Kehf süresi 66-81 Ayetlerine göre Musa ile Hızır bilge bir yolculuğa çıkar
yolculuk sırasında Hızır bir çocuğun ileride hayırsız olacağını düşündüğü için
yaşam hakkını elinden alır bu olay kuranda ibret bir hikaye olarak anlatılır;
65-“Nihayet kullarımızdan bir kul buldular.” Cumhura, yani ekser âlimlere göre bahsi geçen zât Hz. Hızır'dır.
66-“Musa ona:“Doğru yola sevk edici olarak sana öğretilenden bana da öğretmen
için sana tabi olabilir miyim?” dedi.” 67-“Dedi ki: “Doğrusu sen benimle
asla sabredemezsin.” 68-“İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl
sabredeceksin?” 69-“(Musa) dedi: İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve
senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim.” 70-“(Hızır)dedi ki: O halde bana
tabi olacaksan; ben sana anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru
sorma!” 71- “Böylece yola koyuldular.”
74-“Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında(Hızır) onu hemen öldürdü.”
Ayette geçen (ف fe), çocuğu görür görmez hiç beklemeden, sorgulamadan
öldürdüğüne delâlet eder. “(Musa) dedi: Kısas olmadan masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu sen çok
fena bir şey yaptın.” Çocuk küçüktü, henüz ergenlik çağına ermemişti.
Bir süre yol kat ettikten sonra Hızır Musa'ya çocuğu neden öldürdüğünü açıklar
;
80- “Çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi.” “Onları bir
tuğyan ve küfre sürüklemesinden korktuk.”
Çocuğun anne-babasına tuğyan ve küfrü; -Onların hukukunu
çiğnemesi, -Aynı evde iki mü’min ve azgın bir kafir olması, -Anne-babanın
çocuğun etkisi altında kalarak dinden dönmeleri
Hz. Hızır'ın böyle
durumlar olabilmesinden korktuğunu söylemesi, Allah'ın bildirmesine bağlı
bir durumdur. Ayetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden
değil, ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere
gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki
görülmüyor mu? Yani Hızır'a çocuğu öldürmesini Allah emretmiştir. Yani burada
sözde özgürlüğün ve barış dininin tanrısı Allah diyor ki: bu çocuk büyüyünce
anne ve babasını yoldan çıkaracak, onları kafir yapacak bu yüzden bu çocuğu
öldür. Peki Hz. Musa yaşanan olaya neden itiraz etmemiştir? Aslında bunun için
2 yorum mevcut. İlki direkt yazılan yazıyı red eden biçimde. Onun çocuk
olmadığını suçlu bir ergin olduğunu söyler. Oysa ki Kuranın bütün
tefsirlerinde bu olay ergenliğe girmemiş bir çocuk üzerinden gerçekleşmiştir.
Yani bu düşünce hem ayeti hem de Kur'an'ı red eden bir düşüncedir. İkinci
düşünce ise bu isteğin Allah tarafından geldiği için itiraz etmediği
yönünedir. Bu şekilde yorumlarsak bile kuranda geçen sözde ahlak, evrensel
şeriat ve adetlerine ters düşmektedir. Aslında kuran kendi içerisinde kendini
çökertebilen bir kitaptır. Madem çocuğu öldürecekti sözde sonsuz güçte olan
Allah bu çocuğun ne olacağını bildiği halde neden yarattı, kötü biri olacağını
biliyordu. Neden onu iyiye yönlendirmeye çalışmadı? Hadi buna karışmıyor
diyelim - aslında karışılan çok fazla kişi ve olay vardır - hani İslam dininde
zorlama ve baskı yoktu? Hani diğer dinlere ve inanlara saygı ve sevgi vardı?
81-“İstedik ki onların Rabbi onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı ve
daha çok merhamet eden birini versin.” Denildi ki: Onların bir kız çocuğu
oldu, bu çocukla bir peygamber evlendi. Bunların çocuğu da bir
peygamber oldu, Allah bununla bir millete yol gösterdi.
Eğer
Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse,
onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? “ (Yunus Suresi,
99)
Madem insanları istediği gibi iman ettirebiliyorsa çocuğu iman
ettirmek yerine neden öldürüp yerine daha hayırlı bir çocuk doğurttu?
Görüldüğü
gibi bu ayetler Allah'ın kötü bir tanrı olduğunu, kandan ve ölümden
beslendiğini ve sonsuz güçte bir tanrı olmadığını kanıtlar. Kuranda bu ve
bunun gibi birçok ayet vardır.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma
altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya
çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek
kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar
doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!
Öncelikle bahsetmemiz gereken
konu başlıklarını bir sıralayalım: 1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı
zaman ve vahiy süreci 2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği 3.
Kuran’ın derlenişi
1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci
40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar
Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı
bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.
Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık
rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.
Hz.
Aişe’nin bir rivayeti de şöyle: "Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru
rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen
çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa
çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde
ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp
mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman
için azık tedarik ederdi."
Gelen İlk Vahiy
Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan
ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde
yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine
bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini
görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.
Kendisine geldiğinde
karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve
sonrası şu şekildedir:
"Oku" Dedi. Muhammed: -"Ben okuma
bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya
kadar sıktı.
-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine: -"Ben okuma
bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i
sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.
"Yaratan
Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku,
kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem
sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).
Meleğin arkasından Muhammed de bu
âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken
gök yüzünden bir sesin:
"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben
de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku
içinde evine vardı.
Eşi Hatice'ye:
"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten
sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice,
O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.
"Öyle deme. Allah'a yemin
ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı
gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire
yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."
Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir
battaniye/örtü getirmesini ister.
Dinlendikten sonra eşine durumu
anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan
Varaka’ya götürür.
Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç
şeyden bahsetmek istiyorum: Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye
varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir.
Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir
durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük
seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma
bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen
insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?
Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride
değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını
istiyorum.
Devam edecek olursak:
Hatice daha sonra Muhammed’i,
amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî
dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten
sonra:
"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın
haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya
göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan
çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki,
kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok
geçmeden Varaka öldü.
Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın
emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet
dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş
çevre tarafından duyulmasıdır.
Yapılan ilk açık davetten de kısaca
söz edecek olursak eğer:
Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î
Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve
Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti
6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.
Uzun uzun
maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz
yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet
üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim
olabilirsiniz.
Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb.
kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis
kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre
herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.
2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?
İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve
şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte
aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında
Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir
toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri
Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz
bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey
ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan
İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden
Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.
Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı
yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra
Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin
kaydedilmesi emrini vermiştir.
Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed
söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in
söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine)
sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.
Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece
Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte
vahiy gözden geçiriliyordu.
Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da
başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi
karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını
üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve
rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy
katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in
çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.
Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ
suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği
anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında
Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin
yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına
kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son
bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok
erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk
evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız
sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini
söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)
Birçok kaynak olmasına
rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak
istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden
kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.
Şu
ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım
haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl
eğlenceli kısma yeni geliyoruz.
3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)
Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine
yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da
yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar,
Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır.
Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak
yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o
nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi
e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)
Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve
nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.
Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın
derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:
Kuran’ın
derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir
Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden
önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve
Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu
dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler,
dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de
kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’
tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme
kararı alınıyor.
Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran
yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde
gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.
Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle
toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda
Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere
ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın
kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.
Zeyd: "Ebu
Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin
başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant
içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup
verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."
Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:
"Kuran
(ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve
kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat)
suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında
bulamamıştım bu parçayı"
Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı
yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’
cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin
sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de
geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek
olursak:
Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın,
Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den"
dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)
Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı
tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit
ve Ebu Zeyd." (Buhari.)
Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde,
Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi:
'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn
Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)
Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd
normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda
verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece
Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat
yine de ayeti kabul edilmişti.
Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı
Hafsa’ya verildi.
Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen
Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.
Osman
döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi
okumamız gerek:
Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için
savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların
okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu
ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri
birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"
Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya
verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan
nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e,
Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.
Osman: "(Medine'li)
olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma
konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile
inmiştir."
Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas)
sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları
(Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime
gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya
da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)
Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer
Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan
Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali
Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların
yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık.
Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen
Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.
Şimdi tekrar bahsetmemiz
gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:
Oysa, asıl kuşkulara yol açan,
esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk
derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark
olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?
Buraya tekrar değinme
sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı.
Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış
olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması
Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.
Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama
ve “teşkil” bulunmamaktaydı.
Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap
olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade
ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı
düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli
görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı
Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların
yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların
yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.
Muhammed
Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:
Ibn Ömer diyor ki:
"Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez
ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde
tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)
Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne
yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde
anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü
söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O
el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.
Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı
gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer:
Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak
belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört
kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn
Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı
bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen
mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri
yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve
surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik
yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.
Örneğin,
Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve
Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti,
kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu
aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara
285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.
Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere
yollandığından bahsetmiştim.
Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan
Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki
ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi
yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.
Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür
diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye,
Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e
gönderilenlerden de söz ediliyor.
Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu
söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok
sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan
bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen
Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları
bulunmakta.
Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek
bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara
1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam
kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:
"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin
114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu.
Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı.
Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe
de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini
önemsemeyelim.
Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas,
"mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.
Enes İbn
Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine,
"asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki
"fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5.
Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn
Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes
İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye
okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de
görülebilir.
Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir.
Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek
değildir.
Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi
mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın
birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile
yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup
çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine
de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.
Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir
harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)
İnsanlığın daha yüksek bir güce, bunlara sahip olma yada yönlendirmeye olan
inançları belki insanlık tarihi kadar eskidir. Sihir, lanet ve büyülü sözlere
olan inanışlar kültürler arasında yaygın olarak yer almıştır. Bu inanışın
meyvesi olarak yüzyıllar boyunca pek çok 'grimor' yani büyülü sözler içeren
kitaplar üretilmiş, bunların çoğu gizli topluluklar ve yirminci yüzyıla
kadar dayanan okült örgütler tarafından tercih edilen kitaplar haline
gelmiştir.
Konuya dair 5 kitabı burada özetleyecek olsam da ilerleyen süreçte her
birini tek tek, daha ayrıntılı olarak ele alacağım.
ABRAMELİN'İN BÜYÜ KİTABI
Bu kitaplardan biri Kabalistik bilginin ezoterik (gizli, özel)
kitabı olan Büyücü Abramelin'in kitabıdır.
Batı ezoterik düşüncesinin kökleri Doğu Akdeniz'deki Geç Antik
döneme dayanır. Bu, doğunun batı ile buluştuğu bölgeydi. Dolayısıyla bu
aynı zamanda Babil, İran, Mısır, Levant ve Yunanistan'ın din ve
entelektüel geleneklerinin birbirine karışabildiği bir alandı. Bu türden
çeşitli geleneklerin karışmasıyla ana akım Hristiyanlıktan farklı olarak
Hermetizm, Gnostisizm ve Neoplatonizm gibi ezoterik düşünce okulları
doğdu. Ezoterik öğretileri açıklayan metinler yazıldı ve bu düşünce
okulları batıya doğru ilerleyerek Avrupa'ya yayıldı. 14-15. yüzyıl
aralığında "Büyücü Abramelin'in Kutsal Maji Kitabı" yazıldı.
Bu kitap, Worms'lü* İbrahim
(Abraham) olarak bilinen kişinin mektuplarından oluşan bir tür roman veya
otobiyografi olarak yazılmıştır. İbrahim 14. ve 15. yüzyıllar arasında
yaşadığına inanılan bir Alman Yahudi'siydi. İşte, Büyücü
Abramelin'in Kitabı, İbrahim'in büyülü ve kabalistik bilgilerinin
oğlu Lemek'e aktarılmasını anlatırken aynı zamanda bu bilgileri nasıl
edindiğinin hikayesini anlatır.
İbrahim, hikayesine ölümünden
kısa bir süre önce Kutsal Kabala'ya sahip olabilmek için gerekli olan
yollarla ilgili "işaretler ve talimatlar" veren babasının ölümüyle başlar.
Bu bilgeliği elde etmek isteyen İbrahim, bu tür çalışmalarda bilgili Musa
adlı bir Hahamın yanında çalışmak için Mayence'e (Mainz) gider. İbrahim bu
Hahamın yanında dört yıl çalışır. Geçmişe dönüp baktığında, önceki Hahamın
öğretilerinin "kâfir ve putperest ulusların sanatlarını ve hurafelerini"
içerdiği için hatalarla dolu olduğunu söyler ve haham ile zamanını boşa
harcadığını hisseder. Hayatının sonraki altı yılını seyahat ile geçirir ve
sonunda Mısır'a ulaşır.
Abraham, Arachi veya Araki adında bir Mısır kasabasının dışında, çölde
yaşayan Mısırlı büyücü Abramelin ile tanışır. Evinin ağaçlarla çevrili bir
tepenin üzerinde olduğu yazmış; Abramelin'i nazik, kibar ve "saygıdeğer
yaşlı bir adam" olarak tanımlamıştır.
İbrahim'in Abramelin'le kaldığı süre boyunca büyücü ona "Tanrı Korkusu"
dışında bir şeyden bahsetmez, İbrahim'i "iyi bir yaşam" sürdürmeye teşvik
eder, onu "insanın zayıflığı nedeniyle yaptığı bazı hatalar" konusunda
uyarır, zenginlikten ve mal elde etmekten tiksindiğini anlamasını sağlar.
Abramelin'in daha sonra İbrahim'e Kabalistik büyüleri öğrettiği söylenir.
Ancak bundan önce İbrahim'in yaşam tarzını değiştirmesi, sahte
dogmalarından vazgeçmesi ve Rab'bin yasaları üzerine bir yaşam süreceğine
dair söz vermesi gerekiyordu.
İbrahim'den söz alan Abramelin, ona kopyalanması için iki el yazması
verir. Abramelin ayrıca kasabadaki 72 fakire dağıtmak için İbrahim'den on
altın para (florin) ister. Abramelin, Abraham'ı iki el yazmasını
kopyalarken bırakarak parayı fakirlere dağıtmak için ayrılır ve 15 gün
sonra geri döner. Kitapta, ertesi sabah Abramelin'in İbrahim'e, 'hayatını
efendiye anlatarak günah çıkarmasını', 'efendiye hizmet etmesi, ondan
korkması' ve 'kutsal yasasına göre yaşayıp ölmesi' konusunda söz vermesi
istediği yazar.
Abramelin'in kabalistik bilgisini İbrahim'e aktardığı iki el yazması,
Abramelin'in Büyü Kitabı'nın büyük bölümünü oluşturur. Bu büyü kitabının
öne çıkan özelliklerinden biri "Abramelin İşlemi" olarak bilinen ayrıntılı
bir ayindir. Bu ayinin uygun şekilde gerçekleştirilmesinin, büyücünün
"koruyucu meleğinin" bilgi ve konuşmalarına ulaşabilme imkanı sağladığı ve
bu ayinin büyücünün iblisleri kör etmesini de sağladığı söylenir.
Büyü kitabının diğer bir bölümü, her bir karenin, karenin sihirli amacıyla
ilgili sözcükleri veya isimleri içerdiği 'sihirli sözcük kareleri'
hakkındadır.
Bu kitap tarih boyunca pek çok coğrafyaya yayılmıştır. Samuel Liddell
MacGregor Mathers tarafından yazılan Büyücü Abramelin'in Kitabı'nın
İngilizce çevirisi nedeniyle Kabalistik sihrin anlatıldığı bu metinler 19.
ve 20. yüzyıllarda oldukça popüler hale gelir. Popülerliği ile Altın Şafak
Hermetik Cemiyeti ve Aleister Crowley'in mistik Thelema dini gibi gizli
organizasyonlarda kullanılır hale gelmiştir.
KADİM BÜYÜLÜ KİTAP : ARS NOTORİA
Sihirli olduğu iddia edilen kitapların bazılarında şeytan veya melekleri
çağırmak amaçlanmıştır. Sihir ve şeytan kavramları tarih boyunca
tartışmalı olmayı korurken, bu tür kitapların çoğu farklı dillere
tercüme edilmiş, derlenmiş ve geniş kitlelere yayılma imkanı bulmuştur.
Bu kitaplardan biri de Ars Notoria'dır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" olarak bilinen daha geniş bir derlemenin
parçası olan Ars Notoria'nın, takipçilerine akademi alanında hakimiyet
sağladığı, onlara daha güzel ve etkili konuşma yeteneği yanı sıra
"mükemmel bir hafıza" ve bilgelik verdiği söylenir. Yani Ars
Notoria tam anlamıyla bir büyü veya iksir hazırlama kitabı değil de,
zihinsel gücü artırmak gibi entelektüel hediyeler için tanrıya yalvarma
şekillerini, dualar ve sözleri içeren bir kitaptı.
Peki geçmişteki insanlar, Ars Notoria'nın dua ve uygulamalarını takip
ederek akademik becerilerini ve hafızalarını geliştirebildiler mi?
Ars
Notoria, "Süleyman'ın Küçük Anahtarı" veya Clavicula Salomonis Regis
adlı bir büyü kitabı içindeki beş kitaptan biridir. Bir büyü kitabı,
okuyucusuna büyü yapma, tılsım yaratma, ruh-iblis çağırma ve kehanet elde
etme yeteneği vermeyi amaçlayan, okült bilgiler içeren ders kitabıdır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" 17. yüzyıldaki diğer çalışmalardan
derlenen ve şeytan bilimine odaklanan anonim bir büyü kitabıdır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı"'nda yer alan beş kitap ise Ars Goetia, Ars
Theurgia-Goetia, Ars Paulina, Ars Almadel ve Ars Notoria'dır.
Bu
kitabın en eski el yazmaları 13. yüzyıla tarihlenmektedir. İçinde yer alan
metinler ise 1200'den çok öncesine dayanan hitapların, dualar ve büyülü
sözlerin bir koleksiyonudur. Bu dualar İbranice, Yunanca ve Latince gibi
birkaç farklı dilde mevcuttur.
Bu kitap daha akıllı, yaratıcı,
yenilikçi olmak isteyen insanlar için cezbediciydi. Aritmetik, geometri ve
felsefe gibi alanlarda uğraşan kişiler eğer kendilerini Ars Notoria'ya
adarlarsa onların kendi alanlarındaki tüm konulara hakim olacağı sözü
verilir. Kitabın içinde ise okuyucunun odağını ve hafızasını geliştirmeyi
amaçlayan adımlar anlatılır.
Süleyman'ın, bilgeliğini Ars Notoria'nın metnini takip ederek kazandığı
iddia edilirdi. Akademik bir alanda uzmanlaşmak isteyenler için bu çok
cazip bir söz gibi gelebilir. Daha iyi bir hafızaya, daha fazla güzel
söze, bilgeliğe veya daha yüksek duyulara sahip olmak isteyen birçok
kişi, yaşamlarını iyileştirme, güç kazanma umuduyla Ars Notoria'da
yazanları takip etmiş olabilir. Tabi, Ars Notoria'nın talimatlarını
uyguladığı halde istediği sonuçlara ulaşamayan kişiler de olmuştur.
Neticede büyü diye bir şey yoktur, daha çok emek veren daha çok bilgi
edinir.
Bir efsaneye göre 14. yüzyıldan kalma bir keşiş olan Morigny'li John,
Ars Notoria'nın öğretilerini ve talimatlarını içtenlikle takip etti
fakat iyi yetiler kazanmak yerine, unutulmaz, şeytani vizyonlar görmüş,
bu yüzden insanları Ars Notoria'dan uzak tutmak için Libor Visonum adlı
kitabını yazmıştır.
Ars Notoria'nın içinde yer alanlardan biri de "manyetik deneyiydi".
Bu özellikle Avrupa yapımı korku filmlerinde karşımıza çıkan temalardan
biridir.
Kitabı okuyan kişiye bir mıknatıs taşı ve iki pusula iğnesi kullanarak
uzun mesafeler arasında iletişim kurmanın yöntemini gösterilir. Bu bölümde
yazanlara göre iki pusula iğnesi aynı mıknatıs taşına sürülürse iğneler
"birbirine dolanır" ve biri nasıl hareket ettirilirse diğeri de aynı
şekilde hareket ederdi. İddiaya göre dolaşmış iki iğne bir harf çemberinin
ortasına yerleştiriliyor, iki kişi bu iğneleri çemberdeki harfleri işaret
ederek, heceler oluşturup sözcükler yaratacak şekilde hareket ettirerek
uzak mesafelerden iletişim kurabiliyorlardı.
İBLİS, ŞEYTAN VE TEHLİKELİ YARATIKLAR KİTABI : PSEUDOMONARCHİA
DAEMONUM
Sahte Şeytanlar Hiyerarşisi olarak da bilinen Pseudomonarchia
Daemonum, altmış dokuz iblisin adını dikte eden 16. yüzyıldan kalma büyük
bir kitaptır. İçinde 69 iblisin adları ve onları çağırmanın uygun olduğu
saatler ile ayinler yer alır.
Bu iblisler listesi başlangıçta Johann Weyer'in iblisoloji ve büyücülük
hakkındaki ilk kitabı "Şeytanların Hileleri Üzerine"ye (De Praestigiis
Daemonum et Incantationibus ac Venificiisi) bir ek olarak çıktı ve kitabın
yazarının kendinden önce ruhlar ve iblisleri konu alan bir metinden ilham
aldığı söylendi.
Johann Weyer, 1515'te Hollanda'da doğmuş bir doktordu. Latince
bildiği için kısa sürede ünlü bir sihirbaz, ilahiyatçı ve okültist olan
Heinrich Cornelius Agrippa'nın öğrencisi oldu.
Agrippa tıpkı öğrencisinin de bir gün yapacağı gibi, iblisler hakkında bir
kitap yayınladı. Ancak öğretilerini aktaracak fazla zamanı yoktu,
öldüğünde öğrencisi Weyer on dokuz yaşındaydı. Agippa'nın yanında
çalıştığı sürede Weyer, büyüye ilgi duymaya başlamıştı. Ancak zaman geçip
doktor olduğunda bu merak ve ilgisi daha da arttı. Fakat artan merakın
fitilini ateşleyen bir olay vardı:
Bir medyumun yargılanması için mahkemeye çağrıldı ve hakim ondan konuyla
ilgili görüş ve tavsiyelerini istedi. Bu dava, büyüye olan ilgisini öyle
artırmıştı ki büyü yapmakla suçlananları savunmaya başlamıştı. Weyer, bu
vakadan 27 yıl sonra, 62 yaşındayken "Pseudomonarchia Daemonum"un, "De
Praestigiis Daemonum et Incantationibus ac Venificiis" adlı bölümünü
yayınladı.
Weyer'in yazdığı 69 iblis listesinin yer aldığı kitabın, o dönem cadıların
ibadet ettiğine inanılan iblisler hiyerarşisi fikriyle alay etmek için
tasarlandığını iddia edenler de vardı.
Bu çalışma iblislerin ve cehennemden gelen yaratıkların insanlar üzerinde
etkilere sahip olabildiğini iddia ediyor ve bundan etkilenen insanların,
cadılıkla yargılanan ya da zihinsel sorunları olan kişiler olmadığını,
daha çok sıradan insanlara oyun oynayarak kolay para kazanan sihirbazlar
olduğunu söylüyordu. Fakat Weyer, yazdığı metinlerde bu söylemleriyle
ironi oluşturacak şekilde, okuyucularına tıpkı cadıların hakkındaki inanış
gibi, iblis ruhlarını çağırmayı ve bükmeyi anlatmıştı.
Yazdığı "Pseudomonarchia Daemonum" bir ilham kaynağı olarak
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı"nın birinci bölümü olan Ars Geotia'nın** yazılmasına yol açtı. Burada Weyer'in tarif ettiğinden birkaç fazla
iblis ile Kral Süleyman tarafından çağrılmış 72 iblisin yer aldığı liste
bulunuyor ve bunların nasıl çağırılacağı, neye benzedikleri, nasıl güçler
kazandıracakları anlatılıyordu.
16.yy' dan 18.yy'a kadar iblisler ve şeytanlar hakkında metinler yazmak
oldukça popüler hale gelmişti. Ortaçağ'da hala günümüzde bazı dinlerde de
olduğu şeytani olan ve olmayan anlamında sol ve sağ ayrımı vardı. VI.
James olarak İskoçya'nın, I. James olarak ise İngiltere'nin kralı
olan James ve doktor Weyer gibi bazı kişiler büyünün sağ yada sol el
ile yapılması (ak büyü-kara büyü) sonucunda sahip olabilecekleri veya
olmayacakları güçleri anlamaya kararlıydılar.
Ancak, Kral James gibi birçok ismin aksine Weyer'in amacı, aslında masum
olan sanığı incelemek için bir inanç yaratmaktı. Çünkü ona göre cadılar
zihinsel olarak dengesiz kişilerdi. Fakat cadılıkla suçlananlar için
verdiği çabaları bir işe yaramamıştı. Çünkü, korku, mahkemedeki
yargıçlar ve jüriler için çok daha güçlü, ağır basan bir etkendi.
ARAP BÜYÜ KİTABI : PİKATRİKS [بيكاتركس]
Pikatriks (Picatrix), büyü tariflerinin müstehcen anlatımıyla ün
kazanan, 10. veya 11. yüzyıla ait olan eski bir Arap astroloji ve
okült büyü kitabıdır. Bu kitap, neredeyse insan aklına gelebilecek her
türlü istek veya arzuyu kapsayan gizemli astrolojik tanımlamaları ve
içerdiği büyüleriyle yüzyıllar boyunca birçok kültür tarafından
tercüme edilmiş, kullanılmış ve dünyanın dört bir yanından gizli
takipçiler kazanmıştır.
Picatrix orijinal olarak Arapça "Bilgenin Amacı" anlamına gelen
Gāyat-ül Ḥakīm (غاية الحكيم) adıyla yazılmıştı. Çoğu bilim insanı bu
kitabın 11. yüzyılda ortaya çıktığına inanıyor olsa da onu 10. yüzyıla
tarihlendiren sağlam argümanlar da var.
Kitap yazıldıktan sonra Arapça metinler İspanyolcaya ve 1256'da
Kastilya kralı Bilge Alfonso için Latinceye çevrildi. Latince
çevirisinin adı Pikatriks'di.
Hem sihir hem de astrolojiye yer veren bu kitaba "tılsım büyülerinin
el kitabı" olarak atıfta bulunulur. David Pingree gibi birçok
araştırmacı, bu kitabı "göksel büyünün Arapçadaki en kapsamlı
açıklaması" olarak nitelendirir ve onu "MS 9. ve 10. yüzyıllarda Yakın
Doğu'da üretilen Hermetizm, Sabianizm, İsmailizm, astroloji, simya ve
büyü hakkında Arapça metinler" olarak tanımlar.
Pikatriks adlı bu büyü kitabı kendi içinde dört kitaba ayrılmıştır:
1. Kitap: Göklerin ve onların altında yapılan resimlerin neden olduğu
etkilerden,
2. Kitap: Göklerin şekilleri ve kürenin genel hareketi ve bunların bu
dünyadaki etkilerinden,
3. Kitap: Gezegenlerin ve işaretlerin özellikleri, renkleri, şekil ve
formları, gezegenlerin ruhları ile nasıl konuşulacağından,
4. Kitap: Ruhların özellikleri, gözlemlenmesi, hangi sembollerle nasıl
çağrılabilecekleri ve ilave birçok konudan bahseder.
Bu kitapların da her biri birkaç bölüm içerir. Örneğin tek bir kitapta;
Büyü ve özellikleri; gezegenlerin, güneşin ve ayın işleri; doğal
şeylerin düzeni; her gezegen için uygun olan taşlar; gezegenlerin
figürleri, renkleri, örtüleri ve tütsüleri; 7 gezegenin ruhları
tarafından kullanılan yiyecek, tütsü, merhem ve parfümler, Ay ruhunun
enerjisini yeryüzündeki şeylere çekme yöntemleri, yıldızların
tütsülerinin nasıl yapılması gerektiği gibi birçok bölüm bulunur.
Bu Arap büyü kitabında, başkasının kalbini kazanmak, kayıp bir hazineyi
bulmak, yolcuları korumak, dostluk sağlamak, mahsul artırmak,
kemirgenleri kovmak, servet artırmak, hastaları iyileştirmek gibi
sonuçlar doğuran birçok büyünün yapılışı anlatılır.
Kitap kötü bir şöhrete de sahiptir. Bunun nedeni büyü tariflerinin
müstehcen doğasıdır. Korkunç karışımlar kişinin bilinç durumunu
değiştirmeye yöneliktir ve beden dışı deneyimlere ve hatta ölüme yol
açabilecek olmasıdır. Çünkü büyü tariflerinin içeriğini, kan, vücut
atıkları, beyin maddesiyle karıştırılmış çokça esrar, afyon ve
psikoaktif etkisi olan bitkiler oluşturur.
Örneğin, kişinin birini kendinden soğutmasını amaçlayan "Düşmanlık ve
Anlaşmazlık Doğurma" büyüsünün tarifi şöyledir:
Siyah bir köpekten***
dört ölçek kan, domuzdan bir ölçek kan ve bir ölçek beyin ve
eşekten bir ölçek beyin alın. Tüm bunları iyice karıştırın. Bunu
yiyecek veya içecek olarak birine verdiğinizde sizden nefret
edecektir.
[pktrx1]
Buradaki siyah köpek vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah
köpeklerin şeytani görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin
yansımasıdır. Siyah köpek konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz.
Yine büyüde domuz kullanılıyor olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek
gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan olarak görülüyor olmasıdır.
Kitabın astrolojiye odaklanma nedeni, geleceği kontrol etmek,
değiştirmek ya da iyileştirmekti. Örneğin, iki kişi arasına sevgi
yerleştirme büyüsünün tarifine bakalım:
Yükselen yengeç burcunun 1. yüzü ve oradaki Venüs****, 11. evdeki boğa burcunun 1. yüzündeki Ay olmak üzere iki şekil
çizin. Bu çizimler yüz yüze bakacak şekilde o kişinin [büyü
yapılacak kişinin] evine gömün. Bunu yaptığınızda birbirlerini
önemsemeye başlayacaklar ve aralarında kalıcı bir sevgi
oluşacak.
[pktrx2]
Arap yazımı bu eski büyü kitabı insanlık tarihi boyunca gelişen büyü
temalarının ve bazı Arap inanışlarının temsilcisidir. Eski insanlar güce
açlık duyuyor, büyüye ve büyülü güçlere karşı hayranlık besliyorlardı.
Bu yüzden büyü tarih boyunca hem korkulan hem de hayranlık duyulan bir
olgu olmuştur.
ARBATEL
MS. 1575'de yazıldığı iddia edilen "Eskilerin Büyüsü Arbatel" (The
Arbatel de magia veterum), Rönesans dönemine ait bir büyü öğretme
kitabıdır ve türünün en etkili eserlerinden biridir. Fakat Arbatel, kara
büyü ve kötü amaçlı büyüler içeren diğer okült yazmaların aksine,
dürüst ve onurlu bir yaşamın nasıl yaşanacağına dair ruhani tavsiyeler
verir ve yol gösterir.
Yazıldığı söylenen MS 1575 yılı, 536'dan 1583'e kadar uzanan yazılı
referanslarla desteklenir. Bu kitabın son editörünün İsviçreli doktor
Theodor Zwinger olduğu ve İtalyan matbaacı Pietro Perna tarafından
yayınlandığına inanılır. Yazarın kim olduğu bilinmese de "Jacques
Gohory" adında bir kişinin yazmış olabileceği tahmin edilmekte fakat tam
olarak bilinmemektedir. Gohory, tıpkı Zwinger ve Perna gibi, Modern
tıbbın kurucularından biri olarak görülen İsviçreli doktor ve kimyager
Paracelsus'un tıbbi teorilerine ve terapilerine inanan ve bunları takip
eden bir grubun üyesiydi.
Arbatel'in odak noktası insanlık ile göksel hiyerarşi arasındaki doğal
ilişkilerdir. Göksel dünya ile insanlar arasındaki olumlu ilişkilere ve
ikisi arasındaki etkileşimlere odaklanır.
İngiliz şair ve mistik Arthur Edward Waite (A.E. Waite), Arbatel'in
Hristiyan doğasına sahip olduğunu, herhangi bir kara büyü içermediğini
ve iblisolojiye odaklanan "Büyük veya Küçük Süleyman Anahtarları" ile
bağlantılı olmadığını söyler.
Arbatel'de en çok alıntı yapılan kitap İncil'dir. İçeriği dikkate
alındığında yazarının İncil'in birçok bölümünü ezberlemiş olduğu ve bu
durumun yazılarını etkilediği anlaşılıyor. Bunlar A.E.Waite'ın söylemini
destekleyen noktalardır.
Dönemi için son derece etkili bir çalışma olan Arbatel'in anlamının,
Paracelsus'un felsefesini bilmeden anlaşılamayacağı söylenir.
Teosofiye***** okült yönüyle
baktı ve belki de bunu yapan ilk yazılı çalışmaydı.
Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek
türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki
ilişkileri sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da
mistik varlıklar arasında iletişim kurmaktır.
Arbatel'den önce "teosofi" terimi genellikle teoloji ile eşanlamlı
olarak kullanılıyordu. Arbatel, insan bilgisi ile ilahi bilgi arasındaki
önemli ayrımı yapan ilk kitaptı. Ancak kitaba dair tüm görüşler olumlu
değildi.
Hollandalı doktor, okültist ve şeytan bilimci Johann Weyer, "De
praestigiis daemonum" adlı kitabında Arbatel'i "büyülü dinsizliklerle
dolu" diyerek kınamıştı.
Almanya'daki Marburg Üniversitesi'nden iki profesör 1617'de Arbatel'i
öğrenciler için bir ders kitabı olarak kullanmayı planlamıştı.
Üniversite tarafından bu profesörlere karşı dava açıldı ve kitap bir
öğrencinin okuldan atılmasına yol açtı. Hatta 1623 yılında cadı olmakla
suçlanan Jean Michel Menuisier, Arbatel kitabından öğrendiği büyülü
sözleri kullandığını iddia etmişti.
İlk baskısı muhtemelen Basel'de yayınlanmış olan bu kitabın daha erken
döneme ait olduğunu söyleyenler olsa da bu iddiayı destekleyen hiçbir
kanıt yoktur.
1575'ten itibaren birkaç kez daha basıldı. 1655'te [Robert Turner
tarafından] İngilizceye çevrildi. 1686'da [Andreas Luppius tarafından]
Almanca çevirisi yazıldıktan sonra bu çevirideki hataları düzenleyen
Scheible tarafından1855'te başka bir Almanca çevirisini tamamladı.
1945'te [Marc Haven tarafından] Fransızca çevirisi yapıldı. 1969'da
İngiliz Kütüphanesi'nin Sloane El Yazmaları'nda tekrar İngilizceye
çevrildi.
Bu İngilizce çeviri birçok hataya ve eksik bölümlere neden olmasının
yanında başka hiçbir sürümde bulunmayan "Gizemlerin Mührü" adlı bölümü
içeriyordu.
Baştan itibaren ele aldığım 5 büyü kitabı, geçmişten bugüne insanların
büyüye olan ilgisini, sorunlarını çözmek için gizemli yollar
aramalarını, ortaçağda ivme kazanan büyü, ele geçirilme, şeytan, cin,
peri, cadılık, aşk iksirleri gibi birçok inanışı anlamaya yardımcı
olacaktır. Bu kitapların içerdiği büyülerde kullanılan ögeler bile,
yazarın ait olduğu toplumun dini yapısında yer edinmiş olan gizemli ya
da lanetli şeylerin izlerini taşımaktadır. Tıpkı Arap büyü kitabı
Pikatriks'te kara büyü tarifi verilirken siyah köpek ve domuz kanının
kullanılması gibi.
DİPNOTLAR
* Worms, Almanya'da bir şehirdir.
** Goetia (Goëtia) Latincedir. Antik Yunancada büyücülük, büyü
anlamlarına gelen "goēteía" (γοητεία) teriminden türetilmiştir.
*** Buradaki siyah köpek
vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah köpeklerin şeytani
görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin yansımasıdır. Siyah köpek
konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz. Yine büyüde domuz kullanılıyor
olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan
olarak görülüyor olmasıdır.
**** Venüs, birçok
toplumda olduğu gibi aşk ve doğurganlık ile ilişkilendirilmiştir. Arap
paganizminde Venüs ile ilişkilendirilen birçok aşk, doğurganlık ve
bereket tanrısı-tanrıçası bulunur.
***** Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek
türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki ilişkileri
sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da mistik
varlıklar arasında iletişim kurmaktır.
KAYNAKLAR
The Book of the Sacred Magic of Abramelin the Mage. Lewis, A. A.
Famous Witches - Abramelin the Mage (15th Century). Mastin, L.
The Book of the Sacred Magic of Abramelin the Mage.
www.sacred-texts.com, 2014.
Sacred Magic of Abramelin the Mage. www.themystica.com, 2014.
Ars Notoria : The Notory Art of Solomon – Esoteric Archives
Item of the Week: Ars Notoria and the occult – The Clog.
10 Ancient Books that Promise Supernatural Powers – Listverse.
Why “ Ars Notoria ”? – Ars Notoria.
"Johann Weyer and Witchcraft." Dowell III, Lewis.
Elmer, Peter. "Witches, devils, and doctors in the Renaissance:
Johann Weyer, 'De Praestigiis daemonum'.
Mastin, Luke. "Famous Witches- Johann Weyer (c.1515-1588)."
Witchcraft: A Guide to the Misunderstood and the Maligned.
Martine, John. "Four Hundred Years Later: An Appreciation of Johann
Weyer." Books at Iowa . 59.1.
Mathers, S.L. MacGregor and Aleister Crowley. "The Lesser Key of
Solomon ." Sacred Texts .
1904.
The Demonology of King James I: Includes the Original Text of
Daemonologie and News from Scotland. James, King VI & I.
(Ve Hadis Çevirilerinde Müslümanın Müslümanı Kandırması)
Başlarken belirtmeliyim ki bu makale tamamen İslami kaynaklarda yazanlardan
derlenmiştir. Sizlerle kaynakları, kaynaklarda yazanları paylaşacak,
çıkarılması gereken sonucu ya da anlaşılması gerekeni herkesin kendine
bırakacağım. Bundan sonraki dini içerikli çalışmalarım da bu şekilde
olacaktır.
Hadislerde İbrahim'in 3 kez yalan söylediği anlatılır ve karısı hakkında
söylediği yalan dışındaki ikisinden Kur'an'da da bahsedilir. İslam kaynaklarında
yer aldığı şekliyle hadis ve ayetleri sizlerle paylaşacağım, dolayısı ile bu
kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği
de size kalacak.
Muhammed'den nakledilen açıklamayla
başlayalım: "İbrahim sadece üç defa yalan söylemiştir. Bunlardan ikisi Allah'ın zatıyla
ilgilidir. Bu yalanlardan birisi "ben hastayım" (Saffat 85-89) demesi;
diğeri ise "belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır" (21 Enbiya 63)
demesidir." Aynı hadisin devamında Hz. Muhammed üçüncü olayı şöyle
anlatmaktadır: "İbrahim bir gün Sare ile beraber zalim bir kralın bulunduğu
memlekete uğramıştı. O zalim krala 'şehre bir kişi gelmiş, beraberinde de
güzel bir kadın var.' diye haber verildi. Zalim kral, İbrahim'e gelmesi için
haber gönderdi. Geldiğinde ise Sare'den bahsederek 'bu kadın kimdir?' diye
sordu. İbrahim 'kız kardeşimdir.' dedi."
[2]
Çoğu İslam alimlerince İbrahim'in Sare (Sara) ile ilgili olarak
söyledikleri de zalim kralı zina yapmaktan vazgeçirmek amacına yönelik
olduğundan dolayı Allah'ın zatıyla ilgilidir. Buna rağmen diğer ikisi Allah'ın
zatı için olduğu belirtildiği halde, Sare ile ilgili olanı Hz. İbrahim için bir
menfaat içerdiğinden dolayı bundan hariç tutulmuştur. [1]
İbrahim'in neden yalan söylediğini açıklama bağlamında ise şöyle bir rivayet
nakledilir:
"Bunlardan hiçbir kelime yoktur ki, Allah'ın dinini üstün kılmak için
söylenmiş olmasın. Bir defasında 'ben hastayım' demişti. Başka bir kere de
'belki bu işi şu büyükleri yapmıştır' demişti. Hanımını isteyen zalim krala
da 'o benim kız kardeşimdir' demişti." [3]
Müfessirlerin çoğu Kur'an'daki ilgili ayetleri kinaye, tevriye şeklinde
yorumlamışlardır [4] Bunların zorlama olduğu da açıktır; ki bunu söyleyen
birçok İslam alimi de vardır. Ayetleri bağlamından çıkararak hadislerdeki
"kizb/yalan" sözcüğünden hareketle bunları kinaye ya da tevriye olarak ele
almaları bir çıkış yolu aramalarından başka bir şey değildir.
İbrahim'in söylediği 3 yalanı sırasıyla ele alalım.
1. YALAN
Hasta olduğunu söylemesi
Kur'an'daki ilgili ayetle başlayalım.
Saffat, 85-89:"Neye tapıyorsunuz? Allah 'tan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz?
Alemlerin Rabb'i hakkında zannınız nedir (ki O'na böyle ortaklar
koştunuz)? Derken yıldızlara bir baktı da: "Ben gerçekten hastayım"
dedi."
İslam kaynaklarında ve Kur'an'da yazdığına göre İbrahim'in böyle [yalan]
söylemesinin nedeni Arap paganların taptığı tanrıların putlarını yıkmaktır.
Saffat suresinin ilgili bölümü şöyle devam eder:
Saffat, 90-93:Bunun üzerine diğerleri onu arkalarında bırakıp gittiler. İbrâhim gizlice
tanrılarının yanına vardı; “Niçin bir şeyler yemiyorsunuz?” dedi; “Neyiniz
var, niçin konuşmuyorsunuz?” Sonra onlara güçlü darbeler indirmeye
başladı.
Tabi Saffat suresinde Hz. İbrahim'in putları yıktığı anlatılırken diğer yandan
Sare'den bahsedilen bazı hadislerde Hz. İbrahim'in yıldız, ay ve güneşi tanrı
edinmesinden, onlara taptığından bahsedilmektedir. [5]
Saffat suresinde "ben hastayım" diyen İbrahim'in eğer gerçekten hasta olsaydı
o zaman yalan söylemedi denebilirdi. Fakat hasta olduğuna dair sağlam bir
rivayet olmaması ve ayetin devamındaki anlatılardan görüldüğü üzere amacının
hasta olduğu bahanesi ile orada kalıp putları kırmak olduğu ortadadır.
Bu durumu kurtarmak isteyenlerden Zemahşeri (Ö. 538/1143) kinaye veya tevriye
kullanmanın dışında yalan söylemenin haram olduğunu, yani Hz. İbrahim'in bu
sözünün de kinaye olduğunu iddia etmiştir. Hatta çıkış yolu arama gayretiyle
Hz. İbrahim'in söylediği sözün, "ölecek olan herkes hastadır." ya da "sizin
küfrünüzden dolayı ruhum hastadır." anlamında kullanıldığı söylemiştir
[6]
Razi (Ö. 606/1210) de benzer bir açıklama yaparak Hz. İbrahim'in "ben
hastayım" sözüyle söylemek istediği şeyin "bu kadar çok insanın küfür ve
şirk üzere olması yüzünden kalbim hastadır, hüzünlüdür" olduğunu
söylemiştir. [7]
Hz. İbrahim'in gerçekten hasta olduğunu söyleyen kaynak Ebussuûd'dur (Ö.
982/1574)
Yer verdiği rivayet şöyledir: "Geceleyin bazı zamanlarda Hz. İbrahim'in belli
sıtma nöbetleri olurdu. Bundan dolayı acaba o saat mi diye baktı. O saat
olduğu belli olunca da "ben hastayım" dedi. Bu sözünde de doğru idi. Onların
(müşrik kavminin) bayramlarından geri kalma konusunda bu hastalığını bir
mazeret yaptı" [8]
Buradan yola çıkarak İbrahim gerçekten hastaydı, yalan söylemiyordu demiştir.
Fakat "yalan" konusuna çıkar yol bulmak için kullandığı rivayet sahih bir
kaynak değildir ve kendisinden daha önce yaşamış, Kur'an'dan sonra en
güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen büyük hadis alimlerinin hiçbirinde yer
almamıştır.
Saffat suresinde Hz.İbrahim'in "ben gerçekten hastayım" demeden önce
"yıldızlara bir baktı" şeklinde tercüme ettikleri cümlesinden yola çıkarak
onun hasta olacağını anladığını söyleyenler bile olmuştur [9] Fakat birçok
İslam alimine göre bu iddia İslam ile çelişmekte, onu yıldızlara bakarak
müneccimlik yapan biri konumuna sokmaktadır.
2. YALAN
Putları Büyük Put Kırdı Demesi
İlgili ayete bakalım.
Enbiya , 62-67:
62: İbrâhim’i getirdikten sonra, ona: “Söyle bakalım İbrâhim,
ilâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sordular.
63: İbrâhim, “Hayır” dedi, (belki)*
“Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!”
64: Vicdanlarının sesini dinlediklerinde aralarında: “Asıl zâlim olan
İbrâhim değil, bu âciz putlara tapan biziz!” diye itirafta
bulundular.
65: Sonra yine eski inançlarına dönerek: “İbrâhim! Sen de pekâlâ
bilirsin ki bunlar konuşamazlar” diye çıkıştılar.
66: İbrâhim şöyle dedi: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve
zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?”
67: “Yuh olsun size de, Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ
aklınızı başınıza almayacak mısınız?”
Bu ayetlerdeki anlatı, Saffat suresinde anlatılan olayın devamıdır. Hastayım
diyerek yalan söyleyen İbrahim tapınakta kalarak putları kırdıktan sonra bu
sefer de "bu putları sen mi kırdın?" diye soranlara hayır diyerek 2. yalanını
söylemiştir.
Belirtmekte fayda var ki 63. ayetin Arapçasında "belki" kelimesi
geçmemesine rağmen birçok mealde oraya belki sözcüğünü ekleyerek söylenen
yalanın boyutunu küçültmeye veya cümleye farklı anlamlar yüklemeye
çalışılmıştır.
Gördüğünüz üzere 63. ayette "belki" diye bir kelime bulunmamaktadır.
Âlûsî gibi bazı İslam alimleri "İbrahim kendine sorulan soruya yaptım ya da
yapmadım şeklinde cevap vermedi, eğer öyle yapsaydı yalan söylemiş olurdu"
diyorlar [12] fakat Arapçasında İbrahim zaten "sen mi yaptın" sorusuna "Hayır"
diye yanıt veriyor. Hayır sözü burada zaten "ben yapmadım" anlamı taşır.
İbn Kuteybe ise 63. ayetteki "konuşabiliyorlarsa onlara sorun" sözünden yola
çıkarak İbrahim'in yalan söylemediğini çünkü putların konuşabilmesini bu işin
şartı olarak belirttiğini söylemişlerdir. [10] Fakat bunu mantıklı bulmayan
İslam alimleri de vardır çünkü büyük put konuşamadığına göre bu işi yapan yine
Hz. İbrahim'dir ve bu sözü bir nevi itiraf niteliği taşımaktadır. [11]
Ek olarak burada İbrahim'in amacının kabilesini azarlamak olduğunu iddia
edenler de vardır [13] fakat öyle olsa kendine sorulan soruya "Hayır" diye
cevap vermemesi gerekirdi. Amacı azarlamaksa yalan söylemeden, kabilesinin
karşılarına çıkarak daha net bir şekilde bunu yapabilirdi.
3. YALAN
Karısı Sare İçin Kız Kardeşim Demesi
Kur'an'da bahsedilmeyen bu konudan Tevrat'ta, Yaratılış'ın (Tekvin) "Avram
Mısır'da (12:10-20)" adlı babında uzun uzun bahsedilir. Yazanlara göre Avram,
yani İbrahim, karısı Sara'ya şunları söyler:
"Güzel bir kadın olduğunu biliyorum. Olur ki Mısırlılar seni görüp, ‘Bu onun
karısı’ diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen ‘Onun kız
kardeşiyim’ de ki senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma
dokunmasınlar."
Tevrat'taki pasajdan anlaşılacağı üzere Hz.İbrahim'in kaygısı karısının
elinden alınması ve kendinin de bu sırada öldürülmesidir. Çünkü Mısır
hükümdarı beğenip göz koyduğu kadını alırken kocasını canlı bırakmak
istemeyecektir.
Bu olaydan aynı şekilde Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel'in
Müsnedinde de bahsedilmektedir. [14] Bunlardan farklı olarak yalnızca
Müslim'in rivayetinde Hz. İbrahim'in eşi Sare'ye tavsiyede bulunmakta,
Sare'nin kendi kardeşi olduğunu söylediğinden bahsedilmemektedir. [15]
Buhari, Kitabu'l Enbiya 8 (Kitap içi referans: Kitap 60, Hadis
33); Sahih-i-Buhari 3358:
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)
33-.......Muhammed ibn Sirin'den; o da Ebu Hureyre(R)'den tahdis etti. O şöyle
demiştir: İbrahim Peygamber yalnız üç defa yalan söylemiştir:
Bunlardan ikisi Aziz ve Celil olan Allah'in zati ve rızası içindir:
Puta tapanlara "Ben hastayım" demesi ve "Belki putların şu büyüğü bu
kırma işini işlemiştir" demesi. Rasulullah üçüncüsü için de şöyle
demiştir: "İbrahim günün birinde (bir kadın güzeli olan eşi) Sare ile
beraber ansızın cebbarlardan azılı bir zalimin memleketine uğramıştı.
Adamları tarafından o zalim hükümdara:
Şehre yolcu bir kimse gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir
kadın vardır, diye haber verildi.
Zalim melik, İbrahim'e haber gönderdi. Geldiğinde Sare'den söz
ederek:
Bu kadın kimdir? diye sordu. İbrahim:
(Din yönünden)*kız kardeşim, dedi. Sonra İbrahim, Sare'nin yanına geldi ve:
Ya Sare, yeryüzünde (bizim iman ettiğimiz esaslara) benden ve senden
başka iman eden hiçbir kişi yoktur. Bu melik, bana seni sordu. Ben de
ona senin benim kız kardeşim olduğunu haber verdim. Sakın benim sözümü
yalan çıkarma, dedi.
Arkasından zalim melik Sare'ye elçi gönderip çağırttı. Sare onun
yanına girince melik eliyle Sare'ye uzanmaya davrandı, bu anda adam
bir hale yakalandı, nefesi boğuldu. Hemen Sare'ye:
Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare,
Allah 'a (onun çözülmesi için) dua etti. Dua akabinde adam o halden
salıverildi. Sonra Sare'ye ikinci defa uzandı. Bu sefer de birincideki
gibi ya da ondan daha şiddetli bir hale yakalandı. Yine Sare
'ye:
Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare
yine dua etti, o da yine çözüldü ve kapıcılarından bazılarını
çağırarak:
Sizler bana insan getirmediniz, sizler bana ancak bir şeytan
getirdiniz, dedi.
Akabinde Hacer'i Sare'ye hizmetçi olarak hediye etti. Sare, İbrahim'e
geldi. İbrahim, dikelmiş namaz kılıyordu. Eliyle "Mehye" yani halin
nedir? diye işaret etti. Sare:
Allah kafirin yahud facirin tuzağını kendi göğsüne çevirdi ve Hacer'i
de bana hizmetçi verdi, dedi. "
Ebu Hureyre: İşte bu Hacer sizin ananızdır, ey sema suyunun oğulları,
demiştir.
Bu ve söz konusu diğer hadislerde İbrahim'in eşi Sare'yi kız kardeşim
diyerek krala takdim ettiği yazdığı halde Türkçe ve İngilizceye
tercüme edilirken metnin aslında yazmayan ibareler eklenmiştir. Parantez
içinde eklenen bu ilave metinler ile İbrahim'in burada eşinden bahsederken
aslında kardeşimdir değil de "din kardeşimdir" dediği şeklinde zorlamalar
yapılmıştır. [16]
* Bu ve diğer hadislerin asıllarında yani Arapçalarında
"din yönünden" gibi bir ifade geçmemekte, İbrahim karısı için
doğrudan "kız kardeşim" demektedir. Hadislerin asıllarını burada
paylaşıyorum. İsterseniz kendiniz de kontrol edebilirsiniz.
"Eğer İbrahim karısı Sare'yi karısı diye taktim etseydi, sadece dul ve evli
kadınları taciz etme adeti olan kral, Sare'yi de taciz edecekti. Çünkü evli
olan kadınlar üzerinde kocalarından daha çok hak sahibi olduğunu ama bekar
olan kadınlar üzerinde herhangi bir hakka sahip olmadığını söylüyordu. Bu
yüzden İbrahim, karısı Sare'yi bekar gibi göstermişti" şeklinde dayanaksız
tahminler yürütenler bile vardır. [17]
İbnu'l-Cevzi ise bu kralın
Mecusi olduğunu ve Mecusi adetlerine göre bir kadın evlenince, eşinin,
kardeşi olduğunu ve kardeş olarak görülmeye başlandığını, Hz. İbrahim'in de
bu kralın kendi şeriatının dilini kullanarak namusunu korumak istediğini
söylemiştir.
Fakat Mecusilerde o dönem böyle bir yasa ve gelenek olduğuna dair bir
delil yoktur. Ayrıca böyle bir yasa varsa bile İbrahim'in bunu bilmeden
Mısır'a gittiğini söylemek tutarlı olmayacaktır. Yani İbnu'l Cevzi'nin bu
zorlamalarının bir dayanağı bulunmamaktadır.
Bu dayanaksız zorlamalar dışında Buhari de yer alan sahih hadis
kaynaklarında yazanlar Tevrat'taki anlatılar ile uyumludur. Hatta Tevrat'ta
yazanlardan anlaşılıyor ki eğer İbrahim korkuya kapılıp "kız kardeşimdir"
demeseydi bu olay başlarına gelmeyecekti. Çünkü kral şöyle diyor:
"Neden Sara'nın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Sara kız kardeşimdir'
diyerek onunla evlenmeme izin verdin?"
KAYNAKLAR
En-Nevevi, Muhyiddin, Şerhu Sahih-i Müslim, (Tahkik: Halil Me'mun Şiha)
Beyrut, 1997, XV, 123; el-Ayni, Bedruddin Ebu Muhammed Mahmud b. Ahmed,
Umdetu'l-Kari Şerhu Sahihi'l-Buhari, Mısır, tsz., XII, 408;
el-Azimabadi, Ebu't-Tayyib Muhammed Şemsu'I-Hak b. Emir Ali ed-Diyanuvi,
Avnu'l-Ma'bud Şerhu Sünen-i Ebi Davud, Beyrut, 1995, VI, 238;
Aliyyu'l-Kari, Nuruddin Ali b. Sultan Muhammed, Mirkatu'l-Miftah Şerhu
Mişkatu'l-Misbah, Beyrut, 1994, IX, 678; Davudoğlu, Ahmed, Sahih-i
Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul, 1983, X, 171; el-Kurtubi, Muhammed
b. Ahmed, el-Cami'li Ahkami'l-Kur'an, Beyrut, 1993, XI,208
"Kız kardeşimdir" dediği hadisler: Buhari, Enbiya 8. Bu konudaki benzer
rivayetler için bkz. Müslim, Fedail, 154; Muhtasar, 140. hadis
açıklaması; Ebu Davud, Talak 16; Tirmizi, Tefsir 22; Ahmed b. Hanbel,
Müsned, II, 403. Ayrıca bkz: Sünen-i Tirmizi, Bölüm 22, 3166; Buhârî,
Ehadisil Enbiya: 17; Müslim, Fedail: 27
İbn Kesir, Ebu'I-Fida' İsmail, Tefsiru'l-Kur'ani'l-Azim, Kahire, 1990,
IV, 14
Zemahşeri, Mahmud b. Ömer, el-Keşşaf, Beyrut, tsz., III, 344; Fahrüddin
er-Razi, Mefatihü'l-Gayb, Beyrut, 1997, XXVI, 147; el-Hazin, Ali b.
Muhammed, Lübabu't-Te'vil fi Meani't-Tenzil, Beyrut, 1995, IV, 296; İbn
Kesir, a.g.e., IV, 14; Kasımi, VIII, 216; Zuhayli', Vehbe,
et-Tefsiru'l-Munir, Beyrut, 1991, XXIII, 112, 115
el-Isfahani, Ebu Nuaym Ahmed b. Abdullah b. İshak,
el-Müsnedü'l-Müstahrec ala Sahih-i İmami'l-Muslim, Beyrut, 1996, I, 269;
Aynî, IV, 407
Zemahşerl, a.g.e., III, 344. Ayrıca bkz. Zuhayli, a.g.e., XXIII, 115
Razi, a.g.e., XXVI, 147. Ayrıca: Hazin, a.g.e., IV, 296; İbn Kesir,
a.g.e., IV, 14; Kasımi, a.g.e., VIII, 216; Zuhayli, a.g.e., XXIII,
112
Ebussuûd, Muhammed b. Muhammed, İrşadu'l-Akli's-Selim, Kahire, tsz.,
VII, 197
et-Taberi, Muhammed b. Cerir, Camiu'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'an, Beyrut,
1980, XXIII, 45; en-Neysaburi, Nizamuddin Hasan b. Muhammed b.
Hüseyin, Ğaraibu'l-Kur'an ve Reğaibu'l-Furkan, Beyrut, 1980, (Taberi
Tefsirinin kenarında), XXIII, 64.
İbn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b. Müslim ed-Dineveri, Te'vilu
Muhtelefi'l-Hadis, Beyrut, 1972, I, 35
el-Beğavi, Ebu Muhammed el-Huseyn, Mealimü't-Tenzil, Beyrut, 1995, IV,
296; Hazin, a.g.e., IV, 296; Kurtubi, a.g.e., XI, 208: Bikai,
a.g.e., V, 94; Zuhayli, a.g.e., XVII, 82
Öncelikle kendi hikayemi paylaşmama beni teşvik eden diğer paylaşımcılara
teşekkür etmek istiyorum. Onları dinlerken ne kadar benzer hikayeler olduğuna
şaşırıyorum.
Ben büyük aile bireyleri ile birlikte yaşanan bir evde
büyüdüm. Bahsettiğim kişiler babaannem ve dedem. Annem ve babam aslında modern
insanlardı ama babaannem ve dedem son derece muhafazakarlardı. Babam işi sebebi
ile sürekli yurt dışında yada şehir dışında olurdu. Biz de annemle babaannem ve
dedemle kalırdık. Annem kendisini babamın ailesine kabul ettirebilmek için
kendinden bazı tavizler vermiş, evlenmeden önce yaşadığı hayatı değiştirmişti.
Babaannemle ev sohbetlerine ,çeşitli dini konuların abartılı ve gerçek dışı
şekilde konuşulduğu kadın toplantılarına katılıyor, tabı bu sırada beni de
götürüyordu.
Ben baş örtülü olmayı bir mecburiyet olarak görüyor,
açık olan yada biraz rahat giyinen kişilerin cayır cayır yanacağına inanıyordum.
Büyüyünce en çok istediğim şey kapanmak ve anne olmaktı. Dini baskı ve hurafeler
ile çocukluk yaşadım. Cinlerin beni gece aynaya baktım diye çarpabileceğine,
saçlarımın görünmesi sebebi ile cehennemde saçlarımdan asılacağıma ,iç
çamaşırımın bir erkek tarafından görünmesi sebebi ile çocuğumun onun bunun
çocuğu olacağına falan inanıyordum.
Her sene mahalledeki caminin Kur'an kursuna katılıyordum. Dini olan her şeyi
sorgu ve sualsiz doğru kabul ediyordum. Hatta çocuk yaşlarımda bile akranlarımın
din konusundaki bilgi eksiklikleri beni rahatsız ediyordu. Kardeşim doğana kadar
evin şımarık tek çocuğu olarak bu süreç böyle devam etti. Bir erkek
kardeşim oldu ve onun büyümesi ile bazı şeyler gözüme batmaya başladı. Mesela
benim akşam ezanından sonra dışarıda olamazken kardeşimin benden küçük olmasına
rağmen dışarıda kalabilmesi. Ya da bana sürekli oranı buranı kapat baskısı
yapılırken kardeşimin istediğini giyebilmesi gibi. Bu tip sorular ile kendimi
karıştıramazdım ,çünkü herkesin bildiği üzere dini çok sorgularsak delirirdik.
Yani din ile ilgili insanı bir şeyler rahatsız etse bile bunu kendine itiraf
etmesi çok kolay olmuyor.
Lise çağlarımda arkadaşlarıma dini konularda bilgiler veriyor hayatımı dine göre
yaşayabildiğim kadarı ile yaşıyordum. Arkadaşlarıma kadınların yüksek sesle
konuşup gülmesinin günah olduğunu söylüyordum. Felsefe öğretmeninin din
konusundaki sözlerini içten içe hırçınlıkla dinliyordum ve dine inanmayan
herkesten nefret ediyordum. Fakat bir süre sonra felsefe öğretmenim benim
senelerdir kendime bir sorup bir caydığım kadın erkek eşitliği konusuna değindi.
O gün içimde bir sevinç oluştu çünkü beni senelerdir kemiren bu konunun başka
biri tarafından da dile getirildiğini görmüştüm. Bu andan sonra biraz daha
düşündüklerimi dile getirebilir olmuştum. Tabi öyle her ortamda konuşamazdınız,
uygun koşulların ve kişilerin olması gerekiyordu. Ailemizin çevresindeki kolu
komşu yada akrabalar benim bu düşüncelerimi asla bilmemeliydi. Onlar kızlarını
hafız olsun diye yatılı kurslara gönderiyor, hatta babamı beni pozitif bilimler
okumaya zorladığı için kınıyorlardı. Bir de benim din ile ilgili soru
işaretlerimin olduğunu öğrenirlerse anne ve babamı zor duruma düşürürdüm.
Derken üniversiteye başladım ve biyoloji bölümünü seçtim. Üniversitenin ilk
yıllarında da okulda misyonerlik yaptım maalesef. Üniversitede bazı
arkadaşlarıma Kur'an okumayı öğretmişliğim bile vardı. Bazı arkadaşlarımla din
ve bilim arasında seviyeli tartışmalar yapardık ve ben dini daha iyi
savunabilmek için mealler ve tefsirler okumaya başlamıştım. Sürekli yanma
korkusuyla görmezden geldiğim sorularım daha beter bir şekilde gözüme batmaya
başlamıştı. Çünkü Kur'an'ın doğru düzgün kadınlara hitap etmediğini görmüştüm.
Kabullenemediğim ve ağlayarak diğer meallerde nasıl yazıldığını araştırdığım
ayetler oldu. Dinimin bana biçtiği rol çocuk bakıp iffetimi korumaktı, bu kadar.
Evlenme yaşı ,çoklu evlilik, örtünme, miras hakkı, şahitlik gibi konulardaki
adaletsizlik alenen yazıyordu ve bunlar adaletli olduğu söylenen bir tanrı
tarafından yazılmıştı.
Zaten biyoloji gibi bir bölümde okuyup da din ile bilimi aynı anda yorumlamaya
çalışmak çok zor bir süreç. Bir taraf sana doğanın düzenini ve gerçekliğini
tüm açıklığı ile anlatıyor diğer taraf ise sorgulamaman gerektiğini, asla
varlığından emin olamayacağın kavramlara inanmanı bekliyor. Bir de meallerde
kadınlar hakkında yazan sürekli itaate ve acizliğe yönelik ayetler beni iyiden
iyiye dinden soğutmaya başlamıştı. Bilimde kadın ve erkek bir düzenin iki eşit
parçasıydı, din ise erkeklerin kadınlardan üstün kılındığını söylüyordu, tıpkı
Nisa 34'deki gibi. Bu ikilem içinde içimde yavaş yavaş bilim gerçeklikleri
daha ağır basmaya başladı. Arkadaş ortamımda her dinden her etnik kökenden
insan olması ile daha farklı bakış açıları ve dine yönelik daha başka sorular
gördüm. Sadece kendi aklıma takılan sorulardan sıyrılıp onların paylaştığı
sorular üzerine de kafa yormaya başladım ve dinler ile ilişkim tamamen koptu
diyebilirim.
Velhasıl ben şu an 28 yaşındayım, babaannem hala ne zaman başımı
kapatacağımı soruyor.Evlendim, eşim özgür düşünceli ve kadını sindirerek
kendini yücelttiğine inanmayacak kadar akıllı biri. Kardeşimi ben büyüttüm
sayılır, ona kadın erkek eşitliği ve bu düzenin oluşması için onun nasıl bir
adam olması gerektiğini anlattım. Şimdi benden çok daha eşitlikçi, kadınların
fikirsiz ve eğitimsiz bırakılmamaları ve sosyal hayattan soyutlanmamaları
gerektiğine inanıyor. Benden yaşça küçük kadınlarla bu konuyu özellikle
konuşuyorum. Dine inanmak isteyen inansın ama o sadece bir inanç ve biz gerçek
bir dünyada yaşıyoruz diyorum. Sen hayatının kalanında eşine, babana ya da
herhangi bir erkeğe fikren ,fiilen yada maddi olarak bağımlı yaşamayı ya da
onlardan aşağıda görülmeyi kendi insanlık onuruna açıklayabilecek misin diye
soruyorum. Burada demek istediğim şey kadınların erkeklerin arkalarından
yürümeleri gerektiği, yetişkin bir kadının bile bir erkekten izin almadan bir
yere gidemeyeceği, cinsel anlamda erkek her istediğinde ona karşılık vermek
zorunda olurken erkeğin kadına karşı aynı mecburiyette olmaması ,kadının
erkeğe itaat etmek zorunda olması gibi konulardır.
Diyeceğim şu ki bir insanın aydınlanması ve gözünü açması aslında neleri
beraberinde getiriyor. Bir çok insanın dini sebeplerle kendini ifade etmekten
geri durduğunu görebiliriz. Bu kadın ya da erkek fark etmez. Dinin
hayatlarımızda bir çok şeyi yaşamamıza engel olduğu çok açık. Din insanlara
iyiliği güzelliği öğretmiyor, sadece yüzyıllar önceki toplumsal anlayış
içindeki rolleri günümüzde de sürdürmemizi istiyor. İnsanlar sadece dindar
olunarak ahlaklı ve iyi bir insan olunabileceğini düşünüyor. Çünkü onlara göre
dinin temeli iyi insan olmak. Ben insanların iyi, vicdanlı ve adil olabilmek
için bir dine inanmak zorunda olduklarını düşünmüyorum. Aklın ve özgür
düşüncenin toplumları daha yaşanabilir kılacağına inanıyorum ve dinler özgür
düşüncenin karşısında birer engel.
Bana fikirlerimi ve hikayemi
paylaşabilmem için imkan sağladığınız için çok teşekkür ederim. Yaptığınız işe
ve dönüşümünü anlatan herkese çok saygı duyuyorum. Güzel günlerimiz olsun,
hoşça kalın..
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler
özgündür)