olanlar, iffetli olmak ve zina yapmamak şartıyla mallarınızla istemeniz (mehirlerini verip almanız) size helâl kılındı. Artık onlardan faydalanmak isterseniz o takdirde farz olan mehirlerini onlara verin. Ve bu farzdan sonra, razı olduğunuz konuda onunla anlaşmanızda sizin üzerinize bir günah yoktur. Muhakkak ki Allah Alîm'dir, Hakîm'dir."

Şimdi Nisa 24 hakkında biraz hadislere de bakalım. Yorumları yine size bırakıyorum:

Muhammed b. Abdirrahman b. Bünanî, Muhammed b. Ahmed b. Hamdan’dan, o Ebû Ya’la’dan, o Amr en-Nakıd’dan, o Ebû Ahmed Zübeyri’den, o Süfyan’dan, o Osman el-Bettî’den, o Ebu’l-Halil’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den şöyle dediğini bize rivayet etti: “Evtas Gazvesi’nin olduğu gün kocaları olan esir kadınları ele geçirmiştik. Onlara mücamaatta bulunmayı çirkin bulmuştuk. Peygamber (s.a.v.)’e bunu sorduk da bu âyet nazil oldu. Biz de o kadınları böylece helal bulduk.” [13]

Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. el-Haris, Abdullah b. Muhammed b. Cafer’den, o Ebû Yahya’dan, o Sehl b. Osman’dan, o Abdurrahim’den, o Eş’as b. Sevvar’dan, o Osman b. Bettî’den, o Ebu’l-Halil’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bize şöyle dediğini haber verdi: “Rasulullah (s.a.v.) Evtas ahalisini esir alınca dedik ki: “Ey Allah’ın Rasulü, soylarını, kocalarını tanıdığımız esir kadınlarla nasıl mucamaatta bulunabiliriz?” Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.” [14]

Ebû Bekr Muhammed b. İbrahim el-Farisî, Muhammed b. İsa b. Amraveyh’ten, o İbrahim b. Muhammed b. Süfyan’dan, o Müslim b. Haccac’dan, o Ubeydullah b. Ömer el-Kavarirî’den, o Yezid b. Zuray’dan, o Said b. Ebî Arube’den, o Katade’den, o Ebû Salih Ebû Halil’den, o Ebû Alkame el-Haşimî’den, o da Ebû Said el-Hudrî’den bize şu rivayette bulundu:“Rasulullah (s.a.v.) Huneyn Günü, Evtas Kabilesi’ne bir grup ordu gönderdi. Bu grup bir düşman birliğine rastlayıp onlarla savaştılar da onlara galip gelerek, kadın esirler elde ettiler. Rasulullah (s.a.v.)’ın Ashabı’ndan bir grup, müşrik kocalarından dolayı o esir kadınlarla münasebette bulunmaktan sakındılar. Allah Teala da bu âyeti indirdi,” [15]

Ebu Saîd Hudrî’den Nesâî, Tirmizî, Ebu Davut ve Buharî rivayet etti. Ebu Saîd:Bize, Evtâs esirlerinden esirler isabet etti. Kadınların kocaları vardı. Biz onlarla birleşmeyi çirkin gördük, Nebî Aleyhisselâm’a sorduk., Nisa: 4/24 âyeti indirildi. Ancak Allah’ın sizin üzerinize Efa ettiği şeydir, biz onların ferclerini helal kıldık, buyurdu. [16]

İbnu Abbas’tan (r.a.) Taberânî anlattı. İbnu Abbas (r.a.): Huneyn gününde indi. Allahü Teâlâ, Huneyn günü Müslümanlara fetih müyesser kılınca, ehli kitabın kadınlarından müslümanlara kadınlar isabet etti. Onların kocaları vardı. Bir erkek, kadınlardan biri ile olmak istediğinde, Kadın: Benim kocam var, derdi. Bundan Rasûlullah’a soruldu. Allahü Teâlâ, Nisa: 4/24 âyetini indirdi, dedi. [17]

Şimdi Cariyeler ile ilgili görüş nedir, Prof. Dr. Hayrettin KARAMAN Hoca şöyle söylüyor: “Cariyeler ile cinsel ilişki günah mıdır? Nikah akdi, ikisi de hür olan (bu sebeple vücutlarına da malik bulunan) bir erkekle bir kadının, karşılıklı olarak bir aile kurma ve cinsî yönden birbirinden yararlanma konulu -şartlarına uyarak yaptıkları- bir sözleşmeden ibarettir. Cariyeye sahip olmayı sağlayan akit ve tasarruf da (satın alma, miras, ganimet veya bağış yoluyla elde etme…) bir hukuki işlemdir ve bu hukuki işlem, sahibi ile cariye arasında karı-koca gibi yaşama hakkını da vermekte, nikah akdinden daha güçlü ve kapsamlı olarak onun yerine de geçmektedir.” Yorum sizin.

İslam âlimlerine göre, bir kadınla birlikte olmak ancak iki şekilde helal olur; nikâh akdi ve milkü’l-yemin (cariyenin mülkiyetini elinde tutma) akdi ile olur. [18] Yani eğer Cariyeniz/Cariyeleriniz ile ilişki yaşayacaksanız mülkiyetini elinizde bulundurmanız gerekiyor.

Neyse son bir bombadan daha bahsedip konuyu kapatalım:

Nitekim hür eşi de olsa kocası kendisini cimaya çağırdığında, karısının bunu özürsüz olarak reddetmesi, caiz değildir. Hatta adetli olması da bir özür değildir. Çünkü kocası onun, adetli iken haram olan bölgesi dışında bir yerinden yararlanabilir. [19]

Buradan ne anladınız diye sormayacağım. Zaten açık ve seçik. Erkek, ilişkiye girdiği eşinin başka yerlerinden de yararlanabilir diyor. Bahsettiğim hadisler sahih hadisler. Boşuna reddiye dizmeyin.

Yok, ben illa eğip bükeceğim. “Bu ayetlerde ve hadislerde anlatılmak istenen aslında şu, o dönemin şartları bunu gerektiriyordu, 1400 yıllık İslam âlemin âlimleri yanıldılar. Aha da ben doğrusunu buldum. Aslında orada bir ilim var. Eşitlik var.” Diyorsanız size de eyvallah.

Yorumsuz olarak önünüze ayetleri ve sahih hadisleri koydum.

Bakın bakalım inandığı dinin kitabını tamamen anlayarak ve özümseyerek yaşayan İslam/Arap ülkelerinde kadın hakları ne âlemde? Kaç kadın alıyorlar? Nasıl yaşıyorlar?

Boşuna onlar sapmış demeyin. Adamlar dinlerini okuyup anlayarak yaşıyor. Aynen Kuran-ı Kerim’de ve sahih hadislerde yazdığı gibi…

Şimdi sizlere soruyorum. Yazıma başlarken annelikten, ilk aşkınızdan, sevdiğinizden, eşinizden bahsettim. Onlara toz kondurmaya kıyamazsınız. Hele ki bir kızınız veya kızlarınız varsa, onları uçan kuştan sakınırsınız. Kaçınız annenizi, karınızı, sevdiğinizi, aşkınızı, kız kardeşinizi, kızınızı SAVAŞ DURUMUNDA YENİLİRLERSE CARİYE OLARAK ALINABİLECEĞİNİ VE CİNSEL OLARAK YARARLANABİLECEĞİNİ SÖYLEYEN bir inancı savunabilir?
Sağlıcakla kalın.

Kaynaklar:
[1] Râzî, e't-Tefsiru 1-Kebîr, 6/95
[2] Taberi, Camiu'l-Beyân, 2/275-276; Tefsiru Ibn Kesîr, 1/271; Dr. Kâmil Musa, Derece, Beyrut, 1987, s. 15-26.
[3] Dr. Kâmil Musa, Me-sail fi'il-Hayati'l-Zevciyye, Beyrut, 1985, s. 126
[4] Muhammed Ali e's-Sabuni, Revayiu'l-Beyan Tefsiru Âyati'l-Ahkâm, 1/474-475.
[5]Turan DURSUN - Din Bu 1
[6] Tirmizi, Rada, 10/1159; Ebu Davud, Nikah 40/2140 Ahmed b. Hanbel, Müsned VI, 76; İbn Mace, Nikah 4/1852
[7] İbni Hacer El Heytemi 2/121 Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239
[8] Hafız Zehebi Büyük Günahlar Sayfa 187
[9] Sahihi Buhari
[10] Müslim, İman, 34/132 İbn Mace, Fiten 19/4003
[11] Riyazus Salihin.
[12] Kadınlara Dini Bilgiler sayfa: 88
[13] Müslim; er-Rada’: 35, 35 mükerrer/1456 s. 1080, Tirmizi; Nikah: 11/32; İmam Ebu’l-Hasen Ali bin Ahmed el-Vahidi, Esbâb-ı Nüzul, İhtar Yayıncılık: 120; Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 2/509.
[14] Müslim;er-Rada’:35, 35mükerrer/1456 s.1080, Tirmizi;Nikah:11/32.
[15] Müslim; Rada’: 33, 34/1456 s. 1079, Ebu Davud; Nikâh: 1132.
[16] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/183.
[17] İmam Celaleddin es-Suyuti, Lubabu’n-Nukul Fi Esbabi’n-Nuzul, Fatih Yayınevi: 1/183.
[18] Reddu’l-Muhtar, 3/163
[19] Fetâvây-i Hindiyye (yazma) 611/45 Müslim, hayz 16, Nesâî, taharet 180; Ibn Mâce, taharet 124
[20] Kur'an-ı Kerim

Yazan: Demon Product

DİN VE BİLİM 4 | GÖZ TEDAVİSİ MUCİZESİ - ŞEFAATİN GÜCÜ

DP, din, islamiyet, din ve bilim, Göz tedavisi mucizesi, Kur'an ve şefaat, Şefaat var mıdır?, Göz tedavisi hadisi, Peygamber şefaat edebilir mi?, Şefaat ve Allah, Din çelişkileri, İslam çelişkileri,

PEYGAMBERİN GÖZ DOKTORLUĞU, ŞEFAAT VE GÖZ MUCİZESİ (!)


Ünlü Fransız aktris Sophie MARCEU’ yu dünya sinemasına kazandıran meşhur “La Boum” film serisinin ikinci filminin soundtrack parçalarından birisi de Vladimir COSMA’nın seslendirdiği “Your Eyes” yani “SENİN GÖZLERİN” adlı şarkıydı. Film, ergenliğe yeni adım atan bir genç kızın aşk maceralarını konu alıyordu. Bu şarkı, sonlardaki dans sahnesinde öne çıkıyor ve filme damgasını vuruyordu. İzlemiş olanlar hemen hatırlar. Eğer Romantik şarkılardan oluşan bir Top 10 listesi yapmaya kalksam herhalde ilk 3 sırada yerini alır. Şarkının sözleri de inanılmaz anlamlı ve güzeldir. Dinlemenizi tavsiye ederim. Göz romantiktir, aşk unsurudur (Yazar Notu: İlk tanıştığımızda eşimin bakışları beni duman etmişti).

Bakışlar çok şey ifade eder. Göz hareket ve refleksleri sizin o anki psikolojik modunuz hakkında da veriler sunar. Sevinç, korku, mutluluk, panik, acı gibi hisleri gözlerden anlayabilirsiniz. Bizim müzik kültürümüzde de Selami Şahin seslendirmemiş miydi: “Gözler Kalbin Aynasıdır”…

Biyolojik açıdan ele alırsak Göz en hassas organlardandır. Karmaşık bir yapıya ve işleyişe sahiptir. Evrim karşıtı kimi yaradılışçının ya da akıllı tasarımcının tutunduğu “İndirgenemez Karmaşıklık” faktörüne dayanaklardan biridir. Neydi kısaca İndirgenemez Karmaşıklık, “Tek bir parçası çıkarıldığında işlevini yitiren sistem”. Yani sistem ne kadar kusursuz olursa olsun tek bir parça devre dışı kaldığında çöker. Bu nedenle gözü ele alırlar. Gözü bir sistem olarak düşündüğümüzde en küçük bir yapısı dahi devreden çıkarılırsa/oluşmaz ise işlevini yitirir.

Prof. Michael J. Behe indirgenemez karmaşıklığı bir makalesinde şöyle tanımlamıştır:
“İndirgenemez karmaşıklıkla söylemek istediğim birçok etkileşimli parçadan oluşan, temel bir görevi yerine getiren ya da katkıda bulunan tek bir sistemdir. Bu tür bir sistem, tedricen, küçük, başarılı öncü değişikliklerle üretilemez. Çünkü doğal seçilim işleyen bir görevi seçmeye dayanır. Bir indirgenemez karmaşık sistemin, eğer böyle bir şey varsa, doğal seçilim için tam bir bütün olarak çalışır halde aniden oluşması gereklidir”

Akıllı Tasarımı savunanlar şöyle bir yaklaşım geliştirirler:
İnsan gözü, 40 kadar küçük dokunun uyum içinde çalışması sayesinde işlev yapar. Gözü dış etkilerden koruyan göz kapakları, gözü nemlendiren ve yağlayan özel salgı bezleri, ışığın kırılarak içeri alınmasını sağlayan mercek, bu merceği odaklayan küçük kaslar, göze girecek ışık miktarını ayarlayan iris, antibakteriyal göz sıvısı ya da ışığı "yorumlayan" retina tabakası, bu 40 ayrı parçanın bazılarıdır. Önemli olan gözün tüm parçalarının doğru yerde, doğru büyüklükte, doğru işlevde olmasıdır. Eğer bu parçaların biri bile olmasa, ya da işlev göremese, insan kör olur. Gözün bu özelliği, bilimsel literatürde "indirgenemez komplekslik" denen özelliktir. Bu görüşe göre gözü daha basite indirgeyemez, daha ilkel hale getiremezsiniz; tek bir eksiklik, körlükle sonuçlanır.


Neyse şu akıllı tasarım ve yaratılışçı teorileri bir kenara bırakalım. Evrim süreci ve ilerleyişi bilimsel olarak –gözün dahi- ne şekilde ve nasıl evrildiğini mantıklı ve akla uygun bir biçimde açıklayabiliyor. Kısaca bilimsel çevrelerde bu husus tartışılmıyor. Ayrıca eğer Richard DAWKINS’in “Tanrı Yanılgısı” ve “Kör Saatçi” adlı kitaplarını okursanız söylemek istediğim hususu daha rahat anlarsınız.

Bu kadar karmaşık yapıya sahip, hassas, dış ortamdan kaynaklı tehlikelere karşı dikkat edilmesi gerek bu organda meydana gelen rahatsızlıklar hepimizin yaşam kalitesini olumsuz yönde etkiliyor.

Günümüz yeme alışkanlıkları, hastalıklar, yaşam ve iş koşulları gibi birçok faktörden dolayı göz rahatsızlıkları ile karşılaşırız. Bu rahatsızlıklardan korunmak için türlü yöntemler deneriz. İnternet ortamında denk geldiğimiz kürlerden tutun da göze iyi gelen meyvelere kadar. Birçoğumuz kaçınılmaz olarak doktora gider. Rahatsızlığın türüne ve boyutuna bağlı olarak bir tedavi süreci başlar. Kimilerinde gözlük bir rahatlama unsuru iken, yaşam kalitesini artırma adına bir kısmımız ameliyat olur.

Gözde meydana gelebilecek en tehlikeli durum görme yetisinin kalkmasıdır. Görme yetisinin kalkmasına karşı bir takım tedavi süreçleri yürütülür. Kimi hafif kimisi ise ağırdır. Eğer neticede görme yeteneğiniz ortadan kalkar ise en kötü senaryo gerçekleşmiş demektir.

Bazı insanlar görme yeteneğinden mahrum olarak doğar. Hayatın renklerini, biçimini hiç bilemezler. Dünya algıları duydukları, dokundukları ve hissettikleri ile sınırlıdır.

Görme yeteneğini tekrar kazanabilmek için de ayrı tedavi mekanizmaları vardır. Nakiller, ilaçlı veya ilaçsız tedaviler bunlardan bazılarıdır.

Etrafımızı gözlemlediğimizde bu durumdan mustarip çok insan görebiliriz. En basitinden ailemizdeki yaşlılar. Özellikle katarakt, görme yeteneğini önemli ölçüde azaltabiliyor.

Göz tedavisi maalesef oldukça pahalı. Devlet imkânları bir yana eğer yüksek kalitede bir tedavi süreci başlatmak istiyorsanız paraya kıymak zorundasınız.

İşte bu noktada devreye “Şüphesiz gaflet içinde olan!”, kesinlikle iş ve ortaklık yapmamamız gereken, dost edinmememiz gereken Yahudi ve Hristiyanların ya da daha da fenası Allah’ı tanımayan ateist ve deist gibi kâfirlerin icat ettiği makineler ve tedavi formatları ile ilaçlar devreye giriyor.

Bu şekilde, iman edenler, mümin ve mümineler kandırılmaktadırlar. İnananlar için hiç şüphesiz Kuran-ı Kerim’de gözde meydana gelebilecek sorunlara karşı çözümlere dair örnekler bulunmakla birlikte, İslam Peygamberi Muhammed’in sahih hadislerinde de göz’ de meydana gelebilecek en ağır rahatsızlık olan körlüğe tedavi bulunmaktadır.

Okumayan, iman etmeyen, zalimlerin ve saptırılmışların peşinde olanlar bunları görmemekte ve büyük bir yanılgıya düşmektedirler.

Peki, son hak din olan İslamiyet’te gerçekten bu hususta neler var bir inceleyelim. İlk örnek Kuran-ı Kerim’in bizzat kendisinden. Kör olan bir göz nasıl iyileşir?

Hadi Yusuf Suresi 2. Ayete bir göz atalım:
“Muhakkak ki Biz, O'nu Arapça Kur’ân olarak indirdik. Böylece siz akıl edersiniz.”

Şimdi bu ayete bakarak akıl edebilmek için Kuran-ı Kerim’i okumamız gerekiyor. Alak suresinin de ilk beş ayeti bunu destekliyor. Bu tamam. Yani Kuran ve İslamiyet her konuda cevap veriyor.

Şimdi Yusuf 93:
“Bu gömleğimi götürün, sonra da onu babamın yüzüne sürün. Görme hassası (geri) gelir. Ve ailenizin hepsini bana getirin.”

Şimdi Yusuf 96:
“Böylece müjdeci geldiği zaman onu (Yusuf’un gömleğini), onun (babasının) yüzüne sürdü. Görme hassası hemen geri döndü. Yâkub (a.s): “Ben size demedim mi? Gerçekten, ben sizin bilmediğiniz şeyleri Allah’tan (vahiy olarak) biliyorum.” dedi.”

Buradan çıkartacağımız sonuç, Allah’ın izni ile Yusuf babasına şefaatçi olarak gömleğini göndermiş, onun gömleğini yüzüne ve gözüne süren babası Yakub’un görme yeteneği yerine gelmiştir. Kuran-ı Kerim’e göre bu husus sabit. Şüphesiz inananlar için bir mucize.

Yani, Allah’ın izni ve şefaatçi vasıtası ile görme yeteneğinin geri kazanılabildiği, Kuran’da yer alan bir gerçek. Peki, İslam peygamberi Muhammed bu mucizeyi gösterebilmiş midir? Kuran-ı Kerim’de böyle bir ayet yok.

Bu durumda Ehl-i Sünnet Vel Cemaat olmamızdan sebep, ikincil kaynak olarak “sahih” hadis kaynaklarına yönelelim.

Şimdi sakın bu hadisler için “Yok efendim onlar sahih değil, peygamberimize atfedilmiş saçmalıkları hadis diye yutturup güzel dinimizi karalamayın!” diye Karadeniz ağzı ile “Afkurmadan!” önce şunu düşünün. Siz namazınızı ve diğer İslami ibadetlerinizi de sahih hadislere ve sünnete göre yapıyorsunuz. Suç ve ceza mekanizmalarınızı, Cuma namazınızın vaktini ve şeklini, hac görevinizi kısaca tüm İslami pratiklerin çoğunu sahih hadis ve sünnete göre yapıyorsunuz. Boşuna inkar ederek inandığınız dinden çıkıp “Mürted” olmayın. Biliyorsunuz Mürted’liğin cezası açık ve seçik bir şekilde Kuran-ı Kerim’e göre ÖLÜM’dür.

Konumuza geri dönersek, sahih hadislere baktığımızda şunu görürüz:
Tirmizi ve Nesai’nin (Sünen) kitaplarında diyor ki, iki gözü a’ma bir kimse gelip, ya Resulallah, Allahü teâlâya dua et, gözlerim açılsın dedi. (Kusursuz bir abdest al! Sonra Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam! Seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duamı kabul et!) duasını okumasını buyurdu. Adam, abdest alıp dua etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duayı Müslümanlar, her zaman okumuşlar ve maksatlarına kavuşmuşlardır.

Bu olayı detaylı olarak incelersek:
Âmâ Hadisi
Sunen-i Tirmizi, Nesai ve diğer kaynaklar tarafından Osman bin Huneyf el Ensari r.anh'ten sahih olarak rivayet edilen aşağıdaki hadisi delil olarak göstermektedirler.

Hadiste ravi şöyle anlatmaktadır:
"Âmâ bir adam Peygamber (s.a.v.)'e gelerek "bana sıhhat ve afiyet vermesi için Allah'a dua et" dedi.
Rasulullah (s.a.v.) : "istersen senin için dua ederim. Ama dilersen sabredersin. Bu senin için daha hayırlıdır" buyurunca, adam: Dua et dedi.

Peygamber (s.a.v.) 'de güzelce abdest almasını ve şu şekilde dua etmesini emretti:
"Allah’ım senden istiyorum ve rahmet peygamberi olan peygamberin Muhammed ile Sana yöneliyorum. Ben şu ihtiyacımı gidermesi için seninle Rabbime yöneldim. Allah’ım, O'nu benim için şefaatçi kıl" Bu sayede Âmâ adam şifa buldu ve iyileşti." [1]

Tüm bu bilgiler ışığında, Allah’ın izni ile bir peygamberin (Yusuf) gömleğini kullanmak sureti ile körlüğü iyileştirdiğini öğrendik.

Sahih hadisler ışığında bu ilahi sırra Muhammed’in de nail olduğunu, onun şefaati ile körlüğün tedavi edilebildiğini öğrendik. Yine bu sahih hadis ışığında görme yeteneğinin, yukarıdaki duanın okunması şartı ile gerçekleşebildiğini öğrendik.

Cübbeli Ahmet Hoca efendinin de göz tedavisi için bol bol duası mevcut. Kendi site ve kaynaklarında yer alıyor. İnanmıyorsanız araştırıp bakabilirsiniz. Adam hem Kuran-ı Kerimden hem de sahih hadisler ile sünnetten detay veriyor.

Evet? Aklınızda bir soru kaldı mı? Kalmamıştır diye umut ediyorum.

Yazıma burada son verirken…
Bir dakika bir dakika. Tüm inançlı arkadaşlardan özür dilerim. Bir kere “Allah dışı şefaatçi” kavramı tümden Kuran dışıdır. Nasıl olur da dilime dolar ve şefaat işinin peygamber dahi olsa başkaları tarafından aracı kılınarak yapılabileceğini söylerim. İnançlı arkadaşlar bu konuda haklılar. Neden mi? Hadi Zümer Suresine bakalım:

Zümer 43:
Yoksa onlar, Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: "Onlar bir şeye (bir güce) malik olmasalar ve akıl etmeseler de mi?"

Zümer 44:
De ki: "Şefaatin hepsi Allah’a mahsustur. Göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Sonra O’na döndürüleceksiniz."

Kısacası Allah’tan başkası şefaatçi olamaz. Şefaat sadece Allah’a mahsustur. Zümer 43 ve 44 açık ve seçik belirtmiş.

Hatta Müşrikler için sorun da buydu. Kureyşli Müşrikler Allah’a inanıyor, ancak araya şefaatçi olsun diye putları koyuyordu. İslamiyet Öncesi Allah inancı ve Arabistan yarımadasındaki din ile ilgili bu sitede ibadullah kaynak mevcut.

Peygamberin babasının isminin dahi Abdullah olması (Abdullah Allah’ın kulu demektir) bir örnek teşkil ediyor. (Site başyazarı ve yöneticisi A.KARA’nın bu konuda makalelerine bakabilirsiniz)

Pardon ne dediniz? Aracılar şefaat edebilir mi dediniz? Kuran’da var mı dediniz? Olamaz ki? Allah ile arasına şefaatçi koyanlar putperest müşriklerdi. Bizim dinimizde Allah ile kul arasına kimse girmez. Giremez. Biz dinimizi böyle öğrendik kusura bakmayın. Allah ile kul arasına peygamber dahi girmez diyen bizim hocalar değil miydi? İyi de o zaman bu yazıda daha önce bahsettiğim hadis patladı?

Ama bir dakika. O hadiste peygamberin şefaati söz konusuydu. Ben de tümden sapkın olup her şeyi çarpıttım. Objektif olmam lazım.


Toparlayalım. Zümer 43 ve 44 ışığında sadece Allah şefaat edebilir. Anladım.
Hadise göre peygamber şefaatçi olabiliyordu ki peygamber herkes değildir. O Rabbin elçisidir. Yusuf suresi de bu kapsamda mantıklı geldi şimdi.

O halde sadece peygamber/peygamberler şefaat edebilir. Her ne kadar Zümer ve 43 ve 44 olsa da orada bahsedilen hususu ben anlayamamışım demek ki. Yani hadise göre peygamber edebilir ama gerisi edemez. Yani hacılar ve hocalar şefaat edemez. Tamam, şimdi gönlüm huzurla doldu.

Ne? Var mı? Bakara 255’ mi? Ne diyor ki Bakara 255:
Allah ki, O’ndan başka ilâh yoktur (Sadece O vardır). Hayy’dır Kayyum’dur. O’nu ne bir uyuklama ve ne de bir uyku hali tutmaz. Göklerde ve yerde olan herşey O’nundur. O'nun izni olmadan, O’nun katında kim şefaat etme yetkisine sahiptir? Onların önlerinde ve arkalarında olanları (geçmiş ve geleceklerini) bilir. Ve O’nun lminden, O’nun dilediğinden başka bir şey ihata edemezler (kavrayamazlar). O’nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Ve o ikisini muhafaza etmek (yerlerin ve göklerin dengesini korumak, gözetmek), Kendisine zor gelmez ve O Alâ’dır (çok yücedir), Azîm’dir (çok büyüktür).

Yani Allah’ın izni ile biri ya da birileri şefaatçi olabiliyor. Hacılar Hocalar şefaatçi olabiliyor. İyi de Zümer 43 ve 44 böyle demiyordu? Ayetleri cımbızla seçmeyip tüm sureleri, hatta Kuran-Kerim’in bütünü ele alındığında da böyle anlam çıkmamalıydı. Çelişki mi var? Yok, zannetmem. Benim sapkın zihnim bunları algılayamadı o kadar.

Bakara 255’e göre şefaatçi olanlar kimler? Seçilme kriterleri neler? Onları kim nasıl tanıyacak? Kuran-ı Kerim ve hadislerde :”Şefaatçileri Tanıma Rehberi” olabilecek kıstaslar var mı?

Yahu beynim yandı. Konuyu Göz’den açtık, tedaviye para vermeyin. Yapın Duanızı geçsin dedik, konu şefaate kaydı.

Tam Zümer 43-44’e göre Allah’tan başkası şefaatçi olamaz dedik karşımıza Yusuf 93-96 çıktı. Ayrıca peygamberin şefaatçi olabildiğine dair sahih hadiste çıktı ki Göz tedavisinin sırrı bu hadiste idi.

Hadi peygamberler olabilir dedik karşımıza Bakara 255 çıktı ki peygamber haricinde başkaları da şefaatçi olabilirmiş onu öğrendik.

İyide Bakara 255 ile Zümer 43-44 birbiri ile çelişti?
O da benim cahilliğimden anlaşılamamış olsun.

Ben çıkamadım işin içinden. Şüphesiz apaçık zalimlerden olduğum için ve zır cahil olduğum için olabilir. Bu hususu size bırakıyorum. Sonuçta cımbızla seçip çarpıttığım ayetler ile sizin zihninizi bulandırmak istemem. Karar sizin. Benim gibi sapkın, apaçık ayetleri görüp de ibret alamayan bir zalim ehlinin deliliğine verin.

Amacım Göz organı ve tedavisi ışığında Din ile Bilim uçurumundan bahsetmekti, konu kaydı da kaydı. Sapkın ve cahil olduğum kadar yazarlıktan da anlamıyorum ki önceki yazılarımı okuyanlar bunu rahatlıkla anlayabilir. Bir türlü konuyu yakalayamıyorum (!). Hiçbir yazımda cevap üretmiyor, sadece saçma sapan sorular soruyorum.

Dedim ya, cahilliğime verin.
Her şeyi bir kenara bırakın. Neye inandığınız önemli değil. Sadece “Bir Dua” ile iyileşen kaç tane kör tanıyorsunuz? Kaç hastalığın iyileştiğine tanık oldunuz?

Kuran ve Hadisler ışığında iyileştiren duaları internette veya dini kaynaklarda araştırın bakalım böyle dualar var mı yok mu? Bunların hurafe olmayıp gerçekten dinde olduğunu göreceksiniz. İnkara kalkmayın. Unutmadan imkan bulursanız ayrıca tatbik edin. Bakalım sonuçlar neler olacak. Bunlar hurafe demeyin. Değiller. İnandığınız dine göre bunlar güvenilir ve sabit. Açın artık “GÖZ” ünüzü.
Sağlıcakla kalın.

Kaynaklar:
[1] Ahmed (4/138) Tirmizi : No 3578) Nesai es Sunenu'l Kubra (No 10419 10420) İbn Mace (No 1385) İbn Huzeyme-es Sahıhun (No 1219) Taberani el,Mu'cemu'l-kebir (9/No 8311-rivayetin merfu olan son bölümü), el-Mucemu,s-sağır, (er Ravdu-d Dani No :508 rivayetin merfu olan son bölümü)
[2] Kur'an (Yusuf 2,93,96, Zümer 43,44, Bakara 255)

Yazan: Demon Product

SÜMER'DEN BİZE KALAN BAZI GELENEK VE UYGULAMALAR

GF, din, sümer mitolojisi, Sümer ritüelleri, Sümer gelenekleri, Domuzun haram olması, Nevruz, Mezarlığın kökeni, Kurbanın kökeni, Marduk, Başörtüsünün kökeni, Kutsal sayılar, islamiyet, din ve mitoloji,mitoloji ve din
Sümer’den insanlığa kalan pek çok miras var ve bu sadece mitolojiyle de sınırlı değil.
Ancak bu içerikte Sümer mitolojisinden sadece sayılı örnek ele alınmıştır.

Sümer dini, önceleri tanrısız bir dindi. İnsanlar öncelikle büyük tabiat güçlerine taparlardı.
Büyük tabiat güçleri pasifti, yaratıcı güçten yoksundu. Bu tabiat güçlerine sonradan Tanrısallık biçilmiştir. İnsan aklı soyuttan somuta doğru gelişmiştir ve soyut şeyleri antik çağların insanları somutlaştırmak istemiştir. Bu somutlaştırmadan evvel,Tanrı kavramı yaratıcı olmaktan ziyade soyut olarak ‘enerjiyle’ ifade ediliyordu.
Örneğin Tammuz, bereket tanrısı olmadan önce ağacın ve bitkinin içindeki enerjiydi.
Bu somutlaştırma sürecinde Sümerler, o dönem en ileri oldukları astronomiden yararlanmıştır. İnşa ettikleri devasa Zigguratlar ile gökyüzünü gözlemektelerdi. Soyut ilahlarını, gökyüzünde keşfetmeye başladıkları cisimlerle özdeşleştirerek somutlaştırdılar.
Ay Tanrısı, Güneş Tanrısı, Rüzgar Tanrısı vs.

Sami Irktan olan Akadlar, M.Ö. 2500 yılında Sümer bölgesine yerleşiyor ve muazzam bir uygarlıkla karşılaşıp kendi inançlarını Sümer inançlarıyla harmanlıyor. Akadların, hem Batı hem de Doğu’ya doğru genişlemesiyle Sümer inançları denizci bir toplum olan Fenikeliler’e ve Filistin’e ulaşıyor. Fenikeliler vasıtasıyla da Antik Yunan ve Roma’ya…

Sümerlerin İnanna’sı; Semitik toplumların İştar’ı, Fenikeliler’in Astarte’si, Antik Yunan’ın Afrodit’i oluyor. Sümer’in Tammuz’u, Fenike’nin Adonis’i oluyor. Sümer’in Ninurta’sı, Yunan’ın Zeus’u oluyor. Kısaca, Sümer’de somutlaştırılan ne kadar Tanrı ve Tanrıça varsa bahsi geçen coğrafyalarda da versiyonları türetiliyor.

1. Nevruz: Kutsal Evlilik
“Nevruz bir Türk bayramı mıdır yoksa Kürt bayramı mıdır?” “Nevruz kimindir?”
Ülkemizde her yıl Nevruz yaklaşınca akla gelen ve bazılarının tatmin uğruna saçlamayarak cevapladığı bu sorunun cevabı: Nevruz bir Sümer ayinidir ve tüm toplumlara da Sümer’den yayılmıştır. Şöyle ki; Sümer’in en ünlü tanrısı Tammuz, bereket ve güneş tanrısıdır.

En ünlü tanrıçası ise, bereket, toprak ve ay tanrısı olan İnanna’dır.
Sümer’deki inanışa göre, soğuk ve zor geçen kışın ardından baharın gelişiyle her yıl 21 Mart tarihinde Tammuz ve İnanna evlenir.
Bu evlilik kışın bitişini, topraktaki bereketlenmeyi simgeler ve her yıl bu tarihte kutlanır.
21  Mart aynı zamanda gündüz ve gecenin birbirine eşit olduğu tarihtir.

Güneş tanrısı Tammuz, gündüzü; ay tanrısı İnanna geceyi simgeler ve bu geceyle gündüzün kavuşmasıdır.

Tammuz ve İnanna’nın birleşmeleriyle dünyaya bolluk, bereket ve yeşillik gelirdi, hayvanlar yavrulardı. Evlilik, güneşle alakalı olduğundan ayinde ateşin üstünden atlamakta vardır. (Ateş, güneşi simgeler.)

İlk defa M.Ö. 4000 yılında kutlanan bu evlilik, Mezopotamya ve Orta Asya’da Nevruz halini alıp zenginleştirilmiştir.
Hristiyanların Paskalyası ve Hıdrellez’in kaynağı da bu kutsal evliliktir.
Semitik toplumlardaki ‘cemre’ inancı da bu evlilikten gelir.


2. Gelin odasının süslenmesi
İnanışa göre, kutsal evlilik öncesinde Tanrıça İnanna yıkanır, annesi ile konuşarak ondan tavsiyeler alır, kapı arasından hediyelerin gelişini gözler. Daha sonra gelin odası hazırlanır ve çeyizler ziyaretçilere gösterilir. Ancak tüm bu hazırlıklar tamamsa Tammuz’un içeri girmesine izin verilir. 6000 yıldır bu evlilik töreni, o bölgede, bölge çevresinde ve Anadolu’da bu şekilde devam etmektedir.

3. Selvi ağacı, mezarlıklar ve Tammuz
Tammuz için metinlerde şöyle denir: “Bir yığın Haşur Ormanlarının arasında sen pırıl pırıl parlayan bir selvi ağacıydın ve senin bulunduğun yere sadece güneş gelebilirdi”.

Sümer tapınaklarında Tammuz’un sembolü olarak selvi ağacı dikilirdi. Tammuz, sular tanrısı Enki’nin oğlu olduğu için, tapınaklarda aynı zamanda havuz, su kuyusu veya çeşme de olurdu. Bugün mezarlıklarda selvi ağaçlarının olmasının nedeni, selvi ağacının “ebedi hayat”ı simgeleyen ‘hayat ağacı’ olmasıdır. Tammuz gerçek anlamda hiçbir zaman ölmez; ebediyete sahiptir.

4. Noel ağacı
Bir önceki maddede Tammuz hiçbir zaman tam olarak ölmez demiştim. Evet ölmez sadece derin bir uykuya dalar. Bu uyku, gecenin gündüze galip gelmeye başladığı tarihe denk gelir. Bu tarih gece ile gündüzün yıl içerisinde son kez birbirlerine eşit oldukları ekinoks tarihidir. Bu tarihten sonra gecelerin süresi, gündüzü geçer ta ki 21 Aralık’a kadar.
21 Aralık yıl içerisinde en uzun geceyi içerir. 21 Aralık’ta Güneş tanrısı Tammuz ‘ölür.’ 3 gün sonra ise gecenin kısalmaya gündüzün uzamaya başlamasıyla dirilir.
Bu diriliş 25 Aralık’ta kutlanır ve bu kutlamalarda Sümerler, bugün noel dedikleri ağaçları kullanır. Ağaçtaki süsler, her türden meyveyi ve bereketi simgeler; ağacın kendisi ise Tammuz’dur.

5. Tıbbın Sembolü
Yukarıdaki örneklerde hayat ağacının kendisinin Tammuz olduğunu görmüştük. Hayat ağacına sarılı iki yılan Tammuz’un iyileştirici özelliğini tasvir eder. Günümüz tıp çevrelerinde yaygın olarak kullanılan yılan sembolünün kaynağı da yine Sümer’dir.

6. Domuzun Haram Olması
Tammuz’un diğer adı -daha doğrusu bir başka söylenişi- Domuzi’dir. İnanca göre Tammuz ve onun bir sonraki versiyonu olan Adonis, vahşi bir domuz tarafından katledilir.

Domuzu mitolojide günahkar,dinlerde haram yapan bilinçaltında yatan ‘Tanrı katili’ sıfatıdır.
Ayrıca ekonomik açıdan, domuzun küçükbaş hayvanlar gibi göç edememesi ve dönemin şartlarınca yaz aylarında etinin sıcağa dayanamayarak çabuk bozulması da nedenler arasındadır.

7. Yere Düşen Ekmeğin Öpülmesi
Ekmeğin kutsallığı Sabiilerden gelir. Tammuz’un bir başka versiyonuna tapan Sabiilere göre ekmek çok kutsaldı. Öyle ki, buğdayın toplanması ve öğütülmesi zamanında Sabiiler ağlardı. Çünkü bu tarihler, Tammuz’un öldüğü -derin uykuya daldığı- günlere denk gelirdi.
Sabiilere göre, ekmek Tammuz’un etiydi. Tammuz, Sabiiler için ana geçim kaynağıydı.
Bu nedenledir ki, bugün Anadolu’da hala ekmek yere düştüğü zaman öpülür ve başa konur, ekmek ve buğday kırıntısına basmanın büyük günah olduğuna inanılır ve ekmek bıçakla kesilmez.

Çünkü, ekmek binlerce yıl önceki inanca göre bereket tanrısı Tammuz’un etiydi. Ekmeğe verilen önem bu coğrafyada hiç değişmedi. Elbette, Tammuz unutuldu, gitti.

(Ek olarak, Sabiiler’e göre ekmek Tammuz’un eti dedik. Şarap da barış ve şarap tanrısı Dionysus’un kanıydı. Her ikisi de dönemin insanları için ana geçim kaynağıydı. Hristiyanların Efkaristiya’sını açıklamak için yeterli bir kaynak.)

8. Kurban Ayini
Sümer’de tanrıları sevindirmek, istekte bulunmak, hastalıktan kurtulmak ve adakta bulunmak için, hasta veya sakat olmayan bir hayvan kurban edilirdi.
Kurbanları tapınak rahipleri keserlerdi. Kurbanın sağ kalçası ve iç organları Tanrılara takdim edilir, geri kalanı ise dağıtılırdı.

9. Mitolojideki İlk Tek Tanrı: Marduk
Marduk, Babil kentinin tanrısıydı ve Sümer’deki Tammuz’un Babil versiyonuydu. Babil şehrinin güçlenmesiyle birlikte o da güçlendi. (Mitolojide tanrılar, doğdukları şehre bağlıydı. Şehir güçlendikçe o şehrin -ya da devletin- kralı, kendi tanrısını da güçlendirmiş ve yaygınlaştırmış oluyordu.)

Marduk, M.Ö. 2000’de Kral Hamurabi tarafından Baş Tanrı olarak ilan edildi. M.Ö. 1600’lerde de Kral Buhtunnasr tarafından Tek Tanrı ilan edildi.
Marduk Tanrıların Tanrısı konumuna gelince diğer 50 tanrı, kendi güçlerini Marduk’a verir. Her bir gücün, özelliğin de ayrı ismi vardır. Böylelikle, Marduk’un 50 kadar ismi olur.
Marduk, kendisine güçlerini sunan tanrı ve tanrıçaları kendi hizmetine alır ve onlara sınırlı güç ve görevler atfeder. Böylelikle eski Sümer tanrıları, tek tanrının hizmetinde birer elçi, veli ve ilahi ögelere dönüşür.

Babil’in zayıflaması ve Asur’un güçlenmesiyle Marduk’un Asur versiyonu ortaya çıkar: Devlete de ismini veren Asur tanrısıdır. Ve zamanla Kabala öğretisinde kendine yer edinen bu tek tanrı inancı, modern yapısına Tevrat ile kavuşur.

10. Başörtüsü
Sümer’de, Babil’de (ve hatta erken Anadolu dönemlerinde bile) her genç kız evlenmeden önce tapınağa gider ve orada bir kere olmak üzere yabancı bir erkekle para karşılığı beraber olurdu. Bu parayı tapınağa bağışladıktan sonra tapınaktan ayrılabilir ve artık evlenebilirdi. Bu tür bir cinsel birleşme son derece kutsal sayılırdı (tıpkı Tammuz İnanna veya Kral-Baş Rahibe birleşmesinde olduğu gibi)
Bunu yapmadan genç kız evlenemezdi. Asilzadeler bile kızlarını kendi elleriyle bu tapınaklara getirmişlerdir. Çirkin kızların kötü bir kaderi vardı; bazen kendileriyle beraber olacak bir erkek çıkması için yıllarca tapınaklarda beklerlerdi.

Bunun dışında tapınak rahibeleri, bu kutsal fahişeliği sürekli olarak yaparlar ve tapınağa gelir sağlarlardı (ancak belirttiğim gibi, bu utanç verici bir iş değil son derece kutsal bir görevdi, onlara sokak fahişesi muamelesi yapılmazdı)
Bu kadınların diğer kadınlardan ayrılması için, başlarının bir şalla örtülmesi zorunluydu. Bu örtü, artık o kadının evlenebileceği anlamına geliyordu. Bunların haricinde kızların, cariyelerin ve fahişelerin örtünmesi yasaktı.

M.Ö. 1500 yıllarında Asur kralı, sadece evlenilebilir kadınların değil; evlenen ve dul kalan kadınlarında örtünmesini zorunlu kılmıştır. Böylelikle, üç büyük kutsal kitapta da geçen baş örtüsü adetinin kaynağının Sümer olduğu öğreniyoruz.

11. Kartal Figürü
Sümer’de güneşin farklı farklı şekilleri vardır. Sabah, öğle, akşam güneşinin; yaz, bahar, kış güneşinin farklı farklı isimleri, simgeleri ve tanrıları vardır.

Sümer’deki sabah güneşini de kartal simgeler. Sabah güneşiyle kartal; doğuşu ve yükselişi ifade eder. Kartal aynı zamanda batmayan güneşin temsilidir.

Sümer’den günümüze kadar özellikle devletler tarafından bu simge kullanılmıştır. Kartal, pek çok devlet için gücün sembolü olmuştur. (Roma, Selçuklu, günümüzde ABD vs.)

12. Kutsal Sayılar
Sümerliler, gökteki 12 burcu ilk kez keşfeden uygarlıktır. Sümerlilerin bir gün 12 saatten oluşuyordu ama 1 saatleri bizim 2 saatimize eşitti; yani toplamda yine 24 saatti. İsa’nın 12 havarisi, bu burçları temsil eder. Sümer inancına göre, burçlarda birer tanrı otururdu ve güneş tanrısı bu burçları ziyaret ederdi (her 2150 yılda bir güneş başka bir burca denk gelirdi ve Sümerliler bunu hesaplamışlardır)

Bugün Yahudilikteki ve Hıristiyanlıktaki 7 kollu şamdan, Sümer’in meşhur ağacını ve yedi seyyareyi temsil eder. Tek tanrılı dinlerdeki cehennemin 7 kapısı, Sümer’in yer altı dünyasının 7 kapısı olmasından gelir.

Sümerlerde sayı sistemi 10’luk değil; 60’lıktır. En büyük rakam 60, en büyük tanrının rakamı da 60’tır. Ay tanrısının rakamı ise, 30’dur.
(Ay Dünya etrafındaki dönüşünü yaklaşık 30 günde tamamlar.)

Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Kaynak:
Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni - Muazzez İlmiye Çığ (Sümerolog, Tarihçi ve Dil Bilimci)

Yazan: Gregoire de Fronsac

ALLAH İLE NAMAZ PAZARLIĞI

A, din, islamiyet, Allah ile namaz pazarlığı, Miraç öncesi namaz, Namaz vaktinin düşmesi, 50den 5e inen namaz, Miraç'ta Muhammed'in Musa'ya uğraması, İslam çelişkileri, Kuran çelişkileri, Miraç olayı
Bilindiği üzere Müslümansanız miraç olayına inanmak zorundasınız. Miraç olayının en önemli hadisesi 50 vakit olan namazın 5 vakte düşürülmesidir.

Şöyle ki, inanışa göre Muhammed, miraç sırasında Musa'ya uğruyor (yorumsuz) ve namaz sayısının düşürülmesi böylece başlamış oluyor.

Bu görüşme sırasında Musa, Muhammed'e Allah'ın ümmetine neyi farz kıldığını soruyor. Muhammed'de 50 vakit namazın farz kılındığını söylüyor (oldu olacak hiç yaşamasınlar, sanırım Allah o sıralar insanları yaratıldıklarına pişman etmeyi planlıyordu...)

Musa 50 vakit namazı duyunca Muhammed'e "Rabbine dön ve eksiltmesi için ricada bulun, ümmetin gücü buna yetmez" diyor (zaten makine olsa dayanmaz).

Bunun üzerine Muhammed dönüp Allah'a bu sayıyı düşürmesi için yalvarıyor ve Allah 10 vakit namazı indiriyor, yani geriye kaldı 40. Sonra nedendir bilinmez, Muhammed tekrar Musa'nın yanına dönüyor ve ona Allah'ın 10 vakit düşürdüğünü haber veriyor. Haberi alan Musa, "Tekrar dön ve niyazda bulun çünkü Müslümanların gücü buna da yetmez" diyor.

Buradan sonrasını yazmaya kalkarsam bir nevi tekerleme okuyor gibi hissedebilirsiniz çünkü namaz sayısı 10 vakte düşünceye kadar, Muhammed sürekli Musa'ya uğruyor ve oradan tekrar Allah'a gidip yalvarıyor ve Allah her gidişinde 10 vakit düşürüyor namaz vaktini.

En son düşe düşe namaz vakti sayısı 10'a düşüyor ve Muhammed tekrar Musa'ya namaz vaktinin 10'a indiğini söyleyince Musa "Ümmetin buna da güç yetiremez" diyor.

Muhammed tekrar namaz vaktinin indirilmesi için Allah'a yalvarınca Allah:
"Benim katımda hüküm değişmez, Onlar her gece ve gündüzde 5 vakit namazdadır. Her namaz içinde 10 ecir vardır ki bu da 50 namaz eder" diyor.


Böylece Muhammed tekrar Musa'nın yanına dönüyor ve "5 vakit namazla emrolundum" diyor.
Bunun üzerine Musa "Ümmetin her gün 5 vakit namaza da güç yetiremez, ben senden önce İsrail oğullarını çok tecrübe ettim, bilirim." diyor ve Muhammed'e tekrar Rabbinden ricada bulun diyor (Bilemiyorum ama bana Musa'nın namaz kılası yok gibi geldi).
Muhammed'de cevap olarak Allah'a zaten çok niyaz ettiğini, bir daha niyazda bulunmak konusunda utandığını söylüyor (Sîre 2/50) ve böylece namaz vaktinin sayısı en son 5 olarak kalıyor.

Şimdi bu konuyla ilgili sizlere bazı sorularım var:
  • Muhammed insanların gücünün yetmeyeceğini neden bilemiyor da sürekli gidip Musa'ya anlattıktan sonra, Musa'nın yönlendirmesi ile tekrar gidip Allah'a yalvarıyor?
  • Muhammed, Musa söylemese "neden 50 vakit namaz çoktur" diye düşünemiyor?
  • Muhammed neden sanki tekrarlanan bir bant kaydı imiş gibi sürekli Musa'ya gidip inen vakit sayısını söylüyor ve Musa'dan bir nevi onay bekliyor?
  • Her şeyi öngören Allah 50 vakit namazın insanlara ağır geleceğini bilemiyor mu? (Kim olsa bilir)
  • Allah neden geleceği, olan ve olacak her şeyi bildiği halde, yani Muhammed'in gelip ona ümmeti için yalvaracağını, defalarca git-gel yapıp tekrar ve tekrar niyaz edeceğini bildiği halde 50 vakit namazı farz kılıyor?
  • Yine aynı sebepten ötürü, neden namaz vakitlerini her seferinde 10'ar 10'ar düşürüyor Allah? Bunun da insanlara ağır geleceğini bilemiyor mu?
  • Yoksa ilk başlarda bu ibadeti uygulamaya çalışan insanların ayaklarının şişip patlaması, acılar çekmeleri ve Muhammed'in gelip sürekli Allah'a yalvarması Allah'ın hoşuna mı gidiyor? Bu egoist bir tavır değilse nedir?
  • Bu olay size de açıkça, bariz bir şekilde insan ağzından yazılan bir hikaye gibi gelmiyor mu?

Tarafsızca - dürüstçe söyleyin, benzer bir olay eğer Yahudi veya Hristiyanların külliyatlarında, kitaplarında geçseydi "bu ne saçmalık" demeyecek miydiniz?
Körü körüne, sıkı sıkıya, anne-babanın yoğurup büyüttüğü şekilde inanmak yerine, Muhammed'in tanrısının aslında Muhammed'in kendisi ve hayal dünyası olduğunu ne zaman anlayacaksınız?

Kaynaklar:
Buharî, Bed'ü'l-Halk 6, Enbiya 22, 43, Menakıbu'l-Ensar 42; Müslim, İman 264 (164); Tirmizî, Tefsir İnşirah (3343); Nesâî, Salat 1, (1, 217-218)
(Sîre, 2/50)
Müslim, İman: 263; Ahmed Naim, Sahih-i Buharî Muhtarası Tecrîd-i Sarih Tercemesi. (Ankara: Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, 1981), II/277.
Bedrüddin el-Aynî. Umdetü’l-Karî Şerhu Sahihi’l-Buharî. (Beyrut: İhyâü’t-Türhasi’l-Arabî), IV/48.

Yazan: A.Kara

CUMA GÜNÜ VE KUR'AN'DA KADININ ŞAHİTLİĞİ

MT, din, islamiyet, Kadınlar neden Cuma'ya gitmezdi, Kadının şahitliği, 2 kadının şahitliği, İslamiyet öncesi kadın, Tanrıçalar dönemi, İmamenin onayı, Bakara 282, İslamda kadın,
Yazdıklarım düşündüklerimden ibarettir. Ve çok derin olmasına rağmen yazıya kısa kısa yazarak sığdırmaya çalışıyorum. Neyse, bu günkü yazım cuma günü ve namazı üzerine olacak.

İslam toplumunda genelde cuma günü camiye sadece erkekler girer ve sadece erkeklere hitap edilir. Bu durum normaldir.

Karışık ama basit terimler kullanıcam.
Kutsal kitaplar yazılana kadar kadın tanrıçalar dönemi geçerliydi (Mö 1300 ve ms 610 yılına kadarki bölüm). Kutsallık (ilahilik) , kadının elindeydi. Bu bir üstünlük değil doğanın bir kanunuydu.

Aslında cuma günü politik, sosyal, kültürel, spiritüel/ruhsal, ve astroloji toplantısı günüdür, bir tür senato toplantısı veya haftalık ritüel denebilir. Öncesinde bazı ibadetler (farz) yaşanır tabiki. Fakat sonrasında bazı konular ele alınırdı. İmamlıkta (özel imam yeri camideki) imame kadın ve yanında mutlak bir genç bayan olurdu. Yani her günkü cuma namazında mutlaka iki kadın şahit olmalıydı. Bu iki kadın (imame ve yardımcısı bayan) toplumun öncülüğünü yapıyor ve tüm bilimsel çalışmaları halktan dinleyerek anlatılanlara şahit olurdu.

Fakat, bugün Kuran'ı Kerim'de iki kadının şahitliği ile ilgili ayet var, bende tam oraya geleceğim:  Bakara suresi 282 ayete.

Orda iki kadının mutlak şahitliğinden ve hatırlamak-zorlanmak gibi durumlardan bahsediyor çünkü toplumun en yaşlı kadını imameydi ve mistik-ruhsal anlamda en yetkili kişi idi. O yüzden genç kadınlar kolluk kuvveti olarak yanında yer alırdı.

2/BAKARA-282: "Ey iman edenler! Belirlenmiş bir süre için birbirinize borçlandığınız vakit onu yazın. Bir kâtip onu aranızda adaletle yazsın. Hiçbir kâtip Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu gibi) yazsın. Üzerinde hak olan kimse (borçlu) da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza göstereceğiniz şahitlerden bir erkek ile -biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması için- iki kadın (olsun). Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. Büyük veya küçük, vâdesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda siz..."

Yukarıda gördüğünüz gibi diyanet ve diğer yalancıların çevirisi iki kadının şahitliği bir erkeğe bedeldir diye bahseder, kesinlikle yanlıştır! Bu iki kadının şahitliği olmadan ülkenin, şehrin,  kurum kararları alınamazdı. Bu o dönemde bulunan mistik bir kuraldı.


İki kadın huzurunda tartışılmamış ve karara bağlanmamış hiç bir olay, toplumsal kural olarak kabul edilmezdi. Kesinlikle imameler  (2 kadın) huzurunda tartışılmamış hiç bir yasa geçerli değildi.
Bu iki kadının şahitliği ve mührü olmadan anlaşmalar imkansızdı.

Yani bırakalım kadının kabul edilmeyen şahitliğini, tam tersine iki baş imamenin şahitliği yoksa hiç bir antlaşma kabul olunmazdı. Tabiat kanunun üzerine kurulan ve yaşanmış bir dönemde bir tür aile  içinde annelerin kutsal olduğunu belirten olgular olarak düşünmenizi istiyorum.

İnsanlık düşüncelerini farklı ve çok boyutlu dünya düzenine alıştırarak bu krizden çıkabilir. Ben dünyayı binlerce tanrının ve tanrıçanın yaşam stilini anlamaya çalışarak geçirdim. Ve yaşanmış olayların günümüze nasıl ışık olabileceğini sorguladım.

Peki bu camilere niye kadınlar gitmiyordu??
Çünkü çoluk çocuktan ve toplumsal düzenin anneye verdiği sorumluluktan dolayı kadına zaman kalmıyordu. Birde yemek kültürü vardır, ana eli değmeyen hiç bir yemek yenmez, böyle bir günde aile içindeki kadın en kutsal bölümdedir. Zaten baş imame kadın olduğu için kadınlar rahattı çünkü en fazla dedikodu yoluyla bir birine haber taşıyan telefondan bile hızlı, düşünün kadınlardılar.

Erkeklerde camilere sadece evin temsilcilik görevini yapan kişiler olarak giderdi. Kadın anne olduğu gibi bir aşçıdırda ve kültürel olarak bütün boyutların parlak güneşidir. Yani Cuma'ya gitmeye gerek yoktur kadın için. Genç kız ve erkeklerin  ise dünya umurlarında değildi nerde bir eğlence-bayram varsa oradaydılar.
Ticaretteyse zaten evin ekonomisi kadında, hanımağa misali.
Muhammed'in karısı Hatice örneği yeter sanırım. (Bahsetmiştim önceki yazılarımda).

Şimdi bizlerin, zamanın ne kadar gerisinde olduğunu (kendi düşüncem) ve aslında bu zamana ulaşılmasını mümkün kılan bir güzergah matematiksel olarak mümkün, sıfır noktasında olduğumuzu belirtebilirim. (Sufiler),  gecmisten gelip geleceğe giden zamanı durdurup içinde bulunduğumuz anı keşfetmeliyiz, cehennemden korkmayın ben yanarım yerinize.

Buda düşündüğümüz düzene farklı boyutlarından bakabilmektir, daha iyi bir dünya düzenine ulaşmanın yolunu üstlenmektir.  Buda sorumluluk gerektirir.

Kimseye akıl vermek veya yol göstermek haddim değildir. Şimdi bugünkü düzen o döneme uygun olmak zorunda diye bahsetmiyorum bunlardan. Sadece tarihten öğrendiklerimi ve doğru bulduğumu düşündüğüm ve hayal gücümün bana verdiği özgüvenle sorguluyorum. Birde yaşadıklarım, tecrübelerim.

Sonuç; eğitimden tut sanata kadar nasıl bir zihniyetin altında kandırıldığımızı düşünüyorum. Bırakalım imam hatipleri, ilahiyat fakülteleri bile kaldırılmalı, mesele bu kadar ciddi. Hepsine verecek ve ikna edecek bir cevabımız var.
Dünya boştur boşlukları doldurmak üzere.

Yazan: Metin T.