HABERLER
Dini Haber

MUHAMMED'İN İBRETLİK ÖLÜMÜ VE CENAZESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
din, Hz Muhammed'in kabri, Hz Muhammed'in ölümü, islamiyet, Muhammed'in ibretlik ölümü, MWG, Muhammed ölünce, Muhammedin cenazesi 3 gün yerde kaldı, Ebubekir, Hz Ömer, Hz Muhammed,

MUHAMMED'İN İBRETLİK ÖLÜMÜ VE CENAZESİ


Muhammed öldükten daha doğrusu zehirlenip öldürüldükten hemen sonra gelişen olayları kısaca anlayabilmek için Arif Tekin’in anlattıklarına bakalım:

“Muhammed vefat edince, Hz.Ali hem onun damadı, hem de amcaoğlu olduğu için, onun cenazesiyle ilgilendi. Yaygın olan görüşe göre de cenaze üç gün yerde kaldı. Peki niye? Çünkü iktidarı ele geçirmek için, halk tabiriyle halife olmak için çok ciddi çekişmeler vardı da ondan. Hele Ebubekir ile Ömer bu iktidar kavgasının merkezindeydi. Zaten Ebubekir ve Ömer'in, kızları Hafsa ve Ayşe eliyle, iktidar için Hz.Muhammed'i katlettiklerini daha önce yazdım. Ölümünden sonra artık sıra uygulamadaydı. Bu yüzden onlar iktidar derdindeydi; cenaze önemli değildi… Kaynaklarda Muhammed'in vefatı sonrasında Ömer'in ortaya çıkıp "Kim Muhammed ölmüştür diyorsa onu öldürürüm. Aslında o Allah'ın yanına çıkmış, yakında dönecektir" gibi sözler sarf ettiği anlatılıyor.

Daha sonra Ebubekir Sünh denilen Medine dışındaki ailesinin yanında iken ölüm haberini duyup gelince, hemen minber tarafına geçip konuşmaya başlar. Bu arada Ömer'e de kızıp, otur oturduğun yerde diye talimat verir ve o sırada halk huzurunda güya Ömer'i sakinleştirmek için Zümer Suresi 30.ayeti okur: "Ey Muhammed, şüphesiz sen de öleceksin, onlar da." (Canız, Osmaniyye, s. 80.)
Buna karşı Ömer, Ebubekir'e, "Sen hatırlatmasaydın böyle bir ayetten haberim yoktu" diyerek adeta teşekkür eder. Besbelli ki ikisi birlikte bu senaryoyu hazırlamışlar. Yoksa niye Ebubekir kalkıp toplum içinde Ömer'e kızsın, onu sustursun; başka adam mı yoktu: Biri nalına vuruyor, diğeri mıhına. Aslında zekice düzenlenmiş bir plandır. Benzer örnekler günümüzde de var: İnsanlar faili meçhule kurban gider (ki aslında failler belli) ve aynı katiller tarafından ah-vah denilerek onların cenazeleri kaldırılır. Bu gibi taktikler Ömer ile yandaşları için daha fazla geçerli. Bir taraftan vurmak, katletmek, diğer taraftan timsah gözyaşları dökmek! Niye timsah gözyaşları? Çünkü Ömer okur-yazar ve Muhammed'in vahiy kâtiplerinden. Dolayısıyla Kuran'da olup bitenleri iyi bilmesi lazımdır. Kendisi, bilerek işi acemiliğe vurmuş; yoksa Ömer Muhammed'in ölmeyeceğini iddia edecek kadar cahil biri değildi. Bir de, Ebubekir'in ona hatırlattığı ve onun da "bunu bilmiyordum" dediği ayet dışında, -Tanrı hariç- herkesin öleceğini açıklayan ayetler Kuran'da çok. Peki, hiç mi bir tane aklına gelmedi veya hiç mi onların içerdiği anlam Ömer'in aklında kalmadı?... İktidar için Muhammed'i ortadan kaldıran bir Ömer, Muhammed için üzülür mü hiç! Herhalde kalkıp da "Ey ahali, Muhammed'i ben öldürdüm" diyecek hali yoktu! Bir de orada kılıç çekmekle farklı bir mesaj da vermek istemiş aslında. Halk Ömer'in aşırı derecede dindar olduğuna inansın diye. Çünkü onun halkla işi vardı, ileride onların başına geçecekti; kendini daha iyi takdim etmek için tabii ki böyle bir reklam onun lehine olurdu. Bir diğer önemli taktik de, böyle yapmakla aslında zaman kazanmak istiyordu. Çünkü Ebubekir'le birlikte yola çıkmıştı, beraber bir plan gerçekleştirmişlerdi ve o an için de Ebubekir hazır değildi. Medine'nin dışına, başka bir hanımının yanına gitmişti. İşte Ebubekir'in yetişmesi için aslında oyalamak istiyordu. Hele Ebubekir de gelince ona, 'geç yerine, bilmiyor musun ki Kuran'da her canlı ölümü tadacaktır diye ayet var' demesi tiyatronun başka bir parçasıydı. Gerçekten Ebubekir'le Ömer adeta tiyatro oynuyorlardı. Defalarca Muhammed'i öldürmek isteyen ve sonunda başaran Ömer'in yukarıda yazdığım sözünün hiçbir değeri yoktur. Ebubekir sabahleyin Muhammed'in ölüm haberini alınca merkebine binip geldi ve Ömer'in az önceki (sözüm ona sinirli) halini gördü ve onu yatıştırıcı bir konuşma da yaptı. Hani kurt hep sisli havayı sever, diye bir söz var; Ömer de önemli kişilerin cenazeyle uğraşmalarını fırsat bilip bir an önce işi sonuca götürmek istedi ve nitekim de başardı. Halifelik işi sağlama alındıktan sonra Ebubekir'le kendisi kabir başına döndüler; ancak o zaman da artık cenaze kaldırılmıştı ve ona yetişemezlerdi. Ali kabirle meşgul iken onlar o 2-3 günde işi bitirmişlerdi. Cenaze kefenlenirken, yıkanırken, defnedilirken ne Ömer ne de Ebubekir ortalıkta vardı. Hele ünlü Kuran yorumcusu ve tarihçi Taberi (hicri 310'da vefat etmiş) kendi tarih kitabında Ebubekir'in üç gün sonra ancak cenaze başına geldiğini yazıyor...” (Arif Tekin-Bilinmeyen Yönleriyle Hz Muhammed’in Ölümü-Yurt Kitap Yayın)

Muhammed Yakınları Tarafından Zehirlenmiş Olabilir mi?

Hadislere bakıldığında Muhammed'in hastalığının ağırlaştığı sırada ağzına sancılanan kişilere verilen bir ilacı döküyorlar. Muhammed uyandığında ağzında acı hissedince hiddetlenip yemin ediyor ve olayın içinde olmayan amcası Abbas hariç odadaki herkesin aynı ilaçtan içmesini emrediyor.
[Sahih-i Buhârî, Tıp Kitabı, Ledüd Bâbı, Sahih-i Müslim, Selam Kitabı, Ledüd ile Tedavinin Mekruhluğu Bâbı, Müsned-i Ahmed b. Hanbel, c. 6, s. 118, Sünen-i Tirmizi, c. 3, s. 265]

Ayşe şöyle anlatıyor:
"Rasûlullah'a (asm) ağzından ilaç vermiştik. "Bana ilaç vermeyin." diye işarette bulundu. Biz bunu, hastanın ilaçtan hoşlanmadığında yaptığı bir hareket gibi olduğunu düşündük. Ayıldığında (ilaç verdiğimizi anladı ve) şöyle buyurdu:

"Sizi bana ilaç vermekten menetmedim mi? (Bana ilaç verdiğinizde) aranız­da bulunmadığından dolayı amcam Abbas hariç hepiniz (bu) ilaçtan içeceksiniz.”
[Buhârî, Tıbb 21; Müslim, Selâm 85]

Ümmü Seleme şöyle anlatıyor:
Rahatsızlığı, ağrı dolayısıyla şiddetlendiği bir sırada hanımları, amcası Abbas, Ümmü'l-Fazl bt. Haris ve Esma bt. Umeys (r. anhum) Allah Rasûlü (asm)'nün yanında toplanmışlardı. (Tedavi için) bir ilaç verme konusunda istişare yaptılar ve baygın bir halde iken ilacı ver­diler.

Ayıldığında Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurdu: "Bunu bana kim yaptı? Bu (eli ile Habeşistan'a doğru işaret ederek) şu taraftan gelen kadınların işidir!"

Rasülullah'a Ümmü Seleme ile Esma ilaç içirmişlerdi. Bundan dolayı dediler ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! Zâtülcenb hastalığına yaka­lanmış olmanızdan endişelendik."

Allah Rasûlü (asm): "Bana ne ilacı verdi­niz?" diye sorunca; "Ûd-i hindî, biraz vers ve birkaç damla, zeytinya­ğı." cevabını verdiler.

Bunun üzerine Allah Rasûlü: "Allah beni bu hastalı­ğa bulaştırmamıştır!" buyurdu ve sonra şöyle ilave etti: "Amcam Abbas ha­riç, evde bulunanlardan aynı ilacı (ceza olarak) içmeyecek kimse kalmasın."
[Hadisi İbn Sa'd (2/235), zayıf râviler kanalıylla Vâkıdî'den aktarmıştır. Bir benzerini Abdürrezzak, Musannef 'inde (9754) Esma bt. Umeys'den sahih bir isnadla nakletmiş, Hâkim (4/202) hadise sahihtir demiş, Zehebî de ona katılmıştır. Hafız İbn Hacer de ha­disi Abdürrezzak'tan nakletmiş ve hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiştir. (İbn Hacer, Fethu'l-Bârî, 8/121]

Bu hadislere bakıldığında Muhammed'in ailem dediği çevresindeki insanlara aynı ilaçtan içmeleri için direttiğini görüyoruz. Bu bariz bir şekilde onlara güvenmediği ve zehirlenmekten korktuğunun belirtisidir fakat bazı İslami siteler buna bile "istenmediği şey ona yapıldığı için aynısını onlara uygulattırıyor" gibi kıvırmalarla işi kurtarmaya çalışıyor.

Bir de İslam kaynaklarında Muhammed'in ölümü öncesinde Veda Hutbesini yaptığı, ölmeye, Allah'a kavuşmaya hazırlanan bir peygamber olarak anlatılır. Fakat hadislere bakıldığında ölüm korkusu çeken ve çevresine güven duymayan, yaşamak isteyen biri gibi davranmaktadır.

Hadislere bakıldığında ailem dediği kişilerce zehirlenmiş olabileceği ve ölümüne yakın olan süreçte bundan şüphe duyduğu görülmektedir.

Muhammed kendi ateşi hakkında, “Bana yedi kuyudan su getirin, kullanayım da belki biraz serinlenirim; ama ateşimin düşüreceğini hiç sanmıyorum.” diyor.
[a- Buhari- Megazi, bab’ü merd-i nebi ve tıp kısmında, b- İbni Sad.Tabakat 2/367. c- Ebu davud, Sünen, Diyat kısmı no: 3913. d- A. Razzak, Musannaf, no: 19815]

Daha önce bir Yahudi kadının onu yemek sırasında etle zehirlediği bilinmektedir fakat bu olaylarla onun arasında 3 yıl gibi bir süre var. Yani bu olayların onunla bağdaştırılması imkansız çünkü 3 yıl önceki zehirli bir yemekten dolayı birdenbire ani ateş yükselmesi ve yüksek sancılar yaşaması mantıksız.

Ayrıca hadislerden görülüyor ki Muhammed evdeki herkes bana verdiğiniz ilaçtan içecek dediyse de hiçbir hadiste onların da ilacı içtiğinden bahsedilmiyor, zaten Muhammed çok rahatsız ve bu olay sonrası ölüyor. Yani muhtemelen hiçbiri onu dinleyip ona verdikleri şeyi içmedi.


Bazı Sorular Mutlaka Sorulmalıdır!

Muhammed’in çok yaşamayacağını bilen Ebubekir’in, Şehir dışındaki eşinin yanına gitmesi dikkat çekicidir. Bazı hadislerde Muhammed’in izniyle gittiği yazılıysa da, Muhammed ölüm döşeğindeyken; eşinin yanına giden, Ebubekir’in üç gün sonra dönmesi inandırıcı mı? Diyelim ki eşinin yanına gitti, bu arada Muhammed’in öldüğünü duymadı mı ki üç gün sonra gelebiliyor? Ebubekir halife olabilmek için kızı Ayşe'yi ikna edip yada ona baskı kurup Muhammed'i zehirletmiş olabilir mi? Çünkü anlaşılan o ki bilinçli bir plan uygulamaya konulmuş. Her ne kadar Ömer’le halifelikte anlaşmışlarsa da; kendisinin halife seçilmesi zor görünüyor. Çünkü ileri gelenlerin, kendisini halife seçtirmeyeceklerini bilerek; Ömer’in buna ortam hazırlamasını beklemiş. Ömer’de Ebubekir’in dönüşünü bekleyerek danışıklı dövüş yapmışlar. Başkaları ne derler bilmem, ama bu olayı ben böyle yorumluyorum.

Ali, Muhammed’in cenazesini neden üç günde hazırlayabiliyor? Cenazenin define hazırlanması bir iki saatlik bir iştir. Mezar kazılacak, cenaze yıkanıp kefenlenecek ve defnedilecek, işte hepsi bu kadar. Ayrıca O sıcak ortamda üç gün bekletilen bir cenazenin şişmesi, morarması, kokması da kaçınılmaz. Ve neden, Ali üç gün boyunca dışarıya çıkamamıştır? Neden üç gün sonra Muhammed’in cesedi kokmuş, kurtlanmaya başlamışken gece karanlığında gömülüyor? Demek ki Ali de, bir şeylerden ya da birilerinden korkmuş. Bana göre; Ali’nin korkuları çok. Birinci korkusu, Ömer’in kendisini halk içinde saf dışı etme olasılığı. İkincisi; Ömer’in kışkırtmasıyla linç edilebileceğini düşünmesidir. Üçüncüsü; Muhammed’in ölümüyle ortamın karışıklığı içine ve Ömer’in korkusuyla halifelik seçimine katılmanın son derece riskli olacağını biliyor. En önemlisi de, Muhammed’in cesedinin gündüz ve herkesin gözü önünde gömülmesinin ortalığı karıştırabileceği olasılığıdır. Bu yüzden, Ali üç gün boyunca kendisi dışarıya çıkamadığı gibi Muhammed’in cesedini de çıkaramamıştır. Ali’nin mücadele etme gücü yok. Ortaya çıkmaya korkuyor. Kendi açısından da haklıdır, karşısında Ömer gibi acımasız, çok kurnaz birisi var. Muhammed kızı, Ali’nin eşi Fatma daha cesur; daha sonra halkın önünde Ebubekir ve Ömer’e karşı sert çıkışlar yapabiliyor.

Muhammed’in eşi Ayşe, Muhammed’in ölümünü nasıl üç gün sonra duyabiliyor? Oysa Muhammed Ayşe’nin evinde ölmüştür. Genel kabule göre; öldüğü yere gömülmüştür. Neden Ayşe’nin hiçbir şeyden haberi yok?  Birçok kitap; Muhammed’in Ayşe’nin kucağında öldüğünü yazarken, Ayşe’nin her şeyden habersiz oluşu inandırıcı geliyor mu? Neden defin işine katılmıyor? Bu sorular çok önemlidir. Bu soruların açık ve net yanıtı verilebilmiş midir?

Bu sorular ister yanıtlansın, ister yanıtlanamasın ortada bir gerçek var. Muhammed’in cesedi üç gün bekletilmiş, ceset kokmuş haldeyken, bir akşam karanlığında; on üç- on beş kişinin katılımıyla toprağa verilmiştir. Üstellik toplu olarak imam eşliğinde cenaze namazı da kılınmamıştır.

Muhammed’in cenazesinin üç gün beklemesinin nedenleri ve cenaze namazı hakkında hadislere bakalım ki neler yazılmış, neler söylenilmiş?

Ayşe şöyle diyor:
"Biz cenazenin defnini, çarşamba sabahı yapılan duyurudan öğrendik: Muhammed'in cenazesi bugün gömüldü şeklinde duyuru yapıldı."
Bu hadisi aktaranlar arasında mezhep lideri var, önemli tarihçi ve Kur'an yorumcuları var; yani öyle uydurma hadis diyebileceğiniz bir söz değil.
[a- Ahmet b. Hanbel 6/62. Ayşe hadisleri. b- İbni Abdi'l Ber, Temhidö Muvatta şerhi, 24/396. c- İbni Sad, Tabakat: 2/401. Muhammed'in defni kısmında. Burada çarşamba yerine salı günü sabahı
geçiyor, d- Taberi Tarihi 1, 1. hicri yılı olayları, 3/217. e- İbni Kesir, Bidaye-Nihaye, 5/292. Hicri 11. yılı, ne zaman gömüldü konusunda. f- Beyhakı, Sünen-i Kübra, 3/403-409. g- Ibn'l Cevzi, El-Vefa bi Tarif-i Fedaili'l Mustafa. 35. bab. h- İbni Hişam, Sire 4/344.]

Aişe’den gelen diğer bir rivayette “Biz Resulullah’ın nereye defnedildiğinden haberdar değildik. Ancak kürek seslerini duyunca defnedilmekte olduğunu anladık” demektedir. (Ahmed b.Hanbel Müsned’de c6 s242 ve 274)

Ünlü İslam tarihçisi Taberi olayı; “İslamiyetle daha çok bütünleşmiş olanlardan bir bölümü (daha saf görünenler, Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamberin cenazesi ile meşgulken diğer bir bölümü (Ebu Bekir, Ömer, Sad b. Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrahman b. Avf, ibni Hişam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide oğullarının çardağında (Sakiyfe) yeni halifenin kim olacağına ilişkin tartışma ve pazarlık içindeydiler” şeklinde aktarıyor.

“Resulullah’ın (s.a.v) tertemiz ve mukaddes cenazesini yıkayan Abbas, Ali b. Ebu Talib, Fazl b. Abbas ve Resulullah’ın (s.a.v) azat ettiği kölesi Salih, Hz. Peygamber’i toprağa verdiler. Sahabîler, Resulullah’ın (s.a.v) cenazesini ailesiyle baş başa bıraktılar. Hz. Peygamber’in gusül, kefen ve defin işiyle bu birkaç kişi uğraştı.” (Tabakat, İbn Sa’d, c.2, k. 2, s.70 ve buna yakın bir ifadeyle el-Bed’u ve’t-Tarih kitabında geçer; Kenzü’l-Ummal, c.4, s.54 ve 60.)

“Başka bir rivayete göre, Ali, Abbas Oğulları’ndan Fazl ve Kasım ile Resulullah’ın (s.a.a) Şekra adında azat ettiği kölesi ve bir rivayete göre de Usame b. Zeyd’le birlikte cenaze işiyle uğraştı.” (Ikdu’l-Ferid, c.3, s.61; Zehebî’nin Tarih’inde c.1, s.321, 324 ve 326’da) “Usame’ninde bulunduğu rivayet edilmiştir. Ebu Bekir b. Ebu Kuhafe ve Ömer ibni Hattab Peygamber efendimizin defninde bulunmamışlardı.” (Kenz’ul Ummal c3 s140)

Bazı hadisler Muhammed’in cenaze namazını Allah’ın ve meleklerin kıldığını yazıyorlar. Yorumculara göre; Allah’ın peygamber için namaz kılamayacağını ve ancak onu anarak yücelttiğinden, meleklerin hepsinin cenaze namazı kıldıklarından söz etmekteler. Bazı yorumculara göre; peygamberin aynı zamanda imam olduğunu, imamın önünde namaz kılınamayacağı için imam eşliğinde cenaze namazının kılınmadığını anlatıyorlar. Yine bazı hadisler cenazenin üç gün bekletilmesinin nedenini Müslümanların küçük topluluklar halinde cenaze namazı kılmalarına bağlıyorlar. Yine hadislerde peygamberlerin öldükleri yere gömülmesinin gelenek olduğundan, cenazenin dışarıya çıkarılmadan Muhammed’in yatağının altına gömüldüğü ve zaten küçük odaya Müslümanların guruplar halinde gelerek cenaze namazı kıldıkları yer alıyor. Ne diyelim? Arap aklı bu kadar mı olur? Cenazeyi dışarıya çıkarıp, cenaze namazı kılmayı akıl edecek birisi yok muydu? Üç gün bekletilen cesedin kokması, kurtlanmaya başlaması doğal bir olay, bunu herkes biliyorken; şu ya da bu nedenle bekleyip gece yarısına yakın bir zamanda defin yapmak ne kadar akla uygun olur? Kararı sizler veriniz.

Ek Bilgiler (Renkli Metinler) : A.Kara

KUREYZA'DA İSLAM'IN TOPLU KIYIMI

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Kureyza, Kureyza katliamı, Beni Kureyza, Kureyza kabilesi, Hendek savaşı sonrası, Nabbaş, Muhammed'in cinayetleri, Din adına kıyımlar, Din ile kazanılan ganimetler, Kureyza kabilesi, Medine’de yaşayan üç Yahudi kabilesinden biriydi ve öteki iki kabile sürgün edilince; sıra bu kabileye geldi. Ancak Kureyza kabilesinin yalvarmaları sonuç vermedi. Gözlerini kan ve ganimet hırsı bürümüş Müslümanlar tam anlamıyla bir toplu kıyım yaptılar. Ali, ara sıra dinlenip; akşama kadar kelle kesti. Cesetler, çarşı içinde açılmış hendeğe atıldı.

Hendek Savaşı bitince Beni Kureyza kabilesinin, Mekkeliler’e destek verdiğini bahane ederek, Muhammed “Cebrail’den buyruk geldi. Müslümanlar Kureyza önünde ikindi namazı kılacağız” diyerek kaleyi kuşatır. Muhammed, Kureyza kabilesinin öne gelen kişilerinin adlarını sayarak türlü aşağılama ve hakaretlerde bulunur. Kuşatma devam ettikçe, kabile zor günler geçirip, dayanma gücünü yitirmektedir.

Kabile içinden Nabbaş Muhammed’de giderek, yalvarmaya başladı. “Kanımızı dökme. Birer deve yükü olan ihtiyaç eşyalarımızı, karılarımızla çocuklarımızı alıp gidelim. Geride kalan her şeyimiz sizin olsun.” Muhammed bu yalvarışı kabul etmeyince, Nabbaş yeniden yalvardı. “Öyleyse kanımızı bağışla. Her şeyimiz de sizin olsun. Karılarımızı ve çocuklarımızı alıp gidelim.” Muhammed bunu da kabul etmedi. Nabbaş geri dönüp olup bitenleri anlattı. Yahudiler çaresizlik içinde beklemekteyken, Ebu Lubabe ile görüşmek istediklerini bildirdiler. Lubabe sonradan Müslüman olup, Muhammed’in kayırmasıyla aşırı varlığa kavuşmuştu.  Lubabe gidip Yahudilere öğüt verirken bir yandan da “ sakın teslim olmayın, başlarınızı kesecek” işaretini de vermişti. Ancak onların dayanacak güçleri bitip tükenmişti ve teslim olmak zorunda kaldılar.

Teslim olanlar elleri bağlanmış, çaresizlik içinde Muhammed’in vereceği kararı bekliyorlardı. Muhammed, son karar için Sad’ı yetkilendirdi. Oysa Sad, Musevilikten dönerek Muhammed’in nimetleriyle beslenmiş rüşvet Müslüman’ıydı ve son kararını verdi! Bizim yazarken utanıp, vicdanımızı allak bullak eden; Sad’ın verdiği insanlık dışı, vicdan dışı karar: “Ben, onlar hakkında buluğ çağına eren erkeklerin boyunlarının vurulmasına; malların Müslümanlar arasında taksim edilmesine, çocuklarla kadınların ise esir alınmasına hükmettim.” Ve Muhammed bu karardan dolayı Sad’a teşekkür ediyor. Kimi kaynaklara göre 400, kimi kaynaklara göre 900 Yahudi erkeğin kafaları, çocuk ve karılarının gözlerinin önünde kesiliyor.  Bu toplu kıyıma katılanlar beğendikleri kadın ve kızları üçer beşer alıp cariye yapıyorlar. Geri kalanları da köle olarak satılmaları için Şam Necid gibi yerlere gönderiliyor. Esleme şöyle diyor: “Beni Kureyza Savaşı’nda kadınlar bölüşülürken bana üç tane düştü; hepsini de sattım” Muhammed kendisine on altı güzel kadın ve kız ayırıyor. İçlerinden Reyhane’yi kendisi alıp, on beşini yakınlarına veriyor.

Bu korkunç kararın verilmesine iki dayanak gösterilir:
1) Tevrat’ın Tesniye- 20.bölümü- 10- 15 arası yazılanlar.
2) Kuran’ın Maide sûresi 33- 34 ayetleri.

Bu ayetleri okursanız vicdanınız alt üst olur, İslam’ın nasıl barışçı ve hoşgörülü bir din olup olmadığı anlaşılır! Bu ayetler için çarpıtmışlar, kesmişler, cımbızlamışlar diyenler çıkabilir. Lütfen bu ayetleri kendiniz, islam’ın kendi kaynağı Kuran’dan okuyunuz. Ayrıca “dinde zorlama yoktur” diyen de aynı Kuran’dır. (Bakara-256) “Bulduğunuz yerde öldürün” (Tevbe- 5) diyen de aynı Kuran’dır. Lütfen şu ayetleri de mutlaka okuyup, vicdanınıza uygun bir karar veriniz. Nisa-91, Bakara-191-193, Enfal-39,Tevbe- 5-29-123, Ali İmran- 90

Bu canavarlığa dayanak olan “kutsal iki kaynak” (bkz: ironi) Tevrat ve Kuran’dan iki örnek veriyoruz. Sizlerin vicdanlarına seslenebilmek ve bilgilendirmek açısından İlk örnek; Tevrat’ın Tesniye (Yasanın Tekrarı) kitabındaki 20. Bölümündeki 10 ile 15 arası anlatılanlardır.


“Bir kente saldırmadan önce, kent halkına barış önerin. Barış önerinizi benimser, kapılarını size açarlarsa, kentte yaşayanların tümü sizin için angaryasına çalışacak, size hizmet edecekler. Ama barış önerinizi geri çevirir, sizinle savaşmak isterlerse, kenti kuşatın. Tanrınız RAB kenti elinize teslim edince, orada yaşayan bütün erkekleri kılıçtan geçirin. Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB'bin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz. Yakınınızdaki uluslara ait olmayan sizden çok uzak kentlerin tümüne böyle davranacaksınız. Ancak Tanrınız RAB'bin miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız. Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları -Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını- tümüyle yok edeceksiniz. Öyle ki, ilahlarına taparken yaptıkları iğrençliklere uymayı size öğretemesinler, siz de Tanrınız RAB'be karşı günah işlemeyesiniz. Bir kentle savaşırken, kenti ele geçirmek için kuşatma uzun sürerse, ağaçlarına balta vurup yok etmeyeceksiniz. Ağaçların ürünlerini yiyebilirsiniz, ama onları kesmeyeceksiniz. Çünkü kırdaki ağaçlar insan değil ki kuşatma altına alasınız. Yalnız ürün vermediğini bildiğiniz ağaçları kesip yok edebilirsiniz. Sizinle savaşan kenti ele geçirene dek kesilen ağaçları kuşatma işinde kullanabilirsiniz."

İkinci örnek; Kuran’dan Maide sûresi 33 ve 34. Ayetleridir. “33 - Allah ve Resulüne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri veya asılmaları yahut ayak ve ellerinin çaprazlama kesilmesi, ya da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmeleridir. Bu, dünyada onlar için bir zillettir. Ahirette ise onlar için büyük bir azab vardır. 34 - Ancak kendilerini yakalamanızdan önce tövbe edenler başka. Bilin ki Allah, çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.”

Sonuç; İnanç adına, vahşi toplu kıyımlarla kazanılan ganimetler!  Muhammed uydurması Kuran’ın farz kıldığı kutsal savaş- cihat için akıtılan kan. Aynı Kuran’ın meşrulaştırdığı ganimet mallar, mülkler. Köle olarak alınıp satılan kadın- kız ve çocuklar. Ve kendi dilleriyle Kuran’ı okumayı akıl etmekten üşenip; gerçeklerden haberi olmayan milyonlarca Müslüman. Müslümanlar kendi dilleriyle ve anlayarak okumuş olsalardı bütün bu gerçekleri okuyup inceleselerdi yine Müslüman olup, Müslüman kalabilirler miydi? Bilmiyoruz ve de hiç merak etmiyoruz. Çünkü cahil Müslüman’ın vicdanı, din adamlarının elinde tutsaktır. Kim neye inanırsa inansın bize ne? Karar yine okuyucularımızındır.

Bu anlatılanlardan Kuşkuya düşenler ya da inanmak istemeyenler için verdiğimiz kaynaklara bakıp inceleyebilirler.

Son olarak bir hadisle konuyu kapatıyoruz. “Ebû Hüreyre’den rivayet: “Resulü Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (galip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”  Bu hadisten de anlaşılabileceği gibi Müslümanlar arasında Yahudi düşmanlığı hiç bitmeyecek.

Kaynaklar: Sîre, 3: 251; Tabakât, 3: 426; Taberî, 3: 56. Vakıdi, Meğazi, 2/512-517 Vakıdi, Meğazi, 2/250 Sîre, 684-700/II, 233-54. Taberi, Ahzap Tefsiri, ayet 26-27 Müslim, Fiten, 82.

İLK CİNAYET, ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Adem'in oğulları, din, Habil, Habil ile Kabil, İbn-i Haldun, İlk cinayet, MWG, Özel mülkiyet, Özel mülkiyetin doğuşu, Yeryüzünde ilk kavga, İLK CİNAYET, ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU
Yeryüzünde ilk kavga ya da ilk cinayet kabul edilen bu olay üzerine çok şeyler yazıldı, halen de yazılıyor. Bu olay Kur'an ve Tevrat’ta yer aldığı gibi pek çok din kitabına da girmiştir. Pek çok kitap ve çeşitli Kur'an tefsirlerinde bu konu ince ayrıntılarıyla anlatılır.

Anlatılanlara bakıldığında, cinayetin nedeni; Kabil eş olarak kendisine ayrılan kız kardeşiyle evliliğe razı olmayıp, Habil’in hakkı olan kız kardeşiyle evlenmek istemesidir. Âdem, oğulları arasındaki bu anlaşmazlığı çözmek için oğullarının tanrıya birer kurban sunmalarını ister. Hangisinin kurbanı kabul olursa onun dileğinin yerine getirileceğini söyler. Kabil’in kurbanı kabul edilmeyince kardeşini öldürür. Görünen ilk neden budur. Kaynak kabul edilen kitaplarda olayın gelişmesi böyle anlatılıyor. Bunun dışında, asıl neden; Kabil’in kişisel mülkiyet edinme ve erişebileceği topraklara sınır koymak istemesidir. Kimi toplumbilimcilere göre özel mülkiyeti başlatan Kabil’dir. Kabil’in sınırsız toprakları sınırlarla çevirerek sahiplenmesi, özel mülkiyetin başlangıcına daha sonra da kölelik ve ezen- ezilen sınıfların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kuran’da geçen ilgili ayetlere göre, yeryüzünde ilk ölen insan Habil’dir. Çünkü Kabil, Habil’in cesedini ne yapacağını bilmiyor. Bir karganın toprağa leş gömdüğünü görerek, kardeşinin cesedini toprağa gömüyor. Demek ki o güne kadar hiç ölen, ölüp de toprağa gömülen olmamış.

Kutsal kitaplara göre; cinayetle sonuçlanan bu kavga, insanlığın ilk kavgası, ilk adam öldürülmesidir. Ayrıca Kabil, babası Âdem, annesi Havva’dan sonra yeryüzünde ilk suç işleyen insandır.


ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU
Kabil- Habil öyküsünde olduğu gibi;  özel mülkiyetin başlamasıyla kölelerle, ezen ezilenler ortaya çıktı. İnsanların yeryüzünde yurt tuttukları ve sahip oldukları topraklar, mülkler her yerde vardır. Her insan topluluğu ulaşabileceği her yere sınır koyarak sahiplenmiştir. Ancak insan her zaman insanlığını koruyamadığı için sınır kavgaları, köleler ve ezen ezilenler ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde konuşabilen, düşünebilen, yapabilen ilk insan ortaya çıktığından bu yana, insanlar hiç rahat durmadılar. Hiçbir zaman, hiçbir yerde sürekli erinç bulunamadı, toplumsal barışı da sağlayamadılar. İnsanlar mal mülk kavgaları, çıkar kavgaları, üstünlük kavgaları gibi kavgalarla kendilerinden geçip insanlıklarını unuttular ve hâlâ da böyledir. Her insanın içinde bir sahiplenme isteği yatar. Bu isteği bastırabilirseniz insan olarak kalırsınız. Bu istek bastırılmazsa işte o zaman insanlıktan çıkıp, her kötülüğü yapmaya hazır olursunuz. Toplumlar da böyledir. Kutsal kitapların yazdığı Kabil Habil kavgası işte bu sahiplenme isteğinin neden olduğu bir kavgadır. Bütün kötülüklerin, kavgaların, savaşların ana nedeni de insanın bu sahiplenme isteğidir. Bu her zaman ve her yerde böyledir. İnsanlar gördükleri beğendikleri her şeyi ele geçirmek, sahiplenmek istemişlerdir. Ha özel mülkiyet, ha devlet mülkiyeti, ha vatan toprağı; bunların hepsi aynıdır. Aralarında ufak tefek farklılıklar olsa da, temelde hepsi aynı sahiplenme isteğinin sonuçlarıdır. Yeryüzü ölçemeyeceğimiz kadar büyüklükte topraklara sahip. Ortada sınırlar ya da devletler falan yokken, herkes istediği yerde istediği şekilde barış içinde yaşayabilecek bir durumdayken bile insanoğlu sahiplenme isteğini yenemedi. İnsanlar, birbirleriyle bir şeyleri paylaşmak istemediler. Çünkü herkes, her şey benim olsun isteğiyle hareket etti. O günden bu güne ne kadar zaman geçtiğini bilen yok. Aradan geçen onca zamandan sonra, sahiplenme isteği hâlen devam ediyor.

Başlangıçta; sınır, sınıf, sömürü, savaş, sindirme, saldırma ve haklara tecavüz yoktu. Çünkü özel mülkiyet yoktu. Milyarlarca dönüm toprağa sahip yeryüzünde, insanların yararlanabileceği her şeyi; toprağı, suyu herkes kullanıyordu. Her şeyden herkes yararlanıyordu. Kabil nefsine uyarak, görebildiği bütün her şeye sahiplenmek istedi. Herkesin yararlandığı topraklar üzerine sınır koydu, çit çekti. Her yere sahiplendi. Bundan böyle sınır çekilen yerlerden başkalarının yararlanması yasaklandı. Buna karşı çıkanlar; zulüm gördü, dayak yedi, korkutuldu ve sindirildi. Kendisine karşı çıkanların lideri olan kardeşi Habil'i öldürerek son noktayı koydu. Sahiplendiği yerleri korutmak için bekçiler tuttu. Bu bekçiler sonradan orduya dönüştüler. Kabil'in sahiplendiği yerlerin gelirini giderini ve bu sahiplenmeyi meşrulaştırmak için, Kabil birilerine yetki verdi, güçlü birilerini kendine vekil yaptı. Böylece devlet dediğimiz; özel mülkiyeti ve Kabil gibileri koruma ve baskı örgütü ortaya çıkmış oldu.

Özel mülkiyet; önce para ve mülk birikimini, arkasından da Ortaçağ derebeyliğini getirdi. Derebeyleri her türlü güce sahip olduklarından, kendilerinden çok güçsüz insanları köleleştirdiler. Böylece, özel mülkiyet ile ortaya ezen ve ezilenler sınıfı çıktı. Zaman içerisinde bu derebeylerine başkaldırmaya kalkan köleler ya da ezilenler sınıfı, derebeyleri rahatsız etmeye başladılar. Çözüm olarak; derebeyleri kendi çıkarları için birleşip ezilen sınıfa karşı örgütlendiler. Bu örgüt, daha sonraları ezilenlere göstermelik bazı haklar vererek; ezilenlerin ayaklanmalarını önlemiştir. Binlerce dönüm araziye sahiplenen derebeyleri, ezilen sınıfa birer ikişer dönüm toprak ya da üçer beşer hayvan vererek onları aldattılar. Oysa derebeylerin eline geçen mülkiyetin gerçek sahipleri zaten o toplumundu. Özel mülkiyet edindiğini sanan ezilenler, edindikleri bu mülkiyeti canlarından daha çok korumaya çalışmışlarsa da bunu beceremediler. Çünkü güçleri yoktu, bilgileri sınırlıydı. Öyleyse özel mülkiyetlerini nasıl koruyacaklar? Kendi güçleri yok. O zaman derebeylerine gidip sizin özel mülkiyetlerinizin yanında bizimkileri de koruyun dediler. Hatta bizi koruyun ürünümüzün belli bir payını, kazandığımızın bir kısmını size verelim dediler ve bu konuda anlaştılar. Kendilerini koruma karşılığı derebeylerin örgütüne verilen bu paylar, sonraki zamanlarda devletin vatandaştan aldığı vergilere dönüştü. Bu durum tavukla ineğin sucuklu omlet yapma öyküsüne benzer.


Tavukla inek başıboş dolaşırlarken canları sıkılmış. Tavuk, ineğe bir ortaklık teklif etmiş. “İnek arkadaş, ikimiz bir iş birliği yaparsak çok kazançlı oluruz.” İnek sormuş; ne yapacağız? Tavuk yanıtlamış sucuklu omlet yapacağız, yumurta benden sucuk senden. İneğin bu işe aklı yatmış; Adı üstünde inek ya! Ertesi gün tavuk kanadının altına bir yumurta sıkıştırıp kasapla birlikte ineğin yanına gelmiş. İnek arkadaş, ben yumurtamı getirdim sen de sucukluk eti ver de işe başlayalım demiş. Ne yapsın inek? Başını kasabın bıçağına uzatmaktan başka ne yapabilir? Öyle de yapmış. Öykü budur. Bu öykü ezilenlerle ezenlerin, yani kendisilerini vatandaş olduk sananlarla; kendilerini devlet olduk sanan derebeylerin ilişkilerine benzemiyor mu? Yani ezilen kendi eliyle kendisini ezene sığınarak, kendi alınyazısını kendisi yazmış oldu. İşte liberal- kapitalist devlet dediğimiz kurum, bu örgütlenmeden başka bir şey değildir…

İbni Haldun, günümüzden beş yüz yıl kadar önce yaşamış Tunuslu bir aydındır. Yeryüzündeki çoğu ülkeleri dolaşıp, her ülkenin ekonomik ve siyasi yapısını falan incelemiştir. Uzun yıllar süren bu inceleme gezilerinden sonra, oturup ünlü kitabını yazmıştır. Bu kitapta yazılanlar ezen ezilen ikilisiyle yaşamaya alışmış olan Arapların ve daha pek çok ülkenin işine gelmediğinden bunlar İbni Haldun’u sevmezler.

İbni Haldun halk tabakalarını üçe ayırır. Dördüncü tabaka yöneticiler tabakasıdır. Bu dördüncü tabaka, devlet dediğimiz örgüttür. İlk tabaka üreticidir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Emek harcar. Ürün fazlasını tüccarlara satarak, tüccarlar tarafından sömürülür. En zor yaşayan ve en altta olan halk tabakası bunlardır. İkinci tabaka, imalatçı ve zanaatkârlardır. Bunlar da bir tür üreticidirler. Emek harcarlar. İmal ettikleri ticaret mallarını tüccarlara satarlar. Bu tabakadakiler de, tüccarlar tarafından sömürülür. Üçüncü tabaka tüccarlardır. Bunlar üretim yapmazlar, emek çekmeden kazanç sağlarlar. Üretici ve imalatçı zanaatkârların emeklerini kazanca dönüştürürler. Devletle iyi geçinirler. Bazı durumlarda devletin koruma ve desteğini de alırlar. Yöneticiler, yani devlet ise; hiçbir üretim yapmaz ama her üç tabakadan vergi alır. Bu tabakaların içinde en asalağı devlettir ve her üç sınıftan da vergi alır. Bu devlet; kendi örgütüne yakın olan tüccarları, iş adamlarını, bankerleri, tefecileri falan korur. Yani devlet, özel mülkiyeti olanın ve sayıları azınlıkta olan birilerinin servet ve mülklerini koruma görevini üstlenmiş olur. Devletin işine gelmezse bu azınlık kesimi de ortadan silebilir. Ya da azınlık kesim devletin başındakileri beğenmediklerinde- işlerine gelmediğinde- yeni birilerini bulup yönetici yapabilir. Devlet, belirli sayıdaki kişilerin korumalığını yapıyorsa ve de asalaksa; böyle bir örgütün hiç gereği yoktur. Herkes, kendi kendini yönetebilir. Böylece hiç kimse bir başkasının sırtından kazanç sağlayamaz. Üç aşağı beş yukarı bütün devletler böyledir…

İbni Haldun böyle düşünerek hem çağını hem çağlar sonrasını etkilemiştir. Ama ne yazık ki; kalburüstü sınıfı kendi çıkarları için koruyan devlet dediğimiz yöneticilerle, siyasi dinci ruhaniler bütün güçleriyle bu tür düşüncelere karşı çıkmışlardır. Bu çatışma yüz yıllardan beri sürüp geliyor, belki bir yüzyıl daha sürecek.

BEDİR'DE KERVAN BASKINI VE GANİMETLERİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Ali İmran 161, Bedir ganimetleri, Bedir kervan baskını, Bir kese altın, din, Ebu Sufyan kervanına baskın, islamiyet, Muhammed'in alışveriş yasakları, Müslümanların kervan baskınları, MWG,

Bedir Savaşı Müslümanların ilk zaferi diye anlatılsa da, savaşan Müslümanlar “Bedrin aslanları” diyerek övülseler de, sonuç olarak bir kervan baskının büyümesidir.

Bu savaşın nedenleri değişik kaynaklarda farklı şekillerde anlatılır. Bu kaynakların hemen hepsi, Müslümanların yaptığı yolsuzluğu kutsal savaş kılıfına uydurarak durum kurtarmaya çalışırlar. Oysa asıl neden kazanç kaygıları ve ganimettir.

Muhammed’in Mekkelilerle alış verişe yasak getirmesi, Müslümanların sıkça yol kesip yağma yapmaları Mekkeli tüccarların, kendisi de tüccar olan Ebu Sufyan’ın işlerini bozmuştu. Ebu Sufyan halkı toplayarak; Medineli Müslümanların güçlendiğini, kervan yollarının emniyetsiz olduğunu, daha da güçlenirlerse Mekke halkını kılıçtan geçirip her şeylerini ellerinden alacaklarını anlattı. Çözüm olarak; halkın elindeki para ve satılabilecek malları bir araya getirilerek bir kervan hazırlayıp alış verişe gidilirse ve kazancıyla yeni, silahlar zırhlar alınırsa Müslümanların önünü kesebileceklerini önerdi. Bu öneri kabul edildi ve kervan hazırlığı başladı. Bu hazırlığı duyan Muhammed, “Bu kervanın malları, sizlerin Mekke’de bıraktığınız mallardır. Mekkeliler mallarınızı yağmaladı şimdi de satacaklar” diyerek göç etmiş olan Müslümanları kışkırttı. Zaten yoksul olan Müslümanlar bu kışkırtmaya fazla önem vermedilerse de; Muhammed’in getirdiği ayetler ve zorlamalar karşısında savaşmayı kabul ettiler. Çünkü Müslümanlar yokluk içindeydiler, Mekke’den göç edenlerin çoğu garibanlardı, Geçim sıkıntısı çekiyorlardı ve umutları böyle kervan soymalara bağlıydı. Üstelik Muhammed’in zorlaması ve ayetler de vardı. Dahası; ayetler bu işi helal ve meşru yaparak savaşı farz kılıyordu.

Müslümanlar 300 kişilik bir savaşçıyla yola çıktılar. Ebu Sufyan bunu duyarak kervanın yolunu değiştirdi, Mekkelilere de haber ulaştırdı. Mekkelilerde bir ordu hazırlayarak yola çıktılar. İki tarafın savaşçıları Bedir’de karşılaşıp kıran kırana savaşa girdiler. 70 Mekkeli öldürülüp cesetleri kuyuya atıldı. Kervanın da peşine düşülüp yağma yapıldı. Böylece Muhammed ve Müslümanlar yüklü bir ganimete kavuşmuş oldular.

Bu kanlı savaşın daha doğru kervan baskının ilginç bir yönü daha vardır. Muhammed icadı ayetlerin kışkırtması ve ganimet hırsı Medine Müslümanlarının gözünü öyle bürümüştü ki; bu çatışmada hısım akraba, baba oğul, emmi dayı gözetilmeksizin birbirlerinin canına kıydılar. Ömer, öz dayısını öldürdükten sonra; dayısının oğluna dönerek “babanı öldürdüğüm için senden özür dilemem” deyince, babası öldürülen genç yani Ömer’in dayıoğlu şöyle dedi:”Hak yolunda olmadığı için öldürmüşsün, buna ne diyebilirim?”  Bu ne gözü dönmüşlük, bu ne vahşet? Bu nasıl ayet ki baba dayı tanımadan öldürün diyor? Muhammed’in amcası Hamza, en yakını olan iki kardeş tarafından vuruldu. Ebubekir ile oğlu Abdurrahman hem Bedir’de, hem Uhut da karşı saflarda savaştılar. İcat ayetlerle can ciğer hısım- akraba, baba oğul birbirlerine nasıl düşman edilir? Bu ayetleri yazanda -din iman şöyle dursun- hiç mi vicdan yok? Adına kutsal savaş denilen bu kan dökmelerin ganimet için olduğu nasıl gizlenebilir? Muhammed tarafından cennetle müjdelenmiş olanlardan Ebu Ubeyde Amir b. Cerrah, Allah’ın rızasını kazanmak için babası Abdullah b. Cerrah'ı öldürdü. Mus’sab b. Zübeyir, kendi öz kardeşi olan Ubeyd’i bile öldürmekten çekinmedi. 7. Yüzyıldan 21. Yüzyıla kadar o kadar zaman geçti ve hâlâ en yakınlarını gözünü kırpmadan öldürebilecek çok kişi var. Kuran ayetleri bir yandan “bir kişi öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir” derken, bir yandan da “öldürün” diyor. Siyasi dincilerin, en iyi malzemesi adam öldürmektir. Halen Müslümanları adam öldürmeye kışkırtanların sayısı az değil.


"Allah’a ve ahret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soyundan olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir." ( Mücadele Suresi- 22) Böylesine şiddete yönelik ve cennet vaat eden ayet olursa; elbette ki hısım akraba tanımadan adam öldürebilenler eksik olmaz!

BEDİR GANİMETLERİ
Savaşa katılanlar ganimetin hemen paylaşılmasını istiyorlardı. Paylaşım yapılırken, bazıları ganimetin eşit paylaşılmasını isteyerek itiraz ettiler. Hemen ayetler imdada yetişti. “Sana ganimetlerden soruyorlar. De ki: Ganimetler Allah’a ve resulüne aittir. Onun için siz gerçekten müminlerseniz Allah’tan korkun da birbirinizle aranızı düzeltin, Allah’a ve resulüne itaat edin!” ( Enfâl- 1) Yine itiraz edilince, surenin devamı da gelerek adalet sağlandı! “Şunu da biliniz ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyden beşte biri mutlaka Allah içindir. O da Peygamber’e ve O’na yakınlığı olanlara, yetimlere, miskinlere ve yolda kalmışlara aittir. Eğer siz Allah’a inanmışsanız ve hak ile bâtılı ayıran o gün, iki ordunun karşılaştığı o (Bedir) günü kulumuza indirdiğimiz ayetlere iman etmişseniz, bunu böyle biliniz. Ve biliniz ki Allah, her şeye kadirdir.” ( Enfâl, 41)

İşte Müslümanların kazandıkları kutsal savaşın, ilk kutsal zaferi diye anlatılan Bedir savaşının aslı –astarı budur.

BİR KESE ALTIN VE BİR TOP KIRMIZI KADİFE
Ganimetler paylaşılırken bir kese altınla bir top kırmızı kadifenin kaybolduğu görüldü. Orada bulunanlar Muhammed’i suçladılar ve yardımına yine ayetler yetişti:
Ali İmran 161. "Bir peygamber için emanete hıyanet olur şey değildir. Kim böyle bir aşırma ve ihanette bulunursa, aşırdığını kıyamet günü boynuna yüklenerek getirir. Sonra da herkese kazandığının karşılığı tastamam ödenir, onlar da haksızlığa uğramamış olurlar."

Konuyla ilgili bir hadis:
Abbas şöyle dedi: "Ali İmran Suresi 161.ayeti peygamberin yasa dışı şekilde ganimetin bir parçasını alması hakkında değildir. Ayet, Bedir ganimetlerinden kaybolan kırmızı bir elbise hakkında açığa çıkarılmıştı. Bazıları şöyle dedi: Belki de Allah'ın elçisi aldı. Bu yüzden kutsanmış ve en yüce olan Allah bu ayet ile peygamberin yasa dışı bir şekilde ganimetin bir parçasını almadığını açıkladı"
[Jami` at-Tirmidhi, English reference: Vol. 5, Book 44, Hadith 3009, Arabic reference: Book 47, Hadith 3280]

Muhammed’in üstüne biraz daha gidilince; "Bende bir kese altın vardı, unuttum. Gidip getireyim" diyerek eve gider ve eşine altınları sorar. Eşi de altınları yoksullara dağıttığını söyler. Hadi altınlar yoksullara gitti diyelim ya bir top kırmızı kadife kumaş nerede?

Bazı Kur'an yorumcuları bu olayın Uhut savaşı sırasında olduğunu yazarlar. Bazı kaynaklarda bir kese altın, bir kâse altın olarak da geçer. Birçok tefsir ve hadis kitabında da bu olay ayrıntılı olarak anlatılır.

Kaynaklar:
Ebu Davut-Cihat. Tirmizi ve İbni Kesir tefsirleri.
İbni Hişam-Sîre.
Vahidi-Esbabı Nuzul-sayfa: 96,
İbni Abbas ve Buhari vd.
Tirmizi cilt 5, kitap 44, hadis 3009

İNANNA

sizden gelenler, sümer mitolojisi, Sümerler, İnanna, Sümer tanrıçası İnanna, Tanrıça İnanna, Sümer üreme tanrıçası, Dumuzi ve Inanna, Nevruz, mitoloji, Toprak ana,
F*HİŞE İNANNA
Yazıma başlamadan önce biraz sert ve birazda açık cümleler kuracağımı belirtmek zorundayım. Çünkü atalarımız gayet açık ve bize göre ahlaksız konuşarak bazı bilgiler aktarmıştır.

Günümüz insanı, belki de ilmiye çığ nedeniyle İnannayı bir f-hişe, hatta hayat kadını olarak tanımaktadır. Bazı yorumlara denk geldiğim kadarıyla hakaret boyutuna varan söylemler oluşuyor. Öncelikle günümüz algılarımızı, gidip Mö. 2500 yıllarda yaşamış bir mitoloji için kullanamayız. bu başlı başına yanlış bir tarih okuması olur.

İnanna, evet bir f-hişedir. Ancak bizdeki f-hişe kavramı ile o günkü atalarımızın f-hişe kavramı farklıdır. Bizler bugün ki ahlaki yapımızla onunla bununla sevişen biri olarak tasvir ediyoruz. Ancak İnanna kavramı, o günlerde Kutsal rahibe olarak geçmektedir. Kendisi bir yandan kadınların cinselliğini temsil ederken, bir yandan da anaerkilden, ataerkile geçen bir süreç içerisinde, bir simge hatta baş kaldırı olmuştur.

Ana tanrıça figürünün, toprak ana olması konusu ile üreme yoluyla gelişmeyi göstermiş ve bu olgu İnanna ile özdeşleşerek, tanrılar panteonun da kendine önemli yer edinmiştir. Sanıldığının aksine İnanna tek bir kişiliği belirtmez. İnsanlığın vazgeçilmez unsuru olan kadınları da temsil eder. Toprak üzerinden bütün kadınları temsil ederken, aynı zamanda ANUNNA ( İNANNA ) ismine bile riayet etmiştir.

İnanna, başlıca bir mit hikayesinde karşımıza çıkar, Gılgamışın arkadaşı Enkidu erkek karakteri ile tam bir hayvandır. Ancak, kutsal f-hişe ile ilişkiye girdikçe insanlaşmaya başlar. İnanna üzerinden şekillenen kutsal f-hişe, bir hayvanı insanlaştırmıştır. Bu da bize erkek yani eril ırkın, kadın olmadan hayvandan beter bir halde olduğunun göstergesi olduğunu gösterir. Ayrıca bu bölüm bize hayvandan insana geçen evrimleşmenin, kadından üreme yöntemiyle bir sonra ki nesle aktarımını gösteren bir hikaye olarak yorumlanabilir.

İnanna, ikincil bir hikayesinde, sevgi üzerinden karşımıza çıkar. Bir tarafta tarım tanrısı Emkimdu ve çoban tanrısı Dumizi arasındaki çekişmede karşımıza çıkar. İnsanlık tarihinin en önemli olgusu olan tarım ve hayvancılık toplumu kavramında bile İnanna belirleyici bir yönde karar verir. Çiftçinin oğlu tarafından tecavüze uğrayan inanna, sonuç olarak Dumizi'yi seçer. Bu hikaye hiç de hafife alınamayacak bir hikayedir. Bugün bile günlük hayatımızda bir kadın uğruna savaşan iki erkeği görebiliriz.

İnanna, Toprak anadan aldığı misyon ile toprak rolüne soyunur. Sümer halkının çok açık sözlerle cinsel ilişkiyi anlattığı bölümlerde başrolde İnanna olur. Doğurganlık üzerinden erkeğin spermeni içine aldığı ifade edilir. Mitlerde bu bölüm gayet açık ve doğaldır. Erkeğin organı boğaya benzetilerek güç ile birleştirilmiş ve kadının narin vücudunda doğurganlık anlatılmıştır. Bu durum aslında yağmurun toprağı döllemesi ile alakalıdır.

İnanna, başka mitolojik bir hikaye de, karşımıza baharın gelişi ile alakalı olarak gelmektedir. Bugün insanların nevruz diyerek kutladığı olay, Dumizi'nin yer altından çıkarak İnanna'yla birleşmesi ile alakalı olarak tasvir edilmiştir. Yani bereket kültü direk kadın figürünü temsil eden İnanna ile gerçekleşir. Şayet İnanna'yı buradan çekip alın dünya çorak kalır. Eski çağ atalarımız dini ritüellerini taklit üzerine kurmuş ve bu ilişkiyi çağın rahibi ile kutsal f-hişe üzerinde gerçekleştirmiş ve bereketi beklemişlerdir.

İnanna, yani KADIN hayatımızın vazgeçilmez bir parçadır. Ölüm hiklayemizde bile, yer altı dünyasına inen ve dirilen İnanna'dır.

Bu nedenle paganizm felsefesini lütfen sapkın olarak görmeyelim. Birebir içinde yaşadığımız doğa ve erkek kadın ilişkisi ile birebir alakadır. Atalarımızın aptal olmadığı bilerek bu şekilde tarihimizi değerlendirelim. Saygılarımla...

SİZDEN GELENLER | Yazan & Çeviren: Haşim Ural

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

BABİL KRALI HAMMURABİ

Yazan: A.Kara
A, Antik tarih, tarih, Hammurabi, Hammurabi kanunları, Hammurabi yasaları, Kral Hammurabi, İbrahimi dinler ve Hammurabi yasaları, Mezopotamya kralı, Babil kralı,

BABİL'İN BÜYÜK KRALI HAMMURABİ VE KURALLARI

Eski dünyanın en büyük kişilikleri arasında şüphesiz ki Hammurabi de vardır. Babil'in yöneticisi olarak askeri başarılarından gurur duyulan Hammurabi "tanrıların hizmetçisi", "halkının babası" ve "barış getiren çoban" olarak hatırlanmak istiyordu. (Çoban kelimesine dikkat, bildiğiniz gibi İncil'de İsa'nın da çoban sıfatı ile anlatıldığı görülür)

M.Ö. 1792-1750 yılları arasında hüküm süren ve Babil'in Birinci Amorite Hanedanlığı'nın altıncı kralı olan Hammurabi, babası Sin-Muballit'ten tahtı devraldı ve tüm eski Mezopotamya'yı fethetmek için krallığını genişletti.

43 yıl süren yönetimi sırasında ilk olarak Mezopotamya'yı birleştirdi ve sayısız savaşlar kazanarak Babil krallığının sınırlarını önemli ölçüde genişletti.

MÖ 1787'de güçlü Uruk ve İsin'i fethetti; Asıl amacı Dicle ve Fırat suları üzerinde kontrol sahibi olmaktı, ancak kolay değildi.

Bölgesel genişleme politikasının ardından Hammurabi komşu ülkeleri Asur, Elam ve Mari'lerle savaşmak zorunda kaldı. Sonunda, birçok savaştan sonra onların da yöneticilerini yendi ve topraklarını aldı. Babil Krallığı hem muazzam hem de güçlü olmuştu. Babil artık dünyanın en güçlü şehriydi.

Hammurabi hakkında bildiğimiz bir çok şey yazarının kendisinin olduğunu ilan ettiği ve kendini kralların bile favori kralı olarak nitelendirdiği yazılarından geliyor. Hammurabi uzun saltanatı boyunca ülkesinin ekonomik gelişimini üstlendi; sulama kanalı sistemlerini, tarımdaki ilerlemeleri, vergi tahsilatını ve birçok tapınağın yapımını bizzat kendisi denetleyerek yeniden düzenledi ve iyileştirdi. Bununla birlikte adı çoğunlukla “Hammurabi Kuralları” ile ilişkilendirilir.

Yasaların ilki ve en uzun olanları bir zamanlar Babil hayatını yöneten cezalar, şahsi haklar ve usule ilişkin yasaları içeriyordu. Yasalar sekiz metre boyundaki (2,4 metre) siyah dikilitaş üzerine kazınmış, dayanıklı olduğu ancak oyması zor olduğu bilinen dört tonluk bir diyorit (bir kaya türü) levhadan oyulmuştur ve aşağıdakilere benzer konuları kapsamıştır:

İFTİRA
Ör. Kanun # 127: "Eğer biri bir tanrının kız kardeşini (yani bir kadını) veya bir kimsenin karısını parmakla işaret ederse" (işaret etmekten kasıt suçlamak, iddiada bulunmak) ve iddiasını ispat edemezse bu adam hakimlerden önce alınmalı ve alnı işaretlenmeli (derisi  veya belki de saçı kesilerek).

TİCARET
Ör. Kanun # 265: "Sığır veya koyunların emanet edildiği bir çoban dolandırıcılık yapmaktan suçlu bulunursa ve hayvanlardan sağladığı kaynakların doğal artışları konusunda yalan söyler ya da para karşılığı satarsa suçlu bulunur ve mal sahibine kaybının on katı kadar ödeme yapar.

KÖLELİK VE KÖLELERİN MÜLK OLARAK DURUMU
Ör. Kanun # 15: "Şehir mahkemelerinin dışında biri, erkek veya kadın kölesini veya serbest bırakılmış bir erkeğin erkek veya kadın kölesini alırsa ölüm cezasına çarptırılır." (Yani eskiden köle olan birinin kölesini bile elinden alırsan cezası ölüm)

İŞÇİLERİN GÖREVLERİ
Ör. Kanun # 42: "Eğer biri tarlayı işlemek için alırda onu işlemez, hasat almazsa, bu onun tarlada çalışmadığının kanıtı sayılır ve komşusunun yetiştirdiği kadar tahılı arazi sahibine teslim etmelidir."

HIRSIZLIK
Ör. Kanun # 22: "Biri hırsızlık yapıyorsa ve yakalanırsa o halde cezası ölümdür."

TİCARET
Ör. Kanun # 104: "Eğer bir satıcı bir nakliyeciye mısır, yün, yağ veya benzer malları nakletmesi için verirse, nakliyeci tutara dair bir makbuz verir ve satıcı tüccara verdiği para ve malları için bir makbuz alır."

MESULİYET
Ör. Kanun # 53: "Eğer barajını en önemli unsur olarak iyi durumda tutamayacak kadar kayıtsız biri varsa ve bu ilgisizliğini sürdürürse, o zaman baraj yıkılır ve tüm alanlar sular altında kalırsa baraj para karşılığı satılır ve para mahvolmasına neden olduğu mahsuller için ilgili kişiye ödenir"

BOŞANMA
Ör. Kanun # 142: "Bir kadın kocasıyla kavga edip şöyle söylerse: "Sen benim için uygun değilsin" bu hükmünün sebepleri ortaya konmalıdır. Eğer kadın suçsuz ise ve kendinden kaynaklanan bir problem yoksa veya adam onu ihmal ediyorsa kadın hiçbir şekilde suçlanamaz, çeyizini alır ve babasının evine döner."

Hammurabi kanunları arasında en çok bilinenlerden biri de şuydu:
96 No'lu Yasa: "Eğer bir erkek başka bir erkeğin gözüne zarar verirse o da onun gözüne zarar verir. Eğer bir erkek diğerinin kemiğini kırarsa o da onun kemiğini kırar.
Eğer biri azad edilmiş (özgür) bir kölenin gözüne zarar verir veya kemiğini kırarsa bir mina (ağırlık birimi) altın ödeyecek ve eğer biri bir başkasının kölesinin gözünü tahrip ederse veya kemiğini kırarsa bu bedelin yarısını ödeyecektir."

Hammurabi'de birçok ceza vardı.
Örneğin bir oğul babasına saldırırsa elleri kesilirdi.

ZİNA
Ör. Kanun # 129: "Eğer bir erkeğin karısı başka bir erkekle yatarsa onları birbirlerine bağlar ve suya atarlar. Eğer eşin sahibi karısını kurtarırsa o halde kral da hizmetkârını koruyabilir."

YALANCI ŞAHİTLİK
Ör. Kanun # 3: "Eğer bir adam duruşmada yalancı şahitlikte bulmuşsa veya yapmış olduğu ifadesinin gerçek olmadığı ıspatlanmışsa ve bu dava bir kazanç duruşması ise adam ölümle cezalandırılır."

İKİNCİ VE YEDEK İLAH: MUHAMMED

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Muhammed, Hz Muhammed, İkinci ilah Muhammed, İkinci ilah, Peygamberin şefaati, Şefaat, Salavat, Allah ve Muhammed, Allah'tan çok Muhammed, Peygamberin adını anmak,
İmamı Abdulrezzak rivayetinde şöyle der: "Cabir bin Abdullah El Ensari buyurmuştur ki; ya Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun! Allah Teâlâ hazretlerinin her şeyden önce yarattığı ne nesnedir, bana haber ver dedim. Buyurdu ki; Ya Cabir! Allah Teâlâ hazretleri, cümle eşyadan önce senin peygamberinin (Hz. Muhammed’in) nurunu kendi nurundan yarattı. Yine şöyle söyledi ki, o nur Allah Teâlâ’nın kudretiyle, Allah Teâlâ’nın dilediği yerlerde devredip gezerdi. O zamanda ne levh, ne kalem, ne cennet, ne cehennem, ne melek, ne gök, ne yer, ne güneş, ne ay, ne cin ne de insan vardı. Hâsılı yaratıklardan hiçbir nesne yaratılmamıştı…"

Barnabas İncili 43. Ayette de; her şeyden önce Muhammed peygamberin ruhunun yaratıldığı yazmaktadır.

Durunuz daha bitmedi. İşte, Arbaz bin Sâriye’den nakil bir uydurma hadis daha. Hz. Muhammed şöyle demiş: “Gerçekten ben Allah’ın katında nebilerin hatemi idim. Şu halde ki, daha Âdem’in çamuru yeryüzünde bırakılmış yatıyordu, cismine ruh üflenmemişti.” Bir başka hadis: “Âdem canla ten arasındayken ben peygamberdim.” Daha bitmedi. “Ben insan ve cin cinsinin bütün fertlerine ezeli ve ebedi olarak peygamber gönderildim.” (Mevâhib-i Ledünniye, 1.cilt- İmamı Kastalani.)

Bu hadisler ve anlatılanlar hakkında söylenecek çok söz varsa da, şimdilik susuyoruz. Çünkü Allah’ın yanına yedek ya da yardımcı bir ilah katma düşüncesinin beyinlere katılmak istenildiğini görüyorsunuz. Uydurma hadislerle beyinlere ikinci bir ilah katılmıştır. Nasıl katıldığını az ileride göreceksiniz. Ne olur ne olmaz, iş sağlama almalı değil mi ya! Müslümanları Allah kurtaramazsa peygamberi kurtarıverecek! Çünkü ahirette, Müslümanların Muhammed Peygamber yardımıyla kurtulacaklarına ait yüzlerce hadis vardır. Ve Müslümanların yüzde doksan dokuzu bunlara inanır. Halen namazların içinde ve namaz aralarına, dualardan önce, hutbe okunmadan önce, Perşembe akşamından başlayarak Cuma namazı öncesi ve kandil gecelerinde peygambere salâvat okunmaktadır. Ettehiyyat’ın sonu, Allahümme salli ve barik duaları namazın içine de katılmıştır. Bu dua ve salâvatlar; İbrahim peygamber ve soyundan gelenlerden başka peygamber Muhammed’in kendisine, ailesine, eşlerine yapılan dualardır. Bu duaların namazın içinde ne işi var? Bu uygulamaların dinle ve Kuran’daki İslam’la hiç ilgisi olmadığı gibi, yedek Allah icat etmekten başka bir şey değildir. Kuran’da bu; Allaha ortak koşmaktır, şirktir ve cezası da büyüktür. Bir peygamberin salâvat ve duaya da ihtiyacı yoktur, olmamalı değil mi? Her namazda, adı her anıldığında kendisine salâvat getirilmesini isteyen ve bunu zorunlu kılan bir peygamber düşünebiliyor musunuz?


İmam Teberani ve Bey haki söylentisi bir hadis, buna en güzel örnektir. “Hiç şüphesiz rabbim bana ümmetimden yetmiş bin kişiyi hesabı sorulmaksızın cennete sokacağını vaat buyurdu. Gerçekten ben daha fazlasını istedim. Bunun üzerine, o yetmiş bin kişinin her birinin yanında yetmiş bin daha verdi.”

Oysa Kur'an ayetleri bunu yalanlar ve herkesin cezasını kendisinin çekeceğini, hiç kimseden hiç kimseye - peygamberden bile olsa da - bir yardım gelmeyeceğini defalarca vurgular. Hesap gününde kimsenin kimseye şefaat ve yardım edemeyeceğini anlatan Kuran ayetleri şunlardır: Bakara Suresi; 48- 123- 134- 254- 255. ayetleri. Âli İmran Suresi 255. Ayet.

Konunun uzayacağını biliyoruz, ama hadis diye yutturulan ve Kuran’a göre şirke bulanmış bazı söylentilere kısaca bakmadan geçemeyiz.

Bey hakî hadisi; “Kim bana salâvat okumayı unutursa, ona cennetin yolu unutturulur.”

Amr İbnu Rabia anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki - Bana salâvat okuyan bir mümin yoktur ki, ona melekler rahmet duası etmemiş olsun. Bu, bana salâvat okunduğu müddetçe devam eder. Öyleyse kul bunu, ister az ister çok yapsın!"

Ebû Derda anlatıyor: "Resulullah buyurdular ki: "Cuma günü bana salâvatı çok okuyun. Çünkü o gün okunan salâvatlar meşhududur, melekler ona şahitlik ederler. Bana salâvat okuyan hiç kimse yoktur ki, o daha okumasını bitirmeden salâvatı bana ulaştırılmamış olsun." Bunun üzerine dedim ki: "Siz öldükten sonra da mı?" "Evet, öldükten sonra da. Zira Cenab-ı Hak Hazretleri toprağa, peygamberlerin cesedini çürütmeyi haram etmiştir. Allah'ın Peygamber’i her zaman diridir, rızka mazhardır." Buyurdular. “Bana salâtınız sizin için zekâttır.”

Tirmizi: Es-siracü’l-Münir, Bey hakî “Yanında ben zikrolunduğum zaman üzerime salât etmeyen kişinin burnu yere sürtülsün.”

Tirmizî: “Kim bana bir kere salât ederse; Allah ona on salât eder, on günahını siler, on kat derecesini artırır.”

Yine Nesâî'de Ebû Talha’dan gelen bir rivayet şöyle: "Bir gün Resulullah, yüzünde bir sevinç olduğu halde geldi. Kendisine: "Yüzünüzde bir sevinç görüyoruz!" dedik. -Bana melek geldi ve şu müjdeyi verdi: Ey Muhammed! Rabbin diyor ki: Sana salâvat okuyan herkese benim on rahmette bulunmam, selâm okuyan herkese de benim on selâm okumam sana (ikram olarak) yetmez mi?”

Ahmet Davudoğlu, Tibyan Tefsiri’nden: “Yanında ben zikrolunduğum zaman bana salât etmeyen ateşe girer.”

Elmalılı Hamdi Yazır’dan: “Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslüman yanında anıldım da bana salâvat getirildi mi, mutlaka o iki melek ona - Allah seni bağışlasın derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak - Âmin derler. Bir Müslüman yanında adım zikrolunduğunda da bana salâvat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: -Allah seni bağışlamasın, derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben -Âmin derler.”

Tirmizî’den: “Kıyamet gününde bana halkın en yakın olanları ve şefaatime hak kazananları, bana en çok salâvat getirenleridir.”

Ebû Davud: “Şüphesiz ki, benim üzerime salâvat getiren kimsenin selâmını almak için Allah bana ruhumu iade eder.”

Taberânî: “Dua eden kimse peygambere salât etmedikçe duası perdelenir, dergâh-ı icabete vasıl olmaz.”

Taberânî, İbni Mesud: “Sizden biriniz Allah’tan bir dilekte bulunduğu zaman evvela O’na, şanına lâyık tarzda şükredip selamlasın. Sonra peygambere salâvat getirsin. Çünkü bu suretle arzusuna daha kolay kavuşur.”

Hâkim, Beyhâki: “Cebrail ile karşılaştığımda bana şöyle dedi: Sana müjde ederim, Allah diyor ki: Kim sana selâm verirse ben ona selâm veririm. Kim sana salât getirirse ben ona salât getiririm."

Ebû Davud: "Hangi bir zümre bir mecliste oturup da Allah’ı anmadan, bana da salât getirmeden dağılırsa üstlerine Allah’tan bir hasret çöker. Dilerse onları korur.”


YEDEK İLAH MUHAMMED’İN ÖZEL OLARAK YARATILMASI

Şimdi de yedek ilah yapılmak istenen ve yapılmış olan peygamber Muhammed’in özel olarak nasıl yaratıldığına bir göz atalım. (Kaynak kitap: Mevâhib- i Ledünniye, 1.cilt, 25. Sayfa. Yazan: İmamı Kastalani.) Bu kitap da bir başka kitaptan alıntı yapmış ve söylentilere yer vermiş. Bu anlatılanlar Kuran’da geçmez ve tam aksine, ayetlerle çelişir.

“Abdullah bin Ebi cemre Behcetün- Nüfûs kitabında Kâbül Ahbar hazretlerinden rivayet edilmiştir: Hak Teâlâ’nın iradesi peygamber efendimizi halk etmeye iliştiği vakit, Cebrail aleyhi selama - arzın kalbi ve nuru olan topraktan getir, diye emretti. Cebrail aleyhi selam da Firdevsi Âlâ ve İlliyin makamı melekten bir avuç beyaz ve nurani toprak alıp geldi. Cennet ırmaklarının suyu ile onu yoğurdular. Ak inci gibi ağarıp öyle oldu ki, etrafına ışık verdi. Ondan sonra melekler onu aldılar; Arş ve Kürsi tarafında, göklerde, yerlerde, dağlarda ve deryalarda dolaştırdılar. Ondan sonra bütün melekler ve diğerleri, resulullah efendimiz hazretleri ve onun üstünlüğü hakkında bilgi edindiler. O zamanda henüz Hz. Âdem’den hiç kimse nam ve nişan bilmezdi, diye buyurdular.

Yine rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ hazretleri Âdem aleyhi selamı yarattığı zaman kalbine ilham etti ve Âdem; - Bana niçin Ebu Muhammed’in babası diye künye verdin diye sordu. O zaman Allah Teâlâ emredip; -Ey Âdem başını kaldır, dedi. Hz. Âdem başını kaldırıp bakınca, Arşı Âlâ’da resulullah efendimizin pak nurunu gördü. – Ya rabbi, bu nur hangi nurun aslıdır, dedi. Hak Teâlâ: - Bu nur, senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, Onun ismi göklerde Ahmet, yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydı seni yaratmazdım. Yerleri ve gökleri de halk etmezdim, buyurmuştur.

Hadis imamlarından Hâkim’in Sahih’inde rivayet edildiği de buna şahittir ki, şöyle buyurmuştur: - Hiç şüphesiz Âdem aleyhi selam resulullah efendimizin şerefli ismini Arz üzerinde yazılmış gördü. Allah Teâlâ hazretleri; - Ey Âdem! Eğer Muhammed olmasaydı seni yaratmazdım, buyurdu.”

İşte böyle! Peygamberlere bile sınırlı yetki veren Kuran’a (bakınız Rad Suresi, ayet 38 vd.) zor inanılır da –hatta bazen inanılmazda- “büyük âlimlerin” yazdıklarına, “hadisçi” geçinenlere kayıtsız koşulsuz inanılır. Böyle saçmalıklara inanan saf ve cahil milyonlarca Müslüman vardır.

Peygamber Muhammed’in manevi ameliyat edilip, bütün organlarının günahlarından arındırılması da böyle söylentilere dayalı ayrı bir konudur. Ya peygamber Muhammed’in ölmüş olan babasını diriltip, Müslüman yapması olayına ne dersiniz? Ne yazık ki böyle konular kitaplara girmiş, hadis olarak yutturulmuş, milyonlarca okuyan ve inanan olmuştur.

TANRI ÜZERİNE FİKİRLER

Yazan: Karmaşık
Karmaşık, din, Tanrı üzerine fikirler, Tanrı evren mi, Tanrı üzerine aforizmalar, Yaratıcı, Varoluş felsefesi, Ahiret fikri, Evren tanrı mı?, Biz ve Tanrı, Felsefi akımlar,
Namaza başladım..
Arapça Kur'an ayetleri ezberledim namaz da lazım oluyor diye.
Kıldım, kıldım, kıldım..
Başım sıkışsa da sıkışmasa da dua ettim.
Ramazanlarda oruç tuttum. Kimi yıl ful tuttum, çoğu yıl parça bölük tuttum. En çok sevdiğim an iftara yakın saatlerdi.
Kandil gecelerinde ekstra namaz kılar ve bol bol dua ederdim.
Kesinlikle cünüp gezmez ve sekse başlarken içimden besmeleyi okurdum (!).
Kendimi aydın bir Müslüman olarak tanımlardım.
Çünkü yazın denize girer, sol görüşlü yazarları da okurdum. Bazen bira veya bir kadeh rakı zorlarlarsa içerdim.
Aydındım yani (!)
Ama sağdan soldan rast geldiğim din içerikli yazıları okuduğum zamanlar içimi bir sıkıntı kaplardı. Burada yazanlara göre benim kafir olmasam bile münafık veya günahkar olma ihtimalim vardı.
Çok okurdum. Hala da okurum.

Uzun bir süre bu konu üzerine yoğunlaştım. Araştırıp, mantık temeline oturtmaya çalıştıkça çelişkilerin çokluğunu gördüm. Hatta uzun bir süre kendimle savaştım. Allah Kuran’ı göndermiştir ancak Emevi ve Abbasiler tarafından bugünkü çarpık haline evrilmiştir diye bir tez öne sürdüm kendi kendime. Ancak aslında sadece Kuran değil, Tevrat ve İncil’in de bir çok çelişkilere sahip olduğunu öğrendim.
Birde Sümerlerden gelen bir çok mitin kitaplara aktarıldığını da öğrendim, iyice soğudum.
Eveeett….
Sonuç itibarı ile “düşünüyorum öyleyse varım “ falan değil,
direk “ varım ve var olduğuma göre Tanrı’da var ”  düşüncesine sahip oldum.
Tanrı..
Her şeyi sayısal bir temele oturtarak var eden..
Peki Tanrı nerede ve bizimle nasıl iletişim kuruyor?  İşte şimdi bu düşünce noktasındayım.
Hakikaten nerede olabilir ?
Acaba tüm kitaplarda anlatıldığı gibi zamandan mekandan münezzeh ancak şah damarımıza yakın mı yoksa, sadece kitap göndermeden bizimle adına “vicdan” dediğimiz sistemle mi bağlantı kuruyor? Hani iç ses diyoruz. İşte o ses acaba Tanrı’nın sesi mi?
Gerçek nedir ?
Bizim hikayemizi kim izah edebilecek ? Hikayemiz nereye dayanıyor ? Bir yaratan var.. o tamam,
o konuda çoğumuz hemfikiriz. Tamam da yaratan neden bizimle iletişime geçmiyor ve sadece kendini hissettriyor.
Yarattığı şeylere bakıyorsun, mesela penguenler, okyanus, uzay, gezegenler, galaksiler, hücreler.. Ve hepsi de bilimsel bir temele dayanıyor.
Yani tesadüf falan gibi bir saçmalığa yer vermeyecek kadar mükemmeller.
Yani bunları tasarlayıp var eden var.
Ama nerede? Acaba Avatar filminde sembolik olarak gösterilen ağaç ( Bize göre Evren ) mi?
Bu durumda yobaz arkadaşların;
“Yuh sana lan, yani Allah’ın onu yaratmaya gücü yetmez mi zannediyon “ diyebileceklerini tahmin ediyorum. Hatta “ Evrenin başlangıcı var, bik-ben oğlum, başlangıcı olan tanrı mı olur? la ” da diyebileceklerini öngörüyorum.
İnanın bende bilmiyorum. Zaten bunu ispat edecek olanı biz direk peygamber ilan ederiz.
Ancak, nasıl ki Tanrı ezel ve ebed ise ve mesela diyelim ki evren eğer tanrı ise, evren de pekala ezel ve ebed olabilir. Bu tezime göre bizler zaten sürekli tanrı ile yüz yüzeyizdir belki de.

Evren’in muhteşem bir yaratma iradesine sahip olduğunu varsayarsak, bizler bu durumda tanrı parçacığı aramayı bırakmamız lazım. Parçacık bizler oluruz bu durumda. Tanrı evren ise eğer, bu durumda tanrının kitabını anlamanın yolunun bilim ve doğadaki canlılar olduğunu anlayabiliriz. Mesela bir aslan bir ceylana tuzak kurarak yakalayıp, gözünün yaşına bakmadan parçalayıp yiyorsa, ki öyle yapıyor. Bu durumda aslanın ahirette vereceği bir hesabı olmaz. Çünkü içgüdüsel olarak karnını doyurma ihtiyacını gideriyor aslan. Yani ceylanın yaşam hakkının elinden zorla alınmış olmasının bir cezası yok. Tıpkı ceylanda olduğu gibi, kuruyan otlarda toprağa karışır bütün bu dönüşüm muhteşem bir ahenkle sürekli ( yüzbinlerce yıldır ) devam eder. Toprak ürettiklerini, tekrar yer ve bu şekilde dönüşümü gerçekleştirir.
Bilemiyorum..
Gerçekten bilemiyorum.. Bilemiyor olmak çok acı veriyor.
Tanrı var. Ancak ben onunla iletişime geçemediğim gibi, hakkında bilgi sahibi bile değilim.
Ürettiğim tüm varsayımlar, öncekiler gibi kendi hayal dünyam olacaktır. Üstelik maymunun gözü çarpık açıldığı için benim için deli derler. Ataları gibi peygamber, elçi falan da demezler bunlar :)
Tanrım ! elimden sadece buraya, beni anlayacak insanların buluştuğu yere yazarak içimi dökmek geliyor. Yapabildiğim en bilim temelli yöntemi kullanıyorum.

Siz ne dersiniz ? Tanrı nerede size göre ? Yaratıp unutmuş olma ihtimali sıfır. Mutlaka gözlemliyor bizleri. Bu durumda bizden ne yapmamızı istiyor?

Eğer tanrı evrense ve bizleri ( bize göre ) milyon yıllar içerisinde geliştirmişse varacağımız gelişme noktasını mı görmek istiyor acaba? Çünkü bu kurama göre evrende gizlenmiş her element, her metal, veya mikro madde O’nun varlığının ve gücünün sonsuzluğunun ispatı olacaktır.
Ancak böyle bile olsa, biz öldükten sonraya kalmış olsa bile hesaplaşma istiyoruz. Kimsenin yanına kalmasın istiyoruz. Bu durumda buna nasıl bir açıklama getirebiliriz ki? Evren tanrı ise bizler O’nun varlığıın içerisinde sürekli doğup ölen hücreler gibiyizdir. Kanser nedeni ile ölen bir hücrenin hakkını kim ödetir ki?
Bilemiyorum.. İnanın kafam karmakarışık.
Sevgilerimle

KURAN’DA FELAKETLER : İNSAN İRADESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Kur'an'da felaketler, İnsan iradesi, Kur'an'da kader, İslamda kader, Kuranda irade, Alın yazısı nedir?, Kur'an çelişkileri, Kader çelişkisi, Allah'ın adaleti,

KUR'AN'DA FELAKETLER : İNSAN İRADESİ
Kutsal kitaplarda anlatılan ve arka arkaya oluşan can alıcı seller, yakıcı rüzgârlar, depremler; tanrının insanlara birer cezası mıdır? Kutsal kitaplara göre; evet, cezadır. Cezaya uğramış bu toplulukların içinde bulunanların hepsi mi suçluydu? En azından beşikteki yavruların suçları neydi ki toptan cezaya çarptırıldılar? İslam’a göre doğan her çocuk günahsız ve İslam akidesiyle doğuyorsa, yağmur duası gibi törenlerde günahsız oldukları için çocuklara dua ettiriliyorsa; çocukların bu cezalardan ayrı tutulması gerekmez miydi?

Kuran, suçların ve verilecek cezaların kişisel olduğundan; herkesin kendisinden sorumlu olduğundan söz eder. (Örnek ayetler: Bakara- 286, Zilzal- 7 ve 8, Zumer- 8) Aynı Kuran, tufanlardan insanlarla birlikte her şeyin toplu yok edilişlerini, Allah’ın gazabını birçok ayette anlatır. (Örnek ayetler: Hakka- 11-12, Enam- 9, Araf- 4- 5-34- 84- 91- 96-97, Ali İmran- 133) Hem Kuran hem Tevrat Allah’ın intikam almasından, günah işleyenlerin peşini bırakmayıp günah işleyenlerin sonraki nesillerini bile cezalandıracağı korkutmasında bulunur. Düşündükçe ortaya bir yığın soru çıkmaktadır.
Son kararı yine size bırakıyoruz.

KUR'AN'DA İNSANIN İRADESİ
Allah yarattığı insanlara gerçekten özgür bir irade vermiş midir ki; insanları yargılayıp ceza ya da ödül verecek?

Kuran’dan aldığımız yalnızca birkaç ayete bakmak yeterli. İnsanın iradesi gerçekten var mı? Bakın bakalım, Allah insana irade vermiş midir?
  • "Allah kimi dilerse onu saptırır ve kimi dilerse onu doğru yola koyar." (Enam suresi, ayet:39)
  • "Ey Muhammed! Rabbin dileseydi, yeryüzünde insanların hepsi inanırdı." (Yunus suresi, ayet:99)
  • "Allah kimi doğru yola koymak isterse, onun kalbini İslamiyet’e açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi, kalbini dar ve sıkıntılı kılar. Allah inanmayanları küfür karanlığında bırakır" (Enam suresi, ayet:125)
  • "De ki:’Allah size bir kötülük dilese veya bir rahmet istese, sizi O’na karşı kim savunabilir?” (Ahzab suresi, ayet:17)
  • "Allah size bir zarar gelmesini dilerse, O’na karşı kimin gücü bir şeye yeter?" (Fetih suresi, ayet:11) 
  • "Allah’ın dilemesi olmadıkça siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (İnsan suresi, ayet:30)
  • "Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz." (Tekvir suresi, ayet: 29)
  • "Biz dilesek herkese hidayet verirdik. Fakat cehennemi tamamen cin ve insanlarla dolduracağıma dair, benden söz çıkmıştır." (Secde suresi, ayet: 13)
  • "Üstün delil, Allah’ın delilidir. O dileseydi, hepinizi doğru yola eriştirirdi de!” (Enam suresi, ayet:149)
  • "Tanrı dilediğini yapar." (Hud, ayet:107)
İşte en mantıklı, en akla uygun denilerek zorlamalarla bilimselliğe dayandırılmak istenen İslam ve onun kitabı Kuran! Yorum yapmadan sunduğumuz bu ayetleri açıklamaya ve yorumlanmaya gerek var mı? Kuran ayetlerinde insan iradesi diye bir şeyin olup- olmadığını açık seçik olarak görmekteyiz. İnsanın elinde irade olmayınca, ceza ve ödül de; dilediğine verilir, dilediğine verilmez. Yoksa bu ödül ve cezalandırmalar, tombala oynamak gibi bir oyun mu? Torbadan ne çıkarsa bahtınıza! Sevgili okuyucular karar yine sizin.

İnsanın elinde irade olmayınca, insanın başına gelen ve gelecek olayların tanrı tarafından önceden belirlenerek; adına kader ya da alın yazısı demek ve buna inanmayı imanın altı koşulundan biri yapmak mantıklı mıdır? Bu imanın mantığı; sınav yapmadan not vermekten başka nedir? Bu mantıkla insan yaptığı iyi ya da kötü işlerden nasıl sorumlu tutulabilir? Ayrıca imanın altı koşulundan biri de; “kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine” inanmaktır. Buna inanmayan imansızdır. İman olmayınca Müslüman da olunamaz! Ancak, Kuran anlatımına göre; hiç kimse kendi irade ve isteğiyle Müslüman da olmuyor, kâfir de. Allah, inancı ve dini kendi istediği şekilde insanlara veriyor. Yoruma gerek kalmadan Kuran ayetlerinde anlatılanlardan bu sonuç çıkmaktadır.

Dinleri kendi kaynakları içinden sorgulayan öncülerden İlhan Arsel, Kuran ayetlerine dayanarak çelişkilerin ortaya dökülmesini sağlıyor.

"Size deseler: Tanrı dilediğine hidayet verir, onu doğru yola sokar, ya da dilediğinin gönlünü açar, onu Müslüman kılar, dilediğini de hidayetinden yoksun kılar saptırır, ya da gönlünü kapatıp kâfir kılar. Dilediğini putlara taptırtır, dilediğini puta tapmaktan uzak kılar. Doğru yola soktuklarını, yani Müslüman yaptıklarını cennete atar, kâfir yaptıklarını ya da puta taptırdıklarını cehennem ateşinde yakar! Bu şekilde konuşanlara karşı ne dersiniz?

Eğer bu söylenenleri akılcı düşünce kıstasına vurup: "Hayır olmaz böyle şey. Yüce olduğu kabul edilen bir tanrı, insanları hem kâfir ya da puta tapar yapıp hem de cehenneme atmış olamaz. Böyle yapacak olursa hem adalet ilkelerini çiğnemiş ve hem de çelişkili şekilde konuşmuş olur" derseniz Müslümanlık sınavından sıfır alırsınız. Ama aklı bir kenara atıp, yukarıdaki sözlerin doğru olduğunu söyleyecek olursanız cennetin en güzel köşelerine layık bir Müslüman olduğunuzu ortaya vurmuş olursunuz. Çünkü İslâm şeriatı, Muhammed'in Tanrısının keyfiliğini, çelişkiliğini, adalet ilkelerini çiğnemişliğini kanıtlayan buyruklarla doludur. Nice örneklerden biri olarak En'âm Suresi'nin şu ayetini okuyalım:
"Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse kalbini iyice daraltır (onu inanmayanlardan yapar). Allah inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir (onu cezalandırır)" (En'âm Suresi, ayet 125).

Görülüyor ki Muhammed'in Tanrısı, dilediğini kâfir yapıyor ve kâfir yaptığını da cezalandırıyor! Daha başka bir deyimle insanlar, kendi istek ve iradeleriyle doğru yolu bulmuş olmuyorlar. Onları Müslüman ya da kâfir yapan Tanrı'dır. Hatta Muhammed bile kendi istek ve iradesiyle doğru yola girmiş değildir. Onu doğru yola ileten Tanrı'dır. Kuran'da şöyle yazılı: "(Ey Muhammed!) Eğer seni sebatkâr kılmasaydık, gerçekten, nerdeyse onlara (müşriklere- puta tapanlara) birazcık meyledecektin. O zaman, hiç şüphesiz, sana hayatın ve ölümün sıkıntılarını kat- kat tattırırdık; sonra bize karşı kendin için bir yardımcı da bulamazdın..." (Bkz. İsra Suresi, ayet 74-75).

Bir başka örnek şöyle: "Allah kime hidayet verirse (doğru yola sokarsa), işte doğru yolu bulan odur; kimi de hidayetten uzak tutarsa, artık onlara Allah'tan başka dostlar bulamazsın. Kıyamet gününde onları kör, dilsiz ve sağır bir halde yüzükoyun hasrederiz. Onların varacağı ve kalacağı yer cehennemdir ki ateşi yavaşladıkça onun ateşini arttırırız! Cezaları işte budur! Çünkü onlar ayetlerimizi inkâr etmişlerdir..."(İsra Suresi, ayet 97).

Yine görülüyor ki Tanrı, dilediğini hidayete erdiriyor, doğru yola sokuyor ve cennetlik kılıyor; dilediğini de hidayetten uzak tutuyor, yani saptırıyor ve saptılar diye onları kıyamet gününde kör, dilsiz, sağır bir halde cehennem ateşine atıyor! Yine bunun gibi kişileri müşrik (putperest) yapan da Tanrı.

Nitekim Enam Suresi 106-107.ayetlerde şöyle yazılı: "(Ey Muhammed!) Puta tapanlardan (müşriklerden) yüz çevir. Allah isteseydi puta tapmazlardı..."

Yani Tanrı, dilediğini puta tapanlardan yapıyor ve sona da Muhammed'e "onlardan yüz çevir" diye buyuruyor. Bununla da kalmıyor "müşrikleri (puta tapanları) bulduğunuz yerde öldürün" diyor (Tevbe Suresi, ayet 5).

Yani Muhammed'in Tanrısı, hem insanları günahkâr kılmakta, hem de günahkâr kıldıklarını cezalandırmakta, hani sanki suçluluk onlara ait imiş gibi! Olacak şey midir bu? Şimdi soracaksınızdır: "Neden Tanrı çelişkili bir dil ile ve adalet duygularını çiğner şekilde konuşur!"  Bunun çeşitli nedenleri var ve bu nedenlerin hepsi de Muhammed'in günlük çıkarlarıyla ilgilidir. Örneğin kişileri Müslüman yapmak isteyip de yapamadığı zamanlar, sorumluluğu Tanrı'ya atmak suretiyle kendisini temize çıkarma yolunu bulmuştur. Konuyu diğer birçok yayınlarımızda (örneğin "Kuran'ın Eleştirisi" adli kitabımızda) ele aldığımız için burada fazla durmayacağız.

Dilediğini imanlı ve dilediğini de imansız yapan Tanrı'nın, kâfir yaptığı kişileri şeytan ile dost kıldığını kabul edebilir misiniz?" Eğer bu soruya: "Hayır kabul edemem; çünkü yüce bir Tanrı insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmaz" şeklinde yanıt verecek olursanız Müslümanlık sınavından iyi not alamazsınız, çünkü Muhammed'in söylemesine göre Tanrı, kâfir kıldığı kimseleri bir de şeytanlarla dost yaptığını bildirmekle övünmüştür. Gerçekten de biraz önce gördüğümüz gibi Muhammed'in Tanrısı, dilediğini gönlünü açıp Müslüman yapıyor ve dilediğinin de gönlünü kapayıp saptırıyor, yani kâfirlerden kılıyor; kâfir kıldıklarını da cehenneme atıyor. En'am 125'deki durumu zaten paylaşmıştım, şimdi ilgili diğer ayetlere bakalım:

En'am suresi 39.ayet: "Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içerisindeki birtakım sağırlar ve dilsizlerdir. Allah, kimi dilerse onu şaşırtır. Kimi de dilerse onu dosdoğru yol üzere kılar."

Zümer suresi 22-23. ayetler:
22) Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, rabbinden gelen bir aydınlık içinde olmaz mı? Allah’ı anma konusunda kalpleri katılaşmış olanlara ise çok yazık! Onlar apaçık bir sapkınlık içindedirler."
23) Allah, sözün en güzelini; âyetleri, birbirine benzeyen ve tekrarlanan bir kitap olarak indirmiştir. Rablerinden korkanların derileri ondan dolayı gerginleşir. Sonra derileri de kalpleri de Allah’ın zikrine karşı yumuşar. İşte bu Kur’an Allah’ın hidayet rehberidir. Onunla dilediğini doğru yola iletir. Allah, kimi saptırırsa artık onun için hiçbir yol gösterici yoktur.

Şura suresi 8.ayet: "Allah dileseydi, onları (aynı dine mensup) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, dilediğini rahmetine sokar. Zalimlerin ise bir dost ve yardımcısı yoktur."

Fakat yine Muhammed'den öğrenmekteyiz ki Tanrı bir de iman sahibi kılmadıklarını şeytanlarla dost kılmaktan hoşlanmaktadır. Nitekim A'raf suresi 27.ayette şöyle konuşmuştur: "Ey Âdemoğulları! Şeytan, anne babanızı ayıp yerlerini birbirine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. Çünkü o ve yandaşları, sizin onları göremeyeceğiniz yerden sizi görürler. Şüphesiz biz şeytanları inanmayanların yoldaşları yaptık."

Yani Tanrı, insanları saptırıp şeytanlarla dost kılmayı kendisine mutluluk vesilesi ediniyor. Fakat bunları söyleyen Tanrı, hani sanki bu söylediklerini unutmuş gibi, bir de şeytanlarla dost olmanın insanlara ait bir şey olduğunu söyler, örneğin şöyle der: "Cemaatin bir kısmını hidayete (doğru yola) erdiren O'dur (Tanrı'dır). Ötekiler ise delâleti (sapıklığı) hak ettiler. Onlar Allah'ı bırakarak şeytanları can ciğer dost edindiler. Böyle iken kendilerinin doğru yolda olduklarını sanıyorlar" (Araf Suresi, ayet 30)

Dikkat ediniz, biraz yukarıda dilediğini doğru yola sokup dilediğini saptırarak şeytanlarla dost kıldığını söyleyen Tanrı, şimdi burada tam tersini söylemektedir. Daha doğrusu bir grup insanı doğru yola soktuğunu açıklarken, bir grup insanın da şeytanları kendilerine dost edindiklerini bildirmektedir! (İlhan Arsel- Şeriattan Kıssalar)

ÖYLEYSE ALIN YAZISI (KADER) NEDİR?
"Haberiniz olsun ki, biz her şeyi bir kader üzerine yarattık." (Kamer Suresi: 49)

Kuran ayetlerine bakıldığında alın yazısı ya da insan iradesi konusunu bir senteze ulaştırmanın hiç olanağı yok. Yukarıdaki ayetler olmasaydı, mantıkla bir düşünce yürütebilirdi. Oysa ayetler; insanların da, doğanın da, her bir şeyin de elini kolunu bağlamakla kalmayıp; insanı kayıtsız koşulsuz doğal suçlu durumuna da düşürmektedir.

İsmet Zeki Eyüboğlu  “Türk Şiirinde Tanrıya Kafa Tutanlar” isimli kitabının başında Allah’a anlamlı ve mantıklı bir soru soruyor: “Benimsediğim, sevdiğim, bağlandığım evrenden ayır, çürüt, toprak et, tırtıllara böceklere yem yap, gözümün önünde canım gibi sevdiklerimi al yokluğa sürükle… Sonra dön bana beni suçlu say. Bunlar yetmiyormuş gibi alevlerde yalımlarda yakacağım, tamuya atacağım de. Gücenme, darılma da şu soruma yanıt ver: Suçlu sen misin, ben mi? Ben sana dilekçe mi verdim beni yarat diye?”

Mantıklı bir düşünce üretilecekse; insanın iradesi vardır ama vicdan, toplum ve yasalardan başka hiç kimseye karşı sorumlu değildir. Aslında kutsal kitaplar da çelişkiler ve sorunlar varsa da; asıl sorun insanların konuyu anlamaya çalışmamalarıdır. İnsan bir eylem yapacağı zaman önce ne yapmak istediğini düşünür. Karar vereceğinde; aklı, bilgiyi, mantığı ve iradeyi kullanmak durumundadır. Bunları kullanacağında insanın önüne birçok seçenek çıkar. Bir seçenekte karar verilirse, yeniden bir sürü seçenek çıkar ve karar kesinleşinceye kadar bu böyle sürüp gider. İnsanın başına gelecek iyi ya da kötü olaylar; bu seçeneklerin doğru ya da yanlış seçenekte karar verilmesine bağlıdır. Kutsal kitaplarda yazılanlar gibi, eğer alın yazısı önceden yazılmış ve değişmez olsaydı; çok anlamsızlıklar ortaya çıkardı. Oysa sınava çekilmeyen öğrenciye not verilmez.

Bazı din yorumcuları; Allah ezeli ve ebedi olarak her şeyi bildiği için, insanların ne yapacaklarını da bildiğinden alın yazılarını yazmıştır derler. Öyle bile olsa, insanların başına gelecek olayları ortaya çıkaran ve böyle olmasına karar veren yine Allah değil mi? İnsanın şöyle ya da böyle bir eyleminden dolayı yargılanması bu alın yazısına bağlıysa; insan ne yaparsa yapsın, alın yazısına boyun eğip, kendi hakkına ne düşerse ona razı olmasından başka bir şey kalmaz mı? İşte ilahi adalet denilen bir adalet anlayışı!

Dinlerde mantık aranmaz. Ancak, insanlarda mantık vardır. İşte alın yazısına, yani hayır ve şerrin Allah'tan geldiğine inanıp iman etmeyi, imanın altı koşulu içine katılmasının nedeni; mantığı ve insan iradesini yok saymaktır. Yeryüzünde düşünebilen, karar verebilen, kararını uygulayabilen, iyiyle kötüyü ayırt edebilen tek canlının insan olmasına karşın; Allah insanın bu yetilerini yok sayıp çıkıyor. “Elbet hikmetinden sual edilmez!”

KANATLI GÜNEŞ DİSKİ

Yazan & Çeviren: A.Kara
Antik semboller, Semboller, Semboller ve anlamları, Kanatlı güneş diski, Kanatlı disk, Eski semboller, Kanatları olan disk, Güneş diski, A, Ra, Tanrı sembolü ANTİK DÖNEMİN EN ÖNEMLİ SİMGELERİNDEN BİRİ : KANATLI GÜNEŞ DİSKİ
Çok eski zamanlardan beri kanatlı güneş diskinin tüm dünyada birçok kültür tarafından kullanıldığı görülmektedir. En eski dini ve güneş simgelerinden biri olan kanatlı güneş diskinin farklı varyasyonları antik topluluklardan olan Sümerler, Asurlar ve Hititler'de ve birçok toplulukta görülmektedir.

Kanatlı güneş, her yerde birden bulunmanın bir işaretidir; Antik Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve Pers toplumunda ilahiyat, kraliyet ve yüce güç ile ilişkilidir. Bu simge genellikle tanrı Horus'un şahin kanatlarıyla taşınan, koç tanrı Amun'un yayılan boynuzlarının üzerinde olduğu bir güneş küresi olarak yorumlanır.

Başka bir varyasyonda ise güneş diski iki kobra yılanı tarafından çevrelenmiş açık başlıklar olarak görülürken bazen ise başa takılan taç olarak göze çarparlar.

Kanatlı disk, kurtarıcı'nın tekil bir simgesini, kanatlı bir güneşi, doğruluk güneşini, kanatlarında şifa ile ortaya çıkan tek bir simgeyi temsil eder.

Aynı zamanda güneş tanrısı Ra'nın bir simgesidir. İbranice'de "Ra" iyiyi bir hiçliğe, felakete ve acıya dönüştürmek anlamına gelir. Çin'de ilahi kusursuzluğun simgesi iken Hindistan ve Mısır'da ise yüksek tabakalara (gökyüzü, dünya ve dünyanın dışı) yükselişi simgeler.

Gizemli bir şekilde bu simge gücün simgesi haline geldi. Tarot kartlarında sıklıkla kullanıldığını görebilirsiniz.

ESKİ MISIR, MEZOPOTAMYA VE DOĞU AKDENİZ ÜLKELERİNDE KANATLI GÜNEŞ DİSKİ
Bu simgenin varlığı antik Mısır'daki eski krallık ile tasdik edilir (M.Ö. 2613-2181) ve simgenin genellikle iki kobra yılanı tarafından kuşatıldığı görülür. Orta Krallıktan itibaren ise koruma simgesi olarak dikili taşlarda ve tapınak girişlerinde bulunur. Horus ile birleştirildikten sonra "Behdety" olarak adlandırılarak Behdet'in Horus'u olarak bilinen Behdety tanrısı ile ilişkilendirildi.

Firavun Akhenaton tüm diğer tanrıları ortadan kaldırmayı ve yalnızca güneş diskinin ibadetini kabul ettirmeyi denemişti ama girişimleri başarısız oldu. Eski Mısır'daki çok tanrılı inanç sistemi Akhenaton’un fikirlerini ve vizyonlarını kabul etmeyerek ismini dikilitaştan sildi.

Güneş diski Mısır'da birçok isim altında tanınan ve tapılan baş cennet tanrısının ana simgesi haline geldi. Geleneksel olarak birçok Mısır mezarı ve tapınağında güneş disklerinin kapılara oyulduğu görülmektedir.

Doğu Akdeniz Ülkelerinde, Mezopotamya ve Küçük Asya'da kanatlı güneş diski simgesi M.Ö 2000 yıllarında ortaya çıktı.

Asur hükümdarları onu kraliyet simgesi olarak görüyordu. Önemi şu kelimelerle ifade edildi: SOL SUUS (Harfi harfine tam anlamıyla, "kendi kendine, Güneş", yani "Majesteleri").

MÖ 8. yy'da kanatlı güneş diski, Yahuda Krallığı'nın kraliyet evine ait İbranice mühürler üzerinde görünür ve bu simge özellikle "l'melekh" ("krala ait") yazıtıyla birlikte kavanozlarda ve mühürlerde bulunur. Kudüs'teki Yahuda Kralı olarak Davud'un 13. halefi olan Hizkiya saltanatından (M.Ö. 715-706 yıllarında) Hizkiya'nın kraliyet mühürleri, merkezi güneş diskinden çıkan altı ışını ve aşağıya doğru iki kanadını barındırıyordu.

Bazı mühürler iki tarafında da Mısır simgesi olan ankh ("hayatın anahtarı") simgesiyle kuşatılmış olarak bulundu.

Zerdüştlük'te ise kanatlı güneş diski Zerdüşt Persler döneminde "Faravahar" ("Ahura Mazda'nın görsel yönü") olarak biliniyordu.