HABERLER
Dini Haber
sizden gelenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sizden gelenler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ALLAH'IN ÇOCUK ÖLDÜRMESİ (ÖLDÜRTMESİ)


ALLAH'IN ÇOCUK ÖLDÜRMESİ (ÖLDÜRTMESİ)

Kehf süresi 66-81 Ayetlerine göre Musa ile Hızır bilge bir yolculuğa çıkar yolculuk sırasında Hızır bir çocuğun ileride hayırsız olacağını düşündüğü için yaşam hakkını elinden alır bu olay kuranda ibret bir hikaye olarak anlatılır;

65-“Nihayet kullarımızdan bir kul buldular.”
Cumhura, yani ekser âlimlere göre bahsi geçen zât Hz. Hızır'dır.

66-“Musa ona:“Doğru yola sevk edici olarak sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.”
67-“Dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.”
68-“İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?”
69-“(Musa) dedi: İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim.”
70-“(Hızır)dedi ki: O halde bana tabi olacaksan; ben sana anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”
71- “Böylece yola koyuldular.”

74-“Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında(Hızır) onu hemen öldürdü.”

فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا

Ayette geçen (ف fe), çocuğu görür görmez hiç beklemeden, sorgulamadan öldürdüğüne delâlet eder.
“(Musa) dedi: Kısas olmadan masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın.”
Çocuk küçüktü, henüz ergenlik çağına ermemişti.

Bir süre yol kat ettikten sonra Hızır Musa'ya çocuğu neden öldürdüğünü açıklar ;

80- “Çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi.”
“Onları bir tuğyan ve küfre sürüklemesinden korktuk.”

Çocuğun anne-babasına tuğyan ve küfrü;
-Onların hukukunu çiğnemesi, -Aynı evde iki mü’min ve azgın bir kafir olması,
-Anne-babanın çocuğun etkisi altında kalarak dinden dönmeleri

Hz. Hızır'ın böyle durumlar olabilmesinden korktuğunu söylemesi, Allah'ın bildirmesine bağlı bir durumdur. Ayetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden değil, ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki görülmüyor mu? Yani Hızır'a çocuğu öldürmesini Allah emretmiştir. Yani burada sözde özgürlüğün ve barış dininin tanrısı Allah diyor ki: bu çocuk büyüyünce anne ve babasını yoldan çıkaracak, onları kafir yapacak bu yüzden bu çocuğu öldür. Peki Hz. Musa yaşanan olaya neden itiraz etmemiştir? Aslında bunun için 2 yorum mevcut. İlki direkt yazılan yazıyı red eden biçimde. Onun çocuk olmadığını suçlu bir ergin olduğunu söyler. Oysa ki Kuranın bütün tefsirlerinde bu olay ergenliğe girmemiş bir çocuk üzerinden gerçekleşmiştir. Yani bu düşünce hem ayeti hem de Kur'an'ı red eden bir düşüncedir. İkinci düşünce ise bu isteğin Allah tarafından geldiği için itiraz etmediği yönünedir. Bu şekilde yorumlarsak bile kuranda geçen sözde ahlak, evrensel şeriat ve adetlerine ters düşmektedir. Aslında kuran kendi içerisinde kendini çökertebilen bir kitaptır. Madem çocuğu öldürecekti sözde sonsuz güçte olan Allah bu çocuğun ne olacağını bildiği halde neden yarattı, kötü biri olacağını biliyordu. Neden onu iyiye yönlendirmeye çalışmadı? Hadi buna karışmıyor diyelim - aslında karışılan çok fazla kişi ve olay vardır - hani İslam dininde zorlama ve baskı yoktu? Hani diğer dinlere ve inanlara saygı ve sevgi vardı?

81-“İstedik ki onların Rabbi onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin.” Denildi ki: Onların bir kız çocuğu oldu, bu çocukla bir peygamber evlendi.
Bunların çocuğu da bir peygamber oldu, Allah bununla bir millete yol gösterdi.

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? “ (Yunus Suresi, 99)


Madem insanları istediği gibi iman ettirebiliyorsa çocuğu iman ettirmek yerine neden öldürüp yerine daha hayırlı bir çocuk doğurttu?

Görüldüğü gibi bu ayetler Allah'ın kötü bir tanrı olduğunu, kandan ve ölümden beslendiğini ve sonsuz güçte bir tanrı olmadığını kanıtlar. Kuranda bu ve bunun gibi birçok ayet vardır.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Ekoman

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?


KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?

Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!

Öncelikle bahsetmemiz gereken konu başlıklarını bir sıralayalım:
1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı zaman ve vahiy süreci
2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği
3. Kuran’ın derlenişi

1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci

40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.

Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.

Hz. Aişe’nin bir rivayeti de şöyle:
"Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için azık tedarik ederdi."

 Gelen İlk Vahiy

Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.

Kendisine geldiğinde karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve sonrası şu şekildedir:

"Oku" Dedi. Muhammed:
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı.

-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).

Meleğin arkasından Muhammed de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:

"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku içinde evine vardı.

Eşi Hatice'ye:

"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.

"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."

Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir battaniye/örtü getirmesini ister.

Dinlendikten sonra eşine durumu anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan Varaka’ya götürür.

Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç şeyden bahsetmek istiyorum:
Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir. Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti? Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını istiyorum.

Devam edecek olursak:

Hatice daha sonra Muhammed’i, amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten sonra:

"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.

Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş çevre tarafından duyulmasıdır.

Yapılan ilk açık davetten de kısaca söz edecek olursak eğer:

Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti 6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.

Uzun uzun maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim olabilirsiniz.

Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb. kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.

2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?

İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.

Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin kaydedilmesi emrini vermiştir.

Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine) sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.

Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte vahiy gözden geçiriliyordu.

Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.

Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)

Birçok kaynak olmasına rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.

Şu ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl eğlenceli kısma yeni geliyoruz.

3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)

Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)

Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.

Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:

Kuran’ın derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler, dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’ tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme kararı alınıyor.

Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.

Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.

Zeyd:
"Ebu Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."

Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:

"Kuran (ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat) suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında bulamamıştım bu parçayı"

Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’ cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek olursak:
  1. Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın, Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den" dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)

  2. Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd." (Buhari.)

  3. Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde, Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi: 'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)

Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat yine de ayeti kabul edilmişti.

Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı Hafsa’ya verildi.

Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.

Osman döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi okumamız gerek:

Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"

Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e, Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.

Osman: "(Medine'li) olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir."

Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)

Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık. Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.

Şimdi tekrar bahsetmemiz gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:

Oysa, asıl kuşkulara yol açan, esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?

Buraya tekrar değinme sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı. Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.

Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama ve “teşkil” bulunmamaktaydı.

Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.

Muhammed Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:

Ibn Ömer diyor ki: "Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)

Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.

Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer: Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.

Örneğin, Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara 285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.

Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere yollandığından bahsetmiştim.

Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.

Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye, Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e gönderilenlerden de söz ediliyor.

Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları bulunmakta.

Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara 1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:

"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim.

Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.

Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki "fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de görülebilir.


Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir.

Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.

Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?

SİZDEN GELENLER | Yazan: Kaptan Totototo

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

PANDORA'NIN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ ♀


PANDORA'NIN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ

Öncelikle kendi hikayemi paylaşmama beni teşvik eden diğer paylaşımcılara teşekkür etmek istiyorum. Onları dinlerken ne kadar benzer hikayeler olduğuna şaşırıyorum.

Ben büyük aile bireyleri ile birlikte yaşanan bir evde büyüdüm. Bahsettiğim kişiler babaannem ve dedem. Annem ve babam aslında modern insanlardı ama babaannem ve dedem son derece muhafazakarlardı. Babam işi sebebi ile sürekli yurt dışında yada şehir dışında olurdu. Biz de annemle babaannem ve dedemle kalırdık. Annem kendisini babamın ailesine kabul ettirebilmek için kendinden bazı tavizler vermiş, evlenmeden önce yaşadığı hayatı değiştirmişti. Babaannemle ev sohbetlerine ,çeşitli dini konuların abartılı ve gerçek dışı şekilde konuşulduğu kadın toplantılarına katılıyor, tabı bu sırada beni de götürüyordu.

Ben baş örtülü olmayı bir mecburiyet olarak görüyor, açık olan yada biraz rahat giyinen kişilerin cayır cayır yanacağına inanıyordum. Büyüyünce en çok istediğim şey kapanmak ve anne olmaktı. Dini baskı ve hurafeler ile çocukluk yaşadım. Cinlerin beni gece aynaya baktım diye çarpabileceğine, saçlarımın görünmesi sebebi ile cehennemde saçlarımdan asılacağıma ,iç çamaşırımın bir erkek tarafından görünmesi sebebi ile çocuğumun onun bunun çocuğu olacağına falan inanıyordum.

Her sene mahalledeki caminin Kur'an kursuna katılıyordum. Dini olan her şeyi sorgu ve sualsiz doğru kabul ediyordum. Hatta çocuk yaşlarımda bile akranlarımın din konusundaki bilgi eksiklikleri beni rahatsız ediyordu. Kardeşim doğana kadar evin şımarık tek çocuğu olarak bu süreç böyle devam etti. Bir erkek kardeşim oldu ve onun büyümesi ile bazı şeyler gözüme batmaya başladı. Mesela benim akşam ezanından sonra dışarıda olamazken kardeşimin benden küçük olmasına rağmen dışarıda kalabilmesi. Ya da bana sürekli oranı buranı kapat baskısı yapılırken kardeşimin istediğini giyebilmesi gibi. Bu tip sorular ile kendimi karıştıramazdım ,çünkü herkesin bildiği üzere dini çok sorgularsak delirirdik. Yani din ile ilgili insanı bir şeyler rahatsız etse bile bunu kendine itiraf etmesi çok kolay olmuyor.

Lise çağlarımda arkadaşlarıma dini konularda bilgiler veriyor hayatımı dine göre yaşayabildiğim kadarı ile yaşıyordum. Arkadaşlarıma kadınların yüksek sesle konuşup gülmesinin günah olduğunu söylüyordum. Felsefe öğretmeninin din konusundaki sözlerini içten içe hırçınlıkla dinliyordum ve dine inanmayan herkesten nefret ediyordum. Fakat bir süre sonra felsefe öğretmenim benim senelerdir kendime bir sorup bir caydığım kadın erkek eşitliği konusuna değindi. O gün içimde bir sevinç oluştu çünkü beni senelerdir kemiren bu konunun başka biri tarafından da dile getirildiğini görmüştüm. Bu andan sonra biraz daha düşündüklerimi dile getirebilir olmuştum. Tabi öyle her ortamda konuşamazdınız, uygun koşulların ve kişilerin olması gerekiyordu. Ailemizin çevresindeki kolu komşu yada akrabalar benim bu düşüncelerimi asla bilmemeliydi. Onlar kızlarını hafız olsun diye yatılı kurslara gönderiyor, hatta babamı beni pozitif bilimler okumaya zorladığı için kınıyorlardı. Bir de benim din ile ilgili soru işaretlerimin olduğunu öğrenirlerse anne ve babamı zor duruma düşürürdüm.

Derken üniversiteye başladım ve biyoloji bölümünü seçtim. Üniversitenin ilk yıllarında da okulda misyonerlik yaptım maalesef. Üniversitede bazı arkadaşlarıma Kur'an okumayı öğretmişliğim bile vardı. Bazı arkadaşlarımla din ve bilim arasında seviyeli tartışmalar yapardık ve ben dini daha iyi savunabilmek için mealler ve tefsirler okumaya başlamıştım. Sürekli yanma korkusuyla görmezden geldiğim sorularım daha beter bir şekilde gözüme batmaya başlamıştı. Çünkü Kur'an'ın doğru düzgün kadınlara hitap etmediğini görmüştüm. Kabullenemediğim ve ağlayarak diğer meallerde nasıl yazıldığını araştırdığım ayetler oldu. Dinimin bana biçtiği rol çocuk bakıp iffetimi korumaktı, bu kadar. Evlenme yaşı ,çoklu evlilik, örtünme, miras hakkı, şahitlik gibi konulardaki adaletsizlik alenen yazıyordu ve bunlar adaletli olduğu söylenen bir tanrı tarafından yazılmıştı.
Zaten biyoloji gibi bir bölümde okuyup da din ile bilimi aynı anda yorumlamaya çalışmak çok zor bir süreç. Bir taraf sana doğanın düzenini ve gerçekliğini tüm açıklığı ile anlatıyor diğer taraf ise sorgulamaman gerektiğini, asla varlığından emin olamayacağın kavramlara inanmanı bekliyor. Bir de meallerde kadınlar hakkında yazan sürekli itaate ve acizliğe yönelik ayetler beni iyiden iyiye dinden soğutmaya başlamıştı. Bilimde kadın ve erkek bir düzenin iki eşit parçasıydı, din ise erkeklerin kadınlardan üstün kılındığını söylüyordu, tıpkı Nisa 34'deki gibi. Bu ikilem içinde içimde yavaş yavaş bilim gerçeklikleri daha ağır basmaya başladı. Arkadaş ortamımda her dinden her etnik kökenden insan olması ile daha farklı bakış açıları ve dine yönelik daha başka sorular gördüm. Sadece kendi aklıma takılan sorulardan sıyrılıp onların paylaştığı sorular üzerine de kafa yormaya başladım ve dinler ile ilişkim tamamen koptu diyebilirim.

Velhasıl ben şu an 28 yaşındayım, babaannem hala ne zaman başımı kapatacağımı soruyor.​Evlendim, eşim özgür düşünceli ve kadını sindirerek kendini yücelttiğine inanmayacak kadar akıllı biri. Kardeşimi ben büyüttüm sayılır, ona kadın erkek eşitliği ve bu düzenin oluşması için onun nasıl bir adam olması gerektiğini anlattım. Şimdi benden çok daha eşitlikçi, kadınların fikirsiz ve eğitimsiz bırakılmamaları ve sosyal hayattan soyutlanmamaları gerektiğine inanıyor. Benden yaşça küçük kadınlarla bu konuyu özellikle konuşuyorum. Dine inanmak isteyen inansın ama o sadece bir inanç ve biz gerçek bir dünyada yaşıyoruz diyorum. Sen hayatının kalanında eşine, babana ya da herhangi bir erkeğe fikren ,fiilen yada maddi olarak bağımlı yaşamayı ya da onlardan aşağıda görülmeyi kendi insanlık onuruna açıklayabilecek misin diye soruyorum. Burada demek istediğim şey kadınların erkeklerin arkalarından yürümeleri gerektiği, yetişkin bir kadının bile bir erkekten izin almadan bir yere gidemeyeceği, cinsel anlamda erkek her istediğinde ona karşılık vermek zorunda olurken erkeğin kadına karşı aynı mecburiyette olmaması ,kadının erkeğe itaat etmek zorunda olması gibi konulardır.

Diyeceğim şu ki bir insanın aydınlanması ve gözünü açması aslında neleri beraberinde getiriyor. Bir çok insanın dini sebeplerle kendini ifade etmekten geri durduğunu görebiliriz. Bu kadın ya da erkek fark etmez. Dinin hayatlarımızda bir çok şeyi yaşamamıza engel olduğu çok açık. Din insanlara iyiliği güzelliği öğretmiyor, sadece yüzyıllar önceki toplumsal anlayış içindeki rolleri günümüzde de sürdürmemizi istiyor. İnsanlar sadece dindar olunarak ahlaklı ve iyi bir insan olunabileceğini düşünüyor. Çünkü onlara göre dinin temeli iyi insan olmak. Ben insanların iyi, vicdanlı ve adil olabilmek için bir dine inanmak zorunda olduklarını düşünmüyorum. Aklın ve özgür düşüncenin toplumları daha yaşanabilir kılacağına inanıyorum ve dinler özgür düşüncenin karşısında birer engel.

Bana fikirlerimi ve hikayemi paylaşabilmem için imkan sağladığınız için çok teşekkür ederim. Yaptığınız işe ve dönüşümünü anlatan herkese çok saygı duyuyorum. Güzel günlerimiz olsun, hoşça kalın..

SİZDEN GELENLER | Yazan: Pandora

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)