HABERLER
Dini Haber

GARİP VE TARTIŞMALI AYETLER #2

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Tartışmalı ayetler, Garip ayetler, Tuhaf ayetler, İslamda kadını dövmek, Maide 51, Dinler ayrıştırıcıdır, Kur'an'da aşağılık olarak nitelenen canlılar,

GARİP VE TARTIŞMALI AYETLER 2.BÖLÜM

Garip ayetlerin 25 konudan oluşan birinci bölümünü bitirdikten sonra sıra geldi ikinci bölüme. Burada da bir birinden garip, absürt ve çoğu bilindik ayetlerden oluşan 26 konuya ve tabi ki bir birinden garip ayetlere değineceğim. Hemen ayetlere geçelim:

Tanrı sözü 26 – Kim onları dost edinirse onlardandır
Maide 51: Ey inananlar! Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
7 - 8 - 9 yaşındaki çocuk gurupları bir birlerine küstükleri  zaman bu tür ifadeler kullanırlar. Meselâ, kendi guruplarındaki arkadaşlarına derler ki: “Sakın o gurup ile konuşmayın, eğer onlarla konuşursanız artık onlardansınız, bizden değilsiniz…” ve bu küskün ve hırçın ifadeleri ayet olarak gönderen, Tanrının bizzat kendisi imiş. Dostluğun öylesine güzel yanları vardır ki! Bu güzel özelliklerden bir tanesi, karşındakini ya da arkadaşını, arkadaşının kendine has özellikleri ile kabul edip saygı duymaktır. Onu olduğu gibi kabullenmektir. İnsanların farklı özelliklerine tahammül edemeyen ve insanı   hayat görüşüne, inanışına yönelik özellikleri ile gurup gurup ayırmaya çalışan kişilerin tahammülsüz ve dar görüşlü olduklarını görürsünüz. Kendinden çok farklı  yapıdaki bir insanla arkadaş ve dost olabiliyorsan, insani açıdan kendini yetiştirmiş ve olgunlaşmışsın demektir. Eski dönemlerde bu tür düşünceler ve insani eğilimler sadece felsefi düşünürlerde görülen özelliklerdendi. Şimdi ise bütün insanlarda olması beklenen davranış özelliklerine dönüştü. Farklı olanı farklılıklarıyla kabul edip sevebilmek ve kabullenmek büyük bir erdemdir ve nitelikli bir kişilik özelliğidir. Ancak kapasitesi dar olan insanların bunu algılaması zordur. Bu ayet, eski dönem çöl Araplarının zihniyetini ve insana bakış açısını olduğu şekli ile ifade  ediyor.

Tanrı sözü 27 – Karını dövebileceğin sebepler
Nisa 34: Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar. Çünkü Allah, insanların kimini kiminden üstün kılmıştır. Bir de erkekler kendi mallarından harcamakta (ve ailenin geçimini sağlamakta)dırlar. İyi kadınlar, itaatkârdırlar. Allah’ın (kendilerini) koruması sayesinde onlar da “gayb”ı korurlar. (Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırmasından endişe ettiğiniz  kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.
Bu ayet de zaten Müslümanlar içinde hâlâ tam olarak hazmedilemeyen, yanar döner lâmba gibi evirilip çevirilip makûl anlamlara erdirilmeye çalışılan ama aklı selim insanlar tarafından yine de mantıklı bir sonuca oturtulamayan ifadeleri içeriyor. Bu ayetle ilgili açıklayıcı ve bilgilendirici nitelikte çok sayıda yazı ve video olduğu için ayrıntıya girmiyorum. Bir de son dönemlerde ortaya çıkan  Erkek karısını başka bir adamla yatakta yakalayınca istemsiz olarak tokat atarmış da, bu ayet de erkeğe o anda verilen bir tokat ruhsatı imiş. Cahil kandırmak diye buna denir her halde. Arapların ilahı olan Allah, Maide suresi 89’uncu ayette “Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz.  Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar…” gibi açık bir ayet gönderirken Nisa 34’te “Allah, erkeği karısına haksız yere vurduğu tokatla  sorumlu tutar  ama bir ihanet durumunda atılan tokat başkadır” gibi bir ifadeyi kullanmayı akıl edememiş ama bizim modernistler böyle bir sonuca ulaşmayı başarmışlar. Ayette, bir öfke anında istemsiz olarak kadına atılan bir tokattan bahsetmiyor, açıkça “dövün” emri var. Dahası, kadına şiddet göstertilmemesi ile ilgili hiçbir ayet yok. Evlilik huzurunu bozan erkeğe karşı yapılacak bir yaptırım da yok. Ayette ayrıca kadının başkaldırdığı bir durum da yok. Eğer erkek karısının baş kaldırmasından ya da iffetsizliğinden şüphe duyarsa ya da bundan korkuyorsa bu davranışları icra ediyor. Farz edin adam Paranoyak, bir şeyler görmesine, bir şeylere şahit olmasına gerek yok. Paranoyaklığı gereği şüphelenmesi ve korkması, karısını dövmesi için  yeterli.

Tanrı sözü 28 – Aşağılık olarak nitelenen canlılar
A’râf 179: Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da aşağıdadırlar. İşte bunlar gafillerin ta kendileridir.
Kalpleri olup anlamayanları, gözleri olup görmeyenleri, kulakları olup işitmeyenleri kim yaratıyor? Allah! Bu kişilerin bir çoğu ne için yaratılmış? Cehennem için! Bundan daha açık nasıl ifade edilir? Allah birilerini sırf cehennem için yaratmış. İşte bu yaratılanlar hayvanlar gibiymiş ve hatta hayvanlardan daha da aşağıdalarmış. Hayvanlar, aşağılık varlıklar mı dır? Bütün hayvanların ve hayvanlar da dahil olmak üzere bütün canlıların, ekolojik sistem içinde mükemmel bir görevi vardır. O yüzden bitkiler de dahil olmak üzere her hangi bir canlıyı mecazi anlamda dahi kullanılsa bu günün, bu çağın felsefe ve bilim insanları  “aşağılık” olarak tarif etmekten imtina ederler. Her canlı, kendi sınıfında önemlidir ve değerlidir. İman etmeyen insanları hayvanlara benzetirken belki zekâ ve akıl olarak bir benzetim yapılabilir çünkü hayvanların akıl kapasiteleri, belirli bir seviyenin altındadır fakat böyle bir benzetim yapıldığında da inanmayan insanların zekâlarının düşük olduğu varsayılır ki böyle bir durumda ise zekâsı düşük olarak varsayılan insanın, kendi yapısına mahsus olan bu  durumundan dolayı hiçbir günahı, kabahati yoktur. Günümüzde, modern ve insancıl yaklaşımda, hayvanlar artık aşağılık varlıklar olarak görülmüyorlar fakat güçlünün zayıfı her zaman ezdiği ve bunu gururlanarak marifet olarak yaptığı eski dönem zihniyetinde insanların düşünce sisteminde bir çok hayvan, aşağılık canlılar olarak görülürdü. Bu düşünce sisteminin bir yansıması olan bu ayet, Tanrı kelâmı olduğuna inanılarak bu zamana kadar gelmiş.

Tanrı sözü 29 – Farklı dinlerle imtihan edilmek
Maide 48: …Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi…
Bir anne baba düşünün. Kardeşleri birleştirip, bir araya getirip, tam bir aile yapmak yerine bir birine küstürüp ayrıştırıyor ve diyor ki: “Evlatlarım, biz bunu sizi denemek için yaptık.” Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bütün insanları tek bir ümmet yapsaydın eğer, şu an bütün dünya insanları Müslüman olmuştu fakat sen kullarını denemek için farklı ümmetlere böldün? Sonuç olarak ne oldu?...  Sınavı kazanamayacak  kullarını, İslâm dışındaki dinlere mi gönderdin? Çünkü fark ettiysen Hıristiyan toplumlarının insanları, çocukları Hıristiyan, Yahudi toplumlarının insanları ve çocukları da Yahudi, Müslüman toplumlarının insanları ve çocukları da Müslüman. Eeeeee? Ben bu sınavdan bir şey anlamadım. Hıristiyanlar ve Yahudiler şu an seni bulmak sınavında mı? Belli ki bir çoğu seni bulamamış. Onların hepsi günahkâr mı şu an?

Tanrı sözü 30 – Cehennemi hak edenler
Gâşiye 6: Onlara, acı ve kötü kokulu bir dikenli bitkiden başka yiyecek yoktur.
En’âm 70: … İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır.
Bu ayetlerde,  açıkça görüldüğü üzere  cehennem sakinlerinin menüsünden bahsediliyor. Bu işkence ayetlerini yazan bir Tanrı! Bu menünün verilme sebebi ise cinayet değil, tecavüz değil, hırsızlık değil, çocuk istismarı değil, toplu katliam değil, işkence değil,  inkâr. Tanrı olduğu iddia edilenin  ayetlerini  inkâr.

Tanrının sözü 31 – Çadıra gel, cennet çadırı bunlar!
Rahman 72:  Çadırlar içerisinde gözlerini yalnız kocalarına çevirmiş hûriler vardır.
Bu ayet,  cenneti anlatan ayetlerden biridir ve cennette çadırlar içinde bekleyen huriler var. Kâinatın yaratıcısı olduğuna inanılan Allah, kıyamete kadar geçerli olan kitabında her  çağın insanlarına hitap ettiğini  hesap etmiş midir bilinmez,  Cennetteki hurilerin  çadırlar içinde olduğunu müjdeliyor. Çadırlar, eski dönem Arap bedevilerinin evi olarak kullanılırdı. Yüce Tanrı, Cennete saraylar inşa etmek yerine Arap bedevilerin zevkine ve yaşam kalitesine uygun olan çadırları koymuş cennete ve içlerine de hurileri doldurmuş.

Tanrı sözü 32 – Allah ve melekler Peygambere salat ederler
Ahzâb 56: Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun.
Öncelikle bu ayette kula seslenen kimdir? Yani “Allah ve melekler, Peygambere salat ediyorlar” diyen kimdir kardeşim!  “Ben ve meleklerim Peygambere salat ediyoruz, siz de ona salat edin” denmesi gerekmez mi?  Tabi yaaaa, burada Araplara özgü iltifat sanatı yapıldığından böyle bir hitap kullanılmış. Tamam, hitap şeklini, iltifat sanatı ile hadi yırttınız diyelim. Allah ve melekler, Peygambere niye salat eder? “Başlar ayak, ayaklar baş olmuş” diye bir deyim var, tersi miydi acaba! Şirki yasaklayan Allah, Peygamberini kendisine Şirk aracı mı yapmaya çalışıyor acaba? Bu ayetin Tanrı katından gönderildiğine gel de inan!

Tanrı sözü 33 – Allah, eş seçeneği konusunda Peygamberine level atlatıyor
Ahzâb 4:   … Yine evlatlıklarınızı da öz çocuklarınız (gibi) kılmamıştır. Bu, sizin ağızlarınızla söylediğiniz (fakat gerçekliği olmayan) sözünüzdür. Allah ise gerçeği söyler ve doğru yola iletir.
Ahzâb 5:   Onları babalarına nispet ederek çağırın. Bu, Allah katında daha (doğru ve) adaletlidir. Eğer babalarını bilmiyorsanız, onlar sizin din kardeşleriniz ve dostlarınızdır. Hata ile yaptığınız bir işte size hiçbir günah yoktur. Fakat kasten yaptığınız şeylerde size günah vardır. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.
Ahzâb 37:    …Zeyd onunla beraber olduktan sonra müminlere, evlâtlıklarının -kendileriyle beraber olup ayrıldıkları- eşleriyle evlenmeleri hususunda bir sıkıntı gelmesin diye seni o kadınla evlendirdik. Allah’ın emri elbet yerine getirilecektir.
Bu ayetleri okuduğumuzda Tanrı olduğuna inanılan Allah, önce evlatlık kurumunu ortadan kaldırarak Zeydi, Peygamberin evladı olmaktan men ediyor  sonra da Zeyd’in karısını elçisine gıyabında nikâhlıyor. Bir Tanrı böyle bir rezilliği, elçisine niye yaptırır bilinmez ama Müslüman alemi bu ayeti sorgulamak yerine inandırıldıkları Allah’ın bu kararını haklı çıkartmak için ellerinden geleni yapıyorlar.

Tanrı sözü 34 – Küfre saplananların kalpleri
Bakara 6: Küfre saplananlara gelince, onları uyarsan da, uyarmasan da, onlar için birdir, inanmazlar.
Bakara 7: Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözleri üzerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.
İslâm’ın İlâhı, kullarına azap etmeye bayağı hevesli görünüyor. Kalpleri, kulakları mühürleyiveriyor. Bu ayetlerde garip olan diğer bir durum ise  küfre saplanmak, uyarmak, inanmak ya da inanamamak gibi  beyinsel işlevler kalp organı ile anlatılmaya çalışılmış. Kalbin görevi  vücuda kan pompalamaktır fakat yıllar içinde bu zamana kadar evrilip gelen tefsir ilmi, kalp olarak nitelenen organın Kur’an’da mecazi anlamda kullanıldığını iddia  eder ve bu şekilde kendine çıkış yolu bulmaya çalışır.

Tanrı sözü 35 – Allah’ın emin olamadığı insan sayısı
Sâffât 147: Bir defa daha onu yüz bin ya da daha fazla kişiye elçi olarak gönderdik.
Bu ayette İslâm’ın ilâhı, insan sayısından emin değil fakat tefsircilere sorarsanız aslında bu emin olamama durumunun farklı sebepleri var. Yani aslında o ayet, o şekilde bir şey demek istemiyor. Bizler de Kur’an’ın bu ayetini, anlamına uygun okuyup yorumlayamıyoruz.

Tanrı sözü 36 – Mucizeye gel
A’raf 107: Bunun üzerine Musa asasını yere attı. O hemen apaçık bir ejderha oluverdi!
Bu mucize masallarının hiç birisi de inandırıcı değil.

Tanrı sözü 37 – Birliktelik sırası
Ahzab 51: Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın. Bıraktığın hanımlarından arzu ettiğini tekrar yanına almanda, senin üzerine bir günah yoktur. Böyle yapman onların mutlu olmalarına, üzülmemelerine ve hepsinin, senin verdiklerine razı olmalarına daha uygundur. Allah, kalplerinizde olanı bilir. Allah hakkıyla bilendir, halîmdir.
Elçisi Hz Muhammed’in,  eşleri ile olan birliktelik sırasına müdahele etmek gereği duyan yüce ruhlu, merhametli Tanrının sözlerini ve iznini içeren meşhur ayet. “Onlardan dilediğini geriye bırakır, dilediğini de yanına alırsın” ifadesine dikkat edilirse,  Allah sanki normal bir kadından değil de kölelerden bahsediyor. Kadın erkeğin zevk aracı. Öyle önemli bir zevk aracı ki koskoca İlâh Peygamberinin geçici olan bu dünyadaki zevkinin en ince detaylarını bile düşünüp müdahale etmiş. Çok duygulandım.Tefsircilerin bu ayetin anlamına yönelik getirdiği açıklamaya ben de katılıyorum, Allah’ü Teâlâ,  Aile kurumunun birliğine, dirliğine çok önem veriyor canım!

Tanrı sözü 38 – Sperm nereden çıkar!
Târık 5-6-7: İnsan neden yaratıldığına bir baksın. O, atılan bir sudan yaratıldı. O su, bel ve göğüs kafesi arasından çıkar.
Bu ayetten anlaşılan o ki İslâm’ın İlâhı olan Allah’a göre erkeğin organından fışkıran meni, kişinin bel ve göğüs kafesi arasından çıkıyor.

Tanrı sözü 39 – Allah’ın kolay yaptığı işlerden birisi
Nisa 30: Kim haddi aşarak ve zulmederek bunu yaparsa, onu cehennem ateşine atacağız. Bu, Allah’a pek kolaydır.
Bu ayeti bir Tanrı mı yazdı yoksa bir çocuk mu? Kolay olan duruma bak! Kişiyi cehennem ateşine atmak Allah için çok kolaymış. Ne demeli buna? Bir de bu tip ayetleri aklayıp paklayıp uzuuuuuun uzun metinler yazıp açıklama getirmeye çalışanlara ne demeli!

Tanrı sözü 40 – Kara balçık ve güneş
Kehf 86: Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu kara bir balçıkta batar buldu…
Güneşi, kara bir balçıkta batar vaziyette gören Zülkarneyn’dir.  Güneş aslında kara bir balçıkta batmaz. Bu ayette ilginç olan şu ki eğer bu ayetteki durum Zülkarneyn’in gözünden ve onun bakış açısından aktarılıyorsa doğru olan aktarım “…onu kara bir balçıkta batar buldu…” şeklinde değil “…onu sanki kara bir balçıkta batıyormuş gibi gördü…” şeklinde olması gerekirdi. Ayette, güneşin kara bir balçıkta batması durumu, gerçek bir durummuş gibi ifade edilmiş. Ayetlere yönelik bu tür düzeltmeler yapıldığında hemen “Allah’a neyi nasıl yazacağını sen mi öğreteceksin?” gibi sesler yükseliyor. Aslında evet, evreni yaratan Allah ise, lisanı ve dilbilgisi kanununu yaratan Allah ise, yarattığı kulunun beyninde şüphe oluşturmamak ve ayetlerine insanların inanmasını sağlamak için yazdığı cümlelerin mantık sahası içinde olması gerekiyor. Ben iman sahibi birisi olmadığım için söz konusu ayetleri objektif bir şekilde değerlendirebiliyorum fakat sen imanlı birisi olduğun için yani bu dine kör kütük iman ettiğin için  objektif bir şekilde değerlendirme yapman mümkün değil.
   
Tanrı sözü 41 – Yıldızlarla şeytan taşlatan Allah
Mülk 5: Andolsun biz, en yakın göğü kandillerle donattık. Onları şeytanlara atılan taşlar yaptık ve (ahirette de) onlara alevli ateş azabını hazırladık.
İslâm’ın doğduğu yıllarda, gökyüzünde görülen yıldızların aslında güneşimiz gibi devasa birer yıldız oldukları, bazılarının gezegen oldukları, Araplar tarafından bilinmiyor ve İslâm’ın İlâhı olduğu düşünülen Allah, gökyüzündeki kandilleri yani devasa yıldızları, şeytanlara atılan taşlar yaptığını anlatıyor. Bu kadar basit!

Tanrı sözü 42 – Şirk ve öldürme emri
Tevbe 5: Haram aylar çıkınca Allah'a ortak koşanları artık bulduğunuz yerde öldürün, onları yakalayıp hapsedin ve her gözetleme yerine oturup onları gözetleyin. Eğer tövbe ederler, namazı kılıp zekâtı da verirlerse, kendilerini serbest bırakın. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.
Tanrının egosu büyük oluyor. İslâm’ın en büyük günahı şirk yani Allah’a ortak koşmak. Öyle büyük bir günah ki daha o dönemde bile cezası ölüm ama bu kişiler tövbe edip namaz kılarlarsa ve zekat verirlerse serbest bırakılıyorlar. Ya bana ortak koşmayı bırakıp tam inanacaksın, Allah da biz de seni affedeceğiz ya da kelleni alacağız.
         
Tanrı sözü 43 – Hırsızın cezası
Maide 38: Yaptıklarına bir karşılık ve Allah’tan caydırıcı bir müeyyide olmak üzere hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesin.
Hırsızlık zorunlu mu yapılmış keyfi mi yapılmış yoksa küçük ve değersiz bir şeyler mi çalınmıştır bu konuda bilgi yok ama Allah’ın kesin hükmü var. Ve ayrıyeten bu ayetin fesh olunduğuna dair ya da artık geçersiz olduğuna dair Kur’an’da bir bilgi veya emir yoktur. Burada önemli olan, bu cezanın şu anki çağda uygulanıp uygulanmaması değil, böyle bir cezanın, hem de bir insanın hayatını toptan değiştirecek bir cezaya yönelik suçun, ayrıntıya yer vermeden hükmünün verilmesi. Peygamberinin eşleri konusunda nice ayrıntılar veren Allah, hırsızlığı yapan çaresizlik içinde mi yapmış, mecbur mu kalmış, zevkine mi yapmış, tembellikten mi çalmış, hırsızlığı yapan çocuk mu, genç mi yetişkin mi, hangi hırsızlıkta ne yapılması gerek  belli değil. Ulemanın vicdanına, kararına  kalmıştır.

Tanrı sözü 44 – Mallar ve oğullar
Kehf 46: Mallar ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.
Bu ayette mallar ve evlatlar denmiyor. Mallar ve oğullar dünya hayatının süsü imiş. Bunun anlamı erkek evlatları değerlidir. Kız çocuğuna verilen değer ortadadır. Ne de olsa Arabın Tanrısı!

Tanrı sözü 45 -  Oruç gecesi
Bakara 187: Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı…
O dönemlerde çok büyük bir sıkıntıydı galiba oruç gecesi haşna fişne yapamamak ama merhametli Tanrı, kadınları önce ekinlik yaptı sonra “ekinliğinize dilediğiniz şekilde varın” diyerek mümin erkeklere serbest pozisyon izni verdi dahası oruç gecesinde de haşna fişne  izin verdi. Daha ne olsun! 

Tanrı sözü 46 – Devenin yaradılışı
Gâşiye 17: Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır!
Bence de bakmak lâzım. Bilime ilime yönelik ilk işim, deve gördüğüm zaman uzun uzun ve dikkatlice o deveye bakmak olacak. Bu bakış esnasında ya da sonrasında, devenin nasıl yaratıldığını ya da ne kadar harikulade yaratıldığını anladığım zaman ortaya büyük bir soru çıkacak. Hemen o soruyu da ekleyeyim: O deveyi adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığının kanıtı nedir? Ya adı başka isimle anılan bir Tanrı ya da oluşum yarattıysa ve başka bir durumun ya da varlığın yarattığı canlıya Allah sahip çıkmaya çalışıyorsa!

Tanrı sözü 47 – Üstünlük ve barış
Muhammed 35: Sakın za’f göstermeyin. Üstün olduğunuz hâlde barışa çağırmayın. Allah sizinle beraberdir. Sizin amellerinizi asla eksiltmeyecektir.
Bu ayetten anlaşılan şudur ki: Eğer üstün olunmasa imiş barışa çağırmak caiz vacip olacakmış  ama üstün olununca unut barışı marışı… Barış da kimmiş?

Tanrı sözü 48 – Kadına verilen değer
Bakara 223:  Kadınlarınız sizin ekinliğinizdir. Ekinliğinize dilediğiniz biçimde varın.
Bir ilâh, kendini insan zanneden ve hatta gerektiğinde kocasına hayır diyebileceğini zanneden kadına karşın, erkeğe böyle bir ayet gönderiyor. Ey Müslüman kadını, bu ayeti oku da, kendini her nimetten sayma! Sen ancak evli olduğun ya da evleneceğin erkeğin zevkine ve ihtiyacına binaen yaratılmış bir mahlukatsın. Bunu ben demiyorum, senin inandığın Allah diyor.

Tanrı sözü 49 – Eşeğin anırması
Lokman 19:  "Yürüyüşünde ölçülü ol, sesini yükseltme; çünkü seslerin en çirkini eşeğin anırmasıdır."
Bu ayetten anlaşılıyor ki Allah’a göre, kendi yarattığı eşeğin sesi ya da anırması en çirkin olanı imiş.Adının Allah olduğuna inanılan sayın İlâh, yarattığın eşeğe neden çirkin bir ses verdin? O eşeğin dili olsa, Yaradanı tarafından böylesine nahoş bir kavrama benzetilmeye karşın üzüntü duyardı. Keşke yarattığın hayvanları, iyi özellikleri ile övseydin ya da yarattığın hayvanların sadece iyi özelliklerini insanlara benzetse idin. Hem eşeğin anırması sana göre çirkin olabilir ama belki başka bir insana göre hoş bir sestir. Bir insanın yüksek sesi, eşek anırmasına benzetmesini anlayabilirim fakat bir Tanrının bu benzetmeyi yapmasını anlayamam. Hatta konuya derinlemesine dalarsak güzellik ve çirkinlik diye bir şey yoktur çünkü bunlar görecelidir. Anladığım kadarıyla senin tıpkı insanlar gibi göreceli bir zevkin var. Bu konu ile ilgili seni savunan müdavinlerin sakın bana, “O dönem Araplarını ikna etmek için Allah böyle sözler sarf etmiştir” gibi sözlere sığınmasınlar çünkü bu sözler aynı zamanda bir Tanrı olan senin seviyeni belirliyor, sonuçta bu sözler senin sözlerin, senin seviyen, senin kaliten! Nasıl ki cemaat hocayı örnek alırsa, kulların da sarf ettiğin bu sözleri okuyarak seni örnek alır.

Tanrı sözü 50 – Erkeğin boşanma kepazeliği
Bakara 230: Eğer erkek karısını (üçüncü defa) boşarsa, kadın, onun dışında bir başka kocayla nikâhlanmadıkça ona helâl olmaz. (Bu koca da) onu boşadığı takdirde, onlar (kadın ile ilk kocası) Allah’ın koyduğu ölçüleri gözetebileceklerine inanıyorlarsa tekrar birbirlerine dönüp evlenmelerinde bir günah yoktur. İşte bunlar Allah’ın, anlayan bir toplum için açıkladığı ölçüleridir.
Bu ayet ilk kez duyanların şaşırıp kaldığı, daha önceden zaten bilenler için ise pek dile getirilmemeye çalışılan bir ayet. Allah’ın emri odur ki: Bir erkek, karısını üç kez boşarsa ki kadını boşayan erkeğin bizzat kendisidir, işte o erkek eski karısı ile dördüncü kez evlenmek istediğinde o kadının başka bir erkekle evlenip boşanmış olması gerekir. Bu ayet güya mümin erkeğe “doğrudur, karını zırt pırt boşama yoksa dördüncü seferde artık o kadını başkasının koynuna sokman gerekir” diye uyarı yapılıyor.

Tanrı sözü 51 – Alay eden Allah
Bakara 14: İman edenlerle karşılaştıkları zaman, “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyla (münafık dostlarıyla) yalnız kaldıkları zaman, “Şüphesiz, biz sizinle beraberiz. Biz ancak onlarla alay ediyoruz” derler.
Bakara 15: Gerçekte Allah onlarla alay eder (alaylarından dolayı onları cezalandırır); azgınlıkları içinde bocalayıp dururlarken onlara mühlet verir.
Ayete bak sen! Birileri iman edenlerle alay ederken Allah da asıl onlarla  alay ediyormuş. Tanrı dediğin böyle olur. Sözün bittiği yer!
Yazan: Kainatta Toz Zerresi

DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ (DİYARBAKIRLI)



DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ
['Diyarbakırlı' takma adlı takipçimin hikayesi]


Sayfanızda sürekli yayınlanan itiraflardan veya hayat hikayelerinden sonra bende bir şeyler paylaşmak istedim. Dinlerdiklerim, anlatacaklarıma çok benziyor. Belki asıl paylaşma isteğimin sebebi de bu. Yakın hissetmem.

93'lüyüm. Diyarbakırlıyım. Evet kürdüm. Kürtlük ne alaka derseniz; sebebi meselenin kültürler ile alakalı olmadığı. Şaka şaka. Aslında tüm mesele kültürle; doğduğun yerle, ailenle, çevrenle alakalı. İnternet denen şey olmasa bugünkü ben olamazdım.

Neyse diğer hikayelere benzer hikayeme başlayayım ve en sonunda asıl önemli olan görüşlerime geçeyim. Din ile ilk  ve en önemli  hikayem 6.sınıfta yıllık ödev ile alakalı. Din hocamız bize sureleri ezberletirdi. Ezberim aşırı zayıf olduğundan hep düşük alırdım sözlü ve sınavlardan. Karnemde tüm derslerim 5 iken din dersim 2 gelmişti. Bu sebeple yıllık ödev aldım dinden, notumu yükseltmek için. Babamda epey fırça atmıştı bu yüzden. Neyse hoca ödev olarak peygamberin hayatını verdi. Gerçekten bu ödevle alakalı çok çalışmıştım. İki farklı ansiklopediden ve birkaç kitaptan okuyup toparlayarak ödevi yapmıştım. Yaklaşık 30 sayfayı elle yazmıştım. Tabi çocukluk aklı din beni çok etkilemişti. Aile zoru olmadan namaza başlamış ve dahada araştırmaya öğrenmeye başlamıştım.
Liseyi şehir dışında okudum. ''Bu arada çok asosyal bir kişilik olduğumda il dışında yurtta okumak başta benim için bir kabustu.'' Neyse yurt ortamı farklı fikirler, düşünceler yani yepyeni bir dünya. Hayatımda en çok okuduğum araştırdığım dönemdir lise dönemim. Ama yine dinimde oldukça tutucu ve muhafazakardım. Hafta sonları cemaat evlerine gider, hafta içi de bol bol dini kitaplar okurdum. O zamanlar internet bugün kadar kolay ulaşılabilen bir şey değildi. Liseden memlekete geldiğimde babamla saatlerce yeni öğrendiğim şeyler hakkında tartışırdım. Hatta ilk kez Kürt olduğumu bu tartışmalardan öğrendim. Özellikle dini tartışmalarımız çok alevli geçerdi. Şimdi bu yazıyı yazarken o anlar aklıma geldi. Babam birçok konuda çok haklıymış. Neyse bir gün bu tartışma o kadar kızıştı ki babama 'sen inanmıyor musun diye sordum.' cevabı çok net 'İnanmıyorum.' olmuştu. Sonra susmuştuk. O gece Yatarken ağlamıştım Nasıl olur da inanmaz diye. Ama bu tartışmalar sorgulamanın, değişimin önemli mihenk taşlarından biri.

Bu tartışmaların birinde bana 'tanrıların arabaları' kitabından bahsetmişti. O kitabı okuduğumda beni çok etkilemişti. Gerçi kitaptaki çoğu şeyin yalan olduğunu bugün bilsem de yinede o kitaba saygım sonsuz. Bir kıvılcım çakmıştı.

Mekatronik müh. Elazığ'ı kazandım. Elazığ dönemi kıvılcımın yangına ve küle dönüşme dönemi diyebiliriz.  Hatta din dahil tüm sistemleri tüm hayatı sorguladığım dönem. Evet benim sorgulamam biraz geç oldu. Şu anda sorgulamam devam ediyor olsa da siyasi görüşlerim artık yok. Çünkü sorguladıklarımın Kürtlükle alakası yok. Elazığ ilk dönemler sabah namazını kaçırdığım için ağladığım dönemler iken 4. sınıfta ikin artık namaz kılmayan ve yıkılmak üzere olan bir enkaz gibi zayıf bir inanandım. Sebebi okumak.

Yaklaşık 2 yıl önce açıktan okuduğum adalet ile kpss ön lisanstan atandım ve memur olarak çalışıyorum. Bir memur ne kadar yoğun olsa da boş vakti oluyor. Masa başı iş, internet ve boş vakit... Üç zehir. Bol bol youtube ve dinden kopuş.

Size 'Celal Şengörü' , 'Karmati Armanı' , 'Kütüphane Görevlisini' , 'Denizin Ötesindeki Sesleri' vb. sayfaları ve kişileri anlatmayacağım. Kur'an'daki mantık hataları, adaletsizlik ve kana susamışlığı veya İslam tarihindeki vahşilikleri anlatmayacağım. Kendi öz fikrim olduğunu düşündüğüm bir yapıdan bahsetmeye çalışacağım.

Bence kuran çağına göre müthiş ve ilerici bir kitap. İslam öncesinden gelen inançların bir ticaret toplumunda harmanlanarak çöl kültürüne göre yorumlanması. İçerisinde iyiliğe, toplumsal eşitliğe, paylaşmaya, sadakat ve sevgiye ...vb. dair bir sürü hikayenin, geleneğin anlatıldığı bir kitap. Yukarıdaki erdemleri teşviki 'ödül ve ceza sistemi(cennet-cehennem)' üzerine bina edilen, sözlü ahlakın yazıya döküldüğü bir kitap. Günümüz bakışıyla çok canice, çıkarcı, yanlış görünse de bu bakış açısı yanlıştır. Birazcık tarihi araştıran, geçmiş dönem devletleri ve toplumlarını anlayan ve mantığını kavrayan kişi nasıl ve ne uğruna savaşların yapıldığı ne kadar çok insanların katledildiği, ne kadar çok haksızlık ve zalimliğin yapıldığını bilir. Bence çağına kıyasla İslam barışçıl bir din.
İlk olarak Kurana bakarken harfi harfine bakmak yanlıştır. Örneğin hırsızın eli kesilmeli. Canice fakat o zamanın şartlarında normal bir ceza. Bu duruma ceza sistemi olarak bakılmalı. El kesmek bugün uygulanamaz fakat hırsızda cezasını çekmeli. Ve bu ceza güzellikle olmasa da zorla bazı toplumsal kurallara uyulması gerektiğini topluma hatırlatmalıdır. Çıkarılması gereken bu.
İkincisi kurana bakarken kronolojiye ve o anki yaşanılan olaylara da bakılmalı. O ayetin nedenini çok daha iyi anlarsınız.

Üçüncüsü hadisler. Hadislerin hangi ortamlarda kimlerin, kimlerden etkilenerek yazdığı, nasıl korunduğu ... vs çok önemli. Çünkü asıl İslam anlayışının Emeviler ve Abbasiler döneminde yok edildiği fikrindeyim.

Yani sonuca gelirsek bence kuran müthiş bir kitap. Yazarı Muhammed'inde akıllı, güçlü karakterli ve çok iyi bir yazar yada çok iyi konuşan çevresini ikna eden biri olarak görüyorum.
Yani tüm sürece insani olarak bakıyorum. Tanrının bu işle alakası olduğunu düşünmüyorum. Zaten günümüz tarihi buluntuları, Arap kültürü, ticaret yolları, o zamanki tarihsel durum hakkında birçok kaynak olduğundan oluşan dini, içeriğini nereden aldığını, nasıl bu kadar hızlı yayıldığını anlayabiliyoruz.

Benin asıl beğenmediğim ve reddettiğim anlayış ödül ceza sistemi. Bugünkü modern toplumun ve tüm insanlığın en temel dayanaklarından olan ve çocukluktan aşılanarak gelen ödül ceza sistemi. Bir kişi iyiliği karşılık bekleyerek yapıyorsa (bu beklendi, cennet, toplumsal statü ve bakış, maddi kazanç...vb) bunun adına ben iyilik demiyorum. Bu ticarettir. İyilik sadece içsel huzur (bu bile bir tür çıkar sayılabilir cinsel haz gibi) için yapılabilir.

Sonsuzluk ve sonsuz hayat veya ateş anlayışı. Biz zavallı ilkel insanlar bile işkenceyle adam öldürmeyi, idamı, el ayak kesmeyi yasakladı. Ama sonsuz güçlü, erdemli tanrı insanı sonsuz ateşle korkutması komik.  Allah'ın tanımı, ne olduğu. Tanrı neden bu şekilde iletişime geçtiği... gibi içeriğe hiç girmeden de dinlerin insan ürünü olduğunu düşünenlerdenim.

Kadere inanırım. Fakat İslamın bahsettiği şekilde değil. İnsanın karakterini ve kişiliğini kapsamlı genetik araştırmalar ve aile toplum anlayışı, yapısını anlayarak anlayabiliriz. Son zamanlarda internet denen kavram girse de yinede kaderler tahmin edilebilir. Hiç kimsenin özgür iradeye sahip olduğunu düşünmüyorum. Biz sadece bize çizilen kaderi yaşıyoruz. Bize sunulan dinlerin bazılarına inanıyoruz bazılarını reddediyoruz. Bize anlatılan hikayelerin bazılarına inanıyoruz bazılarını reddediyoruz. Mesele sadece şu. Acaba benim dinim ne...

Güzel bir sayfa. Başarılarınızın devamını dilerim.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Diyarbakırlı

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

FAHRİ ALEMİN ADALETİNDEN BİR ÖRNEK

din,islamiyet, Fahri Alemin adaleti, Hz.Muhammed'e şeth eden kadın, Peygambere küfreden kadın, Ama'nın cariyesini öldürmesi, Muhammed hakkında kötü konuşan kadın,

FAHRİ ALEMİN ADALETİNDEN BİR ÖRNEK


Bir gün kör bir adam cariyesini bıçaklayıp öldürür. Kadın hamiledir ve karnındaki çocuk da ölmüştür. Katil, peygamber efendimizin huzuruna çıkarılır. Der ki: "Bu kadın bana inci gibi 2 oğlan verdi. Bana iyi davranırdı. Ama dün gece senin hakkında sövüp, kötü şeyler söyledi. Ben de öldürdüm." Adamın bir şahidi yoktu ama peygamber efendimiz "Şahid olun, o kadının kadı hederdir." dedi. Adama hiçbir ceza verilmedi.
[Kütüb-ü Sitte, Hadis no: 4208; Ebu Davud, Hudud 2]

Bu hadis, İslam’ın en güvenilir, en sağlam olarak nitelendirilen 6 büyük hadisçinin ortak hadislerinin toplandığı Kütübüsitte’den alınmıştır.

İslami açıdan açıklama:
Olay, kaynaklarda İbn Abbâs’tan şöyle anlatılmaktadır: Rasûlullah döneminde Ümmü veledi (cariyesi) olan bir âmâ adam vardı. (Bu adamın) bu kadından iki de oğlu vardı. Kadın, Hz. Peygamber’in aleyhinde çok konuşarak Rasûlullah’a küfrederdi. Sahibi olan âmâ, kadını bundan men ederdi. Ancak kadın onu bir türlü dinlemezdi.

Günlerden bir gün âmâ, geceleyin Rasûl-i Erkem’den bahsettiği sırada bu kadın, Hz. Peygamber hakkında yakışıksız şeyler söylemeye, Rasûlullah’a küfretmeye başladı. Bunun üzerine-defalarca uyarmasına rağmen bu hakarete dayanamayan amâ, hançer’i kadının karnına saplayarak öldürdü.

Buraya kadar kaynaklarda rivayet küçük farklılıklarda anlatılmaktadır. Olayın dağılmaması için rivayetleri kısaca belirttim. Rivayetlerin devamında olay şöyle devam ediyor:
Sabah olunca kadının ölüm haberi duyuldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, insanları bir araya toplayarak katîlin ortaya çıkmasını istedi. Bunun üzerine âmâ, Rasûlullah’ın huzuruna gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlu! Ben, o kadının sahibiyim. Sana söver ve hakkında hoş olmayan sözler söylerdi. Ona bunu defalarca yasaklamama rağmen bundan vazgeçmezdi. Ondan inci tanesi gibi de iki oğlum var. Bana iyi davranırdı. Dün gece yine sana küfretmeye ve sana dil uzatmaya başladı. Ben de dayanamayarak hançeri alıp karnına saplayarak onu öldürdüm.” diyerek işin aslını detaylı bir şekilde ortaya koydu.

Âmâ’nın sözlerini pür dikkat dinleyen Rasûl-i Ekrem: “Dikkat edin! Şahit olun ki (o) kadının kanı hederdir. dedi.
”Hz. Ali’den aktarılan başka bir rivayette ise:  “Rasûlullah, kadının kanını batıl, heder saydı.” buyurarak âmâ’nın yaptığını işi tasvip etti" deniyor.

Onu öldürene herhangi bir ceza uygulamaması da bunu desteklemektedir. Burada anılan âmâ’nın kim olduğu noktasında şerhlerde herhangi bir bilgi yoktur.  Bu rivayetler, Hz. Peygamber’e küfreden kişi ve zümrelerin öldürülmesinin caiz olduğuna delildir. Bu noktada detaylı olarak mezheplerin görüşlerinin zikredilmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.

Hattâbi, önceki hadisi detaylı bir şekilde izah etmiştir. Şimdi biz burada onun bu izahından bazı noktaları özetleyerek zikredeceğiz: Bu rivayetler, Hz. Peygamber’e küfreden kişinin kanının heder olduğunu beyan etmektedir. Çünkü Rasûlullah’a sövmek dinden çıkmaktır. Dinden çıkanın katlinin vacib olduğu konusunda ulemadan ihtilaf eden birisini bilmiyorum. Ama eğer küfreden zımmî ise onun hakkında ihtilaf edilmiştir.
Şöyle ki Mâlik b. Enes: “Yahûdi ve Hıristiyanlardan Rasûlullah’a küfreden kişiler öldürülür. Müslüman olan bundan istisnadır.” der.
İmam Şafiî ise: “Rasûlullah’a küfreden bir kafir ise öldürülür ve kendisinden zimmet kalkar.”diyerek Muhammed'e şetm eden kişinin öldürüleceğine hükmetmiştir.

Tabii buradaki Arapça kelime olan şetm etmenin Türkçe karşılığı küfretmek olsa da aynı zamanda hakkında iyi konuşmamak anlamına da gelen bir kelimedir. Örneğin "şu adam ne lanet biri" demek gibi.

Neyse devam edelim:
İmam Ebû Hanîfe ise: “Peygambere sövmekle kafir öldürülmez, onların içinde bulundukları şirk daha büyüktür.” diyerek İmam Mâlik ve İmam Şafiî’ye muhalefet etmiştir. Hanefilere göre bu tip insanlara ta’zir cezası verilir. Mezheplerin bu görüşlerinden Muhammed’e küfreden şahsın Müslüman veya kafir oluşuna göre hükmün değişeceği anlaşılmaktadır.

Kadı İyaz (İyaz ibn Musa)'dan nakledildiğine göre; Muhammed'e küfreden ya da ona kusur isnâd eden Müslümanlar öldürülür. Bu konuda ümmetin görüş birliği vardır. Fakihlerden bazısı Muhammed'e küfreden ve tövbe etmeyen bir Müslüman’ın öldürülmesi gerektiği konusunda ortak kabul olduğunu belirttikten sonra Mâlik b. Enes, Leys, Ahmed b. Hanbel, İshâk, Şafiî, Ebû Hanife, Küfe uleması ve Evzai’nin bu görüşte olduklarını söyler. Bu isimlerin ittifak ettiği bir meselede ihtilafı zikredilen birkaç kişinin sözüne elbette itibar edilmez. Ancak şuna işaret etmek gerekir:
İmam Ebu Hanife’ye göre Muhammed'e küfreden, kadın olursa öldürülmez. Çünkü ona göre mürted olan kadın öldürülmez. Ulemânın, Muhammed'e küfreden birisinin kafir olup öldürüleceği hükmüne varırken delilleri; kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Bu hükmün Kur’an’dan delilleri şunlardır:
"Allah ve Rasûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzab 57)
"...Allah’ın Peygamberini incitenlere can yakıcı azab vardır." (Tevbe 61)

Görüldüğü gibi buna benzer bütün ayetler Muhammed’i incitenlerin günahkâr olacağına delâlet etmektedir. Konuyu toparlayacak olursak: Dört Mezhep İmamından İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre Muhammed'e küfreden birisi pişmanlık duyup tövbe etse bile dinlenmez ve öldürülür.

İmam Azam Ebû Hanife ve İmam Şafii’ye göre ise tövbe ederse kabul edilir, öldürülmez. Bu görüşün delili de Mürted’de yapılan uygulamadır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi mürted tövbe eder de tekrar İslâm’a dönerse öldürülmez. Rasûlulah’a küfreden de mürteddir.
Konumuz fıkıh olmadığı için bu kadar bilgi ile yetiniyoruz.

Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Hudûd 2; Nesaî, Tahrîmü’d-Dem 16. Ebû Dâvûd’da geçen rivayete şöyle bir detay geçmektedir: “Kadın karnından bıçaklanıp öldüğü sıra karnındaki çocuk düştü.” Bkz: Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Hudûd 2. Buradan anlaşılmaktadır ki kadın bıçaklandığı sırada hamile idi.

GARİP VE TARTIŞMALI AYETLER #1

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah'ın düşmanlık gütmesi, Garip ayetler, Tartışmalı ayetler, Allah yaratıldı mı?, Allah çarpar, Işık hızında iman, Hortumunu yada burnunu damgalamak, Tuhaf günahlar,

GARİP VE TARTIŞMALI AYETLER 1.BÖLÜM

Kur’an’da geçen bazı ayetler özellikle de anlam itibari ile bana çok garip geliyor, haliyle de sonsuz zekâ ve kudrete sahip bir Yaratıcıdan gelmiş gibi değil de  acemi bir insanın ağzından çıkmış düşüncesine kapılıyorum.
Bu ayetlerin çoğunluğu aynı zamanda İslâm alimlerinin açıklama çabasına girerek farklı anlamlar yükledikleri ya da “o ayette aslında şunu demek istiyor, şunu anlatmak istiyor, çeviri yanlış, doğru tercüme etmek lâzım” gibi izahları getirmeye çalıştıkları ayetler. Garip, mantık dışı, absürt, aykırı  olarak tarif edebileceğim 50 ayeti bir araya getirdim. Tek bir yazı içinde 50 ayet ile sizi sıkmamak için konuyu iki bölüme ayırdım. Üçüncü bölüme ise tamamen yorumsuz ve değerlendirmeye gerek görmediğim diğer bazı ayetleri naklettim.  Bu ayetler güya Kâinatı yaratan sonsuz kudret, ilim ve zekâ sahibi olan Tanrı Allah  tarafından gönderilmiş. Sözü fazla uzatmadan hemen  1 inci bölümün ayetlerine  geçelim:

Tanrı sözü 1 – Düşmanlık güden Allah
Bakara  98:  Her kim Allah'a, meleklerine, elçilerine, Cibril'e ve Mikail'e düşman ise, artık şüphesiz Allah da kâfirlerin düşmanıdır."
Düşmanlık güden bir ayet. İnsanlar, devletler, milletler bile bir birlerine olan düşmanlıklarını bitirmeye çalışırken koskoca Tanrı  yukarıdaki ayette “Kim bana düşman ise, ben de onlara düşmanım” diyor. Düşmanlığa karşı düşmanlık güden bir Tanrı!

Tanrı sözü 2 – Allah yaratıldı mı!
Zuhruf 45: Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize sor: Rahmân’dan başka kulluk edilecek ilâhlar var etmiş miyiz?
Bu ayette Rahmân’ı yani Allah’ı var eden kimdir? Eğer bu ayette konuşan Allah’ın kendisi ise kendisinden bahsederken “Rahman’dan başka…” diyerek kendisini neden üçüncü tekil şahısla belirtmiştir? Yoksa bu ayette de, şu Araplara özgü olan iltifat sanatını mı icra etmiştir? Tam da iltifat sanatının icra edileceği bir konuymuş. Tefsircilerin iddiası o ki ayette önce şahıs zamirleri değiştirilerek iltifat sanatı yapılmış sonra da “Rahman’dan başka kulluk edilecek ilâhlar” derken “tapılacak tek Tanrı Allah’tır ve Allah, kendisi dışında insanların tapabileceği varlıklar yaratmış mıdır?” anlamına geliyormuş. Tefsircilerin açıklama getirirken bile bocaladıkları bu ayeti, onların iddia ettiği gibi anlamlandırmaya çalışırsak bakalım ayet nasıl olmalı? “Senden önce gönderdiğimiz elçilerimize bir sor: Kâinatı ve içindeki her şeyi  yaratan Allah, kullarına kendisi dışında  tapılacak  ilahlar, varlıklar yaratmış mıdır?”. Eğer ayette buna benzer bir ifade şekli olsa idi gariplik olmazdı fakat ayette Allah’ı ve diğer ilâhları birilerinin yarattığı izlenimi var.

Tanrı sözü 3 – Allah çarpar
Rad 13: Gök gürlemesi O’na hamd ederek tespih eder. Melekler de O’nun korkusundan tespih ederler. O, yıldırımlar gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlar ise Allah hakkında mücadele ediyorlar. Hâlbuki O, azabı çok şiddetli olandır.
Tanrıya bak hele, Zeus gibi Maşşallah. Dilediğini çarpıyormuş.

Tanrı sözü 4 – Ayette  ifade edilemeyen anlam karışıklığı
Yunus 37: Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.
Ayetteki anlama göre Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değil imiş. Yani bizzat Allah tarafından uydurulmuş. Acaba lisanların efendisi  olması gereken Allah,  bu ayeti “Bu Kur’an bir fani tarafından uydurulmuş bir şey değildir.” Ya da “Bu Kur’an Yaratılmışlar tarafından uydurulmuş bir şey değildir.”  Diye yazmayı akıl edememiş mi? Acemiliğine gelmiştir diyeceğim ama Kur’an’dan önce bir sürü kitap göndermiş, bu da sonuncusu. Son kitabı hazırlamanın yorgunluğundan  herhalde!

Tanrı sözü 5 – Işık hızında iman
Al-i İmran  193: "Rabbimiz, biz: "Rabbinize iman edin" diye imana çağrıda bulunan bir çağırıcıyı işittik, hemen iman ettik. Rabbimiz, bizim günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve bizi de iyilik yapanlarla birlikte öldür."
Bu ayette kesin bir yanlışlık ve saçmalık var. Bu gün birisi yanımıza gelse dese ki “kâinatı yaratan  bir Tanrı var, adı Roman, sizleri imana çağırıyor, ona iman edin” dese hemen iman mı edeceğiz? Bu nasıl bir mantık! Çağrıda bulunan çağrıcıyı işitmişler ve hemen iman etmişler. Muhtemelen bu adamlar koyun akıllıymış ve iman etmeye ya da kendilerine her söylenene hemen inanmaya aşırı derecede meyillilermiş  ve İman’a çağırılan varlığın yani Tanrının adı Allah değil de Vallah olsa yine de iman edeceklermiş. Adının Allah olduğuna inanılan bir İlâh, insana akıl fikir verip de akla fikre böylesine ters bir ayet gönderir mi?

Tanrı sözü 6 – Hortumunu ya da burnunu damgalamak
Kalem 15:  Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, "Öncekilerin masalları!" der.
Kalem 16:  Yakında biz onun burnunu damgalayacağız.
Diğer bir meali ise şöyle:
Kalem 16: Yakında biz onun hortumunu damgalayacağız.
Tefsircilere göre burnunu ya da hortumunu damgalamak mecazi bir anlam imiş ve kişinin cehennemlik yapılacağı ima ediliyormuş. Ben saftirik de evrensel olduğuna inanılan Kur’an’dan, her dildeki insanın rahatça anlayacağı cümleler okumayı bekliyorum.

Tanrı sözü 7 – Kadının kocasıyla barışması günah değilmiş hele şükür!
Nisa 128: Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden yahut yüz çevirmesinden endişe ederse aralarında bir uzlaşmaya varmalarında onlara günah yoktur ve sulh hayırlıdır…
Yani bir kadın, bu ayete göre kocasının kötü muamelesinden endişe ederse kocası ile anlaşıp arasını düzeltmek günah değilmiş. Yok bir de günah olacaktı!

Tanrı sözü 8 – Günaha gel
Nûr 33: Evlenmeye güçleri yetmeyenler de, Allah kendilerini lütfuyla zengin edinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz kölelerden “mükâtebe” yapmak isteyenlere gelince, eğer onlarda bir hayır görürseniz onlarla mükâtebe yapın. Allah’ın size verdiği maldan onlara verin. Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde etmek için iffetli olmak isteyen cariyelerinizi fuhşa zorlamayın. Kim onları buna zorlarsa bilinmelidir ki hiç şüphesiz onların zorlanmasından sonra Allah (onları) çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.
Bu ayette, istemediği halde sahibi tarafından zorla fuhuş yaptırılan kadının fuhuş günahını, Allah’ın affedeceğinden bahsediyor. Allah’ın bu ayetteki affediciliği, sahibi tarafından zorla fuhuş yaptırılan köle kadındır. Yani bu ayette cariyesini zorla fuhuşa sevk eden sahibin yaptığı bu işten dolayı hem bir cezası yok, hem bir günahı yok dolayısıyla affedilecek bir şey yok ama fuhuşa zorlanan zavallı cariye, buna zorlanmış olmasına rağmen günaha girmiş oluyor, Allah da bu cariyenin zorlama fuhuş günahını affediyor. Ne yücesin, ne merhametlisin YA RAB! Buna olsa olsa “üvey Tanrı merhameti” denir.

Tanrı sözü 9 – Elbiseyi yaratan Allah’tır
A'râf 26:  Ey Âdem oğulları! Size mahrem yerlerinizi örtecek giysi, süsleneceğiniz elbise yarattık. Takvâ elbisesi, işte o daha hayırlıdır. Bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki düşünüp öğüt alırlar.
Ben bu ayetin  mantığını çözemedim. Kıyafetler, insanların icat ettiği şeylerdir fakat kıyafet icat edilmemiş olsa bile yani insanoğlu geçmişten günümüze kadar kıyafetsiz ve her daim çıplak olarak yaşayan bir canlı olsa ne olur ki? Ahlâksızlık olabilecek bir durum çıkmaz ortaya çünkü insanların bu duruma gözleri alışır ve normal gelmeye başlar. Nitekim bazı balta girmemiş ormanların içinde yaşayan kabilelerde elbise giyme geleneği yok. O kabile insanları çırılçıplak dolaşıyor ve yaşamlarına bu şekilde devam ediyorlar. Ey İslâm dininin ilâhı olan Allah! Madem insanın çıplaklığının görüntüsünü başkalarına haram kılacaktın, insanı neden çıplak yarattın?  Hadi çıplak yarattın ve farzet kıyafetleri de sen yarattın, yaratmayıp ne yapacaktın? İnsanı çıplak yarat sonra çıplak gezmeyi günahtan sayıp örtünme emrini gönder ve ondan sonra da de ki “size mahrem yerlerinizi örtecek giysi yarattık”. Eeeee?  Çıplağı yaratan sen, kendi yarattığın çıplağı örtmemizi emreden sen, bir de üstüne, “Size örtünmeniz için kıyafet yarattım” diye böbürleniyor musun? Yok artık!

Tanrı sözü 10 – Allah’ın insanlara verdiği nimetlerden bir kaçı
Nahl 81: Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler yaptı ve dağlarda da sizin için barınaklar var etti. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaşta sizi koruyacak zırhlar verdi. Böylece Allah, Müslüman olasınız diye üzerinizde olan nimetini tamamlıyor.
Bu ayette sıcağı yaratan Allah, sıcaktan koruyacak elbiseler verdiğini ve müminler ölmesin diye savaşta koruyacak zırhlar verdiğini söylüyor. Sıcaktan koruyacak elbiseleri hadi insanlar dokuyup dikmedi de Allah verdi olsun lakin savaşta koruyacak zırhlar ne alaka? Bu zırhlar bütün Müslümanları savaşta ölmekten ya da yaralanmaktan korumuş mu ki? Küçük bir çocuğun arkadaşına “Ayakkabımı babam aldı, elbisemi de annem aldı” demesi gibi bu ne kardeşim böyle. Bu ayeti Tanrı göndermiş olamaz.

Tanrı sözü 11 – Şefkat ve lütuf
İsra  66: Sizin Rabbiniz, fazlından aramanız için denizde gemileri sizin için yürütür. Gerçekten O, size karşı merhametli olandır.
Hac  65: Görmedin mi, Allah, yerdekileri ve denizde onun emriyle akıp giden gemileri, sizin yararınıza verdi. Ve izni olmadıkça, göğü yerin üstüne düşmekten alıkoyar. Şüphesiz Allah, insanlara karşı şefkatlidir, çok merhametlidir.
İsra 66’da insan yapımı gemileri suyun üzerinde Allah’ın yürüttüğü, Hac 65’de ise Allah’ın kendi yarattığı göğü, yerin üstüne düşmekten alıkoyduğu belirtiliyor. Yani Rab diyor ki “Ben size bir gök yarattım, eğer istersem o göğü üstünüze düşürürüm ama bunu yapmıyorum, yani şükredin ki sizinle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamıyorum, kendi yarattığım göğü üstünüze düşmekten alıkoyuyorum, kıymetimi bilin ha!”  Gemilerin suda yürütülmesine gelince, 1400 yıllık köklü Kur’an tefsiri ilmi, bu tür ayetlere yönelik çareyi bulmuş ve “Kâinatta var olan bütün kanunlar ve yasalar Allah’ın yasalarıdır ve dolayısıyla Gemiler denizde giderken ortaya çıkan fizik kuralları Allah’ın yarattığı fizik kuralları olduğu için dolayısıyla o geminin denizde ilerlemesi Allah’ın sayesindedir…” gibi bir sonuca varmışlar. Helâl olsun, güzel açıklama. Bir de inandıkları İlâh, yarattığı kullara verdiği nimetleri niye başa kakar onu açıklasalar ya! Soğukta üşüyen evsiz bir fakiri sıcak bir eve yerleştiriyorsun ve diyorsun ki “Benim kıymetimi bil, bana iltifat et, beni an, bana iman et. İsteseydim eğer sana verdiğim bu sıcacık evi başına yıkardım”. Şu an Tanrının sözünü ve tavrını eleştirdiğim için günahkâr olduğumun ve kâfir olduğumun farkındayım.

Tanrı sözü 12 -  Tanrının kul ile didişip hırs yapması
Müddesir 11: Beni, yarattığım kişiyle baş başa bırak.
Müddesir 12-13:  Kendisine geniş bir servet ve gözü önünde duran oğullar verdiğim;
Müddesir 14-15: Önüne nimetleri serdikçe serdiğim, arkasından daha fazla vermemi bekleyen kişiyi!
Müddesir 16:  (Daha fazla vermek mi?) Asla! Çünkü o bizim âyetlerimize karşı inatla direnmektedir.
Müddesir 17:  Ben de onu sarp bir yokuşa süreceğim!
Oh, iyi edersin, Tanrı dediğin böyle konuşur, böyle yapar, bir de hırs yapar. Aferin!

Tanrı sözü 13 – Kur’an korkutmak için indirilmiş
Yasin  70: (Kur'an,) Diri olanları uyarıp korkutmak ve kafirlerin üzerine sözün hak olması için (indirilmiştir).
Dikkat ederseniz diri olanları sadece uyarmak değil, Uyarıp korkutmak için indiriliyor Kur’an. İslâm’ın korkutmaca dini olduğunu, var olduğuna inanılan Allah, açıkça söylemiş.

Tanrı sözü 14 – Kuşu gökyüzünde kim tutar?
Nahl 79:  Gökyüzünde Allah’ın emrine boyun eğerek uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları gökte ancak Allah tutar. Şüphesiz bunda inanan bir toplum için ibretler vardır.
Göklerde süzülen uçakları, helikopterleri, planörleri, yelken kanatları, uçurtmaları kim tutuyor?

Tanrı sözü 15 – Yüce Tanrının hitap adabı
Münafikun 4: Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa  sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!
Allah’ın kitabında, “Allah onları kahretsin” diyen kimdir bilinmez ama kahretmek yerine merhameti sonsuz bir Tanrıya yakışır şekilde “Allah onları doğruya iletsin” veya “İnşallah hak yolunu bulurlar” gibi temenniler, yardım cümleleri yok ne yazık ki! Eğitimde bile işini iyi yapan bir öğretmen, en ümitsiz öğrencisinden bile ümidini kesmez, Tanrı kesiyor ümidi yazık!

Tanrı sözü 16 – Mümin erkeğin kuşuna verilen seçenekler
Nisa 3: Eğer, (velisi olduğunuz) yetim kızlar (ile evlenip onlar) hakkında adaletsizlik etmekten korkarsanız, (onları değil), size helâl olan (başka) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâhlayın. Eğer (o kadınlar arasında da) adaletli davranmayacağınızdan korkarsanız, o taktirde bir tane alın veya sahip olduğunuz (cariyeler) ile yetinin. Bu, adaletten ayrılmamanız için daha uygundur.
O dönemin Arap toplumunda kocaları öldürülüp esir alınan kadınlar, erkekler tarafından cariye yapılıyor. Yani o dönem erkeklerinin  bir sürü cariyesi var ve üstüne üstlük bir de evlenme sıkıntısı var ama seçenek çok. Yetim kızlar ile ilgili bir birinden çok çeşitli  iddia olduğu için ve dolayısıyla bu ayet ile ilgili bir çok farklı tercüme söz konusu olduğundan  işin o kısmına girmek istemiyorum. Genel İslâm inancında bir erkek evlenmek için üçer dörder hanım alabilir fakat adaleti sağlayamayacağını düşünüyorsa bir tane ile evlenir, onu da yapmak istemiyorsa zaten elinin altında cariyeleri var onlarla beraber olur. Vay babasını yav! Şöyle düşünceli Tanrı başka hangi dinde var? Kainatın yaratıcısına bak, ne düşünceli.

Tanrı sözü 17 – Savaşan mümin  erkeğin kuşuna bir seçenek daha
Nisa 24: (Savaş esiri olarak) sahip olduklarınız hariç, evli kadınlar (da size) haram kılındı…
Yani bir kadın savaş sırasında esir düşerse evli bile olsa sahibine helaldir. Bak bu da Müslüman erkeğe kadınsız kalmaması adına bir kıyak daha. Bu Allah’a Müslüman erkekler ne kadar dua etse, ne kadar şükretse azdır. Benim anlamadığım, kadınlar da şükrediyor, onlar da razı demek ki?

Tanrı sözü 18 – Adet görmemiş çocukların boşanması
Talak 4: Kadınlarınız içinden âdetten kesilmiş olanlarla, âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Gebe olanların bekleme süresi ise, yüklerini bırakmaları (doğum yapmaları)dır. Kim Allah´tan korkarsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir.
Bu ayette üç farklı kadının boşanma sürecinden bahsediyor. Birisi hamile, birisi menapoza girmiş ve bir diğeri de henüz adet görmemiş kız çocuğu. Kız çocuğunun biyolojik olarak bir erkekle beraber olması sakıncalıdır fakat koskoca Allah böyle bir ayet gönderdiğine göre vardır bir bildiği. Ha bir de, bu adet görmemişler iddia o ki adet göremeyen hasta kadınlarmış falanmış filanmış. Bizim modernistler adet görmemiş olanlara çeşitli kılıf uydurmaya devam ededursunlar, bazı Arap ülkelerinde gelenek üzere küçük yaştaki kız çocukları ile yapılmakta olan  evlilikler, bu tür ülkelere sonradan getirilen  medeni yasalarla bir bir ortadan kaldırılmaya çalışılıyor.

Tanrı sözü 19 – Ruhların alınması
Zümer 42: Allah, (ölen) insanların ruhlarını öldüklerinde, ölmeyenlerinkini de uykularında alır. Ölümüne hükmettiklerinin ruhlarını tutar, diğerlerini belli bir süreye (ömürlerinin sonuna) kadar bırakır. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.
Gerçekten de ibret verici bir durum, diyeceğim ama ibret almam gereken durumu hakikaten anlayamadım.Ayetin yorumunu yapabilirim, içsel olarak anlayabilirim ama bu ayetten çıkartılacak ibretlik durumu, iyi bilen birisi varsa lütfen yorum kısmına yazsın.

Tanrı sözü 20 – Bir erkeğe karşın iki kadının şahitliği
Bakara 282: …(Bu işleme) şahitliklerine güvendiğiniz iki erkeği; eğer iki erkek olmazsa, bir erkek ve iki kadını şahit tutun. Bu, onlardan biri unutacak olursa, diğerinin ona hatırlatması içindir…
Borç şahitliği için gönderilen bu ayeti uzun uzun yazmadım, kısa bir bölümünü paylaştım  fakat iki erkek şahit bulunamaz ise bir erkek ile iki kadın şahit  tutulması emrediliyor. Matematik alanında bu zamana kadar üniversite sınavlarında ve çeşitli sınavlarda birincilik, ikincilik, üçüncülük almış olan genç kızlarımıza bu ayeti nasıl açıklamak lâzımdır? Hesap kitaba, matematiğe aklı eren ve hafızası yüksek kadınlar da vardır erkekler de, buna karşın hesap kitaba, matematiğe aklı ermeyen ve hafızasında tutamayan kadınlar da vardır erkekler de. Anlaşılan o ki adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kadınları akıl ve zekâ olarak erkeklerden daha zayıf yarattığını zannetmiş. Bu ayet yine Tanrı katından gelen bir ayet. Yine de tefsir ilminde sınır yok. Mesela o dönem Arap kadınlarının gelenek gereği, para işleri ile ilgilenmedikleri için bu tür konulara şahit olmak konusunda yetersiz olduklarını iddia ediyorlar. Yani Hz Hatice gibi Ticaretle uğraşan kadınların olduğu bir dönemden bahsediyor. Velev ki dedikleri gibi olsun ve o dönemin kadınları, para işlerinde ve matematik işlerinde yetersiz kalsın ve biz gelelim bu döneme. Bu döneme geldiğimizde karşımıza medeni yasalar çıkar. Kadın ve erkek bu yasalar karşısında eşittir. Eşit eğitim alır, hak ve hukuk açısından da eşittir. Zeka açısından da eşittir çünkü insanlara eğitim ve matematik verilirken kadın erkek ayırımı yapılmaz fakat eğer bu ayetteki  bir erkeğe karşın iki kadını şahit tutmak isterseniz ülkeyi şeriata teslim etmelisiniz ki, kadınlar ve kız çocukları eve kapatılsın, eğitimden uzak tutulsun ve sadece erkeğin hizmetkârı olsun. Beyinleri uykuya yatırılsın. İşte o zaman bu ayetin hükmünü uygulayacak şartlar ortaya çıkabilir.

Tanrı sözü 21 – Peygamberinin yemek saatini düşünen duyarlı Allah
Ahzab 53: Ey iman edenler! Peygamberin evine size yemek için izin verilmediği vakit asla girmeyin, fakat çağrıldığınızda -erkenden gidip yemeğe hazırlanmasını beklemeksizin- girin, yemeğinizi yiyince hemen dağılın, söze dalıp oturmayın; bu davranışınız peygamberi rahatsız ediyor, size söylemeye çekiniyor, Allah hak olanı açıklamaktan çekinmez…
Her Peygambere böyle koruyucu kollayıcı, yemek saatinden sonraki anlarını bile ayarlayan düşünceli, fikirli firasetli TANRI gelmez. Evreni ve nice evrenleri yarattığı düşünülen Tanrının işine gücüne, derdine bak. Kıyamete kadar hükmü sürecek olan kutsal kitaba, adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yerleştirdiği kelâma bak. Neysem, öğrensin Müslümanlar, belki işlerine yarar.

Tanrı sözü 22 – Allah’ın Peygamberine yaptığı eş torpili
Ahzab 50: Ey peygamber! Mehirlerini verdiğin eşlerini, Allah’ın sana ganimet olarak verip de elinin sahip olduğu kadınları, seninle birlikte hicret eden amca kızlarını, hala kızlarını, dayı kızlarını, teyze kızlarını, kendini peygambere mehirsiz olarak bağışlar da peygamber de onunla evlenmek isterse böyle bir mümin kadını -ki sonuncusu diğer müminlere değil, zatına mahsustur - sana helâl kıldık. Müminlere eşleri ve sahip oldukları kadınları hakkında hangi kuralları geçerli kıldığımızı biliyoruz. Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşrû kıldık. Allah çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.

Bu ayeti de Müslümanların İlâhı olduğuna inanılan Allah göndermiş. “…Zatına mahsustur, sana helâl kıldık… Sana mahsus olanı güçlük çekmeyesin diye meşrû kıldık.” İfadelerine takılan ben deniz de geçmişte bu ayeti okuyup okuyup akıl erdirmeye çalışıyordum. Sorgulama yapmıyordum, aksine bir Tanrı, böyle bir ayeti niye göndermiş olabilir diye mantıklı bir sebep bulmaya, inandığım dini kendi içimde aklamaya  çalışıyordum. Ayetin sonundaki  “Allah çok bağışlayıcı, pek esirgeyicidir.” Cümlesi de bir hayli garip geliyordu, hâlâ da garip. Allah zaten sülalenin bütün kızlarını, üstüne üstlük mehirsiz olarak kendini hibe eden kadınları elçisine helal etmiş, ondan sonra da neyi bağışlıyor, neyi esirgiyor anlayamadım ki! Allah kulağımı gözümü kalbimi mi mühürledi ne!

Tanrı sözü 23 – Kur’an kimin kelâmıdır?
Hâkka  40: Hiç şüphesiz o (Kur´an), çok şerefli bir elçinin sözüdür.
Bu ayette dikkat edilmesi gereken husus şudur: Ayette “Hiç şüphesiz Kur’an, çok şerefli bir elçinin tebliğidir” veya “Hiç şüphesiz Kur’an, çok şerefli bir elçinin bildirdiği bir kitaptır/Allah sözüdür” demiyor  “…çok şerefli bir elçinin sözüdür” diyor.  Tabi tefsircilere göre Allah, burada elçisi ile ilgili meramını ifade edecek kelimeleri doğru seçemediğinden bu ayet açıklanırken “Kur’an’ı indiren Allah’tır, sözle bildiren Peygamberdir” şeklinde yorumlayarak ayetteki garip ifadeyi kurtarmaya çalışıyorlar!  Dünyadaki bütün dil bilgisi, paragraf bilgisi öğretmenlerini, uzmanlarını toplayın ve bu ayeti okuyun, bu ayete göre Kur’an, Allah’ın değil, elçinin yani Peygamberin sözüdür. Şimdi Kur’an Tanrı kelâmı mı yoksa kendini Peygamber ilân edip Allah’tan vahiy geldiğini iddia eden Hz Muhammed’in kelâmı mı?

Tanrı sözü 24 – Aşağılık maymunlar
Bakara 65: Şüphesiz siz, içinizden Cumartesi yasağını çiğneyenleri bilirsiniz. Biz onlara, “Aşağılık maymunlar olun” demiştik.
Dikkat ederseniz bu ayette “Maymunlar olun” ifadesi yok. “Aşağılık maymunlar olun” ifadesi var. Belirli bir kapasitenin altında olan ve özgür düşüncesi, iradesi olmayan bir canlı ne kadar aşağılık olabilir ve bunu söyleyen RAB! Yani  “Aşağılık” olarak tarif ettiği canlıyı bizzat yaratan RAB söylüyor bunları.

Tanrı sözü 25 – Allah ölüleri böyle diriltir
Bakara 73: “Sığırın bir parçası ile öldürülene vurun” dedik. (Denileni yaptılar ve ölü dirildi.) İşte, Allah ölüleri böyle diriltir, düşünesiniz diye mucizelerini de size böyle gösterir.
İşte düşünmek ile ilgili bir ayet. Hadi aklımızı kullanalım, düşünelim ve sığırın bir parçası ile bir ölüye vurunca Allah nasıl diriltir, hatta Allah bir ölüyü diriltmek için kuluna neden böyle abuk subuk bir şey yaptırır ve bu abuk sabuk yöntemi, koskoca kutsal kitabın içine niye yerleştirir? İnceden inceye düşünelim.
Yazan: Kainatta Toz Zerresi

MUHAMMED’İN HOCALARI

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, islamiyet, Selman-ı Farisî, Varaka bin Nevfel, Kur'an'ın Kökeni, Kur'an ayetleri ve şiir, Şiirden Kur'an'a, Nahl 103, Yemameli Rahman, Müseylime, Hilfü'l-Fudûl, Ukâz Panayırı, Muhammed'e öğretenler,

MUHAMMED’İN HOCALARI


Muhammed, henüz kendisini peygamber ilan etmeden, Mekke’nin tahsil görmüş en bilgili insanlarıyla oturup kalkardı. Peygamber olduktan sonra, muhalifler ona karşı, “Hayır, bu bilgileri daha önce kendileriyle irtibat olduğu şahıslardan almıştır, bu işin Allah’la ilgisi yoktur” gibi eleştirilerde bulunmaya başlayınca, Nahl Suresi’nin 103.ayeti ortaya çıkıyor.

Nahl-103: Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: “Kur’ân’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor” diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’ân ise apaçık bir Arapçadır.

Şimdi bu ayetle ilgili olarak çeşitli tefsircilerin yorumlarına bakalım:

1. Ubeydullah bin Müslüm anlatıyor:
“Mekke’de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. Bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, “Hayır, Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah’ı ise işini sağlama almak için kullanıyor” demeye başladılar. Bu yüzden, Nahl Suresi’nin 103.ayeti cevap olarak indi.”

2. Carullah Zamahşeri’nin “Keşşâf Tefsiri”nde ve Muhammed bin Cerir Taberi’nin ünlü Camiu’l Beyan adlı tefsirinde Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle deniyor:

“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen Cebr-i Rumi veya Aiş ya da Yaiş adında bir demirci vardı. Kimileri de adı Yesar-i Rumi idi diyorlar. Ayrıca onun yanında bir kardeşi de vardı, Muhammed sık sık bunlara gidip kendilerinden bilgi alırdı. Muhammed, peygamberlikle görevlendirilince, ona muhalif olanlar, “Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de, adı geçen demirci köleden almış” demeye başladılar. Bunun üzerine Nahl Suresi’nin 103.ayeti indi.

3- İmam Suyuti, Lübabü’n-Nükul adlı eserinde, Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle diyor:
“Mekke’de Bel’am adında birisi vardı. Muhammed, sık sık ona gider, kendisinden bilgi alırdı. Kimileri de, o dönemde Mekke’de Yesar ve Cebr adlarında iki yabancının bulunduğunu, bunların çok kitapları olduğunu ve Muhammed’in genellikle onlara uğrayıp kendilerinden yararlandığını kaydediyorlar. Daha sonra, Muhammed peygamberlikle görevlendirilince, muhalifler, “Hayır, yalan konuşuyor. Bu bilgileri Allah’tan değil; adı geçen kişi veya kişilerden alıyor” demeye başladılar. Bu ağır itham üzerine Nahl Suresi 103.ayeti indi.”

4- Kadı Beydavi, Envarü’t Tenzil adlı tefisirinde şöyle diyor:
“Mekke’de Amr bin Hadremi’nin bir kölesi vardı. Adı Cebr-i Rumi idi. Kimileri, bununla birlikte Yaser adında bir kölenin daha olduğunu söylüyorlar. Kimileri de bu şahsın, Huveytıb’ın kölesi Aiş olduğunu belirtiyorlar. Muhammed, peygamberlik iddiasında bulununca, muhalif gruplar, “Muhammed, Kuran bilgilerini bu kölelerden alıyor, Allah’ı ise toplumu etkilemek için kullanıyor” şeklinde eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bunun üzerine, Nahl Sures’nin 103.ayeti indi.”

5- Nesefi, “Medarikü't Tenzil" adlı tefsirinde şöyle diyor:
“Huveytıb’ın Aiş ya da Yaiş adında bir kölesi vardı. Bazıları da bunun isminin Cebr-i Rum-i olup Amr bin Hademi’nin kölesi olduğunu ileri sürmüşler. Bu köleler, Tevrat ve İncil’i çok iyi bilirlerdi. Muhammed, daima onlara uğrar ve kendilerinden bilgi edinirdi. Peygamberlik davası ortaya çıkınca, inanmayanlar dedikodu yapmaya başladılar ve Kuran’ın dayanağının Allah değil de bu şahıslar olduğunu, Muhammed’in aktardıklarının ise, sadece adı geçen kişilerden öğrendiği bilgiler olduğunu söylemeye başladılar. Bu yüzden ilgili ayet indi.”

6- Fahrettin-i er-Razi, Tefsiri Kebir adlı yapıtında şöyle diyor:
“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen ve bolca da kitapları olan bir köle vardı. Onun adı çok ihtilaflıdır. Kimisi Yeiş, kimisi Addas, kimisi Cebr, kimisi Cebra, kimisi Bel’am diyor. Muhammed, sık sık uğrar, ondan bilgi alırdı. Kuran olayı ortaya çıkınca, inanmayanlar zaman içinde ‘Bu işin arka planında Allah değil de, adı geçen kişiler vardır’ demeye başladılar. Kimileri de, ‘Aslında Kuran’ı, çok açıkgöz olan Hatice Muhammed’e öğretiyor; fakat kendisi kadın olduğu için öne çıkamıyor, bu nedenle Muhammed’i öne çıkarıyor, yani Kuran’ın baş aktörü Hatice’dir’ diyorlardı. İşte, bütün bu itirazlara cevap mahiyetinde adı geçen ayet inmiştir.

7- Bazı kaynaklar da, “Nahl Suresi’nin 103.ayetinde kendisinden söz edilen ve Muhammed’i etkileyen kişinin aslında Selman-ı Farisi olduğunu, ayetin de bu iddiaları reddetmek için indiğini” yazıyorlar.

Acaba, iddia edildiği gibi, Selman-ı Farisi olsun, diğerleri olsun- gerçekten adı geçen şahıslarda Kuran’ı ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi var mıydı ya da Muhammed’e aktardıkları bilgiler Muhammed’in bildikleri, ürettikleriyle birlikte mi Kur’an’ı oluşturmuştu? Yoksa bu görüş muhalefet tarafından ortaya atılan bir iftira mıydı? Selman-ı Farisi hakkında bildiklerimiz şunlar:

Selman-ı Farisî, aslen İranlı idi. Başta Zerdüştlük olmak üzere, bütün dinler konusunda fevkalade kendisini yetiştirmiş bir insandı. Kendisi aynı zamanda, hem çok zengin bir ailenin çocuğuydu, hem de onun ailesi Iran’da Zerdüştlük’te zirveye ulaşmış bir aileydi, din işlerine bakardı. Ticaret için Şam tarafına gelmiş, dinler konusunda araştırma yapmak amacıyla da bir daha memleketine dönmemişti. Yıllarca birçok papazdan İncil hakkında ders almış, daha sonra Irak’a geçmişti. Bu süreç içerisinde en az on Hristiyan ve Yahudi din alimleri yanında kalıp, onlardan ders alarak kendisini “din”ler konusunda son derece iyi yetiştirmişti. Daha sonra Muhammed ile buluşup ilişkilerini derinleştirerek nihayet Islamiyet’e geçmişti.

Öylesine akıllı bir insandı ki, Hicri 5.yılında Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında Medine’de meydana gelen Hendek savaşı’nda ;
“Medine’nin etrafına hendek kazıp savunma yapalım” fikrini ortaya atarak, müslümanların
savaşı kazanmalarını sağlamıştı. Hz.Ali, onun hakkında “Selman tüm ilimlerde uzman bir kişiydi, onun ilmi bitmeyen bir denizdi” demiştir. Selman’ın arkadaşları da kendisi için, “Selman lokman hekim gibiydi” diyorlardı. Ebu Hüreyre, “Selman, hem Kuran’da hem de İncil’de uzman bir insandı” demiş. Selman-ı Farisi, başarılarından dolayı, Medayın’a vali olarak tayin edilmişti. İmam Zehebi, onun hakkında, “Selman’ın kavradığı bilgiler için en az 250 yıllık bir zamana ihtiyaç vardır, halbuki Selman 70-80 yıl yaşamıştır” diyor. Muhammed de onun hakkında, “Selman-ı Farisi, bizim ailenin ferdidir. Selman, eğer ilim Süreyya yıldızında olsa gidip oradan alır” demiştir.

Muhammed’in sık sık Selman’la geceleri uzun saatler bir arada kaldığı ve Selman’ın engin bilgisinden yararlandığı rivayet edilmektedir.

Turan Dursun’un “Din Bu” adlı kitap serisinin dördüncü cildinde, Bel’am, Yaiş, Addas, Yessar, Cebr ve İranlı Selman (Farisi) ve İman adındaki yardımcılarından söz edilir. Bunlardan Bel’am, Yunanlı bir köleydi. Yaiş ve Cebr (Yemenli) de birer köle idiler.

İlhan Arsel’in Şeriat’tan Kıssalar adlı kitabının ön sözünde de Muhammed’in diğer öğreticileri/yardımcıları olarak Bahîra, Varaka ve Abdullah ibn Selâm’ın adları geçer.

Muhammed, katiplerini genellikle Yahudilikten ya da Hristiyanlıktan dönme ya da İbranice ve Süryanice bilen kişilerden seçerdi. Bu dillere vakıf değil iseler, öğrenmelerini isterdi. Örneğin, Hicret’in dördüncü yılında katiplerinden Zeyd bin Sabit’e Yahudi yazısını öğrenmesini söylemiştir.

Söylendiğine göre, en ziyade yararlandığı kimselerin başında, Hristiyanlıktan dönme Selman-ı Farisî ile, Yahudilikten dönme Abdullah İbn-i Selam gelirdi. Siyer’in yazarları İbn-i İshak, İbn Hişâm ve Tabakat yazarı İbn-i Sa’d gibi kaynakların bildirmesine göre, Selman-ı Farisî, Iranlı bir “Mecusî” iken çok genç yaşta Hristiyanlığı kabul ederek Suriye’ye gelmiş, daha sonra Bedevîler tarafından esir alınıp bir Yahudi’ye satılmış ve onun tarafından Medine’ye getirilmiştir. Kölelikten kurtulmak için Muhammed’e başvurup da onun tarafından satın alınmasıyla İslam’a girmiş ve azad olmuştur. Hristiyan ve Yahudi dinlerini en iyi bilen birisi olarak Farisi, Muhammed’e sadece din konusunda değil, yönetim ve savaş konusunda da Muhammed’e yardımcı olmuştur. Hendek Savaşı olarak bilinen savaşta, Muhammede’e hendek kazılmasını öneren kişinin Farisi olduğu söylenir.

Abdullah İbn-i Selam’a gelince, Tevrat’ı en iyi bilen yahudi’lerden birisiydi. Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra Islamiyete girmiştir. Tevrat konusunda, Hz. Muhammed’e en fazla bilgi verenlerden biri olduğu kabul edilir. O kadar ki, Hz. Muhammed onu, muhtemelen bu yardımlarından dolayı, “Cennetlik olan on kişinin onuncusu” olarak tanımlamıştır. (Bkz. Sahih-i Buhari, c.IX, s.81, ve c.X, s.25 vd.)

Muhammed bu kaynaklardan aldığı bilgileri, kendi günlük siyasetine uyduracak şekilde değişikliklere sokmuştur. Ancak, bunu yaparken, “kıssa”ları (masal ve hikayeleri) bir teviye ya da belli bir sıra ve silsile esası gözetmeden Kuran’ın çeşitli surelerine ve bu surelerin ayetlerine dağıtmıştır. Bazılarını da hadis olarak ifade etmiştir.

Bu yolla Tevrat’tan aktarılan bilgilerde zaman zaman hata yapmış, Yahudilerin ve Hristiyanların itirazlarıyla karşılaşmıştır. Örneğin İsa’nın annesi Meryem’le, Musa’nın kızkardeşi Meryem’i karıştırmış, İbrahim’in babasının adını Terah yerine Azer yazmıştır. Buna benzer birçok konuda yaptığı hatalar nedeniyle Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere bölge halklarının büyük çoğunluğu peygamber olduğuna inanmamıştır.

Muhammed’in peygamberliğini ilan etmezden önceki döneminde bir hazırlık safhasından geçtiği bilinmektedir. Bu hazırlık öncesi, çocukluk döneminde daha 12 yaşlarında iken Rahip Bahira ile yaptığı görüşmeden kaynaklanan bir şartlanmayı belirtmekte fayda var. Ardından ekonomik sıkıntılar yaşaması, çobanlık yapmak zorunda kalması, amcasının kızıyla evlenme isteğinin reddedilmesi gibi olaylar onu kamçılamış ve düzene karşı bir pozisyona getirmiştir.Bu dönemde Mekke’de putperestlerden sonra güçlü olarak hanifler bulunmaktaydı.
Hanifler, putlara karşı çıkıyor ve tek Tanrıya ve İbrahim peygambere inanıyorlardı.
Muhammed de haniflerin etkisi altında kalmış ve onlarla birlikte olmuştu.
O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.

Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir. Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi .
Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun İbrahim’in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim’in dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

Hanif kelimesi en eski kullanımı itibariyle Sami dil ailesine giren dillerde görülmekteydi. Ancak Kur’an’da kast edilen mananın dışında bir anlam taşımaktaydı. Kur’an’da müspet bir anlam yüklenen Hanif kelimesi, söz konusu dillerde menfi anlamda kullanılmakta olup, İslam literatüründe cahiliye tanımlamasına hemen hemen denk düşmektedir. Mesela; ahlaksız, dinden dönen, müşrik, kaba ve yalancı vs…anlamları da verilmiştir. Diğer taraftan Hanif kelimesi, ahlaksız, dinsiz; Süryanice de ise murdar anlamlarında kullanılmıştır. Hanif kelimesine yalancı, iki yüzlü ve müşrik manaları da verilmiştir. Hristiyan Süryaniler, “hanif” kelimesini ayrılıkçı Hristiyan mezheplerini nitelemek için de söylemişlerdir. Arapça da ise sapıklıktan doğru yolu bulmak anlamında olan “hanefe” den türediği söylenmektedir. Açıkçası putlardan uzaklaşarak tek İlaha inanan kimse demektir.
(Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997- Sa.99, dipnot 31)

Arapların putperestliği zayıflamaya yüz tutmuş, Hristiyanlık bir birine karşı fırkalara bölünmüş, Yahudilik ise dindeki hakimiyetlerini muhafaza için, Arapları kendi içlerine almayan seçilmiş bir topluluğun dini durumuna gelmiştir. Diğer taraftan Tevhid anlayışı Mecusilikten alınma zıt unsurlar sebebiyle zayıflamaya yüz tutmuştur. Kaynakların ifadesinden de anlaşılacağına göre aynı bölgelerde beraber yaşamış olan Sâbîîlik ve onun istihalesi durumunda olan putperestlik, Haniflikle karşı karşıya gelmiştir.

Araplar çoğunlukla ifrat derecesine varan bir hayat yaşamışlardır. Özellikle yol kesmek, yağma ve çapulculuk, mağlup olan kabilelerin hürriyet hakkı ile beraber kişisel haklarının da galibin eline geçmesi, savaşta yenilen kabile hakkında her türlü haksızlığın serbest olması gibi anlayışlar, ataların geleneği sayılmıştır. Hatta aynı ırktan olan kabileler, sürekli birbirlerini boğazlamaktan geri kalmamışlar ve bundan zevk alır hale gelmişlerdir. Bütün Arap yarımadası cehalet ve anarşi kabusları altında eziliyordu. Şiir, edebiyat ve diğer teşkilatlar bakımından nispeten ileri olan Araplar, iman, fikir ve ahlak bakımından çok geri kalmışlarıdır. Hatta bu şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukâz Panayırında söylenmiştir.

“Ey insanlar!
“Allah’a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış,
Allah katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var.
Onun gelmesi yaklaşan bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü.
Ona ulaşan ve kendisine uyana müjdeler olsun.
Ona muhalefet edene yazıklar olsun.
Geçen çağlara ve hayatlarını gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.”
diyerek tabiri caizse İsa’ya yol açan Yahya rolü üstlenmiştir.. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed’in onu dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Arap Yarımadasına komşu olan devletlerin Hristiyan, Yahudi ve Ateşperest olmaları, yöneticilerin zalimane hareketleri, bu halkların başka bir din aramalarına sebep olmuştur. Hristiyanlar, Yahudiler ve Farisilerin dini görüş, fikir ve inançları beklenen ıslah edici bir peygamberin gelişi için zemin hazırlamıştır. Bundan sonra Arapların o zeminde karşılaşacakları peygamber Muhammed ve din de İslamiyet olacaktır.

Hilfü'l-Fudûl ve Muhammed Üzerindeki Etkileri:Muhammed’in gençlik dönemindeki Kureyş’de düzen çok bozulmuş, başıbozuk bir kaos ortamı oluşmuştu. Haram aylar denilen savaşılması günah kabul edilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında dahi kabileler arasında savaşlar oluyordu. Bu kuralı çiğneyenlerden biri de Muhammed’in amcası Kureyş-Kinane ittifakının komutanı Zübeyir bin Abdülmuttalip idi ve 18-20 yaşlarında iken Muhammed’de bu savaşa katılmıştı. Son 4 Ficar savaşı ile birlikte Mekke’de karışıklık iyice arttı. Haksızlıklar, hırsızlıklar, gasp, despotluk, güçsüz olanların ezilmesi, hukuksuzluk had safhaya varmıştı.
Öyle ki Mekke’ye hacca veye ticarete gelenler dahi soyuluyor, taciz ve tecavüze uğruyordu.

Bunların hakkı, hukuku gözetilmiyordu. Son olarak Yemen’li bir tacirin mallarının parası ödenmeyince, tacir Hilful Ahlaf denilen oluşuma müracaat etti ama yardım alamadı. Bunun üzerine feryat edip Mekke’de mağduriyetini dile getiren şiir okuyarak sesini duyurmaya çalıştı.

Bu durumdan etkilenenler Mekke’li zenginlerden Abdullah b. Cudan’ın evinde biraraya gelerek toplandılar ve Hilful-Fudul adlı sivil örgütü kurdular. Bu oluşumun içinde yer alanlar arasında Ebu Bekir ve Muhammed de vardı.

Hilfü'l-Fudûl adıyla anılmasının nedeniyse; Araplar arasında bu isimle anılan bir çok antlaşmanın daha önce yapılmasıydı. bunlardan en meşhuru; Curhum kabilesinin Kureyş’ten önce böyle bir antlaşma ve dayanışma yapmasıydı. Bunlar; Fadıl b. Fudale, Fadıl b. Vedea ve Fadıl b. Haris isimli Curhum kabilesinin ileri gelen kişileridir. Bu kişilerin isimleri Fadıl olduğundan bu harekete de Fadılların ittifakı anlamında Hilfü'l-Fudûl adı verilmiştir.

Toplantıda ettikleri yemin ise şöyleydi:

“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa’d, Tabakat, I, 129)

Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vail’e giderek Yemenli’nin malını ondan almak ve Yemenli’ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has’am kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac’ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, Hilfu’l Fudul’a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.

Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, parasını ödemedi. Muhammed’le birlikte Ebu Cehil’e gidildi ve hiç bir itiraz olmadan parası alındı.

Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tacir Hilfu’l-Fudûl’a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi.

Bu sivil insiyatifin olumlu girişimleri Mekkeliler arasında takdirle karşılandı, örgüt mensuplarına karşı güven ve saygı oluşturdu.

Bu örgütün, Muhammed’in kişiliğinin oluşturmasında, çevresiyle ilişkilerinin geliştirmesinde, itibar oluşturmasında etkisi büyük olmuştur.

Peygamberliği ilan ettikten sonraki dönemde dahi Hilful Fudul’dan övgüyle söz etmiş ve “Yine çağrılsam gider katılırım.” demiştir. (Müsned, I, 190, 317)

Hatice ve Varaka

Hatice binti Huveylid b. Abdul Uzza’nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Milâdi 555. yılında olabileceği söylenmektedir.

O, Arapların Kureyş kavminin Hâşimiler boyundan olup babası Huveylid, annesi Fâtıma’dır.

Muhammed ile evlenmeden önce üç evlilik yapmıştır. Hatice ilk önce Varaka ibn-i Nevfel’e nişanlanmış ancak nikah yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale olan İbn-i Nebbaş ile nikahlanır. Ebu Hale’nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. Atik’in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. O’nunda ölümü üzerine dul kalır. Bu evliliklerinden aşağıdaki çocukları doğmuştu:

1. Ebu Hale’den Hind isimli oğlan çocuğu.
2. Atik’den yine Hind isimli kız çocuğu
3. Sayfi’den Muhammed isimli oğlan çocuğu.

Hatice’nin iki çocuğunun isminin de Hind olmasına binaen künyeside Ümm-i Hind olmuştur.

Hatice çok zengindi ve ticaretle uğraşmaktaydı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam’a ticaret kervanları düzenlerdi. Muhammed’le tanıştı ve ondan hoşlandı, ona ticaret ortaklığı önerdi ve onun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam’a gönderdi. Aynı zamanda hizmetkârı Meysere’yi de onunla beraber gönderdi. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti.

Hatice, Muhammed hakkında Meysere’yi de dinleyince, ona olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. Ona anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Muhammed ‘e evlenme teklifinde bulundu.

Hatice, Hz.Muhammed ile 4.evliliğini yaptığında 40 yaşlarında, Muhammed ise 25 yaşlarında idi.

Evliliklerinden 4 oğlu oldu; Kasım, Tayyip, Tahir, Abdullah dördu de vefat ettiler. 4 de kızı oldu; Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeyneb, Fatima. 40 yaştan sonra 8 çocuk. :shock:

(Bazı kaynaklara göre Tayyip ve Tahir, Abdullah adlı oğlunun lakabları olarak belirtilir.)

Hatice, Hz.Muhammed’i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Aynı zamanda Nasturi rahibi olan Varaka Mekkenin de rahibi ve vaiziydi. Tevrat ile İncil’ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.

Varaka Bin Nevfel Muhammed’i sevdi. Onun dini konulara olan ilgisi hoşuna gitmiş ve yakınlık duymuştu. Bilgili olduğu için Hz.Muhammed’de ona saygı ve ilgi gösteriyordu. Varaka’yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat’ı baştan başa okudu. Adem’den İsmail’e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa’nın dinini nasıl kurduğunu, İsa’nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye’yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.

Türk tarihçisi Enver Behnan Şapolyo’ya göre, Muhammed 15 sene boyunca Varaka bin Nevfel tarafından eğitilmiş ve Tevrat ve İncil’de yer alan bilgiler ona öğretilmiş ve yetiştirilmiştir.
(Kaynak: İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404)

Yemen’li Rahman - Müseylimetül Kezzab

Muhammed zamanında Yemen’de çok önemli bir kabile reisi vardir ve peygamberliğe soyunmuştur. Adı Yemame Rahman’idir.

Bu Yemame Rahman’i oldukça kültürlü, zeki ve saygın bir kişidir. Araplar arasında oldukça nüfuzludur. Muhammed’in bu kişiyle diyalogları olmuş, ona büyük saygı duymuştur. Hatta onunla ilişkisi öyle bir dereceye gelmişti ki, Mekkeli inanmayanlar,

“Bize ulaşan bilgiye göre,Yemame’deki şu adam, Rahman denen kişi öğretiyor sana Müslumanlığı. Kuşkun olmasın ve yemin ederiz ki, biz hiçbir zaman Rahman’a inanmayız.” demişlerdir. (Siratu Ibn Ishak,Muhammed Hamidullah 180/254)

Rahman insanlar arasında kullanılan bir isimdi. Ve ilginçtir ki, Arab dilindeki birçok kelime Sanskritçe'dir, çok tanrılı Hint bölgesi diline aittir.
Mekkeli Araplar, Muhammed’in İslam kelimesini bile Bu Rahman denen kişiden aldığını iddia ediyorlardı.

Bu Yemameli Rahman, peygamberlik savında bulunduğu zamanlar bir diğer adı da “Müslim” di. Yani, İslam oluşturulmadan önce adamın bir adı da Muslim! Tabii, daha sonra peygamberlik savında Muhammed başarılı olunca, Müslümanlar alay etmek için “Müseylime” ve “çok yalancı” anlamında “Kezzab” ismini de eklerler. Daha sonra da İslamın tarihi derlenirken, bu Rahman ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu imha edilmiştir, ilerde sorun çıkmasın diye. Yine de elde kalabilen bu kadar bilgi bile durumu gayet iyi açıklayabilmektedir.

Yemen, o zamanlarda Mısır dahil orta doğu ve Hindistan’a kadar ki uygarlıklar için önemli ticaret noktalarından biriydi. Aynı zamanda din olarak da Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın temeli olan Sabiilik vardı. Bunun yanında Musevilik ve Hristiyanlık da sonradan yerleşmişti, tıpkı Medine’de Yahudiliğin yerleşmiş olması gibi. Yemen bu yüzden ticari olduğu gibi bir dinsel merkezdi de aynı zamanda.

Rahman denen kişi Yemen’in Ezd kabilesinden, bilgelik ve nüfuzuyla saygı gören bir başkandı.

Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce, karısı Hatice tarafından ticari amaçlı olarak Yemen’e de gönderilmişti. Yemen’de o zamanlar çok önemli olan Hubase fuarına katılmıştı. Zaten Rahman’la da burada tanışmıştı. (Kaynak: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1/61)

Muhammed’in içinden çıktığı Evs ve Hazrec kabileleri de, o zaman ki Arap kabileler topluluğundan bir çoğunu içine alan Ve Rahman isimli kişinin de içinden çıktığı Ezd kabilesinden ayrılmaydı.
Yani kısacası, Muhammed ve Rahman uzak ta olsalar sonuçta akrabaydılar.
Yemen kökenli bu Ezd kabilesi Muhammed için çok önemliydi. Buna örnek olarak çok sağlam iki hadis aktaralım:

“Emanet Ezd’dedir.”
[Tirmizi,Sunen, no: 3936]

“Ezd kabilesinden olanlar, allah’ın yeryüzündeki arslanlarıdırlar.İnsanlar onları alçaltmak isterlerken, Allah onları yükseltir. öyle bir zaman gelecektir ki, kişi hep ‘keşke babam bir Ezd’li olsaydı, keşke anam bir Ezd’li olsaydı’diyecek” (Tirmizi,no:3937)

İşte bu yüzden, bu Yemen ve Ezd kabilesi sevgisinden Muhammed, “iman Yemenli'dir, hikmet de Yemen’lidir” demiştir. Sadece sevgisinden değil tabii, Yemen’in o zamanlar bir dinsel merkez olması, bütün dinlerin kaynağı olan Sabiiliğin orada merkezi din olmasıdır. Muhammed’e göre iman dolayısıyla dini oluşturan her şey, ibadetlere kadar Yemenlidir, Sabiilik kökenlidir. Bu nedenle Rahman hiç de önemsiz bir insan değildir Muhammed için.

Nitekim, peygamberliği Muhammed’e kaptırmak istemeyecek, kendisi de peygamberliğini ilan edecek, başarılı olamayınca 148 yaşında olmasına rağmen Muhammed’e peygamberlikte ortaklık dahi teklif edecektir.

Evet, bazı bilgiler gerçekten şaşırtıyor insanı. Ama olmayacak birşey de değil.
Üstelik bazı kaynaklara göre, Muhammed’den 20 yıl önce peygamberliğini ilan etmiş.
Hicret’in 10. yılında Muhammed’e şu satırlarla ortaklık teklif ettiği rivayet edilir;

“Tanrı elçisi Müseylime’den,Tanrı elçisi Muhammed’e mektuptur. Sana esenlikler dilerim.
Ben Peygamberlikte sana ortak edildim.Yeryüzünün yarısı bize,yarısı Kureyşlilere aittir,fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler.”

Peygamber’in,Yemame halkına öğretmen olarak gönderdiği Reccal bin Unfuva, Müseylime ile çok iyi arkadaş olmuştu. Ve Tanrı’nın Müseylimeyi, Muhammed’e ortak ettiğine tanıklık ediyordu. Margoliuth’a göre ise Muhammed peygamberlikte Yemenli Rahman’ı taklit etmişti.

Rahman’dan Örnek Ayetler:

“Allah yüklü deveye in’am etti. Ondan, Sifak (alt deri) ile hasa (barsak) arasından koşan bir yavru çıkardı.”

“Salih insanlar gecelerini uyumadan, ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutların ve yağmurların kuvvetli tanrısı için oruç tutarlar.”

“Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, O dirilme zamanı geldiğinde, acayip bir biçimde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir. İnsanlar bu yüzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar.”

“Renkleri kara olduğu halde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine and içerim ki.”

“Ektiğiniz yerleri koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız.”

(Bahriye Üçok’un “İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” kitabından)

Yemameli Rahman Müslim’den birkaç ayet daha:

Tohum ekerek,
Ekin yetiştirenlere,
Ekinleri biçenlere,
Buğdayları savuranlara,
Sonra öğütenlere,
Onlardan ekmek yapanlara,
Bu ekmekleri ufak ufak doğrayarak,
Et suyunda ıslatanlara,
Ve bunların üzerine,
Sade yağ dökerek yiyenlere,
Şerefine and içerek temin ederim ki;
Siz hayvan besleyerek, çadırda yaşayanlardan,
Daha meziyetlisiniz.
Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi.
Karanlıkları basan gece,
Siyah Kurt,
Ve yaşına basan,
Çatal tırnaklı hayvan adına ant olsun ki;
Üsseyid’lerin,
Harem’in hürmetini çiğnememiş
Olduklarını teyit ederim.
[Taberi, a. g. e., tür. ter., III. S. 143; Arap., III., S. 243.]

Aşağıdakiler de Kur’an’dan:

Naziat suresi 1-6. ayetler:
1. Ant olsun, o daldırıp çıkaranlara,
2. usulcacık çekenlere,
3. yüzüp yüzüp gidenlere.
4. yarışıp geçenlere,
5. ve bir iş çevirenlere ki,
6. o gün sarsıntı sarsacak.

HER ŞEYİ BİLEN TANRI SORUNU

Yazan: Antik
ANT, din, islamiyet, Her şeyi bilen Allah sorunu, Tasavvuf, Allah zamandan münezzeh mi?, Her şey Allah'tan mı gelir?, Allah'ın yoktan var etmesi, Panenteist Müslüman, Allah inancı,

HER ŞEYİ BİLEN TANRI SORUNU

"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz" (Yûnus 10/61)

Yeryüzünde var olmuş her inanç bir veya birkaç Tanrısal varlığı, bunların insanüstü özellikleri ve yaratıcı sıfatları ile betimlemiştir. İnançlar da zaman içerisinde değişir ve evrilir. Bu evrim özellikle insan toplumlarının kültürel ve teknolojik gelişimleri ile paraleldir. Örneğin tarımı keşfeden toplumlarda avcı-toplayıcılıktan gelen animistik tanrı betimlemelerinin yerini toprağa ve tarımı doğrudan etkileyen hava olaylarına dayalı tanrısal figürler almıştır. Bunun yanında inançlar ve bu inançların Tanrı betimlemeleri toplumların yaşadıkları coğrafya ile de doğrudan ilintilidir. Mısır'da Nil nehri pek çok Tanrı'ya esin kaynağı olurken, İskandinavya ve Pasifik gibi daha çok denize bağımlı bölgelerde deniz ve okyanus kültleri, Orta Asya'da adı üstünde Tanrı Dağları, Japonya'da Fuji, Yunanistan'da Olimpos Sibirya'da uçsuz bucaksız taygalar ve daha pek çok coğrafi öge ve bulunulan coğrafyada sıklıkla rastlanan, insan hayatına doğrudan etki eden inek, kurt, kedi, fil, aslan gibi hayvanlar insanın hayal gücüyle tanrısallaştırılmışlardır.  Yeryüzünde bu şekilde insan hayal gücü ile yaratılan yüz binlerce tanrı veya tanrısal varlık vardır.

Bunların hepsi içinde semavi yani İbrahimi dinlerdeki Tanrı anlayışı "mutlak " olmalarıyla diğerlerinden ayrışır. Pagan dinlerde Tanrıların üstünlükleri yanında zaafları da vardır, semavi dinlerdeki Tanrı tasavvurları ise zaaflardan önemli ölçüde uzak olacak şekilde tarif edildiler. Bunun pek çok sosyo-psikolijik ve sosyo-kültürel sebepleri vardır. Bu konuya başka bir yazıda değinebiliriz. Dediğimiz gibi inançlar da canlılar gibi evrilir. Yahudilerin Sümer, Mısır ve Kenan kültleri üzerine yükselttikleri ve aslında bu inançlardan evrilen Musevilik, Tanrı'yı ilk kez tekleştirirken, bu tekillik beraberinde onun mutlaklığını da getirdi. Fakat yine de mutlak güç olan Musevi tanrısı bile zaaflardan yeterince arındırılamadı. Eski ahitte Tanrı'nın yeryüzüne ajan melekler göndermesi gibi her şeyi bilmek için yardım alma gibi zaafları hala vardı. Bunun için Tanrı inancının insan ile birlikte daha fazla evrimleşmesi ve güçlenmesi gerekti. Museviliğin doğrudan halefi olan Hristiyanlık özünü Musevilikten alsa da farklı coğrafyalara yayıldıkça o bölgelerdeki farklı pagan inançları kendi içinde eritti ve bu ögeler ile birlikte günümüze ulaştı. Günümüzde Hristiyanlık içerisindeki pek çok inanışın Helen, Mısır ve Cermen pagan inanışlarından geldiklerini görüyoruz. Bu kökler Hristiyanlıktaki betimlemelerde Tanrı'nın mutlaklığına istemeden veya isteyerek şu veya bu şekilde zaaflar bulaştırmıştır. Teslis inancı bunun en bariz örneğidir ve aslında doğrudan doğruya Mısır kökenli bir pagan inanışına dayanır. Bu iki dinin "mutlak güce haiz Tanrı" düşüncesi ile var olan çelişkilerini sayfalarca anlatabiliriz. Fakat bu yazıda biz İslam'da bahsedilen Tanrı'ya yani el-Kuddüs (her türlü zaaftan uzak olan), el-Melik(her şeyin sahibi) el-Cebbar(her şeyi yapmaya muktedir olan) el-Hâlık ve el-Mübdî (her şeyi yoktan, örneksiz ve maddesiz olarak yaratan) el-Evvel ve el-Ahir (başlangıcı ve sonu olmayan) el-Vali (her şeyi tek başına idare eden)  el-Semî ve el-Basîr (her şeyi gören ve işiten) ve aslında hepsinden önemlisi el-Alîm (her şeyi bilen) el-Vahid(tek olan) ve tartışmasız mutlak olan Allah'a değineceğiz.

Kur'an'da Allah'ın ilmine tezat oluşturan bir takım ayetler var olsa da konumuz şimdilik bu tezatlar değil. Biz bu mutlak ilmin ve gücün doğruluğu ön kabulüyle hareket edeceğiz ve aslında beşeri tüm ilimlerin anası ve atası olan mantık ve felsefe ile konuya yaklaşmayı deneyeceğiz. 
Şimdi gelin birlikte 1400 yıl önce Muhammed'in tahayyül ettiği gibi bir Tanrı düşünelim.  Bunu yapmak için öncelikle iki olguyu açmamız gerekiyor. Bunlardan ilki el-Alim isminin karşılığı olan "Her şeyi bilmek" olacak. Bu Tanrı öyle bir varlık ki devasa galaksilerden atom altı parçacıklara ve sicimlere varana dek hiçbir zerre onun mutlak ilminden kaçamaz. Öyle ki zaman dahi onun ilmine tabîdir. Bahsedilen bu ilim tartışmasızdır. Hiçbir zaafı yoktur ve olması düşünülemez. Bu ilahi ilimde en ufak bir eksiklik iddia eden İslam dairesinden derhal çıkar ve mürted olur.

İkinci olgumuz ise el-Hâlik ve el-Mübdî isimlerinin karşılığı "Yoktan, örneksiz ve maddesiz var etmek". Bu Tanrı gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilemediğimiz her şeyi ve hatta zamanı dahi yoktan var ediyor. Burada üzerinde durmamız gereken "YOKLUK" kavramıdır. Yani var olan her ne ise var edildiği andan önce YOKtu, bir hiçti ve hiçlikten var edildi. Yokluk durumundan varlık durumuna geçen her nesne tartışmasız "YENİ"dir, bir şey eğer daha önce "YOK" ise ortaya bir "YENİ" çıkmıştır.

Şimdi elimizde iki olgu; "her şeyi bilmek" ve "yoktan var etmek" ile iki kavramı karşılayan iki kelime var; YOK ve YENİ...

O halde şu soruyu sormak durumundayız; YENİ olan bir şey, var olmadan önce, yani YOK iken bilinebilir mi? veya şöyle soralım; daha öncesinde bilinen bir şey YOK olabilir mi?

"Ey iman edenler, burada şüphesiz düşünebilenler için çok derin bir paradoks vardır."

el-Alim olan Allah aynı zamanda el-Hâlik olamaz. Bu ikisinden birinden vazgeçmesi gerekir. Neden mi? Beşerin Mantık ilmi ile açıklayalım; Her şeyi bilen bir varlık için YENİ diye bir şey söz konusu bile değildir. Eğer bir şey Allah için YENİ olabilirse o zaman onu bilmiyor demektir. Yoktan var olan her şey ise mutlak suretle YENİ'dir. Eğer Allah YOK'tan yarattığını iddia ettiği şeyi öncesinde bilmiyor idiyse el-Alim yani her şeyi bilen değildir. Eğer onu zaten biliyor idiyse o şey onun için yaratılmadan önce de YOK değil en azından bir şekilde VARdır. O şey Allah için VAR idiyse bu kez de yoktan var edilmiş olamaz.

Şimdi bu önermeleri daha anlaşılır olması için alt alta yazalım;
  • ALLAH HER ŞEYİ BİLEN EL-ALİMDİR.
  • ALLAH HER ŞEYİ YOKTAN VAR EDEN EL-HALİKTİR.
  • YOKTAN VAR OLAN HER ŞEY YENİDİR.
  • HER ŞEYİ BİLEN İÇİN YENİ YOKTUR.
  • ALLAH HER ŞEY BİLEN İSE YOKTAN VAR EDEMEZ.
  • ALLAH YOKTAN VAR EDEN İSE HER ŞEYİ BİLEMEZ.

Bu konuyu tartıştığım Müslümanlar ortadaki paradoks için çeşitli cevaplar veriyorlar; bunlardan klişe olanları bir kenara bırakarak iki tanesini tartışalım.

Birinci cevap şöyle:

"Allah için elbette yeni yoktur, çünkü yeni kavramı zamana tabidir. Varlık ve yokluk da zamana tabidir. Ve Allah zamandan münezzehtir." 

Karşımıza yeni bir olgu çıktı "Zamandan münezzeh olmak". Yani zamana bağlı, bağımlı ve ona ait olmama durumu.

Evet, biz faniler için varlık ve yokluk ile yeni kavramları elbette zamana tabidir. Bu doğrudur. Zaman evrendeki boyutlardan biridir ve onsuz maddeyi kavramamız mümkün değildir. Bu da doğrudur. Fakat iddia ettikleri Tanrı bunu yapabiliyor. Onun için bir şekilde zamansızlık söz konusu. Gelin bunun da doğru olduğunu kabul edelim. Fakat bu durum aslında yukarıdaki paradoksu ortadan kaldırmıyor. Aksine daha da derinleştiriyor. Çünkü Müslümanlar yine ne olduğunu gerçekten anlamadıkları ve hakkında hiç düşünmedikleri bir şeye inanıyorlar. Muhammed'in Kur'an'da dediği gibi "Ne de az düşünüyorsunuz" (Hakka, 42).

Allah'ın zamandan münezzeh olduğunu iddia etmek İslam'ın kader ve kaza inançlarına doğrudan tezat oluşturuyor ve aslında İslam'dan çıkan pek çok kişinin temel dayanak noktası bu zamansızlık teorisidir. Zamana ait olmama durumunu iddia etmek aslında o kadar mühimdir ki İslam'ı temelinden çökertmektedir.

Bunu anlayabilmek için önce Zaman kavramını ele alalım; İnsanlar yüzlerce yıl zamanın doğrusal olarak düşündü ve ele aldı. Bu doğrusal zaman tanımını yapanlardan biri de modern fiziğin kurucularından Newton'du. Doğrusal zaman tanımına göre Zaman; birbiri ardına gelen anların birleşimidir. Yani bulunduğumuz noktada ardımızda bıraktığımız anlar ve önümüzde duran her şey zamanı oluşturur. Newton ile birlikte insanlar zamanın değişmez ve etki edilemez olduğunu düşünüyorlardı. Fakat Einstein zamanın da bir boyut olduğunu ve harekete bağlı olarak değiştiğini yani göreceli olduğunu ispatladı. Einstein'a göre hareket arttıkça zaman da onunla ters orantılı olarak yavaşlamaktaydı.

Zamanın olmayışını iddia etmek aslında hareketin de olmadığı durağan bir tekillik durumunu iddia etmektir. Böyle bir durumda bizim tüm yaşayışımız, yaptığımız ve yapacağımız tüm eylemler aslında mutlak durağan bir tekillik içindedir. Yani şu demek; Kâlu Belâ'da Allah hepimize "Elestu bi'rabbikum?" Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda bizler "Belâ" "evet bizim rabbimizsin" dediğimiz o an ile bunu dediğini inkar eden bir kafirin bu yazıyı yazdığı an ve reddinden dolayı cehennemde sonsuz azap göreceği gelecekteki anların hepsi Allah nezdinde birdir, durağan ve tekildir. Çünkü bu anlar sadece zamana tabi olan biz faniler için bir anlam ifade etmektedir. Hepsi devam eden bir hareketin ürünüdür. Peki iddia edilen bu mutlak tekillik durumunda bizim gidişata yani harekete en ufak bir etkimiz söz konusu olabilir mi? Tabi ki olamaz. Olabileceğini iddia etmek mutlak tekilliği yerle bir etmek ve Allah'ı zamana tabi kılmaktır. Biz bulunduğumuz anda herhangi bir şeyi değiştirebilecek konumda isek bu Allah için yeni bir şey olurdu, dolayısıyla Allah için de zamana aidiyet söz konusu olurdu ve yani yukarıdaki paradoksa dönerdik. Öyleyse bu durumda imtihan manasızdır. Çünkü zaten tekillik içinde bitmiştir. Zil çalmış ve kağıtlar verilmiştir. Yani ayette de belirtildiği gibi insanlar ve cinlerden çoğu doğrudan cehennem için yaratılmıştır. (A'raf, 179). Ne diyebiliriz. Sadak Allah'ül Azim (Yüce Allah doğru söyledi). Peki biz cehennem için yaratılanların cennet için yaratılanlardan eksiği neydi? Bu eksikliği bize kim verdi? Eğer Allah varsa ve dediğiniz gibi adilse biz bu soruyu Mahşer günü ona sormak istiyoruz. Hoş, anlamadan iddia ettiğiniz bu önermeye göre o soruyu sorduğumuz ve henüz bilmediğimiz bir cevabı aldığımız "o an" da zamanın olmadığı mutlak ve durağan tekillik içinde zaten yaşandı ve bitti.

Gelelim verilen ikinci cevaba:

"Allah'ın yoktan var ettiği şey onun zatında aslında vardır çünkü her şey Allah'tan gelir." 

Bu aslında; varlığın kaynağı olan Allah her şeyi kendi zatından var etti demektir. Bunu diyen Müslüman Panenteist olduğunun farkında değil. Genelde bu inanış Sufizm temellidir. Hallac-i Mansur'un Ene'l Hakk düşüncesi yani. Gerçi onu da katletmiştiniz ya neyse.

Gelelim cevabın manasızlığına; Allah bildiğimiz manada maddeyi zatından var ediyorsa yoktan var etmiş olmaz. Zatını dönüştürmüş olur. Dolayısıyla var edilenin bildiğimiz manada maddesiz ve örneksiz olduğunu kabul edebilirsiniz lakin yoktan var olduğunu kabul etmek Allah'ın zatını inkar olur ve kendinizi çürütmüş olursunuz. Panenteizm inancı tartışılabilir. Fakat maalesef aynı anda hem Panenteist hem de Müslüman olamazsınız. Bu açıkça İslam'ı ve Allah'ın sıfatlarından bir kaçını inkar olur.

Sonuç olarak ilk insanın inanışlarından evrilerek İslam'daki Allah'a dönüşen Tanrı'nın yaratım sürecinde, insanoğlu her şeyi bilen Tanrı'yı betimleyerek farkında olmadan adeta çuvallamıştır. Yüzyıllar sonra bizler bu evrimi devam ettirerek en sonunda faydasız olan Tanrı inançlarının hepsini doğal seleksiyon içerisinde ortadan kaldırıyoruz. Her şeyi bilen bir varlık asla ve asla yoktan var edemez. Yoktan var eden biri ise her şeyi bilemez.