HABERLER
Dini Haber

ALLAH'IN ÇOCUK ÖLDÜRMESİ (ÖLDÜRTMESİ)


ALLAH'IN ÇOCUK ÖLDÜRMESİ (ÖLDÜRTMESİ)

Kehf süresi 66-81 Ayetlerine göre Musa ile Hızır bilge bir yolculuğa çıkar yolculuk sırasında Hızır bir çocuğun ileride hayırsız olacağını düşündüğü için yaşam hakkını elinden alır bu olay kuranda ibret bir hikaye olarak anlatılır;

65-“Nihayet kullarımızdan bir kul buldular.”
Cumhura, yani ekser âlimlere göre bahsi geçen zât Hz. Hızır'dır.

66-“Musa ona:“Doğru yola sevk edici olarak sana öğretilenden bana da öğretmen için sana tabi olabilir miyim?” dedi.”
67-“Dedi ki: “Doğrusu sen benimle asla sabredemezsin.”
68-“İçyüzünü kavrayamadığın şeye nasıl sabredeceksin?”
69-“(Musa) dedi: İnşallah beni sabırlı bulacaksın ve senin hiçbir işine karşı gelmeyeceğim.”
70-“(Hızır)dedi ki: O halde bana tabi olacaksan; ben sana anlatmadıkça, hiçbir şey hakkında bana soru sorma!”
71- “Böylece yola koyuldular.”

74-“Nihayet bir erkek çocuğa rastladıklarında(Hızır) onu hemen öldürdü.”

فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـًٔا نُكْرًا

Ayette geçen (ف fe), çocuğu görür görmez hiç beklemeden, sorgulamadan öldürdüğüne delâlet eder.
“(Musa) dedi: Kısas olmadan masum bir canı mı öldürdün? Doğrusu sen çok fena bir şey yaptın.”
Çocuk küçüktü, henüz ergenlik çağına ermemişti.

Bir süre yol kat ettikten sonra Hızır Musa'ya çocuğu neden öldürdüğünü açıklar ;

80- “Çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi.”
“Onları bir tuğyan ve küfre sürüklemesinden korktuk.”

Çocuğun anne-babasına tuğyan ve küfrü;
-Onların hukukunu çiğnemesi, -Aynı evde iki mü’min ve azgın bir kafir olması,
-Anne-babanın çocuğun etkisi altında kalarak dinden dönmeleri

Hz. Hızır'ın böyle durumlar olabilmesinden korktuğunu söylemesi, Allah'ın bildirmesine bağlı bir durumdur. Ayetlerden anlaşıldığına göre Hızır bunları kendiliğinden değil, ilâhî emir gereği olarak yapmıştır. Bu takdirde peygamberlere gönderilen ilâhî emirlerle Hızır’a verilen ilâhî emirler arasında bir çelişki görülmüyor mu? Yani Hızır'a çocuğu öldürmesini Allah emretmiştir. Yani burada sözde özgürlüğün ve barış dininin tanrısı Allah diyor ki: bu çocuk büyüyünce anne ve babasını yoldan çıkaracak, onları kafir yapacak bu yüzden bu çocuğu öldür. Peki Hz. Musa yaşanan olaya neden itiraz etmemiştir? Aslında bunun için 2 yorum mevcut. İlki direkt yazılan yazıyı red eden biçimde. Onun çocuk olmadığını suçlu bir ergin olduğunu söyler. Oysa ki Kuranın bütün tefsirlerinde bu olay ergenliğe girmemiş bir çocuk üzerinden gerçekleşmiştir. Yani bu düşünce hem ayeti hem de Kur'an'ı red eden bir düşüncedir. İkinci düşünce ise bu isteğin Allah tarafından geldiği için itiraz etmediği yönünedir. Bu şekilde yorumlarsak bile kuranda geçen sözde ahlak, evrensel şeriat ve adetlerine ters düşmektedir. Aslında kuran kendi içerisinde kendini çökertebilen bir kitaptır. Madem çocuğu öldürecekti sözde sonsuz güçte olan Allah bu çocuğun ne olacağını bildiği halde neden yarattı, kötü biri olacağını biliyordu. Neden onu iyiye yönlendirmeye çalışmadı? Hadi buna karışmıyor diyelim - aslında karışılan çok fazla kişi ve olay vardır - hani İslam dininde zorlama ve baskı yoktu? Hani diğer dinlere ve inanlara saygı ve sevgi vardı?

81-“İstedik ki onların Rabbi onun yerine kendilerine ondan daha hayırlı ve daha çok merhamet eden birini versin.” Denildi ki: Onların bir kız çocuğu oldu, bu çocukla bir peygamber evlendi.
Bunların çocuğu da bir peygamber oldu, Allah bununla bir millete yol gösterdi.

Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin tümü, topluca iman ederdi. Öyleyse, onlar mü’min oluncaya kadar insanları sen mi zorlayacaksın? “ (Yunus Suresi, 99)


Madem insanları istediği gibi iman ettirebiliyorsa çocuğu iman ettirmek yerine neden öldürüp yerine daha hayırlı bir çocuk doğurttu?

Görüldüğü gibi bu ayetler Allah'ın kötü bir tanrı olduğunu, kandan ve ölümden beslendiğini ve sonsuz güçte bir tanrı olmadığını kanıtlar. Kuranda bu ve bunun gibi birçok ayet vardır.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Ekoman

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?


KUR'AN DEĞİŞTİRİLDİ Mİ?

Bu yazım sık sık duyduğum ‘’İncil ve Tevrat değiştirilmiştir fakat Kuran koruma altındadır!’’ sözünden yola çıkarak yazma gereksinimi duymam sonucu ortaya çıkmıştır ve farkettim ki bu düşünceye sahip kişi sayısı göz ardı edilebilecek kadar küçükte değil... O zaman elden ne gelir? Bulabildiğimiz kaynaklar doğrultusunda fikirlerimizi yazalım!

Öncelikle bahsetmemiz gereken konu başlıklarını bir sıralayalım:
1. Muhammed’in vahiy almaya başladığı zaman ve vahiy süreci
2. Alınan vahiylerin ne şekilde kayıt edildiği
3. Kuran’ın derlenişi

1. Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci

40 yaşlarına doğru Muhammed’de yalnızlık çektiği ve toplumdan bunaldığı zamanlar Nur Dağı’nda bir mağara olan Hira Mağarası’na azığını da alıp gider ve azığı bitene kadar orada kalıp Allah’a dua ederdi.

Söylenene göre Muhammed vahiy almadan önce 6 ay kadar bir süreyle sık sık rüyalar görüyormuş ve gördüğü rüyaların hepsi olduğu gibi çıkıyormuş.

Hz. Aişe’nin bir rivayeti de şöyle:
"Allah Resulü'ne vahyin başlaması doğru rüyalar görmekle olmuştur. Gördüğü her rüya sabahın aydınlığı gibi aynen çıkardı. Sonra ona yalnızlık sevdirildi. Artık Hira mağarasında yalnızlığa çekilir, oradan ailesinin yanına gelinceye kadar sayısı belirli gecelerde ibadet eder ve (ailesinin yanına döndükten bir süre sonra) yine azık alıp mağaraya geri giderdi. Sonra yine Hatice'nin yanına dönüp, bir o kadar zaman için azık tedarik ederdi."

 Gelen İlk Vahiy

Muhammed’in yine inzivaya çekildiği günlerden birisinde (610 yılı Ramazan ayının Kadir Gecesinde) derin düşüncelere dalmışken isminin mağaranın içinde yankılandığını duydu. Etrafında birilerinin olduğunu düşünüp mağaranın içine bir göz gezdirdi fakat kimse yoktu. Sonrasında etrafının nur ile çevrildiğini görmüş ve buna dayanamayıp bayılmıştı.

Kendisine geldiğinde karşısında Allah’ın mesajını iletmek ile görevli olan Cebrail’i bulmuştur ve sonrası şu şekildedir:

"Oku" Dedi. Muhammed:
-"Ben okuma bilmem", diye cevap verdi. Melek, Muhammed'i kucaklayıp güçsüz bırakıncaya kadar sıktı.

-"Oku" diye emrini tekrarladı. Muhammed yine:
-"Ben okuma bilmem..." cevâbını verdi. Melek emrini tekrarlayıp üçüncü defa Muhammed'i sıktıktan sonra Alak Sûresi'nin ilk beş âyetini okudu.

"Yaratan Rabb'inin adıyla oku. O, insanı ‘alak'tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku, kalemle (yazmayı) öğreten, insana bilmediğini belleten Rabb'in sonsuz kerem sahibidir." (Alak Sûresi, 1-5).

Meleğin arkasından Muhammed de bu âyetleri tekrarladı. Heyecanla mağaradan çıkarak evine geldi. Yolda ilerlerken gök yüzünden bir sesin:

"Ey Muhammed. Sen Allah'ın elçisisin, Ben de Cibrail'im" dediğini duydu. Başını kaldırdığı zaman, Cebrâil'i gördü. Korku içinde evine vardı.

Eşi Hatice'ye:

"Beni örtün, çabuk beni örtün" dedi. Bir müddet dinlenip heyecânı geçtikten sonra gördüklerini Hatice'ye anlattı, “Kendimden korkuyorum”, dedi. Hatice, O'nu şu ölmez sözlerle teselli etti.

"Öyle deme. Allah'a yemin ederim ki, Allah, hiç bir zaman seni utandırmaz. Çünkü sen , akrabanı gözetirsin. İşini görmekten âciz kimselerin işlerini yüklenirsin, Fakire yardım edersin. Misâfiri ağırlarsın...."

Sonrasında Muhammed şaşkın bir şekilde evine gider ve eşinden kendisine bir battaniye/örtü getirmesini ister.

Dinlendikten sonra eşine durumu anlatır ve eşi kendi düşüncelerini açıkladıktan sonra onu bilgili birisi olan Varaka’ya götürür.

Şimdi burada hazır ilk maddenin sonlarına yaklaşmışken bir ara verip birkaç şeyden bahsetmek istiyorum:
Üste bıraktığım ayetlere bakacak olursak herkesin ortak düşünceye varacağı bir nokta var, o da Muhammed’in okuma ve yazma bilmediğidir. Muhammed’in okuma yazma bilmemesi o zaman ki Arabistan’a çok olağan bir durumdur çünkü toplumdaki okuma yazma oranı olabilecek en düşük seviyelerdedir. Şimdi Muhammed’in ve çevresindeki çoğu kişinin okuma yazma bilmediğine hepimizin karar verdiğini düşünüyorum. Peki okuma yazma bilen insanların az olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti? Sorunun cevabının basit olduğunu elbette biliyorum fakat ileride değineceğim bu konuya ve şimdilik aklınızın bir köşesinde bulunmasını istiyorum.

Devam edecek olursak:

Hatice daha sonra Muhammed’i, amcasının oğlu Varaka'ya götürdü. Varaka, Tevrât ve İncil'i okumuş, İbrânî dilini ve eski dinleri bilen bir ihtiyardı. Varaka Muhammed’i dinledikten sonra:

"Müjde sana Ey Muhammed, Allah'a yemin ederim ki sen İsâ'nın haber verdiği son Peygambersin. Gördüğün melek, senden önce Allah'ın Musâ'ya göndermiş olduğu Cibrail'dir. Keşke genç olsaydım da, kavmin seni yurdundan çıkaracağı günlerde sana yardımcı olabilseydim... Hiç bir Peygamber yoktur ki, kavmi tarafından düşmanlığa uğramasın, eziyet görmesin..." dedi. Aradan çok geçmeden Varaka öldü.

Muhammed vahiy almaya başladıktan sonra 3 yıl kadar bir süre boyunca Allah’ın emri üzerine sadece yakın akrabalarını durumdan haberdar etti. Gizli davet dediğimiz sürecin 3 yıl kadar sürmesinin sebebi ise bu durumun yavaş yavaş çevre tarafından duyulmasıdır.

Yapılan ilk açık davetten de kısaca söz edecek olursak eğer:

Muhammed evinden çıkıp Safâ tepesine varır ve ‘’Yâ Ben-î Kureyş! Yâ Ben-î Haşim! Yâ Ben-î Fehir!’’ şeklinde Kureyşoğulları, Haşimoğulları ve Fehiroğulları kabilelerine seslenir. Bir rivayete göre Muhammed’in açık daveti 6 saatlik bir mesafedeki çevreye kadar duyulmuştur.

Uzun uzun maddeler halinde verip okuyucuyu sıkmak istemiyorum fakat Muhammed’in ne tarz yollarla vahiy aldığı ve gizli/açık vahiy süreci hakkında hakkında internet üzerinden detaylı bir okuma yapabilir ve konuya tamamıyla hakim olabilirsiniz.

Şimdi bunlardan bahsetme sebebim vahiy vb. kavramları tekrardan gözden geçirmek, bilmeyen varsa olayı Kur'an’da ve hadis kaynaklarında geçtiği şekliyle göstermekti. Bu sıkıcı kısmı bitirdiğimize göre herkesin aklında bazı temel şeyler tekrardan oturmuştur.

2. Alınan Vahiyler Nasıl Kaydedildi?

İlk maddemiz olan ‘’Muhammed’e Vahiy Gelmesi ve Vahiy Süreci’’ni bitirdik ve şimdi sırada vahiylerin nasıl kaydedildiği var. Şimdi hemen azıcık üstte aklınızda tutmanızı istediğim şeyi tekrar gündeme getireyim: ‘’Peki aralarında Muhammed’in de bulunduğu okuma yazma bilmeyen insanların çoğunlukta olduğu bir toplulukta gelen vahiy nasıl kaydedilecekti?’’ Muhammed’in gelen vahiyleri Allah’ın bir mucizesi olduğu söylenen mükemmel hafızasında tuttuğunu hepimiz bir yerlerden duymuşuzdur. Elbette vahyin sadece akılda durması pek bir şey ifade etmiyordu çünkü sürekli yeni vahiy geliyordu ve tebliğ inancı olan İslam’da vahyin sadece akılda tutulması bu işi zorlaştıracaktı. Bu yüzden Muhammed’in okuma yazma bilen insanlara ihtiyacı vardı.

Vahyin kaydedilmeye başlanma sebebi Muhammed’in kendi verdiği bir karar mı yoksa kendi Tanrısı olan Allah’ın bir emri mi bilinmez fakat bir süre sonra Muhammed üzerine yazılabilecek maddelerin/eşyaların üzerine vahyin kaydedilmesi emrini vermiştir.

Kur'an ayetleri dağınık bir şekilde inmekteydi ve kayıt esnasında Muhammed söylüyordu hangi ayetin hangi sırada olduğunu. Aynı şekilde Muhammed’in söylediği ayetler yazıya aktarılırken (kemik, deri vb. cisimler üzerine) sahabelerin arasından ayetleri ezberleyen kişiler de oluyordu.

Vahyin kontrolü amacıyla her sene ramazan ayında bir kere olmak üzere (sadece Muhammed’in öldüğü sene iki kere kontrol edilmiştir) Cebrail ile birlikte vahiy gözden geçiriliyordu.

Eklemek gerekirse eğer, vahyin kaydedilmeye ne zaman başladığı Kuran’da ya da başka bir kaynakta belirtilmez fakat eğer ayetler bir an önce kaydedilmeseydi karışıklık çıkabilirdi. O yüzden ilk vahiy indikten ve Muhammed şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra kayıt işlemi başlamıştır ve de bazı ayetleri ve rivayetleri göz önünde bulundurarak vahyin ilk dönemlerinden itibaren ‘’vahiy katipleri’’ dediğimiz kişilerin vahyin kaydedilmesi göreviyle Muhammed’in çevresinde bulunmuştur diyebiliriz.

Buna ek olarak Ömer’in ilk Müslüman olarak kişilerden birisi olduğunu ve Tâhâ suresinden bir bölüm okunduğu, Ömer'in onu duyduğu ve çok etkilendiği anlatılır. Bundan yola çıkarak tahminimizi doğrulayabiliriz. Bunun dışında Beyyine suresinde geçen ‘’suhuf’’ ve birçok ayette geçen ‘’sûre’’ kelimesinin yazı yoluyla kaydı işaret ettiği yönünde düşünceler vardır fakat Ömer olayına kıyaslayacak olursak ben bunların daha zayıf deliller olduğu fikrindeyim. Son bir şey daha ekleyecek olursak delillerimize: M.M. el-A'zamî de vahyin çok erken yazılmaya başladığını belirterek; gerçekte âyetlerin İslâm'ın ilk evrelerinden itibaren hatta Müslümanlar Kureyş'in zulmü altında sayısız sıkıntılar içinde yeni filizlenen bir toplulukken bile kayda geçirildiğini söyler. (A'zamî, Kur'ân Tarihi, s. 105.)

Birçok kaynak olmasına rağmen hepsinden bahsetmemiş olmama rağmen -ki bu okuyucuyu sıkmak istemememden kaynaklıdır- tüm delil olarak gösterilen olayları, ilk vahiyden kısa bir zaman sonrasında vahyin kaydedildiği fikrine varılabilir.

Şu ana kadar vahiy sürecini İslami kaynakları kullanarak yazmak durumundaydım haliyle fakat birazdan işler değişecek diyebilirim yani kısacası asıl eğlenceli kısma yeni geliyoruz.

3. Kuran’ın Derlenişi (Derlenişleri)

Yapılan inceleme ve aktarmalarla görülen o ki: Muhammed'in "vahiy katiplerine yazdırdığı" bildirilen "Kuran"ın ne "aynı" ne de "tümü" bugünkü Kuran'da yoktur. Halife Mervan kendi gerekçesini şöyle açıklar; "Onda yazılı olanlar, Osman tarafından yazdırılan Mushaflara geçmiştir. Artık ona gerek kalmamıştır. Yakılıp yok edilmeseydi, zamanla kuşkulara yol açılabilir, ondan alınarak yazılan Mushaflar çevresindeki kuşkuları önlenemeyebilirdi. Bundan korktum, o nedenle yaktırdım."(Kaynak: İb Ebi Davud, Leiden 1937, yay.,s.243-Suphi e's-Salih Mebahis Fi ulûm-il Kuran)

Önceki bölümlerde Kuran’ın rivayetlere göre ne zaman yazılmaya başlandığı ve nasıl kaydedildiğinden yeterince bahsettiğimizi düşünüyorum.

Şimdi konumuz Kuran’ın derlenişi olduğuna göre ilk önce ‘’Kuran’ın derlenmesine neden gerek duyulmuştur?’’ sorusuna cevap verelim:

Kuran’ın derlendiği dönem Ebu Bekir Dönemi olduğuna göre öncelikle Ebu Bekir Dönemi’ndeki Müslümanların durumuna bir göz atalım; Muhammed vefat etmeden önce Ebu Bekir’e imamlığı devrediyor, ardından Ömer’in önerisiyle ve Müslümanların kararıyla Ebu Bekir halife oluyor. Ebu Bekir’in halife olduğu bu dönem 2 yıl kadar sürüyor ve bu dönemde peygamber olduğunu iddia eden kişiler, dinden ayrılanlar ve elbette savaş oluyor. Savaşta Kuran’ı bilen kişilerin de kaybedilmesi ve nicelerinin de kaybedilmesi korkusu, yeni ‘’peygamberler’’ tarzı olaylar ve Ömer’in tavsiyesiyle Kuran’ı tek bir kitap haline getirme kararı alınıyor.

Tek bir cümleyle cevap verecek olursak eğer: Kuran yitip gitmesin diye Kuran’ın tek bir kitapta toplanmasına Ebu Bekir döneminde gerek duyuldu ve Kuran bir kitap haline getirildi.

Ömer, Ebu Bekir’e Kuran’ın yukarıda bahsettiğimiz gerekçeler nedeniyle toplanması gerektiğini söylüyor. Ebu Bekir karşı çıksa da başta sonunda Ömer’in önerisini kabul ediyor. Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için o yüzden bu görev Kuran’ın kaydedilmesinde görev alanlardan birisi olan Zeyd İbn Sabit’e veriliyor.

Zeyd:
"Ebu Bekir bana ‘Sen akıllı bir gençsin. Peygambere vahiy yazdığın için senin başaracağına güveniyorum. Araştır ve topla Kuran ayetlerini’ dedi, Tanrıya ant içerek söylerim ki, dağlardan bir dağı yükleyip taşımayı önerseydi, buyurup verdiği görev kadar bana ağır gelmeyecekti. Yani Kuran'ı derlemek kadar."

Sonrasında Zeyd görevi kabul eder ve şöyle açıklar:

"Kuran (ayetlerini) derlemeye koyuldum. Hurma dallarından, küçük taşlardan ve kişilerin ezberlerinden izleyip derledim. işin sonunda, Tevbe (Beraat) suresinin sonunu, Ebu Huzeymetu'l-Ensari'de buldum. Ki, başkasında bulamamıştım bu parçayı"

Zeyd’in söylediklerine bakarsak bir üst paragrafta kullandığım ‘’Kuran’ı yazıya dökenlere ve ezberleyenlere ihtiyaç vardı bu derleme işlemi için’’ cümlesi doğruluk kazanmış oluyor. Eğer bu Kuran’ı ezbere bilen kişilerin sayısından bahsedecek olursak 4-10 arasında, en iyimser şekilde Buhari’de geçen hadislere göre ise 7 kişi olduğunu söyleyebiliriz. Hadisleri verecek olursak:
  1. Amr Ibnu'l-Ass anlatıyor: Peygamberin "Kuran'ı dört kişiden alın, Abdullah Ibn Mes'ud'dan, Salim'den, Muaz'dan ve Übeyy Ibn Ka'b'den" dedigini işittim. (Buhari, Fadailu'l-Kuran 8.)

  2. Enes anlatıyor: "Peygamber öldüğünde, dört kişiden başka Kuran'ı tümüyle ezberlemiş olan yoktu. Ebu'd-Derda, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd." (Buhari.)

  3. Katade'den aktarılıyor: "Malik oğlu Enes'e; 'Peygamber döneminde, Kuran'ı tümüyle ezberleyenler kimlerdir?' diye sordum. şu karşılığı verdi: 'Dört kişi. Tümü de Medine'li. Übeyy Ibn Ka'b, Muaz Ibn Cebel, Zeyd Ibn Sabit ve Ebu Zeyd (Buhari, aynı yer, Müslim 2465. Hadis.)

Son olarak ekleyebileceğimiz bir diğer şey ise ‘’iki tanık meselesi’’. Zeyd normalde ayetleri iki tanık bulunması şartıyla kabul ediyordu fakat yukarıda verdiğim Zeyd’in söylediğine bakacak olursak Tevbe suresinin son kısmı sadece Ebu Huzeymetu’l-Ensari’de bulunuyordu ve başka tanık yoktu bu ayet için fakat yine de ayeti kabul edilmişti.

Ebu Bekir döneminde derlenen nüsha öncesinde Ömer’e sonrasında ise kızı Hafsa’ya verildi.

Bir üstteki kısımda Ebu Bekir döneminde derlenen Kuran’dan bahsettik sırada Osman döneminde yapılan derleme var.

Osman döneminde yapılan derlemeye geçmeden önce Buhari’de bulunan bir hadisi okumamız gerek:

Ermeniyye ve Azerbaycan'ı ele geçirmek için savaşılıyordu. Huzeyfe, Ibnu'l-Yeman, Halife Osman'a geldi. Müslümanların okudukları Kuran'lardaki birbirini tutmazlıktan yakındı, "Emire'l-Mü'minin! Bu ümmet, kendisinden önceki Yahudiler ve Hıristiyanların içine düştükleri birbirini tutmazlılıklar gibi bir duruma düştü!"

Ebu Bekir döneminden bahsettiğim son paragrafta nüshanın Ömer’in kızı Hafsa’ya verildiğini yazmıştım. Aldığı haberden sonra Osman incelemek için Hafsa’dan nüshayı istiyor. Sonrasında Osman; Zeyd Ibn Sabit'e, Abdullah Ibn Züyebr'e, Sa'd Ibnu'l-As'a ve Hişam oglu Haris oğlu Abdurrahman'a görev veriyor.

Osman: "(Medine'li) olan Zeyd ile, Kuran'dan herhangi bir kesimde ters düştüğünüz zaman, tartışma konusu olan parçayı Kureyş dili ile yazın. Çünkü Kuran sadece Kureyş dili ile inmiştir."

Onlar da bu buyruğu yerine getirdiler. Sonunda (esas) sayfalardan Kuran nüshaları oluşturup işi bitince, Osman, söz konusu sayfaları (Hafsa'dan getirilenler) geri gönderdi. Alınan nüshaların da her bir kesime gönderilmesini buyurdu. Ve bunların dışında kalan her bir Kuran sayfasını ya da Mushafı buyurup yaktırdı.(Buhari, e's- Sahih, Kitabu Fedaili'l-Kuran/3.)

Şimdi Osman döneminde ‘’yazılan’’ Kuran’ın Kureyş dilinde olduğunu ve diğer Kuran sayfalarını ya da Mushafları yaktırdığını biliyoruz -ki saklanan Mushafların olma ihtimali de vardır. Örnek olarak Hindistan’da bulunan Ali Döneminde yazıldığı iddia edilen Mushaf’ı verebiliriz-. Diğer Mushafların yakılma sebebini bu konunun ilk paragrafında bir alıntıyla açıklamıştık. Osman’ın kurduğu ekip önderliğinde hazırlanan ve gerçek olarak kabul edilen Kuran ise çeşitli bölgelere yollanmıştır.

Şimdi tekrar bahsetmemiz gereken bir nokta olduğunu düşünüyorum:

Oysa, asıl kuşkulara yol açan, esas alınmış olduğu belirtilen ilk derlemenin yakılması olmuştur. Çünkü, ilk derleme ile, sonraki Osman döneminde oluşturulan ‘’Mushaf’’ ile arasında fark olmasa idi, ilk derlenen Kuran yakılır mıydı?

Buraya tekrar değinme sebebim 2. cümlede geçen diğer Mushafların yakılmasının şüphe oluşturmasıydı. Bu tamamıyla benim kişisel görüşüm olsa da: Yapılan ilk derlemenin yanlış olması ve sonra tekrar düzenlenen Mushaf’ta eksik ya da fazla ayet olması Kuran’ın değiştiği fikrini bana benimsetmeye yeterli diyebilirim.

Şimdi gelelim bu “son” nüshanın en büyük problemine. Bu son nüshada noktalama ve “teşkil” bulunmamaktaydı.

Yani Arap harfleriyle az – çok muhatap olmuş olanların bileceği gibi, b harfi ile s harfi aynı şekil ile ifade ediliyordu. Daha sonra bunun okumayla ilgili problemlere yol açacağı düşünülüp Dört Halife Dönemi’nden sonra harflere nokta eklendi. Bu da yeterli görülmeyip Arapça’da sesli harfleri temsil eden, bugünkü resmî “yazılı Arapça”da kullanılmayan “teşkil” eklendi. Böylece anadili Arapça olanların yanlış yapmasını önlemek için harfler noktalanmış, anadili Arapça olmayanların yanlış yapmasını önlemek için harekelenmiş bulunuyordu.

Muhammed Döneminin Kuran'ı ile Bugünkü Kuran Aynı Değil:

Ibn Ömer diyor ki: "Hiçbiriniz, Kuran'ın tümünü aldım (elimde bulunduruyorum) demesin. Bilemez ki, Kuran'ın çoğu yok olup gitmiştir. 'Ne kadar ortada varsa o kadarını elimde tutuyorum' desin yalnızca." (Suyuti, el İtkan, 2/32.)

Bu tanıklık, bugün elimizdeki Kuran'la, Muhammed'in "vahiy katipleri"ne yazdırdığı bildirilen Kuran'ın aynı olmadığını çok açık biçimde anlatmıyor mu? Kaldı ki, Ibn Ömer, Osman dönemindeki derlemeden sonra bu sözü söylemiştir. Yani, Osman döneminde oluşturulan "Mushaf"ın da orijinali yok. O el yazması, Dünyanın hiç bir yerinde bulunmuyor.

Bir üstte ara söz olarak bahsettiğim Hindistan’da bulunan Ali’nin Mushaf’ı gibi birçok Mushaf bulunmakta. Bunlara örnek verecek olursak eğer: Peygamberin, Kuran için ezberine başvurulacak dört kişiden biri olarak belirttiği Ibn Mesud'un mushafı, yine Muhammed'in danışılması gereken dört kişiden biri olarak söz ettiği Übeyy Ibn Ka'b'ın mushafı, Abdullah Ibn Abbas'ın mushafı, Muhammed'in karılarından Aişe'nin mushafı, Ali'nin mushafı bunların başlıcaları. Suyuti'nin ve Buhari'nin kitaplarında belirtilen mushaflardan hiçbiri günümüze gelememiş. Ancak bunların içerik listeleri yazılmıştır. Ayrıca bazı din kitaplarında, bunlarda bulunduğu söylenen ayet ve surelerden parçalar günümüze kadar gelmiştir. Eldeki resmi nüshadan içerik yönünden farklı oldukları bu listelere bakınca hemen anlaşılıyor.

Örneğin, Ibn Mesud'un "Mushaf"ında Fatiha Suresi gibi çok temel bir sure yok. Felak ve Nas sureleri de, Ali'nin surelerinin sırası bugünküne uymuyor. Suyuti, kitabında, Bakara suresinin, Ahzab suresi ile aynı uzunlukta olduğunu aktarıyor. (Suyuti, el ıtkan, 2/32.) Oysa bugün, eldeki resmi Kuran'da, Bakara 285 ayet iken, Ahzab yalnızca 73 ayettir.

Yine önceki kısımlarda Osman döneminde hazırlanan Mushaf’ın bir kaç yere yollandığından bahsetmiştim.

Üçüncü halife Osman döneminde bir heyet tarafından yeniden derlenip yazılan Kuran'ların kaç adet olduğu ve şu anda nerede bulundukları tartışmalıdır. -ki ben araştırmalarım esnasında net bir şekilde 7 Mushaf bulunduğunu ve derlemeyi yapan ekipte 12 kişi bulunduğunu savunan kaynaklara rastladım.

Kimilerine göre dört, kimisine göre beş ya da yedi adet yazılmıştır. Dörttür diyenlere göre, Osman bir nüshasını kendisine alıkoymuş, diğerlerini Kufe'ye, Basra'ya ve Şam'a göndermiştir. Mekke'ye, Yemen'e ve Bahreyn'e gönderilenlerden de söz ediliyor.

Hatta şu an Topkapı Müzesi’nde bulunan Mushaf’ın Osman döneminden kalma olduğu söylenmektedir. Aynı şekilde bir kopyanın Taşkent'te olduğundan söz eden çok sayıda kitap vardır. Günümüzdeki Kuran ile tutmayan bir diğer parçadan bahsedecek olursak San’a el yazmalarını örnek verebiliriz. Yemen Ulu Camii’de bulunan el yazmalarının günümüzdeki Kuran ile farkları bulunmakta.

Ayrıca, Kuran'ın okunuşundaki farklar da, tek bir Kuran olmadığının göstergesidir. Nitekim, İsmail Cerraoğlu'nun, Ankara 1971 baskılı "Tefsir Usulu" adlı kitabının 90-110.sayfaları arasında, Islam kaynaklarından aktarılan bilgiler de şöyle:

"Kur'an'ın bir harfinin bile değişmediği" yalanı Tevbe suresinin 114.ayetindeki "iyyahu" sözcüğünü, Hammad İbn Zeberkan, "ebahu" diye okurdu. Sad suresinin 2. ayetindeki "izzettin sözcüğünü de "ğırratin" okumaktaydı. Buradaki değişiklikler harf değişiklikleri. Birincisinde "ya"ba" ya, öbüründe de "ayın" harfi, "ğayın" harfine dönüşmüş. Haydi bu tür harf değişikliklerini önemsemeyelim.

Eldeki Kur'an'da görülen kimi sözcüklerin yerine, Abdullah İbn Abbas, "mürâdiflerini", yani "eş anlamlı olanları kullanırdı.

Enes İbn Malik de Müezzemmil suresinin 6. Ayetindeki "akvamu" sözcüğünün yerine, "asvabu" sözcüğünü kullanmıştır. İbn Ömer, Cum'a suresinin 10. Ayetindeki "fes'av" sözcüğünün yerine, "femzû" sözcüğünü; İbn Abbas Karia suresinin 5. Ayetindeki "kel'ıhni"yerine "k'essavfı"yı uygun görüp kullanırdı. Yine İbn Abbas "sayhaten vahideten"lerdeki "sayhaten" yerine, "zeyfeten"i yeğlerdi.Enes İbn Malik, İnşirah suresinin 2. Ayetindeki "vada'nâ" yerine,"halelnâ" diye okurdu. (Bkz.Sf.95). Aynı kitapta, gösterilen kesimde başka örnekler de görülebilir.


Buralarda görülen de yalnızca harf değişikliği değil kelime değişikliğidir. Demek ki peygamberden bu yana bir harf bile değişmemiştir savı gerçek değildir.

Kaynaklar, ayrı ayrı mushaflar üzerinde durur. Aktarılan örneklere göre, kimi mushaftakiler bugün elimizdeki "Resmi Kuran" dakileri tutmamaktadır. Kur'an'ın birinci orijinali de, ikinci orijinali de yine Müslümanlar eli ile yakılmıştır. Kuşkusuz gerçekleri örtmek için. Osman döneminde oluşturulup çoğaltıldıktan sonra belirli merkezlere gönderilen nüshaların orijinallerine de dünyanın hiçbir yerinde rastlanmamaktadır.

Bütün bunlar karşısında, yine ‘’Kuran, Peygamberden bu yana olduğu gibi ve bir harfi bile değişmeden gelmiştir!’’ denebilir mi?

SİZDEN GELENLER | Yazan: Kaptan Totototo

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

5 ANTİK BÜYÜ KİTABI-METNİ

Yazan: A.Kara

AVRUPALI VE ARAPLARIN 5 BÜYÜ KİTABI

İnsanlığın daha yüksek bir güce, bunlara sahip olma yada yönlendirmeye olan inançları belki insanlık tarihi kadar eskidir. Sihir, lanet ve büyülü sözlere olan inanışlar kültürler arasında yaygın olarak yer almıştır. Bu inanışın meyvesi olarak yüzyıllar boyunca pek çok 'grimor' yani büyülü sözler içeren kitaplar üretilmiş, bunların çoğu gizli topluluklar ve yirminci yüzyıla kadar dayanan okült örgütler tarafından tercih edilen kitaplar haline gelmiştir.

Konuya dair 5 kitabı burada özetleyecek olsam da ilerleyen süreçte her birini tek tek, daha ayrıntılı olarak ele alacağım.

ABRAMELİN'İN BÜYÜ KİTABI

Bu kitaplardan biri Kabalistik bilginin ezoterik (gizli, özel) kitabı olan Büyücü Abramelin'in kitabıdır.

Batı ezoterik düşüncesinin kökleri Doğu Akdeniz'deki Geç Antik döneme dayanır. Bu, doğunun batı ile buluştuğu bölgeydi. Dolayısıyla bu aynı zamanda Babil, İran, Mısır, Levant ve Yunanistan'ın din ve entelektüel geleneklerinin birbirine karışabildiği bir alandı. Bu türden çeşitli geleneklerin karışmasıyla ana akım Hristiyanlıktan farklı olarak Hermetizm, Gnostisizm ve Neoplatonizm gibi ezoterik düşünce okulları doğdu. Ezoterik öğretileri açıklayan metinler yazıldı ve bu düşünce okulları batıya doğru ilerleyerek Avrupa'ya yayıldı. 14-15. yüzyıl aralığında "Büyücü Abramelin'in Kutsal Maji Kitabı" yazıldı.

Bu kitap, Worms'lü* İbrahim (Abraham) olarak bilinen kişinin mektuplarından oluşan bir tür roman veya otobiyografi olarak yazılmıştır. İbrahim 14. ve 15. yüzyıllar arasında yaşadığına inanılan bir Alman Yahudi'siydi. İşte, Büyücü Abramelin'in Kitabı, İbrahim'in büyülü ve kabalistik bilgilerinin oğlu Lemek'e aktarılmasını anlatırken aynı zamanda bu bilgileri nasıl edindiğinin hikayesini anlatır.

İbrahim, hikayesine ölümünden kısa bir süre önce Kutsal Kabala'ya sahip olabilmek için gerekli olan yollarla ilgili "işaretler ve talimatlar" veren babasının ölümüyle başlar. Bu bilgeliği elde etmek isteyen İbrahim, bu tür çalışmalarda bilgili Musa adlı bir Hahamın yanında çalışmak için Mayence'e (Mainz) gider. İbrahim bu Hahamın yanında dört yıl çalışır. Geçmişe dönüp baktığında, önceki Hahamın öğretilerinin "kâfir ve putperest ulusların sanatlarını ve hurafelerini" içerdiği için hatalarla dolu olduğunu söyler ve haham ile zamanını boşa harcadığını hisseder. Hayatının sonraki altı yılını seyahat ile geçirir ve sonunda Mısır'a ulaşır.

Abraham, Arachi veya Araki adında bir Mısır kasabasının dışında, çölde yaşayan Mısırlı büyücü Abramelin ile tanışır. Evinin ağaçlarla çevrili bir tepenin üzerinde olduğu yazmış; Abramelin'i nazik, kibar ve "saygıdeğer yaşlı bir adam" olarak tanımlamıştır.
İbrahim'in Abramelin'le kaldığı süre boyunca büyücü ona "Tanrı Korkusu" dışında bir şeyden bahsetmez, İbrahim'i "iyi bir yaşam" sürdürmeye teşvik eder, onu "insanın zayıflığı nedeniyle yaptığı bazı hatalar" konusunda uyarır, zenginlikten ve mal elde etmekten tiksindiğini anlamasını sağlar.

Abramelin'in daha sonra İbrahim'e Kabalistik büyüleri öğrettiği söylenir. Ancak bundan önce İbrahim'in yaşam tarzını değiştirmesi, sahte dogmalarından vazgeçmesi ve Rab'bin yasaları üzerine bir yaşam süreceğine dair söz vermesi gerekiyordu.
İbrahim'den söz alan Abramelin, ona kopyalanması için iki el yazması verir. Abramelin ayrıca kasabadaki 72 fakire dağıtmak için İbrahim'den on altın para (florin) ister. Abramelin, Abraham'ı iki el yazmasını kopyalarken bırakarak parayı fakirlere dağıtmak için ayrılır ve 15 gün sonra geri döner. Kitapta, ertesi sabah Abramelin'in İbrahim'e, 'hayatını efendiye anlatarak günah çıkarmasını', 'efendiye hizmet etmesi, ondan korkması' ve 'kutsal yasasına göre yaşayıp ölmesi' konusunda söz vermesi istediği yazar.

Abramelin'in kabalistik bilgisini İbrahim'e aktardığı iki el yazması, Abramelin'in Büyü Kitabı'nın büyük bölümünü oluşturur. Bu büyü kitabının öne çıkan özelliklerinden biri "Abramelin İşlemi" olarak bilinen ayrıntılı bir ayindir. Bu ayinin uygun şekilde gerçekleştirilmesinin, büyücünün "koruyucu meleğinin" bilgi ve konuşmalarına ulaşabilme imkanı sağladığı ve bu ayinin büyücünün iblisleri kör etmesini de sağladığı söylenir.

Büyü kitabının diğer bir bölümü, her bir karenin, karenin sihirli amacıyla ilgili sözcükleri veya isimleri içerdiği 'sihirli sözcük kareleri' hakkındadır.

Bu kitap tarih boyunca pek çok coğrafyaya yayılmıştır. Samuel Liddell MacGregor Mathers tarafından yazılan Büyücü Abramelin'in Kitabı'nın İngilizce çevirisi nedeniyle Kabalistik sihrin anlatıldığı bu metinler 19. ve 20. yüzyıllarda oldukça popüler hale gelir. Popülerliği ile Altın Şafak Hermetik Cemiyeti ve Aleister Crowley'in mistik Thelema dini gibi gizli organizasyonlarda kullanılır hale gelmiştir.

KADİM BÜYÜLÜ KİTAP : ARS NOTORİA

Sihirli olduğu iddia edilen kitapların bazılarında şeytan veya melekleri çağırmak amaçlanmıştır. Sihir ve şeytan kavramları tarih boyunca tartışmalı olmayı korurken, bu tür kitapların çoğu farklı dillere tercüme edilmiş, derlenmiş ve geniş kitlelere yayılma imkanı bulmuştur. Bu kitaplardan biri de Ars Notoria'dır.

"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" olarak bilinen daha geniş bir derlemenin parçası olan Ars Notoria'nın, takipçilerine akademi alanında hakimiyet sağladığı, onlara daha güzel ve etkili konuşma yeteneği yanı sıra "mükemmel bir hafıza" ve bilgelik verdiği söylenir. Yani Ars Notoria tam anlamıyla bir büyü veya iksir hazırlama kitabı değil de, zihinsel gücü artırmak gibi entelektüel hediyeler için tanrıya yalvarma şekillerini, dualar ve sözleri içeren bir kitaptı.
Peki geçmişteki insanlar, Ars Notoria'nın dua ve uygulamalarını takip ederek akademik becerilerini ve hafızalarını geliştirebildiler mi?

Ars Notoria, "Süleyman'ın Küçük Anahtarı" veya Clavicula Salomonis Regis adlı bir büyü kitabı içindeki beş kitaptan biridir. Bir büyü kitabı, okuyucusuna büyü yapma, tılsım yaratma, ruh-iblis çağırma ve kehanet elde etme yeteneği vermeyi amaçlayan, okült bilgiler içeren ders kitabıdır. "Süleyman'ın Küçük Anahtarı" 17. yüzyıldaki diğer çalışmalardan derlenen ve şeytan bilimine odaklanan anonim bir büyü kitabıdır. "Süleyman'ın Küçük Anahtarı"'nda yer alan beş kitap ise Ars Goetia, Ars Theurgia-Goetia, Ars Paulina, Ars Almadel ve Ars Notoria'dır.

Bu kitabın en eski el yazmaları 13. yüzyıla tarihlenmektedir. İçinde yer alan metinler ise 1200'den çok öncesine dayanan hitapların, dualar ve büyülü sözlerin bir koleksiyonudur. Bu dualar İbranice, Yunanca ve Latince gibi birkaç farklı dilde mevcuttur.

Bu kitap daha akıllı, yaratıcı, yenilikçi olmak isteyen insanlar için cezbediciydi. Aritmetik, geometri ve felsefe gibi alanlarda uğraşan kişiler eğer kendilerini Ars Notoria'ya adarlarsa onların kendi alanlarındaki tüm konulara hakim olacağı sözü verilir. Kitabın içinde ise okuyucunun odağını ve hafızasını geliştirmeyi amaçlayan adımlar anlatılır.

Süleyman'ın, bilgeliğini Ars Notoria'nın metnini takip ederek kazandığı iddia edilirdi. Akademik bir alanda uzmanlaşmak isteyenler için bu çok cazip bir söz gibi gelebilir. Daha iyi bir hafızaya, daha fazla güzel söze, bilgeliğe veya daha yüksek duyulara sahip olmak isteyen birçok kişi, yaşamlarını iyileştirme, güç kazanma umuduyla Ars Notoria'da yazanları takip etmiş olabilir. Tabi, Ars Notoria'nın talimatlarını uyguladığı halde istediği sonuçlara ulaşamayan kişiler de olmuştur. Neticede büyü diye bir şey yoktur, daha çok emek veren daha çok bilgi edinir.

Bir efsaneye göre 14. yüzyıldan kalma bir keşiş olan Morigny'li John, Ars Notoria'nın öğretilerini ve talimatlarını içtenlikle takip etti fakat iyi yetiler kazanmak yerine, unutulmaz, şeytani vizyonlar görmüş, bu yüzden insanları Ars Notoria'dan uzak tutmak için Libor Visonum adlı kitabını yazmıştır.

Ars Notoria'nın içinde yer alanlardan biri de "manyetik deneyiydi". Bu özellikle Avrupa yapımı korku filmlerinde karşımıza çıkan temalardan biridir.

Kitabı okuyan kişiye bir mıknatıs taşı ve iki pusula iğnesi kullanarak uzun mesafeler arasında iletişim kurmanın yöntemini gösterilir. Bu bölümde yazanlara göre iki pusula iğnesi aynı mıknatıs taşına sürülürse iğneler "birbirine dolanır" ve biri nasıl hareket ettirilirse diğeri de aynı şekilde hareket ederdi. İddiaya göre dolaşmış iki iğne bir harf çemberinin ortasına yerleştiriliyor, iki kişi bu iğneleri çemberdeki harfleri işaret ederek, heceler oluşturup sözcükler yaratacak şekilde hareket ettirerek uzak mesafelerden iletişim kurabiliyorlardı.

İBLİS, ŞEYTAN VE TEHLİKELİ YARATIKLAR KİTABI : PSEUDOMONARCHİA DAEMONUM

Sahte Şeytanlar Hiyerarşisi olarak da bilinen Pseudomonarchia Daemonum, altmış dokuz iblisin adını dikte eden 16. yüzyıldan kalma büyük bir kitaptır. İçinde 69 iblisin adları ve onları çağırmanın uygun olduğu saatler ile ayinler yer alır.

Bu iblisler listesi başlangıçta Johann Weyer'in iblisoloji ve büyücülük hakkındaki ilk kitabı "Şeytanların Hileleri Üzerine"ye (De Praestigiis Daemonum et Incantationibus ac Venificiisi) bir ek olarak çıktı ve kitabın yazarının kendinden önce ruhlar ve iblisleri konu alan bir metinden ilham aldığı söylendi.

Johann Weyer, 1515'te Hollanda'da doğmuş bir doktordu. Latince bildiği için kısa sürede ünlü bir sihirbaz, ilahiyatçı ve okültist olan Heinrich Cornelius Agrippa'nın öğrencisi oldu.

Agrippa tıpkı öğrencisinin de bir gün yapacağı gibi, iblisler hakkında bir kitap yayınladı. Ancak öğretilerini aktaracak fazla zamanı yoktu, öldüğünde öğrencisi Weyer on dokuz yaşındaydı. Agippa'nın yanında çalıştığı sürede Weyer, büyüye ilgi duymaya başlamıştı. Ancak zaman geçip doktor olduğunda bu merak ve ilgisi daha da arttı. Fakat artan merakın fitilini ateşleyen bir olay vardı:

Bir medyumun yargılanması için mahkemeye çağrıldı ve hakim ondan konuyla ilgili görüş ve tavsiyelerini istedi. Bu dava, büyüye olan ilgisini öyle artırmıştı ki büyü yapmakla suçlananları savunmaya başlamıştı. Weyer, bu vakadan 27 yıl sonra, 62 yaşındayken "Pseudomonarchia Daemonum"un, "De Praestigiis Daemonum et Incantationibus ac Venificiis" adlı bölümünü yayınladı.

Weyer'in yazdığı 69 iblis listesinin yer aldığı kitabın, o dönem cadıların ibadet ettiğine inanılan iblisler hiyerarşisi fikriyle alay etmek için tasarlandığını iddia edenler de vardı.  

Bu çalışma iblislerin ve cehennemden gelen yaratıkların insanlar üzerinde etkilere sahip olabildiğini iddia ediyor ve bundan etkilenen insanların, cadılıkla yargılanan ya da zihinsel sorunları olan kişiler olmadığını, daha çok sıradan insanlara oyun oynayarak kolay para kazanan sihirbazlar olduğunu söylüyordu. Fakat Weyer, yazdığı metinlerde bu söylemleriyle ironi oluşturacak şekilde, okuyucularına tıpkı cadıların hakkındaki inanış gibi, iblis ruhlarını çağırmayı ve bükmeyi anlatmıştı.

Yazdığı "Pseudomonarchia Daemonum" bir ilham kaynağı olarak "Süleyman'ın Küçük Anahtarı"nın birinci bölümü olan Ars Geotia'nın** yazılmasına yol açtı. Burada Weyer'in tarif ettiğinden birkaç fazla iblis ile Kral Süleyman tarafından çağrılmış 72 iblisin yer aldığı liste bulunuyor ve bunların nasıl çağırılacağı, neye benzedikleri, nasıl güçler kazandıracakları anlatılıyordu.

16.yy' dan 18.yy'a kadar iblisler ve şeytanlar hakkında metinler yazmak oldukça popüler hale gelmişti. Ortaçağ'da hala günümüzde bazı dinlerde de olduğu şeytani olan ve olmayan anlamında sol ve sağ ayrımı vardı. VI. James olarak İskoçya'nın, I. James olarak ise İngiltere'nin kralı olan James ve doktor Weyer gibi bazı kişiler büyünün sağ yada sol el ile yapılması (ak büyü-kara büyü) sonucunda sahip olabilecekleri veya olmayacakları güçleri anlamaya kararlıydılar.

Ancak, Kral James gibi birçok ismin aksine Weyer'in amacı, aslında masum olan sanığı incelemek için bir inanç yaratmaktı. Çünkü ona göre cadılar zihinsel olarak dengesiz kişilerdi. Fakat cadılıkla suçlananlar için verdiği çabaları bir işe yaramamıştı. Çünkü, korku, mahkemedeki yargıçlar ve jüriler için çok daha güçlü, ağır basan bir etkendi.

ARAP BÜYÜ KİTABI : PİKATRİKS [بيكاتركس]

Pikatriks (Picatrix), büyü tariflerinin müstehcen anlatımıyla ün kazanan, 10. veya 11. yüzyıla ait olan eski bir Arap astroloji ve okült büyü kitabıdır. Bu kitap, neredeyse insan aklına gelebilecek her türlü istek veya arzuyu kapsayan gizemli astrolojik tanımlamaları ve içerdiği büyüleriyle yüzyıllar boyunca birçok kültür tarafından tercüme edilmiş, kullanılmış ve dünyanın dört bir yanından gizli takipçiler kazanmıştır.

Picatrix orijinal olarak Arapça "Bilgenin Amacı" anlamına gelen Gāyat-ül Ḥakīm (غاية الحكيم) adıyla yazılmıştı. Çoğu bilim insanı bu kitabın 11. yüzyılda ortaya çıktığına inanıyor olsa da onu 10. yüzyıla tarihlendiren sağlam argümanlar da var.

Kitap yazıldıktan sonra Arapça metinler İspanyolcaya ve 1256'da Kastilya kralı Bilge Alfonso için Latinceye çevrildi. Latince çevirisinin adı Pikatriks'di.

Hem sihir hem de astrolojiye yer veren bu kitaba "tılsım büyülerinin el kitabı" olarak atıfta bulunulur. David Pingree gibi birçok araştırmacı, bu kitabı "göksel büyünün Arapçadaki en kapsamlı açıklaması" olarak nitelendirir ve onu "MS 9. ve 10. yüzyıllarda Yakın Doğu'da üretilen Hermetizm, Sabianizm, İsmailizm, astroloji, simya ve büyü hakkında Arapça metinler" olarak tanımlar.

Pikatriks adlı bu büyü kitabı kendi içinde dört kitaba ayrılmıştır:
1. Kitap: Göklerin ve onların altında yapılan resimlerin neden olduğu etkilerden,
2. Kitap: Göklerin şekilleri ve kürenin genel hareketi ve bunların bu dünyadaki etkilerinden,
3. Kitap: Gezegenlerin ve işaretlerin özellikleri, renkleri, şekil ve formları, gezegenlerin ruhları ile nasıl konuşulacağından,
4. Kitap: Ruhların özellikleri, gözlemlenmesi, hangi sembollerle nasıl çağrılabilecekleri ve ilave birçok konudan bahseder.

Bu kitapların da her biri birkaç bölüm içerir. Örneğin tek bir kitapta; Büyü ve özellikleri; gezegenlerin, güneşin ve ayın işleri; doğal şeylerin düzeni; her gezegen için uygun olan taşlar; gezegenlerin figürleri, renkleri, örtüleri ve tütsüleri; 7 gezegenin ruhları tarafından kullanılan yiyecek, tütsü, merhem ve parfümler, Ay ruhunun enerjisini yeryüzündeki şeylere çekme yöntemleri, yıldızların tütsülerinin nasıl yapılması gerektiği gibi birçok bölüm bulunur.

Bu Arap büyü kitabında, başkasının kalbini kazanmak, kayıp bir hazineyi bulmak, yolcuları korumak, dostluk sağlamak, mahsul artırmak, kemirgenleri kovmak, servet artırmak, hastaları iyileştirmek gibi sonuçlar doğuran birçok büyünün yapılışı anlatılır.

Kitap kötü bir şöhrete de sahiptir. Bunun nedeni büyü tariflerinin müstehcen doğasıdır. Korkunç karışımlar kişinin bilinç durumunu değiştirmeye yöneliktir ve beden dışı deneyimlere ve hatta ölüme yol açabilecek olmasıdır. Çünkü büyü tariflerinin içeriğini, kan, vücut atıkları, beyin maddesiyle karıştırılmış çokça esrar, afyon ve psikoaktif etkisi olan bitkiler oluşturur.

Örneğin, kişinin birini kendinden soğutmasını amaçlayan "Düşmanlık ve Anlaşmazlık Doğurma" büyüsünün tarifi şöyledir:

Siyah bir köpekten*** dört ölçek kan, domuzdan bir ölçek kan ve bir ölçek beyin ve eşekten bir ölçek beyin alın. Tüm bunları iyice karıştırın. Bunu yiyecek veya içecek olarak birine verdiğinizde sizden nefret edecektir. [pktrx1]

Buradaki siyah köpek vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah köpeklerin şeytani görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin yansımasıdır. Siyah köpek konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz. Yine büyüde domuz kullanılıyor olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan olarak görülüyor olmasıdır.

Kitabın astrolojiye odaklanma nedeni, geleceği kontrol etmek, değiştirmek ya da iyileştirmekti. Örneğin, iki kişi arasına sevgi yerleştirme büyüsünün tarifine bakalım:

Yükselen yengeç burcunun 1. yüzü ve oradaki Venüs****, 11. evdeki boğa burcunun 1. yüzündeki Ay olmak üzere iki şekil çizin. Bu çizimler yüz yüze bakacak şekilde o kişinin [büyü yapılacak kişinin] evine gömün. Bunu yaptığınızda birbirlerini önemsemeye başlayacaklar ve aralarında kalıcı bir sevgi oluşacak. [pktrx2]

Arap yazımı bu eski büyü kitabı insanlık tarihi boyunca gelişen büyü temalarının ve bazı Arap inanışlarının temsilcisidir. Eski insanlar güce açlık duyuyor, büyüye ve büyülü güçlere karşı hayranlık besliyorlardı. Bu yüzden büyü tarih boyunca hem korkulan hem de hayranlık duyulan bir olgu olmuştur.

ARBATEL

MS. 1575'de yazıldığı iddia edilen "Eskilerin Büyüsü Arbatel" (The Arbatel de magia veterum), Rönesans dönemine ait bir büyü öğretme kitabıdır ve türünün en etkili eserlerinden biridir. Fakat Arbatel, kara büyü ve kötü amaçlı büyüler içeren diğer  okült yazmaların aksine, dürüst ve onurlu bir yaşamın nasıl yaşanacağına dair ruhani tavsiyeler verir ve yol gösterir.

Yazıldığı söylenen MS 1575 yılı, 536'dan 1583'e kadar uzanan yazılı referanslarla desteklenir. Bu kitabın son editörünün İsviçreli doktor Theodor Zwinger olduğu ve İtalyan matbaacı Pietro Perna tarafından yayınlandığına inanılır. Yazarın kim olduğu bilinmese de "Jacques Gohory" adında bir kişinin yazmış olabileceği tahmin edilmekte fakat tam olarak bilinmemektedir. Gohory, tıpkı Zwinger ve Perna gibi, Modern tıbbın kurucularından biri olarak görülen İsviçreli doktor ve kimyager Paracelsus'un tıbbi teorilerine ve terapilerine inanan ve bunları takip eden bir grubun üyesiydi.  

Arbatel'in odak noktası insanlık ile göksel hiyerarşi arasındaki doğal ilişkilerdir. Göksel dünya ile insanlar arasındaki olumlu ilişkilere ve ikisi arasındaki etkileşimlere odaklanır.

İngiliz şair ve mistik Arthur Edward Waite (A.E. Waite), Arbatel'in Hristiyan doğasına sahip olduğunu, herhangi bir kara büyü içermediğini ve iblisolojiye odaklanan "Büyük veya Küçük Süleyman Anahtarları" ile bağlantılı olmadığını söyler.

Arbatel'de en çok alıntı yapılan kitap İncil'dir. İçeriği dikkate alındığında yazarının İncil'in birçok bölümünü ezberlemiş olduğu ve bu durumun yazılarını etkilediği anlaşılıyor. Bunlar A.E.Waite'ın söylemini destekleyen noktalardır.

Dönemi için son derece etkili bir çalışma olan Arbatel'in anlamının, Paracelsus'un felsefesini bilmeden anlaşılamayacağı söylenir. Teosofiye***** okült yönüyle baktı ve belki de bunu yapan ilk yazılı çalışmaydı.

Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki ilişkileri sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da mistik varlıklar arasında iletişim kurmaktır.

Arbatel'den önce "teosofi" terimi genellikle teoloji ile eşanlamlı olarak kullanılıyordu. Arbatel, insan bilgisi ile ilahi bilgi arasındaki önemli ayrımı yapan ilk kitaptı. Ancak kitaba dair tüm görüşler olumlu değildi.

Hollandalı doktor, okültist ve şeytan bilimci Johann Weyer, "De praestigiis daemonum" adlı kitabında Arbatel'i "büyülü dinsizliklerle dolu" diyerek kınamıştı.
Almanya'daki Marburg Üniversitesi'nden iki profesör 1617'de Arbatel'i öğrenciler için bir ders kitabı olarak kullanmayı planlamıştı. Üniversite tarafından bu profesörlere karşı dava açıldı ve kitap bir öğrencinin okuldan atılmasına yol açtı. Hatta 1623 yılında cadı olmakla suçlanan Jean Michel Menuisier, Arbatel kitabından öğrendiği büyülü sözleri kullandığını iddia etmişti.

İlk baskısı muhtemelen Basel'de yayınlanmış olan bu kitabın daha erken döneme ait olduğunu söyleyenler olsa da bu iddiayı destekleyen hiçbir kanıt yoktur. 

1575'ten itibaren birkaç kez daha basıldı. 1655'te [Robert Turner tarafından] İngilizceye çevrildi. 1686'da [Andreas Luppius tarafından] Almanca çevirisi yazıldıktan sonra bu çevirideki hataları düzenleyen Scheible tarafından1855'te başka bir Almanca çevirisini tamamladı. 1945'te [Marc Haven tarafından] Fransızca çevirisi yapıldı. 1969'da İngiliz Kütüphanesi'nin Sloane El Yazmaları'nda tekrar İngilizceye çevrildi.
Bu İngilizce çeviri birçok hataya ve eksik bölümlere neden olmasının yanında başka hiçbir sürümde bulunmayan "Gizemlerin Mührü" adlı bölümü içeriyordu.

Baştan itibaren ele aldığım 5 büyü kitabı, geçmişten bugüne insanların büyüye olan ilgisini, sorunlarını çözmek için gizemli yollar aramalarını, ortaçağda ivme kazanan büyü, ele geçirilme, şeytan, cin, peri, cadılık, aşk iksirleri gibi birçok inanışı anlamaya yardımcı olacaktır. Bu kitapların içerdiği büyülerde kullanılan ögeler bile, yazarın ait olduğu toplumun dini yapısında yer edinmiş olan gizemli ya da lanetli şeylerin izlerini taşımaktadır. Tıpkı Arap büyü kitabı Pikatriks'te kara büyü tarifi verilirken siyah köpek ve domuz kanının kullanılması gibi.



DİPNOTLAR
* Worms, Almanya'da bir şehirdir.
** Goetia (Goëtia) Latincedir. Antik Yunancada büyücülük, büyü anlamlarına gelen "goēteía" (γοητεία) teriminden türetilmiştir.
*** Buradaki siyah köpek vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah köpeklerin şeytani görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin yansımasıdır. Siyah köpek konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz. Yine büyüde domuz kullanılıyor olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan olarak görülüyor olmasıdır.
**** Venüs, birçok toplumda olduğu gibi aşk ve doğurganlık ile ilişkilendirilmiştir. Arap paganizminde Venüs ile ilişkilendirilen birçok aşk, doğurganlık ve bereket tanrısı-tanrıçası bulunur.
***** Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki ilişkileri sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da mistik varlıklar arasında iletişim kurmaktır.

İBRAHİM PEYGAMBERİN 3 YALANI

Hazırlayan: A.Kara

HZ. İBRAHİM'İN 3 YALANI
(Ve Hadis Çevirilerinde Müslümanın Müslümanı Kandırması)

Başlarken belirtmeliyim ki bu makale tamamen İslami kaynaklarda yazanlardan derlenmiştir. Sizlerle kaynakları, kaynaklarda yazanları paylaşacak, çıkarılması gereken sonucu ya da anlaşılması gerekeni herkesin kendine bırakacağım. Bundan sonraki dini içerikli çalışmalarım da bu şekilde olacaktır.

Hadislerde İbrahim'in 3 kez yalan söylediği anlatılır ve karısı hakkında söylediği yalan dışındaki ikisinden Kur'an'da da bahsedilir. İslam kaynaklarında yer aldığı şekliyle hadis ve ayetleri sizlerle paylaşacağım, dolayısı ile bu kaynaklardan neyi anlamanız ya da nasıl bir sonuç çıkarmanız gerektiği de size kalacak.

Muhammed'den nakledilen açıklamayla başlayalım:
"İbrahim sadece üç defa yalan söylemiştir. Bunlardan ikisi Allah'ın zatıyla ilgilidir. Bu yalanlardan birisi "ben hastayım" (Saffat 85-89) demesi; diğeri ise "belki de bu işi şu büyükleri yapmıştır" (21 Enbiya 63) demesidir."
Aynı hadisin devamında Hz. Muhammed üçüncü olayı şöyle anlatmaktadır: "İbrahim bir gün Sare ile beraber zalim bir kralın bulunduğu memlekete uğramıştı. O zalim krala 'şehre bir kişi gelmiş, beraberinde de güzel bir kadın var.' diye haber verildi. Zalim kral, İbrahim'e gelmesi için haber gönderdi. Geldiğinde ise Sare'den bahsederek 'bu kadın kimdir?' diye sordu. İbrahim 'kız kardeşimdir.' dedi."
[2]

Çoğu İslam alimlerince İbrahim'in Sare (Sara) ile ilgili olarak söyledikleri de zalim kralı zina yapmaktan vazgeçirmek amacına yönelik olduğundan dolayı Allah'ın zatıyla ilgilidir. Buna rağmen diğer ikisi Allah'ın zatı için olduğu belirtildiği halde, Sare ile ilgili olanı Hz. İbrahim için bir menfaat içerdiğinden dolayı bundan hariç tutulmuştur. [1]

İbrahim'in neden yalan söylediğini açıklama bağlamında ise şöyle bir rivayet nakledilir: 
"Bunlardan hiçbir kelime yoktur ki, Allah'ın dinini üstün kılmak için söylenmiş olmasın. Bir defasında 'ben hastayım' demişti. Başka bir kere de 'belki bu işi şu büyükleri yapmıştır' demişti. Hanımını isteyen zalim krala da 'o benim kız kardeşimdir' demişti." [3]

Müfessirlerin çoğu Kur'an'daki ilgili ayetleri kinaye, tevriye şeklinde yorumlamışlardır [4] Bunların zorlama olduğu da açıktır; ki bunu söyleyen birçok İslam alimi de vardır. Ayetleri bağlamından çıkararak hadislerdeki "kizb/yalan" sözcüğünden hareketle bunları kinaye ya da tevriye olarak ele almaları bir çıkış yolu aramalarından başka bir şey değildir.  

İbrahim'in söylediği 3 yalanı sırasıyla ele alalım.

1. YALAN
Hasta olduğunu söylemesi

Kur'an'daki ilgili ayetle başlayalım.

Saffat, 85-89: "Neye tapıyorsunuz? Allah 'tan başka uydurma tanrılar mı istiyorsunuz? Alemlerin Rabb'i hakkında zannınız nedir (ki O'na böyle ortaklar koştunuz)? Derken yıldızlara bir baktı da: "Ben gerçekten hastayım" dedi."

İslam kaynaklarında ve Kur'an'da yazdığına göre İbrahim'in böyle [yalan] söylemesinin nedeni Arap paganların taptığı tanrıların putlarını yıkmaktır.

Saffat suresinin ilgili bölümü şöyle devam eder:

Saffat, 90-93: Bunun üzerine diğerleri onu arkalarında bırakıp gittiler. İbrâhim gizlice tanrılarının yanına vardı; “Niçin bir şeyler yemiyorsunuz?” dedi; “Neyiniz var, niçin konuşmuyorsunuz?” Sonra onlara güçlü darbeler indirmeye başladı.

Tabi Saffat suresinde Hz. İbrahim'in putları yıktığı anlatılırken diğer yandan Sare'den bahsedilen bazı hadislerde Hz. İbrahim'in yıldız, ay ve güneşi tanrı edinmesinden, onlara taptığından bahsedilmektedir. [5]

Saffat suresinde "ben hastayım" diyen İbrahim'in eğer gerçekten hasta olsaydı o zaman yalan söylemedi denebilirdi. Fakat hasta olduğuna dair sağlam bir rivayet olmaması ve ayetin devamındaki anlatılardan görüldüğü üzere amacının hasta olduğu bahanesi ile orada kalıp putları kırmak olduğu ortadadır.

Bu durumu kurtarmak isteyenlerden Zemahşeri (Ö. 538/1143) kinaye veya tevriye kullanmanın dışında yalan söylemenin haram olduğunu, yani Hz. İbrahim'in bu sözünün de kinaye olduğunu iddia etmiştir. Hatta çıkış yolu arama gayretiyle Hz. İbrahim'in söylediği sözün, "ölecek olan herkes hastadır." ya da "sizin küfrünüzden dolayı ruhum hastadır." anlamında kullanıldığı söylemiştir [6] 

Razi (Ö. 606/1210) de benzer bir açıklama yaparak Hz. İbrahim'in "ben hastayım" sözüyle söylemek istediği şeyin "bu kadar çok insanın küfür ve şirk üzere olması yüzünden kalbim hastadır, hüzünlüdür" olduğunu söylemiştir. [7] 

Hz. İbrahim'in gerçekten hasta olduğunu söyleyen kaynak Ebussuûd'dur (Ö. 982/1574)

Yer verdiği rivayet şöyledir: "Geceleyin bazı zamanlarda Hz. İbrahim'in belli sıtma nöbetleri olurdu. Bundan dolayı acaba o saat mi diye baktı. O saat olduğu belli olunca da "ben hastayım" dedi. Bu sözünde de doğru idi. Onların (müşrik kavminin) bayramlarından geri kalma konusunda bu hastalığını bir mazeret yaptı" [8]

Buradan yola çıkarak İbrahim gerçekten hastaydı, yalan söylemiyordu demiştir. Fakat "yalan" konusuna çıkar yol bulmak için kullandığı rivayet sahih bir kaynak değildir ve kendisinden daha önce yaşamış, Kur'an'dan sonra en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen büyük hadis alimlerinin hiçbirinde yer almamıştır.

Saffat suresinde Hz.İbrahim'in "ben gerçekten hastayım" demeden önce "yıldızlara bir baktı" şeklinde tercüme ettikleri cümlesinden yola çıkarak onun hasta olacağını anladığını söyleyenler bile olmuştur [9] Fakat birçok İslam alimine göre bu iddia İslam ile çelişmekte, onu yıldızlara bakarak müneccimlik yapan biri konumuna sokmaktadır.  

2. YALAN
Putları Büyük Put Kırdı Demesi

İlgili ayete bakalım.

Enbiya , 62-67:
62: İbrâhim’i getirdikten sonra, ona: “Söyle bakalım İbrâhim, ilâhlarımıza bunu yapan sen misin?” diye sordular.
63: İbrâhim, “Hayır” dedi, (belki)* “Bu işi şu büyükleri yapmıştır. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun!”
64: Vicdanlarının sesini dinlediklerinde aralarında: “Asıl zâlim olan İbrâhim değil, bu âciz putlara tapan biziz!” diye itirafta bulundular.
65: Sonra yine eski inançlarına dönerek: “İbrâhim! Sen de pekâlâ bilirsin ki bunlar konuşamazlar” diye çıkıştılar.
66: İbrâhim şöyle dedi: “Allah’ı bırakıp da size hiçbir faydası ve zararı dokunmayan bu putlara mı tapıyorsunuz?”
67: “Yuh olsun size de, Allah’tan başka o taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?”

Bu ayetlerdeki anlatı, Saffat suresinde anlatılan olayın devamıdır. Hastayım diyerek yalan söyleyen İbrahim tapınakta kalarak putları kırdıktan sonra bu sefer de "bu putları sen mi kırdın?" diye soranlara hayır diyerek 2. yalanını söylemiştir.

Belirtmekte fayda var ki 63. ayetin Arapçasında "belki" kelimesi geçmemesine rağmen birçok mealde oraya belki sözcüğünü ekleyerek söylenen yalanın boyutunu küçültmeye veya cümleye farklı anlamlar yüklemeye çalışılmıştır.  

Gördüğünüz üzere 63. ayette "belki" diye bir kelime bulunmamaktadır.
قَالَ بَلْ فَعَلَهُۥ كَبِيرُهُمْ هَٰذَا فَسْـَٔلُوهُمْ إِن كَانُوا۟ يَنطِقُونَ

Âlûsî gibi bazı İslam alimleri "İbrahim kendine sorulan soruya yaptım ya da yapmadım şeklinde cevap vermedi, eğer öyle yapsaydı yalan söylemiş olurdu" diyorlar [12] fakat Arapçasında İbrahim zaten "sen mi yaptın" sorusuna "Hayır" diye yanıt veriyor. Hayır sözü burada zaten "ben yapmadım" anlamı taşır.

İbn Kuteybe ise 63. ayetteki "konuşabiliyorlarsa onlara sorun" sözünden yola çıkarak İbrahim'in yalan söylemediğini çünkü putların konuşabilmesini bu işin şartı olarak belirttiğini söylemişlerdir. [10] Fakat bunu mantıklı bulmayan İslam alimleri de vardır çünkü büyük put konuşamadığına göre bu işi yapan yine Hz. İbrahim'dir ve bu sözü bir nevi itiraf niteliği taşımaktadır. [11]

Ek olarak burada İbrahim'in amacının kabilesini azarlamak olduğunu iddia edenler de vardır [13] fakat öyle olsa kendine sorulan soruya "Hayır" diye cevap vermemesi gerekirdi. Amacı azarlamaksa yalan söylemeden, kabilesinin karşılarına çıkarak daha net bir şekilde bunu yapabilirdi.

3. YALAN
Karısı Sare İçin Kız Kardeşim Demesi

Kur'an'da bahsedilmeyen bu konudan Tevrat'ta, Yaratılış'ın (Tekvin) "Avram Mısır'da (12:10-20)" adlı babında uzun uzun bahsedilir. Yazanlara göre Avram, yani İbrahim, karısı Sara'ya şunları söyler:

"Güzel bir kadın olduğunu biliyorum. Olur ki Mısırlılar seni görüp, ‘Bu onun karısı’ diyerek beni öldürür, seni sağ bırakırlar. Lütfen ‘Onun kız kardeşiyim’ de ki senin hatırın için bana iyi davransınlar, canıma dokunmasınlar."

Tevrat'taki pasajdan anlaşılacağı üzere Hz.İbrahim'in kaygısı karısının elinden alınması ve kendinin de bu sırada öldürülmesidir. Çünkü Mısır hükümdarı beğenip göz koyduğu kadını alırken kocasını canlı bırakmak istemeyecektir.

Bu olaydan aynı şekilde Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve Ahmed b. Hanbel'in Müsnedinde de bahsedilmektedir. [14] Bunlardan farklı olarak yalnızca Müslim'in rivayetinde Hz. İbrahim'in eşi Sare'ye tavsiyede bulunmakta, Sare'nin kendi kardeşi olduğunu söylediğinden bahsedilmemektedir. [15]

Buhari, Kitabu'l Enbiya 8 (Kitap içi referans: Kitap 60, Hadis 33); Sahih-i-Buhari 3358:
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

33-.......Muhammed ibn Sirin'den; o da Ebu Hureyre(R)'den tahdis etti. O şöyle demiştir: İbrahim Peygamber yalnız üç defa yalan söylemiştir: Bunlardan ikisi Aziz ve Celil olan Allah'in zati ve rızası içindir: Puta tapanlara "Ben hastayım" demesi ve "Belki putların şu büyüğü bu kırma işini işlemiştir" demesi. Rasulullah üçüncüsü için de şöyle demiştir: "İbrahim günün birinde (bir kadın güzeli olan eşi) Sare ile beraber ansızın cebbarlardan azılı bir zalimin memleketine uğramıştı. Adamları tarafından o zalim hükümdara:

Şehre yolcu bir kimse gelmiştir. Beraberinde insanların en güzeli bir kadın vardır, diye haber verildi.

Zalim melik, İbrahim'e haber gönderdi. Geldiğinde Sare'den söz ederek:

Bu kadın kimdir? diye sordu. İbrahim:

(Din yönünden)* kız kardeşim, dedi. Sonra İbrahim, Sare'nin yanına geldi ve:

Ya Sare, yeryüzünde (bizim iman ettiğimiz esaslara) benden ve senden başka iman eden hiçbir kişi yoktur. Bu melik, bana seni sordu. Ben de ona senin benim kız kardeşim olduğunu haber verdim. Sakın benim sözümü yalan çıkarma, dedi.

Arkasından zalim melik Sare'ye elçi gönderip çağırttı. Sare onun yanına girince melik eliyle Sare'ye uzanmaya davrandı, bu anda adam bir hale yakalandı, nefesi boğuldu. Hemen Sare'ye:

Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare, Allah 'a (onun çözülmesi için) dua etti. Dua akabinde adam o halden salıverildi. Sonra Sare'ye ikinci defa uzandı. Bu sefer de birincideki gibi ya da ondan daha şiddetli bir hale yakalandı. Yine Sare 'ye:

Benim için Allah 'a dua et, ben sana zarar vermeyeceğim, dedi. Sare yine dua etti, o da yine çözüldü ve kapıcılarından bazılarını çağırarak:

Sizler bana insan getirmediniz, sizler bana ancak bir şeytan getirdiniz, dedi.

Akabinde Hacer'i Sare'ye hizmetçi olarak hediye etti. Sare, İbrahim'e geldi. İbrahim, dikelmiş namaz kılıyordu. Eliyle "Mehye" yani halin nedir? diye işaret etti. Sare:

Allah kafirin yahud facirin tuzağını kendi göğsüne çevirdi ve Hacer'i de bana hizmetçi verdi, dedi. "

Ebu Hureyre: İşte bu Hacer sizin ananızdır, ey sema suyunun oğulları, demiştir.

Bu ve söz konusu diğer hadislerde İbrahim'in eşi Sare'yi kız kardeşim diyerek krala takdim ettiği yazdığı halde  Türkçe ve İngilizceye tercüme edilirken metnin aslında yazmayan ibareler eklenmiştir. Parantez içinde eklenen bu ilave metinler ile İbrahim'in burada eşinden bahsederken aslında kardeşimdir değil de "din kardeşimdir" dediği şeklinde zorlamalar yapılmıştır. [16]

* Bu ve diğer hadislerin asıllarında yani Arapçalarında "din yönünden" gibi bir ifade geçmemekte, İbrahim karısı için doğrudan "kız kardeşim" demektedir. Hadislerin asıllarını burada paylaşıyorum. İsterseniz kendiniz de kontrol edebilirsiniz.

Buhari'deki hadis
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ مَحْبُوبٍ، حَدَّثَنَا حَمَّادُ بْنُ زَيْدٍ، عَنْ أَيُّوبَ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ ـ رضى الله عنه ـ قَالَ لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ ـ عَلَيْهِ السَّلاَمُ ـ إِلاَّ ثَلاَثَ كَذَبَاتٍ ثِنْتَيْنِ مِنْهُنَّ فِي ذَاتِ اللَّهِ عَزَّ وَجَلَّ، قَوْلُهُ ‏{‏إِنِّي سَقِيمٌ ‏}‏ وَقَوْلُهُ ‏{‏بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا‏}‏، وَقَالَ بَيْنَا هُوَ ذَاتَ يَوْمٍ وَسَارَةُ إِذْ أَتَى عَلَى جَبَّارٍ مِنَ الْجَبَابِرَةِ فَقِيلَ لَهُ إِنَّ هَا هُنَا رَجُلاً مَعَهُ امْرَأَةٌ مِنْ أَحْسَنِ النَّاسِ، فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ، فَسَأَلَهُ عَنْهَا‏.‏ فَقَالَ مَنْ هَذِهِ قَالَ أُخْتِي، فَأَتَى سَارَةَ قَالَ يَا سَارَةُ، لَيْسَ عَلَى وَجْهِ الأَرْضِ مُؤْمِنٌ غَيْرِي وَغَيْرُكِ، وَإِنَّ هَذَا سَأَلَنِي، فَأَخْبَرْتُهُ أَنَّكِ أُخْتِي فَلاَ تُكَذِّبِينِي‏.‏ فَأَرْسَلَ إِلَيْهَا، فَلَمَّا دَخَلَتْ عَلَيْهِ ذَهَبَ يَتَنَاوَلُهَا بِيَدِهِ، فَأُخِذَ فَقَالَ ادْعِي اللَّهَ لِي وَلاَ أَضُرُّكِ‏.‏ فَدَعَتِ اللَّهَ فَأُطْلِقَ، ثُمَّ تَنَاوَلَهَا الثَّانِيَةَ، فَأُخِذَ مِثْلَهَا أَوْ أَشَدَّ فَقَالَ ادْعِي اللَّهَ لِي وَلاَ أَضُرُّكِ‏.‏ فَدَعَتْ فَأُطْلِقَ‏.‏ فَدَعَا بَعْضَ حَجَبَتِهِ فَقَالَ إِنَّكُمْ لَمْ تَأْتُونِي بِإِنْسَانٍ، إِنَّمَا أَتَيْتُمُونِي بِشَيْطَانٍ‏.‏ فَأَخْدَمَهَا هَاجَرَ فَأَتَتْهُ، وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي، فَأَوْمَأَ بِيَدِهِ مَهْيَا قَالَتْ رَدَّ اللَّهُ كَيْدَ الْكَافِرِ ـ أَوِ الْفَاجِرِ ـ فِي نَحْرِهِ، وَأَخْدَمَ هَاجَرَ‏.‏ قَالَ أَبُو هُرَيْرَةَ تِلْكَ أُمُّكُمْ يَا بَنِي مَاءِ السَّمَاءِ‏.‏

Ebu Davud'daki hadis
Derecesi: Sahih (Muhammed Nâsırüddin el-Elbânî)

حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ الْمُثَنَّى، حَدَّثَنَا عَبْدُ الْوَهَّابِ، حَدَّثَنَا هِشَامٌ، عَنْ مُحَمَّدٍ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ أَنَّ إِبْرَاهِيمَ صلى الله عليه وسلم لَمْ يَكْذِبْ قَطُّ إِلاَّ ثَلاَثًا ثِنْتَانِ فِي ذَاتِ اللَّهِ تَعَالَى قَوْلُهُ ‏{‏ إِنِّي سَقِيمٌ ‏}‏ وَقَوْلُهُ ‏{‏ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا ‏}‏ وَبَيْنَمَا هُوَ يَسِيرُ فِي أَرْضِ جَبَّارٍ مِنَ الْجَبَابِرَةِ إِذْ نَزَلَ مَنْزِلاً فَأُتِيَ الْجَبَّارُ فَقِيلَ لَهُ إِنَّهُ نَزَلَ هَا هُنَا رَجُلٌ مَعَهُ امْرَأَةٌ هِيَ أَحْسَنُ النَّاسِ قَالَ فَأَرْسَلَ إِلَيْهِ فَسَأَلَهُ عَنْهَا فَقَالَ إِنَّهَا أُخْتِي ‏.‏ فَلَمَّا رَجَعَ إِلَيْهَا قَالَ إِنَّ هَذَا سَأَلَنِي عَنْكِ فَأَنْبَأْتُهُ أَنَّكِ أُخْتِي وَإِنَّهُ لَيْسَ الْيَوْمَ مُسْلِمٌ غَيْرِي وَغَيْرُكِ وَإِنَّكِ أُخْتِي فِي كِتَابِ اللَّهِ فَلاَ تُكَذِّبِينِي عِنْدَهُ ‏"‏ ‏.‏ وَسَاقَ الْحَدِيثَ ‏.‏ قَالَ أَبُو دَاوُدَ رَوَى هَذَا الْخَبَرَ شُعَيْبُ بْنُ أَبِي حَمْزَةَ عَنْ أَبِي الزِّنَادِ عَنِ الأَعْرَجِ عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ عَنِ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم نَحْوَهُ ‏.‏

Tirmizi'deki hadis
Derecesi: Sahih (Dârüsselâm)

حَدَّثَنَا سَعِيدُ بْنُ يَحْيَى بْنِ سَعِيدٍ الأُمَوِيُّ، حَدَّثَنِي أَبِي، حَدَّثَنَا مُحَمَّدُ بْنُ إِسْحَاقَ، عَنْ أَبِي الزِّنَادِ، عَنْ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الأَعْرَجِ، عَنْ أَبِي هُرَيْرَةَ، قَالَ قَالَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم ‏"‏ لَمْ يَكْذِبْ إِبْرَاهِيمُ عَلَيْهِ السَّلاَمُ فِي شَيْءٍ قَطُّ إِلاَّ فِي ثَلاَثٍ قَوْلُهُ ‏:‏ ‏(‏إنِّي سَقِيمٌ ‏)‏ وَلَمْ يَكُنْ سَقِيمًا وَقَوْلُهُ لِسَارَةَ أُخْتِي وَقَوْلُهُ ‏:‏ ‏(‏ بلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا ‏)‏ ‏"‏ ‏.‏ قَالَ أَبُو عِيسَى هَذَا حَدِيثٌ حَسَنٌ صَحِيحٌ ‏.‏

"Eğer İbrahim karısı Sare'yi karısı diye taktim etseydi, sadece dul ve evli kadınları taciz etme adeti olan kral, Sare'yi de taciz edecekti. Çünkü evli olan kadınlar üzerinde kocalarından daha çok hak sahibi olduğunu ama bekar olan kadınlar üzerinde herhangi bir hakka sahip olmadığını söylüyordu. Bu yüzden İbrahim, karısı Sare'yi bekar gibi göstermişti" şeklinde dayanaksız tahminler yürütenler bile vardır. [17]

İbnu'l-Cevzi ise bu kralın Mecusi olduğunu ve Mecusi adetlerine göre bir kadın evlenince, eşinin, kardeşi olduğunu ve kardeş olarak görülmeye başlandığını, Hz. İbrahim'in de bu kralın kendi şeriatının dilini kullanarak namusunu korumak istediğini söylemiştir.

Fakat Mecusilerde o dönem böyle bir yasa ve gelenek olduğuna dair bir delil yoktur. Ayrıca böyle bir yasa varsa bile İbrahim'in bunu bilmeden Mısır'a gittiğini söylemek tutarlı olmayacaktır. Yani İbnu'l Cevzi'nin bu zorlamalarının bir dayanağı bulunmamaktadır.

Bu dayanaksız zorlamalar dışında Buhari de yer alan sahih hadis kaynaklarında yazanlar Tevrat'taki anlatılar ile uyumludur. Hatta Tevrat'ta yazanlardan anlaşılıyor ki eğer İbrahim korkuya kapılıp "kız kardeşimdir" demeseydi bu olay başlarına gelmeyecekti. Çünkü kral şöyle diyor: "Neden Sara'nın karın olduğunu söylemedin? Niçin 'Sara kız kardeşimdir' diyerek onunla evlenmeme izin verdin?"

PANDORA'NIN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ ♀


PANDORA'NIN DİNDEN KURTULMA SÜRECİ

Öncelikle kendi hikayemi paylaşmama beni teşvik eden diğer paylaşımcılara teşekkür etmek istiyorum. Onları dinlerken ne kadar benzer hikayeler olduğuna şaşırıyorum.

Ben büyük aile bireyleri ile birlikte yaşanan bir evde büyüdüm. Bahsettiğim kişiler babaannem ve dedem. Annem ve babam aslında modern insanlardı ama babaannem ve dedem son derece muhafazakarlardı. Babam işi sebebi ile sürekli yurt dışında yada şehir dışında olurdu. Biz de annemle babaannem ve dedemle kalırdık. Annem kendisini babamın ailesine kabul ettirebilmek için kendinden bazı tavizler vermiş, evlenmeden önce yaşadığı hayatı değiştirmişti. Babaannemle ev sohbetlerine ,çeşitli dini konuların abartılı ve gerçek dışı şekilde konuşulduğu kadın toplantılarına katılıyor, tabı bu sırada beni de götürüyordu.

Ben baş örtülü olmayı bir mecburiyet olarak görüyor, açık olan yada biraz rahat giyinen kişilerin cayır cayır yanacağına inanıyordum. Büyüyünce en çok istediğim şey kapanmak ve anne olmaktı. Dini baskı ve hurafeler ile çocukluk yaşadım. Cinlerin beni gece aynaya baktım diye çarpabileceğine, saçlarımın görünmesi sebebi ile cehennemde saçlarımdan asılacağıma ,iç çamaşırımın bir erkek tarafından görünmesi sebebi ile çocuğumun onun bunun çocuğu olacağına falan inanıyordum.

Her sene mahalledeki caminin Kur'an kursuna katılıyordum. Dini olan her şeyi sorgu ve sualsiz doğru kabul ediyordum. Hatta çocuk yaşlarımda bile akranlarımın din konusundaki bilgi eksiklikleri beni rahatsız ediyordu. Kardeşim doğana kadar evin şımarık tek çocuğu olarak bu süreç böyle devam etti. Bir erkek kardeşim oldu ve onun büyümesi ile bazı şeyler gözüme batmaya başladı. Mesela benim akşam ezanından sonra dışarıda olamazken kardeşimin benden küçük olmasına rağmen dışarıda kalabilmesi. Ya da bana sürekli oranı buranı kapat baskısı yapılırken kardeşimin istediğini giyebilmesi gibi. Bu tip sorular ile kendimi karıştıramazdım ,çünkü herkesin bildiği üzere dini çok sorgularsak delirirdik. Yani din ile ilgili insanı bir şeyler rahatsız etse bile bunu kendine itiraf etmesi çok kolay olmuyor.

Lise çağlarımda arkadaşlarıma dini konularda bilgiler veriyor hayatımı dine göre yaşayabildiğim kadarı ile yaşıyordum. Arkadaşlarıma kadınların yüksek sesle konuşup gülmesinin günah olduğunu söylüyordum. Felsefe öğretmeninin din konusundaki sözlerini içten içe hırçınlıkla dinliyordum ve dine inanmayan herkesten nefret ediyordum. Fakat bir süre sonra felsefe öğretmenim benim senelerdir kendime bir sorup bir caydığım kadın erkek eşitliği konusuna değindi. O gün içimde bir sevinç oluştu çünkü beni senelerdir kemiren bu konunun başka biri tarafından da dile getirildiğini görmüştüm. Bu andan sonra biraz daha düşündüklerimi dile getirebilir olmuştum. Tabi öyle her ortamda konuşamazdınız, uygun koşulların ve kişilerin olması gerekiyordu. Ailemizin çevresindeki kolu komşu yada akrabalar benim bu düşüncelerimi asla bilmemeliydi. Onlar kızlarını hafız olsun diye yatılı kurslara gönderiyor, hatta babamı beni pozitif bilimler okumaya zorladığı için kınıyorlardı. Bir de benim din ile ilgili soru işaretlerimin olduğunu öğrenirlerse anne ve babamı zor duruma düşürürdüm.

Derken üniversiteye başladım ve biyoloji bölümünü seçtim. Üniversitenin ilk yıllarında da okulda misyonerlik yaptım maalesef. Üniversitede bazı arkadaşlarıma Kur'an okumayı öğretmişliğim bile vardı. Bazı arkadaşlarımla din ve bilim arasında seviyeli tartışmalar yapardık ve ben dini daha iyi savunabilmek için mealler ve tefsirler okumaya başlamıştım. Sürekli yanma korkusuyla görmezden geldiğim sorularım daha beter bir şekilde gözüme batmaya başlamıştı. Çünkü Kur'an'ın doğru düzgün kadınlara hitap etmediğini görmüştüm. Kabullenemediğim ve ağlayarak diğer meallerde nasıl yazıldığını araştırdığım ayetler oldu. Dinimin bana biçtiği rol çocuk bakıp iffetimi korumaktı, bu kadar. Evlenme yaşı ,çoklu evlilik, örtünme, miras hakkı, şahitlik gibi konulardaki adaletsizlik alenen yazıyordu ve bunlar adaletli olduğu söylenen bir tanrı tarafından yazılmıştı.
Zaten biyoloji gibi bir bölümde okuyup da din ile bilimi aynı anda yorumlamaya çalışmak çok zor bir süreç. Bir taraf sana doğanın düzenini ve gerçekliğini tüm açıklığı ile anlatıyor diğer taraf ise sorgulamaman gerektiğini, asla varlığından emin olamayacağın kavramlara inanmanı bekliyor. Bir de meallerde kadınlar hakkında yazan sürekli itaate ve acizliğe yönelik ayetler beni iyiden iyiye dinden soğutmaya başlamıştı. Bilimde kadın ve erkek bir düzenin iki eşit parçasıydı, din ise erkeklerin kadınlardan üstün kılındığını söylüyordu, tıpkı Nisa 34'deki gibi. Bu ikilem içinde içimde yavaş yavaş bilim gerçeklikleri daha ağır basmaya başladı. Arkadaş ortamımda her dinden her etnik kökenden insan olması ile daha farklı bakış açıları ve dine yönelik daha başka sorular gördüm. Sadece kendi aklıma takılan sorulardan sıyrılıp onların paylaştığı sorular üzerine de kafa yormaya başladım ve dinler ile ilişkim tamamen koptu diyebilirim.

Velhasıl ben şu an 28 yaşındayım, babaannem hala ne zaman başımı kapatacağımı soruyor.​Evlendim, eşim özgür düşünceli ve kadını sindirerek kendini yücelttiğine inanmayacak kadar akıllı biri. Kardeşimi ben büyüttüm sayılır, ona kadın erkek eşitliği ve bu düzenin oluşması için onun nasıl bir adam olması gerektiğini anlattım. Şimdi benden çok daha eşitlikçi, kadınların fikirsiz ve eğitimsiz bırakılmamaları ve sosyal hayattan soyutlanmamaları gerektiğine inanıyor. Benden yaşça küçük kadınlarla bu konuyu özellikle konuşuyorum. Dine inanmak isteyen inansın ama o sadece bir inanç ve biz gerçek bir dünyada yaşıyoruz diyorum. Sen hayatının kalanında eşine, babana ya da herhangi bir erkeğe fikren ,fiilen yada maddi olarak bağımlı yaşamayı ya da onlardan aşağıda görülmeyi kendi insanlık onuruna açıklayabilecek misin diye soruyorum. Burada demek istediğim şey kadınların erkeklerin arkalarından yürümeleri gerektiği, yetişkin bir kadının bile bir erkekten izin almadan bir yere gidemeyeceği, cinsel anlamda erkek her istediğinde ona karşılık vermek zorunda olurken erkeğin kadına karşı aynı mecburiyette olmaması ,kadının erkeğe itaat etmek zorunda olması gibi konulardır.

Diyeceğim şu ki bir insanın aydınlanması ve gözünü açması aslında neleri beraberinde getiriyor. Bir çok insanın dini sebeplerle kendini ifade etmekten geri durduğunu görebiliriz. Bu kadın ya da erkek fark etmez. Dinin hayatlarımızda bir çok şeyi yaşamamıza engel olduğu çok açık. Din insanlara iyiliği güzelliği öğretmiyor, sadece yüzyıllar önceki toplumsal anlayış içindeki rolleri günümüzde de sürdürmemizi istiyor. İnsanlar sadece dindar olunarak ahlaklı ve iyi bir insan olunabileceğini düşünüyor. Çünkü onlara göre dinin temeli iyi insan olmak. Ben insanların iyi, vicdanlı ve adil olabilmek için bir dine inanmak zorunda olduklarını düşünmüyorum. Aklın ve özgür düşüncenin toplumları daha yaşanabilir kılacağına inanıyorum ve dinler özgür düşüncenin karşısında birer engel.

Bana fikirlerimi ve hikayemi paylaşabilmem için imkan sağladığınız için çok teşekkür ederim. Yaptığınız işe ve dönüşümünü anlatan herkese çok saygı duyuyorum. Güzel günlerimiz olsun, hoşça kalın..

SİZDEN GELENLER | Yazan: Pandora

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)