HABERLER
Dini Haber

İNANNA

sizden gelenler, sümer mitolojisi, Sümerler, İnanna, Sümer tanrıçası İnanna, Tanrıça İnanna, Sümer üreme tanrıçası, Dumuzi ve Inanna, Nevruz, mitoloji, Toprak ana,
F*HİŞE İNANNA
Yazıma başlamadan önce biraz sert ve birazda açık cümleler kuracağımı belirtmek zorundayım. Çünkü atalarımız gayet açık ve bize göre ahlaksız konuşarak bazı bilgiler aktarmıştır.

Günümüz insanı, belki de ilmiye çığ nedeniyle İnannayı bir f-hişe, hatta hayat kadını olarak tanımaktadır. Bazı yorumlara denk geldiğim kadarıyla hakaret boyutuna varan söylemler oluşuyor. Öncelikle günümüz algılarımızı, gidip Mö. 2500 yıllarda yaşamış bir mitoloji için kullanamayız. bu başlı başına yanlış bir tarih okuması olur.

İnanna, evet bir f-hişedir. Ancak bizdeki f-hişe kavramı ile o günkü atalarımızın f-hişe kavramı farklıdır. Bizler bugün ki ahlaki yapımızla onunla bununla sevişen biri olarak tasvir ediyoruz. Ancak İnanna kavramı, o günlerde Kutsal rahibe olarak geçmektedir. Kendisi bir yandan kadınların cinselliğini temsil ederken, bir yandan da anaerkilden, ataerkile geçen bir süreç içerisinde, bir simge hatta baş kaldırı olmuştur.

Ana tanrıça figürünün, toprak ana olması konusu ile üreme yoluyla gelişmeyi göstermiş ve bu olgu İnanna ile özdeşleşerek, tanrılar panteonun da kendine önemli yer edinmiştir. Sanıldığının aksine İnanna tek bir kişiliği belirtmez. İnsanlığın vazgeçilmez unsuru olan kadınları da temsil eder. Toprak üzerinden bütün kadınları temsil ederken, aynı zamanda ANUNNA ( İNANNA ) ismine bile riayet etmiştir.

İnanna, başlıca bir mit hikayesinde karşımıza çıkar, Gılgamışın arkadaşı Enkidu erkek karakteri ile tam bir hayvandır. Ancak, kutsal f-hişe ile ilişkiye girdikçe insanlaşmaya başlar. İnanna üzerinden şekillenen kutsal f-hişe, bir hayvanı insanlaştırmıştır. Bu da bize erkek yani eril ırkın, kadın olmadan hayvandan beter bir halde olduğunun göstergesi olduğunu gösterir. Ayrıca bu bölüm bize hayvandan insana geçen evrimleşmenin, kadından üreme yöntemiyle bir sonra ki nesle aktarımını gösteren bir hikaye olarak yorumlanabilir.

İnanna, ikincil bir hikayesinde, sevgi üzerinden karşımıza çıkar. Bir tarafta tarım tanrısı Emkimdu ve çoban tanrısı Dumizi arasındaki çekişmede karşımıza çıkar. İnsanlık tarihinin en önemli olgusu olan tarım ve hayvancılık toplumu kavramında bile İnanna belirleyici bir yönde karar verir. Çiftçinin oğlu tarafından tecavüze uğrayan inanna, sonuç olarak Dumizi'yi seçer. Bu hikaye hiç de hafife alınamayacak bir hikayedir. Bugün bile günlük hayatımızda bir kadın uğruna savaşan iki erkeği görebiliriz.

İnanna, Toprak anadan aldığı misyon ile toprak rolüne soyunur. Sümer halkının çok açık sözlerle cinsel ilişkiyi anlattığı bölümlerde başrolde İnanna olur. Doğurganlık üzerinden erkeğin spermeni içine aldığı ifade edilir. Mitlerde bu bölüm gayet açık ve doğaldır. Erkeğin organı boğaya benzetilerek güç ile birleştirilmiş ve kadının narin vücudunda doğurganlık anlatılmıştır. Bu durum aslında yağmurun toprağı döllemesi ile alakalıdır.

İnanna, başka mitolojik bir hikaye de, karşımıza baharın gelişi ile alakalı olarak gelmektedir. Bugün insanların nevruz diyerek kutladığı olay, Dumizi'nin yer altından çıkarak İnanna'yla birleşmesi ile alakalı olarak tasvir edilmiştir. Yani bereket kültü direk kadın figürünü temsil eden İnanna ile gerçekleşir. Şayet İnanna'yı buradan çekip alın dünya çorak kalır. Eski çağ atalarımız dini ritüellerini taklit üzerine kurmuş ve bu ilişkiyi çağın rahibi ile kutsal f-hişe üzerinde gerçekleştirmiş ve bereketi beklemişlerdir.

İnanna, yani KADIN hayatımızın vazgeçilmez bir parçadır. Ölüm hiklayemizde bile, yer altı dünyasına inen ve dirilen İnanna'dır.

Bu nedenle paganizm felsefesini lütfen sapkın olarak görmeyelim. Birebir içinde yaşadığımız doğa ve erkek kadın ilişkisi ile birebir alakadır. Atalarımızın aptal olmadığı bilerek bu şekilde tarihimizi değerlendirelim. Saygılarımla...

SİZDEN GELENLER | Yazan & Çeviren: Haşim Ural

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

BABİL KRALI HAMMURABİ

Yazan: A.Kara
A, Antik tarih, tarih, Hammurabi, Hammurabi kanunları, Hammurabi yasaları, Kral Hammurabi, İbrahimi dinler ve Hammurabi yasaları, Mezopotamya kralı, Babil kralı,

BABİL'İN BÜYÜK KRALI HAMMURABİ VE KURALLARI

Eski dünyanın en büyük kişilikleri arasında şüphesiz ki Hammurabi de vardır. Babil'in yöneticisi olarak askeri başarılarından gurur duyulan Hammurabi "tanrıların hizmetçisi", "halkının babası" ve "barış getiren çoban" olarak hatırlanmak istiyordu. (Çoban kelimesine dikkat, bildiğiniz gibi İncil'de İsa'nın da çoban sıfatı ile anlatıldığı görülür)

M.Ö. 1792-1750 yılları arasında hüküm süren ve Babil'in Birinci Amorite Hanedanlığı'nın altıncı kralı olan Hammurabi, babası Sin-Muballit'ten tahtı devraldı ve tüm eski Mezopotamya'yı fethetmek için krallığını genişletti.

43 yıl süren yönetimi sırasında ilk olarak Mezopotamya'yı birleştirdi ve sayısız savaşlar kazanarak Babil krallığının sınırlarını önemli ölçüde genişletti.

MÖ 1787'de güçlü Uruk ve İsin'i fethetti; Asıl amacı Dicle ve Fırat suları üzerinde kontrol sahibi olmaktı, ancak kolay değildi.

Bölgesel genişleme politikasının ardından Hammurabi komşu ülkeleri Asur, Elam ve Mari'lerle savaşmak zorunda kaldı. Sonunda, birçok savaştan sonra onların da yöneticilerini yendi ve topraklarını aldı. Babil Krallığı hem muazzam hem de güçlü olmuştu. Babil artık dünyanın en güçlü şehriydi.

Hammurabi hakkında bildiğimiz bir çok şey yazarının kendisinin olduğunu ilan ettiği ve kendini kralların bile favori kralı olarak nitelendirdiği yazılarından geliyor. Hammurabi uzun saltanatı boyunca ülkesinin ekonomik gelişimini üstlendi; sulama kanalı sistemlerini, tarımdaki ilerlemeleri, vergi tahsilatını ve birçok tapınağın yapımını bizzat kendisi denetleyerek yeniden düzenledi ve iyileştirdi. Bununla birlikte adı çoğunlukla “Hammurabi Kuralları” ile ilişkilendirilir.

Yasaların ilki ve en uzun olanları bir zamanlar Babil hayatını yöneten cezalar, şahsi haklar ve usule ilişkin yasaları içeriyordu. Yasalar sekiz metre boyundaki (2,4 metre) siyah dikilitaş üzerine kazınmış, dayanıklı olduğu ancak oyması zor olduğu bilinen dört tonluk bir diyorit (bir kaya türü) levhadan oyulmuştur ve aşağıdakilere benzer konuları kapsamıştır:

İFTİRA
Ör. Kanun # 127: "Eğer biri bir tanrının kız kardeşini (yani bir kadını) veya bir kimsenin karısını parmakla işaret ederse" (işaret etmekten kasıt suçlamak, iddiada bulunmak) ve iddiasını ispat edemezse bu adam hakimlerden önce alınmalı ve alnı işaretlenmeli (derisi  veya belki de saçı kesilerek).

TİCARET
Ör. Kanun # 265: "Sığır veya koyunların emanet edildiği bir çoban dolandırıcılık yapmaktan suçlu bulunursa ve hayvanlardan sağladığı kaynakların doğal artışları konusunda yalan söyler ya da para karşılığı satarsa suçlu bulunur ve mal sahibine kaybının on katı kadar ödeme yapar.

KÖLELİK VE KÖLELERİN MÜLK OLARAK DURUMU
Ör. Kanun # 15: "Şehir mahkemelerinin dışında biri, erkek veya kadın kölesini veya serbest bırakılmış bir erkeğin erkek veya kadın kölesini alırsa ölüm cezasına çarptırılır." (Yani eskiden köle olan birinin kölesini bile elinden alırsan cezası ölüm)

İŞÇİLERİN GÖREVLERİ
Ör. Kanun # 42: "Eğer biri tarlayı işlemek için alırda onu işlemez, hasat almazsa, bu onun tarlada çalışmadığının kanıtı sayılır ve komşusunun yetiştirdiği kadar tahılı arazi sahibine teslim etmelidir."

HIRSIZLIK
Ör. Kanun # 22: "Biri hırsızlık yapıyorsa ve yakalanırsa o halde cezası ölümdür."

TİCARET
Ör. Kanun # 104: "Eğer bir satıcı bir nakliyeciye mısır, yün, yağ veya benzer malları nakletmesi için verirse, nakliyeci tutara dair bir makbuz verir ve satıcı tüccara verdiği para ve malları için bir makbuz alır."

MESULİYET
Ör. Kanun # 53: "Eğer barajını en önemli unsur olarak iyi durumda tutamayacak kadar kayıtsız biri varsa ve bu ilgisizliğini sürdürürse, o zaman baraj yıkılır ve tüm alanlar sular altında kalırsa baraj para karşılığı satılır ve para mahvolmasına neden olduğu mahsuller için ilgili kişiye ödenir"

BOŞANMA
Ör. Kanun # 142: "Bir kadın kocasıyla kavga edip şöyle söylerse: "Sen benim için uygun değilsin" bu hükmünün sebepleri ortaya konmalıdır. Eğer kadın suçsuz ise ve kendinden kaynaklanan bir problem yoksa veya adam onu ihmal ediyorsa kadın hiçbir şekilde suçlanamaz, çeyizini alır ve babasının evine döner."

Hammurabi kanunları arasında en çok bilinenlerden biri de şuydu:
96 No'lu Yasa: "Eğer bir erkek başka bir erkeğin gözüne zarar verirse o da onun gözüne zarar verir. Eğer bir erkek diğerinin kemiğini kırarsa o da onun kemiğini kırar.
Eğer biri azad edilmiş (özgür) bir kölenin gözüne zarar verir veya kemiğini kırarsa bir mina (ağırlık birimi) altın ödeyecek ve eğer biri bir başkasının kölesinin gözünü tahrip ederse veya kemiğini kırarsa bu bedelin yarısını ödeyecektir."

Hammurabi'de birçok ceza vardı.
Örneğin bir oğul babasına saldırırsa elleri kesilirdi.

ZİNA
Ör. Kanun # 129: "Eğer bir erkeğin karısı başka bir erkekle yatarsa onları birbirlerine bağlar ve suya atarlar. Eğer eşin sahibi karısını kurtarırsa o halde kral da hizmetkârını koruyabilir."

YALANCI ŞAHİTLİK
Ör. Kanun # 3: "Eğer bir adam duruşmada yalancı şahitlikte bulmuşsa veya yapmış olduğu ifadesinin gerçek olmadığı ıspatlanmışsa ve bu dava bir kazanç duruşması ise adam ölümle cezalandırılır."

İKİNCİ VE YEDEK İLAH: MUHAMMED

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Muhammed, Hz Muhammed, İkinci ilah Muhammed, İkinci ilah, Peygamberin şefaati, Şefaat, Salavat, Allah ve Muhammed, Allah'tan çok Muhammed, Peygamberin adını anmak,
İmamı Abdulrezzak rivayetinde şöyle der: "Cabir bin Abdullah El Ensari buyurmuştur ki; ya Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun! Allah Teâlâ hazretlerinin her şeyden önce yarattığı ne nesnedir, bana haber ver dedim. Buyurdu ki; Ya Cabir! Allah Teâlâ hazretleri, cümle eşyadan önce senin peygamberinin (Hz. Muhammed’in) nurunu kendi nurundan yarattı. Yine şöyle söyledi ki, o nur Allah Teâlâ’nın kudretiyle, Allah Teâlâ’nın dilediği yerlerde devredip gezerdi. O zamanda ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ne de insan vardı. Hâsılı yaratıklardan hiçbir nesne yaratılmamıştı…"

Barnabas İncili 43. Ayette de; her şeyden önce Muhammed peygamberin ruhunun yaratıldığı yazmaktadır.

Durunuz daha bitmedi. İşte, Arbaz bin Sâriye’den nakil bir uydurma hadis daha. Hz. Muhammed şöyle demiş: “Gerçekten ben Allah’ın katında nebilerin hatemi idim. Şu halde ki, daha Âdem’in çamuru yeryüzünde bırakılmış yatıyordu, cismine ruh üflenmemişti.” Bir başka hadis: “Âdem canla ten arasındayken ben peygamberdim.” Daha bitmedi. “Ben insan ve cin cinsinin bütün fertlerine ezeli ve ebedi olarak peygamber gönderildim.” (Mevâhib-i Ledünniye, 1.cilt- İmamı Kastalani.)

Bu hadisler ve anlatılanlar hakkında söylenecek çok söz varsa da, şimdilik susuyoruz. Çünkü Allah’ın yanına yedek ya da yardımcı bir ilah katma düşüncesinin beyinlere katılmak istenildiğini görüyorsunuz. Uydurma hadislerle beyinlere ikinci bir ilah katılmıştır. Nasıl katıldığını az ileride göreceksiniz. Ne olur ne olmaz, iş sağlama almalı değil mi ya! Müslümanları Allah kurtaramazsa peygamberi kurtarıverecek! Çünkü ahirette, Müslümanların Muhammed Peygamber yardımıyla kurtulacaklarına ait yüzlerce hadis vardır. Ve Müslümanların yüzde doksan dokuzu bunlara inanır. Halen namazların içinde ve namaz aralarına, dualardan önce, hutbe okunmadan önce, Perşembe akşamından başlayarak Cuma namazı öncesi ve kandil gecelerinde peygambere salâvat okunmaktadır. Ettehiyyat’ın sonu, Allahümme salli ve barik duaları namazın içine de katılmıştır. Bu dua ve salâvatlar; İbrahim peygamber ve soyundan gelenlerden başka peygamber Muhammed’in kendisine, ailesine, eşlerine yapılan dualardır. Bu duaların namazın içinde ne işi var? Bu uygulamaların dinle ve Kuran’daki İslam’la hiç ilgisi olmadığı gibi, yedek Allah icat etmekten başka bir şey değildir. Kuran’da bu; Allaha ortak koşmaktır, şirktir ve cezası da büyüktür. Bir peygamberin salâvat ve duaya da ihtiyacı yoktur, olmamalı değil mi? Her namazda, adı her anıldığında kendisine salâvat getirilmesini isteyen ve bunu zorunlu kılan bir peygamber düşünebiliyor musunuz?


İmam Teberani ve Bey haki söylentisi bir hadis, buna en güzel örnektir. “Hiç şüphesiz rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesabı sorulmaksızın cennete sokacağını vaat buyurdu. Gerçekten ben daha fazlasını istedim. Bunun üzerine, o yetmiş bin kişinin her birinin yanında yetmiş bin daha verdi.”

Oysa Kur'an ayetleri bunu yalanlar ve herkesin cezasını kendisinin çekeceğini, hiç kimseden hiç kimseye - peygamberden bile olsa da - bir yardım gelmeyeceğini defalarca vurgular. Hesap gününde kimsenin kimseye şefaat ve yardım edemeyeceğini anlatan Kuran ayetleri şunlardır: Bakara Suresi; 48- 123- 134- 254- 255. ayetleri. Âli İmran Suresi 255. Ayet.

Konunun uzayacağını biliyoruz, ama hadis diye yutturulan ve Kuran’a göre şirke bulanmış bazı söylentilere kısaca bakmadan geçemeyiz.

Bey hakî hadisi; “Kim bana salâvat okumayı unutursa, ona cennetin yolu unutturulur.”

Amr İbnu Rabia anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki - Bana salâvat okuyan bir mümin yoktur ki, ona melekler rahmet duası etmemiş olsun. Bu, bana salâvat okunduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu, ister az ister çok yapsın!"

Ebû Derda anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki: "Cuma günü bana salâvatı çok okuyun. Çünkü o gün okunan salâvatlar meşhududur, melekler ona şahitlik ederler. Bana salâvat okuyan hiç kimse yoktur ki, o daha okumasını bitirmeden salâvatı bana ulaştırılmamış olsun." Bunun üzerine dedim ki: "Siz öldükten sonra da mı?" "Evet, öldükten sonra da. Zira Cenab-ı Hak Hazretleri toprağa, peygamberlerin cesedini çürütmeyi haram etmiştir. Allah'ın Peygamber’i her zaman diridir, rızka mazhardır." Buyurdular. “Bana salâtınız sizin için zekâttır.”

Tirmizi: Es-siracü’l-Münir, Bey hakî “Yanında ben zikrolunduğum zaman üzerime salât etmeyen kişinin burnu yere sürtülsün.”

Tirmizî: “Kim bana bir kere salât ederse; Allah ona on salât eder, on günahını siler, on kat derecesini artırır.”

Yine Nesâî'de Ebû Talha’dan gelen bir rivayet şöyle: "Bir gün Resulullah, yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine: "Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!" dedik. -Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: Sana salâvat okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?”

Ahmet Davudoğlu, Tibyan Tefsiri’nden: “Yanında ben zikrolunduğum zaman bana salât etmeyen ateşe girer.”

Elmalılı Hamdi Yazır’dan: “Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslüman yanında anıldım da bana salâvat getirildi mi, mutlaka o iki melek ona - Allah seni bağışlasın derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak - Âmin derler. Bir Müslüman yanında adım zikrolunduğunda da bana salâvat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: -Allah seni bağışlamasın, derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben -Âmin derler.”

Tirmizî’den: “Kıyamet gününde bana halkın en yakın olanları ve şefaatime hak kazananları, bana en çok salâvat getirenleridir.”

Ebû Davud: “Şüphesiz ki, benim üzerime salâvat getiren kimsenin selâmını almak için Allah bana ruhumu iade eder.”

Taberânî: “Dua eden kimse peygambere salât etmedikçe duası perdelenir, dergâh-ı icabete vasıl olmaz.”

Taberânî, İbni Mesud: “Sizden biriniz Allah’tan bir dilekte bulunduğu zaman evvela O’na, şanına lâyık tarzda şükredip selamlasın. Sonra peygambere salâvat getirsin. Çünkü bu suretle arzusuna daha kolay kavuşur.”

Hâkim, Beyhâki: “Cebrail ile karşılaştığımda bana şöyle dedi: Sana müjde ederim, Allah diyor ki: Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben ona salât getiririm."

Ebû Davud: "Hangi bir zümre bir mecliste oturup da Allah’ı anmadan, bana da salât getirmeden dağılırsa üstlerine Allah’tan bir hasret çöker. Dilerse onları korur.”


YEDEK İLAH MUHAMMED’İN ÖZEL OLARAK YARATILMASI

Şimdi de yedek ilah yapılmak istenen ve yapılmış olan peygamber Muhammed’in özel olarak nasıl yaratıldığına bir göz atalım. (Kaynak kitap: Mevâhib- i Ledünniye, 1.cilt, 25. Sayfa. Yazan: İmamı Kastalani.) Bu kitap da bir başka kitaptan alıntı yapmış ve söylentilere yer vermiş. Bu anlatılanlar Kuran’da geçmez ve tam aksine, ayetlerle çelişir.

“Abdullah bin Ebi cemre Behcetün- Nüfûs kitabında Kâbül Ahbar hazretlerinden rivayet edilmiştir: Hak Teâlâ’nın iradesi peygamber efendimizi halk etmeye iliştiği vakit, Cebrail aleyhi selama - arzın kalbi ve nuru olan topraktan getir, diye emretti. Cebrail aleyhi selam da Firdevsi Âlâ ve İlliyin makamı melekten bir avuç beyaz ve nurani toprak alıp geldi. Cennet ırmaklarının suyu ile onu yoğurdular. Ak inci gibi ağarıp öyle oldu ki, etrafına ışık verdi. Ondan sonra melekler onu aldılar; Arş ve Kürsi tarafında, göklerde, yerlerde, dağlarda ve deryalarda dolaştırdılar. Ondan sonra bütün melekler ve diğerleri, resulullah efendimiz hazretleri ve onun üstünlüğü hakkında bilgi edindiler. O zamanda henüz Hz. Âdem’den hiç kimse nam ve nişan bilmezdi, diye buyurdular.

Yine rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ hazretleri Âdem aleyhi selamı yarattığı zaman kalbine ilham etti ve Âdem; - Bana niçin Ebu Muhammed’in babası diye künye verdin diye sordu. O zaman Allah Teâlâ emredip; -Ey Âdem başını kaldır, dedi. Hz. Âdem başını kaldırıp bakınca, Arşı Âlâ’da resulullah efendimizin pak nurunu gördü. – Ya rabbi, bu nur hangi nurun aslıdır, dedi. Hak Teâlâ: - Bu nur, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, Onun ismi göklerde Ahmet, yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım. Yerleri ve gökleri de halk etmezdim, buyurmuştur.

Hadis imamlarından Hâkim’in Sahih’inde rivayet edildiği de buna şahittir ki, şöyle buyurmuştur: - Hiç şüphesiz Âdem aleyhi selam resulullah efendimizin şerefli ismini Arz üzerinde yazılmış gördü. Allah Teâlâ hazretleri; - Ey Âdem! Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım, buyurdu.”

İşte böyle! Peygamberlere bile sınırlı yetki veren Kuran’a (bakınız Rad Suresi, ayet 38 vd.) zor inanılır da –hatta bazen inanılmazda- “büyük âlimlerin” yazdıklarına, “hadisçi” geçinenlere kayıtsız koşulsuz inanılır. Böyle saçmalıklara inanan saf ve cahil milyonlarca Müslüman vardır.

Peygamber Muhammed’in manevi ameliyat edilip, bütün organlarının günahlarından arındırılması da böyle söylentilere dayalı ayrı bir konudur. Ya peygamber Muhammed’in ölmüş olan babasını diriltip, Müslüman yapması olayına ne dersiniz? Ne yazık ki böyle konular kitaplara girmiş, hadis olarak yutturulmuş, milyonlarca okuyan ve inanan olmuştur.

TANRI ÜZERİNE FİKİRLER

Yazan: Karmaşık
Karmaşık, din, Tanrı üzerine fikirler, Tanrı evren mi, Tanrı üzerine aforizmalar, Yaratıcı, Varoluş felsefesi, Ahiret fikri, Evren tanrı mı?, Biz ve Tanrı, Felsefi akımlar,
Namaza başladım..
Arapça Kur'an ayetleri ezberledim namaz da lazım oluyor diye.
Kıldım, kıldım, kıldım..
Başım sıkışsa da sıkışmasa da dua ettim.
Ramazanlarda oruç tuttum. Kimi yıl ful tuttum, çoğu yıl parça bölük tuttum. En çok sevdiğim an iftara yakın saatlerdi.
Kandil gecelerinde ekstra namaz kılar ve bol bol dua ederdim.
Kesinlikle cünüp gezmez ve sekse başlarken içimden besmeleyi okurdum (!).
Kendimi aydın bir Müslüman olarak tanımlardım.
Çünkü yazın denize girer, sol görüşlü yazarları da okurdum. Bazen bira veya bir kadeh rakı zorlarlarsa içerdim.
Aydındım yani (!)
Ama sağdan soldan rast geldiğim din içerikli yazıları okuduğum zamanlar içimi bir sıkıntı kaplardı. Burada yazanlara göre benim kafir olmasam bile münafık veya günahkar olma ihtimalim vardı.
Çok okurdum. Hala da okurum.

Uzun bir süre bu konu üzerine yoğunlaştım. Araştırıp, mantık temeline oturtmaya çalıştıkça çelişkilerin çokluğunu gördüm. Hatta uzun bir süre kendimle savaştım. Allah Kuran’ı göndermiştir ancak Emevi ve Abbasiler tarafından bugünkü çarpık haline evrilmiştir diye bir tez öne sürdüm kendi kendime. Ancak aslında sadece Kuran değil, Tevrat ve İncil’in de bir çok çelişkilere sahip olduğunu öğrendim.
Birde Sümerlerden gelen bir çok mitin kitaplara aktarıldığını da öğrendim, iyice soğudum.
Eveeett….
Sonuç itibarı ile “düşünüyorum öyleyse varım “ falan değil,
direk “ varım ve var olduğuma göre Tanrı’da var ”  düşüncesine sahip oldum.
Tanrı..
Her şeyi sayısal bir temele oturtarak var eden..
Peki Tanrı nerede ve bizimle nasıl iletişim kuruyor?  İşte şimdi bu düşünce noktasındayım.
Hakikaten nerede olabilir ?
Acaba tüm kitaplarda anlatıldığı gibi zamandan mekandan münezzeh ancak şah damarımıza yakın mı yoksa, sadece kitap göndermeden bizimle adına “vicdan” dediğimiz sistemle mi bağlantı kuruyor? Hani iç ses diyoruz. İşte o ses acaba Tanrı’nın sesi mi?
Gerçek nedir ?
Bizim hikayemizi kim izah edebilecek ? Hikayemiz nereye dayanıyor ? Bir yaratan var.. o tamam,
o konuda çoğumuz hemfikiriz. Tamam da yaratan neden bizimle iletişime geçmiyor ve sadece kendini hissettriyor.
Yarattığı şeylere bakıyorsun, mesela penguenler, okyanus, uzay, gezegenler, galaksiler, hücreler.. Ve hepsi de bilimsel bir temele dayanıyor.
Yani tesadüf falan gibi bir saçmalığa yer vermeyecek kadar mükemmeller.
Yani bunları tasarlayıp var eden var.
Ama nerede? Acaba Avatar filminde sembolik olarak gösterilen ağaç ( Bize göre Evren ) mi?
Bu durumda yobaz arkadaşların;
“Yuh sana lan, yani Allah’ın onu yaratmaya gücü yetmez mi zannediyon “ diyebileceklerini tahmin ediyorum. Hatta “ Evrenin başlangıcı var, bik-ben oğlum, başlangıcı olan tanrı mı olur? la ” da diyebileceklerini öngörüyorum.
İnanın bende bilmiyorum. Zaten bunu ispat edecek olanı biz direk peygamber ilan ederiz.
Ancak, nasıl ki Tanrı ezel ve ebed ise ve mesela diyelim ki evren eğer tanrı ise, evren de pekala ezel ve ebed olabilir. Bu tezime göre bizler zaten sürekli tanrı ile yüz yüzeyizdir belki de.

Evren’in muhteşem bir yaratma iradesine sahip olduğunu varsayarsak, bizler bu durumda tanrı parçacığı aramayı bırakmamız lazım. Parçacık bizler oluruz bu durumda. Tanrı evren ise eğer, bu durumda tanrının kitabını anlamanın yolunun bilim ve doğadaki canlılar olduğunu anlayabiliriz. Mesela bir aslan bir ceylana tuzak kurarak yakalayıp, gözünün yaşına bakmadan parçalayıp yiyorsa, ki öyle yapıyor. Bu durumda aslanın ahirette vereceği bir hesabı olmaz. Çünkü içgüdüsel olarak karnını doyurma ihtiyacını gideriyor aslan. Yani ceylanın yaşam hakkının elinden zorla alınmış olmasının bir cezası yok. Tıpkı ceylanda olduğu gibi, kuruyan otlarda toprağa karışır bütün bu dönüşüm muhteşem bir ahenkle sürekli ( yüzbinlerce yıldır ) devam eder. Toprak ürettiklerini, tekrar yer ve bu şekilde dönüşümü gerçekleştirir.
Bilemiyorum..
Gerçekten bilemiyorum.. Bilemiyor olmak çok acı veriyor.
Tanrı var. Ancak ben onunla iletişime geçemediğim gibi, hakkında bilgi sahibi bile değilim.
Ürettiğim tüm varsayımlar, öncekiler gibi kendi hayal dünyam olacaktır. Üstelik maymunun gözü çarpık açıldığı için benim için deli derler. Ataları gibi peygamber, elçi falan da demezler bunlar :)
Tanrım ! elimden sadece buraya, beni anlayacak insanların buluştuğu yere yazarak içimi dökmek geliyor. Yapabildiğim en bilim temelli yöntemi kullanıyorum.

Siz ne dersiniz ? Tanrı nerede size göre ? Yaratıp unutmuş olma ihtimali sıfır. Mutlaka gözlemliyor bizleri. Bu durumda bizden ne yapmamızı istiyor?

Eğer tanrı evrense ve bizleri ( bize göre ) milyon yıllar içerisinde geliştirmişse varacağımız gelişme noktasını mı görmek istiyor acaba? Çünkü bu kurama göre evrende gizlenmiş her element, her metal, veya mikro madde O’nun varlığının ve gücünün sonsuzluğunun ispatı olacaktır.
Ancak böyle bile olsa, biz öldükten sonraya kalmış olsa bile hesaplaşma istiyoruz. Kimsenin yanına kalmasın istiyoruz. Bu durumda buna nasıl bir açıklama getirebiliriz ki? Evren tanrı ise bizler O’nun varlığıın içerisinde sürekli doğup ölen hücreler gibiyizdir. Kanser nedeni ile ölen bir hücrenin hakkını kim ödetir ki?
Bilemiyorum.. İnanın kafam karmakarışık.
Sevgilerimle

KURAN’DA FELAKETLER : İNSAN İRADESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Kur'an'da felaketler, İnsan iradesi, Kur'an'da kader, İslamda kader, Kuranda irade, Alın yazısı nedir?, Kur'an çelişkileri, Kader çelişkisi, Allah'ın adaleti,

KUR'AN'DA FELAKETLER : İNSAN İRADESİ
Kutsal kitaplarda anlatılan ve arka arkaya oluşan can alıcı seller, yakıcı rüzgârlar, depremler; tanrının insanlara birer cezası mıdır? Kutsal kitaplara göre; evet, cezadır. Cezaya uğramış bu toplulukların içinde bulunanların hepsi mi suçluydu? En azından beşikteki yavruların suçları neydi ki toptan cezaya çarptırıldılar? İslam’a göre doğan her çocuk günahsız ve İslam akidesiyle doğuyorsa, yağmur duası gibi törenlerde günahsız oldukları için çocuklara dua ettiriliyorsa; çocukların bu cezalardan ayrı tutulması gerekmez miydi?

Kuran, suçların ve verilecek cezaların kişisel olduğundan; herkesin kendisinden sorumlu olduğundan söz eder. (Örnek ayetler: Bakara- 286, Zilzal- 7 ve 8, Zumer- 8) Aynı Kuran, tufanlardan insanlarla birlikte her şeyin toplu yok edilişlerini, Allah’ın gazabını birçok ayette anlatır. (Örnek ayetler: Hakka- 11-12, Enam- 9, Araf- 4- 5-34- 84- 91- 96-97, Ali İmran- 133) Hem Kuran hem Tevrat Allah’ın intikam almasından, günah işleyenlerin peşini bırakmayıp günah işleyenlerin sonraki nesillerini bile cezalandıracağı korkutmasında bulunur. Düşündükçe ortaya bir yığın soru çıkmaktadır.
Son kararı yine size bırakıyoruz.

KUR'AN'DA İNSANIN İRADESİ
Allah yarattığı insanlara gerçekten özgür bir irade vermiş midir ki; insanları yargılayıp ceza ya da ödül verecek?

Kuran’dan aldığımız yalnızca birkaç ayete bakmak yeterli. İnsanın iradesi gerçekten var mı? Bakın bakalım, Allah insana irade vermiş midir?
  • "Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar." (Enam suresi, ayet:39)
  • "Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde insanların hepsi inanırdı." (Yunus suresi, ayet:99)
  • "Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslamiyet’e açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah inanmayanları küfür karanlığında bırakır" (Enam suresi, ayet:125)
  • "De ki:’Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, sizi O’na karşı kim savunabilir?” (Ahzab suresi, ayet:17)
  • "Allah size bir zarar gelmesini dilerse, O’na karşı kimin gücü bir şeye yeter?" (Fetih suresi, ayet:11) 
  • "Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (İnsan suresi, ayet:30)
  • "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (Tekvir suresi, ayet: 29)
  • "Biz dilesek herkese hidayet verirdik. Fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağıma dair, benden söz çıkmıştır." (Secde suresi, ayet: 13)
  • "Üstün delil, Allah’ın delilidir. O dileseydi, hepinizi doğru yola eriştirirdi de!” (Enam suresi, ayet:149)
  • "Tanrı dilediğini yapar." (Hud, ayet:107)
İşte en mantıklı, en akla uygun denilerek zorlamalarla bilimselliğe dayandırılmak istenen İslam ve onun kitabı Kuran! Yorum yapmadan sunduğumuz bu ayetleri açıklamaya ve yorumlanmaya gerek var mı? Kuran ayetlerinde insan iradesi diye bir şeyin olup- olmadığını açık seçik olarak görmekteyiz. İnsanın elinde irade olmayınca, ceza ve ödül de; dilediğine verilir, dilediğine verilmez. Yoksa bu ödül ve cezalandırmalar, tombala oynamak gibi bir oyun mu? Torbadan ne çıkarsa bahtınıza! Sevgili okuyucular karar yine sizin.

İnsanın elinde irade olmayınca, insanın başına gelen ve gelecek olayların tanrı tarafından önceden belirlenerek; adına kader ya da alın yazısı demek ve buna inanmayı imanın altı koşulundan biri yapmak mantıklı mıdır? Bu imanın mantığı; sınav yapmadan not vermekten başka nedir? Bu mantıkla insan yaptığı iyi ya da kötü işlerden nasıl sorumlu tutulabilir? Ayrıca imanın altı koşulundan biri de; “kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine” inanmaktır. Buna inanmayan imansızdır. İman olmayınca Müslüman da olunamaz! Ancak, Kuran anlatımına göre; hiç kimse kendi irade ve isteğiyle Müslüman da olmuyor, kâfir de. Allah, inancı ve dini kendi istediği şekilde insanlara veriyor. Yoruma gerek kalmadan Kuran ayetlerinde anlatılanlardan bu sonuç çıkmaktadır.

Dinleri kendi kaynakları içinden sorgulayan öncülerden İlhan Arsel, Kuran ayetlerine dayanarak çelişkilerin ortaya dökülmesini sağlıyor.

"Size deseler: Tanrı dilediğine hidayet verir, onu doğru yola sokar, ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini de hidayetinden yoksun kılar saptırır, ya da gönlünü kapatıp kâfir kılar. Dilediğini putlara taptırtır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar. Doğru yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kâfir yaptıklarını ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara karşı ne dersiniz?

Eğer bu söylenenleri akılcı düşünce kıstasına vurup: "Hayır olmaz böyle şey. Yüce olduğu kabul edilen bir tanrı, insanları hem kâfir ya da puta tapar yapıp hem de cehenneme atmış olamaz. Böyle yapacak olursa hem adalet ilkelerini çiğnemiş ve hem de çelişkili şekilde konuşmuş olur" derseniz Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Ama aklı bir kenara atıp, yukarıdaki sözlerin doğru olduğunu söyleyecek olursanız cennetin en güzel köşelerine layık bir Müslüman olduğunuzu ortaya vurmuş olursunuz. Çünkü İslâm şeriatı, Muhammed'in Tanrısının keyfiliğini, çelişkiliğini, adalet ilkelerini çiğnemişliğini kanıtlayan buyruklarla doludur. Nice örneklerden biri olarak En'âm Suresi'nin şu ayetini okuyalım:
"Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse kalbini iyice daraltır (onu inanmayanlardan yapar). Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir (onu cezalandırır)" (En'âm Suresi, ayet 125).

Görülüyor ki Muhammed'in Tanrısı, dilediğini kâfir yapıyor ve kâfir yaptığını da cezalandırıyor! Daha başka bir deyimle insanlar, kendi istek ve iradeleriyle doğru yolu bulmuş olmuyorlar. Onları Müslüman ya da kâfir yapan Tanrı'dır. Hatta Muhammed bile kendi istek ve iradesiyle doğru yola girmiş değildir. Onu doğru yola ileten Tanrı'dır. Kuran'da şöyle yazılı: "(Ey Muhammed!) Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara (müşriklere- puta tapanlara) birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz, sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat- kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın..." (Bkz. İsra Suresi, ayet 74-75).

Bir başka örnek şöyle: "Allah kime hidayet verirse (doğru yola sokarsa), işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık onlara Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun hasrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki ateşi yavaşladıkça onun ateşini arttırırız! Cezaları işte budur! Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr etmişlerdir..."(İsra Suresi, ayet 97).

Yine görülüyor ki Tanrı, dilediğini hidayete erdiriyor, doğru yola sokuyor ve cennetlik kılıyor; dilediğini de hidayetten uzak tutuyor, yani saptırıyor ve saptılar diye onları kıyamet gününde kör, dilsiz, sağır bir halde cehennem ateşine atıyor! Yine bunun gibi kişileri müşrik (putperest) yapan da Tanrı.

Nitekim Enam Suresi 106-107.ayetlerde şöyle yazılı: "(Ey Muhammed!) Puta tapanlardan (müşriklerden) yüz çevir. Allah isteseydi puta tapmazlardı..."

Yani Tanrı, dilediğini puta tapanlardan yapıyor ve sona da Muhammed'e "onlardan yüz çevir" diye buyuruyor. Bununla da kalmıyor "müşrikleri (puta tapanları) bulduğunuz yerde öldürün" diyor (Tevbe Suresi, ayet 5).

Yani Muhammed'in Tanrısı, hem insanları günahkâr kılmakta, hem de günahkâr kıldıklarını cezalandırmakta, hani sanki suçluluk onlara ait imiş gibi! Olacak şey midir bu? Şimdi soracaksınızdır: "Neden Tanrı çelişkili bir dil ile ve adalet duygularını çiğner şekilde konuşur!"  Bunun çeşitli nedenleri var ve bu nedenlerin hepsi de Muhammed'in günlük çıkarlarıyla ilgilidir. Örneğin kişileri Müslüman yapmak isteyip de yapamadığı zamanlar, sorumluluğu Tanrı'ya atmak suretiyle kendisini temize çıkarma yolunu bulmuştur. Konuyu diğer birçok yayınlarımızda (örneğin "Kuran'ın Eleştirisi" adli kitabımızda) ele aldığımız için burada fazla durmayacağız.

Dilediğini imanlı ve dilediğini de imansız yapan Tanrı'nın, kâfir yaptığı kişileri şeytan ile dost kıldığını kabul edebilir misiniz?" Eğer bu soruya: "Hayır kabul edemem; çünkü yüce bir Tanrı insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmaz" şeklinde yanıt verecek olursanız Müslümanlık sınavından iyi not alamazsınız, çünkü Muhammed'in söylemesine göre Tanrı, kâfir kıldığı kimseleri bir de şeytanlarla dost yaptığını bildirmekle övünmüştür. Gerçekten de biraz önce gördüğümüz gibi Muhammed'in Tanrısı, dilediğini gönlünü açıp Müslüman yapıyor ve dilediğinin de gönlünü kapayıp saptırıyor, yani kâfirlerden kılıyor; kâfir kıldıklarını da cehenneme atıyor. En'am 125'deki durumu zaten paylaşmıştım, şimdi ilgili diğer ayetlere bakalım:

En'am suresi 39.ayet: "Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar."

Zümer suresi 22-23. ayetler:
22) Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı? Allah’ı anma konusunda kalpleri katılaşmış olanlara ise çok yazık! Onlar apaçık bir sapkınlık içindedirler."
23) Allah, sözün en güzelini; âyetleri, birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri ondan dolayı gerginleşir. Sonra derileri de kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Kur’an Allah’ın hidayet rehberidir. Onunla dilediğini doğru yola iletir. Allah, kimi saptırırsa artık onun için hiçbir yol gösterici yoktur.

Şura suresi 8.ayet: "Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine sokar. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcısı yoktur."

Fakat yine Muhammed'den öğrenmekteyiz ki Tanrı bir de iman sahibi kılmadıklarını şeytanlarla dost kılmaktan hoşlanmaktadır. Nitekim A'raf suresi 27.ayette şöyle konuşmuştur: "Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık."

Yani Tanrı, insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmayı kendisine mutluluk vesilesi ediniyor. Fakat bunları söyleyen Tanrı, hani sanki bu söylediklerini unutmuş gibi, bir de şeytanlarla dost olmanın insanlara ait bir şey olduğunu söyler, örneğin şöyle der: "Cemaatin bir kısmını hidayete (doğru yola) erdiren O'dur (Tanrı'dır). Ötekiler ise delâleti (sapıklığı) hak ettiler. Onlar Allah'ı bırakarak şeytanları can ciğer dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar" (Araf Suresi, ayet 30)

Dikkat ediniz, biraz yukarıda dilediğini doğru yola sokup dilediğini saptırarak şeytanlarla dost kıldığını söyleyen Tanrı, şimdi burada tam tersini söylemektedir. Daha doğrusu bir grup insanı doğru yola soktuğunu açıklarken, bir grup insanın da şeytanları kendilerine dost edindiklerini bildirmektedir! (İlhan Arsel- Şeriattan Kıssalar)

ÖYLEYSE ALIN YAZISI (KADER) NEDİR?
"Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kader üzerine yarattık." (Kamer Suresi: 49)

Kuran ayetlerine bakıldığında alın yazısı ya da insan iradesi konusunu bir senteze ulaştırmanın hiç olanağı yok. Yukarıdaki ayetler olmasaydı, mantıkla bir düşünce yürütebilirdi. Oysa ayetler; insanların da, doğanın da, her bir şeyin de elini kolunu bağlamakla kalmayıp; insanı kayıtsız koşulsuz doğal suçlu durumuna da düşürmektedir.

İsmet Zeki Eyüboğlu  “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” isimli kitabının başında Allah’a anlamlı ve mantıklı bir soru soruyor: “Benimsediğim, sevdiğim, bağlandığım evrenden ayır, çürüt, toprak et, tırtıllara böceklere yem yap, gözümün önünde canım gibi sevdiklerimi al yokluğa sürükle… Sonra dön bana beni suçlu say. Bunlar yetmiyormuş gibi alevlerde yalımlarda yakacağım, tamuya atacağım de. Gücenme, darılma da şu soruma yanıt ver: Suçlu sen misin, ben mi? Ben sana dilekçe mi verdim beni yarat diye?”

Mantıklı bir düşünce üretilecekse; insanın iradesi vardır ama vicdan, toplum ve yasalardan başka hiç kimseye karşı sorumlu değildir. Aslında kutsal kitaplar da çelişkiler ve sorunlar varsa da; asıl sorun insanların konuyu anlamaya çalışmamalarıdır. İnsan bir eylem yapacağı zaman önce ne yapmak istediğini düşünür. Karar vereceğinde; aklı, bilgiyi, mantığı ve iradeyi kullanmak durumundadır. Bunları kullanacağında insanın önüne birçok seçenek çıkar. Bir seçenekte karar verilirse, yeniden bir sürü seçenek çıkar ve karar kesinleşinceye kadar bu böyle sürüp gider. İnsanın başına gelecek iyi ya da kötü olaylar; bu seçeneklerin doğru ya da yanlış seçenekte karar verilmesine bağlıdır. Kutsal kitaplarda yazılanlar gibi, eğer alın yazısı önceden yazılmış ve değişmez olsaydı; çok anlamsızlıklar ortaya çıkardı. Oysa sınava çekilmeyen öğrenciye not verilmez.

Bazı din yorumcuları; Allah ezeli ve ebedi olarak her şeyi bildiği için, insanların ne yapacaklarını da bildiğinden alın yazılarını yazmıştır derler. Öyle bile olsa, insanların başına gelecek olayları ortaya çıkaran ve böyle olmasına karar veren yine Allah değil mi? İnsanın şöyle ya da böyle bir eyleminden dolayı yargılanması bu alın yazısına bağlıysa; insan ne yaparsa yapsın, alın yazısına boyun eğip, kendi hakkına ne düşerse ona razı olmasından başka bir şey kalmaz mı? İşte ilahi adalet denilen bir adalet anlayışı!

Dinlerde mantık aranmaz. Ancak, insanlarda mantık vardır. İşte alın yazısına, yani hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanıp iman etmeyi, imanın altı koşulu içine katılmasının nedeni; mantığı ve insan iradesini yok saymaktır. Yeryüzünde düşünebilen, karar verebilen, kararını uygulayabilen, iyiyle kötüyü ayırt edebilen tek canlının insan olmasına karşın; Allah insanın bu yetilerini yok sayıp çıkıyor. “Elbet hikmetinden sual edilmez!”

KANATLI GÜNEŞ DİSKİ

Yazan & Çeviren: A.Kara
Antik semboller, Semboller, Semboller ve anlamları, Kanatlı güneş diski, Kanatlı disk, Eski semboller, Kanatları olan disk, Güneş diski, A, Ra, Tanrı sembolü ANTİK DÖNEMİN EN ÖNEMLİ SİMGELERİNDEN BİRİ : KANATLI GÜNEŞ DİSKİ
Çok eski zamanlardan beri kanatlı güneş diskinin tüm dünyada birçok kültür tarafından kullanıldığı görülmektedir. En eski dini ve güneş simgelerinden biri olan kanatlı güneş diskinin farklı varyasyonları antik topluluklardan olan Sümerler, Asurlar ve Hititler'de ve birçok toplulukta görülmektedir.

Kanatlı güneş, her yerde birden bulunmanın bir işaretidir; Antik Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve Pers toplumunda ilahiyat, kraliyet ve yüce güç ile ilişkilidir. Bu simge genellikle tanrı Horus'un şahin kanatlarıyla taşınan, koç tanrı Amun'un yayılan boynuzlarının üzerinde olduğu bir güneş küresi olarak yorumlanır.

Başka bir varyasyonda ise güneş diski iki kobra yılanı tarafından çevrelenmiş açık başlıklar olarak görülürken bazen ise başa takılan taç olarak göze çarparlar.

Kanatlı disk, kurtarıcı'nın tekil bir simgesini, kanatlı bir güneşi, doğruluk güneşini, kanatlarında şifa ile ortaya çıkan tek bir simgeyi temsil eder.

Aynı zamanda güneş tanrısı Ra'nın bir simgesidir. İbranice'de "Ra" iyiyi bir hiçliğe, felakete ve acıya dönüştürmek anlamına gelir. Çin'de ilahi kusursuzluğun simgesi iken Hindistan ve Mısır'da ise yüksek tabakalara (gökyüzü, dünya ve dünyanın dışı) yükselişi simgeler.

Gizemli bir şekilde bu simge gücün simgesi haline geldi. Tarot kartlarında sıklıkla kullanıldığını görebilirsiniz.

ESKİ MISIR, MEZOPOTAMYA VE DOĞU AKDENİZ ÜLKELERİNDE KANATLI GÜNEŞ DİSKİ
Bu simgenin varlığı antik Mısır'daki eski krallık ile tasdik edilir (M.Ö. 2613-2181) ve simgenin genellikle iki kobra yılanı tarafından kuşatıldığı görülür. Orta Krallıktan itibaren ise koruma simgesi olarak dikili taşlarda ve tapınak girişlerinde bulunur. Horus ile birleştirildikten sonra "Behdety" olarak adlandırılarak Behdet'in Horus'u olarak bilinen Behdety tanrısı ile ilişkilendirildi.

Firavun Akhenaton tüm diğer tanrıları ortadan kaldırmayı ve yalnızca güneş diskinin ibadetini kabul ettirmeyi denemişti ama girişimleri başarısız oldu. Eski Mısır'daki çok tanrılı inanç sistemi Akhenaton’un fikirlerini ve vizyonlarını kabul etmeyerek ismini dikilitaştan sildi.

Güneş diski Mısır'da birçok isim altında tanınan ve tapılan baş cennet tanrısının ana simgesi haline geldi. Geleneksel olarak birçok Mısır mezarı ve tapınağında güneş disklerinin kapılara oyulduğu görülmektedir.

Doğu Akdeniz Ülkelerinde, Mezopotamya ve Küçük Asya'da kanatlı güneş diski simgesi M.Ö 2000 yıllarında ortaya çıktı.

Asur hükümdarları onu kraliyet simgesi olarak görüyordu. Önemi şu kelimelerle ifade edildi: SOL SUUS (Harfi harfine tam anlamıyla, "kendi kendine, Güneş", yani "Majesteleri").

MÖ 8. yy'da kanatlı güneş diski, Yahuda Krallığı'nın kraliyet evine ait İbranice mühürler üzerinde görünür ve bu simge özellikle "l'melekh" ("krala ait") yazıtıyla birlikte kavanozlarda ve mühürlerde bulunur. Kudüs'teki Yahuda Kralı olarak Davud'un 13. halefi olan Hizkiya saltanatından (M.Ö. 715-706 yıllarında) Hizkiya'nın kraliyet mühürleri, merkezi güneş diskinden çıkan altı ışını ve aşağıya doğru iki kanadını barındırıyordu.

Bazı mühürler iki tarafında da Mısır simgesi olan ankh ("hayatın anahtarı") simgesiyle kuşatılmış olarak bulundu.

Zerdüştlük'te ise kanatlı güneş diski Zerdüşt Persler döneminde "Faravahar" ("Ahura Mazda'nın görsel yönü") olarak biliniyordu.



HANGİ DİN?

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, Dinler tarihi, Hangi din?, Dinler nasıl ortaya çıktı, Dinlerde cinsellik, Peygamberler, Asıl din, Tanrı inancı, Din savaşları, Din ve savaş, İyi insan olmak,
HANGİ DİN?
Dinler, insanlara arınma, huzur verip, doğru yolu göstermek için ortaya çıkmış görünseler de yaygın hiçbir din; inananlarına huzur, barış ve tinsel arınma getirmemiştir. Herhangi bir dine inanmış insanların kendilerine ve başkalarına soracak bir yığın soruları olmuştur. Ancak bu soruları kendilerine ve başkalarına soramadılar. Çünkü korku ve bilgisizlik vardı. Çünkü din adına insanlar hayal dünyalarında gezdirilmişler, ödül ve ceza ikilisiyle avutulmuşlardır. İnsan; bilmediği, tanımadığı, göremediği şeylerden korkar. Bütün inançların temelinde insanların cahilliği ve tanınmayıp görülmeyene karşı korku vardır. Dinler ortaya çıktıktan sonra savaşlar, sömürü, bencillik, dünya hırsları hep en ön plana çıkmıştır. Dinler getirdikleri kurallar içinde bütün bu kötülükleri önleyebilseydi ve önce peygamberlerin, din adamlarının kendileri kendi dinlerinin kurallarına uyabilselerdi; bu gün insanlık bir başka aşamada olabilirdi. Ya da bütün din kitaplarının getirdiği ilkeler kendi kaynaklarından incelenseydi, sorular sorulsaydı, sorgulama yapılsaydı belki din diye bir olgu yaşama ve yayılma şansını bulamayacaktı. Her şey insanların cahil bırakılmasından, bu cahillikten doğan korkuların dinler içinde sömürü aracı yapılmasından ve sorgulama yasağından kaynaklanmaktadır.

Dinlerin ortaya çıkış gerekçeleri; insanlara erinç, toplumsal ve bireysel adalet, tapınma yoluyla tinsel arınma, en sonunda da vaat edilen cennettir. Bütün dinlere göre bu ilkelere uyanlar ideal insan olarak tanımlanır. Oysa madalyonun ters tarafını çevirdiğimizde bunun böyle olmadığı ortaya çıkar.

Bilinen bütün dinler bir yana; yaygın olan üç dinin ilkeleri, kitapları, inançları hatta tanrıları bile farklıdır. Ayrıca, bu üç dinin kitapları da insan eliyle yazılmıştır. Bu üç dinin kitaplarının Allah tarafından insanlara öğüt verme ve doğru yolu göstermek için insanlara gönderildiği kabul edilse bile; sonuçta yazıya dökenler insandır. Kur'an da, Zebur da Tevrat ve İncil’de insan eliyle yazılmıştır ve bu dört kitabın dördü de; hem kendi içleriyle hem birbirlerine uyarlar hem de birbirleriyle çelişirler. Dahası da insanlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlerden bazılarının gerçekten yaşayıp yaşamadıkları belli değil; kimisinin mezarı yok, kimisinin birkaç yerde mezarı var. Kimisi Sumer’de kral- tanrı sıfatındayken, bir başka yerde peygamberliğini duyurup yaymıştır. Kimisinin ismi değişerek birçok efsanede yer bulmuştur. Çoğu peygamberler korkunç günahlar da işlemişler. Bazıları kendileri için gökten ayet indirmişler, bazıları eş ve kardeşlerini pazarlamışlar, Lut peygamber sarhoşken öz kızlarıyla yatmış, geliniyle zina yapanlar var, oğulluğunun karısıyla evlenenler var… Kaynak sorarsanız, Allah’ın peygamberlere gönderdiği kutsal kitaplardır. Diyeceksiniz ki, bu konular kutsal kitaplara neden ve nasıl girdi? Kutsal kitaplar seks öyküleriyle mi dolu? Bize ne soruyorsunuz? Bunları biz mi yazdık? Bu soruyu, o kitapları yazanlara sorsanız iyi olur.


Bilgi sunan, sitelerinde gerçekleri yazanlara sövüp sayacağınıza, bir tane bile din kitabı okusaydınız bizlere sövüp saymazdınız. Beğenseniz de beğenmeseniz de, onaylasanız da, yalanlamaya çalışsanız da; bu çelişkileri kendi kaynaklarından anlatmaya kararlıyız. Bunları anlatmak, bizim insanlık görevimizdir.

İlk insan kabul edilen Âdem’den, inancı din haline getiren İbrahim peygambere kadar geçen süreç içerisinde, başka peygamberlerin de ortaya çıktığı kutsal kitaplarda yazılıdır. Müslüman din yorumcularının çoğu tarafından, Âdemden beri bütün insanların başlangıçtan sonsuza kadar tek hak dinin İslam olduğu kabullenilir. En azından genel ilkeler için böyle bir algı yaratılmıştır. Bu süreç içerisinde henüz ortaya çıkmamış bir dine nasıl inanılabilir? Bu üç dinin temel ilkeleri aynı diyebilirsiniz. Ancak; önce gelen kitap sonra gelen kitap tarafından geçersiz kılınmışsa temel ilkelerin aynı olması gibi bir durum ortaya çıkmaz. Üstelik Kuran’ın bir yerinde Tevrat doğrulanır, başka bir yerinde ezeli ve ebedi tek hak dinin Müslümanlık olduğu anlatılır.

Bu gün algılanan din inancı,  ilk kez İbrahim peygamber zamanında ortaya çıkmıştır. Kuran kabul etmese de; İbrahim peygamberin Yahudi ve Sumerli olduğunu biliyoruz. İbrahim peygamber gök cisimlerine tapardı. Kutsal kitaplara göre sonradan tek tanrı inancını benimsemiştir. Ama hangi tek tanrı? Kutsal kitaplarda değişik isimlerle anlatılan Firavun’da tek tanrıya inanmış ve bunu Mısır’a yaymıştır. Mısır halkı çok tanrılı dinlere inanmaktayken, Firavun tek ve en büyük tanrı olarak inandığı ay tanrısına tapınarak tek tanrıcı olmuştur.  Âdem ile İbrahim peygamber arasındaki bu süreç içinde ve Firavun dönemine kadar tek tanrı inancı yok muydu? Ya da inançlar dinselliğe dayanmıyor muydu?

En eski inançlardan ateşe, gök tanrıya, güneş- ay- yıldızlara, evreni temsil ettiğine inanılıp kutsal sayılan her şeye tapınma vardı. Bu kutsalların içinde ağaçlar, dağlar, kayalar, yırtıcı hayvanlar, şimşek de bulunuyordu. Bu tapınmalar ilk zamanlardaydı ve bir din inancından değil korkuyla karışık bir koruyucu arama gereksinimden dolayı ortaya çıkmıştı. Çünkü o zamanlar din kavramı yoktu ve kurumsallaşmamıştı.

İbrahim peygamber ve Firavun kendi inandıklarını sonradan din haline getirdiler. Daha eski çağın insanları yaşam koşulları, bulundukları ortam ve topluluk, bilinmeyenden doğan korku gibi ve başka nedenlerle farklı inançlar, farklı kutsallar edinmişlerdir. Bu yüzden ilk insan toplumlarından başlayarak, bu güne gelinceye kadar birçok inanç sistemi ortaya çıkmıştır.

Bütün bu inanç sistemleri tek bir noktada birleştirilebilir mi? Bütün dinleri bir noktada birleştiremezsek; yeryüzünde ne kavgalar, ne cinayetler biter. Ne toplumsal ve evrensel barış gelir, ne de din mezhep gölgesindeki çatışmalar biter. Herkes, her toplum kendi inancının doğru inanç olduğunu iddia edip inatlaştıkça; işler hep çatallaştı, halen de çatallaşmakta ve hiç bitmeyecek.

İnanan herkes, inancını sürdürüp sürdürmemekle özgür olduğunun bilincine varırsa ve herkes, kendi özgür düşünceleriyle inanacağı dini seçebilirse; her inançtan herkes birbirlerine zarar vermeden bir arada yaşayabilirse sorunları çözmek kolaylaşır. Bunu başarabilmek için insanların özgür düşünebilmesi, özgürce inanabilmesi ve inançları kendi kaynaklarından özgürce sorgulaması yeterlidir. İşte o zaman, asıl din inancının, tek bir din inancı içinde birleştiği görülür. Görmek istenirse asıl ve ideal din inancını görebilmek zor değildir.


ASIL DİN NEDİR?
Aslında; inancı olanların dinler diye bir sorunu yoktur, olması da gerekmez. Yalnız bir din vardır. Bu din, insanların hepsini doğru yola götürür. O din insanlıktır, adalettir, doğruluk ve bütün canlılara saygıdır. Yani yalnızca vicdandır. Tanrı’nın varlığına ve birliğine, onun sonsuz gücüne inanan her kişi; hangi peygambere inanırsa inansın, hangi ibadeti yaparsa yapsın gidip ulaşacağı yer Tanrı katıdır. Birisi şu yoldan gider, ötekisi başka bir yoldan. Yeter ki insan da Tanrı inancı olsun, insanlığın bütün sıfatlarını üstünde taşısın. Bütün insanların insanca ortak özellikleri ve değer yargıları vardır. Mutlaka inanılacaksa; İnanılacak en ideal din budur. İnsan neye inanırsa inansın ya da hiç inanmasın insanlığı gereği; başkalarını düşünmek, yardımlaşmak, adaletten ayrılmamak, hak hukuk gözetmek gibi ilkelere uymak zorundadır. İnanılacaksa gerçek din işte budur. Bunlara uymayan insan; Tanrı’ya inansa ne olur, inanmasa ne olur? Ya da şu peygamberin ümmeti olsa ne olur, bu peygamberin izinden gitse ne olur? Yani iyi şeyler için- iyilikle atılan adımın her yolu Tanrı’ya ulaşır, iç huzur getirir, arınma getirir, dirlik getirir. Kendi şeytanına tapmayan, kendi şeytanını yenebilen, yani; hırs, kibir, haset, kin ve şehvetten uzak duran, bunları yenebilen her insan ideal insandır.

Herhangi bir dine inanan insan, yaptığı işleri vicdanına ve insanlığa uygun buluyorsa; inanç ve ibadetinden erinç duyabiliyorsa sorun yok. Bu insan içten inanmış, kimseye zararı olmayan, ideal diyebileceğimiz bir insandır. Ama inandığını söylediği ve inancını şiddete dönüşecek kadar savunduğu halde; insanlık dışı işler yapabiliyorsa; yaşamında şiddet, adaletsizlik, hile, yalan- dolan, tecavüz gibi pislikler ön plandaysa; böyle insan inansa ne olur, inanmasa ne olur? Ayrıca inandığını söyleyen birisinin inancı ve göstermelik ibadetleri kötülüklerden kendisini koruyamıyorsa; bu insan da inanmış gözükse ne olur, gözükmese ne olur? Önemli olan vicdan, adalet ve insanlıktır. Dinlerden ve inançlardan bir yarar beklenecekse vicdan, adalet, insanlık öne geçmelidir. Aksi halde din ve inançlar birer aldatma, uyuşturma aracı olmaktan öteye gidemezler.

DİNLER VE SAVAŞLAR
Tarihe bir bakınız. Tarih sayfaları şöyle ya da böyle din ve inanç savaşlarıyla doludur. Birbirlerine karşı kışkırtılan insanlar din adına, inanç adına, sevap işleyip Tanrı’nın özel kulları olabilmek için kan dökmüşlerdir. Böyle bir din sisteminin olabileceğini düşünüyor musunuz? Böyle bir din olmaz, böyle bir din kuralı da olamaz. Oysa din dediğimiz kuralların hepsi, bir yandan bunları şiddetle yasaklarken; bir yandan da körüklemiştir. Kuran içinde hem bunları yasaklayan hem de din adına savaşı ve şiddeti farz kılan birbiriyle çelişkili pek çok ayet vardır. (Kuran’dan birkaç örnek ayet: Bakara,144-216. Nisa,71-76- 84- 89. Enfal: 39- 65. Tevbe: 5- 29- 123)

Bir dine sahip olanlar - hangi dinden olursa olsun - inatla birbirlerinin kanını dökmüşlerdir, halen döküyorlar. Yeryüzü insanlarının çoğunluğu; dinin ne olduğunu, ne olmadığını bile bilecek bilgi ve olgunluğa henüz ulaşamamışlardır. Buna karşılık herkes kendilerini ve toplumlarını dindar görüyor. Oysa bu dindarlık değil kindarlıktır. Din adına savaşıp kan döken cennete girecek, savaşmayıp kan dökmeyen giremeyecek… Böyle şey olur mu? Şu peygamberin ümmeti cennetlik, bu mezhebin yolundan giden cehennemlik olacak öyle mi? Şimdi Müslüman çoğunluğun anlayışına göre Müslüman olmayanların hepsi cehennemliktir. Öteki dinlere göre de Müslümanlar cehennemlik. Cennete kimler girecek? Siz mi gireceksiniz, biz mi? Böyle ayrım olmaz. Dünyada iyi bir insan olan kim olursa olsun cennete girer. Ebedi cehennemlikler ise inancı ne olursa olsun insanlara kötülük ve zülüm yapanlardır. Tapınmalar farklı olabilir bunda bir sakınca yok; asıl olan tutulan yolun vicdanlara uygun olması ve alınan sonuçtur. Sonuç olumlu olmuyorsa inanılmış- inanılmamış zaten fark etmez. Adı ne olursa olsun bütün dinlerin temeli –bütün her şeye ve çelişkilere karşın bile olsa- vicdandır. Bütün kötülüklerden arınmış her insan, dinli olsun, dinsiz olsun, kara olsun, ak olsun ideal insandır. Cennet varsa böyle insanların hepsi cennete gider. Cennet yoksa yaptıkları yararlı işler insanlık içinde yer bulur. Yani her şey ideal birey olmaya çalışmak ve vicdandır.

Yıllar önce Hindistanlı, puta tapar bir din adamıyla tanıştım. Konuşurken söz döndü dolaştı dinlere geldi.  Dedim ki; “Ben bütün inançlara saygılıyım. Yalnızca merak ettiğim için soruyorum. Siz cansız olan varlıklara, kendine bile yararı olmayan yontulara falan tapınıyorsunuz; bunun nedeni nedir?” Din adamının yanıtı şu oldu: “Tapındığımız varlıkların cansız ve yararsız şeyler olduğunu biz de biliyoruz. Ancak biz tanrının her şeyden münezzeh olan varlığını simgesel olarak taptığımız bu varlıklarda buluruz. Biz de tek tanrıya inanırız.” Bu yanıt bana doyurucu geldi ve bir soru daha sordum: “Dinlere göre kim cennetlik, kim cehennemlik?” Yanıta bakınız; “Din farkı olmadan, kendi vicdanına güvenen herkes cennetlik.” İşte bu kadar!  Zaten bütün dinler, gerçek inananlar için hep tanrı ile insan vicdanı arasındaki bağlantıdan başka bir şey değildir. Gerisi boştur.

SAYYİDE EL-HURRA

Yazan: A.Kara
A, tarih, Sayyida, Sayyida Al-Hurra, Korsan kadın, Fas'lı korsan kadın, Barbaros Hayrettin Paşa, İslam tarihi, Müslüman kadın korsan, Kadın savaşçılar,

FAS'IN KORKULAN VE SAYGI DUYULAN KORSAN KRALİÇESİ "SAYYİDE EL HURRA"

1492'de Katolik Hükümdarları Kastilya'dan I.Isabel ve Aragon'dan II.Ferdinand İber Yarımadası'nın kontrolüne sahip olarak Grenada'yı ele geçirmeyi başardı. Hristiyanlığa geçmeyi reddedenler bölgeyi terk etmeye zorlandılar. Grenada'dan gelen ve Fas'ta sığınma isteyen mülteciler arasında Sayyide adında küçük bir kız vardı, ailesi ve akrabaları ile birlikte bölgeye sığınmışlardı.

Sayyide yabancı bir ülkede yeni bir yuvaya sahip olduğunda sadece 2 yaşındaydı. Güçlü ve zengin bir kabile olan Banu Rashid'in bir aile üyesi olduğu için çocukluğu güvenli ve mutlu geçiyordu. Ama Sayyide Grenada'dan ayrılmaya zorlanmalarının onları küçük düşürmesini asla unutamadı ve affetmedi. Büyüdüğünde Hristiyanların çetin bir düşmanı haline gelerek İspanyollardan intikam almaya çalıştı.

SAYYİDE EL-HURRA KİMDİR?
Gerçek adı tarihte kaybolmuştur ancak günümüzde "özgür ve bağımsız soylu kadın, üstün otoriteye boyun eğmeyen asil kadın" anlamlarına gelen "Sayyide el-Hurra" ismiyle bilinir. Sayyide el-Hurra (1485 - 1561) 16 yaşında iken Endülüs'ten gelen mülteciler arasından yaşlı bir adam olan Ali Al Mandri ile evlendi. Babasının da bir arkadaşı olan kocası Fas'ın kuzeyindeki Tetuan şehrinin valisi idi. Bazı kaynaklar Sayyide'nın onun oğluyla evlendiğini de ifade ettiğini söylemek gerekir.

Hangisiyle evlendiğine bakılmaksızın akıllı bir kadın olan Sayyide'nın kocasına tavsiyelerde bulunduğu, işlerinde yardım ettiği ve politikaya karıştığı bilinmektedir.

Sayyide birçok önemli toplantıya katılmasıyla birlikte hayatının ilerleyen kısmında önemli bir rol oynayacak birçok güçlü insanla tanıştı. Bunlardan biri de 1400'ler civarında Kastilyalılar tarafından tahrip edilen Tetuan kentini yeniden inşa etmesi için ona izin veren Wattasid hanedanlığından Faslı Sultan Ebu Al-Abbas-Ahmad İbn Muhammad idi.

Sayyide el-Hurra kocası öldükten sonra Tetuan valisi olarak göreve başladı ve şehrin tek yöneticisi olduğunu ilan etti. "Endülüs-Fas Sözlü Anlatılarında Feminist Gelenekleri" kitabının yazarı Hasna Lebbady'e göre "Sayyide farklı koşullar altında yapılması gerekenleri biliyordu ve bunlar onu lider yapacak niteliklerdi."


SAYYİDE'NIN KORSANLIĞA BAŞLAMASI
Laura Sook Duncombe "Korsan Kadın" adlı kitabında şöyle diyor:
"Sayyide’nin döneminde şeriat yasası altındaki kadınlar dönemin birçok Batı hukuk sistemi altındaki kadınlardan daha fazla özgürlüğe sahipti. Örneğin şeriat hukukunun geleneksel yorumları müslüman kadınların boşanabileceğini, evlendikten sonra soyadlarını koruyabildiklerini ve kendi mali meselelerini idare edebileceğini söylüyordu."

(Hristiyan ve Yahudi topluluklarda kadının statüsünün kötü olduğunu hatta Hristiyanların cadı diye binlerce kadın ve çocuğu yakıp astığını size bir yazımda anlatmıştım. Fakat bu yine de İslamiyet kadına boşanma hakkı vermiştir demeye neden olamaz. Çünkü Kur'an hiçbir zaman kadını muhatap almamış, her zaman erkeklere seslenmiştir. Ayrıca birçok İslami kaynağa göre kadının boşanma hakkını bile kocasından alması gerekmektedir. Yani kocası ona yol vermedikçe kadın ondan ayrılamaz. Laura Sook bu açıklamayı yapmadan önce konuyu daha iyi araştırmalıydı.)

Sayyide 1541'de Faslı Wattasid hanedanlığının bir Sultanı olan Ahmed Al-Wattasi ile evlendi. Bu onun hayatında yeni bir bölümün başlangıcıydı. Rahat bir hayat yaşayabilir ve politik başarının tadını çıkartabilirdi ama o daha fazlasını istedi. Geçmişten gelen hatıralar onu rahatsız etti ve İspanyolların ailesine neler yaptığını unutamadı. Grenada'dan gönderildikleri ve gitmeye zorlandığı gerçeğini unutamadı.

Tarihçiler o zamanlar sadece küçük bir çocuk olmasına rağmen nefretinin çoğunun çocukluk döneminde yetişkinlerin konuşmalarına kulak misafiri olduğundan kaynaklandığını düşünüyor. Sürgün edilen birçok kişi İspanyollardan intikam almaktan bahsediyordu ve Sayyide'nın aklı Hristiyan istilacılarla nasıl mücadele edebileceği konusunda fikirlerle doluyordu. Hristiyan düşmanlarından intikam almak istediği için korsanlığa başladı ve Cezayir'deki ünlü Osmanlı denizcisi Barbaros Hayrettin Paşa ile temasa geçti.

Barbaros (1475 - 1536), Sayyide el Hurra ile ilk tanıştığında ona gülse de saygı duyması gereken olağanüstü bir kadın olduğunu fark ettiğinde ona karşı olan tutumu hızla değişti. Sayyide Cebelitarık'ta başarılı birkaç korsan operasyonuna liderlik etti ve bir gün Endülüs'e geri dönmeyi hayal etmeye devam etti fakat rüyası asla gerçekleşmedi.

Lebbady şöyle diyor:
"Fas’ın bir donanmaya sahip olmamasından ve ülkenin sahili savunmak için bazı korsanlara bağlı olmasından dolayı Sayyide'yi korsan olarak adlandırmanın yanlış olduğunu belirtti. Korsanların çoğu Salé ve Tetuan gibi yerlere yerleşen Endülüs'lüler idi. Sayidda'nın emri altında, Fas'ı sömüren ve zaman zaman nüfuslarının çoğunu köleleştiren agresif İberyalıları savuşturmak için ona yardım ettiler.

Bu yüzden ona korsan demezdim. Ona korsan olarak atıfta bulunmak topraklarını agresif sömürgeci güçlerden savunanlar üzerine suç atmaktır"

Ancak diğer araştırmacılar farklı görüşlere sahipler.

Fatima Mernissi'nin "İslam'ın Unutulmuş Kraliçeleri" kitabında Sayyide'nin "Batı Akdeniz'deki korsanların tartışmasız lideri" olduğunu yazdı. Akdeniz’in kontrolünü elinde bulundurduğunu anlayan Hristiyanlar tarafından ona saygı duyuldu. Ayrıca Portekiz ve İspanyol esirlerin serbest bırakılıp bırakılmama sürecini o yönetti. Komuta ettiği korsanlarla gerçekten yelken açıp açıp açmadığı belli değil ancak yağmadan elde ettiği gelirleri ile kenti Tetuan'a yatırım yapılıyordu.

Sayyide bir korsan olarak 20 yıl boyunca batı Akdeniz'i yönetti. Kariyeri ise ironik bir şekilde damadı olan Muhammed al-Hasan al-Mandri tarafından sona erdi. Sayyide 1524 Ekim'de sınır dışı edilirken malları el konuldu ve elindeki gücü alındı.

Laura Sook Duncombe:
"Sevilen bir yönetici olmasına ve çeyrek asırdan fazla bir süredir refah getirmesine rağmen, taht iddiasını korumak için başvuracak kimsesi yoktu" diyor.

Sayyide gururlu bir kadın olarak kaderini kabul etti ve Şafşavan'a giderek 14 Temmuz 1561'e kadar yaklaşık 20 yıl kadar daha yaşadı.

Her ne kadar Sayyide bu kadar yıl geçirse ve Tetuan'ı müreffeh bir şehre çevirmiş olsa da yaptıklarını belgeleyen tarihi kayıtlar neredeyse hiç yok.

BOYNUZLU TAVŞAN EFSANESİ

Yazan: A.Kara
A,mitoloji, Jackalope,Boynuzlu tavşan, Boynuzlu tavşan efsanesi, Efsaneler, Efsanevi canlılar, Mit, Efsane ile aldatma, Mitolojik canlılar, Geyik boynuzlu tavşan,
EFSANEVİ BOYNUZLU TAVŞAN JACKALOPE

Jackalope birçok Avrupa'lının günümüzde bile gördüğünü iddia ettiği efsanevi bir hayvandır. Bu boynuzlu tavşan gerçekten var mıdır yoksa sadece bir efsane midir hala tartışma konusudur. Neden bu kadar çok insan onu gördüğünü iddia ediyor ya da bu "gördüm" iddialarının arkasındaki gerçek ne olabilir?

Bu olağandışı hayvanın birçok efsanesi Amerika'dan gelir ancak boynuzlu tavşan hikayelerinin dünya çapında birçok antik kültür tarafından da bilindiği görülmektedir. Kuzey Amerika kültüründe jackalope antilop boynuzlarına sahip olan bir dağ tavşanıdır. Orta Amerika'da ise boynuzlu tavşan yaratığına dair mitolojik referanslar Huichol efsanelerinde görülmektedir. Eski Pers topluluğundaki insanlar İncil'de yedi kez bahsi geçen ünlü Unicorn'a benzeyen tek boynuzlu bir tavşandan bahsediyorlardı. İncil'in tek boynuzlu atı aslında bir oniksdi.

Ayrıca Vikingler de Avrupalıları yüzlerce yıl boyunca boynuzlu atların yalanlarıyla kandırmayı başarmıştı. Tek boynuzlu ata ait bir boynuz olduğunu iddia ederek hayvan dişlerini bile satmaya başlamışlardı. Almanya'da ise boynuzlu tavşanlar sıklıkla başka garip vücut kısımlarına, kanatlar ve gagalara sahiptiler ve Wolpertinger veya Rasselbock olarak adlandırılırdılar.

Eski halkların efsaneleri birçok boynuzlu hayvandan ve diğer canlılardan söz eder. Farklı isimler altında bilinen boynuzlu yılan efsanelerine Kuzey Amerika, Mısır, Mezopotamya ve Avrupa'da rastlanmıştır. Ayrıca Avrupa'da boynuzu olduğuna inanılan birçok mitolojik varlık bulunmakta.

Kelt mitolojisinde başının üstünde iki geyik boynuzu bulunan bir tanrı olan Cernunnos. İngiliz Berkshire ilçesinde Windsor Ormanı ve Büyük Park'ta yaşadığı söylenen efsanevi bir yaratık olan avcı Herne'nin de boynuzları vardı.

Atalarımıza göre boynuzlar doğanın ilkel gücünü temsil ediyordu. İnsanlık tarihi boyunca halklar boynuzları kullanarak bu gücü ifade ettiler. Bu nedenle boynuzlar güç ile eşanlamlı bir hal alarak evrensel bir antik sembol haline geldiler.

Örneğin zenginlik kavramı Cornucopia (Bolluk Boynuzu) dinlerinin ana parçası olan Keltler de dahil olmak üzere birçok eski kültür tarafından saygı duyulan zenginlik, bereket, bereket ve beslenme sembolüdür. Bu sembol hala bazı bölgelerde plastik, hasır, metal, ahşap veya başka malzemelerden yapılarak bereket getirmesi için evlerde kullanılır. İçi sembolik olarak değerli ya da sadece güzel şeylerle doldurulur.

BOYNUZLU TAVŞAN İNANCI NASIL POPÜLER HALE GELDİ?
Boynuzlu tavşan efsanesinin yayılması ve varlığına dair olan inanç bir anda Ortaçağ resimlerinde ortaya çıkmıştır. Rönesans döneminde ve sonrasında bilim adamları bu yaratığın gerçek bir biyolojik tür olup olmadığını tartışmaya başladılar. 18. yüzyılın sonunda birçok bilim adamı boynuzlu tavşanların mitolojik hayvanlar olduğu fikrini kabul etti.

Boynuzlu tavşanı gerçekten ünlü yapan kişi Wyoming sakini olan Douglas Herrick (1920–2003) idi. 1932'de bir av gezisinden dönerken dinlenmeye geldiği yerdeki hayvan leşinde bir çift geyik boynuzu gördü. Gördüğü bu boynuzlar bir tahnitçi olan Douglas'a bazı fikirler verdi ve oğlu ile birlikte boynuzlu tavşanlar üretmeye başladılar.

82 yaşında vefat etmeden önce o ve oğlu binlerce jackalope yapmışlardı. Douglas Herrick jackalope tavşanları satarak çok şey kazanmıştı ancak "işi" ve sattığı tavşanlar sadece bir aldatmacaydı. İnsanlar bu hayvanı batının bir sembolü olarak benimsediler. Kartpostallar ve posterler üzerinde jackalope kullanılmaya başlandı ve Wyoming "Dünyanın Boynuzlu Tavşan Başkenti" olarak tanındı. Meraklı bazı insanlar bazılarının var olduğuna inandığı bu boynuzlu tavşanı aramak için bölgeye gelmeye başladılar ancak olmayan bir şeyi arıyorlardı.

Bunun üzerine 2005 yılında Wyoming yasa koyucuları Jackalope'yi "Efsanevi Yaratık" olarak ilan etti.

Bazıları hala bu tavşanı gördüğünü iddia etse de ne yazık ki bu iddia edilen görüşlerin çoğunun arkasında aldatmaca ve medya faaliyetlerinin bir kombinasyonu bulunmakta. İnsanlar bu efsanevi yaratığı maddi kazanç elde etmek için kullandılar. Bilim insanlarına göre atalarımız tarafından tarif edildiği gibi bir tavşana dair somut, fiziksel bir kanıt yoktur. Yine de zaman zaman insanlar bu hayvanı gördüğünü bildirmeye devam ediyor ve var olduğuna inanıyorlar. Bir çoğu ise bunun bir efsane olduğunu biliyor ve kamp ateşi etrafında söylenen şarkılarla bu efsaneyi canlı tutuyor.



YENİ BİR EVRİM İÇİN SORGULAMA

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, Evrim, din ve bilim, Bilimsel, Evrim süreci, din, Çorum katliamı, Sivas katliamı, Maraş katliamı, Evrim tamamlandı mı?, Evrimleşme, Tek yol bilim, Galile, İmamhatip okullarında deist,
YENİ BİR EVRİM İÇİN SORGULAMA

Yerküre üstünde insanımsı ilk canlı türlerinin 65 milyon yıl önce ortaya çıktığı biliniyor. Gelişim ve evrim içinde olan bu canlı türlerinden biyolojik evrimini tamamlamamış ilk insan örneği iki buçuk milyon yıl öncesinde ortaya çıktı. İki buçuk milyon yıl önce taşlardan araç gereç yapmayı düşünebilecek kadar yeteneğe sahip olan bu insan örneği; dört yüz bin yıl önce ateşin yakıcılığını keşfederek kontrol altına almayı başardı. İnsan sürekli biyolojik evrim geçirmeyi sürdürerek heykel ve resim yapmaya başladı, tarım yapmayı öğrendi, bazı hayvanları ehilleştirdi. Böylece insan avcı ve toplayıcılıktan sonra yeni bir evrim içine girdi.

Bilim insanları kozmik takvime göre hesaplar yapıp, bütün bu gelişmelerin; saniyenin kırk milyonda biri gibi akıl almaz kısa bir zaman dilimi içinde olup bittiğini açıklamaktalar.

Evrende canlı cansız her şey sürekli bir evrim yaşamaktadır. Aynı suda iki kez yıkanılamaz ilkesi; bir sürekliliğin, bir döngünün, bir gelişimin, bir değişimin karşılığı olarak felsefecilerin ortaya attığı bir düşüncedir. Aynı suda iki kez yıkanıldığında önceki suyun özelliği değişir. Aynı su önceki sudan çok farklı bir su olmuştur. Bu su, akarsuysa zaten akıp gitmiştir. Bir saniye önceki tinsel, düşünsel, biyolojik yapımız, bir saniye sonrakinden değişik olur. Sözün kısası canlı cansız her şey sürekli bir gelişim ve değişim içindedir. Batı felsefecileri bu döngüye Diyalektik adını vermişlerdir. İnsanoğlunun biyolojik evrimini tamamlayıp tamamlamadığı henüz bilinmiyor. Ancak; beyninin çok az bir kısmını kullanabilen insanoğlu, şu ana kadar düşünsel evrimini tamamlayamamıştır.

İnsanlık tarihi içinde sayısız savaşlar, sayısız toplu kıyımlar oldu. Yeryüzünde milyonlarca dönüm toprak varken senindir- benimdir yüzünden çok kan döküldü. Kimi savaşlar başkalarını sömürmek için, kimi savaşlar dinler ve mezhepler için yapıldı. Toplulukların liderleri; bencillik, düşünce kıtlığı ve sahiplenme hırslarından dolayı ya da yalnızca otorite için anlamsız savaşlar çıkardılar. Bütün bu kötülüklerin tek nedeni ise; düşünsel evrimini tamamlayamamış insan topluluklarının her şeye sahiplenme, her şey benim olsun duygusudur. Sınırlar kaldırılmadıkça, yeryüzündeki bütün insanlar yeryüzünün bütün nimetlerinden yararlanmadıkça insanların yeryüzünde sömürülmeden, savaşmadan yaşama olanağı yoktur. Düşünsel evrimini tamamlayamamış ve ilkel vahşiliğini sürdürmekte olan insanlar; yaşamı kolaylaştıran bütün teknolojiye, büsbütün yeniliklere, gelişmelere karşın halen savaşabiliyorsa, halen kan dökülüyorsa, halen Afrika gibi yerler açlık içindeyken bile sömürülüyorsa herkes üşenmeden, korkmadan enine boyuna düşünmek, sormak, sorgulamak ve yanıt bulmak zorundadır.


İnsanoğlu henüz düşünsel evrimini tamamlayamadığından 21.yüzyılda yeni bir evrim aşamasına girmiş bulunuyor. Yerkürenin korkmayan, susmayan, korkutulamayan, susturulamayan aydın insanları; sorular sormaya, yanıtlar bulmaya, insanlığın tek kurtuluş yolunun bilime sarılmak olduğunu yeniden söylemeye başladılar. Yüzyıllar öncesinde Sokrat, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Şeyh Bedrettin, Ahi Evren, Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi gibi niceleri öldürüldü. Bilimi savunan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, M. Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Turan Dursun, Cavit Orhan Tütengil gibi aydın insanlarımız da aynı şekilde ortadan kaldırıldılar. Suçları; gerçekleri insanlara göstererek toplumları itaat ve biat kültüründen kurtarmaktı. Din sömürüsüyle ekonomik sömürünün aynı çizgide olduğunu halka açıklamak; sömürülmeden, eşit koşullar altında yaşamayı savunmaktı.

Tarihe baktığımızda din- bilim çatışmasının din mahkemelerinde nasıl sonuçlandıklarını görürüz. “Dünya dönüyor” diyen Galile’nin din mahkemelerinde nasıl yargılandığını bilmeyen yok. Bilim insanı Bruno dili kesildikten sonra kazığa bağlanıp canlı olarak yakıldı. Modern kimyanın kurucusu Lovoiser giyotinle idam edildi. Ploton’un öğrencisi Bayan Hypatia taşlanarak öldürüldükten sonra cesedi yakıldı. Felsefeci, gökbilimci, kan dolaşımını ilk inceleyen Servetus canlı olarak yakıldı. Pisogor öğrencileriyle birlikte topluca yakıldı. Dinlerin gölgesinden yaralanan din adamlarıyla siyasetçiler bilim insanlarını öldürmekle otoritelerini koruyacaklarını sandılar. Bilim insanları öldürülse de bilim süregeldi.  Ancak şu var ki; öldürmekle, özgür düşünmenin önleneceğini sananlar hep yanıldılar.

Çok uzağa değil yakın tarihi de bakmalı: Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta daha başka yerlerde inanç kıyımları yapıldı. Sivas’ta bu vatanın düşünce yiğitleri yakıldı. Ortaçağın din mahkemeleri de inançları yüzünden insanları yaktılar. Nazi Almanya’sında soy ve inançları yüzünden İnsanlar fırınlarda, kitaplar meydanlarda yakıldı. 12 Eylül’de hem siysi erk sahipleri olduklarını sananlar, hem de siyasi erkin hışmından korkanlar kitap yakarak bu siyasi erkin sürüp gideceğini sandılar… Geriye ne kaldı? Din diye yutturulan; ham düşünceler, söylenceler, çocukların bile inanmakta güçlük çektikleri masallar… Son yıllarda verilen eğitim ve öğretim tamamen bilimden uzaklaştırılıp bu şeytan üçgeni içine çekildi.

Günümüz Türkiye’sinde Turan Dursun, İlhan Arsel, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi aydınlar ilk dinsel sorgulamaları başlatarak öncü oldular. Hemen ardından R. İhsan Eliaçık, Mehmet Okuyan, Abdulaziz Bayraktar, Cübbesiz Mahmut, Yakup Deniz, Caner Taslaman, Mehmet Azimli, İsrafil Balcı, Bayraktar Bayraklı, Edip Yüksel, Celal Şengör, Mihail Bayram, Şahin Filiz, Muazzez İlmiye Çığ, Eren Erdem gibi aydınlar yeni meşaleler yaktı. Toplumu boş inançlardan, güce itaatten, içi boşaltılmış inanca teslim olmaktan, İslam’ı ölü bir din ve Kuran’ı ve anlaşılmaz bir din kitabı olmaktan kurtarmaya çalıştılar. Halen de çalışıyorlar. Bu aydınların sayısı her geçen gün çoğalmaya başladı. Böylece her türlü gizli güçlerin yasakladığı tabular yıkıldıkça, her bir şey sorgulanabiliyor.  Kendi dilleriyle kendi dinlerinin kitabını okuyanlar, çelişkileri görmeye, düşünmeye ve sorgulamaya başladılar. Sonuç: içi boşaltılmış din yerine deizm ve ateizmi seçmek oldu. Son günlerde imam hatip okullarında deistlerin artması bu sorgulamaların sonucu olduğu apaçık ortadadır. Sözün kısası iktidar sahipleri, tuzak olarak kazdıkları kuyulara kendileri düştü!

Bu olumlu bir gelişmedir. Ali Şeriati’nin dediği gibi; “Çocuklarınıza yalnızca okumayı öğretmek marifet değildir. Asıl marifet çocuklara sorgulamayı ve düşünmeyi öğretmektir.” Biyolojik olmasa da düşünsel yeni evrim başlayınca; “düşünme itaat et” diyenlerin “düşünmeye başla, sor ve sorgula” diyenlerin karşısında maskeleri düşmeye başlayacaktır. Bu yeni evrim kesintiye uğramadan sürdürülebilirse; şimdiye kadar yeterince sorgulanamayan inançların da neden ve sonuçları sorguya çekilebilinecektir.