HABERLER
Dini Haber
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarih etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

DRUİDLER (KELT RAHİPLERİ)

Druidler, Kelt ırkının ve geleneklerinin koruyucusu olan bir rahipler (ruhban) sınıfıydı. Kendi toplumları içinde bilgi ve bilgelikleriyle büyük saygı gören ve neredeyse her sözleri kanun kabul edilip yerine getirilen Druidler aynı zamanda çok güçlü birer büyücüydüler. Başta Julius Caesar olmak üzere pek çok Romalı yazarın anlattığı Druidler, kimilerine göre doğanın koruyucuları kimilerine göre de insan kurban eden gözünü kan bürümüş vahşilerdi. Hangi görüş doğru olursa olsun hem Galya’da hem de Britanya Adasında Kelt halkının istilacılara karşı durmasında en büyük rolü oynadıklarını ve yok edilmelerine kadar Kelt birliğinin en sağlam teminatı olarak kaldıklarını kabul etmemiz gerekmektedir.

Bir başka Romalı yazar Diodorus Siculus MÖ. 1 yy’da yazdığı “Bibliotheca Historia” isimli eserinde Druidler hakkında şöyle yazmaktaydı: "Bunlar geleceği kuşların uçuşuna bakıp ötüşlerini dinleyerek ve kutsal saydıkları hayvanları kurban edip iç organlarıyla kanlarının akışına bakarak tahmin ederlerdi. … çok önemli bazı meselelerde ise insan kurban ederlerdi. Önce kurbanın göğsünü ve karnını bir hançerle yararlar, iç organlarının dökülüşü ile kanının akma biçimine göre geleceği okurlardı."

Druid inancının en belirgin özelliklerinden biri de ruhun ölmezliği ve göçüne inanmalarıdır.  Caesar’dan öğrendiğimize göre Druidler bütün eğitimlerini ruhun yok edilemezliği ve bulunduğu beden öldükten sonra bir başka bedene geçtiği düşüncesi üzerine şekillendirmişlerdir. Bu inanca sahip olmak onlar için ölümün bütün korkunçluğunu yok etmiş ve insanı olabilecek en cesur hale getirmeyi mümkün kılmıştır.
Aynı konuda Yunan kökenli Romalı tarihçi Lucius Cornelius Aleksander Polyhistor MÖ. 1 yy’da şöyle yazmaktadır: "Galyalılar arasında insan ruhunun ölümsüz olduğuna ve bulunduğu bedenin ölümünden belirli bir süre sonra başka bir bedene geçtiğine dair Pythagorasçı bir inanç karşımıza çıkmaktadır." Polyhistor Druidleri filozof olarak görmekte ve ruh göçü inançlarını Pythagoras’tan almış olduklarını düşünmektedir. Bunun dışında Druidlerin astronomiye büyük önem vermiş olduklarını, yerin coğrafi durumu, doğa felsefesinin farklı alanları ve dinle ilgili problemleri incelediklerini yine Caesar’dan öğrenmekteyiz.

Druidler Kelt toplumu içerisinde otoriteleri kesinlikle sorgulanamayan yol gösterici bilge kişilerdi. O kadar etkiliydiler ki Diodorus ve Strabo’dan ayrı ayrı öğrendiğimize göre savaşmak üzere olan iki ordunun arasına girip savaşı bitirme gücüne bile sahiptiler. Strabo Druidler için insanların en adil olanları demektedir. Caesar da onların kökenlerini klasik Roma düşüncesine göre Tanrı Jüpiter’e dayandırmakta bir mahsur görmemiştir.

Druidler üzerine pek çok eserde bahisler bulunmasına rağmen ismi verilerek herhangi bir klasik metinde kendisinden bahsedilen tek Druid’e Cicero’nun De Divinatione adlı eserinde rastgeliriz. Cicero Galya’daki kahinler ve kuş falcılarından bahsederken Haedui Kavmi’nden Diviciacus’u bir Druid olarak tanıtır.

Kelt toplumunda çok önemli bir yere sahip olan Druidler pek çok farklı görev ve yetkiye sahiptiler. Öncelikle yargıç konumundaydılar, üstün güçleri ve bilgileri sebebiyle şifacı ve kahindiler, bütün dini meselelerin tek otoritesi olarak bilgin-rahip, kadim bilgilerin sahibi olarak eğitimci ve sezgilerinin gücüyle de kral-seçen kişiydiler.

Druidler kendi aralarında da üç farklı kategoriye ayrılmışlardı. Buna göre;
  1. Ozan Druid: (Bard) Müzik, şiir ve sanatsal yetenekleri ile ön plana çıkanlar;
  2. Büyücü Druid: (Ovates veya Vates) Öncelikle sezgi gücü ve büyü yetenekleriyle şifacılık, astroloji ve kehanet konularında yetenekleriyle ön plana çıkanlar;
  3. Druid: Yargıda bulunma, toplumsal tören ve ritüelleri yönetme, esinlenme, cezalandırma-ödüllendirme ve her konuda doğru karar verebilme yeteneklerine sahip olanlar.
Druidler kendi aralarında yaptıkları toplantılarda daima bir daire oluşturacak şekilde otururlardı. Bu herhangi birinin diğerinden üstün olmadığını göstermenin yanı sıra mevsimsel döngüyü de sembolize ederdi. Başlangıç ya da sonları yoktu. Öte yandan daire biçimi Güneşi de sembolize etmekteydi. Druid inancında yapılan ve konuşulan her şey Güneşin gözünün önünde ve birbirlerinin şahitliğinde gerçekleştirilirdi.

KUTSAL İMGELER
Plinius’tan öğrendiğimize göre Druidler doğaya ait imgelere yani doğanın farklı görünümlerine kutsallık atfetmekteydiler. Bu imgelerin en bilinenleri Korular, Meşe Ağacı ve Ökse Otu’dur. Kimi uzmanlar buradan yola çıkarak Druid inancını animizmle özdeşleştirmişlerdir.

Druidler, Plinius ve Lucan’dan öğrendiğimize göre toplantılarını taştan tapınaklar ya da farklı yapılarda değil kutsal kabul ettikleri korularda yaparlardı. Kelt çok tanrıcılığına göre “Nemeton” da denilen “Kutsal Korular” Druidler tarafından korunurlardı. İnsan ve hayvan kurban törenleri burada gerçekleştirilirdi. Kelt dilinde kutsal mekan anlamına gelen Nemeton’lar bir Kelt kavmi olan Nemetesler’in tanrıçası Nemetona’dan isimlerini almaktaydı. Bu korulara Almanya, Macaristan, İsviçre gibi Orta Avrupa ülkelerinden başka Fransız Galyası’ndan Türkiye’ye Kuzey İrlanda’dan Finlandiya’ya kadar pek çok yerde rastlanmıştır. Nemetonlar genellikle hendek ve siper kazıkları ile çevrelenmiş dörtgen biçimli korulardır. Ülkemizde Galatya bölgesinde bulunan Nemeton’a Strabo’ya göre “Drunemeton” adı verilmekteydi.

Lucan , Pharsalia adlı eserinde böyle bir koruyu biraz abartarak tasvir eder: "Nemeton’da hiçbir kuş yuva yapmaz ya da hayvanlar dolaşmaz. Ağaçların yaprakları hiç esinti olmamasına rağmen sürekli hışırdayıp durur. Korunun tam ortasında bir sunak vardır ve hemen yanında Tanrılarının tasviri yer alır. Her bir ağaç bu sunakta kurban edilmiş kişilerin kanlarıyla lekelenmiştir. Toprak sürekli derinden gelen bir kükremeyle sarsılır. Yıkılmış ağaçların çevresi alevlerle çevrilidir. Devasa yılanlar meşe ağaçlarının etrafını sarmıştır. İnsanlar koruya yaklaşmaktan korkarlar hatta rahipler bile gün ortası ya da gece yarısında korunun ilahi koruyucusu ile karşılaşmamak için oraya gitmezler."

Druidler için Nemetonlar dışında meşe ağacı  ve ökse otu da kutsal kabul ediliyordu. Bu konuda en önemli ve tek kaynağımız MS. I. yy’da yazılmış olan Plinius’un Naturalis Historia isimli eseridir. Plinius’a göre: "Druid adını verdikleri büyücüleri için en kutsal şey ökse otu ve bu otun üzerinde yetiştiği meşe ağacı idi. Ökse otu son derece az bulunan bir ottu ve rast gelindiğinde özel bir tören eşliğinde ayın altıncı gününde kesilirdi. Her şeyin şifacısı olarak görünen ay kutsandıktan sonra ağacın hemen altında bir ziyafet sofrası kurulur ve kurban töreni için hazırlık yapılırdı. Bu törende beyaz bir kıyafet giymiş Druid ağaca çıkar ve altın bir orakla ökse otunu kesip yine beyaz bir pelerinin içine koyardı. Hemen sonra iki boğa kurban edilir ve verdiği nimet için tanrılara dua edilirdi. Druidlere göre ökse otu katılmış içkilerin içirildiği hayvanlarda doğurganlık artar ve bu içki her türlü zehre karşı bir panzehir haline gelirdi."

Roma’nın ilk coğrafyacısı kabul edilen Pomponius Mella, MS. 43’de yazdığı “De Situ Orbis” adlı eserinin III. bölümünde Druid ayinlerinin gizli olduğunu ve koruluklar dışında mağaralarda da yapıldığını ilk defa olarak söyleyen yazardır.

Kadın Druidler ise “Dryades” adı altında 3-4. yüzyıllara tarihlenen imparatorluk biyografileri “Historia Augusta”da karşımıza çıkar. Her ne kadar Dryades’lerin gerçek anlamda Druid olup olmadıkları tartışmalıysa da yine de Roma’da 3-4. yüzyıllarda halk arasında Druid inancının ve uygulamalarının bir şekilde devam ettiğini göstermesi bakımından bu kayıt önemlidir. Kıta Avrupası’ndaki Druidler Galya’nın Romalılaştırılma politikası sebebiyle yok edildiler. Zaman zaman Romanın güçsüzleştiği dönemlerde ortaya çıkmaya çalışmışlarsa da Druidler MS. I. yüzyılda büyük ölçüde Avrupa’dan silinmişlerdi. Varlıkları büyük oranda Britanya adasında sürmeye devam etti. Galya ve Bretagne’de ciddi kovuşturmaya uğrayan Druid inancı ilmi ve kozmogonik yanlarından arındırılmış bir biçimde ağırlıklı olarak İrlanda’da devam etmiştir. Britanya Adası’nda Hıristiyanlığın yayılmasına karşı önemli bir engel teşkil etmiş bulunan Druidler ve Druid inancı ancak VI. yy. sonlarında tamamen ortadan kaldırılabilmiştir. Ancak izleri ve etkileri bütün ortaçağ boyunca devam edip XII. yy’a kadar sürmüştür.

GF, Druid nedir?, tarih, Tarihte Druidler,Kelt rahipleri,Orman rahipleri,Kelt toplumlarında Druid,Druid türleri,Britanya Druidleri,İrlanda Druidleri,Druidlerin kutsal imgeleri,Druidler kimlerdir?
BRİTANYA DRUİDLERİ
Antik çağ yazarları içinde Britanya’da ki Druid inancından bahseden tek yazar Tacitus’tur. Genel anlamda Druidlere karşı düşmanca bir yaklaşım sergilemiş olan Tacitus onları insan kurban eden ve sunakları her zaman insan kanıyla ıslak vahşiler olarak anlatır. Druidler’in büyü gücüyle ilgili olarak Tacitus’ta şöyle bir olay anlatılır: "Mona Adası’na (Galler adası Anglesey) yapılan ve başında Suetonius Paulinus’un bulunduğu bir saldırıda askerlerimiz karşılarına bir gurup Druid çıkınca dehşete kapıldılar. Druidler ellerini gökyüzüne kaldırıp büyülü sözler söyleyerek askerlerimizin üzerine felaket yağdırdılar." Tacitus, böyle bir olaya daha önce şahit olmamış askerlerimiz çok korkmuştu ama sonunda Roma cesareti üstün geldi ve düşmanı yendik diye devam eder. Sonuçta Romalılar adadan Britonları sürmüş ve adanın kutsal korusundaki ağaçların hepsini kesmişlerdir.

Bunun dışında Adalar’daki Druid varlığı ile ilgili olarak elimizdeki en önemli kanıt ada Keltçesi’nde yer alan druwid kelimesidir. Eski İrlanda dilinde yer alan ve büyü anlamına gelen draoiocht kelimesi de bir başka kanıt olarak görülebilir. Galler dilinde ise geleceği gören, kahin manasında dryw kelimesi bulunmaktadır. İrlanda dilinde yer alan faith kelimesi ile Galler dilindeki dryw kelimesi arasında etimolojik bir bağ olduğu düşünülmektedir. Faith kelimesinin vates ya da ovates kelimesinden geldiği ve her ikisinin de Kelt kültüründeki rahip sınıfını anlattığına inanılmaktadır. Öte yandan İrlanda’daki Druid geleneğinin 7. yüzyıla kadar sürmüş olabileceğine dair gösterilen bir diğer kanıt da Augustinus Hibernicus’un “De Mirabilibus Sacrae Scripturae” adlı eseridir. Bu eserde kuş formunda gerçekleşen ruh göçü öğretisini anlatan magus’lardan bahsedilmektedir. Latince ve İrlanda dillerinin karışımından meydana gelen Hiberno-Latin dilinde “magus” kelimesinin sıklıkla druid kelimesinin karşılığı olarak kullanıldığı bilinmektedir. İrlanda ve İskoç dillerinde Druid bilge adam anlamına gelmektedir. Briton dillerinden Galler dili ile Cornwall dilinde ise büyü ya da meşenin gizemine (bilgisine) vakıf olan anlamlarına sahiptir. Meşe ağacı Kelt mitolojisine göre dünyalar arasındaki kapıların ağacıdır, bir geçiş noktasıdır. Caesar’ın Druidleri Jüpiter’e dayandırmasına yol açan etken belki de Jüpiter’in de kutsal ağacı olan meşe ağacına Druidler ve tabii ki Keltler’in verdiği değerdi. Öte yandan meşe ağacı Kuzey Avrupa’nın en yüksek ağacıydı ve bu sebeple yıldırımların en fazla üstüne düştüğü ağaç olarak da dikkat çekiyordu.

GF, Druid nedir?, tarih, Tarihte Druidler,Kelt rahipleri,Orman rahipleri,Kelt toplumlarında Druid,Druid türleri,Britanya Druidleri,İrlanda Druidleri,Druidlerin kutsal imgeleri,Druidler kimlerdir?
İRLANDA DRUİDLERİ
İlk olarak 7 ve 8. yüzyıllarda yazılmış olan kanun metinlerinden anlaşıldığı kadarıyla Hristiyanlığın gelişiyle Druidler’in İrlanda toplumundaki rolü basit büyücülere ve şifacılara dönüşmüştü. İrlanda sagaları ve azizlerin hayatını anlatan Hristiyanlık öncesi metinlerde ise çok saygın bir konumda yer alıyorlardı. Sekizinci yüzyıla kadar giden eski İrlanda edebiyatında Druidler’den bahseden pek çok hikaye bulunmaktadır. Bunlarda Druidler genelde krala tavsiyelerde bulunan kimseler olarak anlatılırlar. Geleceği görme güçlerinden bahsedilir. Örneğin Bec mac De isimli bir Druid, Tara Kralı Diarmait mac Cerbaill’in ölüm tarihini üç Hristiyan azizinden daha kesin bir şekilde önceden bilmiştir. Druidler’in İrlanda’da özel bir topluluk ya da sınıf olarak görüldüklerine dair herhangi bir kanıt olmadığı gibi askerlikten muaf olduklarına dair de bir kayıt bulunmamaktadır. Druidler İrlanda mitolojisinde de oldukça fazla yer almışlardır. Ulster Çemberi’nin krallarından Conchobar’ın sarayının baş Druid’i Cathbad; kahraman Cuchulainn’e yardım eden Druid karakter; Connacht kraliçesi Medb’in Ulster’e yaptığı seferde yanında yer alan Druidler gibi.

Avrupa’da 16. yüzyıla gelindiğinde Druid inanç yeniden keşfedilir. Kelt mirasına yönelik ilgi artarak devam eder. Özellikle John Aubrey’in (1626-1697) ortaya attığı Stonehenge ve diğer megalitik anıtların Druidler tarafından yapılmış olduğu iddiası arkeoloji biliminin kurucularından biri olarak kabul edilen William Stukeley’in (1687-1765) çabası ve yayınlarıyla geniş kesimlere ulaşır. John Toland 1717’de Antik Druid Düzeni adlı oluşumu kurar. ADO (Ancient Druid Order) 1964 yılında ikiye bölünene kadar faaliyetlerini sürdürecektir. Oluşumun Seçilmiş Şef’i 1799’dan 1827’ye kadar William Blake olur.

Chateaubriand 1809 yılında bir Druid rahibesi ile Romalı askerin lanetli aşkını anlattığı Les Martyrs’i yazdığında Druidler de popüler kültür içerisinde ilk defa görünmüş olurlar. Giovanni Pacini 1817 yılında sahnelenen operası Trieste ve 1831’de sahnelenen Vincenzo Bellini’nin Norma ile Druidler opera sahnelerine de arz-ı endam ederler.

Popüler kültür içinde belki de en çok tanınan ve sevilen Druid karakteri ise kuşkusuz Rene Goscinny ile Albert Uderzo tarafından yaratılan Galyalı Asterix’in maceralarında yer alan köyün Druid’i Getafix’tir. Yere kadar uzamış bembeyaz sakalları, beyaz cüppesi ve kırmızı pelerini ile her zaman yanında taşıdığı altından yapılma küçük orağı ile Getafix tipik bir Druid’dir. Bütün karakterlerin çocukluk hallerinin anlatıldığı bir macerada bile o her zamanki yaşlı görünümüyle yer almıştır. Köyün sihirli kuvvet iksirini hazırlayabilen tek kişidir. Başka iksirler de yapabilir, şifacıdır ve aynı zamanda köyün eğitmenidir. Eğlencesine yapılan kavgalara bile karışmaz. Sihirli iksiri köylülerin fazla bencil davranışlar içinde bulunduğunu gördüğü zamanlarda hazırlamaz. Her zaman Asteriks ve arkadaşlarının akıl hocasıdır. Onlara yol gösterir, akıllıca tavsiyelerde bulunur.

Getafix, pek çok anlatıda yer alan ve kahramana yol gösteren bilge yaşlı adamdır. Popüler kültürde pek çok benzeri bulunur. Örneğin Yüzüklerin Efendisi filminde Gandalf, Yıldız Savaşları’nda Obi van Kenobi, Harry Potter’da Albus Dumbledore gibi karakterler tipik birer Druid'dirler. Edebiyat alanında ise hala büyük bir zevkle okunan ve beyaz perdeye de maceraları defalarca aktarılmış bulunan Kral Arthur’un akıl hocası büyücü Merlin de birçokları tarafından son Druid olarak kabul edilmektedir.

İlk olarak John Aubrey’in ortaya attığı sonrasında da William Stukeley’in yayılmasına öncülük ettiği, Stonehenge gibi megalitik yapıların Keltler tarafından yapıldığı ve haliyle Druidler’in tapınakları olduğu görüşü 60’lı yıllara kadar pek de ciddiye alınmamıştı. Bunun ana sebebi Keltler’in Britanya’ya MÖ. 500-600 yılları civarında gelmiş olduklarının düşünülmesiydi. Oysa bu megalitik yapıların en sonuncusu MÖ 1400’lerde inşa edilmişti. Ancak son dönemlerde araştırmacılar Britanya’da MÖ 2000’lerden itibaren bir ön-Kelt uygarlığının yaşamış olabileceğini dile getirmektedirler. Söz konusu yapıları inşa edenlerin de bunlar olabileceği düşüncesi her geçen gün daha fazla taraftar toplamaya devam etmektedir. Druidler ve Keltlerin son derece gizemli yapılar olan bu taş meclislerde tapınımlarını gerçekleştirmiş oldukları fikri günümüz Britanya’sında da büyük ilgi görmektedir. Öyle ki pek çok Yeni-Druid oluşumu halen İngiltere, İrlanda ve İskoçya’da faaliyet göstermektedir. Birçok mistik ögenin de katılımıyla tarih boyunca şahit olduğumuz Druid inancından oldukça farklılaşmış olan günümüz Druidliği bağımsız bir din olarak kabul edilmekte ve müritleri her geçen gün artmaktadır. Doğayla beraber onu koruyarak yaşamayı ilke edinmiş günümüz Druidler’i geleneksel toplantılarını ve ibadetlerini Ada’nın bir çok yerinde karşımıza çıkan Stonehenge gibi mekanlarda sürdürmektedir.

Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

NAZİ MÜSLÜMANLAR

DP, Almanların yahudi katliamı,Nazilere yardım eden,Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik, El-Hüseyni ve yahudi katliamı, islamiyet, din,tarih,Adolf Hitler soykırım,Hitlerle işbirliği yapan El-Hüseyni,Müslüman naziler
“Din ile oynamak”… 1998 yılı yapımı, Mehmet Ali BİRAND’ın sunduğu “12 Eylül” belgeselinde Maraş Katliamı anlatılırken kullandığı giriş cümlesi… Din ile oynamak, kitleleri hızlı ve etkin bir biçimde harekete geçirdiğinden en sık başvurulan yöntem. Neydi Maraş olayları, Sünniler ve Aleviler birbirlerine düşürülmüş, kara propagandalar ile onlarca kişinin ölümü, yüzlerce kişinin yaralanması ve telafi edilemeyecek toplumsal travmalara neden olmuştu. Günümüzde bu olayı hatırlayanların sayısı çok çok az. Toplum hafızamızdan adeta silindi. Ya da bu ayıpla yaşamayı kaldıramadığımız için hemen silmeyi denedik. Bu olayın failleri halen aramızda dolaşsa bile… Hemen her sistem, belirli bir şekilde dini kullanıyor. Nihai çıkarlara ulaşmadaki başarısı kaçınılmaz.

Ve 2. Dünya savaşı. Hani şu ülke olarak teğet geçtiğimiz, dünyada taşları yerinden oynatan, uluslar arası çıkar kartlarının yeniden dağıtılmasını sağlayan, 2 kutuplu dünya düzeninin yaratıcısı, çoğu ülkenin yok oluş veya oluşumunu sağlayan savaş. A.B.D. yi dünya sahnesinde “The Brave” yapan savaş. Bu savaşı hepimiz hafızalarımızda gamalı haç ve Hitler ile özdeş tutarız. Netice de Naziler dünyaya kan kusturmuş, ırkçı/faşist bir yönetim sistemi altında dünyaya egemen bir toplum hedeflenmişti. “Führer” önderliğindeki bu hareket Avrupa’da büyük çaplı yıkımlara neden olmuştu. Sadece Avrupa mı? Bu savaş tüm dünyada vuku bulmuştu. Dünyanın diğer tarafında Nazilerin kutsal çıkar müttefiki “Güneş İmparatorluğu” yani Japonya Pasifikte egemenliğini ilan ediyordu.

Sonuç mu? Sonucu zaten hepimiz biliyoruz. Almanya yenildi ve ikiye bölündü. Japonya yenildi. Tüm bunları Schindler’in Listesi, Er Ryan’ı Kurtarmak, The Band of Brothers, The Pasific hatta Marvel âleminin ilk kahramanı Kaptan Amerika İlk Yenilmez yapımlarından biliyoruz. Geçmişte ise büyüklerimiz John Wayne’li, Clark Gable’li filmlerde 2. Dünya “Harbi” ni keşfetmişlerdi. Özellikle “Navaronun Topları” adlı film bu savaşa dair filmler arasında kült bir hale gelmiştir.

Jeep ilk defa bu savaşta karşımıza çıkmıştı. Muhteşem Nazi savaş makineleri ve icatları, atom bombası, füze teknolojisi, enigma, u-botlar ve daha niceleri…

Bazı okurlarımız yazımın giriş kısmının iki ayrı fikir içermesini biraz acayip bulacaklar. Mehmet Ali Birand’ın belgeselindeki “Din ile Oynamak” tabirinden 2. Dünya savaşının alakası ne?

Efendim öncelikle şöyle izah edeyim; Hiç Müslüman Nazileri duydunuz mu? “Hiç gamalı haç taşıyan Müslüman mı olur sayın yazar, yönlendirme yapıp ortalığı bulandırma. Zaten hepiniz onların gizli uşağısınız. Zaten güzel, barış ve esenlik üzerine olan dinimizi kötülediğiniz yeter, bir de bu işlere mi bizi monte edeceksiniz? Bu kadar mı sapkınsınız?” tipi reddiyeleri geliştirmeden önce yazımı iyice okuyun. Bu yazıda amacım Müslümanları ve ya İslamiyet’i kötülemek değil. Ancak o “barış ve esenlik” dininiz nasıl Nazilere hizmet etti onu anlatacağım.

Öncelikle Emin El Hüseyni’ yi tanıyalım. Bu zat-ı muhterem, Filistin Ulusal Hareketinin kurucusu sayılıyor. Osmanlı döneminde kuvvetli bir Abdülhamit hayranı olan El Hüseyni, Çanakkale savaşında Topçu Subayı olarak Osmanlı ordusunda görev alıyor. Yahudilere olan şiddetli düşmanlığı nedeni ile Osmanlı idaresinden çıkan Filistin’de birçok eylem ve toplumsal hareketi organize ediyor. Aslında halen Filistin de bir halk kahramanı. Osmanlı döneminden sonra Türkiye Cumhuriyeti dönemin de bizimle çok yakın ilişkiler kurmuş. 1921-1948 yılları arasında Filistin Baş Müftüsü olarak görev yapan El Hüseyni, bölgenin hem dini hem de politik liderliğini başarı ile “son dönemlerine kadar” başarı ile üstlenmiş. 1974 yılında Beyrut’ta vefat eden El Hüseyni, tüm hayatını Filistin ve Müslümanlık davasına adadığını çok kez ifade ediyor. Bu adama karşı nefret besleyen İngiltere dahi, Ortadoğu Arap toplumunun ve Müslümanların tepkisini çekmemek için El Hüseyni’ye dokunmuyor, hatta çoğu faaliyetine izin dahi veriyor.

Aslında Filistin’de İsrail devletinin resmi olarak 1948’de kurulmasından çok daha önceleri Yahudilerin buralarda toprak alımı ve lokal yönetimler oluşturma çabaları var. Yani 2. Dünya savaşı sadece bu devletin kuruluşunun hızlanmasına etki eden bir katalizör vazifesi görmüştür.

2. Dünya savaşına geri dönelim. Nazilerin meşhur SS’ leri en korkulan birliklerdi. Kuru Kafa amblemli bu birlikler en acımasız katillerden oluşuyordu. Nazi fikirlerine sıkı sıkıya bağlı idiler. “Führer” onlar için adeta peygamber idi. O ne diyorsa doğru, ne yapıyorsa makbuldü.   

Adolf HİTLER, düşmanımın düşmanı dostumdur fikrini benimseyen bir şekilde, Yahudilere karşı Müslümanları kullanmayı öngörmüştür. Hali hazırda Müslüman ve Yahudi toplumlar birbirleri ile iyi geçinemiyordu. HİTLER’in “NAZİ İMPARATORLUĞU” nun kaynak olarak gördüğü topraklarda Müslümanlar kilit bir roldeydi. Ayrıca Avrupa arenasının en çetrefilli bölgelerinde, Sovyet yani “SLAV” unsurlarına karşı kullanılabilecek en etkili toplum yine Müslümanlardı. Balkanlar bunun için adeta bir laboratuvar niteliğinde idiler. Bu noktada Müslümanların “Gamalı Haç” a hizmet etmesi gerekiyordu.

Açıkçası Adolf HITLER iktidara gelirken Almanya’nın her tarafını “Gott Mit Uns” posterleri ile süslemişti. Türkçeye çevirdiğimizde “Tanrı Bizimledir” anlamına gelen bu propaganda ile dindar Almanlar HITLER’ e sempati duymuşlar ve ciddi oy kazanımları sağlamıştı. Yani Din, ciddi bir taraftar toplama ve “İş” yaptırma aracı idi. Hitler bu gücü keşfetmişti.

Peki Müslüman toplum nasıl NAZİ olacaktı? Fikirler, inançlar, söylevler, dünya görüşleri ve bakış açıları çok farklıydı. Ancak ortak nokta Yahudi düşmanlığıydı. Bu unsur bir çimento vazifesi görerek bu iki farklı kutbu birleştirebilirdi. Bu noktada Heinrich HIMMLER devre girdi. Zaten El Hüseyni ile görüşmeleri olmuştu. 1941 yılında bizzat Adolf HITLER ile görüştü. Bu görüşmede El-Hüseynî, Hitler’den şu hususları tanıyan bir beyanda bulunmasını ister:

1) Arap devletlerinin İngilizler ve Fransızların sömürgeci yönetiminden bağımsızlığı,
2) Bağımsız Arap devletlerinin birlik oluşturma hakkı
3) Filistin’deki bağımsız Arap makamlarının burada kurulması önerilen Yahudi anavatanını ortadan kaldırma hakkı.

Almanya, artık Bağdat’ta bulunan el-Hüseynî’ye Filistin’de bir ayaklanmayı kışkırtması için ödeme yapmaya başlar. El-Hüseynî, Bağdat’tan yaptığı radyo konuşmasında bir fetva vererek Müslümanları Büyük Britanya’ya karşı yapılan kutsal savaşa katılmaya çağırır. Daha sonra İngiliz birlikleri Bağdat’a yaklaşırken el-Hüseynî, sınırı geçerek İran’a kaçar. Bu arada Alman Abwehr teşkilatı, Arap gönüllüleri Alman Wehrmacht’ta destek birliği olarak hizmet vermek üzere eğitmek için Yunanistan’ın Atina şehri yakınlarındaki bir üste Alman-Arap Eğitim Departmanı kurar. İran’ın İngiliz ve Sovyetler tarafından işgali üzerine İtalyan diplomatlar, el-Hüseynî’yi İran’dan çıkarıp İtalya’ya kaçırır.

1941 yılının sonlarına doğru Adolf Hitler, Berlin’de el-Hüseynî’yi kabul eder ve bu toplantı Alman basınında yer alır. Führer, herhangi bir genel beyanat yayınlamayı ya da Ocak 1941 talepleri ile ilgili olarak el-Hüseynî ile bir antlaşma yapmayı reddeder.

Peki ya kapalı kapılar ardında neler görüşüldü ya da ne gibi anlaşmalar yapıldı. Bunları bilmiyoruz. Tarih varsayımlarla ya da fikirler ile yazılmaz. Yazılması da tasarlanması da yanlıştır. Bu nedenle komplo teorileri veya olasılıklardan bahsetmeyeceğim.

Sonrasına bakalım. El Hüseyni ve Nazi Almanya’sı arasındaki ilişkiler ağı nasıl ilerledi…

Hitler, El Hüseyni’ye resmi bir taahhüt vermedi ancak söz ile Filistin ideallerini Almanya'nın paylaştığını beyan etti. Kafkasları tamamen ele geçirince Yahudileri Filistin’den atacağını da ekledi.

Zaten bu coğrafya oluşum için gerekli atmosfere sahipti. Osmanlı İmparatorluğu dağıldıktan ve bölgede etkinliği kalmayınca Müslümanlar adeta sahipsiz kalmıştı. Geçmişin intikamı için etnik oluşumlar baş göstermişti. Sırp milliyetçi çeteciler Müslümanlar için büyük bir sorundu. Bu gruplar “Slav” milliyetçiliği etrafında birleştiğinden Sovyetlerin dolaylı olarak güdümünde olabilirdi. Adolf HITLER’in Müslümanları kullanması gerekiyordu. Bölgedeki Nazi yanlısı unsurlar kullanılarak Müslüman Boşnak ve Hırvat askerlerinden  13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar"adlı bir tümen oluşturuldu.

Hitler, “Balkan Laboratuvarında” Müslüman Nazileri gözlemliyordu. Burada sağlanacak bir başarı diğer coğrafyalarda da başarı getirecekti. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki Müslümanlar bu sayede Nazi İmparatorluğunun sadık bir neferi olacaktı.

Arap coğrafyasının hemen hemen tamamı İngiliz ve Fransız etkisinden sıyrılacak, hızlı bir Alman etkisi sağlanmış olacaktı. Gamalı Haç, Müslüman-Arap coğrafyasında adeta güneş gibi doğacaktı.  Zaten bu bölge petrol açısından muazzamdı. Akdeniz bir Alman gölü haline gelecekti. Bunun için El Hüseyni sözü geçen kritik bir liderdi.

El Hüseyni, Himmler'le yaptığı görüşmede de Balkan Müslümanları ile arasının iyi olduğunu, bu bölgedeki Müslüman Nazi sistemini daha etkin hale getirebileceğini ve sayılarını artırabileceğini ifade etti.

13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar" yani diğer bir adıyla “Fesli Naziler”, yeterince taraftar bulamamıştı. Bu durum HITLER’in canını sıkıyordu. İşte bu anda El Hüseyni devreye girdi. Hızlı bir şekilde propaganda çalışmaları başladı.

Antisemitik söylevler etrafında gelişen bu propagandalar da El Hüseyni, Osmanlı dönemindeki gibi Müslümanların rahat ve özgür yaşayacaklarını, haklı davalarını Nazi Almanya’sında rahatlıkla ifade edebileceklerini anlatıyordu. Müslümanlar için bulunmaz bir veli nimet olacaktı.

Zaten Müslüman aleminde Emin El HUSEYNİ sözü geçen bir lider olduğundan inanılmaz bir taraftar kitlesi edindi. Hatta Müslüman Boşnak ve Hırvatlardan başka azınlıkta olmak üzere Türk ve Arap katılımlar bile sağlandı. Kırım Türklerinden dahi katılım olduğu ifade edilmiştir (Kırım Türkleri konusunda sağlam kanıt yoktur).

13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar", balkanlarda ki operasyonlarda başarı gösteriyordu. Emin El Hüseyni’nin fetvaları inanılmaz katkı sağlamıştı. Müslümanlar, Nazi’leri kendilerine ve dinlerine sağladıkları katkı nedeniyle neredeyse mübarek görüyorlardı.

Sonuç olarak HITLER Müslümanları kullanacaktı. Yani DİN faktörünü kullanacaktı. Olmadı. Balkan Laboratuvarında denenen Fesli Müslüman Naziler tarihin tozlu raflarında ve hafızalardaki yerini aldı ve yitip gitti.

Bu noktaya kadar 2. Dünya savaşında görev yapan bir Nazi Tümenini konu ettik. Bu Müslüman Nazi tümeninin motor gücünü “DİN” sağlıyordu. Müslümanlık kisvesi altında Nazilere hizmet ediliyordu.
DP, Almanların yahudi katliamı, Nazilere yardım eden, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik, El-Hüseyni, islamiyet, din, tarih, Adolf Hitler soykırım, Hitlerle işbirliği, Müslüman naziler,
(İftira diyerek savunmaya geçecekseniz dünyadaki birçok müzede kayıtlı olan fotoğraflardan Müslüman SS birliklerini bulabilirsiniz. Islamic Nasizm yazarak aramanız yeterli. Bu, yüzlerce fotoğraflardan sadece birisi:
(Muslim members of the Waffen-SS 13th division at prayer during their training in Germany, 1943)

İşte DİN faktörü kullanıldığında neler sağlayabiliyorsunuz küçük bir örnek. Bu 13. SS Waffen Dağ Tümeni "Handschar" ın yaptıklarını ilgi tutan Sırplar, Serebrenitza gibi soykırımlara imza attı. Bosnalı Müslüman Boşnaklara katliam ve soykırım uygulayan Sırplar, bunun 2. Dünya savaşındaki Nazi Müslümanlarına karşı intikam olduğunu söylediler ve bu şekilde propaganda yaptılar. Hem ülkemizde hem de Bosna’da yaşayan insanları yargılamıyorum. Ancak zamanında o bölge de yaşanan acılarda o Müslüman Nazi tümeninin de payı var. Etki tepkiyi doğurdu ve adeta kan davasına dönüştü. Peki ya o bölgedeki Sırpların Müslüman Boşnaklara saldırmasının sebebi sadece milliyetçilik mi? Hayır. Ortodoks Hristiyan kimliğinin bu noktada büyük bir payı var. Kısacası balkanlarda kanayan yaranın yegâne sebebi dinler. İstediğiniz kadar eğin, bükün veya kıvırın. Sonuç ortada…

Din her zaman birleştirici olmaktan ziyade ayrışmanın ve ayrımın bir kaynağı oldu. Küçükken Alevilerin veya Aleviliğin kim ya da ne olduğunu bilmiyordum. Bana onların sapmış olduğu öğretiliyordu. Hele Hristiyanlar ve Yahudiler tümden sapkındı. Semavi dinden olmayanlar ile dinsizler zaten gayya kuyusunun yakıtı idiler.

Şimdi düşünüyorum. İnsanı insan yapan. Pardon bu dünyada tek canlı türü biz değiliz. Tür ırkçılığı yaptım. Cümlemi en baştan ve yeniden yazıyorum:

Şimdi düşünüyorum. Canlıyı canlı yapan unsur ister tanrı olsun ister tesadüfen gerçekleşen bir evrim süreci. Önemli değil. Hepimiz bu dünyanın misafiriyiz. Geldik ve gidiyoruz. Neyi paylaşamıyoruz ki? Ülkeler, toplumlar, ırklar, türler, fikirler, düşünceler ayrım unsuru değil, zenginleştirici unsur olarak görsek ne olurdu… Sanırım fazla melankolik bir düşünce oldu. Ütopyalar hayatımızı şekillendirmemeli.

Daha önceki bir yazımın sonlarındaki kelimelerimi tekrar kullanmak istiyorum. Kimsenin malı veya canı bana caiz değil. Kimse bana cariye değil. Gerekli koşulları taşırsam birden fazla kadın istemiyorum. Eşimi çok seviyorum. Eğer bir yaratıcı var ise kendi yarattıklarını beni kullanarak neden öldürmek istesin ki? Neden onların kanı bana caiz olsun ki?

Din… Maalesef hiçbir zaman birleştirmedi. Hep ayırdı. Hep ötekileştirdi. Hep öldürdü. Hep acı çektirdi. Hep geriye itti. Hep köreltti.  Tersini mi iddia ediyorsunuz? Bir zahmet en baştan, site başyazarı ve yöneticisi A.KARA dostumun yazılarından başlayarak tüm makale ve yazıları okuyun. Ama tarafsızca ve objektif bir şekilde okuyun. Neye inanıyorsanız ya da inanmıyorsanız yine de okuyun. Hatta önce kendi kutsal kitabınızı anladığınız dilde “Anlayarak” iyice okuyun.

Din ile oynarsanız, dini kullanırsanız insanlara her şeyi yaptırırsınız. Paralarını ve ırzlarını alırsınız (bakınız kendilerini hocalarına bırakan erkek ve kızlar). Canlarını alırsınız ve kimsecikler size bir şey yapmaz. Savaş çıkartabilirsiniz. Darbeye kalkışabilirsiniz (Bakınız FETÖ soytarıları, din ile ülkeyi ele geçirmeye çalışıp mahvettiler). Cinlerini çıkartmak için “Her şeylerini” alabilirsiniz. Ülkeleri ve toplumları birbirlerine düşman edebilirsiniz. Onların canını ve malını caiz kılabilirsiniz. IŞID (yada DAEŞ bende karıştırdım) gibi örgütleri kurup taraftar edinip suç örgütü kurarak katliamlara imza atabilirsiniz.

Kişisel sebeplerden dolayı uzun zaman yazı yazamadım. İşler güçler diyelim. Bu hafta arayı kapatacağım “İnşaAllah” J
Sağlıcakla kalın.
Yazan: Demon Product

Nazi Müslümanlara dair bazı tarihi fotoğraflar

Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,
Adolf Hitler soykırım, Almanların yahudi katliamı, din, DP, El-Hüseyni, Hitlerle işbirliği, islamiyet, Müslüman naziler, Nazilere yardım eden, tarih, Yahudi katliamı ve Filistin, yahudilik,

İSLAMİYET VE KÖLELİK

Yazan: A.Kara
A, din, islamiyet, İslamiyet ve kölelik, İslamda kölelik, Hz Muhammed'in cariyesi, Muhammed'in cariyesi Marya, Hristiyanlarda kölelik, Din ve köle ticareti, Kölelik, Müslümanların köle ticareti,

"Kölelik, merkezdeki Arabistan'dan batıdaki Kuzey Afrika'ya ve şu anda doğuda Pakistan ve Endonezya'ya kadar uzanan, yerleşik ve göçebeliği olan tüm İslam toplumlarında vardı. Osmanlı İmparatorluğu, Kırım Hanlığı ve Nijerya'nın Sokoto halifeliği gibi bazı İslam devletleri köle toplulukları olarak adlandırılmalıdır çünkü kölelik sayısal olarak yüksektir ve bu devletler gücünün büyük kısmını kölelikten almışlardır."
[Britannica Ansiklopedisi - Kölelik]

Tarih boyunca pek çok toplum köleliği uygulamıştır ve Müslüman toplumlar bir istisna değildir.
Atlantik köle ticaretinde olduğu gibi birçok kişinin doğu köle ticaretinde de köleleştirildiğini düşünüyor.

Atlantik köle ticareti kaldırılınca doğu ticareti genişledi ve bazı Afrikalılar için Atlantik ticaretinin kaldırılması özgürlüğe yol açmadığı gibi köle hedeflerini değiştirdi.

Atlantik köle ticaretine Hristiyan köle ticareti denmesi gerekir çünkü bundan sorumlu olanlar Hristiyanlardı. Pek çok Müslüman kültürde çeşitli zamanlarda kölelik var olmuş olsa da 'İslam köleliği' ve 'Müslüman köle ticareti' gibi ifadeler yanıltıcıdır; Onlar Hristiyan'dı.

İslam'dan önce kölelik
Kölelik, İslamiyet öncesi dönemde yaygındı ve birçok eski hukuk sistemi tarafından kabul edildi ve İslamiyet egemenliği altında devam etti.

"İslam, diğer tek tanrılı dinler olan Hristiyanlık ve Yahudilik tarafından da kabul edilen ve onaylanan ve İslam öncesi dünyanın iyi kurulmuş eski bir geleneği olan köle ticaretini yönetmek için fazlaca yumuşatmış olsa da köleliğin kaldırılması için bir adım atılmamıştır."
Forough Jahanbaksh, İslam, Demokrasi ve Din Modernizmi, 1953-2000, 2001

İslam köleliği nasıl yumuşattı?
İslam köleliğe özgürlüğün insan tabiatı gereği olduğunu eklemiştir ve kölelerin maruz kaldıkları muameleleri düzenlemiştir:
  • İslam, köleleri insan ve iyi mal(mülk) olarak düzenledi,
  • İslam köleye kötü muameleyi yasakladı (fakat köleliği kaldırmadı),
  • İslam kölelerin özgürlüklerine kavuşmalarına ve erdemli davranışlarda bulunmalarına izin verdi,
  • İslam, Müslümanları diğer Müslümanları köleleştirmekten alıkoydu, böylece farklı din ve toplumdan olanlar köle olarak kullanılıyordu.

Fakat köleliğin esas doğası, başka yerde olduğu gibi İslam çatısı altında da aynı kalmıştır. Köleler insan hakları ihlallerine ciddi ölçüde maruz kalmışlardı. Kölelik yeniden düzenlenmiş olsa da kölelerin özgürlükleri kısıtlıydı ve yasalara uymadıkları zaman hayatları çok tatsız bir hal alabilirdi.

İslam, Muhammed ve Kölelik

İslam'da köleliğin yasal olduğunu ve 19. yüzyıla kadar bir çok yerde (ve daha sonra hala bazı ülkelerde) devam ettiğini peygamberleri Muhammed'in bizzat kendisinin köle ve cariye sahibi olması (örneğin Hristiyan cariyesi Marya) ele geçirmesi, köle satın alması ve satması örnekleri açıklayabilir. Bazı Müslüman düşünürler köleliği kaldırılmak için şiddetle eleştirmelerine rağmen, köleliğin kaldırılmasına yönelik itici güç büyük ölçüde sömürgeci güçlerden gelmiştir.

Hristiyan Atlantik köle tüccarlarının aksine Müslümanlar birçok kültürden ve Afrika'dan insanları köleleştirdiler. Diğer köle kaynakları ise Balkanlar, Orta Asya, Akdeniz ve Avrupa olmuştur.

Köleler nereden geliyordu?
Müslüman tüccarlar kölelerini üç ana alandan aldılar:
  • Gayrimüslim Afrika
  • Merkez ve Doğu Avrupa
  • Orta Asya

Kölelerin Müslüman toplumlarda asimile oluşu
Muhammed'in öğretisine göre köleler mülkiyet olarak değil haysiyet ve haklara sahip insanlar olarak görülmeliydi ve köleleri özgür bırakmak erdemli bir şeydi. Bu öğreti kölelerin Batı'da olduğundan çok daha fazla asimile oldukları bir kültür yaratılmasına yardımcı olmuştur.

İslam dünyasında köle her zaman sosyal hiyerarşinin dibinde değildi. Müslüman toplumlarda köle, daha geniş bir çalışma alanına sahipti ve Atlantik ticaretinde köleleştirilenlerden daha geniş sorumluluk alanlarına sahiplerdi.

Bazı köleler büyük gelirler kazanarak önemli güç elde ettiyse de yine de bu tür elit köleler bile sahiplerinin gücünün ve boyunduruğunun altında kaldı.

İslam köleliği sadece ekonomik amaçlı değildi
Batı köle ticaretinin aksine İslam'daki kölelik tamamen ekonomi amaçlı yürümemiştir. Bazı Müslüman köleler üretken emek olarak kullanılmış olsalar da genellikle Batı'da olduğu gibi aynı kütle ölçeğinde değil, daha küçük tarımsal işletmelerde, atölyelerde, yapılarda, madencilikte, taşımada veya saraylarda kullanılıyordu.

Köleler aynı zamanda askeri hizmet için de alınıyordu, bazıları devletin kontrolünü elzem hale getiren elit birliklerde görev yaparken, bazıları da sivil hizmetin eşdeğeri haline geliyordu.

Başka bir kölelik kategorisi, seks köleliği için genç kadınların birileri veya büyük haremler için cariye olarak alınmasıydı. Bu kadınlardan bazıları da zenginlik ve güç elde edebilmişti.
Bu haremler, köleleştirilmiş ve hadım edilmiş harem ağaları tarafından korunuyordu.

Sonuç: Kölelik İbrani dinlerinin egemen olduğu toplumlarca hiçbir zaman yasaklanmamıştır. Kölelere tanınan haklar farklılık göstermiş olsa da bu insanların Müslüman, Hristiyan ve Yahudilerce köle olarak alınıp satıldığı, seks işçisi gibi kullanıldığı gerçeğini değiştirmemektedir. Muhammed'in Marya adında bir cariyesi, Osmanlı devletlerinin ise oldukça büyük cariye odaları, haremleri vardır. Hristiyanlar köleleri daha sert, tam bir eşya gibi kullanırken Müslümanlar biraz daha ılımlı yaklaşmış, özellikle evlerinde yer vermişlerdir; ki bunun temel nedenlerinden biri eşleri ile cariyelerine belirledikleri cima günlerinde ilişkiye girmek, diğer sebebi ise daha ılımlı davranarak kendi dinine çekmektir.

KÖLE OLAN PADİŞAH TORUNLARI | 600 YILLIK YALAN

K,tarih,Osmanlı atamız mı?,Osmanlının Türk karşıtlığı,Türkleri köleleştiren Osmanlı,Osmanlı gerçekleri,Türklüğü küçümseyen Osmanlı,Osmanlı torunuyuz diyenler bilmeli,Osmanlı ve Türklük
Günümüz Türkiye'si okullarında çocuklara her gün köle olmakla gurur duymak öğretiliyor. Sokağa çıkıp insanlara sorsan neredeyse yarıdan çoğu ben Osmanlı torunuyum diyecektir. Bunun nedeni insanlara sahte tarih okutularak Osmanlı padişahlarını putlaştırıp günümüz Türkiye insanlarının dedesi olarak göstermeleridir. Oysa Osmanlı padişahları bir çok topluluklar gibi Türk toplumunu da köle olarak görmüş ve kendilerinin kulları olarak tanımlamışlardır. Bu sözde İslam sancağı taşıyan Müslüman padişahlar kendilerinin Allah'ın yer yüzündeki gölgeleri, yönettikleri insanları da kulları olarak görmüşler. Bu durumda Osmanlıda yaşayan insanlar KUL, Osmanlıyı yöneten padişahlar ise EFENDİ durumundadır.

Bu tanımda kul olan taraf apaçık belli. Osmanlı döneminde karnını doyurmak için gece gündüz çalışan kazancının yarısını vergi olarak veren ve yeri geldiğinde padişahların başka topraklar üzerinde egemenlik kurmak için yaptığı savaşlarda ölen insanlardır.

Efendi tarafıysa saraylarda yağla balla beslenen, en iyi hocalardan ders alan, ipek elbise giyip altın taçlar takan insanlar. Köle kategorisinden farklı olarak buraya Osmanlı padişahları ve onların aileleri dahildir (birde devlet erkanı var onlar da günümüz Türklerin dedesi olamaz çünkü hepsi sonradan devşirmelerdir) Bu insanların kimler olduğu tarihte bizzat bellidir. Günümüzde Osmanlı hanedan mensubu çok az insan kalmıştır ki bununda çoğu Avrupa ve Amerika'da yaşıyor (Osmanlı Hanedanından bugün 77 kişi hayatta. 25'i şehzade, 16'sı sultan, 23'ü sultanzade, 13'ü de hanım sultan. Her yerdeler, 4 kıtaya yayılmışlar. Her dilde konuşuyorlar. Bazıları konuşacakları ortak dil bulamadıkları için birbirleriyle iletişim kuramıyor). Peki saraylarda yaşayan, yağla balla beslenen bu soy bugün neden bu kadar az kişi kaldı? Bunun en büyük sebeplerinden biri Osmanlı hanedan mensuplarının yıllarca taht için birbirini öldürmesidir.

Bugün Türkiye'de yaşayan ve kendisini Osmanlı torunu gören bunca insanın dedeleri muhtemelen Osmanlı döneminde vergi verebilmek için gece gündüz çalışan zavallı köle(kul) olmuşlardır. Osmanlı döneminde Türklerin saray yönetimine ve saray hizmetine hatta Türk kadınlarının hareme alınmadığı için bu insanların dedelerinin ve ninelerinin bırakın hanedan mensubunu saray hizmetçisi bile olması mümkün değildir.

Osmanlı'da Türklük Anlayışı
Osmanlı kendini hiçbir zaman bir Türk imparatorluğu olarak nitelendirmemiş hatta Türk kelimesi Osmanlı döneminde idrak-ı bilhak (anlayış yoksunu, cahil) manasında işletilmiştir. Eğer Osmanlı belgelerini incelerseniz Osmanlı hanedanlarının kendilerini Türk olarak göstermekten kaçındığının şahidi olursunuz. Padişahlar her zaman Türkleri hanedanlığın istikbali için tehdit olarak görmüşler ve onun içinde Türk asıllı insanların yüksek mevkilere gelmesine izin vermemişler. Bunun yerine devlet adamı ihtiyaçlarını Avrupalı ülkelerden 7 yılda bir her bölgeden en az 40 kişi olacak şekilde, 12-15 yaşlarında, becerikli ve akıllı çocukları ailelerinden zorla kopararak Enderun ve Yeniçeri ocaklarında yetiştirerek karşılamışlardır. Osmanlının gerileme dönemine kadar son Türk kökenli sadrazamı Candarlı Halil Paşaydı o da diğer devşirme vezirlerin kışkırtmasıyla Fatih Sultan Mehmet tarafından boğdurularak infaz edilmiştir. Yani Anadolu Türküne sözde Türk imparatorluğu olan Osmanlıda devlet mevkileri ve prestijli orduda (yeniçeri ocağında) görev yapma yetkisi böylece kapatılmıştır. Yüksek mevkilerde olan devşirme padişahlar ise çocuk yaşta yurtlarından ve ailelerinden alınmaları yüzünden içlerinde biriken kinden dolayı hep Anadolu'nun Türk toplumuna eziyet etmiş, her fırsatta onları aşağılamışlardır. Buna misal olarak Hırvat kökenli Kuyucu Murat Paşanın Güney Doğu Anadolu'da yetmiş bin Alevi Türkmen insanı öldürmesi ve diri diri yakması verilebilir. Aman dileyen Anadolu insanına ise Paşanın cevabı "Vurun şu pis Türkün başını" şeklinde olmuştur. Bundan başka Osmanlının devşirme saray şairlerinden olan Hafız Ahmet Çelebinin 1499 yılında yazdığı bir şiirinde Türklere hitap şekli aynen böyledir:

SAKIN TÜRK'Ü İNSAN SANMA
BİR AN BİLE OLSA TÜRK'LE OLMA
TÜRK ELİNE ŞEKER OLSA, O ŞEKER ZEHİR OLUR,
TÜRK'ÜN BAŞINI KESERKEN SAKIN GAM YEME
BABAN BİLE OLSA TÜRK'Ü ÖLDÜR.

Bunun dışında Fatih Sultan Mehmet'in sadrazamı olan Rum asıllı devşirme Mehmet Paşanın, Karaman seferindeki talanı ve insan kıyımını durdurmak için ondan aman istemeye gelen Türklere cevabı: "NİCE SIZLANIRSINIZ AKILSIZ TÜRKLER! VATANIMIN IRKIMIN ÖCÜNÜ SİZLERDEN KARAMAN ÜLKESİNDE ALMAYA MUVAFFAK OLDUM" şeklinde olmuştur.

Osmanlı devletinin Türklere yaptığı bu zulümlerin ve aşağılamaların bugün bizlere tarihten belgeleriyle gösterilmesi o dönemin padişahlarına da gösterildiği anlamına geliyor. Ama nedense padişahlar bu Türk düşmanlığına bir son vermemiş ve bunları yapanları cezalandırmamıştır. Çok enteresandır ki günümüz Türkiye'sinde insanlar kendilerini milliyetçi zannediyor ama aynı zamanda milletine zulüm yapan ve aşağılayan Osmanlı padişahlarını da seviyor ve övüyorlar. Bu trajikomedinin sebebi okullarda yapılan propaganda ve yalan yanlış öğretilen tarihtir. Nede olsa üzerinden prim yapma ve insanların milliyetçi duygularını gıdıklamak isteyen politikacılar bu padişahları putlaştırmaya ihtiyaç duyar. Ortaya çıkıp Osmanlı bizim devletimiz idi ama bize düşman olmuştur diyecek halleri yoktur. Son olarak kendini Osmanlı torunu sanan insanlara şunu söylemek istiyorum. Dedelerinizi köle yapan, aşağılayan, öldüren bir hanedanın torunu olma isteğini duymak için çok zeki olmak gerekir. Bu zeka ve akıl hakikaten de sizlerde vardır. Doğrusu kıskanmadım dersem yalan söylemiş olurum.

Yazan: Kirpi

OSMANLI İSLAM DEVLETİ MİYDİ?

Yazan: Kirpi
K, Osmanlı islam devleti miydi,Osmanlıda şarap,Osmanlıda esrar,Padişahların alkol ve esrar,Kur-an'a uymayan Osmanlı,Fatih Sultan Mehmet'in Hristiyan aşkı,din, islamiyet, Şura suresi, Ali İmran suresi, Neml suresi

OSMANLI İSLAM DEVLETİ MİYDİ?


1299-1922 yılları arasında varlığını sürdürmüş Osmanlı İmparatorluğu yıllarca bir İslam devleti ve İslam adına savaşmış bir imparatorluk olarak okullarda öğretildi. Oysa bu devletin İslamla hiç bir alakası olmamış ve dahi İslam adına değil başkalarının topraklarını işgal etmek, insanları köle yapıp vergi yoluyla sömürmek için savaşlar yapmıştır. Hatta günümüz Türkiye Cumhuriyetinde bu İmparatorluğu yüceltmek ve putlaştırmak adına binlerce tarihi yalanlar uydurulmuştur. İşin vahim tarafı bu yalanlar okullarda hocalar tarafından ve bazı profesör adi altındaki cahiller tarafından öğrencilere öğretilmiştir. Bu yazımızda size Osmanlının yapısını ve yaptıklarını Kuranla eşleştirip Osmanlının bir İslam devleti değil Bizans kalıntısı bir devlet olduğunu kanıtlayacağız.

İlk önce Muhammed tarafından övülmüştür denilen İstanbul fatihi Fatih Sultan Mehmet'in hayatını Kuranla eleştireceğiz. Bildiğimiz gibi unlu jeoloji uzmanı ve bir o kadarda tarihi iyi bilen Celal Şengör bu yakınlarda Fatih Sultan Mehmet'in Müslümanlığı tartışılır diye bir açıklama yaptı. Bu açıklamadan sonra beynini hocalara, şeyhlere, evliyalara yedirmiş bir kısım insan ona saldırmaya başladı. Size F.S. Mehmet'in Hristiyan bir erkek çocuk hakkında yazdığı bir şiirini takdim ediyorum

Bağlamaz firdevse gönlünü Kalatayı gören
Servi anmaz onda ol serv-i dilârâyı gören
Bir firengî şîveli İsayî gördüm onda kim
Lebleri dirisidür der idi İsâyı gören
Akl u fehmin dîn ü îmânın nice zabt eylesün
Kâfir olur hey müselmânlar o tersâyı gören
Kevseri anmaz ol içdiği mey-i nâbı içen
Mescide varmaz o varduğı kilisâyı gören
Bir Frengi kafir olduğunu bilürdi Avniya
Belün ü boynunda zünnari çelipayı gören.


TERCÜMESİ

Galata’yı gören gönlünü Firdevs Cennet Bahçesine bağlamaz
Gönlü ihya eden o Ulu’yu (başkanı) gören başka bir Ulu’nun ismini asla anmaz.
Bir Hıristiyan aksanlı(şiveli) İsa’yı gördüm onda ki
İsa’yı görenin dudakları İsa’nın diri olduğuna şahadet eder.
Aklın dinini ve imanını nasıl korusun!
O Hristiyan'ı gören tüm Müslümanlar kafir olur.
Nebi’nin (İsa’nın) o içtiğini içenler Kevser’i (Ehli Beyti) anmaz olur.
Onun olduğu o kiliseye varan Mescide gitmez olur.
Belindeki Hristiyan kuşağını, boynundaki haçı gören;
Bir Hristiyan kafir olduğunu bilirdi Avniya.(Avniya: Fatih’in mahlası)

Şiirden anlaşıldığı kadarıyla Fatihin Hristiyanlıkla çok büyük bir bağı var. Eğer bu şiiri kimin yazdığını söylemeden sokakta her hangi bir insana okusan bu şiiri Hristiyan bir papaz yazdı diye cevap verir. Ama Fatih'in Müslüman olmadığının kanıtı bir tek bu değildir. Bildiğiniz üzere Fatih kararnameleriyle ünlü bir padişahtır. Bu kararlarından en çok bilineni taht ve saltanat için kardeşlerinin (kundaktaki bebek bile olsa) katli kararnamesidir. İşin garip tarafı sözde Şeyhülislamlar da bu karara caizdir diye onaylayarak fetva vermişlerdir.
Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katl itmek münâsibdir.
Bu kararın Kur-an'la çelişip çelismediğini söylemeden önce bir şeyi hatırlatalım. Kur-an'da hakimiyetin babadan oğula geçmesi yasaktır. İslama göre hakimler (padişahlar) şura yoluyla (sesverme) seçilir.

Onların iş ve yönetimleri aralarında şura iledir.

Şura Suresi 42.ayet

Allah’tan bir rahmet sayesindedir ki sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba saba, katı yürekli olsaydın, senin çevrenden kesinlikle dağılır giderlerdi. O halde bağışla onları, af dile onlar için, iş ve yönetim konusunda da onlarla şuraya git.
Ali İmran Suresi 159.ayet

Ayetlerden de açıkça belli oluyor ki İslam'da babadan oğula hakimiyetin geçmesi söz konusu bile değil. Gelelim asıl meselemize Fatihin kardeş katli kararına. Bu karara da Kur-an'la baktığımızda bunun tümden İslamla çeliştiğini açıkça görebiliriz. Bazı yanlı tarihçiler bu karara hak kazandırmak için olası taht savaşlarını ve binlerce insanın ölmemesi için yapmıştır diyor. Peki soruyoruz Osmanlı padişahları geleceği bilen kahin miydi ki gelecek de bu şehzadelerin taht savaşı çıkarıp çıkarmayacağını anlasın? Bu bile kendi başına Kuranla taban tabana zıttır. Cünkü Kur-an'a göre gaybı bir tek Allah bilir. Osmanlı padişahları da gelecek de bu şehzadeler taht kavgası çıkaracak diyerek gaybdan haber vermiş ve kendilerini Allah'la eşit tutmuşlardır.

De ki: "Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilmez. Neml suresi 65.ayet

Ayetde apacik bellidirki Osmanli padisahlarin gaybi bilme gibi bir durumu olamazdı. Şimdi ey muslumanlar size soruyorum Fatihin bu kararnamesi ile biri 3 yasinda olmak uzere 3 oglunu ve 6 torununu oldurten Sultan Suleyman ne kadar musluman? 2 yasindaki kardesini ve 2 esini oldurten Fatih Sultan Mehmet ne kadar musluman?


PADİŞAHLARIN ŞARAP KULLANMASI…
Hiç kimse için Osmanlı'nın şarap kullandığı sır değildir ve bazıları esrar bile içmiştir. Hatta ünlü tarihçi İlber Ortaylı geçenlerde Osmanlı'da esrar kullanımı şaraptan bile fazlaydı diye bir açıklama yaptı. Osmanlı devletinde şarap kullanan bazı padişahların listesine bakalım.

Ikinci Beyazid, Ikinci Selim(Sari Selim), Üçüncü Murad, Üçüncü Mehmed, Dördüncü Murad(içki içtiği için karaciğer sirozundan ölmüştür),  Üçüncü Ahmed, İkinci Mahmud, Sultan Abdulmecid, Sultan Abdulaziz.

Yukarıda isimleri verilmiş padişahların hepsi kendilerini İslam imparatorluğunun padişahı ve Allah'ın yer yüzündeki gölgesi olarak adlandırmışlardır. Para ve mevki peşinde olan sözde din insanlarıda bunları onaylamıştır. Şimdi gelelim Kur-an'ın şarapla ilgili hükmüne:

"Sana şarap ve kumardan soruyorlar. De ki: İkisi de büyük bir günah"
Bakara suresi 219. ayet

Ayetin hükmünü yukarıda ismi yazılı padişahlara uygulamış olursak eğer bu insanlar İslam devletinin padişahı değil sıradan bir günahkardırlar.

Tüm bunları söylememizin sebebi Osmanlı'yı kötülemek değil yanlışları düzeltmektir. Osmanlı İslam devletiydi ve şeriat hükümleriyle yönetildi diyerek insanları yanlış bilgilendiren tarihçiler ve din tüccarları bu konulardan konuşmayı pekte sevmezler. Kafalarını Gazi Mustafa Kemalin rakı bardağını saymaya yoran tarihçi ve din tüccarları şanlı Osmanlı imparatorlarının şarap küplerini nedense görmezden geliyor. Bu konuyla ilgili yazılarımız devam edecek ve sonraki yazılarda Osmanlı padişahlarının Has bahçelerde 14-15 yaşlı erkek çocuklarıyla eğlencelerinden bahsedeceğiz. Bizi okumaya devam edin…

YUNANİSTAN'IN DOKUZ KADIN LİRİK ŞAİRİ

Nimrael, tarih, Yunanistan'ın 9 kadın lirik şairi, Yunan kadın şairler, Telesilla, Praxilla, Moero, Sappho, Myrtis, Corinna, Anyte, Erinna, Nossis, Dişi Homeros, Yunan edebiyatı, Yunan müziği,
M.Ö. 15 yılı dolaylarında Thessalonikeli Antipater, eski çağın önemli lirik şairlerini listelemiştir (Praxilla, Moiro, Myrtis, Anyte, Sappho, Erinna, Corinna, Nossis). Hepimizin bildiği gibi lirik şiir, bireysel konuların okurun kalbine coşkulu bir dil ile hitap edildiği bir şiir türüdür. Antipater'e göre antik dönemin dokuz büyük lirik şairinden söz edelim.

1.) Telesilla (M.Ö. 6. yüzyıl)
Daha önceki yazımızda Telesilla'dan biraz bahsetmiştik. Lirik şiirde "Telesilla Ölçüsü"nü bulan Telesilla, antik dönemde uzun yıllar boyunca konuşulan biri olmuştur. Apollo ve Artemis'e yazdığı lirik şiirlerden yalnızca küçük parçalar günümüze ulaştı. Gençliğinde sık sık hastalanmasından dolayı tanrılara çok danışırdı. Bir gün Kâhin ona kendisini Müzlere adamasını önerir. Telesilla'da müzik ve şiir sanatını öğrenmeye başlar. Zamanla rahatsızlıkları geçmeye başlar ve şiirdeki ünü, Hellas'ın pek çok köşesinde bile duyulur. O dönemin yazarları, Telesilla'yı hem şiir hem de müzik sanatlarında bolca över. Ancak Telesilla'yı asıl ünlü yapan olay Sparta istilasıydı. Sparta ve Argos arasında husumet başladığında Telesilla şiirler yazıyordu. Sparta kralı I. Cleomenes, Apollo Kâhini'ne danışır ve Argos'a ilerlerse neler olacağını sorar. Kâhin ona bu durumda Argos'u ele geçireceğini söyler. Sepeia'da Argos ve Sparta arasında bir meydan savaşı gerçekleşir; birkaç numara ile pek çok Argos askerini katleder ve bir kısmını esir alır. Hayatta kalanlar ise Argus'un kutsal koruluğuna sığınır. Cleomenes esirlere hayatta kalanların nereye gittiğini sorar. Yerlerini öğrendiğinde oraya gider ve teslim olurlarsa can güvenliklerini garanti edeceğini söyler. Ancak Argoslular bir bir çıktığında hepsini katleder. Bu, Cleomenes'in yaptığı ikinci aldatmacaydı. Bir Argoslu hayatta kalır ve bir ağaca tırmanarak olayı izler. Diğer Argoslular ise koruluktan çıkmayınca Cleomenes, koruluğu ateşe verir ve hepsini canlı canlı yakar. Cleomenes, bir Argos askerine bu koruluğun kimin olduğunu sorar ve Argus'a ait olduğunu söyler. Tanrı Apollo'ya mırıldanarak kehanetin gerçekleştiğini söyler ve zaferini tamamlamak için Argos'a doğru ilerlemeye başlar. Ancak kehanet henüz gerçekleşmedi; Argoslu erkeklerin büyük kısmı ölmesine rağmen sadece kutsal Argus koruluğu elindeydi. Telesilla erkeklere neler olduğunun haberini alır; kadınları, gençleri ve yaşlıları ülkelerini korumaları için savaşa hazırlar. Plutarch'ın yazdıklarına göre Argos halkı, Telesilla liderliğinde erkeklerin tuniklerini, zırhlarını ve silahlarını alarak surlara çıkarlar. Cleomenes'in yaptığı taarruzu başarıyla püskürttüler; bununla kalmayıp diğer Sparta kralı Demaratus'u Argos Yolu'nda yenilgiye uğratırlar. Sparta, bu aşağılayıcı yenilgiden sonra geri çekildi. Savaştan sonra hayatını kaybeden kadınlar Argos yoluna gömdüler, bu yolda anıt olarak Ares Enyalius'a tapınak adadılar. Telesilla'ya savaştan sonra ne olduğu bilinmiyor ancak şair olarak hayatına devam ettiği tahmin ediliyor. Bu savaştan yedi asır sonra bile Telesilla ve kadınların cesareti hatırlandı, asırlarca bu olaydan bahsedildi ve hatıraları uzun yıllar boyunca anıldı.

2.) Praxilla (M.Ö. 5. yüzyıl)
Praxilla, bu dönemin lirik şiirine damgasını biraz farklı vurmuştur. Şiirleri genellikle ilahilerden ve alkol şarkılarından (scolia) oluşur. Kendisine bronz bir büst yapılacak kadar şöhretli olan Praxilla, genellikle eğlenceye hitap eden şiirler yazmıştır. Yaklaşık üç asır uzun bir süre boyunca da Praxilla'nın şiirleri, partilerde ve eğlence mekanlarında şarkı olarak söylenmiştir. Praxilla'nın en ünlü şiiri ise Adonis'e yazdığı ilahidir. Günümüze ulaşan bazı parçalara göre Praxilla, şiir karakterlerini Dorlar ile direkt olarak bağlantılı olan mitolojik erotik hikayelerden almıştır. Bir şiirinde Carneius'u, Zeus ve Europa'nın çocuğu ve Apollo ile Leto tarafından eğitim gördüğü, ve Apollo tarafından sevildiği için övmüştür. Bir şiirinde Dinoysus'u Afrodit'in oğlu olarak tasvir ederken başka bir şiirinde ise Chrysippus'un Zeus tarafından tecavüze uğramasını konu edinmiştir. Adonis'in ölümüne bir ilahi yazmıştır. Bu ilahi, Praxilla'nın bilinen en ünlü lirik şiiridir.

"Finest of all the things I have left is the light of the sun.
Next to that the brilliant stars and the face of the moon,
Cucumbers, apples and pears."

3.) Moero (M.Ö. 3. yüzyıl)
Byzantium kentinde doğan Moero, Antipater'in ünlü kadın şairler listesinde yer alır. Aynı zamanda Suda'da (antik bir ansiklopedi) birkaç kez adı geçer. Moero'nun eserlerinden çok azı sağ kalabilmiştir, ancak bunlara dayanarak Moero'nun epik, lirik ve kasideler yazdığını biliyoruz. Meleager ve Athenaus onun adını Moero olarak kaydederken Pausanias, Tatian ve "Suda" ise Myro olarak ismini kaydeder. Eğitimli birisi olan Andromachus ile evlendiği ve bu evlilikten sonradan şiirler yazmış bir oğlu olduğu söylenir.

4.) Sappho (M.Ö. 630-570)
Lesbos doğumlu Sappho, tüm Yunanistan boyunca şöhret kazanmış bir şairdi. Solon ve Plato gibi ünlü filozofların bile övgülerini kazanan Sappho, aristokrak bir ailenin kızıydı. Ailesi varlıklı olduğundan şehir devletlerinin bazılarında evlilik geleneğinde olduğu gibi (zengin aristokrat aile kızlarının evlilikleri) Sappho'nun evlenmesine gerek yoktu, bu varlığı yüzünden dilediği gibi yaşadı ve evlilik tekliflerini geri çevirdi. Hayatı hakkında bilinenler azdır. Lir çalmayı ve şarkı bestlemeyi öğrenerek büyüdü, kendisinden önce ölecek biriyle evlendi ve bu evlilikten Cleis adında bir kızı oldu, politik görüşleri yüzünden Sicilya'ya iki kez sürgün edildi. Şiirlerinde aşk, tutku ve kayıp üzerine derin arzu ve düşünceleri konu edinmiştir. Yani duygulara önem vermiştir. Okunduğu anda okuyucuya kolay gelen ve onları duygusal anın içine çeken şiirler, okuyucunun kolay bir şekilde anlayacağı tecrübeleri kazanmasını sağlıyor. Şiirlerini eski Aiol dilinde yazmıştır ancak Roma döneminde bu dil kullanılmadığından ötürü eğitimli kişilerin Sappho'nun şiirleri üzerinde çalışmadığı düşünülüyor. Şiirlerinin önemli bir kısmı eksik olduğundan çeşitli araştırmalar ve Sappho hakkında bilinenler doğrultusunda kalan eksiklikler, tahmin edilerek giderilmeye çalışılıyor.

5.) Myrtis (M.Ö. 6. yüzyıl)
Boetia'da küçük bir yerde doğmuş ve sonradan seyahat eden Myrtis, Boetia'da önemli bir lirik şairdi. Boetia, o dönemse pek çok küçük yerleşim yerine ev sahipliği yapan bir bölgeydi. Bu bölge, mimari ve sanatsal olarak antik Yunanistan'a çok katkı ve sanatçı sağladı. Myrtis, Pindar ve Corinna'nın eğitmeni olarak da bilinir. Ne yazık ki hiçbir şiiri günümüze kadar ulaşamadı, yalnızca Plutarkhos'un naklettiğine göre kadınların Tanagra'daki kutsal koruluğa girmesinin neden yasak olduğu hakkında bir hikayesi günümüzde biliniyor.

6.) Corinna (M.Ö. 6. yüzyıl)
Boetia'da bir yer olan Tanagra'da doğan Corinna, Pindar'ın şiirde rakibiydi ve yaygın bir görüşe göre Myrtis'in öğrencisiydi. Şiirlerinden günümüze ulaşan birkaç parçaya göre Corinna, eserlerini Boetia lehçesinde yazardı ve dili genellikle sadeydi. Dağ tanrıları Cithaeron ve Helicon arasında geçen bir şarkı yarışmasını, şiirlerinden birine konu edinmiştir. Buradan yola çıkarak Corinna'nın Boetia efsanelerinden etkilendiği ve bu efsaneleri şiirlerine konu edindiği tahmin ediliyor.

7.) Anyte (M.Ö. 3. yüzyıl)
Tegea, Arkadya doğumlu Anyte, Antipater tarafından "Dişi Homeros" olarak anıldı. Anyte genellikle standart epigramı tercih etmiş; bu özgün epigramların yirmi ya da daha fazlasında genç kadınların ve hayvanların ölümlerine olan üzüntüden ve sevecen çocuklardan bahseder. Pastoral epigrama huzur dolu bir ortamı ve atmosferi getirmiştir. Ayrıca eserlerini Dor lehçesinde yazmıştır. Sappho kadar duyguları yansıtamasa da Anyte, Helenistik dönem ile Arkaik dönem şiiri arasında bir köprü gibidir. Dili sadedir ancak dokunaklı anlamlar taşır, pastoral epigram yazmıştır ancak aynı zamanda Asclepius'un kâhinlerini nazımlaştırdığı lirik şiirler de yazmıştır.

8.) Erinna (M.Ö. 4. yüzyıl)
Bir Ege adası olan Telos'ta doğan Erinna, Antipater tarafından ve antik çağda büyük bir şair olarak bilinmesine rağmen hakkında neredeyse hiç bilgi bulunmaz. Erinna'nın bilinen ünlü eseri ise "The Distaff", genç yaşta ölen arkadaşı Baucis'e yazdığı bir ağıttır. Oldukça uzun bir şiir olarak bilinmesine rağmen günümüze kadar yalnızca otuz satırlık bir parçası ulaşabildi. Bu sağ kalan parçada Erinna, Baucis ile olan çocukluk anılarını hatırlıyor. Oyuncaklarıyla oynadığı zamanları, gelin-damat oyunu yaptıkları zamanları, Mormo adında hayal ettikleri bir canavar kadından korktukları zamanları... Bu şiiri yazdıktan çok kısa bir süre sonra, tıpkı arkadaşı Baucis gibi henüz 19 yaşındayken hayatını kaybeden Erinna, arkasında yalnızca bu özlem dolu satırları bırakabildi.

9.) Nossis (M.Ö. 300 dolayları)
Güney İtalya'da bir şehir olan Locris'te doğmuştur. Yazdığı şiirlerde kendinden biraz bahseden Nossis'in şiirlerinin ne yazık ki çok az parçası günümüze ulaştı. Bir şiirinde Locris'in uzun zaman önce (M.Ö. 7. yüzyılda) bir Dor kolonisi olduğunu ve bu şehirden gurur duyduğunu dile getirmiştir. Kendisinin aktardığına göre aristokrat bir aileye mensuptu, ailesinin sağladığı eğitim ile Yunan şiir kalıplarına tıpkı Sappho gibi aşina oldu. Sağ kalan şiirleri ise epigramlardan ibarettir. Ancak bu epigramlarda bulunan bilgilerden yola çıkarak Nossis'in geleneksel epigramlardan ziyade lirik şiire daha yatkın bir kişi olduğu görülüyor. Yine de bir dönem Nossis, tanrılara övgüler ve dualar gibi ilahi konulardan kısa kısa epigramlar yazmıştır. Kendi şiirlerini Sappho'nun şiirleri ile karşılaştırarak geleneksel olmayan şiir kalıplarını savunmuştur. Hemen hemen her ikisi de aynı temalara sahipken Nossis, Sappho gibi yalnızca kadın için yazmamıştır. Ayrıca Nossis, kadınların bakış açısı ile erkeklere hitap eden şiirler de yazmıştır. Ancak her ikisi de şiirlerini kadın merkezli yazmışlardır.

Yazan: Nimrael

MÜSLÜMAN ARAPLARIN KÖLELEŞTİRDİĞİ AFRİKALILAR

Yazan: A.Kara
A, din, Din ve kölelik, İslam tarihi ve kölelik, İslamda kölelik, islamiyet, Kölelik, Kuranda köle ile insan eşit midir?, Kuranda kölelik, Müslüman Arapların köle olarak kullandığı Afrikalılar,
Köleleştirilen Kişi Sayısı
Müslümanlar tarafından kendi bölgelerinden zorla ele geçirilerek köleleştirilen insanların neredeyse milyonu bulan sayısı oldukça tartışılan bir konudur.

Bazı tarihçiler, MS 650 ila 1900 yılları arasında köle ticareti yapan Araplarca 1 milyondan fazla Afrikalı'nın köleleştirildiğini tahmin ediyorlar. Ben hatırlatmamı yapayım, bildiğiniz gibi bu tarihlerde Araplar putperest değil, Müslüman. Bazı tarihçiler ise çok daha fazla sayıdaki Afrikalı'nın Sahra çölü üzerinden köle tüccarlarına teslim edildiğini ve bir eşya gibi satıldıklarını söylüyorlar.



Araplar Kölelere Genetik Savaş Uyguladı
Para karşılığı satılan bu siyahi kölelerden 8-12 yaş aralığındaki erkeklerin penisleri, üreme ihtimalini ortadan kaldırmak için tamamen kesiliyordu. Bazı kaynaklar bu işlem sırasında her 10 çocuktan yaklaşık altısının öldüğünü belirtir. Fakat hadım edilen kölelerin daha çok para ettiğini fark eden köle tacirleri sırf daha çok para kazanmak için bu uygulamalarına devam ettiler.

Ev hizmetlerinde kullanılacak bazı siyahi erkekler hadım edilmişti fakat bu işlem sadece onlarla sınırlı değildi. Yazar Ronald Segal'ın "İslam'ın Kara Köleleri: Diğer Siyah Diaspora " adlı kitabında yazdığı gibi, "10.Yüzyılın başında Bağdat'taki halifenin sarayında 7000 hadım edilmiş siyahi ve hadımlı 4 bin beyaz vardı ."



Arap Köle Ticareti, Arap Irkçılığını Siyahilere Yöneltti
"Arap" kelimesinin ırksal bir sınıflandırma olmadığını belirtmek önemlidir. Başlangıçta Siyahlar ve daha açık renk Araplar arasında karşılıklı saygı vardı. Bununla birlikte siyahi Müslüman köleler için talep arttıkça Afrikalılara karşı ırkçılık başladı.

Siyah deri ve kölelik ile ilişki kurulmaya başlandığında siyahlara yönelik ırkçı tutum Arapçada ve Arap edebiyatında ortaya çıkmaya başladı. Köleler için kullanılan "Abid" sözcüğü Afrikalılar için kullanılan bir terim haline geldi. "Haratin" gibi diğer sözcükler ise Afrikalıların sosyal statülerini aşağılık olarak ifade etmekteydi.

Araplar Tecavüz İçin Afrikalı Kadın Köleleri Hedef Aldı
Doğu Arap köle ticareti öncelikle Afrikalı kadınlarla yapılmış ve her bir erkeğe iki kadın oranını korumuştur. Bu kadınlar ve genç kızlar, Araplar ve Asyalılar tarafından cariye veya eş olarak kullanılıyordu.

Köle sahibi bir Müslümanın kanunen bu köleleriyle cinsellik yaşama hakkı vardı. Afrikalı kadınlar hem zengin Arapların haremlerini dolduruyor hem de onlara bir sürü çocuk veriyordu.

Afrikalı kadınların bu şekilde istismarı yaklaşık 1,200 yıl kadar devam etti.



Araplar Avrupa Köle Ticaretini Başlattı
19. yüzyılda Araplar köle ticaretinden dolayı Avrupa'ya ekonomik olarak bağlıydı. Transatlantik köle ticareti ile yeni sömürü imkanları sağlandı ve bu durum Arapların ticaretine hız kazandırarak Afrikalı kölelerin Avrupa ülkelerine satışını başlattı.

Köle ticareti sonrasında Portekizler açısından kazanç sağlayan bir olay gerçekleşti. Svahili gibi Batı Afrika sahillerindeki Portekizliler, Afrika kıyılarından Benin Körfezi'ne kadar yerleşmiş Müslüman tüccarlar buldular. Bu Avrupalı köle tacirleri, köleleştirilmiş Afrikalıları Atlantik kıyısı boyunca bir ticaret noktasından diğerine naklederek ciddi miktarda altın kazanabileceklerini fark ettiler.



Arap Köle Ticareti, Tarihteki En Büyük Köle İsyanını Başlattı
Zanj İsyanı, MS 869-883 yılında, günümüzde güney Irak'ta bulunan Basra kentinin yakınında gerçekleşti. Ayaklanmayı özellikle Afrika Büyük Göller bölgesinden ve Doğu Afrika'nın güneyinden yakalanarak köle haline getirilmiş olan Afrikalılar'ın yani Zanj'ların başlattığı düşünülüyor.

Basran toprak sahipleri doğuda tuz bataklıklarını boşaltmak için birkaç bin Doğu Afrikalı Zanjlıyı güney Irak'a getirmişlerdi. Toprak sahipleri genellikle Arapça bilmeyen Zanj'ları ağır köle işçiliğine zorladı ve onlara sadece asgari geçim kaynağı sağladı. Onlara uygulanan sert muamele, Müslüman imparatorluktan ithal edilen 500.000'in üzerindeki köleyi kapsayacak şekilde büyüyen bir ayaklanmaya yol açtı.


Arap Tacirler, Siyahları Köleleştirmelerini Haklı Göstermek İçin Onlara İslam'ı Öğretmiyorlardı
Bazı tarihçilere göre İslam özgür doğmuş Müslümanları köleleştirmeyi yasaklamıştır. Bu yüzden köle kökenli Afrikalıları Müslüman yapmak Arap köle tacirlerinin ilgisini çekmiyordu. Köleleştirilmiş Afrikalıları Müslüman yapmak onlara daha fazla hak kazandıracak ve insanların köleleştirilme potansiyellerini azaltacağından İslam'ın propagandacıları Afrikalılara kendi dinlerini yaymak konusunda temkinli bir tutum ortaya koydu.

Yine de eğer bir Afrikalı İslam'ı seçerse bu onun ve çocuklarının özgürlüğü garanti etmiyordu. Sadece köle çocukları ya da gayrimüslim savaş esirleri köle olabilirdi, özgür bir Müslüman asla köle olamazdı.



Zaman Periyodu
Arap köle ticareti, iki büyük köle ticaretinin en uzun, en az tartışılmış haliydi. Araplar ve diğerlerinin İslam bayrağı altında kuzey ve doğu Afrika'ya yığılması 7.yüzyılda başladı. Güneydoğu Afrika'daki Arapların Siyahi ticareti, Avrupa transatlantik köle ticaretinden 700 yıl öncedir. Bazı araştırmacılar köle ticaretinin 1960'lı yıllara kadar bir şekilde devam ettiğini ancak Moritanya'daki köle ticaretinin Ağustos 2007'de suç sayıldığını belirtti.



Arapların Köle Ticareti, Avrupa Köle Ticaretinden Daha Fazla Hareket Kabiliyetine İzin Verdi
Arap kölelerin statülerindeki yukarı doğru hareketlilik nadir bir durum değildi. İspanya'yı fetheden ve Cebelitarık'ın ismini alan Tarık ibn Ziyad, kendisine özgürlüğünü veren ve onu ordusuna general olarak tayin eden İfrikiye emiri Musa bin Nusayr'ın kölesiydi.

Antar olarak da bilinen Antarah ibn Shaddād, köleleştirilmiş Etiyopyalı bir annenin oğluydu. Dolayısı ile köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda tanınmış bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olduğundan tarihçiler ona "şövalyeliğin ve mertliğin babası ... [ve] şövalyelik" ve "kahramanların kralı" adını verdiler.

Avrupa kölelik sisteminde bu tür bir yukarı hareketlilik gerçekleşmedi.

Esra Etiyopyalı bir annenin oğlu olan Antarah ibn Shaddād, Antar olarak da bilinirdi, aslen köle olarak doğmuş Afro-Arap bir adamdı. Sonunda ünlü bir şair ve savaşçı oldu. Savaşta son derece cesur olan tarihçiler onu "şövalyeliğin babası" ve "kahramanların kralı" olarak nitelendirdiler.
Kölelerdeki bu tür yukarı hareketlilik, yani onların üst makamlara terfi edebilmesi durumu Avrupa köleliğinde pek görülen bir olay değildir.



Arapların Köle Tacirliği Afrika'lılarla veya Cilt Renkleri ile Sınırlı Kalmadı
Arap köle ticareti ile Avrupa köleciliği arasındaki en büyük farklardan biri Arapların tüm ırk gruplarından insanları köleleştiriyor olmasıydı. Fatımi Halifeliğinin sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarında elde edilen kölelerin çoğu Avrupa ​​sahilleri boyunca ele geçirilen veya savaşlar sırasında yakalanan Avrupalılardı. Araplar bunlara Sakalibe (صقالبة‎) diyorlardı.

Afrika kökenli olanlar dışında Akdeniz bölgesindekiler de dahil olmak üzere çok çeşitli bölgelerden insanlar Arap köleliğine zorlanmıştı; Kafkas dağ bölgelerinden Persler (Gürcistan, Ermenistan ve Çerkesya gibi), Orta Asya'nın bazı halkları ve İskandinavyalılar (İngiltere, Hollanda ve İrlandalılar) ve Kuzey Afrika'daki Berberiler Arapların köle ticaretine maruz kalmışlardı.

Dipnot: Kur'an'da Nahl Suresi 75. ayet bu yapılanları destekler ve inananlara cesaret verir vaziyettedir, "İslamiyet köleliğe karşıdır" sözü sadece söz olmaktan ibarettir:
Nahl 75: "Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."

GEÇ DÖNEM ROMA ORDUSU

Nimrael, tarih, Roma ordusu, Geç dönem Roma ordusu, Roma tarihi, Tarihte Roma ordusu, Limitanei, Camitatenses, Roma lejyonları, Funditores, Roma sapancıları, Saray muhafızı Scholaeler, Yunan ateşi,
M.S. 4. Yüzyılda, 2. Yüzyıldan beri süregelen Roma ordusu sistemini Büyük Konstantin değiştirmişti. Birçok hususta Konstantin, Gallienus ve Severus gibi daha önceki imparatorların girişimleri üzerine, düzenli İmparatorluk ordusunun rolünü detaylandırmış ve büyüklüğünü önemli ölçüde arttırmıştı. Reformlar comitatenses ve limitanei – dolaşan ordular ve hudut orduları- gibi daha sabit roller ortaya çıkarmıştı. Bu, bireysel İmparatorluk ordularının büyüklüğündeki azalmayla birleşince, ayrıca lanciariler, clibinariler ve balistariler gibi isimlerde de belli olan, Konstantin’in özel işlevler yaratma eğilimini göstermişti. Bu değişiklikler ayrıca bölgeselleşmeyi de desteklemişti; limitanei güçleri bir garnizon gücü gibi konumlarında mevzilenebiliyor, daha küçük olan comitatenses güçleri ise imparatorluktaki gereken bölgelere gönderilebiliyordu. Konstantin’in reformları önceki benzer özellikteki yaklaşımları daha fazla detaylandırmıştı; ordularının taşıma maliyetini azaltmak için onları daha küçük kümelere ayırmak yerine, her gücün ihtiyaç duyulduğu yere gönderilmesiyle anlamsız giderleri azaltılmasını ve bunları gerekli üretim tesislerine aktarılmasını sağlamıştı.

Şimdi askerlerin yapılanmasına bakalım.

Limitanei: "Limes" yani sınır kelimesinden türetimiştir. Limitaneilerin görev alanındaki sınırlar Ren Nehri, Kuzey Afrika Tuna Nehri, Panunya Ovaları, Britanya'da bazı sahiller ve kaleler, ve doğu'da İmparatorluğun en uç noktaları gibi İmparatorluğa girilebilecek sınırdaki coğrafi noktalardı. Görevleri, İmparatorluk orduları gelene kadar istilaları olabildiğince engellemekti. İyi silahlar kuşanmış olsalar da limitanei, genellikle ikinci sınıf savaşçılar olarak görülürdü. Bunun sebebi ise muhtemelen İmparatorluğun sınırlarını gözetmeleri karşılığında karakollarının etrafında yerleşip buralarda çiftçilik yapmalarına izin verilen, yarı zamanlı çalışan askerler olmalarıydı.

Comitatenses: Görevleri Limitanei'nin aksine sınır garnizonu olmak değildi. Bu birlikler aslen İmparatora refakat eden ancak çok geçmeden barbar istilaları yüzünden sınır hattı gerisine, stratejik noktalara mevzilenen birliklerdi. Diğer bir tanımlama, bölgesel savunma gücüdür. Başka bir görevi ise Limitanei tarafından saptanan düşman yerlerini basıp, onları mağlup etmekti. Asilzade unvanı ‘kont’ kelimesinin kökeni olan ‘comte’ler tarafından önderlik edilen bu birlikler ki comteler de İskender’in dost ve yurttaşlarına verilen isim olan ‘companion’a(mihmandarlara) ithafen bunların Latinleştirilmiş halleriydi, her yönden ataları Lejyonerler kadar tehlikeli olan profesyonel askerlerdi.

Armiger: M.S. 5. yüzyıldan bir Roma siyasi belgesi olan Notitia Dignitatum'a göre, "Armigeri", Lejyonların süvari ve piyade tümenlerine bölünmüş ağır zırhlı onüç birlikti. Esasında, cephede tek bir konumda kalıp orayı korumaktansa İmparatorluğun cephelerini devriye gezen comitatensesten oluşan bir piyade birliğiydiler. Birlik olarak armigerinin tam anlamı kesin değildir, ama kelimenin kendisi birliklerin ağır zırhları üzerinedir. Armigerinin kişiyi diğerlerinden ayırt etmek için kullanılan, savaşta zafer kazanıp yiğitlik gerektiren işler yapanlara verilen fahri bir unvan olma ihtimali de var.

Praeventores: İmparator Caracalla tarafından M.S. 212 yılında yayımlanan tebliğ 'Constitutio Antoniniana'nın gelişini takiben ortaya çıkan birçok hafif piyade birimlerinden biri olan ‘praeventoresler’ uzman 'durduruculardı'. Notitia Dignitatum’da söz edilmelerine rağmen praeventoreslerin tek bir savaş görevi için mi eğitildikleri yoksa gerek duyulan zamanlarda her yere, her durumda atanan hafif piyade birimlerinden mi olduğu açık değildir. Lejyonlarların yapısındaki konumları ne olursa olsun, savaş meydanında praeventoresler hızlı ve düzenli şekilde pusular ve düşman üzerine hoş olmayan sürprizler hazırlamakla ilgileniyorlardı.

Exploratores: ‘Exploratores’ hızlı ilerleyen, iz bulmakla, potansiyel pusu noktalarını saptamakla ve Roma ordusunun ana kuvvetleri için mevki aramakla görevlendirilmiş atlı gözcülerdi. Genelde yabancı ülkelerde bulunan bu gözcüler, Lejyonların ilerleyebileceği yolları seçmek ve korumakla birlikte uzak sınırlarda devriye gezerek ve sorun çıkaran birçok barbar kabilesini gözlemleyerek seferlerde çok kullanışlı olmuşlardı. Exploratoreslerin savaş meydanındaki rolü ‘speculatorslerle’ ara sıra çakışırdı. İki uzman birlik sınıfı da Roma’nın generallerine önemli askeri istihbarat sağlayarak yardımcı olmuşlardı. Speculatoreslerin başlıca başarıları gizli operasyonlardan gelirken, exploratesler keşiflerde uzmanlaşmış savaş meydanı gözcüleriydi. İki birime de Roma ordusunda büyük saygı duyuluyordu.

Protectores Domestici: İmparatorun korunması en önemli şeydi. Yalnızca en deneyimli askerler paha biçilemez mor cüppelerin giyildiği seremoniyle İmparatorun kişisel muhafızı olmak için seçiliyordu. Bir 'domestici' olmak zaten itibarlı bir konumda bulunmakken, daha büyük ödüllere giden bir yol açıyordu; birkaç yıllık hizmetten sonra, İmparator bunlara genelde bir askeri alayın komutasını verirdi. Zaman geçtikçe, bu görev askeri işlevlerin yanında sivil işlevleri de üstlenmeye başladı. Bir domestici olarak hizmet veren Ammianus Marcellinus’un işleri geç dönem antik çağlar için ana kaynak sağladı; M.S. 96 yılından Büyük Konstantin zamanına kadar olan çoğu Roma tarihini kaydetmişti.

Ballistarii: Notitia Dignitatum birçok Lejyonu 'ballistarii' başlığı altında listeler. Bu kelime basitçe 'topçu' olarak çevrilebilirken Notitia’ya kaydedilmiş fazla sayıdaki arbalet birimlerinin (daha sonraları manuballistae olarak bilinir) varlığı, balistarii'nin büyük balistalar ve ekibinden ziyade arbalet kuşanmış ayak askerleri olduğuna işaret eder. Antik çağlarda birçok çeşidi yapılmasına rağmen, Roma arbaletleri Yunan gastraphetelerine bakılarak modellenmektense geç Ortaçağ silahlarıyla benzerlikler taşır. Çelik mili yerleştirip bir manivela veya krankla çekmek bir insanın yardımsız ulaşamayacağı bir büküm yaratır. Çelik mil bırakıldığında bir yaydan daha fazla güç ortaya çıkarır ve daha sert zırhları delebilir.

Exculcatores: Exculcatoresler', Oksilyer Palatina’nın – M.S. 4. Yüzyılın başlarında Büyük Konstantin’in askeri reformları sırasında kurulan oksilyer Lejyonları – bir parçası olarak çalışan menzilli piyade birimleriydi. Yerli askerlerden oluşuyor ve genellikle alındıkları kabilelerin isimlerini alıyorlardı. Oksilyer oldukları için exculcatoreslerin Galya ya da Britanya’da konuşlanıp sınırlarda çalıştıkları tahmin edilebilir. Aslında standart ciritçi olarak bahsedilmelerine rağmen, Notitia Dignitatum, exculcatoreslerin 'exploratores' olarak bilinen gözlem kıtalarıyla birleşerek takipte kullanılan uzman birimler olduklarıyla ilgili ipuçları içeriyor.

Funditores: M.Ö. 3. yüzyıldan beri Roma ordusuna hizmet eden, Balear adalarından gelen sapancılar. Özellikle doğululara karşı yapılan seferlerde etki sağlamışlardır.

Palatina: Oksilyer palatinalar, M.S. 325 yılında Büyük Konstantin’in askeri reformları ve büyümesiyle ortaya çıkan oksilyer askerleriydi. Yerel nüfustan çıkan oksilyerler genelde Mattiaciler ve Ampsivariler gibi oluşturdukları kabilelerin ismini alırlardı. Notitia Dignitatum, oksilyer palatinalar hakkında geniş bilgilere yer verir fakat bu askerlerin güçleri hakkında direk bilgi vermez. Fakat hangisinin sınır askeri olduğuna dair oksilyer ve limitanei arasında anlaşmazlıklar vardır. Oksilyer palatina’nın, Galya, İberya ve Britanya gibi İmparatorluğun sınırlarının ardındaki konuşlanmış güç olduğu varsayılabilir.

Cornuti: Cornuti', 'boynuzlu' demektir ve Roma ordusunda bu birimin bağlamı muhtemelen bu Frenk piyadelerin giydiğinin söylendiği miğferlere gönderme yapar. Cornutiler, savaş meydanında düşmanlarına orda olduklarını bildiren savaş dansı ve savaş narasının cesaret kırıcı bir karışımı olan 'Barritus'ları ile ünlüdürler. Yalnızca Galya’nın Roma topraklarından askere alınabilen cornutiler, Verona ve Milvian Köprüsü gibi Konstantin ve Maxentius’un M.S. 350 – 353 iç savaşı sırasındaki geç Roma döneminde birkaç önemli savaşta yer almışlardır. M.S. 357 yılında Argentorum’da cornuti birimleri, aşırı savaş yanlısı Alaman kabilesinin Cermenleriyle karşılaştılar ve o gün sayıları çok az olmasına rağmen kazanmayı başardılar. 'Cornuti senyörleri' deneyimli kıdemli askerlerdir ve Notitita Dignitarum’da 5. Yüzyılın başında kurulan Batı Roma ordusunun bir parçası olarak anılmışlardır.

Foederati: Alışılagelmiş şekilde müttefik olmayan fakat İmparatorluğun kesin bir parçası da sayılmayan foederatiler, askeri destek vermek için anlaşma imzalayan, Roma sınırlarının hemen dışında yaşayan kabilesel gruplardı. Bunun karşılığında Romalılardan genelde yemek olacak şekilde devlet desteği alıyorlardı. Farklı zamanlarda Gotlar, Vandallar, Frenkler, Alanlar ve Hunlar bile Roma için foederati olarak savaşmışlardı. Foederati sisteminin ana sorunu, seçmen kabilelerin zamanla güvenilmez hale gelmesiydi, özellikle liderlerinin değişiminden sonra. Gotlar Doğu Roma İmparatoru Valens’in foederatisi olmuşlardı fakat daha sonra isyan edip M.S. 378 yılında ordusunu yenerek onu Edirne’de öldürmüşlerdi. Roma ordusunun büyük bölümünün kaybedilmesi, foederati birliklerine daha çok bel bağlanmasına neden olmuş ve sonucunda Batı İmparatorluğunun çökmesini hızlandırmıştı. İmparatorluğun otoritesinin zayıflaması ve yağmacı bozkır göçebelerinden gelen baskıyla birçok foederatini Roma eyaletlerine taşınmıştı.

Sagittarii: İmparatorluğun en başlarında, Principate zamanında, Roma savaş meydanına "sagitarii" sürmüştü. Sagitarii, Roma vatandaşlarından çıkarılan, Lejyonlara oksilyer olarak savaşan okçulardı. Yüzyıllar geçtikçe, çeşitli düzenlemelerin ardından, neredeyse tüm sagitarii asıl Roma ordusuna dahil edilmişti. Batı İmparatorluğunda, okçular diğer avcı erleri sınıflarından daha az sayıda savaşıyordu; bunun sebebiyse muhtemelen kullandıkları bileşik yaylardandı. Yayların yapımında kullanılan yapıştırıcı nemli batı iklimlerinde çözülür ve ahşap yamulur, silahı tamamiyle işe yaramaz hale getirirdi. Sagittariinin Doğu Roma ordularıyla süvari olarak savaşması ve bölgenin antik geleneği olan at üstünden avcı erliği yapması daha sık görülen bir manzaraydı.

Levis Armaturae: 'Levis armaturae', tam olarak 'hafif zırhlı' şeklinde çevrilebilir. Bu çevik ve kıyafetleri hafif piyadeler, sonraki Roma ordularının büyük bir kısmını oluşturuyordu ve öncelikle çarpışma kuvvetleri olarak görev yapıyorlardı. Ağır piyadelerin gerisinde konumlanmadan önce düşmanı taciz etmek ve sapan, cirit ve ölümcül ufak oklar olan plumbatae atışları yapmak üzere kullanılırlardı. Ardından düşman birliklerinin kanatlarına saldırırlardı. Bu şekilde levis armaturae, düşmana yeniden toplanma ve nefes alma fırsatı tanımazdı. Bu başarılı avcı erleri, bir ordu harekete geçtiği zaman savunma hattı kurardı ve düşman üzerinde baskı kurarak Lejyonların yan kısımlarını korurlardı.

Matiari: Matiariler seçkin Palatina Lejyonlarına bağlı olan piyade birimleriydi ve bu yüzden çoğunlukla İmparatorun kişisel ordusu içinde hizmet vermişlerdi. Çoğunlukla kurşunlu küçük ok olan ‘plumbata’ kullanarak savaşırlardı. Plumbata kısa, ağır fırlatma okuydu ve kol altından sapıyla fırlatılır, böylece düşmanın üzerine düşmeden önce havaya uçardı. Belki de Martiariler hakkında en bilinen şey, Batı Roma İmparatorluğunun nihai düşüşünü başlatan olay olarak sayılan Edirne Savaşındaki İmparatorluk ordusunun bir parçası olmalarıydı. İmparator Valens’in Roma kuvvetleri çöktüğünde matiarileriyle birlikte başka ülkeye sığındığı varsayılıyor.

Vexillationes: Dalmaçyalılar batı balkanların, hemen hemen günümüz Hırvatistan’ının olduğu konumun yerlileridir. Roma İmparatorluğunda Lejyonlar için geçici tamamlayıcı olarak kurulmuşlar ve Roma süvari kuvvetlerinin yeniden organize edilmesi ve genişletilmesinden sonra ‘vexillationes’ ismiyle bilinmeye başlamışlardır. Yeniden organize, Lejyonlar doğu imparatorluklarının daha güçlü atlılarına ağır kayıplar vermelerinden hemen sonraki yıllarda gerçekleşmiştir. Bu yeniden organize, Roma kayıplarını frenlemek ve düşmanın gelişmeye başlayan süvari taktikleriyle rekabet etmek için yapılmıştır. Her halükarda, Dalmaçyalılar en büyük yeni yetişen vexillationeslerdi ve II. Cladius’un Gotlara karşı kazandığı zaferine büyük yardım etmişlerdi.


Scholae: Bir Roma İmparatoru gittiği her yere Scholae’sini – saray muhafızını – götürürdü. Esasen yozlaşmış ve ortadan kaldırılmış Praetoriansların halefleri olan Scholaeler, Lejyonların kontrolü dışında çalışır, geç dönem Roma devletinin kıdemli sivil görevlilerinden bir olan Magister Officorum’a hesap verirlerdi. Sahada İmparatorun kendisi tarafından komuta edilen Scholaeler, her zaman Romalı olmayan vatandaşlar içinden alınırlardı. Muhtemelen bu Ptolemy firavunlarının korumaları olarak Galatlı Keltleri kiralamalarına ya da gelecek birçok Bizans İmparatorunun kendilerini korumaları için İskandinav savaşçıları – Varangian Muhafızlar - kullanmalarına benzer bir durumdu; vatandaş olmayan biri maaş alırken başkaldıramaz veya tahta karşı bir dolap çeviremez.

Katafrakt: Ölümcül Part katafraktlarıyla Harran'da yüzleşmelerinin kötü sonuçlanmasının ve ardından Sarmatyalı mızrakçıların ezici kuvveti karşısında ezilmelerinin akabinde, bir süre bu fikri benimsememiş olsalar da Roma ordusu kendi süvarilerini kendileri eğitmeye başladı. Roma, giderek kendi versiyonları olan katafraktarii ve Clibinarii birliklerini Lejyonların arasına katmaya başladı. İlk olarak İmparator Hadrian'ın saltanatı döneminde, Galyalılardan ve Panonyalılardan oluşan bir oksilyer kuvveti olarak görevlendirildiler. Buna karşın, genel olarak başarılı olsalar da, MS 4. yüzyılda katafraktarii askerlerinin rütbeleri daha düşük hale geldi. Bunun sebebi muhtemelen Macrinus'un MS 217'de Partlar tarafından Nisibis'te ağır bir mağlubiyete uğramış olmasıdır. Tepeden tırnağa pul ya da zincir zırhla sarılı ve silah olarak cirit kullanan bu 'demir atlılar'ın daha meşhur Ortaçağ şövalyelerinin öncüleri olduğu su götürmez bir gerçektir.

Contarii: Roma imparatorluğu, var olduğu dönemde sayısız askeri ilerlemede bulunmasına rağmen, gerçekçi açıdan bakarsak hepsinde başarılı olduğunu iddia edemez. Partlı katafraktlar – tepeden tırnağa zırh giyen ve süvari mızrağı taşıyan geçmiş çağın baskın süvarileri – M.Ö. 53 yılında Harran’da ve M.S. 217 yılında Nusaybin’de Lejyonları perişan etmişti. Bununla birlikte ağır süvari mızraklarıyla meydana çıkan bozkır göçebelerinin akınlarının artması, Roma ordusunun benzer ağır süvarilere dayanan kendi taktiğini oluşturmasına neden olmuştu. Böylece süvari mızrağıyla silahlanmış ağır zırhlı atlılar olan clibinarii ve contiarii gibi savaş meydanında farklı işlevleri gerçekleştirecek birkaç farklı 'equez katafraktarii' kurulmuştu. Kullanılan süvari mızrağı ölümcül bir silahtı; ‘contus’ ismiyle bilinen silah, muhtemelen iki elle kullanılması gereken uzun delici bir mızraktı. Aynı zamanda atı idare ederken bu silahı kullanabilmek büyük bir yetenek gerektiriyordu ve bu da contariilerin sıra dışı binekli askerler olduklarını gösteriyordu.

Elbette ordu yapılanması dışında bazı önemli detaylar da vardı. Bunlardan bazıları şunlardı;

Konaklama: Konakçılık, birlikleri müstakil mülkiyetlerde ağırlama işidir. Roma ordusunda bu tür konaklamalar ‘konukseverlik’ anlamına gelen ‘hospitalitas’ olarak bilinirdi. Birliklere konakçılarının odasının üçte biri verilirdi ve kumanyaları ise konakçı tarafından değil, eyalet makamları tarafından karşılanırdı. Birlikler, kendilerine hangi evin tahsis edildiğini kapı direklerine kazınan isimlerinden anlardı. Konaklama, Batı Romalıların, dağılmakta olan imparatorluklarında sorunlu bölgelere askerlerinin sorunsuz ve hızlı bir şekilde ulaştığından emin olmak istemesiyle M.S. 4. ve 5. yüzyılda yaygın bir uygulama haline gelmiştir. Limitanei denilen sınır birlikleri, uzun süreler boyunca mevkilerini savunabilir ve koruyabilirdi. Bu birlikler comitatenses'e kıyasla sabit ve yerel halk ile kökleşmiş birlikler idi. Limitanei birliklerine bazı eyaletlerde toprak tahsis ediliyordu ve savaşta olmadıkları zamanlar bu toprakları yönetiyorlardı. Birlik ayrıcalıklarından faydalanmanın ne kadar kolay olduğunu gösterirmişçesine kireçten cazip evler yapıyorlardı. Comitatenses'ten oluşan gezgin ordu daha hareketliydi ve bu yüzden seferler sırasında şehirlerde konaklardı. Bu da istismarın ve yolsuzluğun önünü açmış, en cazip mülklerin ve tarım arazilerin ordu tarafından uygun bir şekilde comitatenses'in ihtiyaçlarını giderecek şekilde tahsis edilmesine sebep olmuştu.

Etnik Yapı: Hem Doğu hem de Batı Roma İmparatorluğu ordularını aynı şekilde teşkilatlandırsa da, bir süre sonra Doğu sivil ve askeri alt yapısını katmanlar halinde düzenlerken Batı Roma İmparatorluğu daha fazla askerileştirilmiş bir toplum haline geldi. 'Biyolojik' kimliğe karşılık 'etnik' kimliğin ortaya çıkışı, buradaki yetiştirmenin temeli haline geldi. Roma'ya bağlı barbar devletler çok az kamu desteğiyle ya da hiç kamu desteği olmadan kendi ordularını oluşturmak ve idare etmekle yükümlüydüler. Bunun sonucunda barbar kültür bölünerek savaşçıların sosyal statüsü bir kez daha yükselişe geçerken sivil ve asker ayrımı bulanıklaşmış, saf 'Romalı' imparatorluk fikri çökmeye başlamıştır. Batı Roma İmparatorluk çöktüğünde, bu çok ters bir şekilde gerçekleşti, zira barbar soyundan gelen Romalılar kendilerini yeni krallıklarda güçlü mevkiler edinmek için doğru soydan geldiklerini düşünürken buldular.

Erzak: Giderek artan büyüklükte ordular ve birlikleri aylar ve senelerce deniz aşırı diyarlara taşıyan seferler yüzünden onlara sürekli erzak gönderebilmek için ikmal hatlarını elde tutmak hayati bir vazife haline geldi. Ne var ki, bir ordunun harekatı kendi ikmal hattı tarafından çok ağır bir şekilde sekteye uğratılabilirdi. Askeri erzak ve lojistik sistemlerinde devrim yapanlar Yunanlılardı; her ordunun ardından giden eşler ve hizmetliler sürüsünü dağıttılar ve yavaş öküz arabaları yerine daha hızlı atlar ve katırlar kullandılar, bu da askerlerin daha fazla yük taşıyacağı anlamına geliyordu. Standart para biriminin oluşturulması devletlere düşman bölgesinde bile askerleri için erzak sağlayabilme imkanı veriyordu; zira böyle olduğunda paralarına her yerde güvenilebilirdi ve yerel tüccarlar ilk askeri müteahhitlere evrildiler.

Mal Ödemesi: Roma ordusundaki askerler M.S. 4. yüzyılın ortalarında eksiksiz olarak maaş alırlardı; ödemeler, insanların askere alımlara çeken ana etmenlerden biriydi. Fakat 3. Yüzyıldaki İmparatorluk krizinin getirdiği finansal enflasyon, orduya katılımı eskiden olduğundan daha az cezbedici bir hale getirmişti. Buna karşı koymak için İmparatorluk askerlere yiyecek ve giyecek yoluyla mal ödemesi yapmaya başvurmuştu. Bunların kaynakları bölge temelli vergi veren Romalılardan geliyordu ve yerel hükümet yöneticileri tarafından denetleniyordu. Ama kimse vergi ödemeyi sevmiyordu ve bu ödeme sistemi ironik olarak sivil nüfusun askerlere düşmanlık beslemesine neden olmuştu.

Derin Savunma: Tarihçiler arasında konu edilen 'Derinliğine Savunma' teorisine göre Roma'nın askeri savunma stratejisi, M.S. 4. yüzyılda bir önceki 'önleyici savunma' ideolojisinden gelişmiştir. Önleyici savunma, Roma'nın, sınırları boyunca ve sınır ötesi karakollarda sabit birlikler bulundurup, kuşatma harekatıyla düşmanları bu birliklerin arasında pusuya düşürerek akınları engellediği yöntem idi. Ancak Roma'nın sınırları bu şekilde savunulamayacak kadar genişlediğinde, limitanei birliklerinin surları başarıyla savunacak umutları kalmamaya başladı, ta ki çevre bölgelerden gelen comitatenses birlikleri tehdidi ortadan kaldırana dek. Bu durum, düşman ordusunu geniş bir alana yayıp birden çok meseleyle uğraşmasını sağlayarak tedarik lojistiğinin zayıflatıldığı bir teknik olan derinliğine savunmanın geliştirilmesine neden oldu. Zayıflayan mevkilere savunma ordusu tarafından düşmanı eski konumuna, yani savunma stratejisinin belirlediği sınırların gerisine püskürtmek üzere saldırılıyordu. Derinliğine savunma antik çağların sonuna doğru, Batı Roma İmparatorluğu hantallaştığı zamanlar, yeni kurulan ve zor kazanılan cephelerini ellerinde tutabilmek isteyen halefi barbar krallıklar arasında oldukça yaygınlaşmıştı.

Fabrika: Roma ordusu geç antik dönem boyunca tertipsel ve lojistik sistemlerinin çoğunu değiştirdi. Genç Cumhuriyetten beri ilk kez halk, senelik bir zorunlu askerliğe tabi tutuldu. Kabile savaşçılarının alınmasının giderek artması İmparatorluğun askeri harekatlar için daha iyi bir taslağa sahip olması gerektiğini gösteriyordu. Bulunan kanıtların gösterdiğine göre fabricaelerin (fabrikaların) varlığı, teçhizat ve silahların standartlaştırılmasına yönelik çalışmalar olduğunu işaret ediyor. Hakimiyeti için rekabet edilen sularda ticareti korumak ve kollamak vazifesine uygun bir şekilde donanmada da ağırlık, standart gemiler ve donanma düzenlerine verilmişti.

Söylev: Roma söylevi kendisinin en eski ve en çok meyve vermiş geleneğidir. Senatodaki söylevlerden tutun da meşhur savaş konuşmalarına varıncaya dek, biraz alaycılıkla söylenebilir ki Romalılar kendi seslerini duymaktan hoşlanırdı. Ancak söylevler boş laf olmaktan çok daha soylu bir amaca hizmet ederlerdi; İmparatorlar kendilerini asker olarak göstermenin (son İmparatorlar gerçekten de savaştılar) ve de birlikleriyle kan bağına sahip olduklarını göstermenin yollarını aradılar . Askerlere onlara 'izin verircesine' yapılan bir yaklaşım ve onların rızasını almak ortaya bir yoldaşlık ve müştereklik dili çıkardı ve de İmparatorluk gücünün ardındaki gerçek düşüncenin İmparatorluk birlikleri olduğu fikrini geliştirdi. Gerçek şu ki gerçekten de öyleydiler ve bu gücü övüp methetmek bir Roma İmparatorunun ayakta kalması için hayati önem taşıyordu.

Yunan Ateşi: Roma dönemi savaşlarının tarihçesi oldukça iyi belgelenmiştir, bu sayede Romalıların yer aldıkları savaşları ve savaşlarda kullandıkları silahlar ile teknikleri net bir şekilde tasvir edebiliriz. Yine de hâlâ gizemini koruyan bir silah var: 'Yunan Ateşi'. Varlığını bilsek de, kökeni tam olarak bilinmiyor ve bu ölümcül maddenin içindeki malzemelerin ne olduğu bilgisi tarihte tamamen kaybolup gitmiştir. Yunan ateşi, bir kazandan dışarıya akıtılan ve bir tüp yardımıyla püskürtülerek yakılan birtakım sıvı kimyasalların karışımından oluşuyordu. Herhangi bir maddenin üstünde yanabiliyor ve saniyeler içinde bir insanın etini eritebiliyordu. Alevler söndürülemez gibiydi ve suya atlamak bir çözüm olmadığından kurbanlarının neredeyse hiç umudu kalmıyordu. Çağdaş bilime göre bu madde suda bile yanabiliyordu ve sadece kum, sirke ve garip bir şekilde idrar gibi az sayıda maddeyle söndürülebilirdi. Yunan ateşi hem su üstünde hem de su altında yanabildiğinden oldukça etkili bir donanma silahı idi, fakat kontrol altına alınması çok güç olduğundan kendi kullanıcılarını bile yok edebilirdi. Bu ateşi deneyecek cesareti olanlar, temas ettiği tüm gemileri hızlıca yok eden alevden çarşaflar yaratmışlardır.

Yazan: Nimrael