HABERLER
Dini Haber

BİR İMAM HATİPLİNİN DEİST OLUŞ SÜRECİ



TARKAN'IN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ


Öncelikle şunu belirteyim. Tanımadığım insanların fikrini değiştirmek için ya da onlara başka bir fikri empoze etmek için kolumu bir saniyeliğine dahi kaldırmayacağımı bildirmek isterim. Yaratılış itibariyle sakin ve kendisiyle barışık olan, iç huzuru yakalamış, koyduğu hedeflere başarıyla ulaşabilen 33 yaşında bir erkeğim. Çevremde alışılagelmişin dışında fikirler üreten, çok daha ince ve detaylı düşünen bir insan olduğum bilinir.

5 yaşındayken bazı özel sebepler nedeniyle Türkiye'nin kuzeyinde bir köyde annem, anneannem ve dedemle yaşamaya başladım. Okula gitmeyi çok istediğimden dolayı Kasım ayında ve henüz 6 yaşındayken öğretmenin yardımıyla okula başladım. Çünkü kaydım olmadığı halde sivil kıyafetlerim ile sabah okula gidip öğrencilerin arasına karışıp sıra oluyor, andımızı okuyor ve herkes okula girince de evime geri dönüyordum. Müthiş ezber yeteneğimle ilerleyen süreçte önce 1. Sınıftakileri solladım, daha sonra da öğlen aralarında boş vakitlerimde bir üst sınıfın Türkçe ders kitaplarında okuma parçalarını okudum. Bu sistemim 5 senelik ilkokul boyunca her yeni sene aynen bu şekilde devam etmişti.

3. Sınıftayken çok okuduğum için öğretmen beni kütüphane sorumlusu yaptı. Bazılarının tahmin edebileceği gibi ilk işim oradaki bütün kitapları okumak oldu. Geçen yıllarda dini görevlerimi de ihmal etmiyor, bazı namazları kılıyor, tekne orucumu tutuyor, hem kış, hem yaz tatilinde de camideki kuran kurslarına kaydolup bütün sureleri ezberliyordum. Geçenlerde videosu paylaşılan Emir isimli arkadaşın bahsettiği Türkçe sıkıntısının aksine bizim kurstaki kitabımızda her surenin Türkçe tercümesi de vardı. O günlerde ailemin aşırı dindar olduğunu söyleyemem. Sadece yapılabildiği kadar dini görevlerini yerine getiren insanlardı. 9 yaşındayken artık zirveye çıkmıştım. Hem okuldaki en başarılı öğrenciydim,  hem de artık kuranı Arapça okumaya başlamıştım.

11 yaşındayken ortaokul için ileride iyi bir meslek sahibi olmak, vatana, millete hayırlı bir evlat olmak için şehirdeki imam hatip okuluna yatılı olarak gönderildim. Küçük yaşta 10 kişi ile aynı odada kalıyor, artık 5 vakit namaz kılıyor, sabah 8 den akşam 5 e kadar ders görüyor, akşam yemeğinden sonra 7 ile 9 arası da tekrar okuldaki sınıflarda etüte giriyordum. Bilmeyenler için Etüt'ün anlamı; yatılı da kalanlar sınıf olarak okula gidiyorlar ve 2 saat boyunca ödev yapıyorlar veya ders çalışıyorlar. Başımızda ise öğretmen yerine lise son sınıflardan öğrenciler olurdu. Yatılıda zor konulardan birisi de bu üst sınıfların alt sınıfları istediği gibi yönetmesine müsaade edilmesiydi. Bazıları bize karşı örnek bir insan gibi davranırken,  bazı kötü niyetlileri ise bizi yola getirmek için istedikleri gibi tokatlayıp tekmelerlerdi. Ne de olsa bir atasözü vardı,  dayak cennetten çıkmaydı. 3 senelik bu maceramı bitirirdiğimde artık iki kez kuranı Arapça olarak baştan sonra okuyarak hatim etmiştim ve bunu da hocalarımın istediği gibi mübarek 3 aylar içinde gerçekleştirmiştim.  Öğrencilik başarısı olarak ise elimde; matematiği mantığımın anlayamaması nedeniyle istikrarlı bir şekilde her dönem teşekkür belgesi almak kalmıştı.

1998 yılındaki 28 Şubat kargaşası nedeniyle ülkedeki tüm dindarlar fişleme nedeniyle biliniyordu ve yaşlarına bakılmaksızın devlet görevlerinden atılarak işsiz bırakılıyordu. İmam hatip okulları kapatılma riskiyle karşı karşıya geliyor, geleceği belirsiz hale getiriliyor ve üniversite sınavına girerken de meslek lisesi özelliğini kapsadığından öğrencilerin başka bölümlere yönelmesinin önü öss puanlarının bir kısmının silinerek imkansız hale getirilmesine olanak sağlıyordu. Bu hengamede anneannem bana şehirdeki diğer popüler okul olan aşçılık meslek Lisesini uygun görmüştü. Ne de olsa başarılı bir öğrenciydim ve bu zor milli eğitim sınavını geçebilirdim. Burada şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Fethullah Gülen'i ilk duyduğumda yıl 2008 idi ve 22 yaşındaydım. Yani bu dindar diye namı salınan kişinin imam hatiplerde hiç lafı bile geçmezdi, bu yüzden kendisi ayrı bir tez konusunu hak ediyor.

Yıllar yılları kovalarken, Dünyada bir şekilde tutunmaya çalışıyor, iyi bir insan olmaya gayret ediyor, kimseye kötülük yapmayı dahi düşünmüyor ve istediğim mesleği yapmak için elimden gelen çabayı gösteriyorum. Hayata ilk atıldığımda imam hatipte bize öğretilen eşitliğin dışarıda olmadığını gördüğümde hayal kırıklığına uğradım. Dışarıda zengin her zaman daha üstündü ve iş yerlerinde birileri emir veriyordu diğerleri onun kölesi gibi çalışıyordu. Bunlar bize öğretilenleri desteklemiyordu. Bu sistemsel sıkıntılar nedeniyle Dünya'ya uyum sağlamakta çok ama çok zorlandım. Hiçbir zamanda kendisini sevemedim ve bir an önce hep ayrılmak istedim. Bu süre içinde bazen namaz kılıyor, bazen kılmıyor, bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyordum. Kendimi bildim bileli hiçbir zaman hurafeler bana mantıklı gelmemişti. Ailemin söylediği “gece tırnak kesilmez çünkü peygamber efendimiz tırnağı kırıldığı halde kesmemiş, bağlayıp yatmış” gibi onlarca çeşit inançları hiç bir zaman dinlemeyip hep başına buyruk hareket etmiştim. Kuranın Türkçe'sini de 20 li yaşlarımda kendimi yormadan yavaş yavaş okuyarak öğrendim. Aileme de yine aynı yaşlarda kuranı okumaları gerektiği, kimin ne sebeple yazdığı belli olmayan hadisleri bir kenara bırakıp öncelikle Allah’ın dediği şeyleri yapmaları ve diğer insanların söylediği görevleri yerine getirerek boşuna hayatlarını zorlaştırdıklarından bahsederek bazı tavsiyelerde bulunmuştum fakat bir netice alamadım. Kendi hayatımda ise bazı zamanlarda peygamber efendimizin yaptığı şeylere sünnet deniyor fakat biz Allah’ın dediği şeyleri yani farzı yerine getirmek ile mükellef olduğumuzu düşünerekten namazların sadece farz kısımlarını kılıyordum. Lakin ben bunları yaparken Cuma günleri cuma namazını kılmak için camiye gittiğimde her defasında içimden içeriye girme arzusu eksiliyor ve 1-2 ay gibi kısa bir sürede artık Cuma namazı için camiye giremeyecek hale gelince kendi kendime oturup bir düşündüm ve ''galiba Allah benim sünnet namazlarını kılmadığım için camiye girmemi istemiyor'' diye düşünerekten tekrardan sünnet namazları kılmaya başlamıştım. Nedense büyüklerimizin yaptığı bazı dini davranışlar bana mantıklı gelmiyordu ve en doğrusu için ya kurana başvuruyor ya da kendime özgü davranışlar icat ediyordum.

Hayatım boyunca bir çok sırlı olay yaşadım ve bunların sebebini hep Allah’a bağladım. Rüya konusunda ise; zaten nadiren rüya görürüm ve anlamı araştırılacak haberci bir rüya gördüğüm zaman ise rüya tabirine bakarım, sonradan olacak olayların işaretini önceden alırım. Bu ve bunun gibi bir sürü şey benim nezdimde hala araştırmaya muhtaç ve ben henüz taze bir deistim. Önceliğim Tanrı’nın kim olduğunu bulabilmek. Kanal sahibi arkadaşımız tanrının evren olabileceğine inandığını söylemişti. İlk başta pek ilgimi çekmese de biraz düşününce galaksilerin tümünün tanrının vücudu olduğunu ve kendi bünyesinde de Dünya’nın olduğunu ve içinde de bizim yaşadığımız sonucu çıkarılabilir. Eşimin hamileliği ve doğum sürecini birebir yakından görme şansına sahip olaraktan şöyle bir kanıya vardığımı söyleyebilirim. Ortada bir kurulu sistemin olduğu su götürmez bir gerçek ve bu sistem tamamen zamana bağlı çalışıyor. Bir insanın anne karnında oluşması, uzuvlarının, organlarının ortaya çıkması, derisinin oluşması, doğması, düşünmesi, hissetmesi, nefes alması vb. gibi sayısız olayı derinlemesine düşündüğümde bir yaratıcı olduğuna eminim.

Gelelim dinden kopuş hikayesine. Burada çoğu insanın bahsettiği gibi kuranı Türkçe okuduktan sonra kopuş bende gerçekleşmedi. Çünkü biz insanoğlu kısıtlı bir varlıktık ve Allah’ı sorgulamak asla bizim işimiz olamazdı ve bunu aklımıza bile asla getirmezdik. Eğer Allah böyle uygun gördüyse öyle olmalıydı, bizim bilmediklerimizi, asla bilemeyeceklerimizi ve her şartta en doğrusunu O bilirdi.

Herkese ve her inanışa her ne kadar saygı duysam da ateistlere hiç sıcak bakamadım. Hatta nasıl dindar insanların yüzleri diğerlerinden ayırt ediliyorsa, ateistlerin yüzlerini de ben ayırt edebiliyor ve tiplerine iğrenerek bakıyordum. Cuma namazına giderken parkta oturan bir amca gördüğümde '' ateiste bak hele, namaz vakti burada oturuyor'' diye içimden söyleniyordum. Bu şekilde yaşarken bile hiç bir zaman çarşaf, başörtüsü gibi geleneksel kıyafetleri benimsemedim ama giyenlere de kızmadım, kovmadım. Elbise konusunda ne çok açık ne de çok kapalı giyime yeşil ışık yakmadım. Her zaman yenilikçi olmaya gayret ettim.

Gel zaman git zaman bir gün iş yerinde müdürümüz değişti ve yanında getirdiği personellerden bir tanesi kendisinin gazetesiydi, ajanıydı. Böyle gizli şeylere hep meraklı olduğumdan bunu hemen başlangıçta çözmüştüm. Ajanın görevi, bölümde çalışan tüm kişiler hakkında bilgi toplamaktı. Kim kiminle ne konuşuyor, kimin mal varlığı ne kadar, kaç kez mola yapıyor, yemeğe kiminle gidiyor, dışarıda nerede geziyor, fikirleri nedir vs. vs. Kendilerine bir oyun oynamayı düşündüm. Oyunumda kendimi ateist gibi lanse ederek onların ezberlerini bozacaktım ve kendi karakterimi saklamış olacaktım. Sonunda da aslında öyle biri olmadığımı müdüre gösterecek ve ajanının yanlış bilgiler taşıdığını göstererek onu değersizleştirecektim. Değişiklik olsun diye hayatımın belli zamanlarında farklı karakterleri kopyalar, bir müddet onlar gibi yaşardım. Bu seferde bir ateist gibi davranacak ve yaşayacaktım. Oyunumu layıkıyla yerine getirirken aradan 1 ay geçmişti ki eşim artık evde böyle davranmamam gerektiğini ve bundan sıkıldığını dile getirmeye başlamıştı. Fakat karakter çok hoşuma gittiğinden evde eski halime dönmem biraz zaman aldı.

Bu arada ben uyumadan önce aşırı derecede yorgun değilsem uykuya çabucak dalmak için internetten herhangi bir konuşma programını indirip  açar, onlar konuşurlarken rahatça uykuya dalardım. Video ise ayarladığım sürenin sonunda otomatik olarak kapanırdı. Bir keresinde ise Youtube’a ateizm yazarak oradaki konuşmaları dinleyerek uyumayı denemiştim. Her nasılsa Din ve Mitoloji kanalına da denk gelmişim. Bahsi geçen konulardan biraz şüphelendim ve kendim araştırmaya karar verdim, önce Sümerlileri, ardından Annunakileri ve en sonunda Hz.Muhammed’in hayatının gün gün detaylarına kadar indim. Ardından Emevileri, Abbasileri, Selçuklu Devletini derken Osmanlı kuruluşuna kadar gittim. Osmanlı itibariyle tarihi zaten bildiğim için burada araştırmalarıma son verdim. Bana merhamet dini, şefkat dini, güzellik dini diye öğretilen İslamın temelinde savaşı ve ölümü gördüm. Dönemin şartlarını göz önünde bulundurarak her ne kadar iyi niyetle de yaklaşsam 620 li yıllardaki cizye konusunu, 650 li yıllardaki peygamberin eşi Hz. Ayşe'nin ve damadı Hz. Ali'nin on binlerce askerlik ordularıyla birbiriyle savaşıp binlerce askerin birbirini öldürmesine sebebiyet vermeleri ya da 680 li yıllardaki Kerbela hadisesi gibi sıra dışı olaylar beni sorgulamaya itti. Bana öğretilen Müslümanlıkta olmayan ve Müslümanlıkla asla bağdaşmayan bu ilginç olaylar nedeniyle düşünce kabuğumu kırdım ve dinlerin birer masal olduğuna kanaat getirdim. Zaten iki de bir İsrail'in özellikle Ramazan ve Kurban Bayramında Filistin'de yaşayan bir avuç insanı bombalaması beni Allah'a karşı neden bir koruma yok diye sorduruyor, cevabı da kendime şöyle veriyordum. Müslümanlar birleşemediği için güçsüz kalıyorlar ve işte ceremesini de çekiyorlar.

Hatta bir tık ileri gidersek, her ne kadar ABD’nin kurduğu ve kontrol ettiği bir örgüt de olsa şimdi ki Işid’in de pek farklı bir şey yapmadığını gördüm. Önceden başlarına istedikleri halifeyi getirmek için birbirlerini öldüren Müslümanlar şimdilerde ise başlarında bir halife olmasa da pek farklı bir şey yapmıyorlardı. Elektriğin Abd de icat edilmesi sonucu ortaya çıkan teknolojik fark nedeniyle ve bu İslam bölgelerine elektrik gelene kadar Abd de artık mühendisler elektrikle çalışan cihazlar üretmeyi başarmıştı ki, bir anda 50 yıl ileri gitmişlerdi. Ardından petrolün icadı ile bu topraklardaki devletlerin gelişmesini engelleyerek sömürge düzeni oluşturmuşlar, buradaki insanların bir şey üretmesine mani olmuşlar ve ucube gibi kalmalarına gayret etmişlerdi. Bunun sonucunda da Müslümanları iyiden iyiye kılıksız hala getirmişlerdi. Maalesef birbirlerini öldürmede çok başarılı olan bu Müslüman arkadaşlar söz konusu kafirlere geldiğinde ise 20. ve 21. yüzyılda bir türlü başarıyı yakalayamadılar. Yine de Dünya’nın diğer bölgelerinde kıyametler koparken buradaki insanlar İslam ile yönetilen Osmanlı sayesinde yüzyıllarca daha rahat ve mutlu bir yaşam sürdüler.

Gelelim Hz. Muhammed’e. Belki kendince iyi bir şey yapmaya çalışıyordu, etrafındaki insanların birbirlerine yardım etmesini, iyilik yapmasını, kötülükten uzak durmasını vb. gibi davranışları benimseyen bir sistem kurmuştu. Mecburen de bu sistemin sağlamlaşması için çemberi genişleterek Mekke ve Medine bölgesini daha emin ve kuvvetli bir hale getirmeliydi. Lakin maalesef kurduğu sistem daha O ölür ölmez halifelik kavgalarına tutuşacak ve sonu gelmeyecek savaşların yolunu açacaktı. Hatta daha başlangıçta Müslümanlara Kerbela olayını yaşatacak, onları ikiye ayıracaktı ve 1400 senedir hala unutulmayacak bir acı hatıra olarak hep akıllarda kalacaktı.

Mesela bu komünizm fikrini ilk ortaya atan kişi kendisine Komünka tanısından vahiy geldiğini söyleseydi ve O bize eşitliği, adaleti, kimsenin kimseden üstün olmadığını, herkesin eşit şartlar altında, eşit gelirle çalışması gerektiğini, torpil sisteminin olmamasını dilediğini söylüyor deseydi ne olurdu ki. Şu anda bile milyonlarca insan komünist dinine inanıyor olurdu ve çocuklarını Komünka tanrısının dilediği gibi yetiştirmeyi denerlerdi.

Şimdilerde her ne kadar Deist olsam da diğer Müslüman arkadaşlara saygım aynı şekilde devam ediyor. Bazı insanlar gibi onlara gıcık ya da düşman olmuyor, onları küçük görmüyor ve hakaret etmeye de bir sebep ya da ihtiyaç görmüyorum. Her zamanki gibi de bu konularda aşırıya kaçan kim olursa olsun hepsini yadırgıyorum. 

Sağlam dindar arkadaşıma ben ateist oldum dediğimde “önceki hayatın ile şimdiki hayatın arasında ne fark oluştu” diye sordu. Şöyle bir düşündüm, aslına bakarsan hayatımda hiç değişiklik olmadığını söyleyebilirim” dedim. O da bana “sen Allah’a inan gerisini boşver’’ dedi. Gerçekten de hayatımda pek de bir değişiklik olmamıştı. Etrafımdaki diğer arkadaşlara ‘’ben ateist oldum’’ dediğimde ise tepkilerinden aslında onların da ateist olduklarını ve sadece bunu dile getirmediklerini anladım ve oldukça şaşırdım.

Son olarak üzerimdeki sorumluluk kalktığı için az buçuk bi hafifleme var. Lakin ben yine aynı ben. Geçenlerde kasaya 100 dolar sahte para girmiş. Bana ''bu parayı müşterilerden birisine kakala'' dedi müdür. Kendisine şöyle cevap verdim: ''maalesef kimseye bu kötülüğü yapmak istemiyorum, buna içim el vermez, kusura bakmayın''.

Hoşça ve sevgiyle kalın...

SİZDEN GELENLER | Yazan: Tarkan

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

BAHAR'IN SORGULAMA SÜRECİ

Artık dine inanmayanlar, Dinden çıkış, Dinden çıkış hikayesi, İslamı terk etme nedenleri, İslamiyetten ayrılan kişilerin hikayeleri, sizden gelenler, Dinden kurtulmak, Din baskısı,

BAHAR'IN SORGULAMA SÜRECİ


Merhabalar Din ve Mitoloji :)
Merhaba ben Bahar,25 yaşındayım Sünni Hanefi bir ailede doğdum. Ailem halihazırda her türlü tarikat ve cemaati barındıran bir yapıda,onların mantığına göre sırat-ı müstakîm yani doğru yol gökteki yıldızlar kadar çok ve bir şeyhin varsa asla doğru yoldan çıkmazsın.
Kendimi bildim bileli din ile iç içe yetiştirildim." Erkeğe benzeyen kadına,kadına benzeyen erkeğe lanet edilir" hadisine binaen bu yaşıma kadar sadece bir kere pantolon giydim. Onu da 5 yaşındayken bir dini bayramda ortanca amcamın hediye olarak aldığı pantolonu giydim ve bunun ardından küçük amcamdan pantolon giydim diye dayak yemiştim.
Öyle yobaz bir ailede büyüdüm ki ,8 yaşındayken amcamın kızı ile bulmaca çözdüğümüz için fahişe olacağımız gerekçesiyle dedemden dayak yemiştik.

Henüz 10 yaşında iken başımı kapatıp pardösü giymem gerektiğini söylendi. Tanrının emri olduğu için itiraz etmeden giydim. Giymeye başladığım ilk aylarda birden bire kocaman kadın gibi hissetmek beni çok utandırıyordu. Yaz tatilinin ardından medreseye verildim böylece 1,5 ayda bir, 2 günlüğüne evime gelebildiğim şiddetin her türlüsünü "Sen Yunus Emre gibi olacaksın!"düsturunun beynime işlenmesiyle gönüllü olarak o eziyetleri çekmem gerektiğine inandığım imam hatip ve medrese yıllarım başladı.
10 yaşımdan 17 yaşıma kadar medresede kaldım. 5 yıl sona erdiğinde tam manası ile IŞİD kırması belime bomba sarsalar ve" Git! Din kardeşlerin için kendini patlat!"deseler seve seve kendimi patlatacak kafadaydım.

Tarikat yurtlarında beyin yıkama ilk günden başladı. Istiklâl Marşı ve saygı duruşunda kımıldamazsam imanımın gideceği öğretildi. Laik sistemin,hilafetin olmamasının ve Atatürk'ün İslam için ne kadar zararlı olduğu empoze edildi. 15 yaşında tarih ve bilim kitaplarını okumaya merak salıncağa dek Cihatci kafadaydım.

Tarih kitaplarını okudukça zamanla konu Birinci Dünya Harbine ardından Istiklâl Harbimize geldiği vakit Atatürk'ü tanıdım bir yılın sonunda Atatürk'ü gizlice seven bir muhafazakardım.
17 yaşına gelip kitaplarla gecen ikinci yıl bittiğinde hem medrese eğitimim bitmiş hoca olmuş ,hem de Atatürk'e olan sevgimi artık gizlemiyordum .
O dönemde inançlı olmama rağmen " rahmetli Atatürk" dedim diye annem " o kefereyi nasıl seversin?" deyip beni dövmüş, benim de onunla cehennemde olacağımı söylemişti.
Üniversite yıllarımda hala İslam'ı sorgulamıyor hatta Muhammed'i devrimci olarak görüyordum. İslamdaki her şeye bir açıklamam vardı, kısaca modernist İslamcı kafasıdaydım.

İslamı sorgulamasam da sorguladığım başka şeyler vardı. Açlık,hastalık, tecavüz, cinayet ve savaşlar. Gece gündüz bunları sona erdirmesi için secdelerde tanrıya dua ediyorum. Yine de çocuk tecavüzleri bir son bulmuyor açlıktan ölen çocuklar artarak devam ediyordu. Ben ki 10 yaşından 23 yaşına kadar 13 yılda 3 vakit namazımı kazaya bırakmayacak,hatta günde beş vakit namaz dışında 3 vakit nafile namaz kılan, secde etmeye doyamayıp, geceleri Secde Ayetlerini okuyup sabahlara kadar Tilavet Secdelerinde sadece bu kötülüğü durdurması için dua eder kendim için bir şey istemezdim.

Tanrının rızasını kazanmak benim için cennetten daha mühimdi. Asla cennet arzusu ile ibadet etmedim. Öyle ki 21 yaşına dek, olur da kalbim meyil eder, bir kalpte hem Allah ,hem de bir faninin sevgisi barınmaz diye karşı cinsin gözlerine direkt bakmamıştım.

Günler aylar böyle devam ederken üniversite bitti aradan iki yıl geçti.23 yaşındayken bir gece yine ezilenler ve tecavüzler için gözyaşları ile dualar ederken secdeden doğrulup öfkeyle haykırdım.
Neredesin? Bu kadar zalim misin? Hani sen Rahman'din,bu mu rahmetin? Hani sen Rahim'din minicik bir çocuğu koruyamıyorsan sen kimi koruyorsun? 26 erkek o annesiz çocuğa ayni gün tecavüz ederken niye birinin canını almadın? Yaprak kımıldamazdı hani sen izin vermezsen? Neler neler kımıldamış utanmıyor musun? Musa'nın kavmine 40 sene gökten helva ve et yağdıran sen neden açlıktan öldürüyorsun, onlar senin kulların değil mi?Koca isteyen kızların, karı isteyen adamların-
parasına bereket isteyenlerin isteklerini duyan sen, açlıktan ağlayan masumu, tecavüz edilen zavallı bebekleri duyamıyor musun? Beni hemen burada yak! Ben artık sana secde etmeyeceğim ,sen bir zalimsin ve belki de yoksun!
Yoksun dediğim an zihnimde bir şeyler belirdi. Gözlerimdeki yaşları sildim öylece donup kaldım. O zamana kadar mitoloji diye okuduğum şeyler zihnimde belirdi Gılgamış Destanı ,Sümerler,Yunan mitolojisi ya Allah da onlar gibi bir masalsa?

Kuran'ı bir kere de tarafsız gözle değerlendirmek için tekrar okudum. Evvelinde kölelik ve cariyelik olgusunun olmaması gerektiği zaten aklımda soru işareti iken artık tüm tezatlıkları ile dinin saçmalığı gözümün önünde belirdi ve dinsiz oldum.
Simdi agnostiğim, tanrı var veya yok umurumda değil. Benim için bunu kabul etmek zordu. Koskoca yıllarımı ,uykumu ve zamanımı bir hiç uğruna harcadığımı görmek tam anlamıyla bir yıkımdı.
Yine de içim rahat ,artık bir masal kahramanına inanıp, ondan yardim beklemiyorum.

Okul bitti biteli evdeyim. Babama göre sokakta bir kız çocuğunun dinen işi yok!
Zaten işim home-office, ne işim var sokakta?
Seçimler olmasa, arada bir hastalanmasam,sokak hayvanlarına da bakmasam, sokağa çıkacağım yok.( Böyle düşününce bayağı geziyorum 5 yılda 7 secim yaşadık az değil.)

Babam beni evden çıkmıyor biliyor ama işin aslı öyle değil. Belki bedenen evde olabilirim ama,zihnen fink atıyorum.
Kim bir başkasının hayallerine gem vurabilir? Ki vuramadı da...

Bazı geceler karanlık odamda müzik dinlerken ; zihnimde annesi fasulye toplarken ,küçücük sığ derede oynayan Bahar oluyorum. Onlarca kurbağa iri başını avuçlarımda tuttum,onlarla oynadım ama annemin bundan haberi yok sakın söylemeyin. Şşşttt!!!..

Bazen bir ak leylek olur Afrika'dan buralara kadar uçarım. Hem bakalım bizim erkek leylek yuvayı güzel hazırlamış mı? Manzarası nasıl? Laf aramızda yuvayı 40 yıldır aynı bacaya yapıyor kırılmasın diye her seferinde şaşırmış gibi yapıyorum...

Bazen bir kuş olurum,minicik bir serçe... Etrafta ne varsa çöp,yaprak,tüy, koyun yünü, tüm bunlarla yuva yaparım bir iğde ağacına. İğde ağacı da mis kokar çiçek açınca... Ardından bir yağmur başlar ,su birikintisinde diğer kuşlarla kanat çırpar neşeyle yıkanırım. Güneşte kuruturum tüylerimi...

Bazen bir bulut olurum gezerim tüm dünyayı...
Bazen bir su damlası ,okyanuslardan bulutlara,bulutlardan ağaçlara,meyveden toprağa karışacakken bir tavşan yer beni , yavrusuna karanlık yuvasında süt olurum...

Bazen kesmez beni koca dünya, gökyüzü ve hatta mars bile... Soluğu bambaşka galaksilerde alırım. Laf aramızda kozmosta kime sorsanız tanır beni, çevrem geniştir...

Bazen bir aslan balığı olurum istila ederim tüm denizleri... Hint okyanusu bana dar gelir, Süveyş Kanalı'ndan sızarım Akdeniz'e,oradan Ege'ye, ardından soluğu Marmara'da alırım. Hangi çılgın bana engel olacakmış şaşarım?!

Babam beni evde biliyor ,boş verin öyle bilsin. Ben bir koşu ,bu gece kurt olup sürümle birlikte gezeceğim ormanın en kuytu yerlerinde...

Bu şarkı ile koca dünyayı gezdim,hatta evrenin en uç yerlerini...
Düşünün sincap yuvasından, ayı inine kadar. An oldu zebralarla zebra olup koştum kırlarda, an oldu flamingolarla birlikte sazlıklarda uçtum.
Büyük Bariyer Resifi'nde kaplumbağa bile oldum.
Kusura bakma ama insanoğlu, olmadığın ve elinin değmediği her yer cennetti.

Bir şekilde bu esarete dayanacağım ,asla pes etmeden yoluma devam edeceğim. Saçlarım güneş görmeden kırlarda papatyalardan taç takmadan ölmeyeceğim.

Siz de pes etmeyin, bir yaratıcı var olsa bile saçlarınızı güneşten kıskanmaz emin olun, sevgilerimle.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Bahar

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

İSLAM’DA SÜT KARDEŞLİĞİ

Yazan: Pante
PT, din, islamiyet, İslam'da süt kardeşliği, Süt kardeşlerin evliliği, Süt anne, Hammurabi kanunları, Hammurabi emzirme kanunu, Kayıp emzirme ayetleri, Muhammed'in emzirme emri,

İSLAM’DA SÜT KARDEŞLİĞİ


İslâm’da evlenme engeli taşıması bakımından “doğurmak” ile “süt vermek” arasında hiçbir fark yoktur. Süt anne ile evlenmek haram olduğu gibi, süt kardeşlerle evlenmek de haramdır. İslam’da süt evliliklerindeki yasağın formülü şudur: “Emenin emzirene nefsi haramdır, emzirenin emene nesli haramdır.” Sütün miktarı kimi İslamcılara göre 1 damla da olsa kural geçerlidir. Kimilerine göre ise midesine inecek ölçüdedir. Kur’ân, kendisiyle evlenilmesi haram kılınan kadınlar arasında, “süt anneleri ve süt kız kardeşleri” de sayar.

Nisa-23: Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın karıları, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

Hadislerde ise “Süt emmek, soy bağının haram kıldığı her şeyi haram kılar” denmiştir.

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Siz niye bizi bırakıp da Kureyş’e rağbet gösteriyorsunuz?”  demiştim. Bana:
“Yanınızda rağbet göstereceğim bir (kadın) var mı?” dedi. Ben:
“Elbette Hamza’nın kızı var!” dedim. Bunun üzerine:
"O bana helal olmaz. Çünkü o, benim süt  kardeşimin kızıdır”  buyurdular."
[Müslim,  Rada 11, (1446); Nesâî, Nikah 50, (6 , 99).]

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Kur’an  olarak inenler meyanında “Malum on emme ile haram sabit olur” ayeti de vardı. Sonra (Rab Teala) onları, malum beş emme ile neshetti. Bu (beş emme) ayetleri, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında iken Aleyhissalâtu vesselâm vefat etti.”
[Müslim, Rada 24, (1452); Muvatta, Rada 17, (2, 608); Ebu Davud, Nikah 11, (2062); Tirmizî, Rada 3, (1150); Nesaî, Nikah 51, (6, 100).]

Ukbe İbnu’l-Haris (radıyallahu anh)’in anlattığına göre, “Ukbe, Ebu İhab İbnu Aziz’in kızı [Ümmü Yahya] ile evlenmişti. Kendisine [siyah] bir kadın gelerek:
“Ben Ukbe’yi ve onun evlendiği kızı emzirmiştim!” dedi. Ukbe kadına:
“Ben senin onu (gerçekten) emzirdiğini bilmiyorum. Bana (daha önce) söylemedin de!” dedi. [Ebu İhab ailesine gidip  sordu. Onlar bilmediklerini söylediler. Ukbe bunun üzerine] bineğine atlayarak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı görmek üzere Medine’ye gitti. Aleyhissalâtu vesselâm:

“(Süt kardeşi olduğunuz) söylendikten sonra  nasıl beraberliğiniz devam eder? [Onu derhal bırak!]” buyurdular. Ukbe hemen hanımından ayrıldı. Kadın da başka  koca ile nikah yaptı.”
[Buharî, Şehadat 4, 13, 14, İlm 26, Büyu 3, Nikah 23; Tirmizî, Rada 4, (1151); Ebu Davud, Akdiye 18, (3603, 3604); Nesâî, Nikah 57, (6, 109).]

İmam Malik’in Muvatta adlı kitabında yazılan rivayete göre;   (Peygamberin ölümünden sonra) Ayşe, erkekleri kız kardeşi Ümmü Kulsum’a ve erkek kardeşinin kızlarına gönderir, onlardan süt emzirir, böylece Ümmül Müminin Ayşe, onlarla hicapsız olarak görüşmeyi kendine helal bilirdi. Çünkü Ayşe’nin içtihadına göre bu erkekler artık ona mahrem oluyorlardı!

îbn Şihab’a büyüğün emmesinin hükmü sorulunca, bu hususta, Urve b. Zübeyr bana şunları haber verdi dedi: «Resûlul-lah’ın ashabından Bedir muharebesinde bulunan Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabia, Resûlullah’ın Zeyd b. Harise’yi oğulluk edindiği gibi, azadlısı Salim’i oğulluk edinip evlendirdi. Onu oğlu gibi görü­yordu. Kardeşi Velid'in kızı Fatıma ile evlendirdi. Fatıma

Kureyş’in en güzide genç kızlarından olup ilk hicret edenlerdendi. Allah Teâlâ, Zeyd b. Harise hakkında: «Onları (oğulluklarını­zı) babalarının adiyle çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız onlar dinde kar­deşleriniz ve dostlarınızdır.» Ahzab-5 âyetini indirince bu oğulluklar babalarına verildi. Babaları bilinmiyorsa, velilerine verildi. O sı­rada Ebû Huzeyfe’nin hanımı Amir b. Lüey kabilesine mensup olan Süheyl’kızı Sehle Resûlullah’a gelerek:

Ey Allah’ın Peygamberi, Biz Sâlim’i çocuğumuz gibi görü­yorduk. Yanımıza serbestçe girip çıkıyordu. Benim başım açık oluyor. Evimizde yalnız bir oda var. Salim hakkında ne buyurur­sun? Yanımızda kalabilir mi?» deyince, Resûlullah (s.a.v.):
Onu beş defa emzir süt oğlun olur.» (Yanına girip çık­ması caiz olur.) buyurdu. Sehle dediği gibi yaptı. Böylece Salimi süt oğul sayardı. Hz. Aişe de yanına girmesini arzu ettiği kimseye bu hükmü uygulardı. Kız kardeşi Ümmü Gülsüm ve erkek kardeş­lerinin kızlarına, yanma almasını arzu ettiği erkekleri emzirme­lerini emrederdi. Ama Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) diğer ha­nımları bu emme ile hiç kimseyi yanlarına kabul etmezlerdi ve: «Hayır, Allah’a yemin ederiz ki Resûlullah’ın Sehle’ye emri sadece Sâlim’in emmesine mahsus bir ruhsattır. (Başkalarının bu hük­mü uygulamaları doğru olmaz.) Hayır, Allah’a yemin ederiz ki, bu emme ile hiç bir kimse yanımıza giremez.» derlerdi.

Ibn Abdilber der ki: Bu, müsnede (yani mevsul türüne) giren bir hadistir.   (…) •Sehle’nin Sâlim’i emzirmesi, memesinden süt sağıp Sâlim’e içirmesi ile ol­muştur. Yoksa yabancı bir erkeğin yabancı bir kadının memesini emmesi şöyle dursun, dokunması, hatta bakması bile caiz değildir. Bu hadisle, Hz. Aişe’nin amel ettiğini, Resûlullah’ın diğer hanımlarının amel etmedikleri­ni, bunu Resûlullah’ın Sâlim’e mahsus bir hükmü kabul ettiklerini görüyo­ruz.

Bakalım süt kardeşliği konusunda Cübbeli hoca ne demiş:
Akraba evliliğinden doğan sakatlıkları, hastalıkları reddediyor, süte bağlıyor. Vah ki vah!

Eski Toplumlarda Süt kardeşliği

Hammurabi Kanunları

Madde-194. Bir adam çocuğuna bir sütanne tutar da eğer çocuk onun ellerinde ölürse;
Ve sütanne, anne ve babaya haber vermeksizin başka bir çocuğu emzirirse;
Onlar, süt anne’yi haber vermeksizin başka bir çocuğu emzirmekle suçlayabilirler ve onun memeleri kesilir.

Süt kardeşle evlilik yasağı eski toplumlara, Sümerlere kadar gider. Tevrat’ta da sütanne, sütnine geçer ama süt kardeşliği yasağı yoktur. Araplara bu adetin eski toplumlardan geçip geçmediği belirsiz. Belki Nebatilerden itibaren gelen bir adet olabilir ama buna dair bir bilgiye sahip değiliz.

Sümerlerde ise yasağın boyutlarını tam olarak bilemiyoruz. Neden başka bir çocuğu izin almadan emzirmenin cezalandırıldığını ve çocuğun ölümünün bununla ilgisinin ne olduğu anlamamız mümkün değil. Ama şunu söyleyebiliriz:

Kanun metninde çocuk öldüğü için süt anne cezalandırılmıyor. O anne-babanın iznini almadan başka bir çocuğu emzirdiği için memeleri kesiliyor. Çocuk elinde öldüğü için kadına başka çocuk emzirmek yasaklanmış, bir anlamda kadın lanetlenmiş gibi görülüyor. Kadının affı ancak ölen çocuğun anne babasının elinde. Onlar izin vermeden başka bir çocuğu emzirmesi mümkün değil.

Kanundan ayrı olarak Sümer toplumunda bir süt kardeşliği, süt akrabalığı adeti olabilir. Ve bunlar arasında evlilik yasağı da olabilir. Nasıl ki erkek sünneti Kur’an’da sünnet emri olmamasına, sünnetten bahsetmemesine rağmen sanki İslam’ın en başta gelen farzlarından biriymiş gibi uygulanıyorsa, böyle bir adet de eski toplumlarda var olabilir.

Kur'an'da sadece süt anne ile ve süt kardeşlerle evlilik yasaklanmışken, hadislerle yasağın genişletilmesi, hatta neslini bile kapsayacak şekle getirilmesi anlaşılır gibi değildir. Bunun sebebi genelde sütün kana geçtiği ve kan hısımlığını etkilediği şekliyle açıklanır. Benim düşüncem; süt ile meni arasında bir bağ kurulmuş olabileceğidir. Tarık 7 ayetinde meninin kaburga ile bel kemiği arasından çıktığının yazılması, sütün de aynı bölgeden çıkmasıyla ilişkilendirilmiş olabilir. Tabi meninin kaburga ve bel kemiği arasından çıktığı iddiası bilim dışı olduğuna göre böyle bir ilişkilendirme de saçma olacaktır.

Tabi asıl saçma olan; günümüz İslamcılarının bırakalım ayeti, hala hadislerdeki zırvaları savunuyor olabilmeleridir.
1 yaşındaki çocuğun bile evlendirilebileceğini söyleyenler; süt kardeş neslinin birbiriyle evlenemeyeceğine inanabiliyor ve savunabiliyor. Akraba evliliğini normal görüyor ama süt emzirilmişlerin evliliğini haram buluyor.
İşte din ve dini inanç böyle bir şey!

ESMAÜ'L HÜSNA GERÇEĞİ

Yazan: Pante
din, islamiyet,Esmaü'l Hüsna, Allah'ın 99 ismi, 99 isim, Allah'ın putperest isimleri, İslamiyet ve putperestlik, Muhammed'in 99 ismi, Rahman, Esmaül Hüsna hadis,

ESMAÜ'L HÜSNA GERÇEĞİ


Araf 180: En güzel isimler Allah’ındır; öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerini tahrif edenleri bırakın; yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

Kur’an’da Allah’ın en güzel isimlere sahip olduğunu yazar.
Ama ne 99 isim der ne de isimleri hakkında bilgi verir.

İsra 110: De ki: “İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O’nundur.”

Sadece “Rahman” ismini belirtir. Buna besmeledeki “Rahim” i de katabiliriz.
Diğerlerinin tümü sıfattır. İhlas suresindekiler de dahil.

Ama İslamcılar Esmaü'l Hüsna’yı sanki vahiy almış gibi 99 isim olarak listeler ve her birini özenle tanımlarlar. Üstelik bu isimleri ezbere sayabilenleri cennetlik ilan ederler.

İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim’in Ebû Hureyre’den naklettikleri bir hadiste şöyle rivâyet ediliyor:
"Yüce Allah’ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer. O tektir, tek ‘i sever." [Buhârî, Deavât 68]

Tirmizî ve İbn Mâce’de geçen bir hadiste bu 99 isim teker teker sayılmıştır.
Bazı İslamcılar bu isimlerin daha fazla olduğunu iddia eder. Allah’ın aslında 1001 ismi olduğu ama peygamberin bildirdiği 99 ismin kullanılması gerektiğini söylerler.

Bunların hiçbiri doğru değildir. Kur’an’da Allah’la ilgili 200’den fazla isim, sıfat ve isim tamlaması vardır. İlginç bir sayı olsun diye 99’u seçilerek “Allah’ın isimleri” diye uydurulmuştur. Aynı Kur’an’da 6236 olan ayet sayısının 6666 ayet diye yutturulması gibi.
[Bkz. İsmail Karagöz, Esma-i hüsna, DİB]

Bu 99 ismin bazıları şunlar:
Selâm | Vekîl | Mümît | Şekûr | Bârî
Veliyy | Kâbıd | Vâlî | Basîr | Câmî
Hâfıd | Ganîyy | Râfî | Mânî | Muzil
Hâdî | Hakem | Bedî | Hakîm | Vâris
Latîf | Reşid | Hafîz | Sabûr | Rakîb
Dâr | Vâsî | Nâfi | Şehîd | Afüvv

Sadece 30 ismi seçtim ve bu isimler hiç güzel olmadığı gibi  saçma da üstelik.
Bu saçmalığı, anlamını açıklarken kamufle etmeye çalışmışlar.
Birçok isim de benzer anlama geliyor.
Ayrıca dikkatimi çeken bu isimlerin birçoğunun insan ismi olması.
Sahabelerin içinde Allah’la aynı isme ortak olan birçok insan var.
Bu sahabelerin isimleri İslam öncesi de aynıydı. Yani putperestken de bu isimdeydiler.
Müslüman olunca isim değiştirmiş değiller.
Örneğin Allah’ın hakem ismine Ebu Cehil de ortak. Çünkü asıl adı Ebu Hakem idi.

Bu isimlerin anlamları ayetlerle de çelişmekte. Örneğin Halim isminin anlamı; “cezalandırmakta aceleci olmayan” demektir. Oysa Kur’an’da Allah’ın cezaları çabuk verdiği yazılmıştır.
En'am 165: "Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır."

Bir başka dikkati çeken nokta ise Allah’ın isimlerinin erkek ismi olması. Örneğin Aziz, Mümin, Melik, Rahim, Halim, Kerim, Hafız, Latif, Hasib, Vahid, Macid, Kadir, Adil gibi. Kadınlar bu isimleri alırken bilindiği gibi sonuna -e eki alır: Azize, Mümine, Melike, Rahime, Halime, Kerime, Hafize, Latife, Hasibe, Vahide, Macide, Kadriye, Adile gibi..

Muhammed isimler üzerinde çok dururdu. Hanımlarının ve ashabından bazılarının ismini değiştirmiştir.
Aynı zamanda lakapçıdır da. Hoşlanmadığı insanlara lakap takar ve gerçek ismiyle değil, lakaplarıyla söz ederdi.
Allah’a isimleri de Muhammed mi taktı, yoksa başkaları mı uydurdu bilemiyoruz.
Ama Müslümanların çoğu bu isimlere inanır. Esmaü'l Hüsna hakkında methiyeler, şiirler yazılır.
Hat sanatıyla yapılmış süslemeli Esmaü'l Hüsna'lar evlere, işyerlerine asılır.
Hatta Esmaü'l Hüsna’dan dahi mucize çıkarılmaya çalışılır. Üzerinde Ebced ve 19 hesapları yapılır.

Peygamberin Esmaül hüsnası:

Muhammed’in de kendine ait Esma'ül Hüsna'sı var. O da 99 isim.

İmam Kastalani’nin Mevâhib-i Ledünniye adlı kitabında geçen 301 isminden 99’u seçilmiş.

Allah’ın isimleriyle aynı olanlar:
Adil, Alim, Aziz, Cebbar, Ganiyy, Fettah, Hadi, Hafız, Kayyum, Kerim, Macid, Metin, Nur, Rafi, Rahim, Reşid, Sabûr, Malik, Selam

Bunlar benim tespit ettiklerim. Belki fazlası da vardır. Bu da putlaştırmanın bir parçası.

Ne hikmetse Allah’ın isimleri arasında Tevrat, İncil ve Zebur’da geçenler yok.
Hepsi Arap ismi.
Müslüman ismi diye de ayrı bir aldatmaca var.
Din değiştirip de Müslüman olanlara Arap ismini dayatırlar, Müslüman ismi diyerek.
Hatta öz Türkçe isim koyanları dahi eleştirirler, *”Müslüman ismi koyun” diye telkin içindedirler.
Arap milliyetçiliğinin dayatmasıdır bu, din kisvesi altında.
Sanki İslam’ın bir şartı gibidir, ismini değiştirmese Müslüman olarak kabul edilmez.

İslamcılara göre Allah’a Esmaü'l Hüsna dışında bir isim kullanmak caiz değildir. Tanrı, God, Mevla, Hüda, Çalap, Yaratan vb. isimler Allah için kullanılamaz.  Günlük dilde veya pagan dinlerin ilahları için kullanılabilirse de ibadet ve duada kullanımı kabul görmez.

Halbuki Esmaü'l Hüsna’da yer almadığı halde ayetlerde Mevla, Rab, Ekrem, Nasır, Galip isimleri Allah ismi yerine kullanılmıştır.
Allah isminin özel isim olduğu da ayrı bir yalandır.
Bir kaç tane Tanrı olsaydı, “Allah” özel isim olabilirdi. Madem ki tek bir Tanrı var, o halde onun özel ismi olmaz.
Tek Tanrı inancı dünyanın her ülkesinde hangi isimle anılıyorsa, Tanrıya insanlar kendi dillerinde ne diyorlarsa odur.
İlla “Allah” diyeceksiniz diye dayatılamaz.
“God” diyorsa God’dır, Tanrı ya da Tengri diyorsa, Manitu diyorsa odur.
Aksi takdirde dayatılan Allah’ı farklı bir Tanrı olarak algılarlar ve soğuk bakarlar.Nitekim Kur’an çevirilerinde ya da yabancı dile çevrilen yayınlarda bu sorunla karşılaşıldığından Allah değil God tercih edilmektedir.

Tabi bizim ülkemiz ve insanlarımız asırlarca Arap kültür emperyalizminin boyunduruğu altında kaldığından ve dilimiz Arapça istilasına uğratıldığından tersi durum söz konusudur.
Halk arasında “Tanrı”dendiğinde garipsenmektedir.
Ancak temiz kalansa “Tanrı” dır. “Allah” dejenere edilmiştir. Her lafa, her duruma sokulmuştur.
Allahısmarladık, Allah allah, Allahını seversen, Allah aşkına, Allahçılar-Allahsızlar, Ya allah, yallah, Üfff Allaaah!, Allah allah allah allah bu nasıl sevmek, Senin Allahını ….. gibi..
Ama Tanrı ciddiyetini korumuş bir kelimedir ve kökeninde putperestlik de yoktur.

Esmaü'l Hüsna’daki isimlerden sadece Rahman ismi çocuklara takılmaz, insan ismi olarak kullanılmaz.

Rab, Rahman ve Allah kelimeleri direk Tanrı’yı çağrıştırdığından isim olarak tek başına verilmemesi doğaldır.  Aslında Esmaü'l Hüsna’daki diğer isimlerinde kullanılması Muhammed tarafından engellenmeye çalışılmışsa da, birçoğu zaten kullanılan insan ismi olduğundan ve baba-dede isimlerinin takılması bir adet olduğundan önlenememiştir.
Kendi zamanında Allah’a ait sıfatlardan oluşan isimleri yasaklamış, bir çok insanın ismini değiştirmiştir.

Örneğin Esmaü'l Hüsna’daki (Berr) Berre ismi cömert, bağışlayan anlamına geldiği için 2 eşinin ismini Cüveyriye ve Zeynep, yine eşlerinden Ümmü Seleme’nin kızı Berre’nin ismini de Zeynep olarak değiştirmiş. [Müslim, Edeb: 16, (2140); Buhârî Edeb: 108; Müslim, Edeb: 17, (2141); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi]

Yine Asiye, Hazn, Afira, Yesar, Rebah, Necih, Aziz, Asram, Atele, Habbab, Gurab, Hakem, Harb, Şihab isimleri de yasakladığı isimlerdendir ki Aziz ve Hakem ismi de Esmaü'l Hüsna’dadır.

Esmaü'l Hüsna’da olmayan bir Allah ismi olan Yezdan ise Mecusilerin, eski İranlıların iyilik-hayır tanrısıdır. Bu isim mehter marşına kadar girmiştir: “Kur’anda zafer vaat ediyor, hazret-i Yezdan!” şeklinde.

“Rahman” konusuna kısaca değinmekte yarar var. İslam öncesi Arabistan’da “Rahman” Kureyş’in kullandığı bir isim değildi. Güney Arabistan’da kullanılan tanrı ismiydi. Kuzeyde ise Allah kullanılırdı. 19. yüzyılda  bu bölgede bulunan  Himyeri krallığına ait tabletlerde, kitabelerde “Rahman” ismine rastlanmıştır. Himyeri kitabeleri British Museum’da sergilenmektedir.

Yemameli Müslim, İslam’daki adıyla Müseylimetül kezzab da Rahman’a inananlardı. Kur’an’ın ilk sureleri de Rahman ağırlıklıdır. Mekki ayetlerde 55-56 kez Rahman geçerken, Medeni ayetlerde sadece 1 kez Rahman geçer.  Bu da İslam’ın kuruluşunda tanrı ismindeki 23,5 yıllık isim evrimini gösteriyor. Sonunda üstün gelen kuzeylilerin yani Kureyş putperestlerinin kullandığı isim olmuştur.

DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ (DİYARBAKIRLI)



DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ
['Diyarbakırlı' takma adlı takipçimin hikayesi]


Sayfanızda sürekli yayınlanan itiraflardan veya hayat hikayelerinden sonra bende bir şeyler paylaşmak istedim. Dinlerdiklerim, anlatacaklarıma çok benziyor. Belki asıl paylaşma isteğimin sebebi de bu. Yakın hissetmem.

93'lüyüm. Diyarbakırlıyım. Evet kürdüm. Kürtlük ne alaka derseniz; sebebi meselenin kültürler ile alakalı olmadığı. Şaka şaka. Aslında tüm mesele kültürle; doğduğun yerle, ailenle, çevrenle alakalı. İnternet denen şey olmasa bugünkü ben olamazdım.

Neyse diğer hikayelere benzer hikayeme başlayayım ve en sonunda asıl önemli olan görüşlerime geçeyim. Din ile ilk  ve en önemli  hikayem 6.sınıfta yıllık ödev ile alakalı. Din hocamız bize sureleri ezberletirdi. Ezberim aşırı zayıf olduğundan hep düşük alırdım sözlü ve sınavlardan. Karnemde tüm derslerim 5 iken din dersim 2 gelmişti. Bu sebeple yıllık ödev aldım dinden, notumu yükseltmek için. Babamda epey fırça atmıştı bu yüzden. Neyse hoca ödev olarak peygamberin hayatını verdi. Gerçekten bu ödevle alakalı çok çalışmıştım. İki farklı ansiklopediden ve birkaç kitaptan okuyup toparlayarak ödevi yapmıştım. Yaklaşık 30 sayfayı elle yazmıştım. Tabi çocukluk aklı din beni çok etkilemişti. Aile zoru olmadan namaza başlamış ve dahada araştırmaya öğrenmeye başlamıştım.
Liseyi şehir dışında okudum. ''Bu arada çok asosyal bir kişilik olduğumda il dışında yurtta okumak başta benim için bir kabustu.'' Neyse yurt ortamı farklı fikirler, düşünceler yani yepyeni bir dünya. Hayatımda en çok okuduğum araştırdığım dönemdir lise dönemim. Ama yine dinimde oldukça tutucu ve muhafazakardım. Hafta sonları cemaat evlerine gider, hafta içi de bol bol dini kitaplar okurdum. O zamanlar internet bugün kadar kolay ulaşılabilen bir şey değildi. Liseden memlekete geldiğimde babamla saatlerce yeni öğrendiğim şeyler hakkında tartışırdım. Hatta ilk kez Kürt olduğumu bu tartışmalardan öğrendim. Özellikle dini tartışmalarımız çok alevli geçerdi. Şimdi bu yazıyı yazarken o anlar aklıma geldi. Babam birçok konuda çok haklıymış. Neyse bir gün bu tartışma o kadar kızıştı ki babama 'sen inanmıyor musun diye sordum.' cevabı çok net 'İnanmıyorum.' olmuştu. Sonra susmuştuk. O gece Yatarken ağlamıştım Nasıl olur da inanmaz diye. Ama bu tartışmalar sorgulamanın, değişimin önemli mihenk taşlarından biri.

Bu tartışmaların birinde bana 'tanrıların arabaları' kitabından bahsetmişti. O kitabı okuduğumda beni çok etkilemişti. Gerçi kitaptaki çoğu şeyin yalan olduğunu bugün bilsem de yinede o kitaba saygım sonsuz. Bir kıvılcım çakmıştı.

Mekatronik müh. Elazığ'ı kazandım. Elazığ dönemi kıvılcımın yangına ve küle dönüşme dönemi diyebiliriz.  Hatta din dahil tüm sistemleri tüm hayatı sorguladığım dönem. Evet benim sorgulamam biraz geç oldu. Şu anda sorgulamam devam ediyor olsa da siyasi görüşlerim artık yok. Çünkü sorguladıklarımın Kürtlükle alakası yok. Elazığ ilk dönemler sabah namazını kaçırdığım için ağladığım dönemler iken 4. sınıfta ikin artık namaz kılmayan ve yıkılmak üzere olan bir enkaz gibi zayıf bir inanandım. Sebebi okumak.

Yaklaşık 2 yıl önce açıktan okuduğum adalet ile kpss ön lisanstan atandım ve memur olarak çalışıyorum. Bir memur ne kadar yoğun olsa da boş vakti oluyor. Masa başı iş, internet ve boş vakit... Üç zehir. Bol bol youtube ve dinden kopuş.

Size 'Celal Şengörü' , 'Karmati Armanı' , 'Kütüphane Görevlisini' , 'Denizin Ötesindeki Sesleri' vb. sayfaları ve kişileri anlatmayacağım. Kur'an'daki mantık hataları, adaletsizlik ve kana susamışlığı veya İslam tarihindeki vahşilikleri anlatmayacağım. Kendi öz fikrim olduğunu düşündüğüm bir yapıdan bahsetmeye çalışacağım.

Bence kuran çağına göre müthiş ve ilerici bir kitap. İslam öncesinden gelen inançların bir ticaret toplumunda harmanlanarak çöl kültürüne göre yorumlanması. İçerisinde iyiliğe, toplumsal eşitliğe, paylaşmaya, sadakat ve sevgiye ...vb. dair bir sürü hikayenin, geleneğin anlatıldığı bir kitap. Yukarıdaki erdemleri teşviki 'ödül ve ceza sistemi(cennet-cehennem)' üzerine bina edilen, sözlü ahlakın yazıya döküldüğü bir kitap. Günümüz bakışıyla çok canice, çıkarcı, yanlış görünse de bu bakış açısı yanlıştır. Birazcık tarihi araştıran, geçmiş dönem devletleri ve toplumlarını anlayan ve mantığını kavrayan kişi nasıl ve ne uğruna savaşların yapıldığı ne kadar çok insanların katledildiği, ne kadar çok haksızlık ve zalimliğin yapıldığını bilir. Bence çağına kıyasla İslam barışçıl bir din.
İlk olarak Kurana bakarken harfi harfine bakmak yanlıştır. Örneğin hırsızın eli kesilmeli. Canice fakat o zamanın şartlarında normal bir ceza. Bu duruma ceza sistemi olarak bakılmalı. El kesmek bugün uygulanamaz fakat hırsızda cezasını çekmeli. Ve bu ceza güzellikle olmasa da zorla bazı toplumsal kurallara uyulması gerektiğini topluma hatırlatmalıdır. Çıkarılması gereken bu.
İkincisi kurana bakarken kronolojiye ve o anki yaşanılan olaylara da bakılmalı. O ayetin nedenini çok daha iyi anlarsınız.

Üçüncüsü hadisler. Hadislerin hangi ortamlarda kimlerin, kimlerden etkilenerek yazdığı, nasıl korunduğu ... vs çok önemli. Çünkü asıl İslam anlayışının Emeviler ve Abbasiler döneminde yok edildiği fikrindeyim.

Yani sonuca gelirsek bence kuran müthiş bir kitap. Yazarı Muhammed'inde akıllı, güçlü karakterli ve çok iyi bir yazar yada çok iyi konuşan çevresini ikna eden biri olarak görüyorum.
Yani tüm sürece insani olarak bakıyorum. Tanrının bu işle alakası olduğunu düşünmüyorum. Zaten günümüz tarihi buluntuları, Arap kültürü, ticaret yolları, o zamanki tarihsel durum hakkında birçok kaynak olduğundan oluşan dini, içeriğini nereden aldığını, nasıl bu kadar hızlı yayıldığını anlayabiliyoruz.

Benin asıl beğenmediğim ve reddettiğim anlayış ödül ceza sistemi. Bugünkü modern toplumun ve tüm insanlığın en temel dayanaklarından olan ve çocukluktan aşılanarak gelen ödül ceza sistemi. Bir kişi iyiliği karşılık bekleyerek yapıyorsa (bu beklendi, cennet, toplumsal statü ve bakış, maddi kazanç...vb) bunun adına ben iyilik demiyorum. Bu ticarettir. İyilik sadece içsel huzur (bu bile bir tür çıkar sayılabilir cinsel haz gibi) için yapılabilir.

Sonsuzluk ve sonsuz hayat veya ateş anlayışı. Biz zavallı ilkel insanlar bile işkenceyle adam öldürmeyi, idamı, el ayak kesmeyi yasakladı. Ama sonsuz güçlü, erdemli tanrı insanı sonsuz ateşle korkutması komik.  Allah'ın tanımı, ne olduğu. Tanrı neden bu şekilde iletişime geçtiği... gibi içeriğe hiç girmeden de dinlerin insan ürünü olduğunu düşünenlerdenim.

Kadere inanırım. Fakat İslamın bahsettiği şekilde değil. İnsanın karakterini ve kişiliğini kapsamlı genetik araştırmalar ve aile toplum anlayışı, yapısını anlayarak anlayabiliriz. Son zamanlarda internet denen kavram girse de yinede kaderler tahmin edilebilir. Hiç kimsenin özgür iradeye sahip olduğunu düşünmüyorum. Biz sadece bize çizilen kaderi yaşıyoruz. Bize sunulan dinlerin bazılarına inanıyoruz bazılarını reddediyoruz. Bize anlatılan hikayelerin bazılarına inanıyoruz bazılarını reddediyoruz. Mesele sadece şu. Acaba benim dinim ne...

Güzel bir sayfa. Başarılarınızın devamını dilerim.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Diyarbakırlı

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

FAHRİ ALEMİN ADALETİNDEN BİR ÖRNEK

din,islamiyet, Fahri Alemin adaleti, Hz.Muhammed'e şeth eden kadın, Peygambere küfreden kadın, Ama'nın cariyesini öldürmesi, Muhammed hakkında kötü konuşan kadın,

FAHRİ ALEMİN ADALETİNDEN BİR ÖRNEK


Bir gün kör bir adam cariyesini bıçaklayıp öldürür. Kadın hamiledir ve karnındaki çocuk da ölmüştür. Katil, peygamber efendimizin huzuruna çıkarılır. Der ki: "Bu kadın bana inci gibi 2 oğlan verdi. Bana iyi davranırdı. Ama dün gece senin hakkında sövüp, kötü şeyler söyledi. Ben de öldürdüm." Adamın bir şahidi yoktu ama peygamber efendimiz "Şahid olun, o kadının kadı hederdir." dedi. Adama hiçbir ceza verilmedi.
[Kütüb-ü Sitte, Hadis no: 4208; Ebu Davud, Hudud 2]

Bu hadis, İslam’ın en güvenilir, en sağlam olarak nitelendirilen 6 büyük hadisçinin ortak hadislerinin toplandığı Kütübüsitte’den alınmıştır.

İslami açıdan açıklama:
Olay, kaynaklarda İbn Abbâs’tan şöyle anlatılmaktadır: Rasûlullah döneminde Ümmü veledi (cariyesi) olan bir âmâ adam vardı. (Bu adamın) bu kadından iki de oğlu vardı. Kadın, Hz. Peygamber’in aleyhinde çok konuşarak Rasûlullah’a küfrederdi. Sahibi olan âmâ, kadını bundan men ederdi. Ancak kadın onu bir türlü dinlemezdi.

Günlerden bir gün âmâ, geceleyin Rasûl-i Erkem’den bahsettiği sırada bu kadın, Hz. Peygamber hakkında yakışıksız şeyler söylemeye, Rasûlullah’a küfretmeye başladı. Bunun üzerine-defalarca uyarmasına rağmen bu hakarete dayanamayan amâ, hançer’i kadının karnına saplayarak öldürdü.

Buraya kadar kaynaklarda rivayet küçük farklılıklarda anlatılmaktadır. Olayın dağılmaması için rivayetleri kısaca belirttim. Rivayetlerin devamında olay şöyle devam ediyor:
Sabah olunca kadının ölüm haberi duyuldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, insanları bir araya toplayarak katîlin ortaya çıkmasını istedi. Bunun üzerine âmâ, Rasûlullah’ın huzuruna gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlu! Ben, o kadının sahibiyim. Sana söver ve hakkında hoş olmayan sözler söylerdi. Ona bunu defalarca yasaklamama rağmen bundan vazgeçmezdi. Ondan inci tanesi gibi de iki oğlum var. Bana iyi davranırdı. Dün gece yine sana küfretmeye ve sana dil uzatmaya başladı. Ben de dayanamayarak hançeri alıp karnına saplayarak onu öldürdüm.” diyerek işin aslını detaylı bir şekilde ortaya koydu.

Âmâ’nın sözlerini pür dikkat dinleyen Rasûl-i Ekrem: “Dikkat edin! Şahit olun ki (o) kadının kanı hederdir. dedi.
”Hz. Ali’den aktarılan başka bir rivayette ise:  “Rasûlullah, kadının kanını batıl, heder saydı.” buyurarak âmâ’nın yaptığını işi tasvip etti" deniyor.

Onu öldürene herhangi bir ceza uygulamaması da bunu desteklemektedir. Burada anılan âmâ’nın kim olduğu noktasında şerhlerde herhangi bir bilgi yoktur.  Bu rivayetler, Hz. Peygamber’e küfreden kişi ve zümrelerin öldürülmesinin caiz olduğuna delildir. Bu noktada detaylı olarak mezheplerin görüşlerinin zikredilmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.

Hattâbi, önceki hadisi detaylı bir şekilde izah etmiştir. Şimdi biz burada onun bu izahından bazı noktaları özetleyerek zikredeceğiz: Bu rivayetler, Hz. Peygamber’e küfreden kişinin kanının heder olduğunu beyan etmektedir. Çünkü Rasûlullah’a sövmek dinden çıkmaktır. Dinden çıkanın katlinin vacib olduğu konusunda ulemadan ihtilaf eden birisini bilmiyorum. Ama eğer küfreden zımmî ise onun hakkında ihtilaf edilmiştir.
Şöyle ki Mâlik b. Enes: “Yahûdi ve Hıristiyanlardan Rasûlullah’a küfreden kişiler öldürülür. Müslüman olan bundan istisnadır.” der.
İmam Şafiî ise: “Rasûlullah’a küfreden bir kafir ise öldürülür ve kendisinden zimmet kalkar.”diyerek Muhammed'e şetm eden kişinin öldürüleceğine hükmetmiştir.

Tabii buradaki Arapça kelime olan şetm etmenin Türkçe karşılığı küfretmek olsa da aynı zamanda hakkında iyi konuşmamak anlamına da gelen bir kelimedir. Örneğin "şu adam ne lanet biri" demek gibi.

Neyse devam edelim:
İmam Ebû Hanîfe ise: “Peygambere sövmekle kafir öldürülmez, onların içinde bulundukları şirk daha büyüktür.” diyerek İmam Mâlik ve İmam Şafiî’ye muhalefet etmiştir. Hanefilere göre bu tip insanlara ta’zir cezası verilir. Mezheplerin bu görüşlerinden Muhammed’e küfreden şahsın Müslüman veya kafir oluşuna göre hükmün değişeceği anlaşılmaktadır.

Kadı İyaz (İyaz ibn Musa)'dan nakledildiğine göre; Muhammed'e küfreden ya da ona kusur isnâd eden Müslümanlar öldürülür. Bu konuda ümmetin görüş birliği vardır. Fakihlerden bazısı Muhammed'e küfreden ve tövbe etmeyen bir Müslüman’ın öldürülmesi gerektiği konusunda ortak kabul olduğunu belirttikten sonra Mâlik b. Enes, Leys, Ahmed b. Hanbel, İshâk, Şafiî, Ebû Hanife, Küfe uleması ve Evzai’nin bu görüşte olduklarını söyler. Bu isimlerin ittifak ettiği bir meselede ihtilafı zikredilen birkaç kişinin sözüne elbette itibar edilmez. Ancak şuna işaret etmek gerekir:
İmam Ebu Hanife’ye göre Muhammed'e küfreden, kadın olursa öldürülmez. Çünkü ona göre mürted olan kadın öldürülmez. Ulemânın, Muhammed'e küfreden birisinin kafir olup öldürüleceği hükmüne varırken delilleri; kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Bu hükmün Kur’an’dan delilleri şunlardır:
"Allah ve Rasûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzab 57)
"...Allah’ın Peygamberini incitenlere can yakıcı azab vardır." (Tevbe 61)

Görüldüğü gibi buna benzer bütün ayetler Muhammed’i incitenlerin günahkâr olacağına delâlet etmektedir. Konuyu toparlayacak olursak: Dört Mezhep İmamından İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre Muhammed'e küfreden birisi pişmanlık duyup tövbe etse bile dinlenmez ve öldürülür.

İmam Azam Ebû Hanife ve İmam Şafii’ye göre ise tövbe ederse kabul edilir, öldürülmez. Bu görüşün delili de Mürted’de yapılan uygulamadır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi mürted tövbe eder de tekrar İslâm’a dönerse öldürülmez. Rasûlulah’a küfreden de mürteddir.
Konumuz fıkıh olmadığı için bu kadar bilgi ile yetiniyoruz.

Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Hudûd 2; Nesaî, Tahrîmü’d-Dem 16. Ebû Dâvûd’da geçen rivayete şöyle bir detay geçmektedir: “Kadın karnından bıçaklanıp öldüğü sıra karnındaki çocuk düştü.” Bkz: Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Hudûd 2. Buradan anlaşılmaktadır ki kadın bıçaklandığı sırada hamile idi.

MUHAMMED’İN HOCALARI

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, islamiyet, Selman-ı Farisî, Varaka bin Nevfel, Kur'an'ın Kökeni, Kur'an ayetleri ve şiir, Şiirden Kur'an'a, Nahl 103, Yemameli Rahman, Müseylime, Hilfü'l-Fudûl, Ukâz Panayırı, Muhammed'e öğretenler,

MUHAMMED’İN HOCALARI


Muhammed, henüz kendisini peygamber ilan etmeden, Mekke’nin tahsil görmüş en bilgili insanlarıyla oturup kalkardı. Peygamber olduktan sonra, muhalifler ona karşı, “Hayır, bu bilgileri daha önce kendileriyle irtibat olduğu şahıslardan almıştır, bu işin Allah’la ilgisi yoktur” gibi eleştirilerde bulunmaya başlayınca, Nahl Suresi’nin 103.ayeti ortaya çıkıyor.

Nahl-103: Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: “Kur’ân’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor” diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’ân ise apaçık bir Arapçadır.

Şimdi bu ayetle ilgili olarak çeşitli tefsircilerin yorumlarına bakalım:

1. Ubeydullah bin Müslüm anlatıyor:
“Mekke’de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. Bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, “Hayır, Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah’ı ise işini sağlama almak için kullanıyor” demeye başladılar. Bu yüzden, Nahl Suresi’nin 103.ayeti cevap olarak indi.”

2. Carullah Zamahşeri’nin “Keşşâf Tefsiri”nde ve Muhammed bin Cerir Taberi’nin ünlü Camiu’l Beyan adlı tefsirinde Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle deniyor:

“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen Cebr-i Rumi veya Aiş ya da Yaiş adında bir demirci vardı. Kimileri de adı Yesar-i Rumi idi diyorlar. Ayrıca onun yanında bir kardeşi de vardı, Muhammed sık sık bunlara gidip kendilerinden bilgi alırdı. Muhammed, peygamberlikle görevlendirilince, ona muhalif olanlar, “Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de, adı geçen demirci köleden almış” demeye başladılar. Bunun üzerine Nahl Suresi’nin 103.ayeti indi.

3- İmam Suyuti, Lübabü’n-Nükul adlı eserinde, Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle diyor:
“Mekke’de Bel’am adında birisi vardı. Muhammed, sık sık ona gider, kendisinden bilgi alırdı. Kimileri de, o dönemde Mekke’de Yesar ve Cebr adlarında iki yabancının bulunduğunu, bunların çok kitapları olduğunu ve Muhammed’in genellikle onlara uğrayıp kendilerinden yararlandığını kaydediyorlar. Daha sonra, Muhammed peygamberlikle görevlendirilince, muhalifler, “Hayır, yalan konuşuyor. Bu bilgileri Allah’tan değil; adı geçen kişi veya kişilerden alıyor” demeye başladılar. Bu ağır itham üzerine Nahl Suresi 103.ayeti indi.”

4- Kadı Beydavi, Envarü’t Tenzil adlı tefisirinde şöyle diyor:
“Mekke’de Amr bin Hadremi’nin bir kölesi vardı. Adı Cebr-i Rumi idi. Kimileri, bununla birlikte Yaser adında bir kölenin daha olduğunu söylüyorlar. Kimileri de bu şahsın, Huveytıb’ın kölesi Aiş olduğunu belirtiyorlar. Muhammed, peygamberlik iddiasında bulununca, muhalif gruplar, “Muhammed, Kuran bilgilerini bu kölelerden alıyor, Allah’ı ise toplumu etkilemek için kullanıyor” şeklinde eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bunun üzerine, Nahl Sures’nin 103.ayeti indi.”

5- Nesefi, “Medarikü't Tenzil" adlı tefsirinde şöyle diyor:
“Huveytıb’ın Aiş ya da Yaiş adında bir kölesi vardı. Bazıları da bunun isminin Cebr-i Rum-i olup Amr bin Hademi’nin kölesi olduğunu ileri sürmüşler. Bu köleler, Tevrat ve İncil’i çok iyi bilirlerdi. Muhammed, daima onlara uğrar ve kendilerinden bilgi edinirdi. Peygamberlik davası ortaya çıkınca, inanmayanlar dedikodu yapmaya başladılar ve Kuran’ın dayanağının Allah değil de bu şahıslar olduğunu, Muhammed’in aktardıklarının ise, sadece adı geçen kişilerden öğrendiği bilgiler olduğunu söylemeye başladılar. Bu yüzden ilgili ayet indi.”

6- Fahrettin-i er-Razi, Tefsiri Kebir adlı yapıtında şöyle diyor:
“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen ve bolca da kitapları olan bir köle vardı. Onun adı çok ihtilaflıdır. Kimisi Yeiş, kimisi Addas, kimisi Cebr, kimisi Cebra, kimisi Bel’am diyor. Muhammed, sık sık uğrar, ondan bilgi alırdı. Kuran olayı ortaya çıkınca, inanmayanlar zaman içinde ‘Bu işin arka planında Allah değil de, adı geçen kişiler vardır’ demeye başladılar. Kimileri de, ‘Aslında Kuran’ı, çok açıkgöz olan Hatice Muhammed’e öğretiyor; fakat kendisi kadın olduğu için öne çıkamıyor, bu nedenle Muhammed’i öne çıkarıyor, yani Kuran’ın baş aktörü Hatice’dir’ diyorlardı. İşte, bütün bu itirazlara cevap mahiyetinde adı geçen ayet inmiştir.

7- Bazı kaynaklar da, “Nahl Suresi’nin 103.ayetinde kendisinden söz edilen ve Muhammed’i etkileyen kişinin aslında Selman-ı Farisi olduğunu, ayetin de bu iddiaları reddetmek için indiğini” yazıyorlar.

Acaba, iddia edildiği gibi, Selman-ı Farisi olsun, diğerleri olsun- gerçekten adı geçen şahıslarda Kuran’ı ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi var mıydı ya da Muhammed’e aktardıkları bilgiler Muhammed’in bildikleri, ürettikleriyle birlikte mi Kur’an’ı oluşturmuştu? Yoksa bu görüş muhalefet tarafından ortaya atılan bir iftira mıydı? Selman-ı Farisi hakkında bildiklerimiz şunlar:

Selman-ı Farisî, aslen İranlı idi. Başta Zerdüştlük olmak üzere, bütün dinler konusunda fevkalade kendisini yetiştirmiş bir insandı. Kendisi aynı zamanda, hem çok zengin bir ailenin çocuğuydu, hem de onun ailesi Iran’da Zerdüştlük’te zirveye ulaşmış bir aileydi, din işlerine bakardı. Ticaret için Şam tarafına gelmiş, dinler konusunda araştırma yapmak amacıyla da bir daha memleketine dönmemişti. Yıllarca birçok papazdan İncil hakkında ders almış, daha sonra Irak’a geçmişti. Bu süreç içerisinde en az on Hristiyan ve Yahudi din alimleri yanında kalıp, onlardan ders alarak kendisini “din”ler konusunda son derece iyi yetiştirmişti. Daha sonra Muhammed ile buluşup ilişkilerini derinleştirerek nihayet Islamiyet’e geçmişti.

Öylesine akıllı bir insandı ki, Hicri 5.yılında Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında Medine’de meydana gelen Hendek savaşı’nda ;
“Medine’nin etrafına hendek kazıp savunma yapalım” fikrini ortaya atarak, müslümanların
savaşı kazanmalarını sağlamıştı. Hz.Ali, onun hakkında “Selman tüm ilimlerde uzman bir kişiydi, onun ilmi bitmeyen bir denizdi” demiştir. Selman’ın arkadaşları da kendisi için, “Selman lokman hekim gibiydi” diyorlardı. Ebu Hüreyre, “Selman, hem Kuran’da hem de İncil’de uzman bir insandı” demiş. Selman-ı Farisi, başarılarından dolayı, Medayın’a vali olarak tayin edilmişti. İmam Zehebi, onun hakkında, “Selman’ın kavradığı bilgiler için en az 250 yıllık bir zamana ihtiyaç vardır, halbuki Selman 70-80 yıl yaşamıştır” diyor. Muhammed de onun hakkında, “Selman-ı Farisi, bizim ailenin ferdidir. Selman, eğer ilim Süreyya yıldızında olsa gidip oradan alır” demiştir.

Muhammed’in sık sık Selman’la geceleri uzun saatler bir arada kaldığı ve Selman’ın engin bilgisinden yararlandığı rivayet edilmektedir.

Turan Dursun’un “Din Bu” adlı kitap serisinin dördüncü cildinde, Bel’am, Yaiş, Addas, Yessar, Cebr ve İranlı Selman (Farisi) ve İman adındaki yardımcılarından söz edilir. Bunlardan Bel’am, Yunanlı bir köleydi. Yaiş ve Cebr (Yemenli) de birer köle idiler.

İlhan Arsel’in Şeriat’tan Kıssalar adlı kitabının ön sözünde de Muhammed’in diğer öğreticileri/yardımcıları olarak Bahîra, Varaka ve Abdullah ibn Selâm’ın adları geçer.

Muhammed, katiplerini genellikle Yahudilikten ya da Hristiyanlıktan dönme ya da İbranice ve Süryanice bilen kişilerden seçerdi. Bu dillere vakıf değil iseler, öğrenmelerini isterdi. Örneğin, Hicret’in dördüncü yılında katiplerinden Zeyd bin Sabit’e Yahudi yazısını öğrenmesini söylemiştir.

Söylendiğine göre, en ziyade yararlandığı kimselerin başında, Hristiyanlıktan dönme Selman-ı Farisî ile, Yahudilikten dönme Abdullah İbn-i Selam gelirdi. Siyer’in yazarları İbn-i İshak, İbn Hişâm ve Tabakat yazarı İbn-i Sa’d gibi kaynakların bildirmesine göre, Selman-ı Farisî, Iranlı bir “Mecusî” iken çok genç yaşta Hristiyanlığı kabul ederek Suriye’ye gelmiş, daha sonra Bedevîler tarafından esir alınıp bir Yahudi’ye satılmış ve onun tarafından Medine’ye getirilmiştir. Kölelikten kurtulmak için Muhammed’e başvurup da onun tarafından satın alınmasıyla İslam’a girmiş ve azad olmuştur. Hristiyan ve Yahudi dinlerini en iyi bilen birisi olarak Farisi, Muhammed’e sadece din konusunda değil, yönetim ve savaş konusunda da Muhammed’e yardımcı olmuştur. Hendek Savaşı olarak bilinen savaşta, Muhammede’e hendek kazılmasını öneren kişinin Farisi olduğu söylenir.

Abdullah İbn-i Selam’a gelince, Tevrat’ı en iyi bilen yahudi’lerden birisiydi. Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra Islamiyete girmiştir. Tevrat konusunda, Hz. Muhammed’e en fazla bilgi verenlerden biri olduğu kabul edilir. O kadar ki, Hz. Muhammed onu, muhtemelen bu yardımlarından dolayı, “Cennetlik olan on kişinin onuncusu” olarak tanımlamıştır. (Bkz. Sahih-i Buhari, c.IX, s.81, ve c.X, s.25 vd.)

Muhammed bu kaynaklardan aldığı bilgileri, kendi günlük siyasetine uyduracak şekilde değişikliklere sokmuştur. Ancak, bunu yaparken, “kıssa”ları (masal ve hikayeleri) bir teviye ya da belli bir sıra ve silsile esası gözetmeden Kuran’ın çeşitli surelerine ve bu surelerin ayetlerine dağıtmıştır. Bazılarını da hadis olarak ifade etmiştir.

Bu yolla Tevrat’tan aktarılan bilgilerde zaman zaman hata yapmış, Yahudilerin ve Hristiyanların itirazlarıyla karşılaşmıştır. Örneğin İsa’nın annesi Meryem’le, Musa’nın kızkardeşi Meryem’i karıştırmış, İbrahim’in babasının adını Terah yerine Azer yazmıştır. Buna benzer birçok konuda yaptığı hatalar nedeniyle Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere bölge halklarının büyük çoğunluğu peygamber olduğuna inanmamıştır.

Muhammed’in peygamberliğini ilan etmezden önceki döneminde bir hazırlık safhasından geçtiği bilinmektedir. Bu hazırlık öncesi, çocukluk döneminde daha 12 yaşlarında iken Rahip Bahira ile yaptığı görüşmeden kaynaklanan bir şartlanmayı belirtmekte fayda var. Ardından ekonomik sıkıntılar yaşaması, çobanlık yapmak zorunda kalması, amcasının kızıyla evlenme isteğinin reddedilmesi gibi olaylar onu kamçılamış ve düzene karşı bir pozisyona getirmiştir.Bu dönemde Mekke’de putperestlerden sonra güçlü olarak hanifler bulunmaktaydı.
Hanifler, putlara karşı çıkıyor ve tek Tanrıya ve İbrahim peygambere inanıyorlardı.
Muhammed de haniflerin etkisi altında kalmış ve onlarla birlikte olmuştu.
O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.

Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir. Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi .
Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun İbrahim’in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim’in dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

Hanif kelimesi en eski kullanımı itibariyle Sami dil ailesine giren dillerde görülmekteydi. Ancak Kur’an’da kast edilen mananın dışında bir anlam taşımaktaydı. Kur’an’da müspet bir anlam yüklenen Hanif kelimesi, söz konusu dillerde menfi anlamda kullanılmakta olup, İslam literatüründe cahiliye tanımlamasına hemen hemen denk düşmektedir. Mesela; ahlaksız, dinden dönen, müşrik, kaba ve yalancı vs…anlamları da verilmiştir. Diğer taraftan Hanif kelimesi, ahlaksız, dinsiz; Süryanice de ise murdar anlamlarında kullanılmıştır. Hanif kelimesine yalancı, iki yüzlü ve müşrik manaları da verilmiştir. Hristiyan Süryaniler, “hanif” kelimesini ayrılıkçı Hristiyan mezheplerini nitelemek için de söylemişlerdir. Arapça da ise sapıklıktan doğru yolu bulmak anlamında olan “hanefe” den türediği söylenmektedir. Açıkçası putlardan uzaklaşarak tek İlaha inanan kimse demektir.
(Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997- Sa.99, dipnot 31)

Arapların putperestliği zayıflamaya yüz tutmuş, Hristiyanlık bir birine karşı fırkalara bölünmüş, Yahudilik ise dindeki hakimiyetlerini muhafaza için, Arapları kendi içlerine almayan seçilmiş bir topluluğun dini durumuna gelmiştir. Diğer taraftan Tevhid anlayışı Mecusilikten alınma zıt unsurlar sebebiyle zayıflamaya yüz tutmuştur. Kaynakların ifadesinden de anlaşılacağına göre aynı bölgelerde beraber yaşamış olan Sâbîîlik ve onun istihalesi durumunda olan putperestlik, Haniflikle karşı karşıya gelmiştir.

Araplar çoğunlukla ifrat derecesine varan bir hayat yaşamışlardır. Özellikle yol kesmek, yağma ve çapulculuk, mağlup olan kabilelerin hürriyet hakkı ile beraber kişisel haklarının da galibin eline geçmesi, savaşta yenilen kabile hakkında her türlü haksızlığın serbest olması gibi anlayışlar, ataların geleneği sayılmıştır. Hatta aynı ırktan olan kabileler, sürekli birbirlerini boğazlamaktan geri kalmamışlar ve bundan zevk alır hale gelmişlerdir. Bütün Arap yarımadası cehalet ve anarşi kabusları altında eziliyordu. Şiir, edebiyat ve diğer teşkilatlar bakımından nispeten ileri olan Araplar, iman, fikir ve ahlak bakımından çok geri kalmışlarıdır. Hatta bu şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukâz Panayırında söylenmiştir.

“Ey insanlar!
“Allah’a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış,
Allah katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var.
Onun gelmesi yaklaşan bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü.
Ona ulaşan ve kendisine uyana müjdeler olsun.
Ona muhalefet edene yazıklar olsun.
Geçen çağlara ve hayatlarını gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.”
diyerek tabiri caizse İsa’ya yol açan Yahya rolü üstlenmiştir.. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed’in onu dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Arap Yarımadasına komşu olan devletlerin Hristiyan, Yahudi ve Ateşperest olmaları, yöneticilerin zalimane hareketleri, bu halkların başka bir din aramalarına sebep olmuştur. Hristiyanlar, Yahudiler ve Farisilerin dini görüş, fikir ve inançları beklenen ıslah edici bir peygamberin gelişi için zemin hazırlamıştır. Bundan sonra Arapların o zeminde karşılaşacakları peygamber Muhammed ve din de İslamiyet olacaktır.

Hilfü'l-Fudûl ve Muhammed Üzerindeki Etkileri:Muhammed’in gençlik dönemindeki Kureyş’de düzen çok bozulmuş, başıbozuk bir kaos ortamı oluşmuştu. Haram aylar denilen savaşılması günah kabul edilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında dahi kabileler arasında savaşlar oluyordu. Bu kuralı çiğneyenlerden biri de Muhammed’in amcası Kureyş-Kinane ittifakının komutanı Zübeyir bin Abdülmuttalip idi ve 18-20 yaşlarında iken Muhammed’de bu savaşa katılmıştı. Son 4 Ficar savaşı ile birlikte Mekke’de karışıklık iyice arttı. Haksızlıklar, hırsızlıklar, gasp, despotluk, güçsüz olanların ezilmesi, hukuksuzluk had safhaya varmıştı.
Öyle ki Mekke’ye hacca veye ticarete gelenler dahi soyuluyor, taciz ve tecavüze uğruyordu.

Bunların hakkı, hukuku gözetilmiyordu. Son olarak Yemen’li bir tacirin mallarının parası ödenmeyince, tacir Hilful Ahlaf denilen oluşuma müracaat etti ama yardım alamadı. Bunun üzerine feryat edip Mekke’de mağduriyetini dile getiren şiir okuyarak sesini duyurmaya çalıştı.

Bu durumdan etkilenenler Mekke’li zenginlerden Abdullah b. Cudan’ın evinde biraraya gelerek toplandılar ve Hilful-Fudul adlı sivil örgütü kurdular. Bu oluşumun içinde yer alanlar arasında Ebu Bekir ve Muhammed de vardı.

Hilfü'l-Fudûl adıyla anılmasının nedeniyse; Araplar arasında bu isimle anılan bir çok antlaşmanın daha önce yapılmasıydı. bunlardan en meşhuru; Curhum kabilesinin Kureyş’ten önce böyle bir antlaşma ve dayanışma yapmasıydı. Bunlar; Fadıl b. Fudale, Fadıl b. Vedea ve Fadıl b. Haris isimli Curhum kabilesinin ileri gelen kişileridir. Bu kişilerin isimleri Fadıl olduğundan bu harekete de Fadılların ittifakı anlamında Hilfü'l-Fudûl adı verilmiştir.

Toplantıda ettikleri yemin ise şöyleydi:

“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa’d, Tabakat, I, 129)

Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vail’e giderek Yemenli’nin malını ondan almak ve Yemenli’ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has’am kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac’ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, Hilfu’l Fudul’a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.

Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, parasını ödemedi. Muhammed’le birlikte Ebu Cehil’e gidildi ve hiç bir itiraz olmadan parası alındı.

Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tacir Hilfu’l-Fudûl’a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi.

Bu sivil insiyatifin olumlu girişimleri Mekkeliler arasında takdirle karşılandı, örgüt mensuplarına karşı güven ve saygı oluşturdu.

Bu örgütün, Muhammed’in kişiliğinin oluşturmasında, çevresiyle ilişkilerinin geliştirmesinde, itibar oluşturmasında etkisi büyük olmuştur.

Peygamberliği ilan ettikten sonraki dönemde dahi Hilful Fudul’dan övgüyle söz etmiş ve “Yine çağrılsam gider katılırım.” demiştir. (Müsned, I, 190, 317)

Hatice ve Varaka

Hatice binti Huveylid b. Abdul Uzza’nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Milâdi 555. yılında olabileceği söylenmektedir.

O, Arapların Kureyş kavminin Hâşimiler boyundan olup babası Huveylid, annesi Fâtıma’dır.

Muhammed ile evlenmeden önce üç evlilik yapmıştır. Hatice ilk önce Varaka ibn-i Nevfel’e nişanlanmış ancak nikah yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale olan İbn-i Nebbaş ile nikahlanır. Ebu Hale’nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. Atik’in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. O’nunda ölümü üzerine dul kalır. Bu evliliklerinden aşağıdaki çocukları doğmuştu:

1. Ebu Hale’den Hind isimli oğlan çocuğu.
2. Atik’den yine Hind isimli kız çocuğu
3. Sayfi’den Muhammed isimli oğlan çocuğu.

Hatice’nin iki çocuğunun isminin de Hind olmasına binaen künyeside Ümm-i Hind olmuştur.

Hatice çok zengindi ve ticaretle uğraşmaktaydı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam’a ticaret kervanları düzenlerdi. Muhammed’le tanıştı ve ondan hoşlandı, ona ticaret ortaklığı önerdi ve onun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam’a gönderdi. Aynı zamanda hizmetkârı Meysere’yi de onunla beraber gönderdi. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti.

Hatice, Muhammed hakkında Meysere’yi de dinleyince, ona olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. Ona anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Muhammed ‘e evlenme teklifinde bulundu.

Hatice, Hz.Muhammed ile 4.evliliğini yaptığında 40 yaşlarında, Muhammed ise 25 yaşlarında idi.

Evliliklerinden 4 oğlu oldu; Kasım, Tayyip, Tahir, Abdullah dördu de vefat ettiler. 4 de kızı oldu; Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeyneb, Fatima. 40 yaştan sonra 8 çocuk. :shock:

(Bazı kaynaklara göre Tayyip ve Tahir, Abdullah adlı oğlunun lakabları olarak belirtilir.)

Hatice, Hz.Muhammed’i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Aynı zamanda Nasturi rahibi olan Varaka Mekkenin de rahibi ve vaiziydi. Tevrat ile İncil’ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.

Varaka Bin Nevfel Muhammed’i sevdi. Onun dini konulara olan ilgisi hoşuna gitmiş ve yakınlık duymuştu. Bilgili olduğu için Hz.Muhammed’de ona saygı ve ilgi gösteriyordu. Varaka’yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat’ı baştan başa okudu. Adem’den İsmail’e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa’nın dinini nasıl kurduğunu, İsa’nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye’yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.

Türk tarihçisi Enver Behnan Şapolyo’ya göre, Muhammed 15 sene boyunca Varaka bin Nevfel tarafından eğitilmiş ve Tevrat ve İncil’de yer alan bilgiler ona öğretilmiş ve yetiştirilmiştir.
(Kaynak: İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404)

Yemen’li Rahman - Müseylimetül Kezzab

Muhammed zamanında Yemen’de çok önemli bir kabile reisi vardir ve peygamberliğe soyunmuştur. Adı Yemame Rahman’idir.

Bu Yemame Rahman’i oldukça kültürlü, zeki ve saygın bir kişidir. Araplar arasında oldukça nüfuzludur. Muhammed’in bu kişiyle diyalogları olmuş, ona büyük saygı duymuştur. Hatta onunla ilişkisi öyle bir dereceye gelmişti ki, Mekkeli inanmayanlar,

“Bize ulaşan bilgiye göre,Yemame’deki şu adam, Rahman denen kişi öğretiyor sana Müslumanlığı. Kuşkun olmasın ve yemin ederiz ki, biz hiçbir zaman Rahman’a inanmayız.” demişlerdir. (Siratu Ibn Ishak,Muhammed Hamidullah 180/254)

Rahman insanlar arasında kullanılan bir isimdi. Ve ilginçtir ki, Arab dilindeki birçok kelime Sanskritçe'dir, çok tanrılı Hint bölgesi diline aittir.
Mekkeli Araplar, Muhammed’in İslam kelimesini bile Bu Rahman denen kişiden aldığını iddia ediyorlardı.

Bu Yemameli Rahman, peygamberlik savında bulunduğu zamanlar bir diğer adı da “Müslim” di. Yani, İslam oluşturulmadan önce adamın bir adı da Muslim! Tabii, daha sonra peygamberlik savında Muhammed başarılı olunca, Müslümanlar alay etmek için “Müseylime” ve “çok yalancı” anlamında “Kezzab” ismini de eklerler. Daha sonra da İslamın tarihi derlenirken, bu Rahman ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu imha edilmiştir, ilerde sorun çıkmasın diye. Yine de elde kalabilen bu kadar bilgi bile durumu gayet iyi açıklayabilmektedir.

Yemen, o zamanlarda Mısır dahil orta doğu ve Hindistan’a kadar ki uygarlıklar için önemli ticaret noktalarından biriydi. Aynı zamanda din olarak da Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın temeli olan Sabiilik vardı. Bunun yanında Musevilik ve Hristiyanlık da sonradan yerleşmişti, tıpkı Medine’de Yahudiliğin yerleşmiş olması gibi. Yemen bu yüzden ticari olduğu gibi bir dinsel merkezdi de aynı zamanda.

Rahman denen kişi Yemen’in Ezd kabilesinden, bilgelik ve nüfuzuyla saygı gören bir başkandı.

Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce, karısı Hatice tarafından ticari amaçlı olarak Yemen’e de gönderilmişti. Yemen’de o zamanlar çok önemli olan Hubase fuarına katılmıştı. Zaten Rahman’la da burada tanışmıştı. (Kaynak: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1/61)

Muhammed’in içinden çıktığı Evs ve Hazrec kabileleri de, o zaman ki Arap kabileler topluluğundan bir çoğunu içine alan Ve Rahman isimli kişinin de içinden çıktığı Ezd kabilesinden ayrılmaydı.
Yani kısacası, Muhammed ve Rahman uzak ta olsalar sonuçta akrabaydılar.
Yemen kökenli bu Ezd kabilesi Muhammed için çok önemliydi. Buna örnek olarak çok sağlam iki hadis aktaralım:

“Emanet Ezd’dedir.”
[Tirmizi,Sunen, no: 3936]

“Ezd kabilesinden olanlar, allah’ın yeryüzündeki arslanlarıdırlar.İnsanlar onları alçaltmak isterlerken, Allah onları yükseltir. öyle bir zaman gelecektir ki, kişi hep ‘keşke babam bir Ezd’li olsaydı, keşke anam bir Ezd’li olsaydı’diyecek” (Tirmizi,no:3937)

İşte bu yüzden, bu Yemen ve Ezd kabilesi sevgisinden Muhammed, “iman Yemenli'dir, hikmet de Yemen’lidir” demiştir. Sadece sevgisinden değil tabii, Yemen’in o zamanlar bir dinsel merkez olması, bütün dinlerin kaynağı olan Sabiiliğin orada merkezi din olmasıdır. Muhammed’e göre iman dolayısıyla dini oluşturan her şey, ibadetlere kadar Yemenlidir, Sabiilik kökenlidir. Bu nedenle Rahman hiç de önemsiz bir insan değildir Muhammed için.

Nitekim, peygamberliği Muhammed’e kaptırmak istemeyecek, kendisi de peygamberliğini ilan edecek, başarılı olamayınca 148 yaşında olmasına rağmen Muhammed’e peygamberlikte ortaklık dahi teklif edecektir.

Evet, bazı bilgiler gerçekten şaşırtıyor insanı. Ama olmayacak birşey de değil.
Üstelik bazı kaynaklara göre, Muhammed’den 20 yıl önce peygamberliğini ilan etmiş.
Hicret’in 10. yılında Muhammed’e şu satırlarla ortaklık teklif ettiği rivayet edilir;

“Tanrı elçisi Müseylime’den,Tanrı elçisi Muhammed’e mektuptur. Sana esenlikler dilerim.
Ben Peygamberlikte sana ortak edildim.Yeryüzünün yarısı bize,yarısı Kureyşlilere aittir,fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler.”

Peygamber’in,Yemame halkına öğretmen olarak gönderdiği Reccal bin Unfuva, Müseylime ile çok iyi arkadaş olmuştu. Ve Tanrı’nın Müseylimeyi, Muhammed’e ortak ettiğine tanıklık ediyordu. Margoliuth’a göre ise Muhammed peygamberlikte Yemenli Rahman’ı taklit etmişti.

Rahman’dan Örnek Ayetler:

“Allah yüklü deveye in’am etti. Ondan, Sifak (alt deri) ile hasa (barsak) arasından koşan bir yavru çıkardı.”

“Salih insanlar gecelerini uyumadan, ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutların ve yağmurların kuvvetli tanrısı için oruç tutarlar.”

“Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, O dirilme zamanı geldiğinde, acayip bir biçimde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir. İnsanlar bu yüzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar.”

“Renkleri kara olduğu halde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine and içerim ki.”

“Ektiğiniz yerleri koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız.”

(Bahriye Üçok’un “İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” kitabından)

Yemameli Rahman Müslim’den birkaç ayet daha:

Tohum ekerek,
Ekin yetiştirenlere,
Ekinleri biçenlere,
Buğdayları savuranlara,
Sonra öğütenlere,
Onlardan ekmek yapanlara,
Bu ekmekleri ufak ufak doğrayarak,
Et suyunda ıslatanlara,
Ve bunların üzerine,
Sade yağ dökerek yiyenlere,
Şerefine and içerek temin ederim ki;
Siz hayvan besleyerek, çadırda yaşayanlardan,
Daha meziyetlisiniz.
Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi.
Karanlıkları basan gece,
Siyah Kurt,
Ve yaşına basan,
Çatal tırnaklı hayvan adına ant olsun ki;
Üsseyid’lerin,
Harem’in hürmetini çiğnememiş
Olduklarını teyit ederim.
[Taberi, a. g. e., tür. ter., III. S. 143; Arap., III., S. 243.]

Aşağıdakiler de Kur’an’dan:

Naziat suresi 1-6. ayetler:
1. Ant olsun, o daldırıp çıkaranlara,
2. usulcacık çekenlere,
3. yüzüp yüzüp gidenlere.
4. yarışıp geçenlere,
5. ve bir iş çevirenlere ki,
6. o gün sarsıntı sarsacak.