HABERLER
Dini Haber

GARİP VE TARTIŞMALI AYETLER #1

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah'ın düşmanlık gütmesi, Garip ayetler, Tartışmalı ayetler, Allah yaratıldı mı?, Allah çarpar, Işık hızında iman, Hortumunu yada burnunu damgalamak, Tuhaf günahlar,

GARİP VE TARTIŞMALI AYETLER 1.BÖLÜM

Kur’an’da geçen bazı ayetler özellikle de anlam itibari ile bana çok garip geliyor, haliyle de sonsuz zekâ ve kudrete sahip bir Yaratıcıdan gelmiş gibi değil de  acemi bir insanın ağzından çıkmış düşüncesine kapılıyorum.
Bu ayetlerin çoğunluğu aynı zamanda İslâm alimlerinin açıklama çabasına girerek farklı anlamlar yükledikleri ya da “o ayette aslında şunu demek istiyor, şunu anlatmak istiyor, çeviri yanlış, doğru tercüme etmek lâzım” gibi izahları getirmeye çalıştıkları ayetler. Garip, mantık dışı, absürt, aykırı  olarak tarif edebileceğim 50 ayeti bir araya getirdim. Tek bir yazı içinde 50 ayet ile sizi sıkmamak için konuyu iki bölüme ayırdım. Üçüncü bölüme ise tamamen yorumsuz ve değerlendirmeye gerek görmediğim diğer bazı ayetleri naklettim.  Bu ayetler güya Kâinatı yaratan sonsuz kudret, ilim ve zekâ sahibi olan Tanrı Allah  tarafından gönderilmiş. Sözü fazla uzatmadan hemen  1 inci bölümün ayetlerine  geçelim:

Tanrı sözü 1 – Düşmanlık güden Allah
Bakara  98:  Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır."
Düşmanlık güden bir ayet. İnsanlar, devletler, milletler bile bir birlerine olan düşmanlıklarını bitirmeye çalışırken koskoca Tanrı  yukarıdaki ayette “Kim bana düşman ise, ben de onlara düşmanım” diyor. Düşmanlığa karşı düşmanlık güden bir Tanrı!

Tanrı sözü 2 – Allah yaratıldı mı!
Zuhruf 45: Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor: Rahmân’dan başka kulluk edilecek ilâhlar var etmiş miyiz?
Bu ayette Rahmân’ı yani Allah’ı var eden kimdir? Eğer bu ayette konuşan Allah’ın kendisi ise kendisinden bahsederken “Rahman’dan başka…” diyerek kendisini neden üçüncü tekil şahısla belirtmiştir? Yoksa bu ayette de, şu Araplara özgü olan iltifat sanatını mı icra etmiştir? Tam da iltifat sanatının icra edileceği bir konuymuş. Tefsircilerin iddiası o ki ayette önce şahıs zamirleri değiştirilerek iltifat sanatı yapılmış sonra da “Rahman’dan başka kulluk edilecek ilâhlar” derken “tapılacak tek Tanrı Allah’tır ve Allah, kendisi dışında insanların tapabileceği varlıklar yaratmış mıdır?” anlamına geliyormuş. Tefsircilerin açıklama getirirken bile bocaladıkları bu ayeti, onların iddia ettiği gibi anlamlandırmaya çalışırsak bakalım ayet nasıl olmalı? “Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize bir sor: Kâinatı ve içindeki her şeyi  yaratan Allah, kullarına kendisi dışında  tapılacak  ilahlar, varlıklar yaratmış mıdır?”. Eğer ayette buna benzer bir ifade şekli olsa idi gariplik olmazdı fakat ayette Allah’ı ve diğer ilâhları birilerinin yarattığı izlenimi var.

Tanrı sözü 3 – Allah çarpar
Rad 13: Gök gürlemesi O’na hamd ederek tespih eder. Melekler de O’nun korkusundan tespih ederler. O, yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele ediyorlar. Hâlbuki O, azabı çok şiddetli olandır.
Tanrıya bak hele, Zeus gibi Maşşallah. Dilediğini çarpıyormuş.

Tanrı sözü 4 – Ayette  ifade edilemeyen anlam karışıklığı
Yunus 37: Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
Ayetteki anlama göre Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değil imiş. Yani bizzat Allah tarafından uydurulmuş. Acaba lisanların efendisi  olması gereken Allah,  bu ayeti “Bu Kur’an bir fani tarafından uydurulmuş bir şey değildir.” Ya da “Bu Kur’an Yaratılmışlar tarafından uydurulmuş bir şey değildir.”  Diye yazmayı akıl edememiş mi? Acemiliğine gelmiştir diyeceğim ama Kur’an’dan önce bir sürü kitap göndermiş, bu da sonuncusu. Son kitabı hazırlamanın yorgunluğundan  herhalde!

Tanrı sözü 5 – Işık hızında iman
Al-i İmran  193: "Rabbimiz, biz: "Rabbinize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağırıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür."
Bu ayette kesin bir yanlışlık ve saçmalık var. Bu gün birisi yanımıza gelse dese ki “kâinatı yaratan  bir Tanrı var, adı Roman, sizleri imana çağırıyor, ona iman edin” dese hemen iman mı edeceğiz? Bu nasıl bir mantık! Çağrıda bulunan çağrıcıyı işitmişler ve hemen iman etmişler. Muhtemelen bu adamlar koyun akıllıymış ve iman etmeye ya da kendilerine her söylenene hemen inanmaya aşırı derecede meyillilermiş  ve İman’a çağırılan varlığın yani Tanrının adı Allah değil de Vallah olsa yine de iman edeceklermiş. Adının Allah olduğuna inanılan bir İlâh, insana akıl fikir verip de akla fikre böylesine ters bir ayet gönderir mi?

Tanrı sözü 6 – Hortumunu ya da burnunu damgalamak
Kalem 15:  Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, "Öncekilerin masalları!" der.
Kalem 16:  Yakında biz onun burnunu damgalayacağız.
Diğer bir meali ise şöyle:
Kalem 16: Yakında biz onun hortumunu damgalayacağız.
Tefsircilere göre burnunu ya da hortumunu damgalamak mecazi bir anlam imiş ve kişinin cehennemlik yapılacağı ima ediliyormuş. Ben saftirik de evrensel olduğuna inanılan Kur’an’dan, her dildeki insanın rahatça anlayacağı cümleler okumayı bekliyorum.

Tanrı sözü 7 – Kadının kocasıyla barışması günah değilmiş hele şükür!
Nisa 128: Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden yahut yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında bir uzlaşmaya varmalarında onlara günah yoktur ve sulh hayırlıdır…
Yani bir kadın, bu ayete göre kocasının kötü muamelesinden endişe ederse kocası ile anlaşıp arasını düzeltmek günah değilmiş. Yok bir de günah olacaktı!

Tanrı sözü 8 – Günaha gel
Nûr 33: Evlenmeye güçleri yetmeyenler de, Allah kendilerini lütfuyla zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz kölelerden “mükâtebe” yapmak isteyenlere gelince, eğer onlarda bir hayır görürseniz onlarla mükâtebe yapın. Allah’ın size verdiği maldan onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilinmelidir ki hiç şüphesiz onların zorlanmasından sonra Allah (onları) çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Bu ayette, istemediği halde sahibi tarafından zorla fuhuş yaptırılan kadının fuhuş günahını, Allah’ın affedeceğinden bahsediyor. Allah’ın bu ayetteki affediciliği, sahibi tarafından zorla fuhuş yaptırılan köle kadındır. Yani bu ayette cariyesini zorla fuhuşa sevk eden sahibin yaptığı bu işten dolayı hem bir cezası yok, hem bir günahı yok dolayısıyla affedilecek bir şey yok ama fuhuşa zorlanan zavallı cariye, buna zorlanmış olmasına rağmen günaha girmiş oluyor, Allah da bu cariyenin zorlama fuhuş günahını affediyor. Ne yücesin, ne merhametlisin YA RAB! Buna olsa olsa “üvey Tanrı merhameti” denir.

Tanrı sözü 9 – Elbiseyi yaratan Allah’tır
A'râf 26:  Ey Âdem oğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süsleneceğiniz elbise yarattık. Takvâ elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.
Ben bu ayetin  mantığını çözemedim. Kıyafetler, insanların icat ettiği şeylerdir fakat kıyafet icat edilmemiş olsa bile yani insanoğlu geçmişten günümüze kadar kıyafetsiz ve her daim çıplak olarak yaşayan bir canlı olsa ne olur ki? Ahlâksızlık olabilecek bir durum çıkmaz ortaya çünkü insanların bu duruma gözleri alışır ve normal gelmeye başlar. Nitekim bazı balta girmemiş ormanların içinde yaşayan kabilelerde elbise giyme geleneği yok. O kabile insanları çırılçıplak dolaşıyor ve yaşamlarına bu şekilde devam ediyorlar. Ey İslâm dininin ilâhı olan Allah! Madem insanın çıplaklığının görüntüsünü başkalarına haram kılacaktın, insanı neden çıplak yarattın?  Hadi çıplak yarattın ve farzet kıyafetleri de sen yarattın, yaratmayıp ne yapacaktın? İnsanı çıplak yarat sonra çıplak gezmeyi günahtan sayıp örtünme emrini gönder ve ondan sonra da de ki “size mahrem yerlerinizi örtecek giysi yarattık”. Eeeee?  Çıplağı yaratan sen, kendi yarattığın çıplağı örtmemizi emreden sen, bir de üstüne, “Size örtünmeniz için kıyafet yarattım” diye böbürleniyor musun? Yok artık!

Tanrı sözü 10 – Allah’ın insanlara verdiği nimetlerden bir kaçı
Nahl 81: Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve dağlarda da sizin için barınaklar var etti. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar verdi. Böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinizde olan nimetini tamamlıyor.
Bu ayette sıcağı yaratan Allah, sıcaktan koruyacak elbiseler verdiğini ve müminler ölmesin diye savaşta koruyacak zırhlar verdiğini söylüyor. Sıcaktan koruyacak elbiseleri hadi insanlar dokuyup dikmedi de Allah verdi olsun lakin savaşta koruyacak zırhlar ne alaka? Bu zırhlar bütün Müslümanları savaşta ölmekten ya da yaralanmaktan korumuş mu ki? Küçük bir çocuğun arkadaşına “Ayakkabımı babam aldı, elbisemi de annem aldı” demesi gibi bu ne kardeşim böyle. Bu ayeti Tanrı göndermiş olamaz.

Tanrı sözü 11 – Şefkat ve lütuf
İsra  66: Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten O, size karşı merhametli olandır.
Hac  65: Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde onun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir.
İsra 66’da insan yapımı gemileri suyun üzerinde Allah’ın yürüttüğü, Hac 65’de ise Allah’ın kendi yarattığı göğü, yerin üstüne düşmekten alıkoyduğu belirtiliyor. Yani Rab diyor ki “Ben size bir gök yarattım, eğer istersem o göğü üstünüze düşürürüm ama bunu yapmıyorum, yani şükredin ki sizinle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamıyorum, kendi yarattığım göğü üstünüze düşmekten alıkoyuyorum, kıymetimi bilin ha!”  Gemilerin suda yürütülmesine gelince, 1400 yıllık köklü Kur’an tefsiri ilmi, bu tür ayetlere yönelik çareyi bulmuş ve “Kâinatta var olan bütün kanunlar ve yasalar Allah’ın yasalarıdır ve dolayısıyla Gemiler denizde giderken ortaya çıkan fizik kuralları Allah’ın yarattığı fizik kuralları olduğu için dolayısıyla o geminin denizde ilerlemesi Allah’ın sayesindedir…” gibi bir sonuca varmışlar. Helâl olsun, güzel açıklama. Bir de inandıkları İlâh, yarattığı kullara verdiği nimetleri niye başa kakar onu açıklasalar ya! Soğukta üşüyen evsiz bir fakiri sıcak bir eve yerleştiriyorsun ve diyorsun ki “Benim kıymetimi bil, bana iltifat et, beni an, bana iman et. İsteseydim eğer sana verdiğim bu sıcacık evi başına yıkardım”. Şu an Tanrının sözünü ve tavrını eleştirdiğim için günahkâr olduğumun ve kâfir olduğumun farkındayım.

Tanrı sözü 12 -  Tanrının kul ile didişip hırs yapması
Müddesir 11: Beni, yarattığım kişiyle baş başa bırak.
Müddesir 12-13:  Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim;
Müddesir 14-15: Önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi!
Müddesir 16:  (Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir.
Müddesir 17:  Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim!
Oh, iyi edersin, Tanrı dediğin böyle konuşur, böyle yapar, bir de hırs yapar. Aferin!

Tanrı sözü 13 – Kur’an korkutmak için indirilmiş
Yasin  70: (Kur'an,) Diri olanları uyarıp korkutmak ve kafirlerin üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir).
Dikkat ederseniz diri olanları sadece uyarmak değil, Uyarıp korkutmak için indiriliyor Kur’an. İslâm’ın korkutmaca dini olduğunu, var olduğuna inanılan Allah, açıkça söylemiş.

Tanrı sözü 14 – Kuşu gökyüzünde kim tutar?
Nahl 79:  Gökyüzünde Allah’ın emrine boyun eğerek uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları gökte ancak Allah tutar. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.
Göklerde süzülen uçakları, helikopterleri, planörleri, yelken kanatları, uçurtmaları kim tutuyor?

Tanrı sözü 15 – Yüce Tanrının hitap adabı
Münafikun 4: Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa  sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!
Allah’ın kitabında, “Allah onları kahretsin” diyen kimdir bilinmez ama kahretmek yerine merhameti sonsuz bir Tanrıya yakışır şekilde “Allah onları doğruya iletsin” veya “İnşallah hak yolunu bulurlar” gibi temenniler, yardım cümleleri yok ne yazık ki! Eğitimde bile işini iyi yapan bir öğretmen, en ümitsiz öğrencisinden bile ümidini kesmez, Tanrı kesiyor ümidi yazık!

Tanrı sözü 16 – Mümin erkeğin kuşuna verilen seçenekler
Nisa 3: Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.
O dönemin Arap toplumunda kocaları öldürülüp esir alınan kadınlar, erkekler tarafından cariye yapılıyor. Yani o dönem erkeklerinin  bir sürü cariyesi var ve üstüne üstlük bir de evlenme sıkıntısı var ama seçenek çok. Yetim kızlar ile ilgili bir birinden çok çeşitli  iddia olduğu için ve dolayısıyla bu ayet ile ilgili bir çok farklı tercüme söz konusu olduğundan  işin o kısmına girmek istemiyorum. Genel İslâm inancında bir erkek evlenmek için üçer dörder hanım alabilir fakat adaleti sağlayamayacağını düşünüyorsa bir tane ile evlenir, onu da yapmak istemiyorsa zaten elinin altında cariyeleri var onlarla beraber olur. Vay babasını yav! Şöyle düşünceli Tanrı başka hangi dinde var? Kainatın yaratıcısına bak, ne düşünceli.

Tanrı sözü 17 – Savaşan mümin  erkeğin kuşuna bir seçenek daha
Nisa 24: (Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı…
Yani bir kadın savaş sırasında esir düşerse evli bile olsa sahibine helaldir. Bak bu da Müslüman erkeğe kadınsız kalmaması adına bir kıyak daha. Bu Allah’a Müslüman erkekler ne kadar dua etse, ne kadar şükretse azdır. Benim anlamadığım, kadınlar da şükrediyor, onlar da razı demek ki?

Tanrı sözü 18 – Adet görmemiş çocukların boşanması
Talak 4: Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah´tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.
Bu ayette üç farklı kadının boşanma sürecinden bahsediyor. Birisi hamile, birisi menapoza girmiş ve bir diğeri de henüz adet görmemiş kız çocuğu. Kız çocuğunun biyolojik olarak bir erkekle beraber olması sakıncalıdır fakat koskoca Allah böyle bir ayet gönderdiğine göre vardır bir bildiği. Ha bir de, bu adet görmemişler iddia o ki adet göremeyen hasta kadınlarmış falanmış filanmış. Bizim modernistler adet görmemiş olanlara çeşitli kılıf uydurmaya devam ededursunlar, bazı Arap ülkelerinde gelenek üzere küçük yaştaki kız çocukları ile yapılmakta olan  evlilikler, bu tür ülkelere sonradan getirilen  medeni yasalarla bir bir ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.

Tanrı sözü 19 – Ruhların alınması
Zümer 42: Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.
Gerçekten de ibret verici bir durum, diyeceğim ama ibret almam gereken durumu hakikaten anlayamadım.Ayetin yorumunu yapabilirim, içsel olarak anlayabilirim ama bu ayetten çıkartılacak ibretlik durumu, iyi bilen birisi varsa lütfen yorum kısmına yazsın.

Tanrı sözü 20 – Bir erkeğe karşın iki kadının şahitliği
Bakara 282: …(Bu işleme) şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir…
Borç şahitliği için gönderilen bu ayeti uzun uzun yazmadım, kısa bir bölümünü paylaştım  fakat iki erkek şahit bulunamaz ise bir erkek ile iki kadın şahit  tutulması emrediliyor. Matematik alanında bu zamana kadar üniversite sınavlarında ve çeşitli sınavlarda birincilik, ikincilik, üçüncülük almış olan genç kızlarımıza bu ayeti nasıl açıklamak lâzımdır? Hesap kitaba, matematiğe aklı eren ve hafızası yüksek kadınlar da vardır erkekler de, buna karşın hesap kitaba, matematiğe aklı ermeyen ve hafızasında tutamayan kadınlar da vardır erkekler de. Anlaşılan o ki adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kadınları akıl ve zekâ olarak erkeklerden daha zayıf yarattığını zannetmiş. Bu ayet yine Tanrı katından gelen bir ayet. Yine de tefsir ilminde sınır yok. Mesela o dönem Arap kadınlarının gelenek gereği, para işleri ile ilgilenmedikleri için bu tür konulara şahit olmak konusunda yetersiz olduklarını iddia ediyorlar. Yani Hz Hatice gibi Ticaretle uğraşan kadınların olduğu bir dönemden bahsediyor. Velev ki dedikleri gibi olsun ve o dönemin kadınları, para işlerinde ve matematik işlerinde yetersiz kalsın ve biz gelelim bu döneme. Bu döneme geldiğimizde karşımıza medeni yasalar çıkar. Kadın ve erkek bu yasalar karşısında eşittir. Eşit eğitim alır, hak ve hukuk açısından da eşittir. Zeka açısından da eşittir çünkü insanlara eğitim ve matematik verilirken kadın erkek ayırımı yapılmaz fakat eğer bu ayetteki  bir erkeğe karşın iki kadını şahit tutmak isterseniz ülkeyi şeriata teslim etmelisiniz ki, kadınlar ve kız çocukları eve kapatılsın, eğitimden uzak tutulsun ve sadece erkeğin hizmetkârı olsun. Beyinleri uykuya yatırılsın. İşte o zaman bu ayetin hükmünü uygulayacak şartlar ortaya çıkabilir.

Tanrı sözü 21 – Peygamberinin yemek saatini düşünen duyarlı Allah
Ahzab 53: Ey iman edenler! Peygamberin evine size yemek için izin verilmediği vakit asla girmeyin, fakat çağrıldığınızda -erkenden gidip yemeğe hazırlanmasını beklemeksizin- girin, yemeğinizi yiyince hemen dağılın, söze dalıp oturmayın; bu davranışınız peygamberi rahatsız ediyor, size söylemeye çekiniyor, Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez…
Her Peygambere böyle koruyucu kollayıcı, yemek saatinden sonraki anlarını bile ayarlayan düşünceli, fikirli firasetli TANRI gelmez. Evreni ve nice evrenleri yarattığı düşünülen Tanrının işine gücüne, derdine bak. Kıyamete kadar hükmü sürecek olan kutsal kitaba, adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yerleştirdiği kelâma bak. Neysem, öğrensin Müslümanlar, belki işlerine yarar.

Tanrı sözü 22 – Allah’ın Peygamberine yaptığı eş torpili
Ahzab 50: Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verip de elinin sahip olduğu kadınları, seninle birlikte hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı kızlarını, teyze kızlarını, kendini peygambere mehirsiz olarak bağışlar da peygamber de onunla evlenmek isterse böyle bir mümin kadını -ki sonuncusu diğer müminlere değil, zatına mahsustur - sana helâl kıldık. Müminlere eşleri ve sahip oldukları kadınları hakkında hangi kuralları geçerli kıldığımızı biliyoruz. Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşrû kıldık. Allah çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.

Bu ayeti de Müslümanların İlâhı olduğuna inanılan Allah göndermiş. “…Zatına mahsustur, sana helâl kıldık… Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşrû kıldık.” İfadelerine takılan ben deniz de geçmişte bu ayeti okuyup okuyup akıl erdirmeye çalışıyordum. Sorgulama yapmıyordum, aksine bir Tanrı, böyle bir ayeti niye göndermiş olabilir diye mantıklı bir sebep bulmaya, inandığım dini kendi içimde aklamaya  çalışıyordum. Ayetin sonundaki  “Allah çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.” Cümlesi de bir hayli garip geliyordu, hâlâ da garip. Allah zaten sülalenin bütün kızlarını, üstüne üstlük mehirsiz olarak kendini hibe eden kadınları elçisine helal etmiş, ondan sonra da neyi bağışlıyor, neyi esirgiyor anlayamadım ki! Allah kulağımı gözümü kalbimi mi mühürledi ne!

Tanrı sözü 23 – Kur’an kimin kelâmıdır?
Hâkka  40: Hiç şüphesiz o (Kur´an), çok şerefli bir elçinin sözüdür.
Bu ayette dikkat edilmesi gereken husus şudur: Ayette “Hiç şüphesiz Kur’an, çok şerefli bir elçinin tebliğidir” veya “Hiç şüphesiz Kur’an, çok şerefli bir elçinin bildirdiği bir kitaptır/Allah sözüdür” demiyor  “…çok şerefli bir elçinin sözüdür” diyor.  Tabi tefsircilere göre Allah, burada elçisi ile ilgili meramını ifade edecek kelimeleri doğru seçemediğinden bu ayet açıklanırken “Kur’an’ı indiren Allah’tır, sözle bildiren Peygamberdir” şeklinde yorumlayarak ayetteki garip ifadeyi kurtarmaya çalışıyorlar!  Dünyadaki bütün dil bilgisi, paragraf bilgisi öğretmenlerini, uzmanlarını toplayın ve bu ayeti okuyun, bu ayete göre Kur’an, Allah’ın değil, elçinin yani Peygamberin sözüdür. Şimdi Kur’an Tanrı kelâmı mı yoksa kendini Peygamber ilân edip Allah’tan vahiy geldiğini iddia eden Hz Muhammed’in kelâmı mı?

Tanrı sözü 24 – Aşağılık maymunlar
Bakara 65: Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.
Dikkat ederseniz bu ayette “Maymunlar olun” ifadesi yok. “Aşağılık maymunlar olun” ifadesi var. Belirli bir kapasitenin altında olan ve özgür düşüncesi, iradesi olmayan bir canlı ne kadar aşağılık olabilir ve bunu söyleyen RAB! Yani  “Aşağılık” olarak tarif ettiği canlıyı bizzat yaratan RAB söylüyor bunları.

Tanrı sözü 25 – Allah ölüleri böyle diriltir
Bakara 73: “Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun” dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.
İşte düşünmek ile ilgili bir ayet. Hadi aklımızı kullanalım, düşünelim ve sığırın bir parçası ile bir ölüye vurunca Allah nasıl diriltir, hatta Allah bir ölüyü diriltmek için kuluna neden böyle abuk subuk bir şey yaptırır ve bu abuk sabuk yöntemi, koskoca kutsal kitabın içine niye yerleştirir? İnceden inceye düşünelim.
Yazan: Kainatta Toz Zerresi

MUHAMMED’İN HOCALARI

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, islamiyet, Selman-ı Farisî, Varaka bin Nevfel, Kur'an'ın Kökeni, Kur'an ayetleri ve şiir, Şiirden Kur'an'a, Nahl 103, Yemameli Rahman, Müseylime, Hilfü'l-Fudûl, Ukâz Panayırı, Muhammed'e öğretenler,

MUHAMMED’İN HOCALARI


Muhammed, henüz kendisini peygamber ilan etmeden, Mekke’nin tahsil görmüş en bilgili insanlarıyla oturup kalkardı. Peygamber olduktan sonra, muhalifler ona karşı, “Hayır, bu bilgileri daha önce kendileriyle irtibat olduğu şahıslardan almıştır, bu işin Allah’la ilgisi yoktur” gibi eleştirilerde bulunmaya başlayınca, Nahl Suresi’nin 103.ayeti ortaya çıkıyor.

Nahl-103: Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: “Kur’ân’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor” diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’ân ise apaçık bir Arapçadır.

Şimdi bu ayetle ilgili olarak çeşitli tefsircilerin yorumlarına bakalım:

1. Ubeydullah bin Müslüm anlatıyor:
“Mekke’de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. Bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, “Hayır, Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah’ı ise işini sağlama almak için kullanıyor” demeye başladılar. Bu yüzden, Nahl Suresi’nin 103.ayeti cevap olarak indi.”

2. Carullah Zamahşeri’nin “Keşşâf Tefsiri”nde ve Muhammed bin Cerir Taberi’nin ünlü Camiu’l Beyan adlı tefsirinde Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle deniyor:

“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen Cebr-i Rumi veya Aiş ya da Yaiş adında bir demirci vardı. Kimileri de adı Yesar-i Rumi idi diyorlar. Ayrıca onun yanında bir kardeşi de vardı, Muhammed sık sık bunlara gidip kendilerinden bilgi alırdı. Muhammed, peygamberlikle görevlendirilince, ona muhalif olanlar, “Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de, adı geçen demirci köleden almış” demeye başladılar. Bunun üzerine Nahl Suresi’nin 103.ayeti indi.

3- İmam Suyuti, Lübabü’n-Nükul adlı eserinde, Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle diyor:
“Mekke’de Bel’am adında birisi vardı. Muhammed, sık sık ona gider, kendisinden bilgi alırdı. Kimileri de, o dönemde Mekke’de Yesar ve Cebr adlarında iki yabancının bulunduğunu, bunların çok kitapları olduğunu ve Muhammed’in genellikle onlara uğrayıp kendilerinden yararlandığını kaydediyorlar. Daha sonra, Muhammed peygamberlikle görevlendirilince, muhalifler, “Hayır, yalan konuşuyor. Bu bilgileri Allah’tan değil; adı geçen kişi veya kişilerden alıyor” demeye başladılar. Bu ağır itham üzerine Nahl Suresi 103.ayeti indi.”

4- Kadı Beydavi, Envarü’t Tenzil adlı tefisirinde şöyle diyor:
“Mekke’de Amr bin Hadremi’nin bir kölesi vardı. Adı Cebr-i Rumi idi. Kimileri, bununla birlikte Yaser adında bir kölenin daha olduğunu söylüyorlar. Kimileri de bu şahsın, Huveytıb’ın kölesi Aiş olduğunu belirtiyorlar. Muhammed, peygamberlik iddiasında bulununca, muhalif gruplar, “Muhammed, Kuran bilgilerini bu kölelerden alıyor, Allah’ı ise toplumu etkilemek için kullanıyor” şeklinde eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bunun üzerine, Nahl Sures’nin 103.ayeti indi.”

5- Nesefi, “Medarikü't Tenzil" adlı tefsirinde şöyle diyor:
“Huveytıb’ın Aiş ya da Yaiş adında bir kölesi vardı. Bazıları da bunun isminin Cebr-i Rum-i olup Amr bin Hademi’nin kölesi olduğunu ileri sürmüşler. Bu köleler, Tevrat ve İncil’i çok iyi bilirlerdi. Muhammed, daima onlara uğrar ve kendilerinden bilgi edinirdi. Peygamberlik davası ortaya çıkınca, inanmayanlar dedikodu yapmaya başladılar ve Kuran’ın dayanağının Allah değil de bu şahıslar olduğunu, Muhammed’in aktardıklarının ise, sadece adı geçen kişilerden öğrendiği bilgiler olduğunu söylemeye başladılar. Bu yüzden ilgili ayet indi.”

6- Fahrettin-i er-Razi, Tefsiri Kebir adlı yapıtında şöyle diyor:
“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen ve bolca da kitapları olan bir köle vardı. Onun adı çok ihtilaflıdır. Kimisi Yeiş, kimisi Addas, kimisi Cebr, kimisi Cebra, kimisi Bel’am diyor. Muhammed, sık sık uğrar, ondan bilgi alırdı. Kuran olayı ortaya çıkınca, inanmayanlar zaman içinde ‘Bu işin arka planında Allah değil de, adı geçen kişiler vardır’ demeye başladılar. Kimileri de, ‘Aslında Kuran’ı, çok açıkgöz olan Hatice Muhammed’e öğretiyor; fakat kendisi kadın olduğu için öne çıkamıyor, bu nedenle Muhammed’i öne çıkarıyor, yani Kuran’ın baş aktörü Hatice’dir’ diyorlardı. İşte, bütün bu itirazlara cevap mahiyetinde adı geçen ayet inmiştir.

7- Bazı kaynaklar da, “Nahl Suresi’nin 103.ayetinde kendisinden söz edilen ve Muhammed’i etkileyen kişinin aslında Selman-ı Farisi olduğunu, ayetin de bu iddiaları reddetmek için indiğini” yazıyorlar.

Acaba, iddia edildiği gibi, Selman-ı Farisi olsun, diğerleri olsun- gerçekten adı geçen şahıslarda Kuran’ı ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi var mıydı ya da Muhammed’e aktardıkları bilgiler Muhammed’in bildikleri, ürettikleriyle birlikte mi Kur’an’ı oluşturmuştu? Yoksa bu görüş muhalefet tarafından ortaya atılan bir iftira mıydı? Selman-ı Farisi hakkında bildiklerimiz şunlar:

Selman-ı Farisî, aslen İranlı idi. Başta Zerdüştlük olmak üzere, bütün dinler konusunda fevkalade kendisini yetiştirmiş bir insandı. Kendisi aynı zamanda, hem çok zengin bir ailenin çocuğuydu, hem de onun ailesi Iran’da Zerdüştlük’te zirveye ulaşmış bir aileydi, din işlerine bakardı. Ticaret için Şam tarafına gelmiş, dinler konusunda araştırma yapmak amacıyla da bir daha memleketine dönmemişti. Yıllarca birçok papazdan İncil hakkında ders almış, daha sonra Irak’a geçmişti. Bu süreç içerisinde en az on Hristiyan ve Yahudi din alimleri yanında kalıp, onlardan ders alarak kendisini “din”ler konusunda son derece iyi yetiştirmişti. Daha sonra Muhammed ile buluşup ilişkilerini derinleştirerek nihayet Islamiyet’e geçmişti.

Öylesine akıllı bir insandı ki, Hicri 5.yılında Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında Medine’de meydana gelen Hendek savaşı’nda ;
“Medine’nin etrafına hendek kazıp savunma yapalım” fikrini ortaya atarak, müslümanların
savaşı kazanmalarını sağlamıştı. Hz.Ali, onun hakkında “Selman tüm ilimlerde uzman bir kişiydi, onun ilmi bitmeyen bir denizdi” demiştir. Selman’ın arkadaşları da kendisi için, “Selman lokman hekim gibiydi” diyorlardı. Ebu Hüreyre, “Selman, hem Kuran’da hem de İncil’de uzman bir insandı” demiş. Selman-ı Farisi, başarılarından dolayı, Medayın’a vali olarak tayin edilmişti. İmam Zehebi, onun hakkında, “Selman’ın kavradığı bilgiler için en az 250 yıllık bir zamana ihtiyaç vardır, halbuki Selman 70-80 yıl yaşamıştır” diyor. Muhammed de onun hakkında, “Selman-ı Farisi, bizim ailenin ferdidir. Selman, eğer ilim Süreyya yıldızında olsa gidip oradan alır” demiştir.

Muhammed’in sık sık Selman’la geceleri uzun saatler bir arada kaldığı ve Selman’ın engin bilgisinden yararlandığı rivayet edilmektedir.

Turan Dursun’un “Din Bu” adlı kitap serisinin dördüncü cildinde, Bel’am, Yaiş, Addas, Yessar, Cebr ve İranlı Selman (Farisi) ve İman adındaki yardımcılarından söz edilir. Bunlardan Bel’am, Yunanlı bir köleydi. Yaiş ve Cebr (Yemenli) de birer köle idiler.

İlhan Arsel’in Şeriat’tan Kıssalar adlı kitabının ön sözünde de Muhammed’in diğer öğreticileri/yardımcıları olarak Bahîra, Varaka ve Abdullah ibn Selâm’ın adları geçer.

Muhammed, katiplerini genellikle Yahudilikten ya da Hristiyanlıktan dönme ya da İbranice ve Süryanice bilen kişilerden seçerdi. Bu dillere vakıf değil iseler, öğrenmelerini isterdi. Örneğin, Hicret’in dördüncü yılında katiplerinden Zeyd bin Sabit’e Yahudi yazısını öğrenmesini söylemiştir.

Söylendiğine göre, en ziyade yararlandığı kimselerin başında, Hristiyanlıktan dönme Selman-ı Farisî ile, Yahudilikten dönme Abdullah İbn-i Selam gelirdi. Siyer’in yazarları İbn-i İshak, İbn Hişâm ve Tabakat yazarı İbn-i Sa’d gibi kaynakların bildirmesine göre, Selman-ı Farisî, Iranlı bir “Mecusî” iken çok genç yaşta Hristiyanlığı kabul ederek Suriye’ye gelmiş, daha sonra Bedevîler tarafından esir alınıp bir Yahudi’ye satılmış ve onun tarafından Medine’ye getirilmiştir. Kölelikten kurtulmak için Muhammed’e başvurup da onun tarafından satın alınmasıyla İslam’a girmiş ve azad olmuştur. Hristiyan ve Yahudi dinlerini en iyi bilen birisi olarak Farisi, Muhammed’e sadece din konusunda değil, yönetim ve savaş konusunda da Muhammed’e yardımcı olmuştur. Hendek Savaşı olarak bilinen savaşta, Muhammede’e hendek kazılmasını öneren kişinin Farisi olduğu söylenir.

Abdullah İbn-i Selam’a gelince, Tevrat’ı en iyi bilen yahudi’lerden birisiydi. Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra Islamiyete girmiştir. Tevrat konusunda, Hz. Muhammed’e en fazla bilgi verenlerden biri olduğu kabul edilir. O kadar ki, Hz. Muhammed onu, muhtemelen bu yardımlarından dolayı, “Cennetlik olan on kişinin onuncusu” olarak tanımlamıştır. (Bkz. Sahih-i Buhari, c.IX, s.81, ve c.X, s.25 vd.)

Muhammed bu kaynaklardan aldığı bilgileri, kendi günlük siyasetine uyduracak şekilde değişikliklere sokmuştur. Ancak, bunu yaparken, “kıssa”ları (masal ve hikayeleri) bir teviye ya da belli bir sıra ve silsile esası gözetmeden Kuran’ın çeşitli surelerine ve bu surelerin ayetlerine dağıtmıştır. Bazılarını da hadis olarak ifade etmiştir.

Bu yolla Tevrat’tan aktarılan bilgilerde zaman zaman hata yapmış, Yahudilerin ve Hristiyanların itirazlarıyla karşılaşmıştır. Örneğin İsa’nın annesi Meryem’le, Musa’nın kızkardeşi Meryem’i karıştırmış, İbrahim’in babasının adını Terah yerine Azer yazmıştır. Buna benzer birçok konuda yaptığı hatalar nedeniyle Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere bölge halklarının büyük çoğunluğu peygamber olduğuna inanmamıştır.

Muhammed’in peygamberliğini ilan etmezden önceki döneminde bir hazırlık safhasından geçtiği bilinmektedir. Bu hazırlık öncesi, çocukluk döneminde daha 12 yaşlarında iken Rahip Bahira ile yaptığı görüşmeden kaynaklanan bir şartlanmayı belirtmekte fayda var. Ardından ekonomik sıkıntılar yaşaması, çobanlık yapmak zorunda kalması, amcasının kızıyla evlenme isteğinin reddedilmesi gibi olaylar onu kamçılamış ve düzene karşı bir pozisyona getirmiştir.Bu dönemde Mekke’de putperestlerden sonra güçlü olarak hanifler bulunmaktaydı.
Hanifler, putlara karşı çıkıyor ve tek Tanrıya ve İbrahim peygambere inanıyorlardı.
Muhammed de haniflerin etkisi altında kalmış ve onlarla birlikte olmuştu.
O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.

Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir. Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi .
Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun İbrahim’in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim’in dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

Hanif kelimesi en eski kullanımı itibariyle Sami dil ailesine giren dillerde görülmekteydi. Ancak Kur’an’da kast edilen mananın dışında bir anlam taşımaktaydı. Kur’an’da müspet bir anlam yüklenen Hanif kelimesi, söz konusu dillerde menfi anlamda kullanılmakta olup, İslam literatüründe cahiliye tanımlamasına hemen hemen denk düşmektedir. Mesela; ahlaksız, dinden dönen, müşrik, kaba ve yalancı vs…anlamları da verilmiştir. Diğer taraftan Hanif kelimesi, ahlaksız, dinsiz; Süryanice de ise murdar anlamlarında kullanılmıştır. Hanif kelimesine yalancı, iki yüzlü ve müşrik manaları da verilmiştir. Hristiyan Süryaniler, “hanif” kelimesini ayrılıkçı Hristiyan mezheplerini nitelemek için de söylemişlerdir. Arapça da ise sapıklıktan doğru yolu bulmak anlamında olan “hanefe” den türediği söylenmektedir. Açıkçası putlardan uzaklaşarak tek İlaha inanan kimse demektir.
(Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997- Sa.99, dipnot 31)

Arapların putperestliği zayıflamaya yüz tutmuş, Hristiyanlık bir birine karşı fırkalara bölünmüş, Yahudilik ise dindeki hakimiyetlerini muhafaza için, Arapları kendi içlerine almayan seçilmiş bir topluluğun dini durumuna gelmiştir. Diğer taraftan Tevhid anlayışı Mecusilikten alınma zıt unsurlar sebebiyle zayıflamaya yüz tutmuştur. Kaynakların ifadesinden de anlaşılacağına göre aynı bölgelerde beraber yaşamış olan Sâbîîlik ve onun istihalesi durumunda olan putperestlik, Haniflikle karşı karşıya gelmiştir.

Araplar çoğunlukla ifrat derecesine varan bir hayat yaşamışlardır. Özellikle yol kesmek, yağma ve çapulculuk, mağlup olan kabilelerin hürriyet hakkı ile beraber kişisel haklarının da galibin eline geçmesi, savaşta yenilen kabile hakkında her türlü haksızlığın serbest olması gibi anlayışlar, ataların geleneği sayılmıştır. Hatta aynı ırktan olan kabileler, sürekli birbirlerini boğazlamaktan geri kalmamışlar ve bundan zevk alır hale gelmişlerdir. Bütün Arap yarımadası cehalet ve anarşi kabusları altında eziliyordu. Şiir, edebiyat ve diğer teşkilatlar bakımından nispeten ileri olan Araplar, iman, fikir ve ahlak bakımından çok geri kalmışlarıdır. Hatta bu şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukâz Panayırında söylenmiştir.

“Ey insanlar!
“Allah’a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış,
Allah katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var.
Onun gelmesi yaklaşan bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü.
Ona ulaşan ve kendisine uyana müjdeler olsun.
Ona muhalefet edene yazıklar olsun.
Geçen çağlara ve hayatlarını gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.”
diyerek tabiri caizse İsa’ya yol açan Yahya rolü üstlenmiştir.. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed’in onu dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Arap Yarımadasına komşu olan devletlerin Hristiyan, Yahudi ve Ateşperest olmaları, yöneticilerin zalimane hareketleri, bu halkların başka bir din aramalarına sebep olmuştur. Hristiyanlar, Yahudiler ve Farisilerin dini görüş, fikir ve inançları beklenen ıslah edici bir peygamberin gelişi için zemin hazırlamıştır. Bundan sonra Arapların o zeminde karşılaşacakları peygamber Muhammed ve din de İslamiyet olacaktır.

Hilfü'l-Fudûl ve Muhammed Üzerindeki Etkileri:Muhammed’in gençlik dönemindeki Kureyş’de düzen çok bozulmuş, başıbozuk bir kaos ortamı oluşmuştu. Haram aylar denilen savaşılması günah kabul edilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında dahi kabileler arasında savaşlar oluyordu. Bu kuralı çiğneyenlerden biri de Muhammed’in amcası Kureyş-Kinane ittifakının komutanı Zübeyir bin Abdülmuttalip idi ve 18-20 yaşlarında iken Muhammed’de bu savaşa katılmıştı. Son 4 Ficar savaşı ile birlikte Mekke’de karışıklık iyice arttı. Haksızlıklar, hırsızlıklar, gasp, despotluk, güçsüz olanların ezilmesi, hukuksuzluk had safhaya varmıştı.
Öyle ki Mekke’ye hacca veye ticarete gelenler dahi soyuluyor, taciz ve tecavüze uğruyordu.

Bunların hakkı, hukuku gözetilmiyordu. Son olarak Yemen’li bir tacirin mallarının parası ödenmeyince, tacir Hilful Ahlaf denilen oluşuma müracaat etti ama yardım alamadı. Bunun üzerine feryat edip Mekke’de mağduriyetini dile getiren şiir okuyarak sesini duyurmaya çalıştı.

Bu durumdan etkilenenler Mekke’li zenginlerden Abdullah b. Cudan’ın evinde biraraya gelerek toplandılar ve Hilful-Fudul adlı sivil örgütü kurdular. Bu oluşumun içinde yer alanlar arasında Ebu Bekir ve Muhammed de vardı.

Hilfü'l-Fudûl adıyla anılmasının nedeniyse; Araplar arasında bu isimle anılan bir çok antlaşmanın daha önce yapılmasıydı. bunlardan en meşhuru; Curhum kabilesinin Kureyş’ten önce böyle bir antlaşma ve dayanışma yapmasıydı. Bunlar; Fadıl b. Fudale, Fadıl b. Vedea ve Fadıl b. Haris isimli Curhum kabilesinin ileri gelen kişileridir. Bu kişilerin isimleri Fadıl olduğundan bu harekete de Fadılların ittifakı anlamında Hilfü'l-Fudûl adı verilmiştir.

Toplantıda ettikleri yemin ise şöyleydi:

“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa’d, Tabakat, I, 129)

Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vail’e giderek Yemenli’nin malını ondan almak ve Yemenli’ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has’am kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac’ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, Hilfu’l Fudul’a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.

Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, parasını ödemedi. Muhammed’le birlikte Ebu Cehil’e gidildi ve hiç bir itiraz olmadan parası alındı.

Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tacir Hilfu’l-Fudûl’a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi.

Bu sivil insiyatifin olumlu girişimleri Mekkeliler arasında takdirle karşılandı, örgüt mensuplarına karşı güven ve saygı oluşturdu.

Bu örgütün, Muhammed’in kişiliğinin oluşturmasında, çevresiyle ilişkilerinin geliştirmesinde, itibar oluşturmasında etkisi büyük olmuştur.

Peygamberliği ilan ettikten sonraki dönemde dahi Hilful Fudul’dan övgüyle söz etmiş ve “Yine çağrılsam gider katılırım.” demiştir. (Müsned, I, 190, 317)

Hatice ve Varaka

Hatice binti Huveylid b. Abdul Uzza’nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Milâdi 555. yılında olabileceği söylenmektedir.

O, Arapların Kureyş kavminin Hâşimiler boyundan olup babası Huveylid, annesi Fâtıma’dır.

Muhammed ile evlenmeden önce üç evlilik yapmıştır. Hatice ilk önce Varaka ibn-i Nevfel’e nişanlanmış ancak nikah yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale olan İbn-i Nebbaş ile nikahlanır. Ebu Hale’nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. Atik’in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. O’nunda ölümü üzerine dul kalır. Bu evliliklerinden aşağıdaki çocukları doğmuştu:

1. Ebu Hale’den Hind isimli oğlan çocuğu.
2. Atik’den yine Hind isimli kız çocuğu
3. Sayfi’den Muhammed isimli oğlan çocuğu.

Hatice’nin iki çocuğunun isminin de Hind olmasına binaen künyeside Ümm-i Hind olmuştur.

Hatice çok zengindi ve ticaretle uğraşmaktaydı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam’a ticaret kervanları düzenlerdi. Muhammed’le tanıştı ve ondan hoşlandı, ona ticaret ortaklığı önerdi ve onun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam’a gönderdi. Aynı zamanda hizmetkârı Meysere’yi de onunla beraber gönderdi. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti.

Hatice, Muhammed hakkında Meysere’yi de dinleyince, ona olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. Ona anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Muhammed ‘e evlenme teklifinde bulundu.

Hatice, Hz.Muhammed ile 4.evliliğini yaptığında 40 yaşlarında, Muhammed ise 25 yaşlarında idi.

Evliliklerinden 4 oğlu oldu; Kasım, Tayyip, Tahir, Abdullah dördu de vefat ettiler. 4 de kızı oldu; Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeyneb, Fatima. 40 yaştan sonra 8 çocuk. :shock:

(Bazı kaynaklara göre Tayyip ve Tahir, Abdullah adlı oğlunun lakabları olarak belirtilir.)

Hatice, Hz.Muhammed’i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Aynı zamanda Nasturi rahibi olan Varaka Mekkenin de rahibi ve vaiziydi. Tevrat ile İncil’ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.

Varaka Bin Nevfel Muhammed’i sevdi. Onun dini konulara olan ilgisi hoşuna gitmiş ve yakınlık duymuştu. Bilgili olduğu için Hz.Muhammed’de ona saygı ve ilgi gösteriyordu. Varaka’yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat’ı baştan başa okudu. Adem’den İsmail’e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa’nın dinini nasıl kurduğunu, İsa’nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye’yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.

Türk tarihçisi Enver Behnan Şapolyo’ya göre, Muhammed 15 sene boyunca Varaka bin Nevfel tarafından eğitilmiş ve Tevrat ve İncil’de yer alan bilgiler ona öğretilmiş ve yetiştirilmiştir.
(Kaynak: İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404)

Yemen’li Rahman - Müseylimetül Kezzab

Muhammed zamanında Yemen’de çok önemli bir kabile reisi vardir ve peygamberliğe soyunmuştur. Adı Yemame Rahman’idir.

Bu Yemame Rahman’i oldukça kültürlü, zeki ve saygın bir kişidir. Araplar arasında oldukça nüfuzludur. Muhammed’in bu kişiyle diyalogları olmuş, ona büyük saygı duymuştur. Hatta onunla ilişkisi öyle bir dereceye gelmişti ki, Mekkeli inanmayanlar,

“Bize ulaşan bilgiye göre,Yemame’deki şu adam, Rahman denen kişi öğretiyor sana Müslumanlığı. Kuşkun olmasın ve yemin ederiz ki, biz hiçbir zaman Rahman’a inanmayız.” demişlerdir. (Siratu Ibn Ishak,Muhammed Hamidullah 180/254)

Rahman insanlar arasında kullanılan bir isimdi. Ve ilginçtir ki, Arab dilindeki birçok kelime Sanskritçe'dir, çok tanrılı Hint bölgesi diline aittir.
Mekkeli Araplar, Muhammed’in İslam kelimesini bile Bu Rahman denen kişiden aldığını iddia ediyorlardı.

Bu Yemameli Rahman, peygamberlik savında bulunduğu zamanlar bir diğer adı da “Müslim” di. Yani, İslam oluşturulmadan önce adamın bir adı da Muslim! Tabii, daha sonra peygamberlik savında Muhammed başarılı olunca, Müslümanlar alay etmek için “Müseylime” ve “çok yalancı” anlamında “Kezzab” ismini de eklerler. Daha sonra da İslamın tarihi derlenirken, bu Rahman ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu imha edilmiştir, ilerde sorun çıkmasın diye. Yine de elde kalabilen bu kadar bilgi bile durumu gayet iyi açıklayabilmektedir.

Yemen, o zamanlarda Mısır dahil orta doğu ve Hindistan’a kadar ki uygarlıklar için önemli ticaret noktalarından biriydi. Aynı zamanda din olarak da Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın temeli olan Sabiilik vardı. Bunun yanında Musevilik ve Hristiyanlık da sonradan yerleşmişti, tıpkı Medine’de Yahudiliğin yerleşmiş olması gibi. Yemen bu yüzden ticari olduğu gibi bir dinsel merkezdi de aynı zamanda.

Rahman denen kişi Yemen’in Ezd kabilesinden, bilgelik ve nüfuzuyla saygı gören bir başkandı.

Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce, karısı Hatice tarafından ticari amaçlı olarak Yemen’e de gönderilmişti. Yemen’de o zamanlar çok önemli olan Hubase fuarına katılmıştı. Zaten Rahman’la da burada tanışmıştı. (Kaynak: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1/61)

Muhammed’in içinden çıktığı Evs ve Hazrec kabileleri de, o zaman ki Arap kabileler topluluğundan bir çoğunu içine alan Ve Rahman isimli kişinin de içinden çıktığı Ezd kabilesinden ayrılmaydı.
Yani kısacası, Muhammed ve Rahman uzak ta olsalar sonuçta akrabaydılar.
Yemen kökenli bu Ezd kabilesi Muhammed için çok önemliydi. Buna örnek olarak çok sağlam iki hadis aktaralım:

“Emanet Ezd’dedir.”
[Tirmizi,Sunen, no: 3936]

“Ezd kabilesinden olanlar, allah’ın yeryüzündeki arslanlarıdırlar.İnsanlar onları alçaltmak isterlerken, Allah onları yükseltir. öyle bir zaman gelecektir ki, kişi hep ‘keşke babam bir Ezd’li olsaydı, keşke anam bir Ezd’li olsaydı’diyecek” (Tirmizi,no:3937)

İşte bu yüzden, bu Yemen ve Ezd kabilesi sevgisinden Muhammed, “iman Yemenli'dir, hikmet de Yemen’lidir” demiştir. Sadece sevgisinden değil tabii, Yemen’in o zamanlar bir dinsel merkez olması, bütün dinlerin kaynağı olan Sabiiliğin orada merkezi din olmasıdır. Muhammed’e göre iman dolayısıyla dini oluşturan her şey, ibadetlere kadar Yemenlidir, Sabiilik kökenlidir. Bu nedenle Rahman hiç de önemsiz bir insan değildir Muhammed için.

Nitekim, peygamberliği Muhammed’e kaptırmak istemeyecek, kendisi de peygamberliğini ilan edecek, başarılı olamayınca 148 yaşında olmasına rağmen Muhammed’e peygamberlikte ortaklık dahi teklif edecektir.

Evet, bazı bilgiler gerçekten şaşırtıyor insanı. Ama olmayacak birşey de değil.
Üstelik bazı kaynaklara göre, Muhammed’den 20 yıl önce peygamberliğini ilan etmiş.
Hicret’in 10. yılında Muhammed’e şu satırlarla ortaklık teklif ettiği rivayet edilir;

“Tanrı elçisi Müseylime’den,Tanrı elçisi Muhammed’e mektuptur. Sana esenlikler dilerim.
Ben Peygamberlikte sana ortak edildim.Yeryüzünün yarısı bize,yarısı Kureyşlilere aittir,fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler.”

Peygamber’in,Yemame halkına öğretmen olarak gönderdiği Reccal bin Unfuva, Müseylime ile çok iyi arkadaş olmuştu. Ve Tanrı’nın Müseylimeyi, Muhammed’e ortak ettiğine tanıklık ediyordu. Margoliuth’a göre ise Muhammed peygamberlikte Yemenli Rahman’ı taklit etmişti.

Rahman’dan Örnek Ayetler:

“Allah yüklü deveye in’am etti. Ondan, Sifak (alt deri) ile hasa (barsak) arasından koşan bir yavru çıkardı.”

“Salih insanlar gecelerini uyumadan, ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutların ve yağmurların kuvvetli tanrısı için oruç tutarlar.”

“Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, O dirilme zamanı geldiğinde, acayip bir biçimde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir. İnsanlar bu yüzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar.”

“Renkleri kara olduğu halde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine and içerim ki.”

“Ektiğiniz yerleri koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız.”

(Bahriye Üçok’un “İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” kitabından)

Yemameli Rahman Müslim’den birkaç ayet daha:

Tohum ekerek,
Ekin yetiştirenlere,
Ekinleri biçenlere,
Buğdayları savuranlara,
Sonra öğütenlere,
Onlardan ekmek yapanlara,
Bu ekmekleri ufak ufak doğrayarak,
Et suyunda ıslatanlara,
Ve bunların üzerine,
Sade yağ dökerek yiyenlere,
Şerefine and içerek temin ederim ki;
Siz hayvan besleyerek, çadırda yaşayanlardan,
Daha meziyetlisiniz.
Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi.
Karanlıkları basan gece,
Siyah Kurt,
Ve yaşına basan,
Çatal tırnaklı hayvan adına ant olsun ki;
Üsseyid’lerin,
Harem’in hürmetini çiğnememiş
Olduklarını teyit ederim.
[Taberi, a. g. e., tür. ter., III. S. 143; Arap., III., S. 243.]

Aşağıdakiler de Kur’an’dan:

Naziat suresi 1-6. ayetler:
1. Ant olsun, o daldırıp çıkaranlara,
2. usulcacık çekenlere,
3. yüzüp yüzüp gidenlere.
4. yarışıp geçenlere,
5. ve bir iş çevirenlere ki,
6. o gün sarsıntı sarsacak.

HER ŞEYİ BİLEN TANRI SORUNU

Yazan: Antik
ANT, din, islamiyet, Her şeyi bilen Allah sorunu, Tasavvuf, Allah zamandan münezzeh mi?, Her şey Allah'tan mı gelir?, Allah'ın yoktan var etmesi, Panenteist Müslüman, Allah inancı,

HER ŞEYİ BİLEN TANRI SORUNU

"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz" (Yûnus 10/61)

Yeryüzünde var olmuş her inanç bir veya birkaç Tanrısal varlığı, bunların insanüstü özellikleri ve yaratıcı sıfatları ile betimlemiştir. İnançlar da zaman içerisinde değişir ve evrilir. Bu evrim özellikle insan toplumlarının kültürel ve teknolojik gelişimleri ile paraleldir. Örneğin tarımı keşfeden toplumlarda avcı-toplayıcılıktan gelen animistik tanrı betimlemelerinin yerini toprağa ve tarımı doğrudan etkileyen hava olaylarına dayalı tanrısal figürler almıştır. Bunun yanında inançlar ve bu inançların Tanrı betimlemeleri toplumların yaşadıkları coğrafya ile de doğrudan ilintilidir. Mısır'da Nil nehri pek çok Tanrı'ya esin kaynağı olurken, İskandinavya ve Pasifik gibi daha çok denize bağımlı bölgelerde deniz ve okyanus kültleri, Orta Asya'da adı üstünde Tanrı Dağları, Japonya'da Fuji, Yunanistan'da Olimpos Sibirya'da uçsuz bucaksız taygalar ve daha pek çok coğrafi öge ve bulunulan coğrafyada sıklıkla rastlanan, insan hayatına doğrudan etki eden inek, kurt, kedi, fil, aslan gibi hayvanlar insanın hayal gücüyle tanrısallaştırılmışlardır.  Yeryüzünde bu şekilde insan hayal gücü ile yaratılan yüz binlerce tanrı veya tanrısal varlık vardır.

Bunların hepsi içinde semavi yani İbrahimi dinlerdeki Tanrı anlayışı "mutlak " olmalarıyla diğerlerinden ayrışır. Pagan dinlerde Tanrıların üstünlükleri yanında zaafları da vardır, semavi dinlerdeki Tanrı tasavvurları ise zaaflardan önemli ölçüde uzak olacak şekilde tarif edildiler. Bunun pek çok sosyo-psikolijik ve sosyo-kültürel sebepleri vardır. Bu konuya başka bir yazıda değinebiliriz. Dediğimiz gibi inançlar da canlılar gibi evrilir. Yahudilerin Sümer, Mısır ve Kenan kültleri üzerine yükselttikleri ve aslında bu inançlardan evrilen Musevilik, Tanrı'yı ilk kez tekleştirirken, bu tekillik beraberinde onun mutlaklığını da getirdi. Fakat yine de mutlak güç olan Musevi tanrısı bile zaaflardan yeterince arındırılamadı. Eski ahitte Tanrı'nın yeryüzüne ajan melekler göndermesi gibi her şeyi bilmek için yardım alma gibi zaafları hala vardı. Bunun için Tanrı inancının insan ile birlikte daha fazla evrimleşmesi ve güçlenmesi gerekti. Museviliğin doğrudan halefi olan Hristiyanlık özünü Musevilikten alsa da farklı coğrafyalara yayıldıkça o bölgelerdeki farklı pagan inançları kendi içinde eritti ve bu ögeler ile birlikte günümüze ulaştı. Günümüzde Hristiyanlık içerisindeki pek çok inanışın Helen, Mısır ve Cermen pagan inanışlarından geldiklerini görüyoruz. Bu kökler Hristiyanlıktaki betimlemelerde Tanrı'nın mutlaklığına istemeden veya isteyerek şu veya bu şekilde zaaflar bulaştırmıştır. Teslis inancı bunun en bariz örneğidir ve aslında doğrudan doğruya Mısır kökenli bir pagan inanışına dayanır. Bu iki dinin "mutlak güce haiz Tanrı" düşüncesi ile var olan çelişkilerini sayfalarca anlatabiliriz. Fakat bu yazıda biz İslam'da bahsedilen Tanrı'ya yani el-Kuddüs (her türlü zaaftan uzak olan), el-Melik(her şeyin sahibi) el-Cebbar(her şeyi yapmaya muktedir olan) el-Hâlık ve el-Mübdî (her şeyi yoktan, örneksiz ve maddesiz olarak yaratan) el-Evvel ve el-Ahir (başlangıcı ve sonu olmayan) el-Vali (her şeyi tek başına idare eden)  el-Semî ve el-Basîr (her şeyi gören ve işiten) ve aslında hepsinden önemlisi el-Alîm (her şeyi bilen) el-Vahid(tek olan) ve tartışmasız mutlak olan Allah'a değineceğiz.

Kur'an'da Allah'ın ilmine tezat oluşturan bir takım ayetler var olsa da konumuz şimdilik bu tezatlar değil. Biz bu mutlak ilmin ve gücün doğruluğu ön kabulüyle hareket edeceğiz ve aslında beşeri tüm ilimlerin anası ve atası olan mantık ve felsefe ile konuya yaklaşmayı deneyeceğiz. 
Şimdi gelin birlikte 1400 yıl önce Muhammed'in tahayyül ettiği gibi bir Tanrı düşünelim.  Bunu yapmak için öncelikle iki olguyu açmamız gerekiyor. Bunlardan ilki el-Alim isminin karşılığı olan "Her şeyi bilmek" olacak. Bu Tanrı öyle bir varlık ki devasa galaksilerden atom altı parçacıklara ve sicimlere varana dek hiçbir zerre onun mutlak ilminden kaçamaz. Öyle ki zaman dahi onun ilmine tabîdir. Bahsedilen bu ilim tartışmasızdır. Hiçbir zaafı yoktur ve olması düşünülemez. Bu ilahi ilimde en ufak bir eksiklik iddia eden İslam dairesinden derhal çıkar ve mürted olur.

İkinci olgumuz ise el-Hâlik ve el-Mübdî isimlerinin karşılığı "Yoktan, örneksiz ve maddesiz var etmek". Bu Tanrı gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilemediğimiz her şeyi ve hatta zamanı dahi yoktan var ediyor. Burada üzerinde durmamız gereken "YOKLUK" kavramıdır. Yani var olan her ne ise var edildiği andan önce YOKtu, bir hiçti ve hiçlikten var edildi. Yokluk durumundan varlık durumuna geçen her nesne tartışmasız "YENİ"dir, bir şey eğer daha önce "YOK" ise ortaya bir "YENİ" çıkmıştır.

Şimdi elimizde iki olgu; "her şeyi bilmek" ve "yoktan var etmek" ile iki kavramı karşılayan iki kelime var; YOK ve YENİ...

O halde şu soruyu sormak durumundayız; YENİ olan bir şey, var olmadan önce, yani YOK iken bilinebilir mi? veya şöyle soralım; daha öncesinde bilinen bir şey YOK olabilir mi?

"Ey iman edenler, burada şüphesiz düşünebilenler için çok derin bir paradoks vardır."

el-Alim olan Allah aynı zamanda el-Hâlik olamaz. Bu ikisinden birinden vazgeçmesi gerekir. Neden mi? Beşerin Mantık ilmi ile açıklayalım; Her şeyi bilen bir varlık için YENİ diye bir şey söz konusu bile değildir. Eğer bir şey Allah için YENİ olabilirse o zaman onu bilmiyor demektir. Yoktan var olan her şey ise mutlak suretle YENİ'dir. Eğer Allah YOK'tan yarattığını iddia ettiği şeyi öncesinde bilmiyor idiyse el-Alim yani her şeyi bilen değildir. Eğer onu zaten biliyor idiyse o şey onun için yaratılmadan önce de YOK değil en azından bir şekilde VARdır. O şey Allah için VAR idiyse bu kez de yoktan var edilmiş olamaz.

Şimdi bu önermeleri daha anlaşılır olması için alt alta yazalım;
  • ALLAH HER ŞEYİ BİLEN EL-ALİMDİR.
  • ALLAH HER ŞEYİ YOKTAN VAR EDEN EL-HALİKTİR.
  • YOKTAN VAR OLAN HER ŞEY YENİDİR.
  • HER ŞEYİ BİLEN İÇİN YENİ YOKTUR.
  • ALLAH HER ŞEY BİLEN İSE YOKTAN VAR EDEMEZ.
  • ALLAH YOKTAN VAR EDEN İSE HER ŞEYİ BİLEMEZ.

Bu konuyu tartıştığım Müslümanlar ortadaki paradoks için çeşitli cevaplar veriyorlar; bunlardan klişe olanları bir kenara bırakarak iki tanesini tartışalım.

Birinci cevap şöyle:

"Allah için elbette yeni yoktur, çünkü yeni kavramı zamana tabidir. Varlık ve yokluk da zamana tabidir. Ve Allah zamandan münezzehtir." 

Karşımıza yeni bir olgu çıktı "Zamandan münezzeh olmak". Yani zamana bağlı, bağımlı ve ona ait olmama durumu.

Evet, biz faniler için varlık ve yokluk ile yeni kavramları elbette zamana tabidir. Bu doğrudur. Zaman evrendeki boyutlardan biridir ve onsuz maddeyi kavramamız mümkün değildir. Bu da doğrudur. Fakat iddia ettikleri Tanrı bunu yapabiliyor. Onun için bir şekilde zamansızlık söz konusu. Gelin bunun da doğru olduğunu kabul edelim. Fakat bu durum aslında yukarıdaki paradoksu ortadan kaldırmıyor. Aksine daha da derinleştiriyor. Çünkü Müslümanlar yine ne olduğunu gerçekten anlamadıkları ve hakkında hiç düşünmedikleri bir şeye inanıyorlar. Muhammed'in Kur'an'da dediği gibi "Ne de az düşünüyorsunuz" (Hakka, 42).

Allah'ın zamandan münezzeh olduğunu iddia etmek İslam'ın kader ve kaza inançlarına doğrudan tezat oluşturuyor ve aslında İslam'dan çıkan pek çok kişinin temel dayanak noktası bu zamansızlık teorisidir. Zamana ait olmama durumunu iddia etmek aslında o kadar mühimdir ki İslam'ı temelinden çökertmektedir.

Bunu anlayabilmek için önce Zaman kavramını ele alalım; İnsanlar yüzlerce yıl zamanın doğrusal olarak düşündü ve ele aldı. Bu doğrusal zaman tanımını yapanlardan biri de modern fiziğin kurucularından Newton'du. Doğrusal zaman tanımına göre Zaman; birbiri ardına gelen anların birleşimidir. Yani bulunduğumuz noktada ardımızda bıraktığımız anlar ve önümüzde duran her şey zamanı oluşturur. Newton ile birlikte insanlar zamanın değişmez ve etki edilemez olduğunu düşünüyorlardı. Fakat Einstein zamanın da bir boyut olduğunu ve harekete bağlı olarak değiştiğini yani göreceli olduğunu ispatladı. Einstein'a göre hareket arttıkça zaman da onunla ters orantılı olarak yavaşlamaktaydı.

Zamanın olmayışını iddia etmek aslında hareketin de olmadığı durağan bir tekillik durumunu iddia etmektir. Böyle bir durumda bizim tüm yaşayışımız, yaptığımız ve yapacağımız tüm eylemler aslında mutlak durağan bir tekillik içindedir. Yani şu demek; Kâlu Belâ'da Allah hepimize "Elestu bi'rabbikum?" Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda bizler "Belâ" "evet bizim rabbimizsin" dediğimiz o an ile bunu dediğini inkar eden bir kafirin bu yazıyı yazdığı an ve reddinden dolayı cehennemde sonsuz azap göreceği gelecekteki anların hepsi Allah nezdinde birdir, durağan ve tekildir. Çünkü bu anlar sadece zamana tabi olan biz faniler için bir anlam ifade etmektedir. Hepsi devam eden bir hareketin ürünüdür. Peki iddia edilen bu mutlak tekillik durumunda bizim gidişata yani harekete en ufak bir etkimiz söz konusu olabilir mi? Tabi ki olamaz. Olabileceğini iddia etmek mutlak tekilliği yerle bir etmek ve Allah'ı zamana tabi kılmaktır. Biz bulunduğumuz anda herhangi bir şeyi değiştirebilecek konumda isek bu Allah için yeni bir şey olurdu, dolayısıyla Allah için de zamana aidiyet söz konusu olurdu ve yani yukarıdaki paradoksa dönerdik. Öyleyse bu durumda imtihan manasızdır. Çünkü zaten tekillik içinde bitmiştir. Zil çalmış ve kağıtlar verilmiştir. Yani ayette de belirtildiği gibi insanlar ve cinlerden çoğu doğrudan cehennem için yaratılmıştır. (A'raf, 179). Ne diyebiliriz. Sadak Allah'ül Azim (Yüce Allah doğru söyledi). Peki biz cehennem için yaratılanların cennet için yaratılanlardan eksiği neydi? Bu eksikliği bize kim verdi? Eğer Allah varsa ve dediğiniz gibi adilse biz bu soruyu Mahşer günü ona sormak istiyoruz. Hoş, anlamadan iddia ettiğiniz bu önermeye göre o soruyu sorduğumuz ve henüz bilmediğimiz bir cevabı aldığımız "o an" da zamanın olmadığı mutlak ve durağan tekillik içinde zaten yaşandı ve bitti.

Gelelim verilen ikinci cevaba:

"Allah'ın yoktan var ettiği şey onun zatında aslında vardır çünkü her şey Allah'tan gelir." 

Bu aslında; varlığın kaynağı olan Allah her şeyi kendi zatından var etti demektir. Bunu diyen Müslüman Panenteist olduğunun farkında değil. Genelde bu inanış Sufizm temellidir. Hallac-i Mansur'un Ene'l Hakk düşüncesi yani. Gerçi onu da katletmiştiniz ya neyse.

Gelelim cevabın manasızlığına; Allah bildiğimiz manada maddeyi zatından var ediyorsa yoktan var etmiş olmaz. Zatını dönüştürmüş olur. Dolayısıyla var edilenin bildiğimiz manada maddesiz ve örneksiz olduğunu kabul edebilirsiniz lakin yoktan var olduğunu kabul etmek Allah'ın zatını inkar olur ve kendinizi çürütmüş olursunuz. Panenteizm inancı tartışılabilir. Fakat maalesef aynı anda hem Panenteist hem de Müslüman olamazsınız. Bu açıkça İslam'ı ve Allah'ın sıfatlarından bir kaçını inkar olur.

Sonuç olarak ilk insanın inanışlarından evrilerek İslam'daki Allah'a dönüşen Tanrı'nın yaratım sürecinde, insanoğlu her şeyi bilen Tanrı'yı betimleyerek farkında olmadan adeta çuvallamıştır. Yüzyıllar sonra bizler bu evrimi devam ettirerek en sonunda faydasız olan Tanrı inançlarının hepsini doğal seleksiyon içerisinde ortadan kaldırıyoruz. Her şeyi bilen bir varlık asla ve asla yoktan var edemez. Yoktan var eden biri ise her şeyi bilemez.

2 TAKİPÇİMİN İSLAM'I TERK SÜRECİ

2 TAKİPÇİMİN İSLAM'I TERK SÜRECİ

2 TAKİPÇİMİN İSLAM'I TERK SÜRECİ


TAKİPÇİMİZİN (HÜLAGÜ HAN) DİNDEN ÇIKIŞ SÜRECİ
Merhaba, takma ismim Hülagü Han, dindar ve tutucu bir şehirde doğdum ve büyüdüm, şuan 43 yaşındayım ve işim icabı yine başka bir dindar şehirde yaşıyorum. Ailem ve akrabalarımız hep inançlı insanlar, ben de ortaokul yıllarında yatılı kuran kursunda kaldım, kuran okumayı ve namaz kılmayı biliyorum, hatta ortaokula giderken camide Allah rızası için müezzinlik bile yaptım. Lise ve üniversite yıllarımda ise ibadet yapmak bana zor gelmeye başlamıştı, biraz zorlansam da oruçlarımı tutmaya çalışıyordum ama teravih, bayram ve cuma namazları hariç, beş vakit namaz kılmayı bırakmıştım, içimde ortaokul yıllarındaki o ibadet isteği, heyecanı kalmamıştı. Bu şekilde biraz namaz, biraz oruç derken 26 yaşına kadar geldim ve evlendim.

Evlendikten sonra üzerimden dini konulardaki anne baba baskısı kalkmıştı ve artık ayrı, bağımsız bir evim vardı, zorla oruç tutmama ve namaz kılmama gerek yoktu, zaten bu konuda eşimde ılımlıydı. Hiçbir ibadet yapmadan yaklaşık olarak 35-36 yaşlarına kadar din konusunda özgür bir şekilde yaşadım. Ancak 36 yaşından sonra tekrar bi namaz kılma isteğim geldi, kendimi bir boşlukta hissettim, boş geçirdiğim yıllara pişmanlık duymuştum, hemen beş vakit namaza başladım ancak sağlık durumumdan dolayı oruç tutamıyordum, bu şekilde birkaç sene namazlarımı kıldım, bu sırada bir insan nasıl dinsiz olur, aklım bin türlü almıyor diye düşünmeye başladım, ateistleri merak ediyordum.

Youtube'de bazı ateist kanallara abone oldum çünkü amacım oradaki inançsız insanları dine ve inanmaya ikna etmekti. Ben o dinsiz insanların cahil olduklarını, bilgisiz olduklarını, bu yüzden inanmadıklarını düşünüyordum. Onlarla tartışmalara başladım, din hakkında onları ikna edebilecek, onları inandırabilecek bazı argümanlar öne sürdüm ancak onlar da bana Muhammedin hayatından, dinlerin kökeninden, dinlerdeki saçmalık ve mantıksızlıklardan ama en önemlisi de kurandan ve ayetlerden bahsettiler. İspatlı ve mantıklı cevaplar vermeye başladılar.

Ben önceleri ateist arkadaşların söylediklerini kabullenemedim, çok zoruma gitmişti, iftira atıyorlar, işlerine geldiği gibi uyduruyorlar diye düşünüyordum. Ancak bana söyledikleri ayetlerin Türkçe meallerini tek tek internetten ve bizzat kuranın kendisinden bulup inceledim, okudum, araştırdım, sorgulamaya başladım ve gördüm ki bu inançsız arkadaşların dediklerinin hepsi de doğru. Halbuki kuranın Türkçesini daha önceden defalarca okumuştum ama nasıl olur da bu sapır saçma ayetlerin farkına varamamıştım, çok ilginç bir durumdu ve bu benim için büyük bir şok olmuştu.

Bundan sonra kuran hakkında şüphelenmeye başlamıştım, acaba Muhammed bilmeyerek, farkında olmadan kendisine gelen vahiyleri yanlış mı aktarmıştı ya da gelen bu vahiyler kurana yazılırken yanlışlık mı olmuştu? Çünkü artık kurandan şüpheleniyordum ama Muhammedin peygamberliğinden henüz kuşku duymuyordum, peygamberlik diye bir şeyin olmadığına, onun bir yalancı, sahtekar ya da akıl hastası birisi olduğuna inanamıyordum.

Ancak zamanla sorguladıkça ve cesaretle dini konuların üzerine gittikçe artık tüm gerçekler birer birer ortaya çıkmaya başlamıştı. Tabi bu benim birkaç yılımı aldı ve 40 yaşında tamamen dinsiz birisi olmuştum. Dinler, peygamberler, kutsal kitaplar, imtihan, sorgu sual, mahşer, ahiret, cennet cehennem bunlar hepsi birer insan uydurması masaldan ibaretti, hiç şüphem kalmamıştı artık. Ancak şöyle bir evrenin, kainatın muazzam ihtişamına, büyüklüğüne ve doğadaki hareketliliğe baktığım zaman, mutlaka bir güç olmalı diye düşünüyorum ancak bu güç, dindarların inandığı şekilde tanrı diye bir varlık değil, bu güç kainatın bizzat kendisi, yani doğanın kanunu da diyebiliriz buna.

Dolayısı ile bu güç, bizleri imtihan edecek, sorgu sualden geçirecek, cennet ya da cehennemle son bulacak bilinçli bir güç değil, biliyorum bunu anlatması ve anlaşılması çok zor bir durum.

Şöyle örnek vereyim, mesela doğanın kanunlarından birisi olan yer çekimi kanunu, bu da dediğim gibi doğanın bir gücü, dolayısı ile yer çekimi kanunu sizi imtihan etmez, sorgu suale çekmez ya da cennet cehenneme atmaz, bunun böyle bir amacı, bilinci yoktur, bu sadece doğanın bir kanunudur, öyle olması gerekiyordur, o kadar. Özetlemek gerekirse dinler ve dine dair ne varsa hepsi de koca bir yalandan ibaret, tanrı konusuna gelince, tanrı diye evrenden ayrı bir varlık yok, sadece kainatta muazzam bir güç var, dolayısı ile tanrının kainatın bizzat kendisi olduğunu düşünüyor ve inanıyorum, buna pandeizm diyoruz ve ben de artık bir pandeistim. Yaptığım iyiliklerin sevap ya da ahiret gibi bir karşılığı olmadığını biliyorum ve bu iyiliklerimi karşılıksız, isteyerek canı gönülden yapıyorum, buna menfaatsiz ve samimi iyilik diyorum, bu şekilde yaptığım iyiliklerden daha çok haz alıyor ve daha çok mutlu oluyorum. Evet arkadaşlar, kısaca, vicdan tanrımızdır bizim, iyilik, sevgi, hoşgörü ise dinimiz...
Bitirirken DİPNOT: Müslümanım diye geçinip kapağını bile açmaya zahmet etmeyenlerin aksine Kur'an, biz dinsizlerin başucu kitabıdır.
Saygı ve sevgilerimle.

OKSİMORON TAKMA ADLI TAKİPÇİMİZİN DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ
Merhaba ben oksimoron.
Maddi durumumuz iyi olduğundan hayatta pek sıkıntı çekmiyordum. Lâkin ailem epey muhafazakâr ve küçüklükten itibaren hep bir dayatma ile büyüdüm. Bu dayatma liseye kadar sürdü. Lise için Üsküdar'a taşındık. Ve özel bir liseye kaydoldum.

Alkolle ve aileme göre günahla ilk lise de tanıştım. Babam sürekli benim hafız olmamı isterdi. Hafız olursam çevresine hava atacak ve göğsü kabaracaktı.

Bir Ramazan günü evin oradaki caminin avlusundan geçerken bir ses işittim. Ve ne olduğunu sordum. Hafız Kur'an okuyor dediler. Hafız ne demek dedim. Kur'an-ı hıfz eden yani muhafaza eden anlaşılır bir dil ile ezberleyen kişi demektir dediler. Çok şaşırdım o yaşta. Nasıl yani hiç şaşırmadan koca kitabı ezberliyorlar mi ?

Saşkınlığım bir müddet sürdü. Daha sonra babama hafız olmak istediğimi onlar bunu yapıyorsa ben de yapabilirim dedim.
Tabii babamın canına minnet. Derhal beni bir Kur'an Kursuna yazdırdı ve liseye açıktan devam ettim.

6 ay yüzüne eğitimi aldım. Yüzüne demek. Tecvid, mahreç, makam ve Kur'an'ı yüzüne bakarak hadr usulü yani hızlı bir şekilde okumak demek.

Kurstaki ortamı epey sevdim. Kız falan yoktu ama kızlı ortamlardan daha çok goygoy ve muhabbet dönüyordu. Her gün kaçıp pes atardık. Neyse devam edeyim.

6 ay yüzüne eğitimi gördükten sonra iş zor kısma geldi. Ezber yapmaya. Ezbere başlamadan önce epey korkuyordum. (Lakin işin içine girince o kadar da zor olmadığını anladım.)

Mütevazı olmaktan nefret ediyorum. Biraz kafam olacak ki günde 3 sayfa ezber veriyordum. Ezber dersimizi alan hocanın işi çıkınca beni kendi oturduğu yere oturtur dersi benim almamı söylerdi. Ve evet kursta epey iltimas sahibi bir kişiydim.

Gel zaman git zaman hafızlıkta 18 ile gitmeye başladım. Hemen bunu da açıklayayım hem bilmeyen arkadaşlar için bilgi olur. Hafızlığa başlarken tersten başlanır. Örnek olarak şöyle. Sizin ezberleyeceğiniz ilk sayfa 1. cüzün son sayfasıdır. Yani 20. Sayfası. Orayı ezberler ve yarın hocaya orayı ders olarak verirsiniz. Bu sayfayı verdikten sonra sıra 2. Cüzün son sayfasına gelir. Yani 2. Cüzün 20. Sayfası. Orayı da ezberler ders olarak verir ve bu böyle 3. Cüz 4. Cüz diye diye devam eder...

(Bu arada çoğu kurs hafızlığa başlatmadan önce 30. Cüzü ezberletir. Ve siz 30. Cüze geldiğinizde k cüzü komple verirsiniz yani 20 sayfayı.)

18 ile gitmekte her cüzden 18 sayfa ezbere biliyorsunuz demek.

Ben de 18 ile giderken o zamanlar Facebook epey popülerdi, face'de takılırdım. Liseden beri karikatür yapmaya epey ilgim var. Ben de önce karikatür sayfası sanıp Karikateist sayfasını takip etmeye başladım :) Hahaha hayatımda verdiğim en doğru kararın bir yanlış anlaşılma ile olacağını nereden bilebilirdim ?

Tabii o zamanlar içki içiyorum zina yapıyorum falan ama fasık yani günahkârım, bu yüzden de dinime laf söyletmiyorum.

Karikateist sürekli kitap tavsiye ediyor ara ara din ile hiciv ediyor ve ben kuduruyordum :) hahaha

Birkaç kez takipten çıktım sonra yine takibe aldım. Sonra dedim ki bunlarla böyle baş edemem bunların dedikleri kitapları bi okuyayım

Tabii ilk tavsiye ettikleri kitap bakınız bu hiç şaşmaz Kur'an'ı Kerim'in meali :)

Eyvallah dedim başladım kursta geceleri meali okumaya, nasıl denir bilmiyorum ama ben din ile ilgili hiçbir şey bilmiyormuşum o güne kadar. Hocaya Arapçasını okuduğum yerlerin Türkçesi cidden akla mantığa uymayan türdendi.

İlk okuyuştaki izlenimim bir nefret diline sahip olmasıydı. Özellikle Yahudilere karşı. Sürekli hakaret, kan, savaş ve üstünlük kurma çabasını anlayamamış ve bunun bir çeşit siyaset olduğunu düşünmüştüm.

Sonrasında hafızlık bitti diploma alındı ve dedim ki kendime senin üniversite okuman lazım oğlum bilgili ve donanımlı bir birey olmalısın.

Benim zamanımda YGS ve LYS vardı. İlk sınav YGS ikincisi LYS idi. Ygs'ye tam 8 ay kala çalışmaya başladım.

Çalışmaya büyük bir hırs ile başlamış olmadan ötürü daha rasyonel sayı yapamıyorken 60 bin ile üniversiteli oldum. Ve bu benim için gerçek bir başarı idi. Tabii bu süre zarfında dini de ret ettim.

Dinden çıkma süreci ciddi mana da acılı ve ağrılıdır. Ve bir an da bırakılamaz. Doğru insan bir anda boşluğa düşüyor ama o boşluğu gerçekler ile doldurunca daha da mutlu ve realist oluyor.

Şu an üniversitede son sınıfım. Ve teoloji sertifikası da aldım. En büyük mutluluğum Müslümanlardan daha iyi İslami bilmem bu bana epey mutluluk veriyor.

Sağlıcakla kalın. Kendinize iyi bakın.

SİZDEN GELENLER | Yazanlar: Hülagü Han & Oksimoron

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KUR’AN’IN ÖNCÜSÜ MEÇHUL KİTAP

Yazan: Pante
din, islamiyet, Kur'an'ın kökeni, Kur'an nasıl oluştu?, Kur'an yazılırken nelerden faydalanıldı?, Kur'an'ın öncüsü, Ur-Kur'an, Ur Kur-an, Kur'an'da süryani metinleri, Tevrat ve Kur'an,

KUR’AN’IN ÖNCÜSÜ MEÇHUL KİTAP


Kur’an’daki bazı ayetler, daha önce yaşanmış, daha önce emredilmiş gibi ifade edilmiş.
Örneğin Müslümanlara namaz şartının miraçla geldiği öne sürülür.
Miraç’ın ise Hicrete yakın bir zamanda gerçekleştiği belirtilir.
Ama Alak suresi ilk gelen surelerdendir ve içinde namazdan bahseder.

Alak 9-10: "Sen, namaz kıldığında kulu (bundan) engelleyeni gördün mü?"

Eğer Alak suresi ilk surelerdense, namaz bundan önce emredilmiş olmalıdır.

Bir başka örnek Kalem suresinde geçen “Eskilerin Masalları derler” ifadesidir.
Kalem suresi de ilk yıllarda gelen surelerdendir ve o sureden önce İbrahim’in, Musa’nın vb. peygamberlerin hikayeleri anlatılmamıştır.

Kalem 15: "Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der."

Demek ki daha önce bu masallar anlatılmış ve Kureyşliler de burun bükmüş: “Eskilerin masalları” diyerek.
Bu durumda insan düşünmeden edemiyor. “Daha önce Kureyşlilere okunan bir başka kitap mı vardı?” diye.
Bunu destekleyen bir ayet de var üstelik:

Nisa 136: "Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitaba da iman edin! Kim Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmazsa, pek derin bir sapıklığa saplanıp gitmiştir."

Ayete dikkat edilirse; “Daha önce indirdiği kitaba da” diyor.
“Kitaplara” deseydi, Tevrat,ı, Zebur’u ve İncil’i anlardık.
Ama tekil kullanıyor, “kitaba” diyor.
Ya ortada bir yazım hatası vardır ki bu da Allah’tan geldiğine inanılan bir kitap için bir çelişkidir. Ya da bilinçli kullanılmıştır ve Kur’an’dan önce Kureyş’e ait bir kitap daha mevcuttur.

Kureyş’te Kur’an’dan önce bir kitap daha varsa bu kitaba ne olmuştur?
Yoksa batılı yazarların Ur-Quran diye adlandırdıkları bir ön kitap iddiası doğru mudur?Tevrat’ta şöyle bir ayet vardır:
Çölde Sayım Bab 21, 14.ayet:
RAB’bin Savaşları Kitabı’nda şöyle yazılıdır:
 “... Sufa topraklarında Vahev Kenti, vadiler, Arnon Vadisi,

Fakat eski Ahid’de bu adda bir kitap yoktur.
“Rab’bin Savaşları” diye bir kitaptan bahsediliyorsa bu kitaba ne olmuştur?
Kur’an çok karmaşık bir kitaptır. Ne ilk ayeti kesin bellidir ne de son ayeti. Tarihsel bir sıra ile yazılmadığı gibi, olaylara-gelişmelere göre de bir sıra izlenmemiştir. Ne başlangıç tarihi belirtilmiştir ne de tamamlanış tarihi. Kısacası Kur’an’da hiç tarih yoktur.

Tarih yoktur ama zaman vardır. Fakat belirsiz bir zaman. “Bir zamanlar”, “Anlaşma yaptığınız zaman”, “İki bozgunculuktan ilkinin zamanında”, “Sidre’yi kapladığı zaman,” O zaman”, “Uzun zaman” gibi tarihten yoksun soyut ifadelerle zaman belirtilmiştir.

Kur’an’da bir tarihlemenin olmaması, yazımının ne zaman başladığını da kesin belirlemiyor. Mekke dönemine ait olduğu öne sürülen ilk surelerdeki ifadelere İslam öncesi şairlerinde de rastlanılması, Kur’an’ın yazımına belirtilen 609-610 tarihinden çok önce başlandığı şüphesini doğuruyor. Ya da Kur’an’ı yazmakta faydalanılan başka bir kitap ya da kayıtlar olduğu olasılığı akla geliyor.

Nitekim Yemen, Sana Kur’an’ını inceleyen profesör Puin, ayetlerin yazılı olduğu parşömenlerin bir kısmının kazınmış olduğunu ve altta farklı metinler olduğunu söylüyor. Ayetlerin bir kısmının İslam öncesinde Aryani kökenli Hristiyan beyitlerinden alındığı ileri sürülüyor. Bu ayetlerde Arami dilinden pek çok kelimenin kullanılması bunun bir kanıtı olarak sunuluyor. Bunun yanında bir başka iddia da, Muhammed’den çok sonra 8. yüzyılda Hristiyan ve Yahudilerle yaşanan polemikler neticesinde Kur’an’a son şekli verildiği şeklinde. Kur’an’ın kökeni ile ilgili Arif Tekin’in yazdıklarına bir göz atalım:
“Hz.Muhammed henüz 35 yaşındayken ve daha peygamberlik fikri ortalıkta yokken, Mekke’deki Ka’be tamir edilir ve o sırada Süryanice yazılmış bir kitap Ka’be’nin temelinden ortaya çıkar…Hatta bu tamirat sırasında Ka’be’nin temelinden bir de altın-gümüş hazineleri çıkar ve talan edilir.. Bu arada çalanlardan ‘Düveyk’ adında biri yakalanıp eli de kesilir…[1]

Kur’an’ın kökenine ışık tutacak bilgiler olduğundan ve insanlar, “İşte Muhammed, kendi bilgilerini benzer kaynaklardan alıyor” demesinler diye, bu ele geçen kitabın içeriği hakkında (birkaç madde dışında) fazla bir bilgi yok İslami kaynaklarda. O zaman bu konuya sansür konduğu belli…Ama şu not çok önemli. O çıkan kitabı okuyan kişi diyor ki, “Bu belgede yazılanları size tam okusam, ola ki başıma bir şeyler gelir.” Bu açıklama, Askalani,’El- İsabe fi temyizi s’Sahabe’ adlı yapıtında Esved bin Abd’dan aktarmaktadır.

Tabi ki Ka’be tamir edilirken Hz. Muhammed de o sıralarda bir işçi olarak Ka’be işinde çalışıyordu ve bir ara amcası Abbas kendisine, dikkat et, aman sana bir şey olmasın diye onu uyardığı halde, yine bir ara ayağı kayıyor ve kendisi yere düşüp bayılıyor. Bu hadis, en başta Buhari’de geçmektedir. Hadisi Cabir aktarıyor [2] ..

Hatta Medine’ye geçince ilk yıllarda Zeyd bin Sabit’e şunu diyor: “Bana Süryanice yazılar gelir. Ben, Yahudilerin sırlarımı bilmelerini istemiyorum. Onun için sen gel de bu Süryanice’yi öğren bana lazımsın” diyor ve Zeyd, “Çok kısa zamanda, 2 hafta içinde ben bu dili öğrendim: Hem gelen mektupları okuyabiliyordum, hem de sahiplerine yanıt verebiliyordum” diyor[3]. Burada İslami kaynaklarda deniliyor ki, Zeyd bu Süryanice dili medreselerde öğrendi. Peki hangi Süryanice medreselerinde öğrendi diye sorulmaz mı? Kaldı ki, bir insanın yabancı bir dili 2 hafta gibi kısa bir zaman dilimi içinde öğrenmesi ve hele hele diplomatik düzeyde gelen yazılara yanıt vermesi ne kadar gerçekçidir bu da dikkatlerden kaçmamalıdır!…

Şu da var ki, o zaman Yahudiler Tevrat’ı okur Arapça olarak Müslümanlara anlatırdı..Yani olaylar o kadar iç içeydi ki, birbirlerinden etkilenmek, yararlanmak çok kolaydı. Bu, zaten Diyanet tarafından terceme edilen Tecrid-i Sarih’te de anlatılıyor [4] Şunu da belirteyim ki, o zaman orta doğu kültür ve inançları o coğrafyalarda iç içe girmişti, hatta Hz. Muhammed Medine’ye gitmeyene kadar Medine halkı iki bayrama inanır, onları kutlardı. Bunların adları da her yıl 21 Mart’ta kutlanan ‘Nevruz’ bayramıyla yine o zaman Mezopotamya’da her yıl 22 Eylül’de kutlanan ‘Mihrican (Mihriban)’ bayramıydı ve bunu Medineliler de kutlardı, oralara kadar yayılmıştı. Hz. Muhammed Medine’ye geçince bu iki bayramı yasaklar, yerlerine de Ramazan ve Kurban bayramlarını meşru kılar. Bu bilgiler güvenilir İslami kaynaklarda anlatılmaktadır, ki bunlardan biri de Diyanet Vakfının Tecrid-i Sarih Tercümesi'dir. [5]

Zeyd’le ilgili şu önemli notu da yazmakta yarar var: Muhammed Medine’ye gelince halk onu karşılamaya gider ve o zaman yanlarında 11 yaşında olan Zeyd de var. İslami kaynaklarda, Zeyd’in kendisi, ‘Ben o zaman 11 yaşındaydım’ diye bilgi var [6]…Karşılamaya gelenler o sırada Muhammed’e, ’Bu çocuk/yani Zeyd sana gelen Kur’an surelerinden 17’sini bilir’ derler ve aynı anda orada o surelerden bir kısmını Muhammed’e okur. Muhammed bunu görünce hayretler içinde kalır [7] ve burada artık Zeyd’i göze alır. Zeyd burada puan alır ve geleceğinin parlaklığı, burada temelini atar..Tabi ki Yahudi dili İbranice o zaman halk arasında vardı ve yaygındı..Hatta Ebu Hüreyre diyor ki, Yahudiler Tevrat’ı kendi dilleriyle okur Arapçaya tercüme ederdi. Aynı zamanda Hatice’nin amca oğlu Varaka, İncil’i İbranice olarak yazardı diye geçiyor sağlam İslami kaynaklarda. [8] Yani hem Tevrat, hem de İncil’den o zaman kolay yararlanılabilirdi, bu konuda yazılı belgeler hazırdı..

Aslında burada da gözden kaçan bir durum var. O da şu: Muhammed Mekke’den yeni gelmiş ve onu karşılamaya gidenlerden bir çocuk Kur’an’da geçen surelerden 17’sini okur. Peki Zeyd bu yaşta ve üstelik bir Yahudi ailenin çocuğu iken bunları kimden öğrenmişti! Bana göre Zeyd’in okuduğu ayetler, Kur’an’da anlatılan ve kökleri İsrail oğulları peygamberlerine dayanan Musa, Yakup, oğulları Yusuf ve Bünyamin gibi, İbrahim ve oğulları İsmail-İshak gibi efsaneleri anlatan ve Zeyd’in Yahudilerden öğrendiği benzer olaylarmış; ama İslami kesim bunu Kur’an ayetleri saymış, bu da gözden kaçmamalı..Çünkü işaretler bunu gösteriyor. 11 yaşındaki bir çocuk ve henüz coğrafyasına yerleşmeyen bir dinin kitabından 17 sure gibi büyük meblağı okuyup öğrenmesi düşünülemez.

Bir gün Hz. Ömer bir Yahudiyle karşılaşır. Adamın yanında yazılı bir kitap vardır ve Ömer o adamı oturtur. Adam, şimdiki biçimiyle Kur’an’da yazılı olan Yusuf suresinin ilk 3 ayetini aynen okur. Ki daha önce de bunları Muhammed’den duymamıştı, eskilerden kalma, daha önce yazılmış kitaptan okuyordu. Ömer orada adama "Sen bunları Daniel peygamberin kitabından mı aldın!" der.

“Sen 3 ayet okudun al sana 3 kırbaç/tokat” diyor ve adamı dövüyor. Bir de ona, ‘Eğer sen bunları başka yerde okursan, senin canına okurum’ diyor ve o kitaptan bir nüsha alıp doğruca Muhammed’in yanına vararak ona şöyle diyor: Ben bu kitabı Beni Kureyza Yahudilerinden bir arkadaşımdan kopyalayıp getirdim. Bunun içinde önemli bilgiler var, bunlardan istifade edelim diye getirdim’. Ömer zannediyordu ki, Muhammed'e bunları anlatırsa Muhammed’in kendisi sevinir; ama tam tersine Muhammed’in yüzü kıpkırmızı olur ve üstelik Ömer’e kızar. Oradakilerin hepsi Muhammed’in yüz ifadesinden, Ömer’in kendisine anlattığı bu olaydan dolayı kendisinin çok bozulduğunu ve kızdığını fark eder ve bunu kendi aralarında konuşurlar..Hatta buna karşı Muhammed şöyle bir konuşma yapar: ‘Ben sizin peygamberinizim, siz de benim ümmetimsiniz. Şunu bilin ki, eğer şu an Hz. Musa sağ olsaydı o da beni peygamber olarak kabul ederdi. Kim onu bana tercih ederse, yanlış yoldadır’ der. Bu arada Ömer korkudan ,’Vallahi benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed ve dinim de İslamdır’ der. Hz. Ömer’in bu olayı, birçok İslami kaynaklarda ve özellikle de Kur’an’ın önemli/meşhur tefsirlerinde işlenmiştir. Yusuf suresi 3. ayet ve Al-i İmran suresi 82. ayetinde bu konular çok detaylıca işlenmiştir. [12]

Bellidir ki, Muhammed’in kızmasının önemli bir nedeni vardı: Millet bilmesin ki o eski yazılar ortalıkta var ve Muhammed onlardan yararlanıp böyle bir kitap hazırlar diye.Tepkisinden gaye, o eski belgelerin izini yok edip, kendi projesini sanki yeni var eder gibi topluma kabul ettirmeye niyetlenmek..Bu konu, kitap haline getirmek kadar zengin bir konu aslında: Hatice’den, Varaka’dan, Ka’be’nin temelinden çıkan belgelerden, rahip Bahira ve rahip Nastura’dan, Yahudi kaynaklardan, Hilf’ül Fudul/Hilfü’s-Salah gibi insan hakları teşkilatlarından öğrendiği bilgilerden, Selmani Farisi’den,Cebr-i Rumi’den kalma eserler vardı onun elinde.

Bu başlık altında sunulan bilgiler, aşağıda dipnot olarak verdiğim kaynaklarda ve daha isimlerini buraya almadığım birçok İslami kaynaklarda anlatılmaktadır…[13]”