HABERLER
Dini Haber

KERGİTLİ'NİN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ


KERGİTLİ'NİN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ

Yarı muhafazakar yarı alevi, minik tatlı bir şehirde doğdum. Annem Diyanette Kur'an kursu öğretmeni, babam çok dindar biri ve dedem emekli imamdı... Evet böyle başladı hayatım. 4 yaşında Kur'an kursuna gönderildim ve gayet kendimden memnun bir şekilde 5 yaşına kadar Kur'an okumayı güzelce öğrenmiştim. İlkokul bitene kadar dinle ilgili çok yoğun bir şey yaşamadım. Ortaokulda arkadaşlarımdan koparılıp imam hatibe gönderildim. Bu süreçte bayağı dindarlaştım, yurtta kalıp hafızlığa başladım. Hatta molla olmak istiyordum :) Babam yüzünden Atatürk'e karşıt yetiştirildim, tipik bir muhafazakar çocuğuydum.

İmam hatipte fazla dayanamadım. Ailemin durumu iyiydi ve o çevredeki insanlar sırf bu yüzden beni dışlarılar, bolca kavga ettik. Bu yüzden tekrar arkadaşlarımın yanına döndüm. 6. sınıfta dindarlıkla alakam kalmamıştı; namaz kılmıyordum fakat hala İslam bilgim oldukça fazlaydı. Hafızlık yapmasam da Osmanlıca İlmihal ezberlemiştim ve bolca ilmihal bilgim vardı. Daha sonra Alevi ve çağdaş arkadaşlarımla çokça zaman geçirmiştim. Artık kafam daha da rahatlamış, sıradan bir Türk vatandaşı kadar dindardım :) Alkol ve sigara ile beraber ailemden oldukça soyutlandım ve kendi çizgimi oluşturdum.

Liseye geçiş döneminde büyük şehre taşındık, benim hikayem de burada şekillenmeye başladı. Yaz tatilinde yine muhafazakar bir toplumda diksiyon, hitabet ve liderlik gibi dersler aldım. Tekrar ailemin istediği yöne doğru evrildim ama çok uzun sürmedi... 1. sınıf bitmiş, bu yıllarda benim siyasi algım da iyice değişmişti. Artık felsefe kitapları okuyor, düşünüyor ve her türlü eleştiriye açık yaklaşıyordum.

Bir gün üyesi olduğum oyun grubunun yöneticisi ile sohbet ederken konu dinlere geldi. Yönetici bana kendisinin Tengricilik inancına sahip olduğunu söylediğinde oldukça şaşırdım. İlk defa bu inanca mensup birini gördüm ve sorular sordum. Altın soru şu oldu: "Seni İslam'dan çıkaran şey neydi?". Cevap olarak "sana kesin bir şey söyleyemem fakat şunlara bir göz at." dedi. Bana çok uzun bir metin gönderdi ve metinde şüpheli, ilginç ayetler vardı. Oturdum ve bu ayetleri farklı birçok meallerden inceledim. Hem diyanetten hem de birçok siteden araştırıp ve okudum. Sonucunda ayetlere saf gibi inandıklarını, bazen bu uğurda can çekiştiklerini gördüm.

Bir gün ailecek sofrada yemek yerken şu soruyu sordum. "Diyelim ki bir insan var, Avrupa'da yaşıyor. Bu insan görebileceğiniz en iyi insan, hep ince düşünen, kimseyi incitmeyen, çok zengin olduğu halde gelirinin yarısını düzenli olarak ihtiyaç sahiplerine dağıtan birisi; fakat Müslüman değil. Şimdi bu adam cehenneme mi gidecek ?" bu soru karşısında "inançsız ise cehenneme gidecek" cevabını aldım. Zaten imansız insanlara ne olacağını Allah da acımasızca anlatıyordu.

Tabi ki dinden hemen soğuyamadım, hep araştırma içinde oldum. Yalnızca Sözler köşkü, Hayal hanem gibi kanalları izleyen ben artık başka kanal ve kaynaklara da bakmaya başlamıştım. İlk başta 2 ay içerisinde etrafımdaki iki insan sayesinde Tengricilik inancını benimsedim. Tabi ki bu inancın gerçek olmadığını biliyordum fakat beni bu dönemde oldukça rahatlattı ve bu inancın 3 kuralı çok hoşuma gitmişti; Doğaya saygı duy, Kimseye boyun eğme (bazen Tanrı bile olsa), Atalarına ve geleceğine sahip çık... İşte bu kurallar beni kendine hayran bırakmıştı. Doğaya, evrene farklı bir gözle bakmamı sağladı. Bana kattığı en önemli görüş ise Tanrının bizim ibadetimize muhtaç olmadığıydı. Üç ay kadar bu inancı benimsedim ve artık kendimi cehennem korkusundan arındırmıştım.

İslam'ın tamamen çıkar ve korku üzerine kurulu olduğunu gördüm. Deist olarak hayatıma devam ettim ve daha sonra Panteizm'i mantıklı buldum. İslamiyet'in bize anlatılanlardan çok farklı olduğunu öğrenince kendimi çok kötü hissetmiştim. Var olduğuna inanılan bir tanrı yüzünden atalarımın öldürülmesi, kadınlara tecavüz edilmesi ve cariye olarak alınmaları, Türklerin İslam dinini bu şekilde zorla kabul ettiğini öğrendiğimde çok kötü oldum. Çünkü annem bu dine inanıyordu. İçimden herkese nefret kustum ve hep bu durumu düzeltebilmek için hayaller kurdum. Şimdi aynı doğrultuda ilerliyorum. 17 yıl enayi olarak yaşamışım, bu yüzden kendimi kandırılmış hissettim. Bu durum beni hala çok üzüyor. Kafama taktığım çok şey var ve halkın şu anki durumundan hiç hoşnut değilim. Evrimin derslerden kaldırılması, küçük yaştaki çocukların beynine zorla İslam inancının sokulması, başka hiçbir dinden veya felsefi akımdan bahsedilmiyor olması beni üzüyor. Bunu söylediğimde bana "İslam tarafsız anlatılıyor" diyorlar. Kimi kandırıyorsunuz? Ben "Allah'ın delillerine mantıksal örnek verin?" sorusuna "delil yoktur" yazdığım için eksi puan aldım.

Emin olun milyarlarca gezegen ve onca galakside, sadece Dünya üzerinde, özellikle de Arabistan'da çıkan bir din, hak değildir. Zaten hak din bile olsa, ben böyle acımasız ve egoist bir Tanrıya secde etmektense yanarım daha iyi.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Kergitli

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ

Yazan: Sedat Karadayı
İNGİLTERE KRALI VIII. HENRY VE ANGLİKAN KİLİSESİ
BİR UÇKUR İNADI İLE ORTAYA ÇIKAN HRİSTİYANLIK MEZHEBİ

Tudor Hanedanından, İngiltere kralı VII. Henry ile York’lu Elizabeth’in 6 çocuğu olmuştu. VIII. Henry, hayatta kalan dört çocuktan biriydi. Diğer kardeşleri Margaret Tudor, Mary Tudor ve ağabeyi Arthur Tudor’du. Henry 1494 yılında York Dükü ilan edildi. 1502 yılında Kral olması beklenen ağabeyi Arthur ve 7 yıl sonra da babası Kral VII. Henry ölünce VIII. Henry tahta oturdu.

VIII. Henry, İngiltere tarihinde birçok hikâyenin kahramanı olmuş olabilir, ancak bunların hemen hemen hepsi de mutlaka kadınlarla olan ilişkileri ya da eşleri ile ilgili veya onların da içinde olduğu hikayelerdir.

Henry ilk evliliğini daha sonra soruna dönüşecek olan Aragonlu Catherine ile yaptı. Aragonlu Catherine, İspanya Kralı II. Ferdinand ile Kraliçe Isabel’in en küçük kızlarıydı. Bu evlilikteki amaç İngiltere ile İspanya arasındaki bağları güçlendirmekti.

Catherine aslında Henry’nin ağabeyi Arthur ile evlendirilmişti. Ancak Arthur’un beklenmeyen erken ölümü sonrasında yeni taze gelinin diğer erkek kardeş ile evlenmesine karar verildi. Bu uygulama normal koşullarda Katolik inancına göre yasak olmasına rağmen evlilik, araya giren Papa’nın izin vermesi ve gelinin ölen damadın kendisine hiç dokunmadığı konusunda yemin etmesi ile gerçekleşebildi. Henry’nin Aragonlu Catherine’den 6 çocuğu olmasına rağmen hayatta kalan tek kızı Mary oldu. Diğer çocukların erken ölmeleri ve Catherine’nin erkek veliaht verememesi ve yaşlandığı için veremeyecek olması sorun olmuştu.

Henry’nin evlilik dışı ilk metresi Bessie Blount olmuştu. Evliliğe dönüşmeyen bu yasak ilişkiden Henry Fitzroy doğdu. Henry’nin ikinci metresi ise Mary Boleyn oldu. Mary Boleyn o sırada William Carey ile evliydi. Mary Boleyn’den de Catherine ve Henry adını verdiği iki çocuğu daha oldu. Çocukların kayıtlarında baba olarak William Carey geçmişti.

Henry’nin ikinci karısı, ikinci metresinin kız kardeşi Anne Boleyn oldu. Anne Boleyn, ablası Mary Henry ile metres olduğu dönemlerde yurt dışındaydı ve o sırada Fransa kraliçesi olan Henry’nin ablası Mary Tudor’un nedimeliğini yapmaktaydı. Ülkesine döndüğünde ilk olarak Dük Henry Percy ile evlenen Anne Boleyn, Dük’ün başkası ile nişanlı olması sebebiyle bu evlilik iptal olmuştu. Anne Boleyn güzelliği, zekâsı ve kendine güvenli tavırları ile Henry’yi etkiledi. Henry ile metres olarak başladığı ilişki sırasında sürekli ona vereceği erkek çocuklarını anlatarak evliliği kolaylaştırdı. Böylece Kraliçe Catherine’den ve sevgilisi Mary Boleyn’den vazgeçen Henry, Anne Boleyn ile evlenmeye karar verdi. Ancak bir sorun vardı ki Catherine’den boşanabilmesi için Papa’nın buna izin vermesi gerekiyordu. Çünkü Katolik nikahı boşanmayı reddediyordu.

Henry’nin Catherine’den boşanmasına yeğeni İspanya kralı V. Şarlken karşı çıktığı gibi Papa da onay vermiyordu. Bu yüzden 6 yıl daha boşanamayan Henry, Anne Boleyn ile 6 yıl metres yaşamak zorunda kaldı. Anne Boleyn ile gizli evliliğini haber alan Papa, Henry’yi aforoz edince ipler koptu. Tam da o yıllarda Avrupa’da Protestanlık hareketi baş göstermeye başlamıştı. Biraz da bundan cesaret alan VIII. Henry, İngiltere’deki Roma Katolik Kilisesi ile olan bağları kopartarak yerine Anglikan Kilisesini kurulmasını emretti. Dönemin Canterbury Başpiskoposu olan Thomas Cranmer tarafından yazılmış olan Book of Common Prayer derlemeleri baz alınarak Anglikan Kilisesi kurulmuş oldu. Henry Catherine ile olan evliliğini geçersiz kılıp, ondan olan kızını da evlilik dışı ilan ettikten sonra Anne Boleyn ile evlendi. Böylece VIII. Henry, istediği kadınla evlenebilmek için yeni bir mezhep kurarak tarihe geçmiş oldu.

Anglikan Kilisesinin kurulması o kadar kolay olmamıştı. Ülkedeki koyu Katolik halk ve kiliseler birer birer isyan etmeye başladılar. Ancak Henry’nin gözü dönmüştü bir kere. Ülkede isyan eden kiliselerin keşişlerinden, halktan ve diğer Katolik taraftarlardan yaklaşık 40 bin kişiyi idam ettirdi.

Anne Boleyn ile olan evliliği sürerken eşinin hamile olduğunu öğrendi ve doğacak çocuğunun onuruna şölenler düzenleyerek mızraklı turnuvalar yapıldı. Bu gösterilerden birinde attan düşen Henry, sağ bacağında kalıcı bir yara ve sakatlık oluştu.

Henry’nin cinsel arzuları dinmek bilmiyordu. Anne Boleyn ile olan evliliği 3 yıl sürdü. Bu süre içinde Anne’nin kuzeni olan Madge Shelton ve sonraki eşi olacak olan Jane Seymour ile yine metres ilişkisi yaşadı. Anne Boleyn çocuğunu ölü doğurunca, Henry başına gelen bunca kötü olayların, evliliğin büyü ile oluşması sonucu olduğuna karar verdi. Anne Boleyn’den boşanmak için bulduğu yöntem aynı zamanda ondan intikam da almak isteği ile sonuçlandı. Aralarında kardeşi Rochford Vikontu George Boleyn’in de bulunduğu 5 kişiyle zina, vatan hainliği ve ensest ilişki suçlaması ile tutuklanıp yargılandı. Suçlamalar konusunda hiçbir delil olmaksızın 19 Mayıs 1536 tarihinde kendisi, kardeşi ve diğer 4 soylu kişi idam edildiler.

Anne Boleyn’in idamından 10 gün sonra 3. Karısı Jane Seymour ile evlendi. Yeni kraliçe birkaç ay sonra hamile kaldı. 1537 yılında Prens Edward doğdu. Doğumdan 12 gün sonra Kraliçe Jane Seymour öldü.

1540 Yılında bu kez Cleves’li Anne ile evlendi. Ancak bu evliliği sadece 6 ay sürdü. Cleves’li Anne’den boşandıktan sonra Boleyn ailesinden Anne Boleyn’in kuzeni, kendisinden 30 yaş küçük olan Catherine Howard ile evlendi. Catherine Howard ile iki yıl evli kaldıktan sonra Anne Bıleyn’in başına gelen onun da başına geldi. Bu kez de Catherine Howard iki farklı kişi ile zina yapmak suçundan hiç yargılanmasına gerek görülmeden idam edildi.

VIII. Henry son evliliğini Catherine Parr ile yaptı ve öldüğü güne kadar onunla evli kaldı. Yazılı tarihe ve hakkında yapılmış olan filmlere bakılacak olursa, İngiltere’nin tarih yazarlarının o dönemdeki tek işleri Henry’nin ilişkilerini takip etmek olmuş.
Yazan: Sedat Karadayı

BİR İNSAN VE BİR İLÇE : SALİH GÜN VE TAVŞANCIL

Yazan: Sedat Karadayı
BİR İNSAN VE BİR İLÇE
SALİH GÜN VE TAVŞANCIL


Salih Gün 1946 yılında Kocaeli’ne bağlı Dilovası bölgesinde bulunan Tavşancıl’da dünyaya geldi. İlkokul mezunu olup sonraki eğitim sürecini okullarda olmasa bile kendi kendine geliştirip siyasete atıldı. 1989 ve 1994 yerel seçimlerinde doğup yaşadığı beldesinde Sosyal Demokrat Halkçı partiden Belediye Başkanı seçildi. 1999 yılında ise 22. Dönem Cumhuriyet Halk partisinden milletvekili seçilmişti fakat bu yazının konusu o değil.

Belediye başkanı seçildiğinde ilk yaptığı işlerden biri beldenin imar planını gözden geçirip deprem riski olan bir bölgede olması sebebiyle en yüksek 3 katı olan imar planı hazırladı.

Hazırlanan bu imar planı halk arasında tepkiyle karşılandı. Çok olumlu bulanlar olduğu kadar “Buna ne gerek vardı” diyenler de çoğunluktaydı. Hele ki en yakın akrabalarından en yakın arkadaşlarına kadar kendisine küsenler bile olmuştu. İstemeyen ve karşı çıkanların hepsi Tavşancıl’ın köy gibi kaldığından rahatsız olduklarına değiniyorlardı. Tüm şikâyet ve karşı çıkmalarına rağmen Salih Gün beldenin fay hattı üzerinde olduğunu hatırlatıp 3 katta ısrar etti.

17 Ağustos 1999 gece yarısı saat 03.02’de yer sallandı. Kocaeli Gölcük merkezli deprem Richter ölçeğine göre 7.4 olarak belirlenmişti. Ankara’dan Edirne’ye kadar etkisi hissedilen depremde resmi rakamlara göre 17480 kişi hayatını kaybetti. 23781 kişi yaralanmış, 500’den fazla kişi sakat kalmıştı. Toplamda 350 bin bina hasar görmüştü. Bu rakamlar daha sonraki Meclis araştırması raporlarına göre 18,500 kişinin öldüğü 50,000 kişinin yaralandığı şekliyle kayıtlara geçmişti. Bu deprem sırasında 16 milyon kişi değişik düzeylerde depremden etkilenmişti.

O gün o depremin gerçekleştiği sıralarda Salih Gün’ün belediye başkanlığı yaptığı belde olan Tavşancıl’da bırakın tek bir kişinin ölmesi, tek bir kişinin bile burnu kanamamış, hiç kimse yaralanmamış, hiçbir bina hasar görmemişti.

Tek sebep; akıllı, sorumluluk ve liyakat sahibi bir belediye başkanının, fizik kurallarını dikkate alarak bilimsel bir şekilde imar planını uygulamaya koyması idi.

DAVUT'UN TUHAF AİLESİ

Yazan: Sedat Karadayı

DAVUT’UN TUHAF AİLESİ

Samuel 2 kitabında 3 büyük olay anlatılır. Her üç olay da Rab’ın yasalarında cezası ölüm olarak geçen konulardı. Rab’ın bizzat seçtiği ve meshettiği Davut’un böyle bir suçu işlemiş olması ayrı bir soru, Davut’un çocuklarının bu suçları işlemesi de ayrı bir konu. Kaldı ki Tevrat’ın kitaplarından biri olan Rut kitabından hatırlarsanız Naomi’nin dul gelini Rut, Boaz isimi yaşlı bir akrabası ile evlenmişti. Rut ve Boaz’ın Ovet isminde bir oğlu olmuştu. Daha sonra Ovet’in de İşaya isminde bir oğlu ve onun da Davut isminde bir oğlu olacaktır. Yani Davut öyle önemli biriydi ki soyu Rab’ın istediği şekilde oluşturulmuştu. Bununla da bitmeyecekti, bundan sonda Davut’un oğulları yine her seferinde Rab’ı kızdıracaklardı. Bunların içine yine çok sevip meshedeceği Kral Süleyman da dahil. Peki bu soy neden bu kadar lanetli ve sorunlu çıktı?

Üç olaydan birincisi, geçen yazıda bahsedilen Davut’un Bat-Şeba ile yaptığı zina idi. İkincisi ise bu yazının konusu Davut’un çocukları arasında meydana gelen kan davası. Olay Davut’un 3 çocuğu arasında geçer. Taraflardan biri ilk eşlerinden olan Yizreelli Ahinoam’dan doğan Amnon isimli oğlu. Diğer tarafta ise Geşur Kralı Talmay’ın kızı Maaka isimli eşinden doğmuş olan oğlu Avşalom ve kızı Tamar bulunuyor. Yani üvey kardeşler arasında yaşanan bir olay.

Davut’un Amnon ismindeki oğlu, üvey kız kardeşi Tamar’ı çok beğenmektedir. Hatta o kadar beğeniyordur ki bir türlü aklından çıkartamıyordur. Onun bu sıkıntılı hallerini gören kuzeni ve arkadaşı Yonadav, Amnon’a akıl verir. Amnon’a hasta gibi yatmasını, babası geldiğinde ondan Tamar’ın ona yemek yapması için gelmesini isteyecektir. Tamar geldiğinde de ona aşkını anlatmasını önerir. Amnon hasta gibi yattığında babası onu ziyarete gelir ve Yonadav’ın dediği gibi yapar, babasından Tamar’ın ona gelip gözleme yapmasını ister. Davut bu isteği olumlu karşılar ve sarayda yanında yaşayan kızı Tamar’a, “Haydi kardeşin Amnon'un evine gidip ona yiyecek hazırla” der. Tamar, Amnon’un yanına gidip gözlemeyi tavaya koyar ve pişirmeye başlar. Amnon ise bu sırada odada bulunan Tamar dışında herkesin dışarı çıkmasını ister. Amnon, Tamar’dan gözlemeyi yatak odasına getirmesini ister. Tamar yemeğini götürdüğünde Amnon Tamar’ı kolundan yakalayarak yatağa çeker ve “Gel, benimle yat, kız kardeşim” diyerek zorlar. Tamar buna cevap olarak; “Hayır, kardeşim, beni zorlama! İsrail'de böyle şey yapılmamalıdır! Bu iğrençliği yapma! Sonra ben utancımı nasıl üstümden atarım? Sense İsrail'de alçak biri durumuna düşersin. Ne olur krala söyle; o beni senden esirgemez” der. Amnon, buna rıza göstermeyen Tamar’la zorla yatarak üvey kız kardeşine tecavüz eder. Tecavüz sonrasında emeline ulaşan Amnon, kız kardeşinin kendisini istememesinden dolayı hiddetlenir ve onu evden kovar. Tamar, ağabeyinin kendisine yaptığından dolayı ona kızgın olsa da artık iş işten geçmiştir diye susar. Ancak bir de evden kovulması katlanılacak bir durum değildir ve buna itiraz eder. Fakat Amnon onu dinlemez ve uşağını çağırarak “Bu kadını yanımdan dışarı çıkar, ardından da kapıyı sürgüle” diye emir verir. Kovulan ve evden atılan Tamar, kızgınlığından, üzüntüsünden sinir krizi geçirir ve üstünü başını yırtarak başından aşağıya külleri döker ve saraya dönmek yerine öz ağabeyi Avshalom’un evine gider.

Avsahlom olayı ve detayını öğrenince durumu babası Kral Davut’a iletir ve Amnon’un cezalandırılmasını ister. Bu suçun; üvey bile olsa kız kardeşe tecavüz olduğu için cezası ölümdür ve cezasını Davut vermek zorundadır. Ancak Davut öfkelenmekle kalır ve Amnona ceza vermez.

Avshalom kız kardeşine yapılan bu saygısızlığı affetmez. Üvey kardeşi Amnon’u cezalandırmak için fırsat kollamaktadır. Aradan 2 yıl geçip olay herkes tarafından unutulduktan sonra bir gün Avshalom, Baal-Hasor’da koyunlarını kırktırdığı yerde bir ziyafet verir. Bu ziyafete ailenin ve yakın akraba olan tüm erkekleri çağırır. Kral Davut, bu davete “Hayır, oğlum, hepimiz gelmeyelim, sana yük oluruz” diye cevaplasa da Avshalom kardeşi Amnon’un gelmesi için ısrar eder. Davut bir sorun olacağını düşünmese de tüm kardeşler hep bir arada olacağı için Amnon’un gitmesinde bir sakınca görmez ve izin verir.

Avshalom tüm hizmetkarlarını çağırarak onlara Amnon’un sarhoş olduğu bir anda onu öldürmeleri emrini verir. Hizmetkarlar uygun bir anı kollayarak Amnon’un sarhoş olduğu sırada onu kılıçla öldürürler. Kardeşlerinin ölümünü izleyen diğer kardeşler katırlarına atlayıp kaçarlar. Bu olayın haberi Davut’a Avshalom’un tüm kardeşlerini öldürdüğü şekliyle ulaşır. Davut üzüntüsünden elbiselerini yırtarak isyan eder. Bu arada Davut’a ağabeyi Şima’nın oğlu Yonadav, “Efendim kral bütün oğullarının öldürüldüğünü sanmasın; yalnız Amnon öldü. Çünkü o üvey kız kardeşi Tamar'a tecavüz ettiği günden bu yana, Avşalom buna kararlıydı. Onun için, ey efendim kral, bütün oğullarının öldüğü haberini dikkate alma; çünkü yalnız Amnon öldü” bilgisini verince Davut biraz daha sakinleşir. Bir süre sonra kralın oğulları Davut’un yanına vardığında hep beraber hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlarlar.

Amnon’un öldürülmesinden sonra Avshalom, Geşur Kralı Ammihut’un oğlu Talmay’ın (Talmay, anne tarafından dedesi Geşur Kralı Talmay’ın torunuydu) yanına kaçtı. Avshalom Geşur’da 3 yıl kaldı. Bu sürede Davut oğlu Avshalom’u merak ediyordu ve duyduğu endişeden dolayı onun yanına gitmek istiyordu. Amnon’un ölümü Davut’u üzse de yaptığı suçun cezasını çektiğini düşünerek avunmuştu. (Tevrat, Samuel 2, 13. Bölüm)

Davut’un ve oğullarının bu ahlaksız yaşamı Tevrat’a Rab tarafından yazıldıysa Kuran’da neden yer almadı? Eğer Tevrat’a Ezra tarafından yazıldıysa Ezra neden bu konunun geçmesini gerekli gördü? Bunların açıklaması yok. Başka bir konuya gelirsek Rab koyduğu yasalara uymadığını görüyoruz. Bir başka konu da Rab nasıl bir tanrıysa ya adam seçmesini bilmiyor ya da kader yazmaktan haberi yok. Rab, Davut’un kral olmasına karar vermişti ve onu kutsayarak meshetmişti. Fakat Davut bu sevgiye karşılık Rab’ın yasalarına karşı gelerek zina suçu işlemekten geri kalmadı. Yasayı koyan Rab ise Davut’a ölüm cezası vermesi gerekirken günah çocuğu olarak dünyaya gelen oğullarının canını aldı. Amnon da kız kardeşine tecavüz ederek zina suçu işlemişti fakat Davut Rab’ın yasasına uymayarak oğluna ceza vermedi. Avshalom da her ne kadar hakkı olduğunu düşünürsek yine de kardeşini öldürdüğü için Rab’ın yasalarına karşı gelmişti ve suçluydu fakat o da ceza almadı. Bu durum gelecek konularda bu şekilde devam edecek. Davut’un soyu suç işleyecek ama hiçbiri Rab tarafından cezalandırılmayacak.

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Yazan: Sedat Karadayı

ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN

Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.

Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.

Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.

Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.

Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.

Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.

Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.

KUTSAL KÂSE - 1

Yazan: Sedat Karadayı

KULAKTAN KULAĞA YAYILAN BİR YALAN

Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır. Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.

Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.

Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.

Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?

Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.

Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.

Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.

Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.

Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.

Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.