HABERLER
Dini Haber

KUR’AN’DA ALKOL VE YASAKLI YİYECEKLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'da alkol, Kur'an'da yasaklı yiyecekler, Kur'an'da şarap, Şarap haram mı?, Kur'an ve sağlık, Sarhoş eden maddeler, Domuz eti, Ayetlerde şarap,

KUR’AN VE SAĞLIK

Kur’an sağlık kitabı değildir: O zaman niye yenilecek yenilmeyecek bazı yiyecekler zikredilmiş? “İnsanı sarhoş eden ya da akli melekelerini bozan her türlü şey yasaklanmıştır” gibi bir ifade yerine neden  Sadece üzüm ve hurmadan yapılan Şarabın sarhoşluk veren bir içecek olduğu özellikle belirtilip yasaklanmış?

Kur’an savaş kitabı değildir: Neden o zaman Kur’an’da hem geçmiş savaşlardan bahseder hem de savaş durumunda yapılması gerekenlerle ilgili direktifler verir? “İçinde yaşadığınız topluluğun hem dıştan hem de içten can  güvenliğini sağlamak için, mümkün olduğu kadar en insancıl  ve en akılcıl şekilde hareket edin, bir birinize destek olun, birlikte hareket edin” gibi bir ifade kullanmak yerine savaşta yapılması gerekenlerle ilgili ya da geçmiş Peygamberlerin savaşlarda takındıkları tutumlarla ilgili yüzlerce ayete neden yer verilir?

Kur’an’da neden şu konuya ilişkin bir ayet yoktur gibi bir soru sorulduğu zaman  o değişmeyen cevap hemen gelir: Kur’an sağlık kitabı değildir. Kur’an matematik kitabı değildir. Kur’an bilim kitabı değildir.

Peki Kur’an ne kitabıdır? Cevap: Kur’an, Allah’ın öncelikle dinini insanlara tanıtıp ardından insanların hem bu dünya hayatında hem de öte alemde kurtuluşlarına, mutlu olmalarına, kötülüklerden ve fenalıklardan uzak durmalarına  vesile olan ve kişinin iyi ve imanlı bir mümin olmasında yol gösterici İlâhî bir kılavuzdur.

Kırmızı renkli yazının biraz üzerinde düşünürsek eğer “hem bu dünya hayatında hem de öte alemde kurtuluşlarına, mutlu olmalarına, kötülüklerden ve fenalıklardan uzak durmalarına  vesile olan…” bir kitaptır şeklinde gider. İnsanların bu dünya hayatında kötülüklerine vesile olan bazı durumlar Kur’an’da belirtilmiş. Peki neden sadece bazı durumlar belirtilip yasaklanmış? Hadi şimdi bu bazı durumları değerlendirelim.

Nahl 67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.

Bakara 219: Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Maide 90: Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Maide 91: Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

Yukarıdaki Kur’an ayetlerinde içkinin ve kumarın kötü bir şey olduğu ve yine içki ve kumardan uzak durulması gereği anlatılıyor. Bunda kötü bir şey yok. Diyanetin en son çevirilerinde ve aslında bir çok  Mealcinin çevirisinde  içki  olarak çevirilen Arapça kelime “hamr” olarak telaffuz edilen  ve  لْخَمْرُ şeklinde yazılan Arapça kelimeyi çeviri sitelerinden ister Türkçe olarak ister İngilizce olarak arattığınız zaman karşınıza “Şarap” kelimesi çıkar.  Bir çok mealde de aslında çevirisi şarap şeklindedir. Yani ayetlerden birisini Diyanetin eski çevirisi ile yazmak gerekirse aşağıdaki gibidir:

Maide 90 Diyanet Eski çevirisi: Ey iman edenler!  Şarap,  kumar,  dikili taşlar (putlar),  fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir;  bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.

Şarap anlamına gelen Arapça kelime yukarıdaki ayetlerden sadece Nahl 67’de kullanılmamıştır.  Fakat burada anlatmak istediğim asıl durum, eski çevirilerde “hamr” kelimesi orijinal çevirisi ile yani  “Şarap” olarak çevrilmesine karşın, diğer içkilere yönelik tartışmaların gündeme gelmesi ile birlikte söz konusu kelime “içki” olarak çevrilmeye başlanmıştır. Yani  zamanın şartlarına göre gereken güncelleme yine yapılmıştır.

Ben bu ayetlerdeki şarap ya da içki yasağını değerlendirirken Kur’an’ı, kıyamete kadar hüküm sürecek evrensel bir kutsal kitap olarak inanılması nedeni  ile  ele alacağım. Eğer sizin inancınıza göre Kur’an sadece ve sadece Arap toplumuna inmişse ya da Peygamberin yaşadığı dönem için geçerli ise zahmet edip yazımı okumanıza hiç gerek yok.

Şimdi,  yıllardır bu ayetlerle ilgili olarak Şarabın, sarhoşluk veren tek içki çeşidi olmadığı defalarca dillendirildi. Nahl 67’de, “Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz” deniliyor. Burada üzerine vurgu yapılan şey aslında o dönem içkisinin yani şarabının, Peygamberin yaşadığı civardaki insanlar tarafından “meyveden yapılır” olarak bilinmesidir. Ayette sözü edilen hurma ve üzümden sadece şarap değil, farklı türde yiyecekler de yapılır ve içki de yapılır. Kur’an’ın hiçbir yerinde meyve dışında içki yapılan bir yöntem okumadım.  İslâm Peygamberinin doğumundan çok daha önceki yıllardan beri Bira olarak bildiğimiz ve buğdayla şekerin mayalanmasından yapılan alkollü içeceğin hammadesi meyve değildir ve Kur’an’da adı geçmez. Adının geçmiyor olması çok ilginç çünkü Biranın tarihi MÖ  10000 lere kadar gidiyor ve neredeyse Buğday ile geçinen bir çok uygarlık bu içeceği bol miktarda üretmiş ve tüketmiş. Yine buğday, mısır ve çavdar kullanılarak yapılan Viski, MS 450 yıllarında icat edilip kullanılmaya başlanmış.  Yani bira ve viskinin tarihi, İslâm dininin ortaya çıkmasından eski. Hiçbir meyve ve tahıldan üretilmeyen Votka ise  iki kez rektefiye edilmiş aktif kömürden süzülmüş ve içilebilecek düzeye dek sulandırılmış saf alkoldür.  Günümüze geldiğimizde ise Haşhaş olarak bilinen ve haşhaştan elde edilen afyonun işlenmesiyle elde edilen bir sürü uyuşturucu çeşidi, alkolden çok daha tehlikeli ve kullananların çoğunluğunu geri dönülmez bir ölüm yolculuğuna çıkartmaktadır. Bu ayetler ve bu konu gündeme geldiğinde Müslüman çevre hemen şu açıklamaya sığınır:

“Ne yani ayetlerde teker teker içki isimlerini mi sayacaktı Allah? O dönemlerde, Arap milletinde içki olarak şarap kullanılıyormuş,  Kur’an’da  Arap milletinin arasında indiğine göre Araplar anlayabilsin diye içki olarak Şaraptan bahsetmiş ne var yani. Besbelli ki anlaşılması gereken şey, Şarabın bizzat kendisi değil, Şarabı da içine alan ve sarhoşluk  veren bütün içkilerden ve her şeyden bahsediyor. Bu kadar şeyi de anlamayacaksanız hiç girmeyelim tartışmaya…”

Bugün dünyaca tanınan ve bütün milletlerin yaka silktiği, korktuğu ve paniğe kapılmalarına neden olan, onca insanın katili olan ve katliamlarıyla, sert kuralları ile bilinen en azılı terör örgütleri, İslâmi terör örgütleridir. Bu islâmi terör örgütlerinin bir çoğunun, kendilerine maddi kaynak sağlamak için tonlarca uyuşturucu ticareti yaptığını bilmeyen var mı? Bilmiyor iseniz bu örgütlerin ekonomik gelir kaynakları ile ilgili bir araştırma yapın. Bu kadarla da kalmayıp ne yazık ki bu örgüt içindeki bir çok genç de uyuşturucu madde kullanmaya erken yaşta başlıyor ve bağımlı hale geliyor.  Domuz eti yemeyen ve ağzına içki sürmeyen bu dinci örgütler uyuşturucu ticaretini niye yapmasınlar niye kullanmasınlar  ki!  Kur’an’da yasak olan şey şaraptır, uyuşturucudan ya da haşhaştan hiç söz edilmez bile.  Zamandan ve mekândan münezzeh olan ve  Müslümanların ilâhı olan Allah, uyuşturucuya göre zararı devede kulak kalan Şarabı kutsal kitabında zikredip de sadece Dünya milletlerine değil aynı zamanda dini duyguları ile kandırılan milyonlarca Müslüman terör örgütünün genç  militanlarına  en büyük zararı veren uyuşturucunun elde edildiği “Haşhaş” isimli otu, bir tanecik ayette  zikredip “Haşhaş isminde bir bitki vardır ki, ondan elde edilen bazı şeyler, insanları  sarhoşluktan daha fena bir hale sokar. O yüzden bu bitkiyi,  insanlar arasında kullanmayınız” gibi bir ayeti neden göndermeyi akıl edemedi?  Haşhaş, tıp alanında da kullanılan vazgeçilmez bir bitki. Şöyle bir ayette gönderilebilirdi “Haşhaş diye bir bitki vardır ki, sizin hastalıklarınız için hekimler tarafından kullanıldığında fayda sağlar fakat zevk için kullanıldığında sizleri ölüme götürür. Bu yüzden bu bitkiyi, hastalığınızın iyileşme süreci dışında kullanmanız haramdır.” Domuz etini yasaklayan Allah haşhaş bitkisine de neden yasak getirmedi ya da kullanımının kısıtlanması konusunda Müslümanları uyarmadı? O dönemin Arapları bu bitkiyi tanımıyor olsa bile Allah, gelecekten ya da her yerden her şeyden haberdar olan bir İlâh olarak neden bütün Müslümanları bu bitki hakkında bilgilendirip uyarmadı? Bu otun dinci terör örgütleri içerisinde kullanılmasının öneminden bahsedeyim. Bu tür maddeleri kullanan kişilerde akıl, vicdan ve hatta hissiyat konusunda normal olan şeyleri bekleyemezsiniz. Aldıkları emir üzerine birilerini katlederken vicdanları sızlamaz. Ben bu katliamı neden yapıyorum? Çocukları neden öldürüyorum diye sormazlar  kendilerine. Duyguları körelir.  Okuduğum bir haberin içerisinde bu dinci terör örgütüne mensup bir militan, yabancı bir ülkenin emniyeti tarafından yakalanıyor ve konuşturulmak için fena halde darp ediliyor. Düzenli olarak aldığı uyuşturucunun etkisi ile yediği her dayakta gülümseyen ve hiçbir yerinin acımadığını hatta hiç acı hissetmediğini söyleyen terör militanı herkesi şaşkına çeviriyor. Bu örgütlerin içinde yaşayan ve bu örgütlere hizmet eden insanların çok mutlu olduklarını söyleyemeyiz. Bu kişilerden bazıları, çeşitli vesilelerle yaptıklarının yanlış olduğunu fark edip, içinde bulundukları örgütü terk etmeye çalışıyorlar. Eğer kişi, uyuşturucu madde kullanıyorsa, böyle bir sorgulama yapması ve doğruyu bulması mümkün değil.

Sağlığa bir zararı olup olmadığı henüz tartışma konusu olan Domuz etini yasaklayıp da dünyaya ve hatta Müslüman evlatlarına kök söktüren haşhaş bitkisini bir dinin İlâhı neden yasaklamaz? Yoksa Kur’an isimli kutsal kitap, gerçekte bir İlâh tarafından gönderilmedi mi?  Bugün sizin çoluğunuza çocuğunuza zoraki olarak seçenek sunsalar ve deseler ki “senin çocuğun ya domuz eti yiyecek ya da uyuşturucu kullanacak, seç birisini”. Hangisini tercih edersiniz? Domuz eti yediği için ölen bir insan var mı dünyada? Domuz eti yiyen bir sürü milletin insanları bizden az mı yaşıyor ya da sağlıkları bizimkinden daha mı kötü?  HAŞHAŞ, Mahiyeti sonradan anlaşılmış bir bitki olmayıp onbinlerce yıldır çeşitli sebeplerle kullanılmakta olan bir bitkidir. Dünya milletleri içinde şarabın  ve şarap ile birlikte diğer alkollü içeceklerin, kullananlarına verdiği zarar, uyuşturucunun verdiği zararın binde biri bile değildir.  Müslümanları da ilgilendiren ve dünyanın en önemli sağlık sorunlarından olan uyuşturucunun hammadesi olan bitki, İslâmiyet’in doğmasından çok daha önceki yıllardan beri insanlar ve topluluklar tarafından bilinmesine rağmen neden Kur’an’da zikredilmez?

Diğer bir zararlı madde sigaradır. Sigara konusunda da Kur’an’da her hangi bir ayet ya da uyarı yoktur ve İslâmî kesim sigaranın helali ya da haramı  hususunda görüş ayrılığına sahip olsa da diğer yandan Sigaranın, Kur’an’ın indirilmesinden çok sonraları icat edilmesinden dolayı Kur’an’da geçmemesini normal karşılarlar. Aslında biz,  “Allah, geçmişte ve gelecekte olanları bilen bir İlâh olarak neden gelecekte olabilecek bazı şeyleri yani şu andaki biz insanları ve bir çok Müslüman’ı ilgilendiren önemli konuları ayet olarak göndermemiştir?” diye bir soru yöneltebiliriz. Çünkü Allah’ın geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı olduğunu iddia ediyorsunuz fakat adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kendi katından gönderdiğini iddia ettiği Kur’an’ın içerisinde hiç birimizin göremeyeceği kıyamet günü dışında geleceğe yönelik hiçbir bilgi ya da insanlığın uğrayacağı zararlar hakkında hiçbir uyarı göndermemiş. Üstelik sigaranın zararlı olduğu, oldukça uzun bir müddet sonra anlaşılabilmiş. Biz, adının Allah olduğuna inanılan İlâhın geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı olduğuna nasıl inanacağız? Anamız, babamız, atamız bize bunun böyle olduğunu söylüyor  diye mi?

İçki içimi ile ilgili olarak Kur’an’daki  çelişkiler bu kadarla da sınırlı değil. Şarap ile ilgili ayetleri şimdi de iniş sırasına göre yazalım:

Nahl 67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem sarhoşluk veren hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.

Bakara 219: Sana Şarabı ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Nisa 43: Ey iman edenler, sizler sarhoş ve zihinsel uyuşukluk halindeyken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de, yolları mescitten geçenler hariç, gusledinceye kadar namaza, mescide yaklaşmayın.

Maide 90: Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Maide 91: Şeytan Şarap ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

Bu ayetlerin iniş sırasına göre açıklaması şu şekildedir:

İslâmiyet’i kabul eden Arapların geleneklerinde Şarap içmek önemli bir yer tutuyordu ve bu illeti kolay kolay bırakacağa benzemiyordu. İlk önce Üzüm ve Hurmadan elde edilen gıdaların hem faydası hem de şarabı ve zararı hususunda ayet  indi. Ardından Nisa Suresi 43 üncü ayet ile de “Sarhoş iken namaza, mescite yaklaşılmamasını emreden ayet geldi. Ardından Maide 90 ve 91 ile de Şarabın kötü bir illet olduğu ve uzak durulması gerektiği vurgulanmış oldu. Böylece Araplar, aşamalı olarak Şaraptan soğutuldu.

AYETLER BİTMEDİ

Bakara 173: Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nahl 115: Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça; bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nisa Suresi 43 üncü ayette, Sarhoş iken ve cünüp iken gusül abdesti alıncaya kadar namaza ve mescide yaklaşılmaması emrolunuyor.  Bu ayetten açıkça anlaşılan şey, Şarap yani sarhoşluk veren içecekler günah değildir. Sadece bu halde yani sarhoşluk halinde mescite girilmesi ve namaz kılınması yasaklanmıştır. E ama Maide 90 ve Maide 91 inci ayeti ne yapacağız? Bu ayetlerde de Şarabın çok kötü olduğu ve içilmemesi gerektiği yazıyor. Evet aynen bu şekilde yazıyor. Anlaşılsın diye Arapça indirilmiş Kur’an’da bir çelişki daha. Ayetin birinde “sarhoş iken namaza, mescide yaklaşmayın”, diğerinde ise “Şarap kötüdür, fenadır, uzak durun”.  Bir diğer ayet olan  Bakara 173 de ve Nahl 115 de ise yani iki ayette birden,  “…Yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı…”  yazıyor. Yalnızca bunlar bunlar haram edildi derken Şaraptan bahsetmiyor. Hangi ayetleri fesh edeceğiz? “Bakara 173 de  ve Nahl 115 de sadece hayvanların etinden bahsediyor, onları kastediyor” diyemezsiniz çünkü böyle bir ifade biçimi yok ayette.

Ey Müslüman alemi ve ey Müslüman Alimleri, bu nesh edilen fesh edilen ayetlerin Kur’an’da ne işi var? Biz size şurada şurada çelişki var dediğimiz zaman, ayetlerin iniş sırasını bizlere anlatıyor ve her şeyin belirli bir sıra, belirli bir neden ve düzen ile indiğini ve sonraki inen ayetlerin önceki inenleri fesettiğini anlatıyorsunuz. FESEDİLDİĞİNİ SÖYLEDİĞİNİZ ÖNCEKİ İNEN AYETLERİN KUR’AN’DA NE İŞİ VAR?

  • Aranızda, büyük bir şirket adına çalışan ya da devlet memuru olarak çalışanlar var mı?  Yaptığınız görev ile ilgili mevzuat ya da yönetmelik ile ilgili bilgileri almak için ne yaparsınız? Beraber cevaplayalım. Çalıştığınız kurumun, göreviniz ile ilgili olan yönetmeliğini elinize alır, okursunuz. 
  • Yönetmelikte yazılanlar geçmiş yılların yönetmeliği midir yoksa  yapılan değişikliklerle son hali midir? Tabiki de yapılan değişikliklerle birlikte son halidir.
  • Peki elinizdeki yönetmeliğin geçersiz kılınan eski hükümlerine ne olmuştur? Yönetmeliklerde eski maddeler hiçbir şekilde yazmaz, tamamen yenileri yazılmıştır. 
  • Soruyu şöyle soralım. Bu yönetmeliklerin içine,  güncellenen yeni maddeler ile birlikte,  o zamana kadar yazılmış ve hükmü geçen eski tarihli  bütün maddeler aynı anda eklenirse ne olur? Büyük bir karmaşa olur. Geçmiş dönemlerdeki yönetmelik maddeleriyle yeni maddeler bir biri ile çelişir. Hangisine uyacağımızı şaşırırız. Her kafadan bir ses çıktığı gibi, yapılan iş, çalışanlar arasında uyumsuzluğa, dengesizliğe ve şirketi tamamen olumsuz bir sonuca götürür. Yapılan hiçbir iş düzgün bir şekilde ve uyum içinde yürütülemez.


Müslüman kardeşim, kâinatın en yüksek zekâsına sahip olduğunu iddia ettiğiniz ve adının  Allah olduğuna inandığınız İlâh, bu kadar basit bir şeyi düşünemedi mi? Peygamberine  “Elçim, sana daha önce şu şu sebeplerle indirdiğim ayetleri artık silebilirsin, onların artık hükmü geçmiştir. Sakın ola ki onları kutsal kitabın içine ekleme yoksa ileride insanların benim gönderdiğim din ve dini kurallar ile ilgili şüpheleri ayyuka çıkar, beni ve emirlerimi sorgulamaya başlarlar çünkü eski ayetler ile yenileri çelişmektedir …” demek ya da bu şekilde vahiy göndermek aklına gelmedi mi? BU KADAR BASİT! O KADAR BASİT Kİ  BU ZAMANA KADAR BİNLERCE İNSANIN BU KONUDA YAPACAĞI TARTIŞMAYA, BU ÇELİŞKİLER YÜZÜNDEN HARCANAN YİTİP GİDEN ZAMANA, ARALARINDA BU KONU YÜZÜNDEN ÇIKACAK KÜSKÜNLÜK VE GÖNÜL KIRGINLIKLARINA ENGEL OLUR. BU KADAR BASİT BİR VAHİY.  Eğer Kur’an’ı  o dönemin Arapları yazmış ise sorun yok, her şey yolunda. O dönemde yaşamış bir insanın aklı ancak bir yere kadar gider fakat bu kitabı bir Tanrının gönderdiğini iddia ediyor iseniz bunda kesin olarak bir yanlışlık var.

Bakara 172: Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin; eğer kendisine kulluk ediyorsanız.

Bu ayet de çok güzel. Rızıkların temiz olanlarından yenilmesi gerektiğini söylüyor.  Bundan daha doğru ne olabilir ki? Tek sorun, bu ayet ile yani Bakara 172 ile 173 ü karşılaştırdığınızda yine çelişki ortaya çıkıyor. Şarap ve benzeri alkollü içecekler bir çok kimseye göre iyi ve temiz içecekler değildir, kötü içeceklerdir  fakat Bakara 173 e bakacak olursak  “…Yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı…”  yazıyor. Yani bunun anlamı  “leş, kan ve domuz dışında her şeyi yiyip içebilirsiniz” demek. Buna şarap da dahil.

Rızıkların ya da yiyeceklerin temiz olanlarının yenmesi ile ilgili çok sayıda ayet var, hepsini yazmaya lüzum görmedim fakat bu ayetle ilgili olarak yani Bakara suresi 172 inci ayetin “Allah’a şükredin” kısmına tam manası ile katılmadığımı belirtmek isterim. Herhangi bir dine inanan ya da inanmayan insanlar için, yenilen, içilen her şey ve hatta solunan hava bile Tanrının bir lütfu olsa dahi, insanların faydalandığı bir çok şeyde yine insanların emeği var. Dinsiz bir insan olarak her ne kadar inandığım bir Tanrı varsa da, yemeğimi yedikten sonra içsel olarak sadece inandığım Tanrıya değil, yediğim yemeğin, o masaya gelmesine katkıda bulunan, tarla işçisinden tutun da satıcısına kadar her kese Teşekkürlerimi, minnettarlığımı gönderen biriyim. Bu içsel davranışımın da doğru olduğuna inanıyorum.

Şimdi gelelim, şarabın, uyuşturucunun ve buna benzer şeylerin ticaretine. Kur’an’da  Şarabın üretimi ve satışının yasak olmasına yönelik bir ayet yok hatırladığım kadarı ile. Eğer gözden kaçırmış isem lütfen yorum kısmına paylaşın. Ben de öğrenmiş olurum. Tabi burada çok önemli ve hassas bir nokta var ki o da CİHAD kelimesi. Müslümanlara Cihad dendiği zaman her şey mübahtır. Zaten dinci terör örgütlerinin yaptığı her şeye mazeretleri CİHAD dır. Şarabı içmeseler bile satabilirler. Kime? Kâfirlere. Uyuşturucudan zaten Kur’an’da bahsedilmiyor. Uyuşturucuyu ya da bu maddenin elde edilmesini sağlayan bitkileri yetiştirip satabilirler. Kimlere? Kâfirlere.  Peygamberine Tevbe suresi 73 üncü ayette “Kâfirlere ve münafıklara karşı sert davran, onlarla savaş…” diyen Allah’ın emri, dinci terör örgütlerinin başı gözü üstünedir.

Peki İslâm dininde hangi hayvanların eti yenir, hangi hayvanların eti yenmez?  Mesela Çinliler gibi kedi köpek eti yenir mi? Gerçi nüfusun verdiği sıkıntıdan dolayı Çinliler bu konuda bilinçlenip bu geleneklerini kaybetmeye başladılar ama yine de hâlâ uzak doğuda bu tür hayvanların eti tüketiliyor.  İlgili ayetleri hatırlayalım:

Bakara 173: Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nahl 115: Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça; bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere hayvan eti hususunda, murdar hayvanın eti yani leşi, kanı ve domuz eti dışındaki ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanlar dışında bütün gıdalar serbesttir. Buna, Allah adına kesilmiş olan diğer hayvanlar da dahildir.  İslâm hukuku, sadece Kur’an ayetlerini baz almaz. Aynı zamanda Peygamberin ve İslâm Âlimlerinin ilgili konu üzerinde mutabık kaldıkları ya da uyguladıkları yöntemler ve esaslara göre de hareket eder çünkü Kur’an ayetleri her ne kadar ilgili konu hakkında bazı emirler ve esaslar içerse de, bu esaslar, ilgili konuların bir çoğunda soru işareti bırakır yani eksiktir ya da çelişkiler barındırır. Bu yüzden sadece Kur’an’a bakılmaz. Bu yüzden hadislere yani Peygamberin doğru olarak bu zamana gelip gelmediği belli olmayan sözlerine, geçmiş ve şimdiki zaman İslâm Âlimlerinin “Şu şöyle yapılabilir, bu böyle olabilir, caizdir” şeklinde fetvalarına gereksinim duyulur.  Kur’an’da sadece yukarıda ismi zikredilen hayvanlar yasaklanmış olmasına rağmen İslâm savunucuları çeşitli mesheplere göre bazı hayvanların yasak ve günah olduğunu belirtir. Mesela  ayetlerde geçen “Rızıkların temiz olanlarından yiyin” ifadesini bazı hayvanların pis olabileceği ile veya pis şeylerle beslendikleri için temiz hayvan olmaktan çıkması ile ilişkilendirirler. Mesela böcek yiyerek beslenen kertenkele, yılan eti, kurbağa, kaplumbağa, yırtıcı kuşlar gibi. Bu liste mesheplere göre uzaaar gider. Bu mesheplerin ya da bu açıklamaların dayandığı nokta ise Peygamberin, bazı hayvanların etlerini yasak ettiğini söyleyerek  A’râf suresi 157 inci ayeti bu duruma delil olarak göstertmekten kaynaklanmaktadır. Bu ayeti okuyalım:

A’râf 157: Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O peygambere inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler.

Yukarıdaki ayetin sadece kırmızı yazılı olan tarafı alınır ve denir ki: “Allah, peygamberine, hangi yiyeceklerin helâl, hangi yiyeceklerin pis ve haram olduğunu söyleme hakkı vermiştir.” Fakat ayetin tamamı okunduğunda görülüyor ki bu ayette bahsedilen Peygamber, Hz Muhammed değildir.

İslâm’ın tek geçerli ve resmi kaynağı vardır o da Kur’an’dır.  Kaldı ki eğer hadislere göre hareket etme ihtiyacı hissedilse bile bu zamana kadar gelen hadislerin doğru gelip gelmediğine yönelik bir teminat bir eminlik olmadığı gibi adının Allah olduğuna inanılan İlâh, Hicr Suresi 9 uncu ayette “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” Diyerek Kendi kutsal kitabını koruyacağını belirtmişken Peygamberinin hayatına yönelik bilgileri ve Peygamberinin ağzından çıkan sözleri koruyacağına yönelik ayet göndermemiştir.

Haaaasılı, İslâm’ın kaynağı Kur’an’a dayanarak bir kimse rahatlıkla şunu söyleyebilir ki:

Kur’an’a göre, meyveden yapılan Şarabı içince sarhoş olursan namaza ve camiye yaklaşamazsın. Bunun dışında Şaraptan uzak durmak mı lazım durmamak mı lazım karar veremedim, ayetlere bakınca iki arada bir derede kaldım fakat hangi hayvanların eti yenir diye sorarsanız, Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların eti yenmez fakat bu hayvanlar dışında her hangi bir hayvanı(kedi, köpek, yılan, akrep, kertenkele, kurbağa, çekirge gibi), Allah’ın adını kullanarak boğazlarsanız ya da elinizde av tüfeğiyle bir kuşu veya başka bir yabani hayvanı öldürmeden önce Allah’ın ismini anıp öldürürseniz helâldir.

Sağlık konusunda, yiyeceklerle ilgili olan kısmı geçtik. Sıra geldi sağlığı direkt olarak ilgilendiren muayeneye.

Nur Suresi 31 inci ayet: Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah´a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.

Benim güzel ülkemde  ve özellikle benim yaşadığım bölgede henüz bundan 20 sene öncesine kadar  birçok köyde, kasabada ve aşırı dindar olan şehirli ailelerin içerisinde “kız çocuğu ameliyat olmaz” veya “kadın ameliyat olmaz, ayıptır” gibi oldukça gerici bir zihniyet vardı. Kız çocuklarını ya da kadınlarını ameliyat ettirenler ise bu işi gizli tutup elden geldiğince saklamaya çalışırlardı. Hatta yakın bir akrabamın 17 yaşındaki kızı apandist ameliyatı olmuştu. Geçmiş olsuna gelenlerin arasında köyden gelenler de vardı. “Kız çocuğu da mı ameliyat olurmuş,  çırıçıplak  ameliyat masasına mı yatırdınız?” diyen aileyi  görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Ülkemin bazı bölgelerinde hâlâ bu zihniyet yaşıyor mu bilmiyorum fakat şu zamanda bazı Arap ülkelerinde kadınların, mecbur kalsalar bile erkek doktorlara muayene olamayacaklarını biliyorum. Bir kadının mecbur kaldığında ve gerektiğinde vücudunu, bir sağlık problemi gereği doktora göstermesi, İslâm’ın o orijinal o eski inanışında günahtı. Şu an İslâm alimleri, hasta olan ya da hastalık şüphesi olan kadınların gerektiğinde erkek doktorlara muayene olabileceklerini gerekirse ameliyat olabileceklerini,  bunun dinen caiz olduğunu ifade ederler ve bu hususu da İslâm hukukuna uydurabilmek adına kadınların erkek hekim tarafından muayene ve tedavi edilmesini destekleyen Âlimlerin isimlerini ve bu husustaki görüşlerini, sözlerini yazıp konuyu bitirirler. Bu hususa dair Kur’an’dan tek bir ayet bile göstertemezler çünkü adının Allah olduğuna inanılan İlâhları, Nur suresi 31 inci ayette  bir kadının ziynet yerlerinin ya da gerektiğinde mahrem yerlerinin bir erkek hekime, bir erkek doktora ya da geçmişte bu tür meslek guruplarına hangi isim takılıyorsa o kişilere  göstertebileceğini yazmamış. Bari deseydi ki  “erkek hekime görünürken  ailesinden birisi de yanında bulunsun”  CIK, O da yok. Unutmuş olabilir ve onun unutkanlığı yüzyıllar boyunca bir çok Müslüman kadının  ciddi bir şekilde mağdur olmasına hatta ölümüne yol açmıştır. Çok şükür, İslâm Âlimi denilen insanoğlu, inandığı İlâhtan daha düşünceli, daha zeki ve daha merhamet sahibi olduğunu bir kez daha göstertip kadının mahremiyetini erkek doktor karşısında caiz göstertip kadını bu zor  durumdan kurtarmaya çabalamıştır. Ne varsa insanda var!

İnsan sağlığını ve hatta sadece insan değil aynı zamanda da hayvanların ve bitkilerin sağlığını da ilgilendiren belki de en önemli konu, temiz çevre.  Kur’an’da çevre kirliliğine yönelik olarak aşağıdaki ayetler göstertilir:

Rum 41: Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.

Rum 42: De ki: «Yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların çoğu (Allah´a) ortak koşarlardı.

Rahman 7-8: Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız;

Okuduğumuz bu üç ayette çevre kirliliğine yönelik hiçbir şey yok. Rum suresi 41 inci ayetteki “fesat” olarak çevrilen kelime bazı tefsirlerde “bozulma” olarak kullanılsa bile yine de bu ayetler tam olarak çevre kirliliğinden mi bahsediyor yoksa başka şeylerden mi bahsediyor, kesin bir şeyler söylemek çok zor. “Ey müminler, yaşadığınız çevreyi kirletmeyiniz. Ağaçları, zorunlu olmadıkça kesmeyiniz, hayvanlara zarar vermeyiniz. Hayvanların, bitkilerin ve ağaçların bulundukları bölgeleri kötüleştirip kirletmeyiniz. İçinize çektiğiniz soluduğunuz havayı kirletecek faaliyetler içine girmeyiniz ve bunu yapan sistemlere destek vermeyiniz…” gibi açıkça anlaşılabilir ayetler yok ne yazık ki Kur’an’da.  Peygamberine hangi hanımların helal olduğunu ayet olarak şakır şakır yazdıran Allah, iş yarattığı gezegenin ve çevrenin temizliğine gelince dilini yutmuş. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kendi yarattığı gezegenin, tabiatın sağlığını, temizliğini korumak kısmını pek düşünememiş besbelli ama Peygamberden tutun da şimdiki ve geçmişteki İslâm Âlimlerine kadar size çevreyi temiz tutmanız ile ilgili veya ağacın önemi ile ilgili  bir çok hadis ve önemli sözleri, nasihatleri sıralayıp, ilgili kişinin(İslâm Âliminin) sözlerinin olduğu ansiklopedilerin cilt ve sayfa numaralarını yazıp gösterteceklerdir. Âlim dediğiniz insandır sonuçta. Ne varsa insanda var!

Çevre kirliliği ve ağaçlar neden önemli?  Anlatmaya gerek var mı? En önemli şey zaten. Özellikle hayvan ve bitki çeşitliliğini yok etmemek için gelişmiş ülkeler çaba sarf ediyorlar. Bu çabanın, her türlü canlılığa saygı duymaktan çok o canlılık türüne ihtiyaç duymakla alakası var. Ekolojik dengenin bozulmasının  yanı sıra bu gün bir çok çeşitte bitki ve bir çok çeşitte hayvan türü, farklı özellikleri, türleri ve kimyaları ile, insan sağlığına ve insan vücudundaki rahatsızlıkları, hastalıkları, anomalileri tespit edip tedavi etmekte çok önemli ve gereklidir. Mesela insan vücudunda bulunan leptin hormonu, kış uykusuna yatan ayıların biyolojik incelemeleri sonucunda tespit edilmiş ve tıbba kazandırılmıştır. İnsanoğlunun hâlâ varlığından haberdar olmadığı bir çok hayvan türü olduğu biliniyor. Bu hayvan türlerinin çoğunluğu okyanuslardadır. Yeni tespit edilen, varlığından yeni haberdar olunan  bütün bitki ve hayvan türleri, incelenerek  hem meraklıların hem de araştırma yapan bilim adamlarının, tıp insanlarının hizmetine sunulur. Bitki çeşitliliğinden sağlanan vitamin, mineral ve tedaviye yönelik ilaçların ve kürlerin yanı sıra, hayvanlar da bu gün çok çeşitli tedavilerde büyük öneme sahiptir. Özellikle psikolojik rahatsızlığı olan veya doğuştan otizimli ya da down sendromlu çocukların iyileştirilme süreçlerinde köpekler ve yunus balıkları, iyileşme sürecinde ya da bu hastalıkların olumsuz etkilerinin azaltılması süreçlerinde oldukça faydalı olmaktadır.  Kur’an, sağlık söz konusu olduğunda böyle şeylerden bahsetmez ama önemli değil, hayırlı kullarının gideceği huriler diyarı cenneti tarif etmek için 200 civarında ayet göndermiş yeter. Yine de İslâm Âlimleri, hayvanlara eziyet etmemek ile ilgili uzun uzun yazılar yazıp nasihatlerini sıralamış ve bu insani düşüncelerini de İslâm hukuku ya da İslâm düşüncesi içine aktarmışlardır. Âlim dediğiniz insan sonuçta. Ne varsa İnsanda var!

Sağlıkla ilgili son kriterimiz, Psikolojik hastalıklar. Kur’an’da, psikolojik hastalıklarla ilgili hiçbir ayet yoktur. Varsa yorum kısmında paylaşın, ben de bu sebeple öğrenmiş olurum. İslâm dünyasında psikolojik hastalıklarla ruhsal durum bir birinden ayırt edilir ve ruhsal durum olarak tarif edilen durum, kişinin nefsaniyeti ile ilişkilendirilir. Psikolojik rahatsızlıklar, eskiden ancak bu psikolojik durum ilerlediği zaman tespit edilebilirmiş fakat günümüzde çok daha kısa sürede tespit edilip tedavi edilebiliyor. Hatta bazı psikolojik rahatsızlıklarda ilaç kullanmak yerine uygun bir terapi ile kişi, psikolojik rahatsızlığından kurtulabiliyor.  Kur’an yorumcuları, ruhsal hastalıklarda, inancın etkili olduğunu ve Allah’a ibadetin, iyi bir Mümin olmanın ve hatta şifa için kalpten dua etmenin bir çok hastalığı iyileştirdiğine inanır ve bunu sık sık dile getirir. İnanç gerçekten de önemlidir fakat bunun için İlle de Müslüman olmak gerekmez.  Eğer psikolojik bir rahatsızlıktan inanç yoluyla arınabilecek durumda iseniz farklı bir Tanrıya inanarak da bu durumu çözebilirsiniz. Hristiyanlar ve Yahudiler de benzer şekilde inandıkları Tanrıya dua ederek bu yöntemi kullanıyorlar. Hatta Budistleri ve Hinduları, bu hususta en başa koyarsak abartmış olmayız.

Psikolojik rahatsızlıkların bir kısmı ne yazık ki nörolojik olarak tarif edilen beyinsel kaynaklı hastalıklarda  kendini göstertiyor. Halk arasında “deli doktoruna gitmem, ben deli miyim” inancı sadece bizim değil bir çok ülkedeki insanların genel görüşünü yansıtıyor. Aslında en önemli rahatsızlıktır bu türlü rahatsızlıklar. Hele bir de erkeğin dini olarak kadından bir derece üstün olması ve kadının hayatını ve çocukların hayatını ilgilendiren bir çok konuda ve hatta her konuda son sözü söyleyen kişinin psikolojik olarak hasta olup olmadığının tespitine ve buna yönelik bir tedavinin yapılıp yapılmamasına yönelik Kur’an’da tek bir kelimenin bile edilmemiş olması çok garip doğrusu!  Kur’an’a göre mümin bir erkek, ne olursa olsun, kim olursa olsun psikolojik ve nörolojik rahatsızlıklardan tamamen uzak, arınmış ve sağlıklı bir erkek olarak tanıtılıyor. Erkek neden gitsin Psikiyatriste?  Rabbinin nezdinde, erkek olması hasebi ile bazı agresif davranışları, atarı gideri olabilir ama namazında niyazında, İslâmi kurallara uygun bir hayatı varsa dört dörtlüktür artık.

Bu kadar eleştiriyi ve çelişkiyi değerlendirmeme rağmen Kur’an’da sağlığa güzel etkisi olan bir emir var ki o da Namaz’dır.  Namaz hakkında çok ayrıntılı bilgilere girmeyeceğim çünkü konu zaten çok uzun oldu fakat herkesin bildiği üzere namaz, İslâmiyet’ten önce de bazı topluluklar tarafından icra edilen bir ibadet şekli idi. Hatta namazın tarihinin 3000 yıl öncesine kadar uzandığı bilinir. Bu gün bile hâlâ  Hinduların ve Budistlerin ibadetleri, namaza çok benzer. Bu konu ile ilgili videoları izlemenizi tavsiye ederim. Zaten namazı dikkatli bir şekilde akıl süzgecinden geçirirseniz eğer, namaz geçmiş dönemlerdeki putlara  ve Tanrılara yapılan ibadet şekillerinin devamı ya da bir uzantısı gibidir. Budistler de Müslümanlar gibi namaza benzer bir ibadet yaparlar ve namazdan önce abdeste benzeyen bir hazırlık yaparlar. Ellerine ve yüzlerine su değdirirler vb… Namaz sırasında vücuttaki bir çok eklem ve hatta bütün eklemler hareket eder, kan akışı hızlanır, beyne kan gider. Belki de eski dönem insanları, bilmeden ya da bilerek bu hareketlerin insan sağlığı üzerinde etkili olduğunu fark etmişlerdir fakat namaz ibadetinde yapılan bu hareketlerin insan sağlığı üzerine olan olumlu etkisinden Kur’an’ın hiçbir ayetinde bahsedilmez.  Kur’an ayetlerinde üzerine basa basa vurgu yapılan şey, “Namazı dosdoğru kılın, önemli olan takvadır, Allah nezdinde namaz kılan başkadır…” gibi manevi anlamı ve dini gerekliliği üzerinde durulmuştur ve bu manevi gereklilik yani namaz ile takvanın gerekliliği ile ilgili de bir sürü ayet vardır. Diğer yandan, düzenli ve etkili bir spor yapıyor iseniz, namazın sizin sağlığınız üzerinde hareketsel olarak artısı olmayacaktır fakat özellikle belirli bir yaşın üzerine gelen, hayattan, gezmekten tozmaktan elini eteğini çekmiş ve kendisini dört duvar arasında dizini büküp oturmaya adamış, hareketsiz yaşlı kimseler için iyi bir egzersizdir. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede. Neden mi? Diğer İslâm ülkelerinde namazın sadece farzı kılınırken Türkiye’de hem farz hem de sünnet kılınır. Bunun sonucu olarak da en kısa namaz 4 rekat ile sabah namazı olup en uzun namaz da 13 rekat ile yatsı namazı olur.

Şimdi çok sevdiğim bir geleneğimi gerçekleştirip kendi ayetlerimi yazacağım:

Kendi ayetim: “Ey mümin kullarım! Bazı bitkilerde, bazı hayvanlarda ve sizin henüz bilmediğiniz bazı maddelerde  size faydalı ve zararlı içerikler vardır. Faydalı olan içeriklerini sadece faydası oranında kullanınız. Zararlı olan içeriklerinden ise zararı oranında uzak durunuz.  Akıl melekelerinizi zarara uğratan, size sarhoşluk veren, vücudunuza, davranışlarınıza, hal ve hareketlerinize ve kişiliğinize,  sıhhatinize geçici bir süre veya devamlı olarak zarar veren her türlü şeyden kendinizi ve çevrenizdeki herkesi uzak tutunuz ve bu tür şeylerin ticaretini yapmayınız, yapanlara yardım etmeyiniz.”

Kendi ayetim: “Ey mümin kullarım! Hastalıklarınızın iyileşmesinde yardımcı olan hekimlerinize  önem veriniz ve onların en iyi şekilde eğitilip yetiştirilmesi için gayret göstertiniz. Onlara gereken saygıyı, değeri ve güler yüzü göstertiniz. Onlar da size gereken saygıyı, değeri ve güler yüzü göstertsinler.”

Psikoloji üzerine ayetim:  Ey mümin kullarım! Davranışlarınızda, hal ve hareketlerinizde haddinizi aşmayın. Kendinize, çevrenizde bulunan veya yakınınızda bulunan insanlara ölçülü davranın. Hep güzel davranışlar sergileyin. Bir birinizin gönlünü hoş tuttukça, güzel bir dil kullandıkça aranızda yaşanabilecek problemler azalır, kendiliğinden yok olur.  İyi niyete, nezakete ve güler yüze önem veriniz. Çocuklarınızı böyle ortamlarda büyütünüz. Kıskançlık, sabırsızlık,  hakkına razı olmak, karşındakini dinlemek, önce akledip sonra konuşmak, neye ya da kime değer vereceğini bilmek, eline koluna ve öfkeye hakim olmak gibi davranışlar ve hissi durumlar, belirli bir ölçüde normaldir fakat bu ölçülerin dışına çıkılması, hastalıktır. Kimler bu davranışlarda ileri giderse bunun bir hastalık üzerine olduğu bilinmeli ve tedavisi yapılmalıdır. Bu hastalığa sahip kimseleri sağlığına kavuşturmadan evlendirmeyiniz.

Hayvan sevgisi üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Hayvanlardan karşıladığınız  gerekli besinleri, günün birinde farklı kaynaklardan elde etmeyi öğreninceye kadar, uygun gördüğünüz hayvanların etini yiyebilirsiniz. Fakat bu hayvanların hayatına son verirken onları incitmeyiniz, mümkün olduğunca acı çektirmeyiniz. Bunun dışında, hayvanlar içerisinde, sizlerin hem sağlığına hem  çalışma hayatınıza hem de özel hayatınıza, çeşitli özellikleri ile fayda sağlayacak türler vardır. Bu tür hayvanların bu tür özelliklerinden faydalanabilirsiniz fakat faydası geçip hayvan yaşlandığında ya da hastalandığında o hayvanı bir kenara atmanız, terk edip tek başına ölüme bırakmanız haram kılınmıştır. Bir birinize nasıl vefa göstertiyor iseniz, size faydası dokunan hayvanlara da aynı vefayı göstertmenizi emrediyorum. Benim değer verip yaşamasını uygun görüp yarattığım ve hayat  lütfettiğim hiçbir  canlıyı, sizler hor göremezsiniz. Ey inanan kullarım! Tabiat içerisinde vahşi şekilde yaşayan hayvanların yaşam alanlarını, kendi hırslarınız nedeni ile mahfeylemeyin. Kendi çıkarınız ve zevkiniz uğruna kendi yarattığım hayvanları zor durumda bırakmayınız, bırakanlara yardımcı olmayınız.

Çevre kirliliği üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Size tertemiz bir yeryüzü bıraktım. Artık o yeryüzünü, evinizi, odanızı, kendinizi temiz tuttuğunuz gibi temiz tutmanızı emrediyorum. Yeryüzü ve yeryüzünde var ettiğim bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar, sizlerin yaşayan komşularınızdır. Sizler de dahil olmak üzere, var ettiğim bütün canlılarla birlikte içinde yaşadığınız yer yüzü, size emanetimdir. Vücudunuzun sağlığına nasıl önem göstertiyorsanız, size emanet ettiğim yeryüzünün ve içinde var olan diğer canlıların da sağlığına aynı önemi göstertiniz. En çok da içinize çektiğiniz havayı kirletecek faaliyetler içine girmeyiniz ve bu faaliyetleri yapanlara asla destek olmayınız.

Ağaçların önemi üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Ağaçlar, sizlere ve sizler dışındaki bir çok bitki ve hayvan türüne verdiğim en güzel armağanlardan biridir. Bu yüzden ağaçlarınızın çok olması ile sevinin ve gururlanın. Bazı ağaçların tohumlarında ve meyvelerinde hem sizin için hem de hayvanlar için rızıklar vardır. O rızıklardan ihtiyacınız kadar faydalanın. Ağaçlar aynı zamanda soluduğunuz havayı temizleyici ve güzelleştiricidir. Ey inananlar, her ne sebeple ne kadar ağaç keserseniz kesin, kestiğiniz ağaç kadar fidanı, uygun gördüğünüz alanlara mutlaka dikip büyütmenizi emrediyorum. Her biriniz, yeryüzündeki canlılığı yok etmek için değil, o canlılığın varlığına hizmet etmek ve o canlılığı devam ettirmek için görevlisiniz. Eğer ki bazı hayvanların saldırılarından ya da size vereceği zararlardan çekinir iseniz,  tabiatın dengesini bozmadan o hayvanların yaşadığı alanlar ile kendi yaşadığınız alanlar arasına mesafe koymanızda ya da kendinizi bu hayvanların zararlarından koruyacak  ve her iki tarafa da zarar vermeyecek önlemler almanızda fayda vardır. Yeryüzü sadece size ait bir yaşam alanı değildir.

Hareket üzerine ayetim: Ey inananlar! Vücudunuz gerektiğinde harekete, gerektiğinde dinlenmeye ihtiyaç duyar. Size bahşettiğim vücudu ne tembel bir şekilde hareketsiz bırakın ne de sıhhatinizi bozacak ve sizi güçten düşürecek kadar  aşırı harekete mecbur bırakın. Hareket ve hareketsizlik arasındaki dengeyi sağlayın, umulur ki daha sağlıklı olursunuz.

SIRA DIŞI KANATLI YARI İNSAN FİGÜRÜ

Hazırlayan: A.Kara
mitoloji, Arkeoloji, Arkeolojik keşif, Sıra dışı kanatlı yarı insan figürü, Elamit figürleri,Kanatlı insan figürü, Yarı hayvan yarı insan, Eski putlar, Eski İran sanatı,

SIRADIŞI KANATLI YARI İNSAN FİGÜRÜ

Bu sıradışı figür çeşitli yönleriyle benzersizdir. Doğaüstü güçlere sahip kanatlı yarı insan yarı hayvan bir yaratığı temsil eder. Gümüş ve elektrumdan yapılmıştır ve geçmişi M.Ö. 3.000'in ikinci yarısına kadar uzanır.

Figür kafanın tepe noktasına kadar yaklaşık 12 cm yüksekliğindedir.

Görebildiğiniz gibi sol dizi üstüne çömelmiş, yüzünü hafifçe yukarı doğru yönlendirmiş ve her iki kolunu öne doğru uzatmıştır.
Tüy şekillerinin kazındığı ve elektrumdan yapılmış bir çift büyük kanat üst kollarının her iki tarafından dışarı çıkar. Her kolunun ucunda dört tane tırnak vardır. Figürün kılları sırtındaki balıksırtı benzeri bir desenle gösterilmiş olup, alın ve kulaklar ile boynun tabanı da dahil olmak üzere yüzü ince elektrum tabakası ile kaplanmıştır.

Her iki bacağı sağda ve sola gösterilen şekilde katlanmış durumdadır. Her uzuv ucunda toynaklı hayvan tipinde bir yapı vardır. Figürün sağ kolunda tırnağın tabanı öne doğru bakarken, sol kolunda tırnağın tabanı karına doğru bakacak şekilde durmaktadır.
Başın iki adet üç çatallı öküz boynuzu vardır ve hafif dalgalı saçlar ortada bölünerek arkaya salınmıştır.

Mevcut arkeolojik keşiflere dayanarak, bu boynuz tipinin benzer bir örneği henüz bilinmemektedir. Ancak İran'ın güneyinde Mezopotamya stilini temsil eden benzer heykel örnekleri vardır. Bunlardan biri MÖ. 3.000'lerde Elam'dan çıkarıldığı düşünülen bir figürdür.

Yukarıda bahsettiğimiz yaratık, genellikle bir insanın kafasına, bir öküz veya aslan vücuduna ve bir kuşun kanatlarına sahip olarak betimlenen Asur koruyucu tanrısı Lamassu ile biraz benzerdir (Aşağıdaki görsel).

Yarı çıplak figürler eski Batı Asya sanatında da yaygın olarak görülür ve büyük kuşak ve etek giyen figürlerdeki çömelme veya düz duruş özellikle İran'ın güneydoğusundaki silindir mühürlerinde ve taş kaplarında sıkça görülmektedir.

mitoloji, Arkeoloji, Arkeolojik keşif, Sıra dışı kanatlı yarı insan figürü, Elamit figürleri,Kanatlı insan figürü, Yarı hayvan yarı insan, Eski putlar, Eski İran sanatı,

BİR DİNSİZİN ÖTE ALEMİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Öte alem, Ahiret, Bir dinsizin öte alemi, Dinsizlere göre ölümden sonra, Ölümden sonrası, Öte hayat, Başka hayatlar var mı?, Öldükten sonra, Ahiret inancı,

BİR DİNSİZİN ÖTE ÂLEMİ


Öte âlemde ne var? Gidip de dönebilenler olmuşsa, deneyimlerini paylaşmalarını isterdim.
Öte alemle ilgili merakım depreştiği zaman, dindar olduğum yıllar  aklıma geliyor. Bu tür sorular, sorudan bile sayılmazdı. Cevabı hazırdı çünkü. Uymamız gereken emirler vardı. O emirlere uyunca cennete gidecektik, uymayınca, Allah’a karşı gelince cehenneme gidecektik.  1400 yıl önce yazılmış olan bu bilgiyi, öte âleme ilişkin gerçek ve değişmez bir bilgi kabul edip uyuyorduk. Sonra bir gün “din” denilen sis perdesi kalktı gözlerimin önünden. Ben de aniden ayağa kalkmak ihtiyacı hissettim, uyandım galiba. Hayata, insana, dünyaya bakış açım yerle bir oldu. Onları yeniden inşa etmeye başladım ve ardından her şey yeniden farklı bir şekilde anlam kazanmaya başladı. Sorularım değişti, çeşitlendi  fakat her şeyin cevabı yok.  Merak ettiğim her şeyin cevabı şakkadanak olsaydı daha mı iyi olurdu? Yine uyumaya devam mı ederdim yoksa? Burnumuzun ucunda duran kara deliklerin, devasa yıldız sistemlerinin  her türlü resmini çekip, yayınlıyoruz ama ne oldukları hakkında halen bilim adamları kesin şeyler söyleyemiyorlar.  Devasa merceklerle  gördüğümüz yapılar hakkında bile kesin bilgilere sahip değilken  Yaratıcı, öte alemle ilgili bilgileri şakır şakır yazacak, altın tepsiye koyacak, biz de bakıp, “oh bilgi sahibi oldum, öğrendim” deyip  uyumaya devam edeceğiz.  Bu zihniyet, öte aleme yani ölüm ötesine yönelik araştırmalar yapar mı, kılını kıpırdatır mı? İçinde bulunduğumuz kâinat, uykuda mı? Sabit duran taşların içindeki atomlar bile hareket halinde iken biz, “hooop” kucağımıza inen hazır bilgilerle uyuyarak mı geçireceğiz bu yaşantımızı?

İnsanoğlunun hayatına kattığı her yeniliği bir gözden geçirin. Geçmişe gidin. Tarıma nasıl başlandı? Topluluk olma fikri bir dini inançla mı geldi yoksa uzuuuun seneler boyunca oluşan bir bilinçle yavaş yavaş beynini geliştiren insanın azmi ile mi gerçekleşti?  Hayatımızın içine insanlık tarafından katılan her türlü yeniliği bir gözden geçirin. Bana bir din söyleyin ve o dinin bir ayetini okuyun ve deyin ki “insanlık, bu dinin kitabını okudu, falanca ayeti inceledi ardından o ayete dayanarak ya da o ayetten ipucu alarak şu icadı gerçekleştirdi ya da insan hayatının içine dinin emrettiği şu yeniliği kattı ve o yenilik de insanlığın şu bakımdan gelişmesini sağladı”. İnsanlığın hayatında şu an hangi yenilikler yaşanıyorsa, hepsi de insanların kendi çabası, kendi gayreti ve kendi azmi ve mücadelesi sonucu elde edildi. Şu durumda dinlerin yapabildiği tek şey, ama tek şey ise, insanoğlunun zekâ ve azmi ile geliştirip hayatın içine soktuğu yeniliklere kendini  adapte edebilmek için çaba sarf etmek. “Hey durun!, her ne kadar ben geçmişin emirleri ve geçmişin kafa yapısı  ile sizlere  yön ve akıl vermeye çalışsam da,  uyum sağlayabilirim, uyumlu olmak için çaba sarf ediyorum, beni güncellemeye çalışan müdavimlerim var, yeter ki beni terk etmeyin, tarih sayfalarında beni bir başıma bırakmayın.”

Edison, “ampül mü icat edeyim yoksa farklı bir şey mi icat edeyim? Bunu icat ederken neler yapabilirim?” Sorularının cevabını dini kitaplardan okumadı. Öte aleme ve öte boyutlara ilişkin olabilecek bütün soruların cevabını da günü geldiğinde ve o teknolojiye, o bilimsel düzeye  ulaşıldığında insanoğlu, yine kendi azmi, enerjisi, bilgisi  ve çabasıyla ulaşacaktır. O günler gelinceye kadar şimdilik tahminde bulunmaktan başka çare yok.

Yaşamsal fonksiyonlarımız ömrünü tamamlayıp bedenimiz  toprağın altına girdikten bir süre sonra kemiklerimiz ve saçlarımız haricindeki her yerimiz çürümeye başlayacak. “Aslında hiçbir şey ölmez, yok olmaz sadece form değiştirir” sözü doğru fakat çürümeye yüz tutan ve toprağa karışan atomlarımız, kemiklerimize, saçlarımıza bürünüp tekrar ayağa kalkamayacak. Yine de kemiklerimiz ve saçlarımız gibi çürümeyecek olan bir uzvumuz daha var ki O’da, biz hayatta iken etimizle, kanımızla çalışan beynimizin ürettiği düşünceler bütününün oluşturduğu enerji alanı. Beynin biriktirdiği düşünce bütünü ve öte alemle ilgili bağlantısı olasılığını ilk kez, Ahmed Hulusi isimli bir Kur’an yorumcusundan dinlemiştim. Hatta bu kişi bir ara sosyetemizde ilgi odağı olmuştu. Ahmed bey, dindar bir Müslüman  olduğu için bilimsel temele dayandırdığı  bu teorisini, İslâm inancının öte alemle ilgili her aşamasına uydurabilmek için çaba harcamış.  Bu yönüyle, bu teorinin her aşamasına  katılmasam bile beynimizin ürettiği enerji alanının, insan gözü ile değil, özel donanımlı cihazlar sayesinde görülmesi, elle tutulabilir ve çürür  bir yapıda olmaması ve bana göre bu olasılığa alternatif başka bir teorinin olmaması, düşüncelerime dikkat etmem noktasında beni uyarıyor. Eğer gerçekten öte alemde böyle bir durum yaşanacaksa yani, sadece dünya hayatı içinde yaşarken, yaşadığımız her anın ve inancın bilgisi, hayallerimiz, bilgi birikimlerimiz ve bunların her birinin oluşturduğu enerji bütünü, biz öldükten sonra, o enerjiye  karşılık gelecek farklı boyutta varlığını devam ettirecekse eğer, aklımızdan geçirdiğimiz her düşünceye, hayale dikkat etmek gereği çıkıyor ortaya. Dini inançlar da buna dahildir. İnsan beyni henüz tam olarak çözülememiş olsa bile, alışkanlıkların, inanmışlıkların, önyargıların  ve telkinlerin depolandığı bilinçaltımızın bedenimizi ve kişisel olarak ve davranışsal olarak bizi otomatikman yönlendirdiği,  bilimsel bir gerçeklik zaten.  Bu sebeple, bu teoriyi  yıllar  sonra tekrar yoğun olarak akıl süzgecimden geçirmeye başladığım bir dönemde, tesadüfi olarak İslâm dininden çıkmamın ardından, kafamda otomatikman cehennem ateşi inancını yok ettim. Düşünsenize, eğer bu teori gerçekse ve siz dini inanç gereği sırf ibadetlerinizi yani tapınma görevlerinizi yapmadınız diye öte alemde uzun süre cehennem ateşinde yanacağınızı ve hatta dindar biri bile olsanız “her insan cehennem ateşinden bir kez geçecek” inancı ile öldükten sonra öte alemde bilinçaltı düşünce kalıbınızın sizin için hazırladığı hayali bir cehennem ateşinde gerçekten de bir süre ya da uzun süre yandığınızı görüp bunun acısını hissettikten  sonra yine bilinçaltınıza aşıladığınız cennete girdiğinizi görmeniz muhtemeldir. Hatta cehennemin yanından bile geçmeden ölür ölmez hemen cennete gireceğinize inanmış iseniz, ölümünüzün ardından sizi tıpkı hayalinizdeki gibi bir cennet karşılayabilir.  Ahmed beyin öte alemde cehennemi yaşamakla ilgili teorisi çok farklı fakat insan beyni, şartlanmaya ve bu şartlanmışlığı hem rüyalarında hem de fiili olarak yaşayabilecek bir özellikte ise, cehennem inancına dayalı bir şartlanmışlık öte alemde, inanan insanları neden karşılamasın?  Bir insanı belirli bir süre hipnotize edin ve o kişiyi cehennem ateşinde yanmakta olduğuna ikna edin. Bir süre sonra o kişi, rüyalarında cehennemi ve kendisinin de o cehennemde olduğunu görmeye başlayacaktır. Hatta işi daha da ileriye götürüp, farkına bile varmadan, kendisini yanmakta olan bir ateşin içine bile atabilir. Şartlanmaya bağlı olarak öte alemdeki  bu cennet cehennem hayali, sadece hayali olarak yaşansa bile  eninde sonunda içinde bulunduğu gerçekliğe uyanıp sağını solunu fark edecek ve yeni girdiği boyutun farkına varacaktır diye düşünüyorum.

Rüyalarımız gerçek değildir fakat gerçekmiş gibi algılarız ve bir süre sonra da uyanırız. Gerçek bir cennet ve gerçek bir cehennemden bahsetmiyorum. Tıpkı kafasına yeni teknoloji oyun kaskı takmış olan oyun bağımlısı biri gibi kendisini, beyninde hazırladığı cennet cehennem filminin yani hayalinin ortasında bulan bilinç enerjisinden bahsediyorum. Bu ihtimali düşünmeye başladıktan sonra öte âlemle ilgili olabilecek bütün cennet ve cehennem inancımı yerle bir ettim. Artık böyle şeylere inanmadığım gibi bu tür düşünce kalıplarını da beslemiyorum, cehenneme ait inanç birikimi yapmıyorum. Eğer böyle bir teori doğru ise, dünya hayatı içerisinde, bilincimizde ne biriktirirsek öte âlem için kârdır diye düşünüyorum. Yine bu teoriyi gerçek kabul edersek,  tamamen inançsız olan  kişilerin durumu  ölüm sonrasında ne olur?  Ateist olan yani tamamen inançsız olan bir insan, öldükten sonra ne bilinç olarak ne de ruh olarak varlığını asla sürdürmeyeceğine ve bir hiç olarak yok olup gideceğine inanır ve bu inancını sürdürürse, kişi öldükten sonra o kişinin bilinçaltı, seneler içinde düzenli olarak  kendisine verilen  “ölünce hiç ol ve kapan” komutunu yerine getirecek ve tıpkı bir televizyonun kapatma düğmesine basar gibi kendisini kapatacak ve hiç olacaktır. Kim bilir!

Diğer aleme sadece beynimizin ürettiği enerji alanı ile geçebileceğimiz   düşüncesi, zaman geçtikçe ve hayatın anlamını sorguladıkça bana biraz daha mantıklı geliyor. İnsan aklı, yapısı gereği her şeyde bir anlam aramak zorundadır. Bilimi geliştiren, motive eden içsel  nedenlerden  birisi de budur aslında. Hepimiz kafalarımızın içerisinde, birbirinden muhteşem değerler taşıyoruz. Ne kadar fazla yaşarsak, ne kadar fazla yer gezip görüp ne kadar fazla insan tanırsak ve hayatı ne kadar deneyimlersek bakış açımız o kadar gelişiyor ve beynimizin içinde bilgiye dair değerler o kadar birikiyor ve bizi o kadar olgunlaştırıyor. Tıpkı nehir ve ırmak sularıyla birikip büyüyen denizler ve okyanuslar gibi. O okyanuslar, dünya gezegenine hayat veriyor. Uzay boşluğuna savrulan ve birbirine tutunan, bir araya gelip biriken göktaşları, gezegenleri oluşturuyor. Bir muhabirin, seneler içinde yaptığı görevlerle biriken  deneyimleri  en sonunda bir haber spikeri olmasına vesile oluyor.  Bir hayvanın rastgele oluşumu ve tekdüze yaşayıp, hayata çok fazla şey katmadan gelişmeden, öylece ölüp gitmesine çok fazla anlam katamayabilirsiniz  fakat insan başka. İnsanoğlunun bilincinde müthiş bir birikim yapılıyor. İnsan gelişiyor, etrafını  ve hatta gezegenini değiştiriyor. İnsan beyni, önemli etkiler  oluşturuyor, büyük izler bırakıyor. Her ne kadar bazı insanlar 20 yaşından 70-80 yaşına kadar bir şeyler öğrenmek, olgunlaşmak ve kendini geliştirmek yerine daha inatçı, daha dar fikirli ve daha sabırsız ve sinirli bir yapıya doğru yani iyiye gitmesi gerekirken daha kötüye gidiyor olmasına karşın,  hayatı her açıdan bir fırsat olarak gören insanlar için dünya hayatı, muhteşem bir gelişim ve olgunlaşma mekânı.  Bu fırsatı değerlendiren insanlar hem kendilerinde hem de çevrelerinde fark oluşturuyor ve hayata anlam kazandırıyorlar. Bu şekilde düşünüldüğünde ise  bedenimizin pek değeri kalmıyor. Bedenimiz, bilincimize hizmet etmek için ayarlanmış robot gibi.

İki yaşındaki bir çocuk, uzakta gördüğü bir portakalı merak edip  ulaşmak istiyorsa bacaklarını kullanarak adım atmalı ve ona doğru yaklaşmalı. Sonra o portakalı eline alır, dişlerini geçirip tadına bakar sonra yere atar, nasıl ses çıkartıyor, nasıl yuvarlanıyor, hepsini gözlemler bu gözlemleri o çocuğa,  bir meyveyi tanıttığı gibi o meyve ayarında olan nesneler için de bir fikir verir ve dahası beyninde  ağırlık, büyüklük ve tat anlamında yeni bağlantıların oluşmasını sağlar. Yaşadığımız her şeyin bilgisi, kıymetli birer mücevher olarak beynimizde birikiyor ve çeşitlendikçe,  çoğaldıkça değerleniyor. Bilincimizin hizmetkârı olan bedenimiz öldükten sonra toprağın altında karıncalara yem olabilir, ya da yakınlardaki bir ağaca, bitki örtüsüne gübre olabilir. Bu bile aslında bir faydadır fakat yıllar içinde yaşadığı her deneyimi, öğrendiği her bilgiyi biriktiren, sonuçlara ve anlamlara ulaşan, olgunlaşan  bilgi bütününün öldükten sonra hiçliğe karışıp yok olması ya da bedenin çürümesi gibi  çürüyerek küçük bir şeylere hizmet etmesi mümkün değil. Beden hayatta iken  çalışan beyin ne kadar birikim yapmışsa ve ne kadar kıymetlenmişse, bedenin ölümünün ardından mutlaka o kıymete karşılık gelen farklı bir boyutta farklı bir bedene ya da yapıya  komutlar vermeye ya da harikulade bir oluşuma fayda sağlamaya  devam ederek, daha yüksek bir anlama ya da amaca hizmet edecektir.

Kâinatı yaratan, işleyişinde bizzat etken olan fakat Tanrısal özelliklerden çok daha öte bir Yaratıcı fikrine şimdilik inanıyorum fakat Tanrı ya da Yaratıcının var olma olasılığı, insanda hemen yaşamsal anlamda eşitlik ve adalet hislerini sorgulatıyor. Bir birey, savaşın ortasında doğup, henüz çocukluğunu bile yaşamadan üstüne düşen bir bomba ile hayatını kaybederken başka bir birey, barışın olduğu bir çevrede, zengin ve mutlu bir ailenin kucağında doğduktan sonra 100 yaşına kadar çok kaliteli, huzurlu, coşku ve çılgınlıkları, sevinçleri, tatlı heyecanları ve  yer yüzünde yaşayabileceği her güzel şeyi yaşamış, tatmış, memnun  ve doymuş biri olarak sadece yaşlılıktan dolayı sıcacık ve yumuşacık yatağında gözlerini hayata kapatıyor. Eğer bu hayata ve öte alemlere karşı ilâhi bir anlam aranıyorsa, insanların yaşadığı bu dengesizlikler açık bir eşitsizlik olarak görünüyor bana ve bir çok kişiye. Bu durumda, bir çok kişiye saçma gelen “İlâhi Nizam ve Kâinat” isimli kitap eşitlik ve adalet arzuma cevap olma yolunda  uygun seçeneklerden bir gibi  geliyor.

Bu kitaptaki iddiaya göre iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Her madde, içinde barındırdığı ruhu olgunlaştırmak için görev alır. Ruh, en basit madde ile başlar deneyimlerini yaşamaya.  Atom olur, hücre olur, molekül olur,  binlerce bitki çeşitliliğinde deneyimlenir, hayvan olur, ardından ilkel insana gelir sıra ve en sonunda ilerleyen dönemlerin olgunlaşmış insanlarında deneyim kazanır. Kimi zaman, kendisini içinde bulunduğu topluluk için feda eden bir asker ile iyiliği, diğer bir hayatında, başkalarının canını hiçe sayan gaddar bir komutan ile kötülüğü, başka bir hayatında ise kendi değerini fark etme yönündeki  görevi başarmaya çalışan bir insan olarak kendi değerini bilmeyi  deneyimler, yaşar ve bu süreçler böylece devam eder.  Bütün bunlar, üçüncü boyuta mahsus olabilecek bütün düşünce ve deneyimleri  yaşayıp özünde biriktirip  ruhani yapısını olgunlaştırarak bir sonraki aşamaya yani dördünce boyuta geçmesi için gereken aşamaya gelmesi (gereken içsel malzemeleri toplayabilmesi) içindir. Reenkarnasyon’a kesin olarak inandığımı söyleyemem fakat bütün dini inançlarla birlikte doğum, yaşam ve ölüm ile ilgili bütün teorileri bir araya toplasam, bana en mantıklı ya da dürüst olmak gerekirse(insanların yaşantıları arasındaki uçurum derecesindeki farklar göz önüne alındığında)  en eşit ve adil olan buymuş gibi geliyor. ŞİMDİLİK TABİ Kİ! YİNE DE KAFAMDA NET BİR İNANÇ YOK.

Belki de bu belirsizliğin etkisi belki de farklı bir nedenden ötürü bilemiyorum ama öte alemle ilgili hislerimi, düşüncelerimi çok fazla beslemiyorum. Artık beni ilgilendiren en önemli şey,  bu boyutu,  hakkını vererek ve arzularımı tatmış, mutluluğu yaşamış,  sevgiyi en güzel haliyle hissetmiş ve hayallerimi gerçekleştirmiş ve yaşamın güzelliklerine doymuş ve aynı zamanda insan olmanın onuruna yakışır bir şekilde başkalarına da faydalı olmanın verdiği içsel haz ile birlikte,  hazır olduğum zaman bu dünyadan ayrılabilmek.  Ölüm vakti geldiği zaman beni düşündürecek olan  her halde yukarıda saydığım şeyler. Mutlu bir şekilde ayrılıyor muyum? Veya arkamdan ağlayacak, üzülecek yakınlarım var mı? Benim ölümüm birilerini üzüp kahredecek mi?  Hayatı ot gibi mi yaşadım? Birilerine ya da bir şeylere faydam dokun du mu? Kapasitem ölçüsünde fark oluşturabildim mi? Diğer taraftan, Öte âlemde beni, kötü şeylerin beklediğine asla inanmıyorum. Belki de iyi biri olduğumu bilmem, bana bu inancı sağlıyordur.  Öte alemde ya da öte boyutta  benim için çok güzel sürprizler olacağına, şimdiki yaşantımdan çok daha güzel bir deneyime adım atacağıma inanıyorum. Bedenim, toprağın altında çürümeye başlasa bile, bilinç olarak var olacağım ve sanırım öte âleme, meraklı gözlerle gideceğim.

Dediğim gibi, bu dünyadaki  hayatımla daha çok ilgiliyim. Dinden çıktıktan sonra mutlu olmak ile ilgili  genel yargılarımın, hayallerimin ve amaçlarımın yönünü tamamen değiştirdim. Dindar insanlar,  gerektiğinde maddi çıkarları için bazen dini kuralları bile çiğneyebilirler fakat mutlu olmak için bu dünya hayatını bir fırsat olarak görmek yerine mutluluk denilen kapsamlı duyguyu yaşamayı genellikle öte aleme ötelerler. “Hatta mutlu olmak nedir? Günah mıdır? Ben mutlu muyum, nasıl mutlu olunur?” gibi sorular, konular pek akla gelmez. Acı çekmek, çile çekmek, sıkıntılara acil ve kalıcı çözüm bulmak yerine, “Rabbimin vardır elbet bir bildiği, bunları çektiriyorsa eğer bana, mükafatım çok iyidir öbür dünyada…kaderimde varmış demek ki, başka türlü seçim yapsam yine başıma gelecekti…” gibi inanç kalıplarını yaşamayı mukaddes bir yol sayarlar. Bu doğrultuda Sabretmek-Fedakârlık-Fedazararlık  arasındaki farkları asla anlayamazlar. Bu kavramlar çok çok önemlidir çünkü bu kavramların anlamlarını bilmiyor iseniz, yapışıp kaldığınız yanlış bir kavram hayatınızı, yaşamınızı, sevginizi, mutluluğunuzu, yeteneklerinizi,…, her şeyinizi(kuruyemişin içini boşaltan kurtçuk gibi) yer bitirir ve siz bu hayata yönelik en anlamlı soruları bile sormadan, insan olmanızın onuruna vakıf olmadan bir de bakmışsınız, çöpe atılmaya hazır bir posa haline gelmişsiniz.

Fedakârlık iki kelimeden oluşur. Feda-kâr. Bir şeyleri feda ederken feda ettiğinizden fazla kârınız olmalıdır fakat halk arasında sergilenen davranış kalıpları Fedakârlık değil genel olarak Fedazararlıktır. Ne yazık ki insanlarımız bu iki kelime arasındaki farkı bilmiyor ve yaşamlarına da geçiremiyor. Vaktiyle bir televizyon programında seyirciler arasında bulunan 35 yaşlarında bir bayan, babasının yıllarca çapkınlık yaptığını,  annesine zulmettiğini  ve  çok çektirdiğini  fakat iki sene önce tövbe edip hacca gittikten sonra çapkınlıklarını ve eski serkeş hayatını ve annesine olan eziyetini bıraktığını,  yuvasına sahip çıktığını söyledi ve ardından dedi ki “Benim fedakâr annem çok çekti, çok ağladı, çok sabretti  fakat sabrının karşılığını sonunda aldı, kazandı, şükürler olsun Rabbime”.  Kazandığını iddia ettiği annesi 65 yaşına gelmiş.  Çektiği sıkıntılar  seneler içinde kadını şeker hastası yapmış, tansiyon ve kalp hastası yapmış, gençliği gitmiş, gözlerinde katarakt başlamış, böbreğinin birini almışlar,  her şeyi yiyip içemiyor, bastonla yürüyebiliyor ve insülin  ile birlikte günde 8 tane hap içiyor.  Sabrın sonucuna bak sen! Bu kadın ne sabretmiş ne de fedakârlık etmiş, ettiği tek şey tek taraflı vermek yani FEDAZARARLIK!  İnsanlar, hayatlarından dini inançları çıkartsalar acaba  böylesi yaşamları, kendilerine sabredilecek bir imtihan olarak mı görürler yoksa bir şeylerin ters gittiğini  fark edip  bu tersliğe kendini mahkûm etmek yerine bir eylem planı hazırlayıp ya da hayatlarını yeniden planlayıp düzlüğe çıkmaya mı çabalarlar?  SABRETMEK, İYİ OLACAĞINDAN EMİN OLDUĞUN SONUCU SAKİNLİKLE BEKLEMEKTİR. Eğer iyi sonuçlanacağından emin değilseniz,  sonu belirsiz süreci beklemek yerine harekete geçer ve söz konusu durumun iyi sonuçlanması için yeni baştan plan, program yaparsınız ya da hayatınıza yeni baştan yön verirsiniz.

Bu yaşıma kadar etrafımda bir çok yaşantı ve bir çok  evlilik gözlemledim. Hepsi de dindar insanların yaşantıları ve evlilikleri.  Halk arasında, her seferinde dini sebeplere dayandırılan ve adına sabretmek denen sonucu  belirsiz  çileyi  “katlanmak” olarak da tarif edebiliriz. Eliniz, kolunuz, ayağınız, aklınız var. Neden bir şeyler yapmak yerine başınıza gelebilecek her sıkıntıyı korkuyla bekleyip, bekleme sürecini “sabretmek” olarak tarif edip mutluluğunuzu hiç görmediğiniz öte âleme atıyorsunuz? Ben artık bunu yapmıyorum. Mutluluğuma sahip çıkmayı öğrendim. Hayat bana göre dengedir. Hayatı iki kişi olarak yükleniyorsan ağırlığı eşit paylaşmalısın. Eğer ağırlığın çoğunluğu senin sırtında ise aşağıya inersin. Diğer kişi yüksekte kaldığı için hem hafiftir hem senden yukarıdadır(senin sayende) hem de senin göz hizanda değildir, değerini kıymetini bilmez. Sizin göz göze gelebilmeniz ve bir birinizi, taşıdığınız ağırlıklarla eşit miktarda görebilmeniz ve sağlıklı bir iletişim kurabilmeniz için tıpkı bir terazinin karşılıklı kefelerine oturmuş iki kişi gibi, ağırlıkları eşit miktarda yüklenmeniz gerekir. Ne yazık ki dindar insanlar, duruma bu şekilde bakamazlar. Dini inancın olmadığı zaman ise, emeğine sahip çıkmayı, kendini düşünmeyi öğreniyorsun. Bunun adı bencillik değildir. Kendi kıymetini bilmektir. Başkalarına verdiğin değer kadar kendine de değer vermek zorundasın.

Bu dünyadan göçüp gitmeden önce, hayalimde canlandırdığım bütün güzellikleri, ölçülü bir şekilde, çevreye ve başkalarına zarar vermeden, kendim dışındaki varlıkları ve insanları mutsuz etmeden, insan olmanın sınırları içinde yaşamak için elimden geleni yapacağım. Bunu yaparken de kendimi dört duvarın arasına hapsedip, elime  din  kitabı alıp 1400 yıl önce yazılmış olan bir kitabın sayfalarını yıllarca nakarat yaparak  beynimi uyutmayacağım. O beynimi, bilincimi, öte âleme en güzel ve en donanımlı bir şekilde gönderebilmek için yeteneklerim ve kapasitem doğrultusunda kendimi, ölüme kadar geliştirmek ve bilgilerime her seferinde yenilerini eklemek için çaba sarf edeceğim. Eğer hayata dair bir anlam çıkartmam gerekiyorsa, biz bu dünyaya mücadele etmek için, kendimizi, kapasitemizi, bilincimizi, kişiliğimizi geliştirmek için, olgunlaşmak ve yükselmek için  geldik. Her şey, en kaba halinden ve en basitten başlayıp en karmaşığa ve zora doğru, en iyiye doğru ilerliyorsa biz de mutlaka, topladığımız birikimlerle daha iyisini  olmaya doğru ilerliyoruz.

Bedenimizi yani kabuğumuzu toprağa bıraktıktan  sonra mutlaka daha iyisi olacağız. Öte aleme yönelik içimdeki en gerçek inanç bu.

EBUBEKİR’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, islamiyet, Ebubekir'in öldürülmesi, Ebubekir'in zehirlenmesi,Ömer'in dayakla öldürdüğü Fatma , Hz Ömer, Hz Ebubekir, İslamda bilinmeyenler,

EBUBEKİR’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

Ebubekir halife olunca ilk işi; Muhammed’in, kızı Fatma’ya verdiği arazi ve hurmalıklara el koymak oldu. Muhammed böyle yapmamı isterdi diyerek, “şeriatta yerini bularak” Muhammed’in kızına ve eşlerine kalan mirasa sahip oldu. Fedek hurmalıkları ve bazı arazilerin Ali ile Fatma'ya verilmemesi, Fatma'nın bu duruma itiraz edip Ömer ve Ebubekir'e karşı tavır koyması daha sonra Ali'nin evinin basılıp yakılmasına yol açacaktı. Bu olay sahih hadislerde detaylıca aktarılmıştır.

Ebubekir, Muhammed’in ölümüyle yarım kalan seferi yeniden başlatıp Suriye’ye doğru bir ordu yolladı. Muhammed ölünce bazı Müslümanlar dinden çıktılar. Dinden dönenler ortaya yeni çıkan sahte peygamberlere sığındılar. Bu arada uzak yerlere kaçanlar da oldu. Bazı kabileler ayaklanmaya hazırlanıp, zekât vermek istemediler. Ayaklanmalar, ufak tefek çatışmalar ve kılıç zoruyla önlendi. Bazı kabilelerin verdiği zekâta el koymak isteyenlerle bazı sahte peygamberler kılıç zoruyla dağıtıldı. Yemen gibi uzak yerlerde başlayan ayaklanmalar bastırılıp Ebubekir halifeliğini sağlam zemine oturttu. Fırat’ın aşağı bölgelerine ordu gönderilip, Basra körfezi kıyılarındaki önemli yerler işgal edildi. Bizans ordusuyla savaşmak için Suriye taraflarına da ordu gönderip Merciâhit karargâhındaki Bizans askerlerini yendi. Yine bölge askerleriyle yapılan savaşlarda önemli yerler alınarak Filistin’e yöneldiler. Kısacası; Ebubekir döneminde kanlı savaşlar yapıldı. Önemli Pek çok yer işgal edildi.

Bu arada halk Ebubekir’in yaptığı baskılardan bıkıp usandı. Ancak suskunluk her kötülüğün örtüsü olmayı sürdürmekteydi. Ali ve eşi Fatma’ya yapılan baskılar, hatta daha sonra Ömer’in Ali ve Fatma’yı dövmesi, Fatma’nın dayakla öldürülmesi gibi olaylar bu baskıların en çarpıcı örnekleridir. Ebubekir’in kendisine biat etmeyenlere işkence yaptırması, bunların faili meçhul cinayetlere kurban gitmesi bilinçli yapılmış işlerdir. Evet, acımasızlık ve doyumsuzluğun neler yaptırabileceğini düşünmek bile insanlara çok acı veriyor. Bu güne kadar uyutulan insanlar bu olayları öğrendiklerinde erinç duyabilecekler midir? Yoksa yalan mı diyeceklerdir? Ya da kıvırtarak, öküz altında buzağı aramaya mı kalkacaklardır?

Ebubekir’in halifeliği döneminde çok daha korkunç olaylar yaşanmıştır. Muhammed öldükten sonra dinden dönenler çoğalıp kaçmaya başlayınca, arkalarından adamlar gönderip; “daha da direnirlerse kızgın demirle dağlayın, ateşte yakın” diyebilen ve dediğini yaptıran Ebubekir, böylesine acımasız ve doyumsuz bir halifeydi. Halid Bin Velid de ateş çukurları kazdırıp, insanları öldürmeden diriyken yakabilmiştir. (Turan Dursun’un gösterdiği kaynak: Cetani, Yaprak. 8/306)

EBUBEKİR’İN ZEHİRLENİP ÖLDÜRÜLMESİ

Ebubekir, Ömer’le daha önce yaptığı halifelik anlaşmasına uymadığından; Ömer’le araları açıldı. Muhammed’i zehirleyip öldürtmeden evvel yaptıkları gizli anlaşmaya göre; Ebubekir bir yıl halifelik yaptıktan sonra yerini Ömer’e bırakacaktı. Oysa Ebubekir iki yılı geçkin süredir halifelik yapmasına karşın, halifelikten çekilmek istemedi. Üstelik Ömer hac işleri emirliğinden alınır. Ebubekir Ömer’e karşı sert tavırlar almaya başlar. Ömer, Ebubekir’i kukla yönetici haline getirse de gizli anlaşmanın duyulmaması için Ebubekir ses çıkaramaz. Ebubekir’in ölümünü beklemekle zaman kaybettiğini düşünen Ömer, onu ortadan kaldırmadıkça halife olamayacağını biliyordu. Bu yüzden hemen harekete geçip Ebubekir’i öldürtmenin yollarını aramaya başladı.

Şimdi yine Arif Tekin’in yazdıklarına dönüyoruz:
“Bunun üzerine Ömer, Osman'ın bağlı olduğu Emevilerin etkili isimleriyle görüşüyor. Mesela Ebu Süfyan ve oğlu Muaviye gibi. Plan şu: Biz birlikte Ebubekir'i ortadan kaldıralım, ondan sonra yönetimi paylaşalım diye. İlkin Ömer halife olacak, ondan sonra da Osman ve bu arada tabii ki Emevi kesimine gitgide tolerans tanınacak. Zaten Ebubekir halife olduğunda Ebu Süfyan hep onun halifeliğiyle alay ediyordu. Adam mı kalmadı da bunu seçtiniz diyordu. Sonuçta Ebubekir'e, doktoru Haris b. Kelde'ye, Mekke valisi Attab'a ve Ebu Kebşe'ye zehir içiriliyor ve hepsi de bir yıl sonra hemen hemen aynı gün veya günlerde vefat ediyorlar. Tabii ki ilacı nasıl verdiklerinin detayı hakkında pek bilgi yok. Ancak Ebubekir, Zeyd b. Sabit ve Abdullah b. Selam'a güvenirdi, onları kötü niyetli olarak tahmin etmezdi. İşte bu iki kişi aracılığıyla planlarını uygulamışlardır diye rivayetler var… Ebubekir'in ölümüyle ilgili Sünni kesimin kaynaklarında var olan bilgiler şöyle: Yanında bulunan Mekke valisi Attab ve doktoru Haris b. Kelde ile birlikte, kendilerine (Yahudiler tarafından) sunulan zehirli yemekten yediler. Yedikten sonra doktoru Haris b. Kelde o sırada Ebubekir'e, "Yediğimiz yemekte zehir vardı, bunun süresi de bir yıllıktır; bir yıl sonra yaşama şansımız yoktur" dedi. Nitekim yiyen iki kişi bir yıl sonra vefat etti. Kimi rivayetlere göre Ebubekir ile Mekke valisi bir yıl sonra aynı günde vefat ettiler. Yani birbirlerinin ölüm haberini bile duyma fırsatları bulamadılar.” (Safedi, El-vafi bil Vefeyat, 19/289-no: 7562.)

Yazarın verdiği öteki kaynaklardan bazıları: Müntehab'ü Kenz'il-Ummal, Ebübekr'in ahlak ve ölümü kısmında. İbni Sad, 3/105. İbni Kuteybe,  El-Maarif, s. 100, b) İmame-Siyase, s. 18. Zehebi, Siyer-i A'lam, cilt 28/20 halifeler bölümü. Suyuti.Tarih'ül Hulefa, 67 vd.. Taberi Tarihi, 3/419-22. İbni Esir, El-Kamil, 2. cilt, Ebubekir'in ölümü bölümünde. Burda ibni Sad ve Hakim'den de alıntı yapıyor, Ibni'l Cevzi, Sıfat-i Safeve, 1/263. Ebubekir konusunda. İbni Asakir, 1) Muhtasar'ü Tarih-i Dımaşk, 13/1 18 Ebubekir kısmında. 2) Tarih-i Dımaşk, 30/409. Ebü'l Feda, Tarih. 1/222…

Arif  Tekin’den okumayı sürdürelim:
“Daha sonra İslam tarihi denilen resmi tarih yazılırken de Yahudilere mal edilerek ve çok kısa bir açıklamayla, "Efendim Ebubekir ve yanındaki heyet, Yahudilerin kendilerine verdikleri zehirli yemekten etkilenirler ve bundan dolayı da zaman içinde vefat ederler" şeklinde, çok kısa bir not düşmek suretiyle kaynaklarına geçirdiler. Ama ne yazık ki bu cinayet işi içinde Osman da vardı, onun bağlı olduğu Emevi kabilesinin önemli şahsiyetleri de vardı. (Şerh'ü NehciT Belaga ve igtiyal'ül Halifer'i Ebubekir.) Uygulama aşamasına gelince... Burada çok akıllıca davrandılar, hiç kimsenin hayal edemeyeceği iki Yahudi asıllı kişiyi ayarladılar: Osman zamanında Kur'an bir araya getirilirken komisyon başkanlığına seçilen Zeyd bin Sabit'e ve yine önemli bir isim olan Abdullah b. Selam'a bu işi havale ettiler. İşte bunlar olursa Ebubekir rahatlıkla öldürülür düşüncesiyle karar verdiler. Ama sonuçta, ne adla, kimin evinde tertipledikleri konusunda detay yok… Anlatılanlara göre Osman, Ebubekir'in tek vasisidir ve onun vasiyeti sırasında ne olmuşsa ikisi arasında olmuştur. (İbni Esir, el-Kamil, ikinci cilt, hicri 13. yılı olayları. İbni Asakir, 30/411.) Osman'dan önce Abdurrahman b. Avf Ebubekir'in yanına gider. Ebubekir ona, Ömer'e görev versem ne dersin, diye görüş bildirmesini ister. Abdurrahman, "Ömer'i benden daha iyi tanırsın" deyince Ebubekir, "Olsun, yine de düşünceni belirt" der. Abdurrahman, "Bildiğinden daha fazla iyidir; ancak serttir" diye karşılık verir. Ebubekir daha sonra Osman'ı çağırıp aynı soruyu ona da sorar, görüş bildirmesini ister. Osman, "Bana göre Ömer'in içi dışından daha temizdir"yanıtını verir. O arada Ebubekir kendisine, "Vasiyetimi yaz" der. Besmele yazdıktan sonra Ebubekir kendini kaybeder/ağır hastadır. Osman o arada vasiyet kâğıdına Ebubekir'den sonra Ömer'in halife olacağını yazar. Daha sonra Ebubekir ayılınca (tabii ki eğer doğruysa, ayılmışsa!) hemen Osman'a: Hele oku ben kendimi kaybedince sen benden sonra ne yazdın, diye sorar. O arada bakıyor ki, Osman vasiyet kâğıdına Ömer'in halife olacağını yazmış. O zaman Osman'a, "Bakıyorum ben bayılınca sen korkmuşsun, ya vasiyet etmeden vefat etse ne yapacağız diye hemen Ömer'i yazmışsın. Ama iyi etmişsin, ben de zaten onu gösterecektim" demiştir. Bazı kaynaklarda, Ebubekir'in Osman'a, "Aslında sen Ömer yerine kendini yazsaydın daha uygundu" dediği de geçiyor. (M. Taberi, Riyad'ü Nadre, 2/116.) Talha bin Ubeydullah (cennetle müjdelenen on kişiden biri) Ömer'le ilgili bir şeyler sezince hemen içeri girip Ebubekir'e, "Sen Ömer'i halife olarak vasiyet ediyorsan, yarın Allah huzurunda cevabın ne olacak?" diyerek itiraz etmiştir. Şu da var ki, bu adam muhalif olduğu için daha sonra Osman'ın yandaşı Muaviye tarafından katledilir. Zaten hep vurgu yapıyorum, Ebubekir'in atadığı kişiler zaman içinde ya görevden uzaklaştırılmış, ya suikastla öldürülmüş veya savaşlara gönderilip bu şekilde ortadan kaldırılmışlardır. Basit bir örnek: Zehebi, "Muaz b. Cebel, Ebu Ubeyde ve Şürahbil b. Hasene, halife Ömer zamanında Şam tarafında bir kıtlıkta ölmüşlerdir" diyor. Sonunda, Ebubekir tarafından Ömer'in halife tayin edildiğini söylemek isteyen Osman dışarı çıkar. Bunu söylemeden önce ilginç bir yaklaşım tavır gösterir: "Açıklayacağım vasiyete inanırsanız okurum, yoksa okumam" şeklinde pazarlık yapar. Ve başlar okumaya. Kısa bir yazıdır zaten. Sadece Ömer'in halifeliğiyle ilgili çok kısa bir metindir. Bu arada Ömer'in önerildiğini ilan edince, millet bu vasiyetin Ebubekir'e ait olmadığını fark eder. Çünkü Osman'ın okuduğu kâğıtta Ebubekir'le ilgili bir işaret yoktur: Ebubekir vahiy kâtibiydi, okuryazardı, kendisi yazabilirdi ama yazı onun değildir. Yanı sıra şahit yok, o günkü âdete göre benzer vasiyetler yapılınca imza gibi bir işaret olurdu; ama böyle bir şey yoktu. Bir de işin içinde panik-acele vardı, kabul ederseniz okurum gibi inandırıcı olmayan şeyler söyleniyordu. Hele bir de Osman'ın yanında Ömer de var, amigo gibi sürekli halka, "Dinleyin, bakalım Osman ne diyecek?" gibi aceleci bir hali vardı. Zaten milletin o ana kadar Ebubekir'den böyle bir teklifin geleceğine ilişkin tahminleri de yoktu. Adeta sürpriz bir açıklamaydı. İşte İbni Ebi'l Hadid, Necah gibileri burada tam isim koyuyorlar: Hileyle, skandalla iş başına gelme. Kısacası, Ebubekir artık hastaydı, Osman ve Ömer'in hazırladıkları düzmece bir vasiyetname millete ilan ediliyordu ve maddi gücün ağırlığı da iki tarafta olunca halifelik bu şekilde gasp edilmiştir… Bunlar uyduruk şeyler. Çünkü Ebubekir'in vasiyeti falan yok. Osman'la Ömer kendi aralarında düzmece bir mektupla işi bitirmişler…”

Bazı kaynaklar Ebubekir’in banyo yaptıktan sonra hastalanıp öldüğünü yazıyorlarsa da Muhammed öldükten sonra hasretine dayanamayıp öldüğünü yazanlar da vardır.

Genel kabule göre; Ebubekir gece ölür. Aynı gece Ömer tarafından acelece toprağa verilir. Ailesinin dışında kimsenin haberi olmadan, Ebubekir’in cenazesinin gece yarısı acelece ve gizlilik içinde defnedilmesi düşündürücü değil mi? Ayrıca cenaze başında ağlayan kadınları kırbaçla susturan Ömer, demek ki; Ebubekir’in ölümünün duyulmasını istememiş. İki yılı aşkın bir süre halifelik- peygamber vekilliği- yapmış birisinin, ölür ölmez gece defnedilmesi nasıl yorumlanabilir? Ebubekir’in cenazesi gündüz gömülseydi, ortalık mutlaka karışacaktı. Halkın ileri gelenleriyle yeniden bir halifelik sorunu yaşanacaktı. Ömer her ne kadar sert ve kurnaz olsa da halife seçilmesi zora girebilir ya da sert çıkışlar yapmak zorunda kalabilirdi. Bu olasılıklar ve daha fazlası Ömer için büyük sorunları ve riskleri ortaya çıkarabilirdi.

Ayrıca bir konuya daha dikkat çekilmeli! Muhammed gizlice gece defnediliyor. Ömer’in dayağı sonunda ölen Fatma ve başka önemli kişilerin cenazeleri da gece ve gizlilik içinde defnedilmiştir. Çünkü bu ölümlerin hepsi kuşkularla, cinayet izleriyle doludur. Cenazelerin halkın önüne çıkarılması ortalığı karıştırıp, ölümlerin altında yatan cinayet kuşkularını açıkça gündeme getirecekti. Oysa Ebubekir, sessiz sedasız gece defnedilince; Ömer, hemen sabah halifeliğini bir kez daha duyurarak kolayca ve hiç sorun çıkmadan makamına oturabildi.

ALLAH'A ŞÜKÜR

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah'a şükür, Meallerdeki kasıtlı çeviriler, Kur'an mealleri, Arapça'dan Türkçe'ye, Bakara 52, Allah'a teşekkür, Bakara 185, Maide 6,

ALLAH'A ŞÜKÜR

Bazı Arapça kelimelerin Türkçede tam karşılığı var iken her nedense  Kur’an çevirilerinde Arapçadan dilimize geçmiş olan kelimeler kullanılır ya da Arapça kelime olduğu gibi meale yazılır veya ilgili Arapça kelime ile alakası olmayan farklı bir Türkçe kelime kullanılır.  Peki bu geleneğin sebebi ne olabilir?  Bu başlık altındaki  yazının konusu Arapçada “şükran” olan ve Türkçe karşılığı “Teşekkür etmek” olan kelimedir.

Bizim dilimizde Şükretmek ve Teşekkür etmek arasında fark vardır. Teşekkür, fani olan insana karşı yapılan minnet ifadesidir. Şükür ise Allah’a yapılan minnet ve teşekkür ifadesidir. Peki Arapçada böyle midir?  Bu konuyu aslında çok merak ediyorum. Kur’an’ın bir çok yerinde şükretmek durumu Şükran veya Teşkurun veya Şekuren(Şükreden)  şeklinde ve farklı kalıplara göre farklı şekillerde de  geçer fakat istisnasız bütün mealler, Teşekkür etmek yerine “Şükretmek”  şeklinde tercüme edilir. Arapçada Teşekkür etmek  Şükran’dır. İnsanımız genel olarak dilimizde  çok uzun senelerdir var olan “Teşekkür etmek” ifadesinin yabancı kökenli olduğunu ve dilimize yabancılardan, batılılardan geçtiğini düşünür fakat bizim dilimize  “Teşekkür” kelimesi Arapçadan geçmiştir. Peki neden ayetlerin çevirisinde Teşekkür etmek şeklinde çevrilmez?

Birilerine yardım ettiğiniz zaman yardım ettiğiniz kişiden size teşekkür etmesini ister misiniz? Yardım ettiğiniz kişiye, “sana yardım ettim, bana teşekkür et veya şükret ya da minnetini göstert” gibi bir emrivaki yapmak ya da böyle bir istekte bulunmak büyüklük ya da bir olgunluk göstergesi midir? Yoksa yaptığı iyiliği başa kakan, böbürlenmek için bir şeyler yapan, egosunu şişirmek için çalışan bir karakteri mi icra etmiş olursunuz? Bu davranışı bir insan sergilediğinde utanç verici bir davranış sergilemiş oluyor da bir İlâh sergilediği zaman sonsuz hikmet sahibi, yüceler yücesi bir Tanrı özelliği  anlamına mı geliyor? Yoksa kimilerinin savunması gibi “Bir anne, yeri geldiğinde çocuğuna Teşekkür etmeyi öğretir. Bunu öğretirken de çocuğunun eline bir oyuncak verir ve “Teşekkür ederim” de diye tembihler. Allah da kullarına, minnettarlığı, şükretmeyi öğretiyor” mu diyeceksiniz. Haklısınız. Bir anne, bir aile ve bir öğretmen çocuklarına, öğrencilerine mutlaka Teşekkür etmeyi öğretir fakat bu nezaket sözcüğünü öğretirken sadece kendilerine teşekkür ettirmezler. Çocukların özellikle bir birlerine ve başkalarına da teşekkür etmeleri gerektiğini öğretirler. Ben Kur’an’da Allah’ın kullarına, “bir birinize gerektiğinde teşekkür edin, minnetinizi göstertin” gibi bir ayetini hiç okumadım. Varsa yoksa bana şükredin, bana teşekkür edin.  Ben yarattım, ben ettim, ben kıldım, benim sayemde oldu, niye şükretmez, teşekkür etmezsiniz? Şunları şunları yaptım ya da yaptık, umuyorum  ki bana şükredesiniz.  Hatırlayın size şunları şunları yapmıştık fakat siz şükretmeyen (teşekkür etmeyen) nankör bir kavim oldunuz…  Ve ardından ayet gönderir: Nisâ Suresi 36:  …Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.

Bu ayete rağmen,  bir anne babanın evladını karşılarına alıp, “sana şunu yaptık, sana bunu yaptık, niye bize sürekli şükretmiyorsun, niye bize sürekli teşekkür etmiyorsun?”  dediği gibi övgü ister, pofpoflanma ister, ibadet ve tapınma ister.

İbrahim 7: Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.”

Yanlış hatırlamıyor isem tek bir ayette Allah ile birlikte anne ve babaya şükredilmesi gerektiği yazıyor.  Lokman Suresi, 14. ayet:   “… Hem Bana, hem anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır."

Bunun dışındaki ayetlerde şükretmek, teşekkür etmek yalnız Allah’a yapılan bir davranış çeşididir.  Şükretmekle ilgili onca ayet varken bu ayetlerin hiç birisinde Öğretmeninize, hekiminize, süt  annenize,  size yardımcı olan insanlara teşekkür edin veya şükürlerinizi iletin demez.  Sözlerimi bitirirken şükretmek ile ilgili bazı ayetleri ve çevirilerini paylaşmak istiyorum. Şükür ile ilgili daha fazla ayet var fakat örnek olması açısından ben bazılarını paylaştım. Mealcilerin, “Şükredin, Şükredesiniz” olarak çevirdikleri ve Arapça orijinal hali ile  تَشْكُرُونَ  bu şekilde yazılan ve “teşkurûn” olarak telaffuz edilen kelimeyi “Teşekkür etmek” şeklinde değiştirdim. Ayetleri okuduğunuz zaman ne demek istediğimi daha da iyi anlayacaksınız.

Bakara 52: Bundan sonra sizi, Teşekkür edersiniz diye affetmiştik.

Telaffuz Şekli: Summe afevnâ ankum min ba’di zâlike leallekum teşkurûn (teşkurûne).

ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذٰلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Bakara 56: Sonra, Teşekkür edersiniz  diye ölümünüzün ardından sizi tekrar dirilttik.

Telaffuz şekli: Summe beasnâkum min ba’di mevtikum leallekum teşkurûn (teşkurûne).

ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Bakara 185: Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur´an´ın indirildiği aydır. Öyle ise sizden ramazan ayını idrak edenler onda oruç tutsun. Kim o anda hasta veya yolcu olursa (tutamadığı günler sayısınca) başka günlerde kaza etsin. Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah´ı tazim etmeniz, Teşekkür etmeniz  içindir.

Telaffuz şekli:  Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkân(furkâni), fe men şehide minkumuş şehra fel yesumh(yesumhu), ve men kâne marîdan ev alâ seferin fe iddetun min eyyâmin uhar(uhara) yurîdullâhu bikumul yusra ve lâ yurîdu bikumul usra, ve li tukmilûl iddete ve li tukebbirûllâhe alâ mâ hedâkum ve leallekum teşkurûn (teşkurûne).

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذ۪ٓي اُنْزِلَ ف۪يهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَالْهُدٰى وَالْفُرْقَانِۚ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُۜ وَمَنْ كَانَ مَر۪يضًااَوْ عَلٰى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَۜ يُر۪يدُ اللّٰهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُر۪يدُ بِكُمُالْعُسْرَۘ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللّٰهَ عَلٰى مَا هَدٰيكُمْ وَلَعَلَّكُمْتَشْكُرُونَ

Âli İmrân 123: Andolsun, siz son derece güçsüz iken Allah size Bedir’de yardım etmişti. O hâlde Allah’a karşı gelmekten sakının ki Teşekkür etmiş olasınız.

Telaffuz şekli: Ve lekad nasarakumullâhu bi bedrin ve entum ezilleh(ezilletun), fettekûllâhe leallekum teşkurûn (teşkurûne).

وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّٰهُ بِبَدْرٍ وَاَنْتُمْ اَذِلَّةٌۚ فَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Mâide 6: Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve -başlarınıza mesh edip- her iki topuğa kadar da ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz, iyice yıkanarak temizlenin. Hasta olursanız veya seferde bulunursanız veya biriniz abdest bozmaktan (def-i hacetten) gelir veya kadınlara dokunur  da su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa yönelin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin (Teyemmüm edin). Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez. Fakat O, sizi tertemiz yapmak ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister ki Teşekkür edersiniz.

Telaffuz şekli:  Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ kumtum iles salâti fagsilû vucûhekum ve eydiyekum ilel merâfikı vemsehû bi ruusikum ve erculekum ilâl ka’beyn(ka’beyni) ve in kuntum cunuben fattahherû ve in kuntum mardâ ev alâ seferin ev câe ehadun minkum minel gâitı ev lâmestumun nisâe fe lem tecidû mâen fe teyemmemû saîden tayyiben femsehû bi vucûhikum ve eydîkum minh(minhu) mâ yurîdullâhu li yec’ale aleykum min haracin ve lâkin yurîdu li yutahhirekum ve li yutimme ni’metehu aleykum leallekum teşkurûn (teşkurûne).

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِذَا قُمْتُمْ اِلَى الصَّلٰوةِ فَاغْسِلُوا وُجُوهَكُمْ وَاَيْدِيَكُمْ اِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُوا بِرُؤُ۫سِكُمْ وَاَرْجُلَكُمْ اِلَى الْكَعْبَيْنِۜ وَاِنْ كُنْتُمْ جُنُبًا فَاطَّهَّرُواۜ وَاِنْ كُنْتُمْ مَرْضٰٓى اَوْ عَلٰى سَفَرٍ اَوْ جَٓاءَ اَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَٓائِطِ اَوْ لٰمَسْتُمُ النِّسَٓاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَٓاءً فَتَيَمَّمُوا صَع۪يدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَاَيْد۪يكُمْ مِنْهُۜ مَا يُر۪يدُ اللّٰهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلٰكِنْ يُر۪يدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

Mâide 89: Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak,  yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun keffareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini  işte böyle açıklıyor ki Teşekkür edesiniz.

Telaffuz şekli: Lâ yuâhizukumullâhu bil lagvi fî eymânikum ve lâkin yuâhizukum bimâ akkadtumul eymân(eymâne), fe keffâretuhu it’âmu aşereti mesâkîne min evsatı mâ tut’ımûne ehlîkum ev kisvetuhum ev tahrîru rakabeh(rakabetin) fe men lem yecid fe sıyâmu selâseti eyyâm(eyyâmin) zâlike keffâretu eymânikum izâ haleftum vahfezû eymânekum kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihi leallekum teşkurûn (teşkurûne).

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْاَيْمَانَۚ فَكَفَّارَتُهُٓ اِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاك۪ينَ مِنْ اَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ اَهْل۪يكُمْ اَوْ كِسْوَتُهُمْ اَوْ تَحْر۪يرُ رَقَبَةٍۜ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍۜ ذٰلِكَ كَفَّارَةُ اَيْمَانِكُمْ اِذَا حَلَفْتُمْۜ وَاحْفَظُٓوا اَيْمَانَكُمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

A’raf 10: Andolsun, size yeryüzünde imkân ve iktidar verdik. Sizin için orada birçok geçim imkânları da yarattık. Ama siz ne kadar az Teşekkür ediyorsunuz!

Telaffuz şekli: Ve lekad mekkennâkum fîl ardı ve cealnâ lekum fîhâ maâyiş’(maâyişe), kalîlen mâ teşkurûn (teşkurûne).

وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الْاَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ ف۪يهَا مَعَايِشَۜ قَل۪يلًا مَا تَشْكُرُونَ۟

Enfal 26: Düşünün ve hatırlayın o zamanları ki, hani bir vakitler siz yeryüzünde güçsüzdünüz, hor görülen bir azınlıktınız. İnsanların sizi hırpalamasından korkuyordunuz, öyle iken O, sizi barındırdı ve sizi yardımıyla destekleyip güçlendirdi ve Teşekkür etmeniz  için temizlerinden rızık verdi.

Telaffuz şekli: Vezkurû iz entum kalîlun mustad´afûne fîl ardı tehâfûne en yetehattafekumun nâsu fe âvâkum ve eyyedekum bi nasrihî ve rezekakum minet tayyibâtî leallekum teşkurûn (teşkurûne).

وَاذْكُرُٓوا اِذْ اَنْتُمْ قَل۪يلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْاَرْضِ تَخَافُونَ اَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَاٰوٰيكُمْ وَاَيَّدَكُمْ بِنَصْرِه۪ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

MARDUK'UN KEHANETİ VE TANRININ ÇALINAN HEYKELİ

Hazırlayan: A.Kara
din ve mitoloji, Marduk, 1.Nebukadnezar, Marduk heykelinin çalınışı, Çalınan Marduk heykeli, Asur tanrısı Aşur, Elamitler, Antik tarih, tarih, A, mitoloji, sümer mitolojisi, Enki'nin oğlu,

MARDUK'UN KEHANETİ VE TANRININ ÇALINAN HEYKELİ

İnsanlığın yaratıcısı ve koruyucusu olan güçlü tanrı Enki'nin oğlu olan Marduk, Mezopotamya mitolojisinde ve Babil tarihinde önemli bir rol oynamaktadır.

Babil, Marduk kültüne adanmış "kutsal şehir" idi ve şehirde onun tapınağı, altında da bir heykeli vardı. Antik çağda Babil neredeyse "dünyanın merkezi" olarak kabul edildi. Hatta Büyük İskender bile oranın güzelliği ve gücü ile büyülenmişti.

Eski bir Asur metni olan ve “Marduk Kehaneti” olarak da bilinen metin "Sulgi Kehaneti"nden de bahseder. Bu metinlerde Marduk'un Hitit, Asur ve Elamitlerin topraklarına olan yolculuklarını gördüğümüz gibi aynı zamanda güneybatı İran'ın eski bir ülkesi olan Elam'dan gelerek Marduk'u yeniden yönetecek olan krala dair kehaneti de görmek mümkündür.

Tarihçilere göre Marduk Kehaneti MÖ. 713-612 tarihleri arasında yazılmıştır. Bu eski belge Asur İmparatorluğu'nun ilk başkenti olan Asur kentindeki bir tapınağa yakın olan Cin Evi'nde ortaya çıkarıldı.

Bu belge büyük olasılıkla Kral 1.Nebukadnezar döneminde yazılmıştı ve çoğu tarihçiye göre bu yazıt onun zaferlerini kutlamak için kullandığı bir propaganda malzemesiydi.

Marduk kehaneti eve tanrı heykelini getirerek huzuru ve düzeni geri getirecek güçlü ve kudretli bir kralın dönüşünü anlatır.

Kral 1.Nebukadnezar: "Elam'a girdim ve çalınan Marduk heykelini geri getirdim".
Babil Kralının listesi onun 22 yıl boyunca hüküm sürdüğünü bildirir ve bir kudurru, Kral Nebukadnezar'ı işaret eder:
"Elamitlere karşı olan savaş sırasında tanrı Marduk'un heykelini geri aldım."

Babilliler üzerlerine oyarak ve keserek hitabeleri yazdıkları oyulmuş taşlara sahiptiler ve onlara "kuduru" diyorlardı. Sadece ekonomik ve dini nedenlerden ötürü değil, aynı zamanda Babil'deki Kassite egemenliği döneminden günümüze kalan tek sanat eseri olarak da önemliydiler (M.Ö. 16-12. yüzyıl). Bu kudurruların üzerine birçok önemli tarihi olay yazılmıştır.

Marduk Kehaneti'nin Kral 1.Nebukadnezar'a bir hediye olarak yazıldığı düşünmesine rağmen, belgenin başka bir amaca hizmet etmiş olması da mümkün.

Cin Evi'nde kazı yaparken arkeologlar ilginç bir şekilde diğer olaylarla da ilgili birkaç çivi yazısı tablet buldular.

“Marduk Kehaneti” dışında metnin yazarının Nebukadnezar'ın Elamit seferlerine ilişkin endişesi yer alıyor. İlaveten Asur baş tanrısı Aşur'un Marduk'dan daha üstün olduğunu ilan eden bazı metinler de bulundu.

Bu metinler bazılarının Marduk Kehaneti'nin, Asur'un başkenti Ashur'un en önemli ilahı olan tanrı Aşur ile ilgili olarak Marduk'un nasıl değerlendirildiğini anlatmak için yazıldığını düşünmelerine de yol açtı.

Kehanet ayrıca astrolojik kehanet metinleri içerir ve belirli takımyıldızlarıyla ilişkili bazı eski yerlerden bahseder.

Marduk ve Sulgi kehanetleri ile Uruk Kehaneti'nde olduğu gibi pek çok tahminin de aynı şekilde astrolojik külliyat ile tam olarak paralel olduğu görülüyor.

Babilliler ve Sümerler astronomi konusunda çok ileri bilgiye sahip olduklarından, çeşitli nedenlerden dolayı inandıkları gök cisimlerini keşfetmeleri şaşırtıcı değildir ve kehanet öngörüleri, astrolojik kehanetler ve astronomik olaylar arasında belirli paralellikler vardır.

GÜNAH, SEVAP VE DİNSİZLİK

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Dinsizlik, Günah ve sevap, Günahlar ve sevaplar, Dinsizler, Dinsizler kötü müdür?, Din ve akıl, Dinsizlik ön yargıları, Dine sahip olmak, Bir dine ait olmak,

GÜNAH, SEVAP VE DİNSİZLİK

Biz dinsizler,  Müslüman dindarlar  tarafından ahlâksız olmakla itham ediliriz. İstisnai dindarlar  dışında bütün dindarlar,  dinden çıkan ya da her hangi bir dine mensup olmayan insanların nefsani arzular ya da vicdani yönetim konusunda din gibi belirlenmiş kurallar olmadığı için bizlerin, vicdansız,  kendisini ve kesesini daha çok düşünen ve hepsinden önemlisi daha ahlâksız olduğumuz gibi bir kanıya varırlar.  Bu önyargı, ünlüler dünyasında bile kendisini göstertir. Ünlülerin dini inançlı olanları ya da inançsız olanlar genellikle bellidir. Müslümanlığı veya dindarlığı ile tanınan ünlülerin gün gelip kirli çamaşırları ortaya çıktığında  hiç kimse o ünlüye “bu nasıl Müslüman?” diye bir soru sormaz ve o kişiyi bu özelliği ile yargılamaz sadece karaktersizliği,  kötü bir insan olduğu gibi özellikleri  gündeme getirilir  fakat dindar olmayan ya da Müslüman olmayan bir ünlünün her hangi yanlışı olduğu  zaman konu döner dolaşır “ateist işte, Allah inancı olmayan birinden ne beklenir ki” gibi yorumlar kırıla gider. Bu yargılama tarzı, tamamen beyinlere  geleneksel yollarla sokulmuş “dinsizler kötüdür” kodlamasının ve şartlandırılmışlığının bir sonucudur. Sadece Müslüman toplumlarına has bir düşünce tarzı değildir, diğer dinlerde de dinsizlere karşı aynı önyargılar mevcuttur.

Sosyal medya üzerinden ya da etrafınızdaki insanlara dininizi bırakacağınızı söylediğinizde ilk önce garip ve sert bir tepkiyle karşılaşırsınız.  Sizi tersi bir duruma ikna edemeyeceklerini anladıklarında şu soruları sormaya başlarlar.

“Sen Müslümanken günah işlememek için dini kurallara uyuyordun. Suçtan, ahlâksızlıktan ve her türlü kötü davranıştan uzak duruyordun fakat artık durumun değişecek. Bu tür davranışlardan uzak durmak için kriterlerin, sınırların ne olacak? Neye göre kendini frenleyeceksin ya da kendini her hangi bir konuda frenlemek ihtiyacı hissedecek misin? Sınırların ne olacak?”

Hadi biraz sohbet edelim. Biz de kendi kafamızdaki çelişkileri ortaya koyalım.
  • Bir ülkenin kanunları, yasaları ne için vardır?
  • Dini inançlı insan sayısı az olmasına rağmen suç sayısı az olan ülkeleri örnek olarak saymamız mı gerekiyor her seferinde.
  • Türkiye’deki genel evlere  ateist,  deist ya da Müslüman dışındaki erkekler mi gidiyor? 
  • Devletin idari bölümlerinde görev yapıp yolsuzluk yapan ve milletin parasını aşıranlar Müslüman olmayanlar mı?
  • Çocuğu, genç bir kızın  ahlâkı ile oynadığı zaman “Benim oğlum erkek, erkeğe bir şey olmaz” diyen ve oğlunu bu şekilde yetiştiren abdestli namazlı teyzemiz ateist mi?
  • Kendine ait 4 evi ve dolgun da bir maaşı olmasına rağmen, mahalle muhtarına fakir belgesi çıkartıp devletten kömür yardımı alan hacı amca dinsiz mi?
  • İlk karısından habersizce başka kadına ya da kadınlara imam nikâhı kıyıp ev döşeyen ya da parasına güvenip çeşit çeşit metres tutan adamlar dinsiz mi?
  • Bilgisayarında porno videolar izleyen bu ülkenin milyonlarca erkeği dinsiz mi?
  • Sırf  bol para kazanmak için başkalarının sağlığını düşünmeden sağlıksız koşullarda merdiven altı üretim yapan, bilinen markaların sahtelerini üretip haksız  kazanç sağlayan sonra da camiye Cuma namazı kılmaya giden  insanlarımız dinsiz mi?

Siz şimdi diyeceksiniz ki, onlar hakiki Müslüman değiller. O zaman yukarıda saydığımız insanları çıkartalım, kaç tane Müslüman kalıyor geriye? En fazla yüzde 20 mi? Eğer durum böyle ise “bu ülkenin yüzde doksandokuzu Müslüman” safsatasını dilinizden bırakın bi zahmet ya da bu oranı, inandığınız gerçek sayısal değere düşürün. Ha yok, “Dinsizlikle günah işlemek farklı bir şey. Müslüman isen eğer, günah işlediğin zaman sadece günahkâr olursun” diyorsan ben de buna katılıyorum.  İslâm dininde TÖĞBE denen bir şey var. Aşağıda bazı ayetleri sizinle paylaştım. Bu ayetlerden çok daha fazla ayet var ki o ayetlerin sonları, “Allah, bağışlayıcıdır, merhamet sahibidir,  tevbeleri çokça kabul edendir” şeklinde ifadeler  bir çok ayetin bitiş cümleleridir. Hatta Müslümanlar arasında bu durum çok iyi bilindiği için bir çok insanımız ve özellikle erkeklerin şöyle bir hayat felsefesi vardır: “Neysem, gençken biraz hovardalık yaparım, içeceksem gençken içeyim  sı…ayım,  hayatın tadına varayım. Yaş biraz ilerleyince hacca gider tövbemizi yapar, namaza başlarız,  günahlarımızı affettiririz”.

Zumer suresi 53. Ayet: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”

Nur suresi 31. Ayet: …Ey mü´minler, hepiniz Allah´a tevbe edin ki, mutluluğu bulabilesiniz.

Bakara Suresi, 37. ayet: Derken Adem, Rabbinden (birtakım) kelimeler aldı. Bunun üzerine (Allah da) tevbesini kabul etti. Şüphesiz O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir.

Peki dinsiz olunca ille de kötü bir insan mı olunur?  İnsanlığa bir sürü hizmeti olmuş, sayısız icatlarda bulunup hayat standardımızın ilerlemesinden tutun, çaresi olmayan bir çok hastalığa tedavi geliştirmiş olan ateist, deist bilim insanlarını  kötü insanlar konumuna mı alacağız? Ya da ateist ülkelerdeki göze batan aykırılıkları, bizim geleneklerimizle çelişen taraflarını  irdeleyip “bak işte ateist ülkelerin haline, onların da şöyle şöyle sorunları var” deyip   kendi sorunlarımızı  görmezden gelip   dindar olmayı zorunlu bir seçenek haline mi getireceğiz?  İnsanın sahip olduğu mükemmel akıl kapasitesini  bu işin çözümü için kullanmak yerine tembel bırakıp ya da “insanın vicdanı yoktur, insanı dinsiz bırakırsan o insanın kafası sadece kendi nefsi çıkarına hizmet için çalışır” gibi  geleneksel düşüncelere yapışıp  atalarımızdan gelen din geleneğini mecburi bir seçenek olarak algılayıp  alternatif  çözüm üretme becerimizi köreltecek miyiz?  “İnsan aklı” denen  mücevherimizi  çalıştırıp parlatmak yerine, din diye bize öğretilen tarihi geçmiş nakaratlara yapışıp  koyun gibi yaşamaya devam mı edeceğiz?

  • Bir kedi ya da köpek yavrusunu  gördüğümüzde içimizdeki sempatik, temiz ve yufka yüreğimizi kabartan şey,  dînî inancımız mıdır?
  • Fakirlikle boğuşan bir ailenin evine gittiğimizde ve o ailenin buzdolabının boş olduğunu gördüğümüzde boğazımıza tıkanan ve elimizi cebimize attıran şey,  dînî inancımız mıdır?
  • Akşam saat dokuzda işten çıkar çıkmaz evine giderken karanlık bir sokakta bir sapık tarafından zorla kaçırılıp öldürülen bir kızın haberini izlediğimizde yüreğimizde duyduğumuz acı, dînî inancımız mıdır?
  • Binlerce ağacın katledildiğini ya da yandığını haber aldığımızda gözlerimizin fal taşı gibi açılmasına ve paniklememize ve ardından çölleşmekte olan gezegenimize karşı duyduğumuz derin sızı ve bu sızının yüreğimizde oluşturduğu burukluk,  dînî inancımız mıdır?
  • Otobüse binen karnı burnunda hamile kadına yer vermek için yerimizden kalkmamıza vesile olan duygumuz, dînî inancımız mıdır?
  • Kur’an’da çevre kirliliğine yönelik ya da çevremizi temiz tutmak ile ilgili hiçbir ayet olmamasına karşın denize koca bir kova dolusu çöp döken birisini polise ihbar etmemize vesile olan hareketimiz dînî inancımız mıdır?
  • İşkence edildikten sonra öldürülen bir köpeğe yani öldürülen bir hayvana bile  acıma ve adalet duygumuzu kabartıp o hayvanın katillerinin bulunup yargılanmasını isteyen ve bu konuda da kampanyalar başlatan vicdanımız,  dînî inancımız mıdır?
  • İnsanlar pisi pisine ölmesin, önlemler alınsın diye iş güvenliği ile ilgili çalışmalara katılmak, bu konuda bir şeyler yapmak için çaba sarf etmek, dînî inancımızın sonucu mudur?

İnsani sorumluluk ve vicdan gereği olarak iş  güvenliğinin artırılması için  çalışmalarda bulunan, proje geliştiren  insanlar bu işi dini duygularla mı yaparlar?  Sokakta yaşayan kimsesiz insanların yiyecek ve barınma ihtiyaçlarına yardım etmek için hizmet veren  derneklerde hiçbir karşılık beklemeden gönül rızası ile çalışan  ve saçlarını maviye boyatmış olan genç kızımız bu yardımı, dini inancından dolayı mı yapar?  Hayvanların hakları için mücadele edenler,  hayvan barınaklarına gidip gönüllü olarak oraların temizliğini yapanlar bu işleri dini inançlarının bir gereği olarak mı yaparlar? Veya yolun ortasında bir kaplumbağa gördüğünde arabayı durdurup dörtlülerini yaktıktan sonra ezilmesin diye küçük kaplumbağayı eline alıp yolun karşı tarafına geçiren adam bu işi dini duygularla mı yapıyor?  Henüz ortaokul, lise  veya üniversite sıralarında iken “Çevremizi temiz tutalım” bilincini geliştirmek, yaymak ve çevre temizliğine katkıda bulunmak için ceplerindeki harçlıklar ile Temiz çevre sloganlarının yazılı olduğu tişörtlerden satın alıp ellerine eldiven giyip bir ellerine de poşet alıp, sokaklarda,  parklarda ve benzeri alanlarda saatlerce çöp toplayan ve insanların yoğun olduğu bölgelerde, hiçbir maddi karşılık beklemeden ellerindeki temiz çevre konulu broşürleri insanlara dağıtıp onları ikna etmeye çalışan gençlerimiz, çocuklarımız ve onları bu işe sevk eden eğitimcilerimiz bu işi dinin bir gereği olarak mı  yapıyorlar?

Ben dinden çıktığımda,  ne yaptığımdan emindim ve içsel dünyamda olabilecek en güzel şey gerçekleşti. Hayata bakışım, yeniden anlam kazandı. Bir kadın olarak artık kendimi, etrafımdaki geleneksel yapının püsün püsün oturttuğu kıyıdaki köşedeki  üstüne gölge düşen koltuklardan kaldırdım, ışığın olduğu yere doğru çıktım, çıkabileceğim en yüksek noktaya. Eskiden hayata ve insanlara, puslu birer pencereden bakıyormuşum.  Şu an hiçbir yanımda pencere yok. Sağım, solum, her tarafım açık ve her yer ayaklarımın altında. Kendim dışındaki insanları  Hristiyan,  Müslüman, Dinli, Dinsiz,  Ateist,  Türk, Amerikalı, İngiliz ya da benzeri etiketlerle görmüyorum, gruplandırmıyorum artık.  Dünyadaki bütün insanlar,  konuşabileceğim, sohbet edebileceğim ve hatta dost olabileceğim bir konuma  gelmiş  gibi hissediyorum.  Geçmiş dini inancımın bir kadın ve bir insan olarak bende sınırlandırdığını düşündüğüm her şey dağılıp gitti ufkumdan.  Yeteneklerimin, kişisel özelliklerimin ve bu doğrultudaki kapasitemin daha bir farkına vardım.  Başkalarını ve kendimi etkileyebilecek bir karar verirken artık  “Allah katında durumum nedir, bu yaptığım dine uygun mu?”  gibi sorular yerine “Benim bu işte faydam nedir? Ben nasıl yararlanırım? Yakınımdaki sevdiğim insanlara da bir faydası olacak mı? Ben fayda görürken başkaları zarar görecek mi? Bu karar ya da bu iş beni mutlu edecek mi? Yaptığım işin başkalarına bir yararı ya da zararı olacak mı?” gibi soruları ve olası cevaplarını ve daha fazlasını gündeme getiriyorum.  Eskiden kendimi, sonuçları cennet ve cehenneme endeksli olan kurallar bütününde bir düzleme oturmaya çalışırken şimdi kendimi,  bütün insanlardan ve yönetimlerden oluşan bir bütünün parçası(dişlisi) gibi hissediyorum. Bu duygu, yapmakta olduğum ve yapmayı planladığım bütün işlerimde özenli olmam konusunda beni motive ediyor. Dini bir inanca sahip olmasam da Çekim yasası denilen ve ne olduğu tam olarak anlaşılmayan bu garip yasaya inanıyor ve etrafımdaki insanlarda ne kadar güzel bir şekilde işlediğini görüp hayretler içerisinde kalıyorum.  Hem bu görünmez yasaya olan inancım hem de toplumu oluşturan bir bütünün dişlilerinden birisi olduğum gerçeği, yaptığım her işte sadece kendimi değil aynı zamanda başkalarını da düşünmem gerektiği konusunda beni yönlendiriyor. Etrafımda ve yakınımda nasıl insanlar görmek istiyorsam ben de öyle bir insan olmalıyım. Benzer benzeri çeker.

Gelelim Dinsiz olmanın bana göre en muhteşem ve en harikulade duygusuna! Bir Müslüman, birisine ya da birilerine iyilik ya da hayırda bulunduğu zaman bunun, hem dünya hem de öte alemde karşılığını alacağını bilir fakat  dinsiz insanlarda böyle bir geri ödemeye yönelik inanç yoktur. Bizler, iyi işler yaparken ya da emeğimizi, gerektiğinde maddiyatımızı, ihtiyacı olan insanlar için ya da ihtiyacı olduğunu düşündüğümüz değerler için hibe ederken bunun karşılığını bu dünyada ya da öte dünyada şahsi ya da egosal olarak almayacağımızı çok iyi biliyoruz. Bu durum bende, muhteşem güzellikte bir haz uyandırıyor. Kişiyi daha da olgunlaştırıyor. Bir annenin, çocuğunu karşılıksız sevmesi gibi ya da bir Tanrının,  kullarını ve yarattığı her şeyi ön koşulsuz bir sevgiyle sevmesi, kucaklaması gibi.  Bu duyguyu tarif etmek çok zor, yaşamak lâzım. İnsanın kendine olan saygısını, güvenini ve kendisine duyduğu sevgiyi artırıyor. Sevgi, içinde yeniden şekillenip anlam kazanıyor. Bir insanın, bir şeylerin baskısı sonucunda kendisini bazı şeyleri yapmaya mecburiyet olarak görmesine karşın söz konusu kişinin insanî ve toplumsal bazı görevleri, din ya da gelenek baskısı olmadan kendi içinden gelerek ve isteyerek yapma düşüncesi, insanın yüreğindeki, bağrındaki ve hayatındaki yükü, kasılmayı bir anda yok ediyor ve hafifliyorsun. Bu his, çalışan bir kimsenin, haftanın beş günü sabahın altısında  çalan telefonunu zoraki susturup “biraz daha uyusam” diyerek sünepe bir şekilde isteksizce yatağından kalkıp işe gidiş için hazırlık yapmaya benzer fakat hafta sonu geldiğinde saat sabahın altısı ya da altı buçuğu  olmuştur,  telefonun alarmı çalmaz fakat sen kendi kendine gözlerini açarsın ve rahat bir şekilde yerinden kalkıp, zevkli bir şekilde kahvaltı hazırlamaya başlarsın. Hatta işinle ilgili hazırlaman gereken bazı projeleri, istekli bir şekilde eline alıp kahveni yudumlarken zevkle ve rahatlıkla yaparsın.

Birilerine iyilikte bulunurken iyilikte bulunduğum kişiden ya da bir Tanrıdan karşılık beklemiyorum. Ben muhtemelen  hibe ediyorum, bağışlıyorum ve bundan dolayı inandığım Tanrının övgüsüne mazhar olmayacağımı ve bundan dolayı öldükten sonra cennet diyarına gitmeyeceğimi biliyorum.  Aynı zamanda yaptığım iyi işlerin, bizzat kendimin de içinde bulunduğu ve her şeyin bir birine bağlı olduğu  ortak hayat ağacının  her bir dalına bir tomurcuk, bir yaprak, bir çiçek ve sonunda bir meyve olacağını bilmek bana fazlasıyla yetiyor.  Zaten bunları yaparken aynı zamanda yaşamakta olduğum çevrenin iyi bir şekilde dönüşümüne, gelişimine katkı sağlıyorum. Bu katkının güzel sonuçlarından eninde sonunda ben de faydalanacağım.

İslâm inancım yok olduğunda içimde koca bir boşluk oluştu fakat o boşluğu, kendi karakterim, iyi niyetim ve içinde yaşadığım topluluğun ortak iyi hedefleri doğrultusunda geliştirdiğim  “Kendim de dahil olmak üzere kâinattaki her şey, sevgiyi, saygıyı ve değer verilmeyi hak eder” inancı ile çoktan doldurdum bile.

Dindar iken bize öğretilen önyargılar baz alındığında  dinsiz olduğum için ne iç sıkıntısı çekiyorum, ne buhran geçiriyorum ne de mutsuzluklar içinde debeleniyorum. Aksine, hayattan daha fazla keyif almaya başladığım gibi iç huzurum ve mutluluğum  daha da arttı.

AFRİKALILARIN ESRARENGİZ İNSAN IRKI

Hazırlayan: A.Kara
mitoloji, Afrika Mitolojisi, Cwezi, Cweziler, Afrika efsaneleri, Dünya dışından gelenler, Yarı tanrılar, Afrika inanışları, Cwezi insanları, Yıldız insanları, A,

ANTİK, ESRARENGİZ İNSAN IRKI CWEZİ

Antik Cwezi veya Chwezi olarak da bilinen Bachwezi halkı efsanelerin günümüz Tanzanya'sının kuzeyindeki modern Uganda, Sudan gibi geniş bir alanı kapsayan Kitara İmparatorluğu'na (Güneş İmparatorluğu) hükmettiğini söylediği bir grup insandı. Bu bölgeler arasında MÖ 10.000'den 1.500 tarihleri aralığındaki Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruanda, Burundi, Zambiya ve Malavi bile vardı. İmparatorluk 1300'lerde çeşitli özerk devletlere parçalanmaya başladı; Kutsal bir inek olan Bihogo'nun ölümünün imparatorluğun sonunu getireceği kehanetine inanan birtakım kişiler bulunmaktaydı.

İnanışa göre birkaç nedenden dolayı olağanüstü insanlardı. Çok sayıda farklı fiziksel özellikleri vardı; Alışılmadık derecede uzun boyluydular ve kafaları belirgin bir şekilde insan dışı bir biçime sahipti. Bu durum bazı insanların sıradışı görünümlerinden dolayı onların yarı tanrı olduklarına kanaat getirmelerine neden oldu. Bazıları ise onların dünya dışındaki bir gezegenden gelen antik ırklardan olduklarını savundu. Fiziksel görünümlerine ek olarak insani yeteneklerin ötesinde, doğaüstü becerilere sahip oldukları söylenir.

Hatta kriz zamanlarında yardım etmeleri için çağrıda bulunan Ugandalılar tarafından onlara ibadet bile edildi. Hala Cwezi'lere tapınan Ruandalılar ve Burandi halkı onlara “tanrı olarak inen insanlar” anlamına gelen "Ibimanuka" diyor.

Onlara Ankole, Toro, Doğu Kongo, Buganda ve Tanzanya'daki kabileler tarafından tapılmaktadır. Bu kadar çok insan onların doğaüstü güçleri, özel yetenekleri olan insanlar ya da dünya dışı varlıklar olan yarı tanrılar olduğuna ikna olmuş durumdalar.

CWEZİ'NİN POTANSİYEL KÖKENLERİ
Kalan Cwezi hakkında en sık alıntı yapılan bilgi kaynağı, Afrika Büyük Göller bölgesindeki etnik bir grup olan Tutsi'nin sözlü anlatılarıdır ve kökenleri hala tartışmalı bir konudur. Bazı insanlar Mısır'dan geldiğiklerine inanırken, Tutsi, Cwezi'leri Kush, Nubian ve Hhamityan krallıklarının doğrudan ataları olarak tanımlar. Ayrıca Kamitik ve Sudan tanrılarıyla aynı kültürel grubun akrabaları olarak tanımlanmıştır.

Günümüzde eski kültürlerin varlığını ve davranışlarını kanıtlamak için fiziksel kanıtlara çok daha fazla güveniliyor (ki mantıklı olan bu). Antik kalıntıların varlığı bu gizemli ve tartışmalı ırkın var olup olmadığını ve potansiyel kökenlerini tespit etme imkanı sağlıyor.

Birçok modern bilim adamı Cwezi'lerin Batı Uganda'ya MS 500 civarında geldiğine inanıyor. Nil Nehri'nin kuzeyinden göç ettiler ve daha organize sosyal yapıları beraberlerinde getirdiler ve doğu Afrika'da krallıklar kurdular. Eksantrik ve oldukça tartışmalı bir Afrika yazarı olan Gakondo, bu teorinin yanlış olduğunu, sömürge döneminde bölgede egemen olan batılıların orada yaşayan halkın üzerindeki etkilerinin sonuçları olduğuna ve bu inanışın gerçek olmadığına inanıyor.

Ayrıca Gakondo, bu olayların alternatif bir versiyonunu sunuyor:
Cwezi halkının Batılı alimlerin iddia ettiği gibi George Gölü ve Albert Gölü çevresindeki bölgelerle sınırlı olmadığını, aslında günümüz Ruanda'sını, Burundi, Karagwe, Doğu Kongo, Uganda'nın bazı bölgeleri ve Kenya'nın Kano ovalarını da kapsayan geniş bir bölgeye yayılan eski Kitara İmparatorluğu'nun yöneticileri olduğunu iddia ediyor.

Cwezi'lerin çok sayıda modern Afrika krallığının, Toro, Ankole, Buganda, Ruanda ve Burundi'nin ve hatta Kongo ve Zanj gibi bazı krallıkların ataları olduğunu savunuyor.

DÜNYA DIŞI CANLI MI? YARI TANRI MI?
Coğrafi kökenleri ve Cwezi halkının yayılışı zaten tartışmalı bir konudur ancak başlıkta yer alan argüman onların bilinen diğer antik kültürler gibi olmadıkları gerçeğiyle daha da karmaşıklaşır. Cwezi evrensel olarak hem görünüm hem de davranışta olağanüstü olarak tanımlanır ve “bir ayağı dünyada bir ayağı yıldızlarda” inancı ile başka bir gezegenden gelen ziyaretçiler oldukları yönündeki spekülasyonlara yol açmıştır. Halkın bir kesimi onların alışılmadık görünüm ve davranışlarının nedenini yarı tanrı veya dünya dışından olmalarına bağlıyor.

Cwezi'lerin geleneksel tanımları onların oldukça uzun, koyu kahverengi bir cilde sahip (CC Wrigley'in anlattığı bir masalda onları beyaz olarak tanımlaması hariç) olduğu bir ırk yönündedir. Bu ırka dair inanış Afrika'daki insanlara bakıldığında çok istisnai gibi görünmüyor ancak bu fiziksel açıklamaların ışınlanma yeteneği ve telekinezi gücü gibi doğaüstü yeteneklerin hikayeleriyle birleştiği görülmektedir.

SÜPER GÜÇLERİN KANITLARI
Cwezi'lerin insanüstü yeteneklere sahip olduğuna dair kanıt olarak belirtilen şeylerden biri piramitlerin inşasıdır. Güney Sudan'daki topraklarından çok uzun mesafedeki Kahire'ye taşınan 30 tonluk kaya bloklarından inşa edildiler.

Bunun için daha geleneksel açıklamalar, köle emeğinin (İsrailli ve yerli köleler) kullanılması ve bu sayede binlerce işgücüne ulaşılmış olmasıdır. Ancak Cwezi'lerin doğaüstü varlıklar olduğu teorisinin savunucuları bu devasa blokların köleler tarafından yüzlerce kilometreden sürüklenerek taşınmadığına, Cwezi'lerin telekinetik yetenekleri ile yerlerine taşındığına inanıyorlar. Ayrıca blokların taş ocağından çıkarılmadığına ve dönem insanlarının temel aletleriyle kesilmediğine, Cwezi'lerin günümüzde bilinmeyen bir tür gelişmiş veya sihirli teknolojiyi kullanarak blokları kolayca olması gerektiği şekillerde ürettiklerine inanıyorlar. Eğer bu teori doğruysa Cwezi'lerin Mısır'da ortaya çıktığı teorisinin doğru olduğunun bir kanıtı da olabilir.

Ancak bu sadece inanış, efsane ve teoriden ibaret...

BU AYETİ TANRI MI GÖNDERMİŞ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kurandaki çelişkiler, Bakara 13, Ayetleri Allah mı gönderdi?, İnsanların inandıkları gibi, Yaratıcı kelamı, Ayetlerdeki çelişkiler, Mantık ve din,

BU AYETİ TANRI MI GÖNDERMİŞ?

Bakara 13: Onlara, “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” denildiğinde ise, “Biz de akılsızlar gibi iman mı edelim?” derler. İyi bilin ki, asıl akılsızlar kendileridir, fakat bilmezler.

Tabi ki de inanmayanlar, “Bizler akılsızlar gibi iman etmeyiz” diyecekler. Ne demeleri beklenir ki? Birilerini ikna etmek için “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın” ifadesi zaten akla ve zekâya hitap eden bir ifade değildir. AKILLICA BİR SÖZ DEĞİLDİR.

İnsanlara faydalı olan bir kampanya yürütüyorsunuz fakat kampanyaya daha fazla insanın katılması gerek. Diğer insanları bu kampanyaya davet ederken kullanacağınız en akıllıca söz ne olabilir? “Bak bu insanlar bu kampanyada yer alıyorlar, çalışıyorlar. O insanların katıldığı gibi siz de katılın, o insanların çalıştığı gibi siz de bu kampanyada ya da bu dernekte çalışın” mı dersiniz yoksa yürüttüğünüz kampanyanın önemine ve faydasına mı dikkat çekmeye çalışırsınız? Tamam tamam anladım! Kur’an’da İslâm dinine neden tabi olunmasına yönelik başka bilgiler de var, onu anladım anlamasına da! “İnsanların inandıkları gibi siz de inanın”  ya da “İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin” ifadesini kullandığınız kişilerin nasıl cevap vermesi gerekir? “Aaaaa, çoğunluk şunu yapıyor, biz de onu yapalım. Şu insanlar şu işi şöyle yapıyor, biz de aynen öyle yapalım mı” demeliler? Bu ayeti Tanrı yazmışsa, Tanrı çaresizlik içinde kıvranıyor besbelli. Öyle ki bu kıvranmanın bir sonucu olarak kişileri kendi dinine çağırırken  artık çaresizlikten onları  nasıl ikna edeceğini şaşırmış.

Akıl nedir? Nasıl değerlenir? Zeki insan nedir? Nasıl belli olur? Bilim insanı nedir? Düşünür nedir? Fark oluşturan kimlerdir? Bu dünyayı değiştiren, bu gelişmişliğe getiren beyin nedir? İslâm’ın İlâhı olan Allah, her insana, her akıla hitap eder mi? Tanrı’nın yürüttüğü mantığa bakar mısın? “…İnsanların inandıkları gibi siz de inanın…” Matematik ya da felsefe eğitimi almış birileri varsa çok iyi bilirler, zeki insan herkes gibi düşünmeyen herkesin inandığına inanmayandır. Zekânın özelliklerinden birisi farklı olmaktır. Daha özetle, başkalarının yaptığını ya da diğer insanların sürü halinde yaptığını yapmayan, düşündüğünü düşünmeyen, farklı olanı yapan ve farklı olanı düşünendir. Burada tabi farklı şeyler yapmak ya da farklı şeyler düşünmek derken çılgınca ve hoş karşılanmayan kötü şeyler akla gelmemelidir.


Sıradan bir insan ayet yazıp bu ayet ile kitlelerin kendi oluşturduğu dine katılmalarını istese nasıl bir ayet yazardı?  Ya da şöyle söyleyelim, kitleleri sürü olarak gören ve sürü psikolojisinden gelmiş bir insan, bu amacına ulaşmak için nasıl ifadeler kullanırdı?

Sıradan bir anne baba çocuklarına, “komşumuzun senin yaşında oğlu var biliyorsun değil mi? Adı Ferhat! Arkadaşları ile birlikte haftada üç gün futbol oynamaya  gidiyorlar, sen de onlar gibi futbola  git” diye nasihat eden anne babaya evlat cevabı hemen yapıştırır “Kusura bakmayın,  ben Ferhat değilim!” Allah’ın, kendisine inanmayan insanlara karşı onların inanması gereken durumu “…insanların inandıkları gibi siz de inanın…” diye tarif etmesi ve böyle bir mantıkla inanmaya çağırması bir hayli garip. Geçmişten günümüze insan toplulukları yeri geldi gök Tanrıya, güneş Tanrısına, rüzgâr Tanrısına ve çeşitli putlara inandı.  Onların nedenleri de aynıydı. Diğer insanlar falanca Puta tapıyor, “ben de tapmalıyım”. Benim çevremdeki insanlar  ay Tanrısına tapıyor, onlar aya tapıyorsa “ben de o insanlar gibi Aya tapmalıyım”! Allah’a inanmanın mantığının ya da mantık kurallarından biri bu mu yani, “diğer insanlar inanıyor, sen de inan”.  Niye senin dinine inansınlar? Niye diğer insan topluluklarının inandıkları dine inanmasınlar? Bu tür ifadelerin kullanılmasını sakın 1400 yıl evvelki Arapların cahilliğine ve o cahillerin İslâm dinine katılması gerekliliğine  bağlamayın. Cahil diye addedilen o kavimler, para, mal ve çıkar konusunda kurnazın kurnazı kişiler, eminim bu kadar açık ve garip bir cümleyi  anlayacak  zekâdaydılar. Zaten verilen cevaptan yeteri kadar akıllı ve zeki oldukları açıkça belli.

Ayetlerdeki cümleleri gereksiz ve çok ayrıntılı bir şekilde incelediğimi söyleyip eleştirebilirsiniz  fakat bu ayetler Müslüman çevrenin iddiasına göre İnsan yazması değil Tanrı yazması. Muhteşem incelikteki kâinatı ve  insan vücudunu yarattığına inanılan bir İlâh’ın böylesine sorgulamaya davet çıkartan acemice  ifadelere yer vermesinin mantıksızlığına vurgu yapmak lâzım diye düşünüyorum. Kendisinin yanında çok acizane kalan bizim beynimiz böyle gariplikleri  fark ediyorsa koskoca Tanrı’nın haydi haydi aklına gelmiş olmalı. Görünen o ki gelmemiş. Ya da iddia edildiğinin aksine  bu ayetler, Tanrı katından felan gelmemiş.