HABERLER
Dini Haber

BU BİLETLE NEREYE GİDİYORSUN?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Din ıspatlanamaz, Tanrı, Allah, Cennet için uğraşmak, Cennet Cehennem, Var olduğuna inanılan öte dünya, Öte dünya, Ahiret inancı, Cenneti garantilemek, Eğer Allah yoksa bile,

BU BİLETLE NEREYE GİDİYORSUN?

Bu gün size her hangi birisi 50 milyon dolar değerinde bir Tapu satmak istese ve Tapuyu satmadan önce alacağınız adaya sizi götürüp gezdirse  “7 yıldızlı, 10 yıldızlı,… süper lüks bir sarayın olduğu yeşillik ve denizin buluştuğu rüya gibi bir ada. Adada sizin emrinize amade bir sürü hizmetçi. Size ait helikopter, yat, süper lüks bir araba ve daha neler neler…”  50 milyon doları tık verdikten sonra adanın ve adadaki bütün gayrı menkullerin sahibi oluyorsunuz. Siz o parayı bir şekilde bulabilirsiniz. Piyangodan çıkabilir, altın madeni bulursunuz veya altın arayıp koca bir top ham altın bulur, satar paraya dönüştürürsünüz. Daha olmadı azmeder, çalışır, ünlü biri olursunuz ve o parayı bir şekilde  elde edebilir ve gözünüzle bizzat gördüğünüz, gezdiğiniz, varlığından bire bir haberdar olduğunuz ve yasal anlamda gerçekten sahip olabileceğiniz o cennet adasına aslında sahip olabilirsiniz. Sahip olduğunuz anda ise tadını çıkartmaya başlarsınız. Her şey yolundadır. Parayı bulmak için ya da kazanmak için çok  çalıştınız, taklalar attınız ama sonucu da gördünüz, aldınız karşılığını. Çevrenizde sizi tanıyan insanlar da gördü ödülünüzü ya da kazandığınız ve verdiğiniz paranın karşılığını.

Hayır işi dışında kimse kimseye beş kuruşunu vermez. İnsanlar aldıkları maaşı ya da kazandıkları parayı kuruşu kuruşuna hesap ederler. İnsanlar, uğradıkları zerre kadar haksızlığın hesabını sormak isterler sorarlar da. Bir insan kapkaranlık bir gecede elinde fener olmadan ormanın ortasına, ağaçların arasındaki kuytu yerlere dalıp yürümez. Dibi görünmeyen kuyuya inmeyiz. İnmek gerekirse eğer güçlü bir ışık yansıtır veya bir iple kamera sallayarak aşağıda ne olduğunu görmeyi umut ederiz. Böylece o çukur inilecek bir yer mi yoksa inilmeyecek bir yer mi emin olmak isteriz. Bir işe adım attığımız zaman ya da kendimize bir iş kuracağımız zaman veya bir iş yerine çalışan olarak gireceğimiz zaman ne yaptığımızın farkındayızdır. İş yeri, ayan beyan gözlerimizin önündedir. Burası bir giyim mağazası olabilir ya da market. Markette yapılacak olan iş bellidir. Ayrıca bu markette çalışırken maaş alınabilir mi alınamaz mı bunun hesabı bile yapılır. Sabahtan akşama kadar marketin karşısında durup da markete girip çıkan müşterilere baksanız, ortalama olarak o maketin aylık kazancını ve size emeğinizin karşılığını verip veremeyeceklerini hesap edebilirsiniz. Bu market zorunlu olarak yasal bir markettir ve yasal olarak da size sigorta yapmak zorundalar. Sigortanızdan emin değilseniz çok rahatlıkla bunu kontrol edebilir ve hakkınızı arayabilirsiniz. Yapacağınız iş belki birilerinin kuruluşunda çalışmak değil de kendi işinizi kurmak da olabilir. Peyzaj ile ilgili güzel bir bölüm bitirdiniz ve kendi alanınıza yönelik bir iş kurmak istiyorsunuz. Birkaç yıl, böyle bir firma ile çalıştıktan sonra deneyim sahibi oldunuz ve peyzaj ile ilgili küçük de olsa kendi şirketinizi kuracaksınız. Bilmediğiniz bir işe girmiyorsunuz. Piyasayı biliyorsunuz çünkü piyasa dediğimiz şey  gözlerinizin önünde cereyan ediyor, yaşıyor. Çalışacağınız insanlar ya da müşteriler mars gezegeninde ya da başka bir galakside yaşamıyor, bulunduğunuz çevrede yaşıyorlar. Yapacağınız her şey gözlerinizin önünde ve bu yüzden işi yapmadan önce doğru ve sağlıklı bir planlama yapabilirsiniz. Bu planlamalar bizzat içinde yaşadığınız  dünya ve çevre şartları doğrultusunda şekil bulacak ve gerçeğe en yakın sonuçları verecek. İnsanların, bildikleri, haberdar oldukları durumları  icra etmek ya da o durumların olayların  içine girip deneyim sahibi olmaları konusunda sıkıntı yoktur. Gerçek sıkıntı, bilmediğiniz şeylerdedir. Bilinmezlik ise insanın fiziksel duyu organları ile algılayamayacağı veya çeşitli sebeplerle algılayamadığı ve bu algılayamamanın sonucu olarak haberdar olmadığı, bilgi sahibi olmadığı durumlardır. Bilinmeyen bir hastalıktan muzdaripseniz, işiniz ya da tedaviniz şansa kalmış fakat bilinen bir hastalık taşıyorsanız büyük bir ihtimalle doğru ve etkili bir tedavi ile iyileşip sıkıntılarınızdan kurtulursunuz.

İnsanlar, yeryüzü hayatında, bilinmeyen işlere adım atmaktan imtina ederler. Adım atanlar ise ya kahramandır ya çok cesurdur ya da araştırmacıdır ve belirli bir amacı vardır. Diğerleri, cesur olanların, kahramanların ya da araştırmacıların öğrendiği ve var olduğunu ispat ettiği yeni bilgileri ve durumları  insanların gözlerinin önüne sererler ve ortaya çıkan, gözlemlenebilen bu yeni durumları insan yaşantısının bizzat içine katarlar.

Din ise, gözlemlenebilir bir durum olmayıp hâlâ gerçek olduğu ispat edilemeyen yani bilinmeyen (duyu organlarımızla veya teknik cihazlarımız veya araştırmalarımız neticesinde ispat edememiş olduğumuz) bir durum olmasına karşın, insanlar ne yazık ki, ispatlanmış, gözlemlenmiş bir gerçeklik gibi kabul edip bu belirsiz bilgiye inanmakla kalmayıp, hayatlarının tamamını bu bilgiye göre düzenliyorlar. Koskoca bir yaşam! Küçük bir anınız değil. Belirli bir zaman dilimi hiç değil. Bir insan ömrünün tamamı be! Ölümün ardından gelen hiç kimse yok. Öldükten sonra gidilen bir yer var mı? Sırat köprüsü var mı? Cennet Cehennem var mı? Ölen insanın canını Azrail isimli bir melek mi alıyor? Cinler var mı? Mezara yeni gömülen Müslümanın başına sorgu melekleri gelip “Dinin, mezhebin nedir?” diye soruyorlar mı? Bir tanesini ispat edin yahu! Bir tanesini! Yapabildiğiniz tek şey, ama tek şey, var olan her şeyin, adı Allah olan bir Tanrı tarafından yaratıldığını, Muhammed isimli bir Arapın, Allah'ın kulu ve elçisi olup Allah’tan aldığı emirleri tüm insanlara iletmek olduğunu telkin ediyorsunuz. Siz bile görmediniz. Peygamberlerin hiç birisini, hiç birimiz görmedik. Zaman makinesi icat olsa ve Peygamberin yaşadığı döneme gidip Muhammed’i geçmiş zamanda gözlemleme fırsatımız olsa, o meşhur titreme geldiği zaman gerçekten Allah katından vahiy mi geliyor yoksa bu Muhammed denilen kişi rol mü yapıyor veya kendisine ilham şeklinde gelen bazı fikirlerin bir Tanrı tarafından gönderildiğine mi inanıyor hiç birimiz bilemeyeceğiz. Belki de bize anlatılan hiçbir şeyi, Peygamber denilen kişinin hayatında gözlemleyemeyeceğiz.

Tarih derslerimizde öğretmenlerimiz Osmanlı imparatorluğu döneminde bazı Hristiyan kiliselerinin halktan para toplamak amacıyla, dindar insanlara para karşılığı cennet tapusu dağıttıklarından bahsederdi. Bu durumu ise akıl dışı olarak nitelerlerdi. Gerçekten de akıl dışı. Şimdi düşünüyorum da, Dindar Müslüman ya da Hristiyanların veya Yahudilerin  içinde bulunduğu durum farklı mı? Cennetin tapusunun bu dünyada olamayacağını hepimiz biliyoruz, siz dindarlar da biliyorsunuz? Neden cennetin tapusu bu dünyada verilmez? Çok basit. Hiç görmediğiniz, bilmediğiniz bir yerin tapusunu kimse satamaz. Tapuyu satın almak isteyen adama, hangi araziyi göstereceksiniz? “Gel şu otobüse binelim, cennete gidip bakalım” mı diyeceksiniz? Hiç görmediğiniz yerden tapu almak saçma da yine hiç görmediğiniz bu cennet diyarı için bütün hayatınızı değiştirmek, aklınızı, inancınızı birilerinin inandığına teslim etmek, kiraya vermek saçma değil mi?

Dindar Müslümanların dinsizleri ikna etmek için  söyledikleri bazı klasik sözler var, hemen o sözleri yazayım:
Ya öldükten sonra cennet ve cehennem varsa! Ne yapacaksın? Ömrünü ibadetsiz boşu boşuna mı geçirmiş olacaksın? En azından ibadetini yap, Allah'a yakışır bir kul ol da öte aleme gittiğinde, Allah diye bir Tanrı yoksa bir şey kaybetmezsin, var ise cenneti kazanırsın.

Şimdi  ben de dindar Müslümanlar için bir şeyler söylemek istiyorum:
Ya öldükten sonra sizin inandığınız gibi adı Allah olmayan bir Tanrı sizi karşılayacaksa ve kuralları farklı olacaksa ne yapacaksınız? Ya da sizi bir Tanrı karşılamayacak da kendinizi farklı bir oluşum içinde bulacaksanız ne yapacaksınız? Ya cennet cehennem yoksa? Dünya hayatınızı boşu boşuna saçma sapan hurafelerle kısıtlayıp eziyetlerin içinde “Allah'ın imtihanı”  diyerek boşu boşuna kıvranmış, çile çekmişseniz. Dünya hayatına tekrar dönebilecek misiniz? Din adamlarınız size, gelişi olmayan ve gidişin de neresi olduğunun ispat edilmediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği boş bir bilet kesmişler. Siz boş biletle, neresi olduğuna, var olduğuna inandırıldığınız bir yere gitmek için koca hayatınızı şekillendiriyorsunuz. Belki yapmak istediğiniz farklı şeyler var. Yaşamak istediğiniz farklı bir hayat var. Farklı seçimlerin hayalini kuruyorsunuz fakat din denilen dayatmanın etkisi ile istemediğiniz bir hayatı yaşıyorsunuz ve ardından diyorsunuz ki: “Bu dünyada istediğim her şeyi yapamayabilirim, mutsuz olabilirim ama öte alemde mutlaka karşılığını Allah bana verecek”.

Dinlerin insanlara yapabildiği en etkili şey: İnsanları hiç bilinmeyen   cennete ve yine hiç bilinmeyen ve görülmemiş olan bir cehenneme inandırmaktır. 
Elinize bir bilet vermişler. Bilette yazılan yeri hiç görmediniz fakat bileti elinize tutuşturan güruh, hayatınız  boyunca size  uzuuuun uzun anlatacak nereye gideceğinizi. O anlatanların da hiç birisi görmedi o yerleri. Siz  de ölünceye kadar gözlerinizle görmeyeceksiniz  size  vaat edilen yerleri. Ben bana verilen bileti araştırdım, akıl süzgecimden geçirdim ve dolandırıldığımı fark ettim, o bileti yırttım attım. Bunu yapınca kötü birisine dönüşmedim. Zararın neresinden dönsen kârdır. Ben büyük bir kârda olduğumu düşünüyorum. Bütün dindarların, doğumlarından itibaren ellerine tutuşturulan bileti sorgulamaları dileğiyle, sağlıcakla kalın.

AGNOSTİK OLMA HİKAYEM

Sizden Gelenler
sizden gelenler, Agnostik olma hikayesi, Nasıl Agnostik oldum?, Agnostik, Dinden çıkış hikayesi, Artık dine inanmıyorum, Dinden kaçış serüveni, İslamiyetten Agnostisizme,

AGNOSTİK OLMA HİKAYEM
(BİR TAKİPÇİZİMİZİN AGNOSTİK OLMA HİKAYESİ)


Esenlikler arkadaşlar. Hikayeme nereden başlayacağımı bilemiyorum. Dindar muhafazakar bir şehirde büyüdüm. Evet, bildiniz, işte orası. Hala da orada yaşıyorum. Yaşım henüz küçükken, ezan okundu mu? Hemen camiye koşardım. Şadırvanda hızla abdest alır, camiye girerdim. Namaz surelerinin neredeyse hepsini camide öğrendim. Bir çırak, nasıl ki ustasına özenir, ben de müezzine özenirdim. Ben de bir gün kamet getirecek, yatsı namazında amenerrasulü suresini(!) okuyacaktım. Amenerrasulü’nün Bakara Suresinin son iki ayeti olduğunu çok daha sonra öğrendim. Çevremden aldığım takdir hoşuma gidiyordu. Bu ibadetlerde, Allah’ın takdir etmesinden çok çevremin takdir etmesi daha çok hoşuma gidiyordu ama ben farkında değildim.

Ailem öyle çok fazla dindar muhafazakâr bir aile değildi. Aradan geçen zamanla birlikte, aslında öbür dünyada sorumlu tutulacağım ergenlik sonrası, sadece cumadan cumaya camiye gitmeye başlamıştım. Türkiye’de Müslüman dindarlığının kalesi olan şehirde ben de herkes gibi, “eyvallah, inşallah, Allah razı olsun, Allah işini gücünü rast getirsin, Allah izin verirse”’lerle günümü geçiriyordum. Son zamanlarda namaz, oruç gibi ritüelleri tamamıyla bırakmıştım. Ama elhamdülillah Müslümandım.

Eve interneti almamla birlikte, ister istemez önüme; evrim teorisi, ateizm, Allah yok-dinler yalan gibi konular da geliyordu. Bu konuları görünce gözümden ateş çıkacak kadar sinirleniyordum. “Sen kimsin ulan” ile başlayıp arkasından ağıza alınmayacak küfürler yazıyordum. Dinimi karşımdakinin özel değerlerine küfredecek kadar benimsemiştim. Halbuki dinimde küfür ve her türlü kötülük yasaktı.

Üniversite bittikten sonra iş konusunda oldukça sıkıntılar yaşadım. Üç ayda bir iş değiştiriyordum. Birkaç iş yerinden alacağımı alamadığım ve çeşitli nedenlerden dolayı kredi ve kredi kartlarına inanılmaz borçlar yapmıştım. Aldığım para ile ödediğim borçlar bir türlü bitmek bilmiyordu. Bu dünyada borç ödemekten imanım(!) gevremişti. Ama Allah büyüktü. O her şeyin zamanını benden iyi bilirdi. Zamanı geldiğinde beni bu sıkıntıdan kurtaracak, feraha kavuşmamı sağlayacaktı. Hem de bu garantiydi. Şüphe etmek mi? O da ne? Aklımdan bile geçiremezdim. Peki bunun karşılığında ben Allah için ne yapıyordum? Öbür dünyaya hiç yatırım yapmamıştım. “Ulan bu dünya zaten gelip geçici. Hayatım zaten boktan. Bari öbür dünyamı kurtarayım” deyip, bunu nasıl yapacağımı düşünmeye başladım.

Sonunda buldum. Kararımı vermiştim. Eşimi, çocuğumu, annemi, babamı, arkadaşlarımı, kısacası herkesi terk edip, yalnız kalabileceğim bir yere yerleşmek en doğru karardı. Ne kadar yaratıcı öyle değil mi? Daha önce hiç düşünülmemiş, orijinal bir fikir(!) Yanıma bir lokma, bir hırka, bir de Kur’an-ı Kerim almak yeterliydi. Böylece günahtan uzak duracaktım. Çünkü yalan insana söylenir. Hak insandan yenir. Küfür insana edilir. Hırsızlık insandan yapılır. Gıybet insanla yapılır. Evet, en doğrusu insanlardan uzak duracaktım. Böylece artık günah işlemeyecektim. Geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağım için, Kur’an’da ne yazıyor bilmeliydim. Bu inziva sonrası hiçbir insanla tekrar muhatap olmayacağım için, Allah benden ne istiyor, anlamam gerekliydi. Arapça bilmediğim için meal okumalıydım. Zaten cumadan cumaya namaz kılıyordum ve okuduğum surelerde ne diyordum, bilmiyordum.  Ara ara “ne diyorum ben surelerle? Allah sorsa ne diyeceğim?” diye din adına olumlu şüphelerim de yok değildi. Fırsat gelmişti işte. Meali okuyacaktım. Meal okumak isteğimin nedenlerinden biri de siyasi olduğu için açıklamak istemiyorum.

Meal okuyacağım fakat, nasıl okuyacağımı bilmiyorum. Nüzul sırasına göre mi? Yoksa Mushaf sırasına göre mi okuyacağım? Kısa bir araştırma sonucu sağlıklı bir nüzul sırası olmadığını öğrendim. Tek çare Mushaf sırasına göre okumaktı. Fatiha suresi ki sure olduğu tartışılır, bittikten sonra Bakara suresini okumaya başladım. Tek kelime ile yıkılmıştım. Daha ilk iki sayfada bildiğiniz dayak yedim ayetlerden. Öyle enteresan cezalar var ki cehennemde, hayal bile edemezsiniz. “Nasıl ya? OHA!” demekten kendimi alamıyordum. Ama pes etmek yok. Bu iş olacak. Bunun bir kolayı olmalı. Belki de cennete gitmek o kadar kolay değil. E hani İslam kolaylıklar diniydi? Evet, benim aklım buradaki ayetleri anlamaya yetmiyor olabilir. Kolaylıklar dini ise bende bir sorun vardı. Şimdiden çelişkiler kafamı kurcalamaya başlamıştı. Allah’ım sen bana yardım et. Tövbe Allah’ım tövbe. Yüz bin kere tövbe. Ne oluyor lannn?!!!

Destek almam gerekliydi. Bu işi kendi başıma yapamazdım. Yeterli değildim. Tahmin ettiğiniz gibi soluğu sohbet evinde aldım. Bir çay ocağı-kafe tarzı mekâna girdim. Olay şöyle gerçekleşti.

-Selamün Aleyküm Hocam, yardıma ihtiyacım var.
-Ve Aleyna aleyküm selam. Tabi buyurun.
-Hocam meal okurken kafama bir ayet takıldı.
-Söyleyin ayeti.
-Bakara suresi falanca ayette şunu söylüyor.
-Hmm… Bak şurada kitaplık var. Gördün mü? Kitaplığın başındaki kişi benden iyi bilir. Ona sor.

Gidip oradaki adama sordum. Yanıt aynıydı.

-Hmm… Bak şurada camekanlı bir yer var gördün mü? Orada oturana sor. O daha iyi bilir.

Gidip ona sordum. Yanıt aynıydı.

-Hmm… Bak şu camda hocanın telefon numarası var. Onu ara. Ne zaman geleceğini öğren. Ona sor.

Buradan bana ekmek çıkmaz. Çünkü “Diş fırçalamak orucu bozar mı?” sorusuna yanıt vermekten ileri gidemeyen bir topluluk orası. Diğer sohbet evlerinin de farklı olacağını düşünmedim.
Aklıma sonradan “Ayetlerimizi apaçık indirdik” ayeti geldi. Kendimden başka hiç kimseye ihtiyacım yoktu. Çünkü ne yazıyorsa oydu. O hızla birkaç günde Kur’an’ın mealini Elmalılı Hamdi YAZIR’dan okudum. Hatta anlayamadığım bazı ayetleri, birkaç mealden okudum. Neredeyse her satırda daha fazla yıkıldım. İnternetten araştırıyorum, tam bir hüsran. Bir hoca beyaz derken, öbürü kırmızı, diğeri mavi diyor. Bu ayetleri Allah yazmış olamaz. Allah bu kadar kötü olamaz. Ama öyleydi. Allah kötüydü. Hayatımın en büyük kazığını yemiştim. Büyük aldatılmıştım.
Çok geçmeden günümüzün popüler felsefe akımı olan deizmi araştırdım. Bana tam uyuyordu. Ama şimdilik. Çünkü peygamberden vazgeçmek yeteri kadar acı ve korku veriyorken, yaratıcıyı nasıl reddederdim?

Yaratıcının ismi artık Allah değildi. Başıma gelen her güzel olayda, başımı gök yüzüne kaldırıp “teşekkür ederim” diyordum. Bütün ritüelim buydu. Peki dünyadaki kötü olaylardan kim sorumluydu? Yaratıcı ya kötü biriydi ya da olaylara müdahale etmiyordu. Yaratıcı kötü olamaz ya? Peki kötü olaylar neden var? Çünkü yaratıcı evreni yarattıktan sonra müdahale etmemişti. Etmeyecekti de. Dua etmeyi bırakmıştım. Teşekkür etmenin de hiçbir anlamı yoktu. Çünkü benimle hiçbir şekilde iletişim kurmuyordu. “Meydey meydey. Ses ver!” Yanıt yok. Belki de evren bizden çok daha üstün zekalı bir yaşayıcının projesiydi. Belki de evren projesini çoktan unutmuş, başka işlere yönelmişti.

Belki de bir simülasyonuz. Bu güçlü bir teori benim için. Çünkü amatör düzeyde kodlama biliyorum ve strateji oyunlarını çok severim. Ne farkımız var bir yazılımdan? Ne malum birinin SIMS oyununda olmadığımız? Peki bu oyunu oynayan tek bir varlık mı? Bu sebeple deizm maceram iki ay gibi kısa bir süreçten geçti. Simülasyon teorisini çökertecek bir kanıt bile teorinin bir parçası olabilir. Alın size bir paradoks.

Hareketli bir evren mi istiyorsunuz? Gerekli olanlar çok basit. Üç boyutlu bir koordinat sistemi ve kinetik enerji o kadar. Zaten her şey önce enerji ile başlamadı mı?

Ama şuna inanıyorum. Eğer yaratıcı veya yaratıcılar, yarattığı evrende, sadece dünyaya baksa, şaşkınlığını gizleyemezdi. Evrim neler yarattı çünkü.

Şu anda şüpheci bir yaklaşım izliyorum. Yaratıcı var da olabilir, yok da. Tek de olabilir, çok da. Çünkü hiç kimse yaratıcıyı görmedi. Elimizde yeteri kadar delil yok. Fakat aklımın almadığı, böyle bir sistemin, sıfırdan meydana gelemeyeceği. Akıl sınırlarımın dışında. O yüzden kendimi şimdilik zayıf agnostik olarak tanımlıyorum.

Son işimde şehirler arası çalıştığım için çevrem değişti. Buradaki insanlara yavaş yavaş kendimi açıklıyorum. Benim gibi gayrimüslim azınlık da olsa bir grup var. Müslümanlardan bazen, şakayla karışık, dinsiz, kitapsız, Allah’sız gibi yorumlar alıyorum. Yanıtım oldukça basit. “Madem Allah var. Neden yokmuş gibi davranıyorsun?” Ayet numarası ile verdiğim bilgiler ise çoğu zaman şaşkınlıkla karşılanıyor. Herkes beni bir hocaya götürmeye çalışıyor. Kimse neyin ne olduğunu bilmiyor.

Kurban Bayramı sonrası bir gün kahvaltı sofrasında eşim, ben ve oğlum oturuyoruz. Oğlum 9 yaşında. Kendisine sordum. “Oğlum, sence biri, kucağına bir koç alıp, gökten inebilir mi?”, Yanıt çok basitti. “Baba güldürme beni. Öyle bir şey olmaz” dedi. Eşime gülerek bakıp “Başka sorum yok” dedim. O da “he hee” diye geçiştirdi. Ben yine de eşime saygı duymakla birlikte gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Bu arada geçen sene kurbanı onun adına kestik. Bu sene kesmedik. Olur da tekrar kurban kesmek nasip olursa(!) eşimin adına keseceğiz.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Esen kalın.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Yıldırım ŞİMŞEK

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

ÖMER’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu


ÖMER’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

İlk dört halifeden en acımasız, en kaba ve en kurnaz olanı Ömer’dir. Muhammed en çok ondan korkar, çekinirdi. Muhammed’in kayınbabası ve küçük yaştaki Ümmü Gülsüm’le evlenmesinden dolayı Ali ile Fatma’nın da damadıdır. Kısacası; Muhammed’in hem kayınbabasıdır, hem de torunuyla evlendiği için damadı sayılır.

Gençliğinde babasının develerini güderdi. Boş kaldıkça da Mekke sokaklarını arşınlar, kabadayıca yaşar, başıboş dolaşırdı. İçkiye, kadına aşırı düşkündü. Başı kel olup, iri yarı görünüşü bile karşısındakini korkutmaya yeterliydi. Okuma yazma bildiğinden Muhammed’in yazıcılığını yapmış, işine gelen birçok ayetin Kuran’a geçmesinde büyük rolü olmuştur. Ticaret yaptığı, şiirle ilgilendiği, güzel konuştuğu söylenilse de büyük ölçüde yalandır. Ömer, Mekke’deyken asalak gezen, eğlenceye düşkün, çoğu zaman esrik kafalı birisi olup; halk içinde pek sevilmez ama kendisinden korkulurdu. Ayrıca eli kanlıydı. Muhammed, Ebubekir ve daha pek çok kimsenin öldürülmesinde Ömer’in eli ve işbirliği vardır. Ömer döneminde din yayma, fetih bahanesiyle yapılan baskın ve savaşlarda 400.000 kişi öldürülmüş, tutsak alınan ve satıların hesabı belli değildir. Üstelik birkaç kez de bireysel cinayetler işlemiştir.

Ömer’in Müslüman Oluşu
İslam’ın kendi kaynaklarına göre Ömer’in Müslüman oluş nedeni de düşündürücüdür. Hadis ve söylentilere göre; Ömer Muhammed’i öldürmek için yola çıkmıştır. Yolda karşılaştığı birisi Ömer’in kız kardeşi ve eniştesinin Müslüman olduklarını söyleyince, Ömer kız kardeşinin evine gider ve onların Kuran okuduklarını duyar. Ömer Kız kardeşini ve eniştesini tokatladıktan sonra kılıcını sıyırır. Bu arada okuduklarının ne olduğunu, bir kez daha okumalarını söyler. Ayetleri dinleyip etkilenen Ömer, hemen Müslüman olur. Bazı hadislerde Muhammed’in, Ömer için dua ettiğinden ve Ömer’in bu duayla Müslüman olduğundan söz ederler. Oysa Ömer’in dinlediği ayetler öyle çarpıcı ve hemen etkileyebilecek ayetler değil. Ayrıca Ömer bu ayetleri zaten biliyor. Muhammed, orada burada bu ayetleri ve benzerlerini söyleyip durduğundan;  Ömer bu ayetleri daha önce duymuş ama inanmamıştır. Öyleyse Ömer’in birdenbire Müslüman olması nasıl açıklanabilir?

Bir başka anlatıma göre; Ömer bir akşam şarap arkadaşlarını bulamayınca Kâbe’ye şarap içmeye gitmiş. Muhammed’i namaz kılarken görüp gizlenmiş. Muhammed’in ağzından Hakka suresinin 41-46. Ayetlerini duyunca Müslüman olmuş.

Muhammed’in “ben peygamberim” demesi o bölgede yadırganacak bir durum değil. Orada ağzı laf yapan pek çok kişi peygamber olduğunu söyleyebildiğinde yadırganmıyor. Çünkü ortada birleştirici bir alt yapı yok, ama geleneksellik var. Ömer madalyonun bu yüzünü iyi bildiğinden Müslüman oluyor. Ömer, Müslümanlığa değil; Muhammed’in halk arasında kabul göreceğine ve yeni bir şeyler ortaya getirebileceğine inanmıştır. Ömer, Muhammed’in yanında yer alarak toplumsal bir sıfata kavuşarak, ortaya çıkabilecek olayları değerlendirip kendisine kazanç payı çıkarma peşindedir. Üstelik Muhammed kabul görmese bile, Ömer’in kaybedeceği bir şey yoktur. Muhammed’in “şeytan bile görse ondan kaçar” demek zorunda kaldığı Ömer, iki üç ayetten etkilenmeyle Müslüman oluverecek yapıda birisi değil. Zaten acıması ve duygusallığı olmayan Ömer’i birkaç ayet nasıl etkileyebilir?

Dillere destan olmuş adaletiyle övünülen Ömer, halifelik döneminde neler yapmış?

Ömer’in İlk İşi
Ömer halife olunca, ilk işi; Emevi soyundan olanlara aşırı ayrıcalıklar tanır, yetkiler verir, parasal kaynaklar aktarır. Çünkü Ömer, Ebu Sufyan’la gizli anlaşma yapmış ve birlikte Ebubekir’i öldürtmüşlerdir. Dahası Osman’ın annesi Emevi’dir. Osman Ömer’in halife olmasını sağlamıştır. Osman, Ömer ve Ebu Sufyan üçlüsü işbirliği içindedir. Muhammed’in eşlerinden, Ebu Sufyan’nın kızı Ümmü Habibe’ye devlet hazinesinden aylık bağlanıyor. Muhammed’in öteki eşleri de bu ayrıcalıktan yararlandırılıp aylık alıyorlar. Ebu Sufyan ve oğlu Muaviye’de bu ayrıcalıklardan fazlasıyla yararlandırılmışlardı.

Ömer Dönemindeki Fetihler ve Getirilen Yenilikler
İran, Suriye, Kıbrıs, Antakya, Kudüs, Mısır, Libya, Filistin, Irak, Azerbaycan ve daha birçok yerlere seferler düzenlenip fetihler yapıldı. Böylece Müslümanlar farklı kültürlerle karşılaşınca, kültürel etkileşimler ortaya çıktı. Bizans tehlike kaynağı olmaktan uzaklaştırıldı.

Bu arada Ömer, bazı yenilikler getirerek küçük bir kabile devletini yeni bir düzene soktu. Paralı askerlerden oluşan düzenli ordu kuruldu ve tehlikeli bölgeler olan Şam, Küfe, Basra, Bağdat gibi yerler askeri şehir yapıldı. Beytül mal yani devlet hazinesi yeniden düzenlenip, vergi ve haraç toplanması yeniden yapılandırıldı. Mali ve askeri danışma kurulları kuruldu. Ordunu beslenmesi ve savaşa hazırlanması için tımar (ikta) sistemi getirildi. Fetihle alınan yerler bölgelere göre ayrılarak buralara vali ve kadılar atandı. Hicri takvim kabul edildi.

Tarıma önem verilmesinin yanı sıra fetihlerden gelen ganimetlerle halkın çoğunluğu yoksulluktan kurtuldu. Fetih ganimetleriyle yoksulluktan kurtulanlar devlet işlerine asla karıştırılmadı. Bir elinde kılıç, bir elinde kamçı olan Ömer, halka karşı çok zalim davrandı. Devlet işlerine ve siyasete karışabilecek herkesi para ya da başka şeylerle susturdu. Yoksullara az buçuk nimetler vererek onları da kendisine bağlama becerisini gösterdi.

Ömer’in Öldürülmesi
Ömer, İran’ın Nihavend şehrinde Ebu Lülü diye bilinen Firuz tarafından Medine’de hançerlenerek öldürülmüştür.

Ömer, İran işgali sırasında yüz binden fazla insanı kılıçtan geçiriyor, kadın ve kızlar köle ya da cariye olarak Medine’ye götürülüyor, ileri gelen kişiler öldürülüyor. Ganimet derseniz bol; suvari askerlere altı bin, piyadelere iki bin dirhem dağıtılır, altın ve gümüş de fazladan ganimet. Soylu bir aileden gelen Ebu Lülü Firuz, bu işgal sırasında tutsak edilerek Mugire’nin kölesi yapılıyor. Her şeyini bir anda kaybeden Firuz, her işi yapabilen akıllı birisi. Demircilik, marangozluk, ressamlık yapıyor, bazı icatlar üstünde kafa yorabilecek kadar bilgiye sahip. Böyle birisi bir anda Müslümanların kölesi oluveriyor.

Mugire, Ömer’e yazdığı bir mektupta kölesi Firuz’u övdükten sonra; Firuz’un Medine’de kalması için izin ister. Mugire iyi niyetlidir, kölesinin kalabalık bir yerde işini sürdürmesini ve para kazanmasını istemektedir. Ömer izin verir, Firuz Medine’ye yerleşir, işe girer. Firuz kazansa da kazanmasa da her gün işverenine iki dirhem para vermek zorundadır. Bu para köle Firuz’a ağır gelir. Bu sıkıntı içindeyken Ömer’e giderek bu durumdan doğan sıkıntısını anlatıp yardım ister. Ömer bu isteği kabul etmez. Firuz uzun bir hançer yaparak, zehire batırır. Ömer camideyken, saldırır. Ömer’i zehirli hançerle üç yerinden yaralayarak kaçar. Kaçarken de peşine düşenleri ve önüne gelenleri öldürür. Köleliği ve Müslüman zulmünü içine sindiremeyen Firuz kendi canına da kıyar. Ömer de üç gün sonra ölür.

O günden sonra Firuz, Şiiler arasında kutsallaşır. Halk kahramanı olarak Firuz’e saygı duyulur, hakkında kitaplar yazılır, İran’ın Keyşan kentinde türbesi yapılır.

Şiiler ibadete başlamadan önce, başta Ömer olmak üzere ilk üç halife ve Muaviye’ye lanet okurlar. Şia namazı içinde bu lanetleri okumak farzdır. Ayrıca her yılın belli günlerinde Şia ibadethanelerinde Ömer’e lanet bayramı düzenlenmektedir.

KUR'AN'DA EN ÇOK TEKRARLANAN CÜMLE KALIPLARI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
19 Mucizesi, KTZ, din, islamiyet, Spam ayetler, Tekrarlanan ayetler, Kurandaki çelişkiler, Kuran evrensel mi?, Kur'an ayetleri, Sürekli aynı ayetler, Ondokuz mucizesi, Ondokuzcular,

KUR'AN'DA EN ÇOK TEKRARLANAN CÜMLE KALIPLARI

Sen bir Tanrı olsaydın ve bir kutsal kitap gönderseydin en çok neyi ya da neleri önemserdin? Bazı ayetlerin aynısını  tekrar tekrar yazma ihtiyacı hissetseydin neleri tekrarlayıp yazardın? Bakalım Araplardan bize geçen ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh, gönderdiği kitapta en çok hangi cümle kalıplarını  tekrarlamış!

Kur’an’da en çok tekrar edilen cümle aşağıdaki kırmızı renkli cümledir ve 31 ayette geçer.

“Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?”
Bu ayet Rahman suresinin tam 31 ayetinde geçer ve Kur’an’da en çok tekrarlanan ayettir. Rabbin nimetinin inkâr edilmesi ile ilgili arada çok ilgisiz, alakasız ve mantık dışı ayetler de var fakat onları başka bir yazımda ele alacağım çünkü konuyu dağıtmak istemiyorum.
( Rahman: 13, 16, 18, 21, 23, 25, 28, 30, 32, 34, 36, 38, 40, 42, 45, 47, 49, 51, 53, 55, 57, 59, 61, 63, 65, 67, 69, 71, 73, 75, 77)

Aşağıdaki cümle Kur’an’da 11 ayette tekrar edilmiştir.

“O gün yalanlayanların vay hâline!”
(Mürselat: 15, 19, 24, 28, 34, 37, 40, 45, 47, 49, Mutaffifin: 10, 11)

Aşağıdaki cümleler, Kur’an’da 8’er ayette geçmektedir.

“Şüphesiz senin Rabbin, elbette mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.”
Bu cümle 8 ayette geçer.
(Şuara: 9, 68, 104, 122, 140, 159, 175, 191)

“Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.”
Bu cümlenin de aynısı 8 ayette geçmektedir.
(Şuara: 108, 110, 126, 131, 144, 150, 163, 179)

Aşağıdaki harfler 7 ayette tekrarlanmıştır.

“Hâ-mîm”
İslâm dünyası tarafından da ne anlama geldiği tam olarak bilinmeyen ve anlamının Allah’ın hikmetine, bilgisine bırakıldığı anlamsız harfler yedi ayette geçer.
(Mü'min: 1, Fussilet:1, Şura:1, Zuhruf:1, Duhan:1, Casiye:1, Ahkaf:1)

Aşağıdaki kırmızı yazılı her bir cümle ya da harf bütünü, 6’şar ayette tekrarlanmıştır.

“Elif-lâm-mîm”
Tıpkı bir önceki ayette olduğu gibi İslâm dünyası tarafından ne anlama geldiği tam olarak bilinmeyen ve anlamının Allah’ın hikmetine, bilgisine bırakıldığı anlamsız harfler altı ayette geçer.
( Bakara: 1, Al-i İmran: 1, Şuara: 1, Rum: 1, Lokman: 1, Secde:1 )

"Şayet dedikleriniz doğruysa ne zaman gerçekleşecek şu tehdit?" diyorlar.
( Yunus: 48, Enbiya: 38, Neml: 71, Sebe: 29, Yasin: 48, Mülk: 25 )

“Şüphesiz bunlarda alınacak büyük bir ders vardır; ama çoğu iman etmezler.”
( Şuara: 8, 67, 103, 121, 174, 190 )

Aşağıdaki kırmızı cümleler ise beş ayette tekrarlanmıştır.

“Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.”
( Şuara: 109, 127, 145, 164, 180 )

“Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.”
( Şuara: 107, 125, 143, 162, 178 )

Aşağıdaki kırmızı renkli cümleler 4’er ayette tekrarlanmaktadır.

“Ancak Allah’ın halis kulları başka.”
( Saffat: 40, 74, 128, 160 )

“İşte biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.”
( Saffat: 80, 121, 131 – Mürselat: 44 )

“Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?”
( Kamer: 17, 22, 32, 40 )

Aşağıdaki kırmızı renkli cümleler 3’er ayette tekrarlanmaktadır.

“Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi.”
( A'raf: 15, Hicr: 37, Sad: 80 )

“Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.”
( Saffat: 81, 111, 132 )

“Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.”
( Saffat: 78, 108, 129 )

“Kitab’ın indirilmesi mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.”
( Zümer: 1, Casiye: 2, Ahkaf: 2 )

“Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (gördüler)!”
( Kamer: 16, 21, 30 )

“Öyleyse yüce Rabbinin adını tesbih et.”
( Vakıa: 74, 96, Hakka: 52 )

Bu ayetlerde kullanılan cümlelerin dışında ortalama 80 cümle kalıbının her biri  ise 2’şer ayette kullanılmıştır. Yani 80 X 2 = 160 ayet. Her biri iki şer kez kullanılmış olan 80 ayeti buraya yazarak kalabalık etmek istemiyorum fakat onları da merak edenler varsa araştırıp bulmak zor değil. Yukarıdaki cümle kalıplarını, en fazla kullanılandan yani en fazla tekrarlanılandan en az tekrarlanılana kadar bir sıralama yapmak istiyorum.

  1. “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?” (31)
  2. “O gün yalanlayanların vay hâline!”  (11)
  3. “Şüphesiz senin Rabbin, elbette mutlak güç sahibidir, çok merhametlidir.” ( 8 )
  4. “Artık Allah’a karşı gelmekten sakının ve bana itaat edin.” ( 8 )
  5. “Hâ-mîm”  ( 7 )
  6. “Elif-lâm-mîm” ( 6 )
  7. "Şayet dedikleriniz doğruysa ne zaman gerçekleşecek şu tehdit?" diyorlar. ( 6 )
  8. “Şüphesiz bunlarda alınacak büyük bir ders vardır; ama çoğu iman etmezler.”(6)
  9. “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” ( 5 )
  10. “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” ( 5 )
  11. “Ancak  Allah’ın halis kulları başka.” ( 4 )
  12. “İşte biz iyilik yapanları böyle mükâfatlandırırız.” ( 4 )
  13. “Andolsun biz, Kur’an’ı düşünüp öğüt almak için kolaylaştırdık. Var mı düşünüp öğüt alan?” ( 4 )
  14. “Allah da, “Sen süre verilenlerdensin” dedi.” ( 3 )
  15. “Çünkü o, bizim mü’min kullarımızdandı.” ( 3 )
  16. “Sonradan gelenler arasında ona güzel bir ad bıraktık.” ( 3 )
  17. “Kitab’ın indirilmesi mutlak güç sahibi, hüküm ve hikmet sahibi Allah tarafındandır.” ( 3 )
  18. “Benim azabım ve uyarılarım nasılmış (gördüler)!” ( 3 )
  19. “Öyleyse yüce Rabbinin adını tesbih et.” ( 3 )

Bir Tanrıya inanıp o Tanrıyı övmek mi daha önemlidir (yeryüzü hayatında) yoksa barış içinde, kan dökmeden insan gibi yaşamak mı? İnsan gibi yaşamak için Din ille de gerekli midir? Dini inancı olmayan şu çağın milletleri bir birlerinin kanlarını mı döküyorlar? Bir Tanrı neden kullarına şöyle demez? “Ey kullarım, benim sizin övgünüze, ibadetinize, sizin beni anmanıza ihtiyacım yok. Benim varlığıma inanmasanız bile dünyada yaşadığınız sürece bir birinize iyi davranın, kan dökmeyin, bir birinizi incitmeyin, hep iyiliklerde bulunun. Ben her şekilde öte alemde size karşılığını en güzel şekilde veririm. Beni tanıyıp tanımadığınıza bile bakmam!” Dinlerin inandıkları İlâhlar arasında bu kadar yüce gönül ve ruh sahibi bir Tanrı var mı?

Bu ayetleri yani 31 kez tekrarlanandan 3’er kez tekrarlananlar da dahil olmak üzere(ikişerli tekrarları eklemeden) sıraya dizdim ve 19 sayısı çıktı. Görüyor musun mucizeyi? 19 Mucizesi bu galiba :D

Bu günkü İslâm dünyasının yani dünyadaki bütün Müslümanların en önemli sorunları neler?

  1. Yoksulluk
  2. Cehalet
  3. Savaş
  4. Zulüm
  5. Eşitsizlik
  6. Ultra zengin ailelerin içindeki rezillikler(Arap şeyhlerinin dışarıya yansımayan gizli hayatı kastediliyor)

Eğer Müslüman isen Allah’ın nimetlerini inkâr eden, yalanlayan birisi değilsindir artık. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sıraladığım 5 ya da 6  maddenin sıkıntılarını çeken milyonlarca Müslüman zaten sana inanıyor. Ayetlerini yalanlamıyor, nimetlerini inkâr etmiyor, senin güçlü ve merhametli olduğuna inanıyor, sana karşı gelmiyor yani onların sana itaat etmesi gereken ayetleri bu kadar tekrarlamana gerek yok. Dininin yayılma döneminde elçin olan Hz Muhammed bu görevi zaten başarıyla yaptı. Senin o gönderdiğin ayetler, yani “Artık rabbinizin nimetlerinden hangisini inkâr edebilirsiniz?, Allah’a karşı gelmekten sakının” gibi ayetlerin, vakti zamanında belki önemli idi ama şimdi önemini yitirdi. Eskiden sayıları pek az olan Müslüman halk için gönderdiğin ayetlere şimdinin milyonlarca Müslüman milletlerinin çok da ihtiyacı yok. Hepsi de kayıtsız şartsız sana inanmaktalar. Sen şimdiki kulların için ne düşünüyorsun? Onların nasıl yaşamasını, hangi nimetlere ulaşmasını ve en önemlisi, “dost edinmeyin” dediğin Yahudi  ve Hıristiyan toplulukları karşısında ne durumda olmalarını istiyorsun? Şu çağdaki Müslümanlara, üzerine vurgu yaparak, tekrarlayarak vermen gereken mesajlar yok mu? Keşke kullarının şu çağda yaşayacağı sıkıntıyı daha önceden görebilmiş  olsaydın ve deseydin ki “Yer altından çıkan kaynakların, bütün Müslüman’lara  eşit bir şekilde paylaştırılmasını emrediyorum” diye bir ayet gönderip o ayeti 31 kez tekrarlasaydın. Ya da “Size gönderdiğim dini parçalara ve mezheplere ayırıp kendi kendinize savaş ilan etmenizi, sırf mezhebi farklı diye bir birinizi öldürmenizi, bir birinize eziyet etmenizi, zulmetmenizi  yasaklıyorum” diye bir ayet gönderseydin ve o ayeti 40 defa 50 defa tekrarlasaydın. Ya da “Ey kullarım! Sizi ilim ve bilim yarışında, diğer bütün dinlerin mensuplarının önünde görmek isterim. Hangi çağda yaşarsanız yaşayın, ilimde bilimde yarışın, eğitiminize en fazla önemi vermenizi emrediyorum” deyip bu ayeti de 100 defa tekrarlasaydın. Keşke kendini ve egonu yücelten ve sana itaat edip seni  yücelten ayetlerden kısıp, ödün verip, fedakârlık yapıp, dünyadaki insanların en önemli sorunlarına çare olabilecek ayetleri Müslüman halklara emir olarak iletseydin. Keşke böyle bir fedakârlığı göstertebilecek büyüklükte olsaydın! Eğer böyle yapsaydın, emin ol, Müslüman olmamama rağmen sana saygı duyardım ve yine emin ol ki eğer böyle yapsaydın, dünyanın ilimde bilimde en gelişen toplumları Müslüman toplumları olurdu ve sayıları daha artardı, gayrımüslim kitleler, Müslüman olmaya başlardı. Sen dininin yayılmasını istemiyorsun. Bir çok  Müslüman’ın kabul ettiği üzere kadın ve erkek bile bir birinden farklı senin nezdinde. Erkeği, biyolojik olarak kadından daha güçlü  yarattığın gibi hak ve hukuk açısından da erkeği, kadından bir derece üstün ilân ettin. Yani cinsiyet eşitliğini toptan ortadan kaldırdın. Neden böyle yaptın? Kadınlar, yüzyıllar boyunca zaten kendilerinden güçlü olan erkeklerden şiddet gördüler, hem fiziksel hem de manevi. Bir de kalkıp tercih haklarını ve hatta insan olma ve insan gibi seçim yapabilme haklarını bile ellerinden aldın. Ellerin memleketlerinde kadınlar insan gibi yaşarken Müslüman memleketlerinde kadınlar, erkeklerin kölesi ya da boynunda tasmayla gezdirilen köpeği gibi yaşıyor. Modern ülkelerdeki kadınların Müslüman olmasını beklemiyorsun herhalde! Yoksa sen diye bir şey yok mu? Sen yoksa birilerinin iddia ettiği gibi bize 1400 yıl evvelin çöl Araplarının icat ettiği kakalama bir dinin hayali bir İlâhı mısın? Adın gerçekten Allah mı?

Ne yalan söyliyeyim, en çok tekrar edilen cümle kalıplarını çoktan aza doğru sıralayınca gerçek bir mucize göreceğimi zannediyordum. Ne bileyim mesela en başa “Kimse kimseyi öldürmesin” veya “Çocuklarınızın eğitimi, en önemli meselenizdir çünkü çocuklarınız sizlerin ve toplumunuzun geleceğidir” gibi. Hani Kur’an’ın şifreleri ile uğraşanlar var ya! Kelimeleri ayetleri sayıp rakamlar buluyorlar. Bak ben 19’u buldum. Eeeeee! Buldum işte! Sonra? Sonrasını bilmem! Herkesin dilinde olan o sayıyı buldum yetmez mi?  Zaten bu sayı işi ile ya da hangi ayet, hangi cümle, hangi kelime kaç defa tekrarlanmış gibi konular sonuç verseydi, geçmiş Âlimler, şu devrin insanlarından önce çoktaaaan bu işi yaparlardı, ortaya da muhteşem sonuçlar çıkardı, bizlere de din dersinde gözümüze “Allah’ın mucizesi” diye göstere göstere sokarlardı.

Ben  şahsen evreni yaratan bir Tanrı olsa idim, gönderdiğim ayetlerin çokluğuyla bile bir sıralama yapılsa, insanları şaşkına uğratacak harikulade bir önem dizilimi oluştururdum. İnsan hakları evrensel bildirgesi bile Kur’an’ın o önem diziliminden örnek alırdı.

Bu başlık altında verdiğim ayetler, sadece bir birinin aynı cümle kalıplarını içeren ayetlerdir. Yoksa Kur’an’da aynı konuya değinilen fakat farklı cümle kalıpları ile ifade edilen  konular da vardır. O konuları da vakit bulunca başka bir yazımda ele almayı umuyorum. Okuduğunuz için Teşekkür ederim, sağlıcakla kalın.
Yazan: Kainatta Toz Zerresi

KURBAN EDENİN BAYRAMI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kurban bayramı, Kurban edenin bayramı, Kurban geleneği, Hayvan kurban etmek, Kurban, Kurban kesmenin amacı, Kurban etmek,

KURBAN EDENİN BAYRAMI

Bu yazıma  İlâhiyatçılardan İhsan ELİAÇIK’ın bir televizyon programında,  Kurban bayramına yönelik yaptığı konuşmadan bir kısmını aktararak başlamak istiyorum.

R.İHSAN ELİAÇIK: “… Kurban bayramında her yer kıpkırmızı oluyor. Hatta bir ara kesilen hayvanların kanları İstanbul’un denizine akıtılmıştı ve denizin suyu kıpkırmızı olmuştu. Yahu bir düşünün, Allah böyle bir şeyi ister mi? Gençler, “hayvanları kesmeyin, onların kanını akıtmayın, bir Tanrı böyle bir şeyi istemez, isteyemez.  Bu kanlar Tanrıya ya da Allah’a felan gitmiyordur” diyorlar. Barış dini olan İslâm’a bu kan yakışıyor mu? Bu gençler, bu çocuklar haklıdır. “Hayvanları kesmeyin, öldürmeyin” diyen çocukların ruhunu dine, Tanrıya daha yakın buluyorum. Fakat bunu sorgulamayan, “yav böyle gelmiş, böyle gider, et yiyeceğiz işte” diyen, ayetlerin şurasına burasına parantez açıp içine kurban sokan insanlardan ve hatta şu çağda çeşitli nedenlerle insan kellesi kesen ve kestiği kelle ile kameralara poz veren, o kellelerle top oynayan zihniyetlerden hayvan hakları savunucuları dinin ruhuna daha yakındır. Hayvanların öldürülmesine göz yummak istemeyen bu gençler ya da insanlar dindar olmasalar bile, “biz Allah’a inanmıyoruz” deseler bile bazen Allah’ın sesi, dini olmayan muhitlerden, yerlerden, kimselerden çıkar. En dindarlık iddiasındaki adamın yaptığına bak, en dinden uzak olan ateist, deist, agnostik olan adamların yaptığına bak. Bunlar bayrama evet, hayvan kesmeye hayır diyor. “Hayvanın kesilmesi bayram değildir” diyor, bir buna bak, bunların aklına, düşüncesine, insanlığına bak, bir de bu kadar sakalıyla, sarığıyla cüppesiyle, konuşurken iki lafından birisi Elhamdülillah, İnşallah, Allah, Maşallah… diyenlerin zihniyetine, vicdansızlığına bak. Videoya bir bakıyorsunuz, Işit militanı, insan kesmiş ve dilinde sürekli Allah kelimesi… Kendisini dindar zannediyor. Şimdi düşünün, bu adam mı dindar yoksa “Ne olur hayvan öldürmeyin, kan akıtmayın…” diye yalvaran dinsizler mi dindar? Hangisi dinin sesidir? “hayvan kesmeyin” diyenlerin kökünde, içinde, dindar olmasalar bile merhamet ve adalet vardır…”

Aklın ve vicdanın yolu birdir. İhsan hoca ile aramızdaki tek fark dini inancımız ya da inançsızlığımız. Ben dinsizim, o ise dindar bir Müslüman. İslâm dininde kurban var mıdır? Yok mudur?  Kurban bayramı ile ilgili hangi ayetlerde ne emreder? Kesin mi der, kesmeyin mi der? Bu mevzulara hiç girmek istemiyorum fakat İhsan bey ile aramızdaki en ortak nokta sanırım aklımız ve vicdanımız. İhsan bey de diğer bazı Modernist denilen İlâhiyatçılar gibi İslâm dinini hoş göstertmeye çalışan ve dindarları yobazlıktan çıkartmak için çabalayan kişilerden birisi.  Çevrenizdeki üniversite mezunu Müslümanların arasına dalın ve deyin ki: “İslâm dininde kurban bayramının amacı kurban kesmek değilmiş. Garip guraba bayramı imiş. Amaç, ihtiyacı olan fakir fukarayı doyurup sevindirmek, onları mutlu etmek imiş..” Sizi ciddiye almazlar veya görmez tarafınızdan bir birlerine kaş göz işareti yapıp sessiz kalırlar ya da gülerler veya “o senin inancın” diyerek geçiştirirler. Geçmişte bizzat deneyimlediğim için söylüyorum. İslâm dininden çıkmış birisi olarak niyetim Dini bayramları çok güzel göstertip ya da “Siz yanlış kutluyorsunuz, aslen böyle kutlamak lazım” gibi şeyler söyleyerek inanmadığım bir dinin kullarına, neyi nasıl yapacaklarını tarif etmek değil. Böyle bir şeye haddim yok çünkü Müslüman değilim fakat Müslüman olmamam, Müslüman olanlarla hemen her konuda sonsuza kadar görüş ayrılığına girecek olmamı ve yine hemen her konuda onlarla zıt görüşlere sahip olmamı gerektirmez. Aynı havayı soluyoruz, aynı bayrağın altında toplanmışız, aynı parayı kazanıyoruz, aynı mağazalardan marketlerden alışveriş yapıyoruz, aynı şeyleri yiyoruz ve belki de bir çok konuda aynı programları seyredip aynı kitapları okuyoruz. Ortak olan o kadar çok yanımız var ki!

Bir yakınım tavuk etini yemez. Tavuk etine karşı alerjisi ya da tiksintisi yok. Çocukluğunda arkadaş edinip çok sevdiği Tavuğu, ailesi gözlerinin önünde kesip pişirmiş. Kırsal bir bölgeden, bir köy yerinden bahsediyorum. Bu tür yerlerde insanların, çocukların daha dayanıklı, duygusal olarak daha bir sağlam olduğuna inanılır ama gerçekte böyle değildir. Çocuk psikolojisi her zaman her yerde aynıdır. Bu kişi, çocukluğunda  çok sevdiği tavuğu, gözlerinin önünde kesilip pişirilip yendikten sonra bir daha tavuk eti yiyememiş. Kaz, ördek, hindi ve kırmızı eti yiyor fakat tavuk etini yiyemiyor. Okul yıllarımda bir arkadaşımız da hiç et yiyemiyordu. Onun hikayesi de benzerdi. Her kurban bayramı öncesinde kurbanlık için eve getirilip bahçeye bağlanan koyun veya inekleri sürekli olarak yemliyor, onları sevip okşuyor, “hayvan” denilen bu canlılarla  kendisi  arasında bir hafta gibi bir sürede sevgi bağı oluşturuyor ve ardından sevdiği hayvanların bayramın birinci günü çaresizlik içinde bağırtılarak kesilişini izliyor ve göz yaşlarını tutamıyor. Sonunda da her türlü etten tiksinmeye başlıyor. İSLÂM DİNİNDE PSİKOLOJİYE DAİR HİÇ BİR ŞEY YOKTUR. ÇOCUKLARLA İLGİLİ TEK ŞEY İSE ONLARIN KARNININ DOYURULUP GİYDİRİLMESİ VE DİNE İNANDIRILMASIDIR.

Kurban bayramına yönelik bazı sorularımı, Müslüman halkımıza sormayı isterim:
  • Kurban bayramında kestiğiniz hayvanın kanının ya da sizin o hayvanı kesme eyleminizin, inandığınız Allah katında bir sevap olduğuna gerçekten inanıyor musunuz? Bir Tanrı, yarattığı bir canlının, yarattığı diğer bir canlı tarafından boğazlanması ile ne elde edebilir?
  • Kurban bayramında, dondurucunuza kaç kilo et istifliyorsunuz?
  • İslâm dünyasındaki genel inanca göre kesilen bir kurbanın etinin tamamının fakire fukaraya dağıtılması gerek. Bu bilgi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bilgi işinize geliyor mu?

Henüz vejeteryan değilim. Halen et tüketiyorum. Peki doğru mu yapıyorum? Şahsım adına konuşmam gerekirse hayır. Yıllar süren bir alışkanlığı bırakmak çok zor. Bir gün bu alışkanlığı bırakacağımı biliyorum. Çocukluğumda, kaçırmadan izlediğim yabancı bir dizi film vardı “Ziyaretçiler”. O günleri hatırlayanlar bilirler. Sanırım TRT 2 de yayınlanıyordu. Başka bir gezegenden gelen ve insan görünümüne girmiş olmalarına rağmen kertenkele cinsine benzeyen uzaylı yaratıkların insanlarla olan savaşı konu ediliyordu. Bu canlıların suya ve yiyeceğe ihtiyacı vardı. Kendi gezegenlerindeki su ve gıda kaynakları tükenmek üzereydi. Dünyada ise bol miktarda su ve bu kertenkele cinsi zeki varlıkların damak tadına uygun olan bol miktarda hayvan ve insan eti mevcuttu. Uzaydan gelen bu canlılar, karınlarını doyurmak için hayvan ya da insan eti ayırmıyor, hepsini rahatlıkla yiyorlardı. Bir an aklıma geldi. Acaba bir gün dünyamızı farklı bir tür canlı istila etse ve bizi, yiyebileceği bir tür olarak görse, bizler neler düşünür, neler hissederdik? Hayvanları yememizin tek sebebi, onların bizim gibi zeki olmaması ve kendilerini bizlere karşı savunamaması. Aslında onları yememizin asıl en büyük nedeni, halen ilkel bir dönemde olmamız. Uzmanlar, insanların bol miktarda proteine ihtiyacı olduğunu ve özellikle ilkel dönem insanlarının protein ihtiyacını karşılamak için bol bol avlandığını söylerler.  Peki protein, sadece et türü gıdalarda olan bir besin mi? Tabi ki de hayır. Kırmızı et, halen dünyanın bir çok yerinde pahalı bir yiyecek türü. İnsan nesli ise sürekli olarak bir artış içinde. Bu artış bu şekilde devam ederse yakın bir gelecekte yiyecek sıkıntısı bir çok insanı ve milleti vurmaya başlayacak. Yavaş yavaş suni et üretimi denemeleri yapılmaya başlandı. Amaç aslında et üretimini ucuza maal edebilmek. Bu yöntem henüz ilk denemelerde olduğu için ve yeni olduğu için insanların kulaklarına pek hoş gelmiyor ve sağlık açısından artıları ya da eksileri henüz tam olarak bilinmiyor çünkü sağlık üzerindeki sonuçlarının alınması yıllar sürebilir. Fakat bu sektör de eninde sonunda ilerleyecek, büyüyecek ve günü geldiğinde canlı öldürmeye yani hayvan etine artık ihtiyaç kalmayacak. Peki o dönemler geldiğinde Türkiye’mizdeki Müslüman kesim, “Bu bize Allah’ın kesin emridir” diyerek yine de senede bir kez hayvan kesmeye devam mı edecekler?

Ülkemizde ne diyanet ne de devletin bol bol televizyon ekranlarına çıkarttığı o meşhur zengin ilâhiyatçıların hiç birisi, kurban bayramlarındaki hayvan kesimlerine dur demeyecek, diyemezler. Aşağıdaki kısa haberi okuyalım:

THK'den kurban derisi önerisi
Türk Hava Kurumu (THK) Genel Başkanlığından yapılan açıklamada, ekonomik değeri 100 milyon liraya ulaşan kurban derilerinin, bayramın sıcak havaya denk gelmesi nedeniyle iyi şartlarda saklanması gerektiği, derilerin makbuz karşılığında gönül rahatlığıyla THK'ye verilebileceği belirtildi.”

Kurban derilerinin bir kısmı dini cemaatlere gidiyor. Kızılayın topladığı kurban paralarının da bir kısmının devletin kasasına ya da başka yerlere aktarıldığını  bilmeyen hâlâ bir sürü vatandaşımız var. Yani aslında, sadece kurban bayramı nedeni ile toplamda 1 milyar lira hayvan derisi geliri var. Böyle bir geliri, ülkemizin kolay kolay bırakacağını sanmıyorum fakat Müslüman bile olsa, aklı selim insanların artık bu anlamsız ve ülkemizi dünyaya rezil eden ve hatta İslâm’ın yıllardan beridir karaladığı ve putperestlik olarak tarif ettiği “Cahil insanların Tanrılarına kurban adamaları” adetini aratmayan bu saçma geleneğe son vermelerini  umut ediyorum.

Tedavisi zor ve pahalı olan hastalıklar  ve bu hastalıkların pençesinde kıvranan bir çok yurttaşımız var. Bunların bazıları da çocuk. Şöyle bir düşünün, bu kurban bayramında insanlar, kurbanlıklara verecekleri paraları, tedaviye ihtiyacı olan ve parasal durumu iyi olmayan hastalara verebilirler. Ya da işsizliğin hat safhaya ulaştığı şu dönemlerde maddi olanağı yerinde olan herkes kurban parasını, kendi belirlediği işsiz bir insana ya da aileye verse çok daha anlamlı olurdu. Bir ay sonra okullar açılacak. Devlet okulları parasız diye bir şey yok. Ülkemizde eğitim paralı, paralı, paralı,… Kurbanlıklara verilecek olan paralar, tadilata ya da malzemeye ya da ek binalara ihtiyaç duyan okullara veya fakir aile çocuklarının eğitim ihtiyaçlarına harcanabilir. Bir sürü fabrika ve şirket kapandı ve kapanmaya da devam ediyor. Geriye kalanlar ise küçülme kararı aldı. Kurbanlıklara harcanacak olan paralarla, iflas bayrağı çekmeye hazırlanan fabrikalardaki işçilere bir aylık maaşları verilse, bir çok aile maddi yönden rahatlar, ekonominin düzelmesine katkı sağlanır.

Yukarıda saydığım olasılıkları dinden bağımsız olarak düşünüyorum. Kurbana verilecek paraları bir kenara koyalım, Müslüman kesim, hacca giderken harcadığı onca parayı, hayır amaçlı kullansa, fakir Müslüman diye bir trajedi yaşanmazdı herhalde. Dediğim gibi, bu olasılıkları dinden bağımsız olarak düşünüyorum. Dinde öncelikli olan zaten başkalarına yardımda bulunmak ya da iyi insan olmak değildir. İslâm dininde en önemli şey, İMANdır. Yani Allah’ın var olduğuna inanmak. Sonrasında ibadet ve ibadetten sonra diğerleri  gelir. En önce,  inandığın Tanrıya tapınma görevini yerine getirmelisin. O yüzden, fakire fukaraya yardım amaçlı bile olsa, öncelikli olarak  Kurban bayramını da içine alan Hac vazifeni ömrün boyunca bir kez yerine getirmen gerek. Bunun için de epeyce bir para ayırmalısın. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kullarına, “ömrünüzde bir kez Kâbe’yi tavaf edin”  deyip milyonlarca Müslüman’ı masrafa sokmak yerine, “ömrünüzde bir kez ihramınızı giyinip en az yüz kişilik kalabalıkla size en  yakın caminin çevresinde veya içinde tavaf yapın, ve  fakir bir ailenin bir senelik yiyecek ihtiyacını karşılayın veya buna karşılık gelecek bir hayırda bulunun” diyemedi. Eğer iddia edildiği gibi adının Allah olduğuna inanılan İlâh, putlar gibi belirli bir yerde, belirli bir taşın içinde değil de zamandan ve mekândan münezzeh olarak her an her yerde mevcudu olan bir varlık olsa idi kullarına “Siz bana her yerde ulaşırsınız, iyiliğin ve temizliğin olduğu her yerde beni anın, ben sizi işitirim. Beni belirli yerlerde aramayın, putlara tapar gibi belirli bir yere toplanıp bir taş veya toprak parçasını kutsallaştırmayın” derdi, diyemedi. “Bana tapmak için veya bana ibadet için harcayacağınız maddiyatınızı, ihtiyacı olanlara harcayın” diyebilirdi, diyemedi.

Kurban bayramında, genel olarak ülkemize baktığınızda kesilmekte olan yüzbinlerce hayvanın kurban edildiğini  görürsünüz. Bense Türkiye’me baktığımda, atalarından gelen geleneklere, din adı altında inandırılmış ve hâlâ inandırılmaya çalışılan ve 1 milyar liralık deri için beyinleri, inançları, parasal varlıkları  kurban edilen milyonlarca insan  görüyorum.

YAHUDİLİKTEN AYRILIŞ HİKAYESİ

Yazan: David Dvorkin
yahudilik, musevilik, Yahudilikten ayrılış, Eski Musevi, Eski Yahudi, din, A, Eski bir Yahudi, Koşer, Şabat yasaları, Şabat, Yahudilikte Sünnet, Yahudi dünyası, Yahudi inanışları, Yahudi kültürü,

NEDEN ARTIK YAHUDİ DEĞİLİM?
Eski Bir Yahudi'nin Yahudilik Eleştirisi
(Tercüme Eden & Düzenleyen: A.Kara)

Yahudi olan birinin artık Yahudi olmadığı süreçle ilgili birkaç sözle başlayacağım. Doğal olarak, gerçekten kendi yaşadığım süreç hakkında konuşacağım. Sonuçta en yakından tanıdığım eski Yahudi kendimim :)

Dinimi ilk önce duygusal olarak reddettiğimi hatırlıyorum, daha sonra yetişme sürecimdeki kırılmalar arttı çünkü entelektüel bir sürece girmiştim. Benim için inanmama ihtiyacı ve arzusu, rasyonel bir inanç analizinden önce geldi. O sırada hissettiğim şey kurtuluş değil suçluluk duygusuydu.

Eminim ki Hristiyanlar da kendilerini suçlu hissederler fakat sadece bir kaçının gerçekten Yahudilerin hissettiği yoğunluk ve derinlikte suçluluk duygusu hissedebildiğinden eminim. Sonuçta Hristiyanlar'ın suçluluk duygusu temelleri sadece iki bin yıldır var. Yahudilerin bu konuda çok daha fazla pratiği var.

Özellikle Yahudiler ebeveynlerinin beklentilerini karşılayamadıkları için tüm hayatlarını suçluluk duygusuyla geçirdiler. Bu suçluluk duygusu yalnızca fiziksel ebeveynlerle alakalı değildir, bu duygu aynı zamanda ruhsal ebeveynleri, ataları, İbrahim, İshak, Yakup ve adları her ne ise bu eski ataların-babaların eşlerini de kapsar. Ve elbette Yakup'un merdivenin tepesindeki Büyük Baba'yı.

Bu nedenle dinden ayrılma süreci Yahudiler için uzun ve zor bir süreçtir. İnançtan hoşlanmayan bir genç adamın düşündüğü şeylerden dolayı hissettiği suçluluk duygusu arasındaki bir savaş. Sonunda, gerginlik çok büyüdüğünde ve duygusal bağ koptuğunda (sadece bağın koptuğu kişilerden bahsediyorum, bağı koparmamak için sessizce tekrar dine ayak uyduranlardan değil) inanç konusunun entelektüel incelemesi başlar. Bu akıl yürütme süreci bir ömür veya on yıl kadar sürebilir ancak asıl amaç bir Yahudinin artık eski bir Yahudi olması için sağlam, entelektüel ve duygusal olmayan bir temel bulmaktır. Eski bir Yahudi için Yahudiliğin sıkıntı veya hoşnutsuzluk nedeniyle reddedilmesinin gerçekten suçlu hissetme sebebi olduğunu anlamalısınız, bu dini reddetme durumu için sunulan akılcı gerekçeler suçluluk duygusuyla savunuluyor ve kendilerini Yahudi olarak adlandıranlar eski Yahudi’yi ihanet etmekle suçluyorlar. Fakat akla-mantığa kim karşı çıkabilir ki?

Etkili bir savunma olması için akılcı sürecin sonucunun Yahudilerin eski Yahudi yoktur (Yahudi dinden çıkamaz demek istiyorlar) iddiasına da karşı durması gerekir. "Bir kez Yahudi isen her zaman Yahudisin" diye iddia edeceklerdir. Bu iddia dinden çıkmış bir Yahudi aleyhinde o kadar güçlü bir duygusal silah ki oldukça ayrıntılı bir incelemeye tabi tutulmasının uygun olduğunu düşünüyorum.

BİRKEZ YAHUDİYSEN HEP YAHUDİSİN
"Ben Yahudiydim ama şimdi değilim" demek ne demektir?

Kaçınılmaz olarak maalesef bu soru bizi bir başka soru olan "Yahudi nedir?" sorusuna götürür. "Maalesef" diyorum çünkü bu çok eski bir soru, aslında Yahudilerin, Yahudi olmayanların, eski Yahudilerin ve evet, Yahudi aleyhtarlarının hepsinin kendi kendine hizmet eden kendi cevaplarını ürettiği bir soru.

Bir Yahudi'nin her zaman bir Yahudi olduğu iddiası iki temele dayanır:
  • Birincisi Yahudiliğin ırksal bir kimlik olduğu, sadece bir din olmadığı ve bu nedenle onu entelektüel düzeyde de reddedemeyeceğindir.
  • İkincisinde ise eski Yahudi’nin kendisini, dünyayı, diğerlerini, goyimi (Yahudi olmayan) tanımlamayı nasıl seçtiği önemli değildir. O her halükarda bir Yahudi olarak tanımlanmaya devam edecektir ve bu yüzden mücadeleyi bırakıp Yahudiliği kabul etmelidir.

Önce ikinci fikri ele alalım.

Geçtiğimiz yarım asır boyunca Yahudilere gözyaşı döktüren en favori örnek Naziler olmuştur. Veya belli bir kişiyi kullanmanın retorik aracını tercih edilirse en sevilen örnek kötülüğün kişileşmesi olan Adolf Hitler olur. Onlar altı milyon Yahudiyi öldürmekten fazlasını yaptılar; Bir Yahudi'nin onu çevreleyen ve Yahudilerden oluşmayan topluma uyabileceği hayalini öldürdüler. Asimilasyon sonrası Almanlara bakarak hareket eden, onlara resmen puta tapar gibi tapan Yahudiler de farklı bir sonla karşılaştılar. Çünkü zaman geldiğinde Nazilerin kim olduğunu, kimin gerçek bir Alman ve gerçekte kimin bir Yahudi olduğunu hatırlamak zorunda kaldılar...

Güçlü tarihsel ilişki ve anlatımlarından dolayı değil de Alman Yahudilerinin trajik masalını anlatan kendini beğenmiş şık sesten çok etkilenmiştim. Açıklanamayan mesaj şuydu: Yahudi Soykırımı'nın nedeni Alman Yahudilerinin gerçekte Yahudi olduklarını unutmalarının sonucunda cezalandırılmalarıydı. Verilen mesaj ölen kişinin mutlaka geri döneceği ve ardından gerçekte kim olduklarını unutmaya çalışan modern Yahudilerin hepsinin uygun cezaya çarptırılarak cezalandırılacağı şeklindeydi. Öyleyse kasvetli kaderinizi kabul edip cuma akşamından cumartesi sabahına kadar susmaya devam edebilirsiniz (Bkz: Shul) çünkü her halükarda kapana yakalanmışsınız, ne kadar bükülüp dönseniz, kaçmaya çalışsanız da önemli değil.

Bu görüşe göre Yahudi olmayan eski Yahudiler kibirleri ve gerçekte kim olduklarını unutukları için RAB tarafından cezalandırılan araçlardan ibaretti ve bu yaşanan soykırım vb. olaylar tanrının elinden çıkmaydı. Bana tuhaf gelen yanı şu ki bütün bu tutum kenar mahallelerdeki Yahudilerin gerçekten yığının dibine ait olduğu ve bu gerçeği unutup üst seviyeye çıkmaya çalışan Yahudilerin acı çekeceği inancına dayanıyor. Kısacası buna gözdağı argümanı denilebilir.

Tüm bunlara göre özgür bir adam olmayı tercih ediyorum ve kaderlerinin böyle olduğuna inanan kölelerin itaatkar, sapkın suratlı duruşunu kabul etmiyorum.. Eğer bir Goyimin (Yahudi olmayan) beni bir sokak köpeği gibi gördüğü doğruysa neden beklentilerini yerine getirmeli ve fiziksel bir mahrumiyet ve zihinsel hapis cezası yaşamalıyım? Daha da gerçekçi olursam neden bir gün biri beni sokak iti statüsüne indirgeyebilir diye kendimi özgürlük, açıklık ve tarafsızlık dolu yaşamımdan mahrum bırakmalıyım?

Kendini eski Yahudi ilan edenlere karşı kullanılan ilk argüman Yahudiliğin tek taraflı olarak kurtulunamayacağı ırksal bir kimlik olduğudur. Gerçekten mi?

Sanırım bu argümana cevap vermek için öncelikle şu soru düşünülmeli: Irk nedir? “Irk” kelimesi, anın sıcağında ne istediğimizi ifade ettiğinden bunun verimsiz bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Fakat Yahudiler bu bulanık kavramı argümanlarında kullandıklarında ne anlama geliyor, ona nasıl bir anlam yüklüyorlar? İnsanlar ortak atalarından evrimleşerek günümüzdeki halini alırken Yahudiler onlardan ayrılıp başka bir yerden gelmediler herhalde.

Yani Yahudiler diğer insanlardan ayrı bir tür değildir. Sonuçta bizler çapraz-üreyen canlılarız.

Daha da önemlisi tarih herhangi bir Avrupalı'nın ırksal kan çizgilerini izlemeye çalışmanın abes olduğunu göstermektedir. Çünkü Avrupa tarihi büyük ölçüde istila, fetih ve bunun sonucunda ortaya çıkan etnik ve cinsel karışmalara ev sahipliği yapmıştır. Bazı Yahudiler atalarının kendilerini bu homojenizasyondan uzak tutmayı başardıkları efsanesine tutunmaya devam edebilirler ancak bu tarih yerine mitolojiyi seçmek demektir. Ne de olsa ırksal saflık efsanesi doğru olsaydı modern Avrupalı ​​(Amerikan, Avustralyalı, Güney Afrikalı vb.) Yahudiler ataları Orta Doğu'da kalan ve hiçbir zaman diasporaya katılmayan Yahudiler gibi görünürdü. Fakat bunun yerine Orta Doğu Yahudileri Araplara daha çok benziyor (sürpriz!). Bana Doğu'da üyeleri oldukça oryantal görünen çok eski Yahudi toplulukları olduğu söylendi (ancak hiçbir zaman onaylanmadı). Öyleyse atalarını doğrudan takip ettiklerini iddia eden Yahudiler İncil'deki İsraillilerin Yahudilerine doğrudan geri dönüyor olmalılar çünkü onlar oldukça siyahlar. Levanten (Avrupa asıllı Yakındoğulu) burnu bile Avrupa Yahudileri arasında evrensel değildir. Öte yandan Levant'ta da yaygın olmasına rağmen sadece Levant Yahudilerinde görülmez. Kuşkusuz birçok Yahudi bir Yahudi’nin nasıl göründüğü hakkında basmakalıp fikre sahiptir. Cain'in herhangi bir Yahudi damgası (işareti) yoktu değil mi?

Bu nedenle Yahudi ırk kimliği tam olarak şudur: Bir efsane!

Öyleyse Yahudilerin etnik bir topluluk olduğu kadar dini bir topluluk olduğu sonucuna da varıyoruz. Bu inkar edilemez durumdadır. Genelde kendisini komşularından uzak tutan, bir zamanlar kendi dili, müziği, edebiyatı ve kendine has kültürel yapısı olan herhangi bir gruba etnik grup denebilir. Ancak bunu kabul edince kayda değer bir şeye ulaşıldığını göremiyorum. Yani Yahudiler belirli bir etnik topluluktan ortaya çıktıysa ne olmuş yani? Bu neden her zaman kendilerini bu grubun bir parçası olarak görmeleri gerektiği anlamına geliyor? Bir birey hayatının geri kalanını tesadüfen bir bölgede doğdu diye gözardı edebilir mi? Eğer Batı medeniyeti dünyaya tek bir önemli katkı yaptıysa bu da bireysellik kavramıdır. Yani bir insanın toplumun kendisi için seçtiği şey değil kendinin bizzat seçtiği kişi olduğu, yalnızca kendini temsil ettiği ve bazı aile veya etnik gruplara ait hücreler olmadığı kavramıdır. Benim mantığıma göre bu Hümanizm'in gerçek özüdür.

Amerikan Yahudileri arasında popüler hale gelen aptalca bir rasyonalizasyon hakkında yorum yapmadan duramayacağım. Bunların bazıları dinlerinin dogmalarından rahatsızlar ancak kendilerini eski Yahudi olarak ilan ederlerse suçluluk hissedecekler. Bu yüzden de kendilerini "etnik Yahudiler" olarak isimlendirmeyi tercih ettiler. Bu onların sırtlarını etnik gurur ve etnik özdeşleşmeye dayayabilecekleri ve boyunlarının etrafına yeni icat edilmiş çeşitli etnik madalyonlar takabilecekleri anlamına geliyor ancak aynı zamanda Yahudiliğin sert yasalarına uymak yerine mazeret üretmiş oluyorlar. Bir düşünün: Gururla Yahudi olduklarını söyleyebilirken diğer yandan domuz etini de yiyebilirler! Bazı "etnik Yahudiler" domuz eti yemiyorlar ancak onun Noel'den ayırt edilemeyen Hanuka (Yahudi bayramı) versiyonunu kutluyorlar (Sanırım o arada tatil sezonu başlıyor).

Hayret ediyorum bu kişiler manevi veya entelektüel bütünlük hissi duyuyorlar mı?
Bence bir gruba ait olmanın rahatlığını ararıyorlar.

ETNİK GURUR
Etnik gurur fikrine zaten değindiğimizden bunu biraz daha ilerletelim.

Etnik gruplara düşmeleri için çok fazla tuzak verilmiş. Sanırım birçok etnik grup komşuları tarafından hor görüldüğünü biliyor, bu yüzden de kendini savunma ve haklı çıkarma konusunda çare olarak etnik gurura başvuruyor. Kuşkusuz, Yahudiler de bu kendini özel görme oyununa eğilimlidirler. Bu yüzden her Yahudiye, özellikle de çocuklara, seçkin bilim adamlarına (genellikle fizikçiler), ünlü müzisyenlere (genellikle kemancılar, bazen piyanistler) Yahudilikleri ile gurur duymaları söylenir.

Peki neden? Sırf aynı etnik gruptan geliyor diye bir başkasının başarısıyla neden gurur duymalıyım?

Diyelim ki Bay A ünlü bir kemancı ve aynı zamanda bir Yahudi (ya da Bay A'nın halka açıklayamamış eski bir Yahudidir). Onun Yahudiliği hakkında övünürsem, ya Sayın A’nın Yahudiliği nedeniyle erdemini tamamladığını söylüyorum (soyadı ve yüz özellikleriyle birlikte keman çalmak için miras aldığı bir yetenek, yani "kanındaki" özel bir şey) ve onun başarısı tüm Yahudilerin doğuştan gelen müzikal üstünlüğünün bir başka kanıtı sayılıyor. Ya da başka bir deyişle Bay A'nın kendi çabalarından dolayı başarılı olduğunu söylüyorum ancak bu arada ikimiz de Yahudi olduğumuz için onun başarısı ile kendimi üstünleştirip parlatıyorum.

Yani ya kanı onun güzel sanatlardaki ustalığı için itibarı hak ederek Yahudi kanının üstünlüğünü ispatlıyor ya da bunu kendisi hak ederek tüm "ırkı" nın kozmik itibarına ekliyor. Bu da yine bir şekilde Yahudi kanının üstünlüğünü vurgulama çabasına giriyor.

Ancak sadece tartışma uğruna Yahudi kanının gerçekten keman ve fizik için üstün yetenekler verdiğini varsayalım. (Kendi teneke kulağım ilk iddianın güçlü bir karşıtlığıdır ve kolejideki fizik notlarımdan bahsetmeyeceğim bile.) Diyelim ki sözde grupta kendileri dışındaki topluluklardan olan kişilerle evlenmedikleri için genetik olarak belirlenmiş bir üstünlük var. O halde bu saf bir kalıtım kazasıdır ve Levanten Yahudilerinin burnundan daha anlamlı falan değildir. Neden birileri bununla gurur duyarken miras kalan hastalıklar için utanç duymuyor? Yahudiler için bir enzim hastalığı olan Tay-Sachs hastalığı, siyahlar için orak hücre anemisi (SCA) vb.

Belki de Yahudilerin başarıları etnik özelliklerden veya genetikten kaynaklı değildir. Örneğin Yahudi kültürü öğrenmeye her zaman büyük saygı göstermiştir ve bu nedenle Yahudi çocuklar küçük yaşlardan itibaren okumaya, bilgi biriktirmeye ve üniversitelerin verdiği üstün bilginin dışa dönük onaylarını biriktirmeye teşvik edilir. Sonuç olarak Yahudi çocuklar genellikle tüm okul seviyelerinde kalite merdiveninin üstünde veya yanındadırlar.

Eğer bundan dolayı gurur duyuyorsak ve diğer insanlardan üstün oluşumuzun kanıtı olarak görürsek o zaman etnik grupları alttan üste doğru bir spektrumda sıralayabileceğimizi söylemiş oluruz. Bu en azından kendi kendine hizmet etmek demektir. Başka bir etnik grup belirli sporlardaki mükemmelliğin etnik grupları bu spektrumda sıralamak için daha uygun bir temel olduğunu düşünebilir. Böyle bir yönteme göre Yahudiler sıralamada hiç iyi bir konumda olmayacaktı. Entelektüel gelişmeyi teşvik eden aynı Yahudi kültürü toplumunu bedensel gelişim ve çeşitlilik için cesaretlendirmez. Böyle bir etnik kültür sıralaması fikri Yahudilerin çok iyi bilmesi gereken sosyal olarak tehlikeli bir düşüncedir (Hitler'in Yahudi katliamı öncesi Almanlara aşıladığı görüşler).

Şimdi ikinci olasılığı göz önünde bulunduralım: Bay A'nın Yahudiliğini herkese hatırlattığımda, beni dinleyenlere bir Yahudi olarak üstü kapalı bir şekilde onun başarısını paylaştığımı hatırlatıyorum. Bu elbette saçmadır. Bütün saatler ve yıllar boyunca onunla birlikte çalışma odasında mıydım? Okulda ders çalışırken, hayal kırıklıklarını, derslerden geçmek için verdiği çabalarını benimle paylaştı mı? Bu akrabalık iddiası başkasının yaptıklarından dolayı itibar kazanmaya çalışan ucuz bir teşebbüsten başka bir şey değildir ve daha fazla tartışmayı hak etmemektedir.

Etnik kökenden gurur duyma saçmalığı dikkat çekici bitr şekilde ailesinden ve yakın kültüründen uzak kalmış olan Gauss gibi yalnız bir dehayı bile hesaba katmıyor. Böyle bir adamın büyüklüğü açık bir şekilde tamamen bireysel bir şeydir bu başarılar kazara sahip olduğu genlerinin ve kişisel eğilimlerin bir birleşimidir. Onun başarılı bir deha olmasını etnik kökeniyle ilişkilendirmek kişisel eğilim ve uğraşlarla başarılı olduğu fikriyle alay eder. Gerçekten de Gauss gibi adamları başarılarından dolayı onurlandırmalıyız ama kuzenlerini veya atalarını onurlandırmamalıyız, mantıklı değil.

ETNİK GURURUN DİĞER YÖNÜ
Bu makalenin başlangıcında kişinin çocukluk çağı inancının içsel entelektüel eleştirisinin inancından duygusal yönden uzaklaşmadan önce geldiğini söylemiştim. Bu duygusal tiksinme çeşitli nedenlerden kaynaklanabilir ancak benim onlara, Yahudi arkadaşlarıma karşı duyduğum antipatik hisler çok erken geldi.

Bugün göründüğünden çok daha fazla Yahudi karşıtı topluluk Yahudileri onların Tanrı tarafından seçilen insanlar oldukları ve bu nedenle diğer tüm halkları yönetecekleri inancına sahip olmakla suçlarlar. Bu Zion (İsrail kavmi) büyükleri nerede ve onlarla nasıl temasa geçebilirim? Eğer kendi ülkemi yönetmekle ödüllendirirlerse inancımı çok hızlı bir şekilde yeniden keşfedebilirim :) Dünyaya hükmetmek istediğini dile getiren hiçbir Yahudi ile hiç karşılaşmadım. Bildiğim Yahudilerin çoğu Yahudiler hakkındaki en kalıplaşmış klişelerden birine aykırı olarak gelecek ayın faturalarını nasıl ödeyecekleri konusunda çok endişeliler.

Ancak Yahudi kültürünün üzücü sırrı bu Yahudi karşıtı suçlamanın ilk kısmının esasen doğru olmasıdır. Gerçekten de Yahudiler kendilerini dünyanın geri kalanından manevi olarak üstün buluyorlar. İster Tanrı'nın seçtiği insanlar olarak adlandırın ister Yahudi kanının doğuştan üstünlüğüne inanın sonuç yine aynı olacaktır: Yahudi olmayanları aşağılama ve hor görme. Bu etnik gururun sadece ahlaki açıdan endişe uyandıran bir yüzüdür.

Başkaları sizinkinden daha üstün fiziksel yetenekler sergiliyorsa o zaman bu yeteneklerin değerini inkar edip bunu kişinin zayıflığının bir kanıtı olduklarak düşünebilir misiniz? Bu kadar saçma bir şey olamaz, sanki ince, saf ve narin bir fiberden yapılmışsınız. Aynı şekilde inhibisyon eksikliğinin veya yüksek libido seviyesinin değerini de düşürmelisiniz. Kültürlü ve saf insanlar ışıklarını bir çalının altına gizlemeyi, bunu yapmayı tercih ederler çünkü bunu yapmak daha mantıklı ve iyidir.

Bu sadece geleneksel Yahudi toplumunun Yahudi olmayanlara yönelik hala inandığı tuhaf kavram yanılgılarına işaret ediyor.

Eski moda ve özellikle Avrupalı kökenli Yahudi ebeveynler Yahudi olmayan her kocanın karısını dövdüğü, ailesine bakmadığı, aşırı içki tükettiği, zamanlarını diğer kadınlar ve fahişelerle geçirdiği ve kadınların sosyal hakları olmadığı yönünde bir inanışa sahiplerdi. Onlara göre bunlar dünya tarihinde hiçbir Yahudi kocanın işlemediği suçlardı.

Bütün bu Hristiyan sosyal kurumların bir sonucu olarak Yahudi çocuklara her zaman (ve belki de hala) Yahudi olmayan kızların (Şiksalar) Yahudi erkeklerin çok çalışacağını bildikleri için uygun genç Yahudi erkekleri evlenmek için gözetledikleri söylenirdi. Buna sahip olmak dövmeyen, içki içmeyen, kadınların peşinde koşturmayan iyi kocaları olacağı anlamına geliyordu. Ancak dikkat çekici bir sorun vardı ki Yahudi olmayan bu büyüleyici kadınlardan biriyle evlenmeyi düşünen tüm "iyi" Yahudi erkekler buna dikkat etmeliydi. Çünkü aslında Yahudi olmayan her kadın (Şiksa) bir s-rtük, sadakatsiz, savurgan ve hepsinden de en kötüsü itaatsiz, vefasız ve haindi. Bir Yahudi onlarla evlenirse "kirli bir Yahudi" olacaktı. Kısacası bir kızgınlık anında tüm gerçek hisleri ortaya çıkacaktı.
Bu beyin yıkama durumu ironik ve kaçınılmaz bir biçimde Yahudi olmayan her kadını Yahudi erkekleri için daha cazip hale getirecektir.

Bana söylenenlere inanacak kadar gençken bütün bu saçmalıkları yuttum. Yahudi olmayanlar hakkındaki her şeyi biliyordum çünkü küçük bir çocuğun soru sormadan inandığı bir grup yetkililer tarafından (aileler) bize anlatılıyordu. Daha sonra tecrübe sayesinde inanılmaz bir şey keşfettim: yaşıtım olan goyimler de aynen benim gibiydi. Sonrası benim söylediklerimin de Yahudi karşıtı söylemlerin eşdeğeri olduğu idrakine vardığım kısa bir adım oldu.

Bu kötü ve yaygın etnik nefret biçimi için bir sözümüz olmamasının önemli bir eksiklik olduğunu düşünüyorum, bu yüzden şu anda hemen bir tane bulup yazıyorum: Anti-Goyisizm. Bu kelime tamamiyle uygundur çünkü orijinal İbranice'de goy bir halktır ve goyim genel olarak dünya milletlerine atıfta bulunmak için kullanılmıştır. Bu nedenle anti-Semitizm hakkında söyleşmek dünyanın geri kalanının nefreti ve korkusudur.

Bana öğretildiği gibi neredeyse her Goy'un bir Yahudi karşıtı olduğu doğru mu? Basmakalıp bu soruyu başka bir soruyla cevaplayarak tatmin edeceğim: Hemen hemen her Yahudi'nin bir Anti-Goy olduğu doğru mu? Cevap: Çok değil ama neredeyse tamamen öyle.

Abartıyor muyum? Anti-Goyizm'i her yerde, hatta alakası olmayan yerlerde bile görmüyor muyum? Bizi Yahudi olarak yetiştiren ailelerimizi, komşularımız Yahudi aleyhtarlığı belirtilerine sahipler mi diye dikizletmeleri konusunda suçlayabiliriz

İşte bu yüzden anti-Semitizm çok kullanışlıdır, bunları dile getirmemin nedeni de bu.

Tıpkı Avrupanın geri kalan kısmındaki Yahudiler gibi Amerikan Yahudileri de her yerde anti-Semitizmi görmekte oldukça yetenekli ve hızlılar. Belki de bu sadece geçmişteki Yahudi zulmünden kaynaklanan kompleksin bir tezahürü ve kendine aşırı acıma yöneliminin kültürel bir eğilimidir. Eğer öyleyse bu durum birçok ergen Yahudi’nin Yahudilikten neden ayrıldığını kesinlikle açıklıyor. Ne de olsa kendine saygısı ve ego gücü olan hiç kimse böyle zihinsel alışkanlıklara düşkün etnik bir grupla özdeşleşmek istemez. Fakat korkarım ki her eleştirmene Yahudi karşıtı denilmesi daha derin ve daha kötü bir konudur. Bu, eleştirmenleri susturmak için kasıtlı olarak yapılan, oldukça basit, hileli bir yöntemdir.

Amerikan Yahudilerinin işgal altındaki bölgelerdeki İsrail politikalarını eleştirmek için cesaretlerini toplamalarının kaç yıl sürdüğünü bir düşünün. Kendi halklarını eleştiren Yahudileri özellikle suçlu hissettirmek için tasarlanmış olan "Yahudi karşıtı Yahudiler" sözüyle etiketlenmekten korkuyorlardı ve bu söz aynı zamanda onları suçlu hissetirmeyi amaçlıyor. Şuan bile İsrail’in politikalarını ya da herhangi bir resmi Yahudi kurumunu eleştirmeye cesaret eden Yahudi olmayan biri "Yahudi karşıtı" etiketiyle saldırıya uğrayabilir ve uğruyorda. Altı Milyonu kim unutabilir? Holokost'u kim unutabilir? (Yapamazsınız, çünkü size izin vermeyeceğiz!) Herhangi bir Yahudiyi eleştirmeye kalktığınızda sizi hemen Nazilerle ilişkilendirirler. Ve sizde bu sözün üzerini kapamak için koşturursunuz. Eğer din karşıtı yazılar yazıyorsanız muhtemelen kendinizi Hristiyanlık karşıtı söylemlerle sınırlandırıyor, Yahudileri ve dinlerini yalnız bırakıyorsunuzdur. Yani Yahudi karşıtı olarak etiketlenme riskinden bile kaçınırsınız. Dolayısıyla kişileri etiketlemenin boğucu eleştirilerdeki etkinliği tam olarak Yahudilerin onu bu kadar aşırı ve hızlı kullanmasının nedenidir.

Ben oldukça erken yaşta bu kadar tatsız tutumla ortaya çıkan bir grubun parçası olmaktan rahatsız olduğumu fark ettim. Entellektüel rasyonelleşme yıllar sonra olduysa da tiksinme erken başlamıştı.

DİNİ TÖRENLER, AYİNLER VE SÜPER GEREKÇELER
Yahudiler de tıpkı diğer dini grupların üyeleri gibi ritüellerinin ve dogmalarının sahte gerekçelerine dayanıyorlar. Umutsuz bir şekilde akıllarını ve Batı eğitimini kendilerini hala Yahudi olarak adlandırmaya duydukları ihtiyaç ile bağdaştırmaya, suçluluk hisseden vicdanlarını yatıştırmak için çeşitli jestler yapmaya çalışmaya ve inandıkları saçmalıkların bazı objektif gerekçelere sahip olduğu konusunda ısrar ediyorlar.

Örneğin Yahudilerce diyet yasalarının İncil dönemlerindeki yaygın hastalıklara karşı koruma sağladığı söyleniyor. Sonuçta bunlar gerçek sağlık kurallarıydı dini dogmalar değil! O halde onlarla nasıl tartışabilirsiniz? Cevabı kendi kitaplarında gizli. Kaşrut  yasaları (Yahudi perhiz yasaları) o kadar esrarlı ve karmaşıktır ki mantıksal saldırılar için size sonsuz fırsatlar sağlar.

Ancak bu argümanın daha genel olan maddesine bağlı kalalım.

Birincisi, diyet yasalarının büyük kısmı hiçte İncil kökenli değildir, Eski Ahit'in yorumlarına dayanarak ortaçağ hahamları tarafından karara bağlanmıştır. Peki biz kılı kırk yaran, çarpık saçlı bu adamların bölüşen akıl yürütmesinin yirminci yüzyılda geçerli bir sağlık rehberi olduğuna inanmalı mıyız? Diyet yasalarının Orta Çağ Yahudilerine fayda sağladığına, sağlıklarının yaşadıkları topraklarınkinden daha iyi olduğuna dair herhangi bir nesnel kanıtın farkında değilim. İkincisi, örneğin et ve sütün aynı öğünde karıştırılmamasının veya daha da tuhaf bir şekilde et ve süt yemeklerinde kullanılan kapların neden birbirleriyle karıştırılmaması gerektiğine dair sağlam bir neden sunması için herkese meydan okuyorum! Diğer sayısız ve aynı derecede tuhaf diyet yasaları için de bu söylenebilir. Son olarak pragmatik bir gerekçe olduğu savı uğruna bu yasaların bir zamanlar yararı olduğunu kabul etsek bile bugün bizimle olan ilgileri nelerdir? Faydası nedir?

Bütün bunlara kişisel bir nokta eklemeliyim. Güney Afrika'da bir çocukken babamın görevlerinden biri sığır eti ve tavukları Yahudi inançlarına uygun olarak öldürüp kesmekti. Onu arka bahçemizde sık sık bu işi yaparken izledim ve bir keresinde (sadece bir kez) mezbahaya onun nasıl yaptığını izlemek için gittim. Otuz yıldan fazla bir süre geçti, manzaraları, kokusu ve dehşeti hala hafızamda duruyor. Günümüzün en ciddi genç Yahudilerini bir koşer kesimhanesini ziyaret etmeye ve kesilmiş boğazlarıyla kendi kanlarında boğulmak üzere olan hayvanların ölümcül acılarını izlemeye davet edebilirim. Kim bu suistimali emreden bir Tanrı'ya ibadet etmek ister ki?

Şabat yasaları altı günlük çalışmadan sonra insanlara ihtiyaç duyulan bir günlük dinlenmeyi sağladığı için akıllıca ve haklı görülüyor. Her yedi günde bir gün! Bu ne kadar insancıl bir Tanrı! Yedi gün içinde bir günün dinlenme için yeterli olduğunu düşünebilir; Ben düşünmüyorum.

Gençliğimde Indiana’dayken Hıristiyan köktencilerin aynı gerekçeyi kullanarak mavi yasaları yani pazar günleri kapanış yasalarını duyurduğunu hatırlıyorum. Açıkçası gerçek motivasyon oldukça farklı. Hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar Kutsal Kitabı siyasi düzeyde insan hukukuna dahil etmenin haklı yollarını bulmaya çalışıyorlar. Duygusal olarak hümanizmin kalbi olan insancıl özerkliği reddediyorlar ve kendilerini gökyüzündeki hayali bir babanın yönetimine tabi kılmanın nedenlerini arıyorlar. Duygusal olan sonuncu motivasyon ise kendine saygı duyan bir yetişkinin küçümsemelerinin altında gizlidir.

Sünnet, sünnetli erkeğin karısına rahim ağzı kanserine karşı koruma sağlamasıyla lanse edilir. İstatistikler bunu yansıtmıyor gibi gözüküyor. Bunun doğru olduğunu varsayarak eski Yahudilerin bunu bildiğine gerçekten inanan var mı?

Eski zamanlarda sünnet çeşitli dinlerde ortak bir törendi (ve yine de çeşitli ilkel insanlar arasında uygulanıyordu). Tıpkı diğer eski halklar gibi eski Yahudiler de dini fantezileri nedeniyle bu kendine özgü sakatlanma biçimini uyguladılar. Sağlık yönünden herhangi bir yararı olduğu onlar tarafından bilinmiyordu ve sünnet şanslı bir yan ürün gibiydi. Gerçekten de o antik çağda kaç Yahudi erkek bebeğin sünnet yapmak için kullanılan aletlerin sterilizasyon eksikliğinden dolayı virüslü penise bağlı acı verici ölümlere maruz kaldığını merak ediyorum. Ölen bebeklerin sayısının rahim ağzı kanserinden kurtulmuş olan Yahudi kadınlardan daha fazla olduğundan şüpheleniyorum çünkü onların eşleri bebeklik dönemindeki ameliyat sonrası hayatta kalmışlardı...

RAHMAN SURESİ, TEKRARLARI VE KAFİYE UĞRAŞI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Rahman suresi, O halde Rabbinizin, Spam ayetler, Kurandaki çelişkiler, Müslümanın ilk görevi, Çadırlara kapanmış huriler, Huri, Huriler, Tekrarlanan ayetler,

MÜSLÜMAN'IN İLK GÖREVİ RAHMAN SURESİNİ OKUMAKTIR

Her Müslüman, Rahman suresinin ayetlerini mutlaka Türkçe tercümesi ile birer kez okumalıdır. Rahman suresine İslâm dünyasının verdiği anlamdan ve önemden bahsetmeyeceğim. Madem Kur’an’ı adının Allah olduğuna inanılan İlâh, anlaşılır şekilde kolaylık yapıp göndermiş, biz de dümdüz yazılmış olan bu ayetleri dümdüz bir mantıkla inceleyelim. Rahman suresinin en dikkat çekici ayetleri, tam 31 defa tekrarlanan “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ifadesidir. Sayın dindar kardeşlerim, bir şeyi yalanlamak için o şeyin önce doğrusunun ne olduğunu iyi bilmeniz ve hatta doğru bildiğiniz şeyden emin olmanız gerekir. İnanmaktan bahsetmiyorum, bir olaya dümdüz tanıklık edip ya da bizzat içinde bulunup yaşayıp deneyim geçirdikten sonra o olayı bilmekten, kesin olarak bilmekten bahsediyorum. Bunu şuna benzetebiliriz. Farz edin  devletin önemli bir kademesinde çalışan bir bürokrata mikrofon uzatıyorlar ve “Efendim, falanca ihaleden rüşvet aldığınız söyleniyor, ne diyorsunuz?” diye soruyorlar. Bu bürokrat o falanca ihaleyi verdiği şirketten çok da güzel bir rüşvet aldı ama kendisine uzatılan mikrofona “Hayır, aslı yok, kimseden rüşvet almadım” diyor. Çok iyi bildiği bir şeyi yalanlıyor. Şimdi, Rahman suresinin ayetlerine geçelim. Kırmızı renkli olan yerler, ayetlerin orijinal metinleri olup siyah yazılı olan yerler de benim kendi değerlendirmeme yönelik ifadelerdir.

Rahman Suresi

1-2. Rahmân, Kur’an’ı öğretti.
3. İnsanı yarattı.
4. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.

Biz de bu surede düşünme işlevini gerçekleştiriyoruz.

5. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.

Bunu bilmek için gökten ayet inmesine gerek yok ki! İslâm dininden binlerce yıl önce yaşamış olan kadim uygarlıklar da bunu biliyor ve bu bilgiye göre muhteşem takvimler geliştiriyor ve hatta bu bilgi doğrultusunda güneş ışınlarını istedikleri şekilde binanın içine konumlandıran çok güzel yapılar inşa ediyorlardı. Normal bir zekaya sahip olan her insan da bunu biliyor zaten.

6. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.

Bu ayette bahsedilen şey, bana da çocukluğumdan belli öğretilen, boynunu bükmüş olan ağaç veya otların, “Allah’a ibadet ediyorlar” şeklinde yorumlanmasından kaynaklanan bir durumdur. Otların ve ağaçların Allah’a boyun eğdiğini nereden biliyoruz? Otların ve ağaçların boyunlarının eğmelerinin rüzgârdan tutun da susuz kalıp sararmalarına kadar bir sürü bilimsel nedeni vardır. Eğer konuyu döndürüp dolaştırıp “Allah’ın kâinatta oluşturduğu ve sizin de dediğiniz gibi bilimsel olan yasalara göre boyunlarını büküyorlar yani Allah’ın bilimsel yasalarına göre bükülüyorlar” diyecekseniz eğer, bu durum “Allah’a boyun eğerler” şeklinde ifade edilmez. O zaman her şeyi Allah’a ibadet ediyor şeklinde yoralım. Mesela saatte 200 kilometre hıza ulaşan ve evleri yıkıp insanların ölmesine neden olan ve hatta bir çok ağacın kökünden sökülmesine neden olan kasırgaları, “Allah’a doğru esiyorlar, Allah’a yürüyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da ne bileyim, koca bir köyü yok eden ve patlama esnasında binlerce kilometre yukarıya fırlayan  lavları “Allah’a  doğru  yükselip ibadet ediyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da yolda giden bir kamyonun üzerine devrilen ağacı “Ağaç secdeye kapandı” şeklinde tarif edelim.

7. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.
8. Ölçüde haddi aşmayın.
9. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.

Bu ölçü ayetleri güzel, takdir ediyorum ne diyeyim!

10. Allah, yeri yaratıklar için var etti.
11. Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
12. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.
13. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Evet orada yani Arap yarımadasında ve benzer iklime sahip bölgelerde salkımlı hurma ağaçları var. Dünyanın bir çok yerinde yapraklı hoş kokulu bitkiler var. Var olmasına var da ne malûm bunların hepsini adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığı? Bu bitkilerin, meyvelerin üzerinde nurdan ışıklı kalemle yazıyor mu “bizleri Allah ismindeki Tanrı  yarattı” diye? Sanki o kadar hoş kokulu bitki ve meyveyi adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığından kesin kes eminiz de sıra nimetleri yalanlamaya geldi.

14. Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.
15. “Cin”i de yalın bir ateşten yarattı.
16. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bizler, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yaratılmışız. Nasıl yani? İspatlandı mı? Cinler de yalın bir ateşten yaratılmış ve devamı yine “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”  Hani cinler nerede? Nereden biliyoruz cinler diye bir canlı gurubunun olduğunu. Gördük mü bu cinlerden bir tanesini? Madem görmedik o zaman görmediğimiz bilmediğimiz bir şeyi nasıl yalanlayacağız? Görelim, kesin olarak bilelim de iş nimet  yalanlamaya kalsın.

17. O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.
18. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İki doğu ile iki batı hususunda ne kast edilmek istendiği ile ilgili İslâm dünyasında sadece farklı tahminler vardır. Yani öyle kesin bir bilgi yoktur. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sen şu anlaşılsın diye ya da kolaylaştırdığını iddia ettiğin  Kur’an ayetinde belirtilen iki doğu ile iki batının ne olduğu konusunda İslâm Âlimlerine anlayabilmeleri için  bir ışık, bir fikir ve en önemlisi ortak bir görüş birliği nasip eyle de sıra  senin nimetlerini yalanlamaya ya da yalanlamamaya gelsin.

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu ayetlerde anlatılan durum, bir çok dindarın iddia ettiği gibi okyanusun orta yerinde yoğunluğu farklı olan suların oluşturduğu çizgi değil, ırmak, nehir gibi tuz yoğunluğu farklı olan suların denize aktığı yerde oluşturduğu ve farklı renk tonlarında göründüğü  yerlerdir. İslâm’ın Peygamberi, tüccardı ve uzak bölgelere sık sık iş icabı yolculuk yapardı. Bu tür bilgiler o dönemin insanları tarafından zaten bilinen şeylerdi.

22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Denizlerden inci ve mercan çıkmasının sebebi niye Allah’a bağlanır? Ne biliyoruz inci ve Mercanın çıkmasının Allah’a bağlı olduğunu? Farz edin öyle. Öbür maddeleri kim yapıyor? Allah niye “şunu ben yarattım, şu benim nimetim, şunu  şunu size verdim” diye teker teker izahat veriyor? “Yeryüzünde ne varsa hepsi benim nimetimdir” gibi kısa, öz ve anlaşılır bir tane ayet kullanmak yetmemiş galiba. Bir çocuğu inandırmaya çalışır gibi “Şöyle şöyle bir şey var, bir de şu var, bir de şu nimet var, hepsini ben verdim…” 
Ben şahsen bu nimetleri yalanlamıyorum. Ben şahsen bu nimetleri eğer bir Tanrı göndermiş ya da bir Tanrı oluşturmuş ise bu Tanrının adı Allah mıdır yoksa bu Tanrı, isim verilemeyecek bir yapıda mıdır? Kur’an isimli bir kitap göndermiş midir? Göndermemiş midir? Kısmını soruyorum. Bu inci ile mercanı Allah’ın yarattığından emin miyiz şimdi? Denizden mercan ve inci çıkması ile nimet yalanlamanın alakasını anlayamıyorum arkadaş!
Evet, denizden mercan çıkıyor, inci çıkıyor, petrol çıkıyor, İslâm dininden binlerce yıl evvelden kalma yapılar bile çıkıyor deniz altından, ee? Kimse bunları yalanlayamaz ki! Mercan diye bir şey var, inci diye bir şey var, midye var, petrol var, var da ne? Bütün bunları onca tanrının içinden Allah yarattığı ne malum?

24. Denizde akıp giden dağlar gibi yüksek gemiler de O’nundur.
25. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İşte en güzel ayet! İnsan eli ile yapılan ve denizde akıp giden koca gemiler de Allah’ınmış. Gerçi Müslüman’a sorsanız insanın kendisi başta olmak üzere o insanın yaptığı her şey de zaten Allah’a aittir. E o zaman bu kadar geniş geniş yazı yazıp da “o halde nimetlerimi niye yalanlıyorsunuz” diye 31 ayet göndermeye ne gerek var? Sayın okurların 4-6 yaş arası çocukları varsa iyi bilirler. Kız çocuklarına prenses resimleri göstertin, erkek çocuklarına dinozor ya da araba resimler göstertin. Erkek çocukları, araba resimlerini izlerken beğendikleri arabaları parmakları ile işaret edip “o benim” der ve hemen sahiplenirler. Kız çocukları da en beğendikleri prenses resmini göstertip “evet evet, bu prenses benim, bu da benim, bu prenses de benim” diyerek sahiplenmeye çalışırlar. Öylesine aklıma geldi. Siyah iplikten kaşkol örmüştüm, o da Allah’ındır. Mühendislik harikası olan ve yolcu taşımada kullanılan devasa yolcu uçakları ve otobüsler de, hızlı trenler de hepsi hepsi Allah’ındır.

26. Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır.
27. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.
28. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Nereden biliyoruz adının Allah olduğuna inanılan bir İlâhın var olduğunu  ve nereden biliyoruz bu var olduğuna inanılan İlâhın sonsuza kadar bâki kalacağına. Onun sonsuza kadar var olacağını görebilecek miyiz ki yalanlayalım?

29. Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.
30. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
31. Yakında sizi de hesaba çekeceğiz, ey cinler ve insanlar!
32. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.

Demek bizi ve cinleri hesaba çekeceksiniz! Bu durumda sizin nimetlerinizi yalanlamamak için öte dünyaya gidip hesaba çekilmeyi beklememiz gerek. Ancak o zaman görür, bizzat deneyimler ve ancak ondan sonra nimetlerinizi yalanlamayız. Hem görmediğimiz hesap gününü, kesin olarak yani görecekmişiz gibi algılayıp da dünyada faydalandığımız nimetleri yalanlamak ne alaka, kafam basmıyor arkadaş! Bir çilek tarlasında çilek yetiştirmenin Zirai teknikleri vardır ve bütün dünyada bilinir. Ateist olan da deist olan da Yahudi olan da Müslüman olan da bu teknikleri kullanıp çilek yetiştirir, yer, reçelini yapar, satar, para kazanır bu nimetten. Ee? Tamamen inançsız olan kişiler de faydalanıyor bu nimetten. Madem öyle, adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu nimetini neden ayetlerini ve nimetlerini yalanlayanlara nasip ediyor? Bu nimetlerden en çok faydalananlar Müslümanlar değil ki? İnançsız olan milletler bu yalanlanmaması gereken nimetlerden daha fazla faydalanıyorlar.  Ama önemli değil çünkü Zeki ve Uyanık olan Allah, onların işini öte dünyaya yani bizim şu an ne bilimsel olarak ne de gözlemsel olarak kanıtlayamadığımız Cehennem diyarına bıraktı. Onlar yalanlasalar da yalanlamasalar da cehenneme gidecekler.

33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.
34. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Haaaaa, burada duralım! Eğer bu ayette kast edilen şey, uzaya çıkmak ise güzel bir noktaya değinilmiş. Şu an için bunu yapmak, gerçekten de büyük bir güç gerektiriyor. Özellikle de para gücü ve tabi ki büyük bir enerji. Ama ilerleyen yıllarda bunu yapmak o kadar da büyük bir güç gerektirmeyecek. Hatta  bir uçak, otobüs veya araba yolculuğu gibi sıradan bir şey ve ucuz bir yolculuk  haline gelecek. Çünkü eski dönemlerin zorlukları, yerini yeni dönemlerin kolaylıklarına bırakır. İcat edilen ilk bilgisayarı hatta ilk hesap makinesini hatırlayın. Ne kadar devasa, karmaşık ve pahalı bir yapı idi. O devasa hesap makinesi ve o devasa bilgisayarın daha karmaşık hali, şu an küçücük cep telefonlarında ve en fakir insanın bile cebinde taşınıp insana hizmet ediyor. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, uzaya çıkmak, kolay ve ucuz bir yöntem haline geldiğinde 33’üncü ayetindeki “Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz” ayetini yineleyip  “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” diyecek misin?

35. Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.
36. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
37. Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül hâline geldiği zaman (hâliniz ne olur?)
38. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
39. İşte o gün ne insana, ne cine günahı sorulmayacak.
40. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu  ayetlerde kıyamet gününden bahsediyor. İyi güzel, kıyametten bahsedilmiş ama o kıyamet ayetlerinin sonundaki “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayeti yine ne alaka? Biz kıyameti gördük mü? Alevleri gördük mü? Sanki kıyameti yaşadık, nasıl dehşetli bir sahne olduğuna şahit olduk, başımızdan geçti, bildik de İslâm’ın İlâhı olan Allah da hemen “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz” ayetini alnımızın ortasına yapıştırıverdi. İş, nimet yalanlamaya gelecekse hele bir bekleyelim, gözlerimiz görecekse şu kıyameti bir görelim. Gördükten sonra bir de bu kıyamet denilen ya da kıyamet olduğu tahmin edilen şey Allah’tan mıdır yoksa başka bir şeyden dolayı mıdır diye karar verelim. Ondan sonra nimetleri yalanlamaya geçelim.

41. Suçlular simalarından tanınır da, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
42. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
43. İşte bu suçluların yalanladıkları cehennemdir.
44. Onlar, cehennem ateşi ile yüksek derecede kaynar su arasında gider gelirler.
45. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

“O halde”! Yani “O halde” derken biz öte tarafa gittik geldik, suçluların cehenneme girip çıktığını gördük,  İslâm’ın İlahı olan Allah da dedi ki “O halde…” yani  “madem ki gördünüz, artık biliyorsunuz, O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”.

46. Rabbinin huzurunda (hesap vermek üzere) duracağından korkan kimseye iki cennet vardır.
47. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
48. İki cennet de (ağaçlar, meyveler, rengârenk bitkiler gibi) çeşit çeşit güzelliklerle bezenmiştir.
49. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
50. İçlerinde akan iki pınar vardır.
51. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
52. İkisinde de her meyveden çift çift vardır.
53. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
54. Onlar astarları kalın ipekten olan döşeklere yaslanırlar. Bu iki cennetin meyveleri (zahmetsizce alınacak kadar) yakındır.
55. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
56. Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
57. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
58. Onlar sanki yakut ve mercandır.
59. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Astarı kalın ipek olan döşekler yani yataklar, Meyveler, bakışlarını eşlerine çevirmiş dilberler. O dilberlere daha önce ne bir cin ne bir insan dokunmuştur. Onlar yani o dilberler sanki yakut ve mercandır. Ah erkek olsaydım, “gidip de gördüm mü ki o el değmemiş dilberleri  iş yalanlamaya kalsın” diyecektim diyemedim. Erkeklere el değmemiş huriler, ya biz kadınlara nerede Nuriler? Görüyor musun adının Allah olduğuna inanılan sayın İlâh! Vakti zamanında çok zeki ve akıllı olmana rağmen aradan yıllar geçtikten sonra Ataerkil toplum yapılarının değiştikten sonra cinsiyet eşitliğinin artık hüküm sürmeye başlayacağını tahmin edemedin. O zamanın Arap erkekleri, parasal durumuna göre, 3-4 kadınla ömür geçirir, kadınlar da buna itiraz etmez, bir erkeğin üçüncü dördüncü hanımı olmayı kabul eder kıyamete kadar bu böyle devam eder zannettin. Bir kadın olarak ben senin cennetinden hiç haz etmiyorum, yanlış hesap yaptın. Bu Kur’an’ı yazan sen, bir fani değil de gerçekten bir Tanrı olsaydın, bu günleri hesap eder, önlemini alırdın. Her ne kadar bizim bazı ilâhiyatçılarımız  “efendim cennette adı geçen eşler hur diye ifade edilir ve cinsiyetleri yoktur yani hem kadın hem de erkek olabilirler” diye tarif etseler de anadili Arapça olan hiçbir Müslüman ülkede böyle iddialar yoktur. Ne de olsa bizim İlâhiyatçılarımız Arap gramerini Araplardan daha iyi bilirler.

Neyse, konudan fazla uzaklaşmayalım. Biz bu cennetleri ve cennetlerdeki  sayılanları  gördük mü? İş yalanlamaya geldi mi?

60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir.
61. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bak bu güzelmiş. Bana bunlarla gelin.

62. Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.
63. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
64. O iki cennet koyu yeşil renktedir.
65. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
66. İçlerinde kaynayan iki pınar vardır.
67. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
68. İçlerinde her türlü meyve, hurma ve nar vardır.
69. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
70. Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel dilberler vardır.
71. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
72. Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.
73. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
74. Onlara, eşlerinden önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
75. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
76. Onlar yeşil yastıklara ve güzel yaygılara yaslanırlar, (nimetlenirler).
77. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Yok artık! “Çadırlara kapanmış huriler” de nedir?. Yahu bu dini Araplar bize resmen kakalamış kardeşim. “Her tarafı Arap çölü, geleneği, yaşam biçimi ve hayali kokuyor”. Bunu deyince de kızarsınız.
Şuna bakar mısınız. Cennette çadırlara kapanmış huriler..!
Tabi burada şimdi cambaz bir Kur’an yorumcusu iseniz o çadırlar, nurdan yapılmış ve aslında insanın hayal edemeyeceği kadar güzel ve hurilerin içinde konakladığı özel bir evdir. Fakat Allah, bunu insanların anlayacağı bir dille izah etmek için “Çadır” ifadesini kullanmıştır. Böyle de yorumlayabilirsiniz. Nitekim, bizim ülkemizin son on yılında bu şekilde ayet yorumlama konusunda rekor kırılmaya başlandı. Kendilerini bu hususta daha da geliştiriyorlar efendim.

"O hurilere, eşlerinden önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur". sözü çok önemli. Cinsiyet eşitliğine inanmayan, ataerkil ve kadını mal zihniyetiyle gören bütün toplumlarda ve bu zihniyete sahip bütün erkeklerde kadının el değmemiş olması çok önemli bir husustur. Erkeğin aksine cinsel organı içeride olan kadına dokunulmamış olması gerekir. Sıfır ile ikinci el araba arasındaki fark gibi düşünülür. Kadının karakteri, niyeti, bacağının arasındaki deliğin durumu kadar önemli değildir. Arap geleneğinde de aşırı derecede önemlidir bu dokunulmamışlık mevzusu.

Eeeee Müslüman erkekler! Rabbiniz size iki cennet + iki cennet daha verdi. İçinde de  hurmalar, yeşil yastıklar, yataklar,  pınarlar, el değmemiş bakire huriler verdi. Sizler de gittiniz geldiniz gördünüz değil mi? Hatta o hurilere sizden önce başka bir insan ya da cin dokunmuş mu dokunmamış mı, yani o huriler bakire mi değil mi, kontrol edecek zamanınız da oldu. Gördünüz ve dünyaya geri döndünüz değil mi? “O halde Rabbinizin, hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

NOT: Eğer bu cennet ayetlerinde bahsedilen şey bir din değil de geçmiş zamanlarda Sümerlerdeki her biri 72 millete ait olan tapınak fahişelerinden ve bu tapınağın asma üzümlerine, yeşil çimenlerine benzeyen bahçesinden bahsedilseydi ve o dönemin erkeklerinden birisine bu sorular yöneltilseydi derdi ki “Ooooooo,  gittim o cennet diyarına, gördüm 72 huriyi, biriyle de beraber oldum. Dillere destan o güzel bahçede mest oldum, hangi birini yalanlayabilirim ki” diyebilir, demelidir de. Ama siz diyemezsiniz. Konu konuyu açıyor ve bazen tutamıyorum kendimi.

Haşhaşiler tarikatı ile tanınmış Hasan Sabbah’ın Cennet ile ilgili bir uygulamasına yönelik internetten okuduğum bir yazının bir kısmını paylaşmak istiyorum:
“…Haşhaşilerin militanları eğitirken kullandıkları yöntemler, dünya tarihine geçmiştir. Ailelerden seçilerek alınan gençler, Alamut kalesinde özel olarak yetiştiriliyorlardı.  Din eğitimi, halkla ilişkiler; insan psikolojisine göre davranma, Haşhaşilerin sırrını gizleme konusu önemliydi. Ve suikast konusu... Fedailer, özellikle hançerlerle yaptıkları suikastlerle ünlüydüler. Bazı olaylar; bunların zehir de kullandıklarını göstermektedir. Artık, düşman üstüne salınacak döneme geldiklerinde bunların yedikleri bala veya çöreklere haşhaş yağı katılıyordu. Bu uyuşturucuyu alan gençler götürülüp özel olarak kurulmuş cennete bırakılıyorlardı.
Bu cennetler; Kuran'da anlatılan cennete benzetiliyordu. İçinde ağaçlar, otlaklar, sular ve yarı çıplak kızlar dolaşmaktaydı. Bunlar; isteyenlere, Kevser şarabına benzetilen şaraplar sunuyorlardı. Bu şaraplara da afyon damlatıldığından şarabı içenler bu cennet içinde hurilerle birlikte olduklarını sanıyorlardı.
Bunlara daha sonra; dine hizmet eden ve Masum İmam'a sadık olanların hep böyle hurilerle dolu cennette yaşayacakları telkin ediliyordu. Onlar da kütür kütür memeli kızların bulunduğu cennete daha bu dünyada ulaşmış olmanın coşkusu ile ne denirse yapmaya hazır oluyorlardı…”

O eski dönemlerde bu dümenlere oyuncak edilen genç erkeklere de sorsanız herhalde o cennet diyarını görmüş olduklarını zannederekten Rablerinin hangi nimetlerini inkâr edebilirler?

Cennet diyarını delil niyetine göstertip sanki o cennete bütün Müslümanlar bu dünyadayken gidip gelmiş görmüş muamelesi yapar gibi ardından “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini” yalanlıyorsunuz ifadesini yapıştıran bir kitaptan çıkartacağınız iki  olası sonuç vardır:

Birincisi: Bu ayetleri kim yazdıysa hakikaten derdi insanları, özellikle de erkekleri kandırıp peşine takmaktır.

İkinci olasılık ise: Kur’an’da bahsedilen cennet diyarı, gerçek anlamda bir öte alem diyarı olmayıp geçmişteki Sümerlerin 72 hurisini ve bu hurilerin yaşadığı "Zevkler Evi" isimli tapınağın yeşil bahçesini  ziyaret edip tadan erkeklerin  yaşadıkları bu olayların  civarda anlatılırken değişime uğrayarak Araplar tarafından kutsal addedilen bir kitabın içine eklenmesinin  öyküsüdür.

Sizce hangi seçenek daha ağır basıyor?
Ya da Rahman suresini okuduktan sonra aklınıza farklı seçenekler de geliyor mu?
     
78. Azamet ve İKRAM sahibi Rabbinin adı yücedir.

Birçoğunu bu  hayatta göremeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz şeyleri delil göstertip “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” cümlesine bağlıyorsunuz  sonra da diyorsunuz ki “Bu ayetleri Tanrı gönderdi”. 

Ey İslâm’ın İlâhı olan ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh! Sen nasıl bir ilâhsın? Eğer bizi ve kâinatı sen yarattıysan, bizleri matematik hesabı üzerine kurulmuş olan bir sistemin içine gönderdiğinin farkında değil misin? Rüzgâr neden eser? Mevsimler neden oluşur?... Bu tür şeyleri gözlemleyip, araştırıp bilimsel temelle açıklayabileceğimiz bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bize verdiğin akıl ve zekâ, sadece bu gözlemlere ve bilimsel temelli bilgilere inanabilmemizi olanaklı kılacak şekilde yaratılmış. Daha zeki olanlarımız dinden çıkıyor. Neden biliyor musun? İnsanoğlunu  hem akıl ve zekânın sınırlarını aşmayan bir kâinat sistemine göndermişsin hem de insan aklının veya duyu organlarının hiç algılayamayacağı bir boyutta bulunan aleme yani hiç gözlemleyemeyeceğimiz bir aleme inanmamızı bekliyorsun. Dalga mı geçiyorsun bizimle?

Yukarıdaki ayetleri bir Tanrının göndermiş olabileceğine şahsen inanmıyorum.

Atıyorum benim inandığım bir Tanrı var. Adı da “Yakari”. Ne büyük, ne güçlüdür benim Tanrım. Aslında kâinatın tek yaratıcısıdır benim Tanrım Ulu Yakari. Ama bilmezler, nankör insanlar. Hepsi de “Bizim Tanrımız gerçek olan Tanrı” diye bir türkü tutturmuşlar. Bir de Tanrılarına isim uydurmuşlar. Yok senin Tanrın yalan, bizim ki gerçek… Didişip duruyorlar. Kardeşim asıl gerçek olan benim Tanrım. Adı da Yakari. Kâinattaki her şeyi yaratan kâinatın asıl yaratıcısıdır Yakari. Bir gün tabiat  gezisine çıktım. Öyle şeylere tanık oldum ki ağzım açık kaldı.
  1. Yaban kazları “V” şeklinde dizilmişler gökyüzüne, öyle sistematik uçuyorlardı ki! Kazlara  o şekilde uçmayı kim öğretti sanıyorsunuz?
  2. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini, hangi sistemini  yalanlıyorsunuz?
  3. Küçücük arılarda, topladıkları çiçek tozlarından insanlara faydalı bal yapıyorlar.
  4. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  5. Rüzgâr eserken, çiçek ve bitki tohumlarını uzağa taşıyor. Böylelikle ait olduğu gövdeden kopan tohum, kendisini büyüten annesinden 50 metre uzaktaki  toprağa tutunup boy atıyor.
  6. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  7. Öte aleme gittiğinizde arşın yedi kat tepesinde Tanrı Yakari’ye iman koşusu düzenleriz. Bu iman koşusunda iyi derece alanlar tekrar Dünyaya gönderilir ve hepsi de zengin birer ailenin kucağında doğar.
  8. Yakari, kullarına 8 cennet vermiştir. Her birinde bir birinden çeşitli ve hoş kokulu çiçekler, kumsallar, tertemiz suyu olan denizler vermiştir.
  9. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  10. Yüce YAKARİ, Kâinatın tek yaratıcısıdır.  Anlayabilene..