Biliyorum bu anlatacaklarım sonrasında her zamanki gibi beni linç edenler
olacak. Çünkü bazılarının kafasında ilahi, yanlışsız, hakkında asla
konuşulamaz bir Osmanlı var. Neredeyse başına Hz. ekleyecek yada imparatorluk
için ilah diye bahsedecekler. Halbuki aynı toplumun fertleriyiz, iyi yada kötü
bir şekilde Osmanlı sizin olduğu kadar benim de atam. Aramızdaki fark ben
pohpohlamak yerine yanlışlarını anlatıyorum ki bilinsin.
Konumuza gelirsek; Topkapı Sarayı'nın büyük çoğunluğunu köleler oluşturuyordu
ve tek özelliği bu değildi. Kanuni Sultan Süleyman tarafından saraydaki büyük
çoğunluk sadece işaret dilini öğrenmeye ve kullanmaya zorlanmıştı. Sizce neden
olabilir?
Bu makale işaret dilinin ilk olarak Kanuni Sultan Süleyman yönetimindeki
Topkapı Sarayı'nda nasıl tanıtıldığını ve sarayda neden sadece işaret dilinin
konuşulduğunu izah etmeyi amaçlayacak ve mecburen haremlerle ilgili bazı
konuları da ele alacak. Bu arada yanlış anlaşılmasın, Topkapı Sarayı işitme
engelliler için özel bir okul değildi, hem işiten hem de işitme engelli olan
herkes için eşsiz bir yerdi.
Osmanlı İmparatorluğu'ndan önceki imparatorluklar da Avrupa'nın
geleneklerine benzemeyen benzer gelenek ve uygulamalara sahipti. Eski
imparatorluklar her zaman sağır insanlar ve "dilsizlerin jestlerini" (işaret
dili) dillerine dahil etmekle ilgilenmiştir. Yani bunlar çok eski
geleneklerdir. Birçok imparatorluğun düşüşünde olduğu gibi Osmanlı İşaret
Dili'nin (OİD) ve imparatorluğun sonu kaçınılmazdı.
Kanuni Sultan Süleyman döneminde (hükümdarlık dönemi 1520-1566) zirveye çıkan
Osmanlı İmparatorluğu'nun Topkapı Sarayı'nda yaklaşık 4.000 kişi vardı ve
imparatorlukta kölelik maalesef yasal olduğu için bu insanları çoğunluğunu
köleler oluşturuyordu.
"Kölelik, Osmanlı İmparatorluğu ekonomisinin ve geleneksel toplumunun yasal ve
önemli bir parçasıydı" (Cambridge Dünya Kölelik Tarihi).
Osmanlı İmparatorluğu'nun idari ve siyasi merkezi olan İstanbul'un MS 1453'ten
1700'e kadarki köle nüfusu 2,5 milyon civarındaydı.
"Osmanlı, padişaha veya çeşitli konularda imparatorluğa hizmet etmenin
eğitimlerinin verildiği Enderun gibi saray okullarında memur yetiştirip onları
özel olarak eğiterek, karmaşık hükümet bilgisine sahip, fanatik, sadık
yöneticiler yaratıyordu. Bu köleler ve [azat edilmiş (serbest bırakılmış)]
köleler Osmanlı İmparatorluğu'nun 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar olan
başarısının ayrılmaz bir parçasıydı." (Necipoğlu ve Habib)
Topkapı Sarayı'ndaki kölelerin çoğu Osmanlı İmparatorluğu tarafından
fethedilen Hristiyan topraklarından alınan esirlerdi. Yenilen her ülke
halkının uygun olan kesimi köleleştiriliyordu.
Padişahtan sonra gelen en güçlü ikinci adam olan Sadrazam bir zamanlar köle
hiyerarşisinin başındaydı. Sadrazamı Padişah atıyordu ve sadece o görevden
alabilirdi.
Sadrazam'ın baş danışmanı esirleri padişahın belirlediği kriterlere göre
değerlendirdi. Kriterlerden biri kölelerin İslam'a geçmesini gerektiriyordu.
Kriterlere uyanlar yakalandıkları bölgeden zorla Topkapı Sarayı'na
götürülür, burada eğitim ve derslerine başlardılar.
Köleleştirilmiş ve İslam'a geçirilmiş olan Hristiyanlar genellikle birkaç
yıllık hizmetten sonra serbest bırakılırdı. Bu tür azat etmeler köle
sahibinin dindarlığının göstergesi olarak kabul edilirdi. İslam'a geçirilen
bu insanlar için bu dini kabullenmek hayatta kalmanın yoluydu.
Acemi olan köleler Osmanlı Türkçesini okumayı, yazmayı ve konuşmayı öğrenirken
dini ve kültürel telkinler alır, ardından padişahın hizmetine verilirdi.
Müfredat Kur'an, Arapça gramer kitapları, sessiz dersler (işaret dili), hukuk,
Farsça edebiyat klasikleri ve çeşitli mesleki eğitim biçimlerini kapsıyordu.
Eğitim sonrası iç oğlanlara dönüşen köleler çeşitli odalarda eğitimlerini
tamamladıktan ve padişaha hizmette hünerlerini ve sadakatlerini
kanıtladıktan sonra nihayet saray dışında seçkin idari görevler almaya hazır
olurlardı.
Ayrıca av köpeklerini ve şahinleri eğitmeleri de öğretilirdi. Topkapı
Sarayı'nın kendi hastanesi, çamaşırhanesi, darphanesi, fırınları, terzileri,
berberleri, kuaförleri, nakış işçileri, dokumacıları, kuyumcuları,
temizlikçileri, marangozları vardı ve bu meslek alanlarının çoğu eğitimli
köleler tarafından doldurulmuştur.
Osmanlı İşaret Dili (OİD) 1522 yılında I. Süleyman döneminde iki dilsiz kardeş
tarafından saraya tanıtılmıştır. Bu iletişim biçimini çok saygılı bulan
padişah, tüm kölelerin işaret dili kullanılmasını emretmişti.
Padişah içoğlanları ile işaret diliyle konuşurdu. Bu yüzden Enderun'da işaret
dili iyice yaygınlaştı ve gelişti. Kabul odalarında padişah elçiye bile
bakmaz, tüm ihtişamıyla, sessizce tahtında otururdu. Bu inziva geleneğine ve
padişahın hal-hareketlerine şahit olan elçi heyetlerindeki gezginler,
padişahın tanrılaştırılmış bir puta benzediği yönünde yorumlar
yaparlardı.
Fransız diplomat Henry de Beauvau, 1605 yılında bu işaret dilinin sarayda
ikinci dil olarak kullanıldığını söyler. Üç yıl sonra 1608'de yüksek rütbeli
bir Venedik diplomat olan Ottavin Bon:
“Sultan ve içoğlanları, Türkler tarafından bu kadar çok dile getirilen
ağır başlılıklarını göstermek için işaret diliyle iletişim kuruyorlar.
İşaret diliyle ifade ettikleri şey sesli olarak tartışılırdı. Aynısı
kraliyet kadınları ve diğer hanımlar için de geçerliydi çünkü aralarında
yaşlı ve genç dilsizler de vardı. Mümkün olduğunca dilsize sahip
olmak çok eski bir saray geleneğiydi."
demiştir. Burada dilsizlerle kast edilen şey, köleler, cariyelerdir.
Dokuz yıl sonra 1617'de, Süleyman'ın emrettiği işaret dili ve Sessizlik
İlkesi, kraliyet haysiyetinin zorunlu bir niteliği haline gelmişti. Sultan I.
Mustafa (hükümdarlık dönemi 1617-1618 ve 1622-1623) işaret dilini öğrenmeyi
reddedince İstanbul'daki belediye meclisi salonunda eleştirilere maruz kaldı.
Bir padişahın yeniçerilerin [kölelerin] ve sıradan tüccarlar gibi sesli
konuşmasını onursuzca bulmuşlardı. Padişah asla konuşmamalı, olağanüstü
sessizliği ve ciddiyetiyle insanları titretmeliydi.
Topkapı Sarayı'nda “sağır alanlar” olarak adlandırılan odalar-mekanlar vardı.
Topkapı'daki sağır mekanlar olarak bilinen fiziki mekânların birincil
kaynaklarından Profesör Necipoğlu bu alanları şu şekilde tanımlanmıştır:
"Yatmadan önce insanlar çağrılır ve Oda yöneticisi dinlenme saatini
belirtmek için bastonuyla yere vururdu. Yurtlardaki içoğlanları bütün gece
meşalelerle aydınlatılan uzun dikdörtgen şekilli salonlardaki küçük
yataklarda uyurdu ki kapı önlerinde bekleyen görevliler ve hadımlar
onların davranışlarını izleyebilsinler."
"... bastonuyla yere vurdu" ifadesi mevcut içoğlanlarının (kölelerin) sağır
olduğunu ima eder. Süleyman'ın yönetimindeki Topkapı Sarayı'nda 15. yüzyılda
bile bastonla yere vurma hareketi sağırların dikkatini çekmenin yaygın bir
yoluydu. Bunu yaklaşık 700 yıl öncesinde yazılmış kayıtlarda görmek mümkündür.
Bildiğiniz gibi bizde üst komşu gürültü çıkardığında uygulanan yaygın bir
yöntem vardır. Bu aslında bir uygulamanın nesilden nesle aktarılmış halidir.
Süpürge yada sert bir sopa ile tavana vurmak.
Osmanlı'da, örneğin bir dairenin ikinci katında oturan sağır kiracılar alt
katta oturan ve işitme engeli bulunmayan komşularını rahatsız
ettiklerinde alt kattaki komşuları, üst katlarındaki sağır kiracıları
uyarmak için bir süpürge sapıyla tavana defalarca vururlardı. Böylece üst
kattaki işitme engelliler ayaklarının altındaki titreşimi algılayıp gürültü
yaptıklarını fark ederlerdi.
İşte Topkapı Sarayı'ndaki Oda görevlisinin sopasını yere vurması ile işitme
engeli olmayan iç oğlanları duydukları sesle, sağır olanlar ise ayakları
altındaki titreşimle bunu hissederdi.
Sultan Mustafa işaret dilini öğrenmeyi reddedince bu dilin kullanımı yavaş
yavaş azaldı ve sonraki padişahlar tarafından daha az kullanıldı.
Sessizlik yemininin ilk dönemlerinden itibaren, manastırlarda yaşayan rahipler
ve rahibeler işaret dili konuşur ve sağır olan çocuklara bu dili öğretirlerdi.
Osmanlı İmparatorluğunun fethettiği Hristiyan topraklarında elbette
manastırlar da bulunuyordu. Tarihsel kanıtlar gösteriyor ki Hristiyan
manastırları ve kiliseleri sağır bireyleri kucaklıyor ve onları sağır
Hristiyanlardan oluşan bir cemaat haline getiriyordu. Fakat burada önemli bir
nokta vardı.
Orta Çağ'da engelliler geniş sosyal topluluklar tarafından dışlanıyor, kilise
ve manastırlarda ise bu kişilere bakılıyordu. Çünkü Hristiyanlara göre bu
engelli kişiler atalarının günahlarının cezasını bu şekilde, engelleriyle
çekiyorlardı. Kilise ve manastır görevlileri için onlara sahip çıkmak, Tanrı
tarafından tayin edilen bu kişilere yardım etmek olarak görülüyordu.
(Sırbistan Belgrad Üniversitesi'nden Marina Radic Sestic, Nadezda Dimic ve
Mila Seum, 2012'de yayımladıkları "The Beginnings of the Heaf Persons:
Renaissance Europe 15th - 16th Century" adlı kitap. Sayfa 147)
Aslında Tanrı'nın, atalarının günahlarının kefareti için işitme engelli
insanlar yarattığı şeklindeki saçma iddiayı ilk kez ortaya atan kişi
Aristoteles'ti.
KAYNAKLAR
Gülru Necipoğlu "15.ve 16. Yüzyıllarda Topkapı Sarayı : Mimari Tören ve
İktidar"
Bragg, L. (1997). Visual-Kinetic Communication in Europe Before 1600: A
Survey of Sign Lexicons and Finger Alphabets Prior to the Rise of Deaf
Education . Journal of Deaf Studies and Deaf Education, 2(1), 1-25.
Campus Design and Planning Deaf Space.
Daniels, Marilyn (1997) Benedictine Roots in the Development of Deaf
Education: Listening with the Heart. Bergen & Garvey. Westport,
Connecticut.
Earls, Averill. (2018) Devsirme: The Tribute of Children, Slavery and the
Ottoman Empire.
Habib Abdullah (2012) A Full Report about Enderun Ottoman School.
Lane, Harlan. Deaf Experience: Classics in Language and Education.
Peirce, Leslie P. (1993) The Imperial Harem:Women and Sovereignty in the
Ottoman Empire.
Ree, Jonathan. (1999) I See a Voice: Deafness, Language and the Sense—A
Philosophical History.
M. Miles, 2000, Signing in the Seraglio: mutes, dwarfs and jestures at the
Ottoman Court 1500–1700 Reprinted from "Disability and Society"
M. Miles, 2000, Deaf People, Sign Language & Communication, in Ottoman
& Modern Turkey: Observations and Excerpts from 1300 to 2009
Kristina Richardson, "New Evidence for Early Modern Ottoman Arabic and
Turkish Sign Systems", Sign Language Studies, 17.2: 172–192.
Sanders, Paula. (1984) Ritual, Politics, and the city in Fatimid Cairo.
Sestic, Marina; Dimic, Nadezda; and Sesum, Mia. The Beginnings of
Education of the Deaf Persons: Renaissance Europe, 15th - 16 th Century .
(2012)
Toledano, Ehud R. (2011) The World History of Slavery: Volume 3, AD
1420-1804.
BABİL'DE DEPRESYONA BAKIŞ, BÜYÜ VE YAKARIŞLARLA
ŞİFA ARAYIŞI
"ANTİK MEDENİYETLERDEN GÜNÜMÜZE DEPRESYON"
başlıklı videoyu izleyerek çeşitli toplumlarda depresyona dair
inanışları, algıyı, tedavi yöntemlerini ve geçmişten günümüze uzanan bilimsel gelişimleri öğrenebilirsiniz.
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [1]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [2] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [3]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [4]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [5]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [6]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [7]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [6]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [6]
KAYNAKLAR
Reynolds EH, Wilson JV. Depression and anxiety in Babylon. J R Soc
Med. 2013;106 (12) : 478-481.
Maria Isabel Toro Rueda (2003). The heart in Egyptian literature
of the second millennium BC, p. 84.
Abusch and Schwemer (2011), Corpus of Mesopotamian Anti-witchcraft
Rituals, p. 150.
A.g.e., 156, lines 1-8.
A.g.e., lines 38-45.
Reynolds EH, Kinnier Wilson JVJ Neurol Neurosurg Psychiatry
(2012). Obsessive compulsive disorder and psychopathic behaviour
in Babylon. 83 (2) : 199-201.
Ritter EK, Kinnier Wilson JV. Prescription for an anxiety state.
Anatolian Stud 1980; 30: 23-30.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Bir kuşkucu olarak mantıklı bulduğum şey her ihtimalin, teorinin üzerinde
düşünülmesi gerektiğidir. Ancak bu şekilde kendimizi, sorgulamaya, düşünmeye
kapamamış oluruz. O yüzden bu makaleyi ve gelecekte yayınlayacağım
benzerlerini bir şeyin mutlak kabulü değil de ihtimal değerlendirmesi,
irdelemesi, arayışı olarak görmeniz konuya daha sağlıklı bakmanızı
sağlayacaktır.
Abiyogenez, spekülatif ve tartışmalı olmasına rağmen Dünya'da yaşamın nasıl
ortaya çıktığına dair yaygın teorilerdendir. Bu teori milyonlarca yıllık ilkel
dönemden itibaren gerçekleşen evrimsel süreçte cansız maddenin canlı hücrelere
dönüştüğünü savunur. Teoriye göre, basit, hücresel yaşam formları, doğal
seleksiyon yoluyla yavaş yavaş gelişmeye başlar ve rekabete dayalı genetik
mutasyon / adaptasyon dönemlerinden sonra sayısız canlı türü ortaya çıkar.
Bu teori 1950'lerden beri bilimsel bir gerçek olarak destekleniyor ve
savunucuları, bazı amino asitlerin inorganik bileşiklerden başarıyla
sentezlendiği 50'li yıllardan bir dizi deneyi örnek gösteriyor. Sorun şu ki,
bazı amino asitler en basit hücresel yaşamı oluşturmak için gerekli olan
proteinlere eşdeğer değildir. Ayrıca bu proteinler canlı bir hücrenin sahip
olduğu karmaşık yapının da çok gerisinde kalıyor. Aslında moleküler
biyoteknoloji ilerledikçe hücrelerin karmaşıklığına dair keşif ve anlayışlarımız
da ilerliyor.
Alternatif bir görüş olan panspermi teorisi, yaşamın,
evrenin başka bir yerinde, tanımlanmamış süreçlerle ortaya çıktığını ve daha
sonra bir asteroit, kuyruklu yıldız, göktaşı gibi bir gök cismiyle Dünya'ya
yayıldığını savunur. Modern ve kesinlik kazanan bazı çalışmalar, güneş
sistemimizde ve yıldızlararası uzayda karmaşık, organik moleküllerin var olduğu
sonucuna varmıştır. Öyleyse güçlü olan ihtimallerden biri de hayatın temel yapı
taşlarının buraya bu tür mekanizmalar yoluyla gelmiş olabileceğidir.
Panstermi
teorisinin türevlerinden biri de yönlendirilmiş panspermidir. Organik yaşamın
uzaydan bilinçli bir şekilde taşınması olarak tanımlanabilir. Bu teoriye
göre, karmaşık, organik yaşamlar üretmek amacıyla cansız ama yaşam barındıran
astronomik cisimler dünyaya kasıtlı olarak taşınmıştır. Başka bir deyişle,
yüksek teknoloji kullanan ve evrende yaşamın gelişimini sağlamak için kasıtlı
olarak gezegenleri veya uyduları aşılayan zeki bir türün eylemleri olarak
tanımlanabilir.
Kulağınıza bilim kurgu gibi gelmiş olabilir. Fakat Francis Crick, Leslie
Orgel, Sydney Brenner gibi çok beğenilen, dünyaca ünlü bilim insanları bu
teoriyi destekleyerek konuyla ilgili kapsamlı çalışmalar yayınladılar.
Brenner'ın genetik kodu çözme çalışmaları ile Nobel Ödülü kazandığını; Francis
Crick'in James Watson ile birlikte DNA sarmalını keşfetmesi ile Nobel Ödülü
kazandığını ve bugün bildiğimiz şekliyle genetik bilimini doğurduğunu da
belirtmek gerek.
Yaşamın kendisini tanımlamanın kolay olmadığını
bilmek önemlidir. Yüzlerce tanımı vardır ve bazı durumlarda tüm bölümler
yalnızca bu temel sözcüğü / kavramı tanımlamaya ayrılmıştır. NASA'nın tercih
ettiği tanıma göre hayat 'evrimleşebilen, kendi kendini idame ettiren bir
kimyasal sistemdir'. Başka bir deyişle, yaşam "kendini yeniden üretebilen ve
hayatta kalmanın gerektirdiği şekilde evrimleşebilen madde"dir.
Bu tanımla aklımıza Charles Darwin'in gelmesi olağandır. Yönlendirilmiş
veya yönlendirilmemiş panspermi yanlış bir şekilde, Darwinci evrim kavramına
karşı bir başkaldırı olarak yorumlanmamalıdır. Darwinci evrim, yaşamın
çevresine uyum sağlama sürecinin yanı sıra, yaşamın kökenlerini de iç içe
geçiren pek çok çağrışım ve varsayım biriktirmiştir.
Doğal
seçilimin yönlendirdiği ve genetik mutasyonlar, adaptasyonlar anlamına gelen
evrim süreci, köklü bir bilimsel alandır. Ancak var olan tüm yaşamın kaynağı
olan bu süreç tamamen bilimsel bir gerçek midir? Hatta modern moleküler
biyoloji çalışmalarında bu sürecin rekabetçi doğasının çok fazla büyütüldüğüne
ve sürecin çok daha sembiyotik olabileceğine dair güçlü kanıtlar vardır.
Simbiyoz, diğer adıyla "ortakyaşarlık" iki canlının tek bir organizma gibi
birbirleriyle yardımlaşarak bir arada yaşamalarıdır. Bu ortak yaşam bitkiler
arasında olabileceği gibi bitki ile hayvan arasında da olabilir.
Örneğin, mantarlar ve fotosentetik alglerin simbiyotik birlikteliği sonucu
Likenler meydana gelmiştir. Mantar ve algler nasıl birlikte yaşayarak
Likenleri oluşturuyor diye merak ediyorsanız kısaca açıklayayım. Mantar
yaşadığı ortamdaki suyu ve tuzu emerek onu alglere verir. Böylece alg de
fotosentez yaparak organik bileşikleri meydana getirir.
Genetik çalışmalar literatürü primatların memelilerden yaklaşık 85
milyon yıl önce ayrıldığını, daha sonra çeşitli büyük maymun alt gruplarının
da yaklaşık 15 ila 20 milyon yıl önce ayrıldığı gösterir. Oradan iki ayaklı
harekete geçişin de yaklaşık 6-7 milyon yıl önce meydana geldiği tahmin
edilir. Bu teorik geçiş, ilk insan atalarının dünya çapında göç etmesini
sağlamıştır. Fakat iki ayaklılığın gelişimini inceleyen bazı antropologlar,
yürüyüşteki bu evrimin tek başına bu primatların dünya çapında yayılmalarını
sağlayacak kadar güçlendiremeyeceğini belirtmişlerdir.
Platon ve Pisagor gibi antik Yunan düşünürleri, mitolojinin tanrılarının
gerçek olduğu, doğal süreçleri başlattığı ve gezegene yaşam aşıladıkları
hakkında detaylı yazılar yazmıştılar. Elbette bu fikirler insanlığın ve
dünyanın yaratıcıları olan tanrıların panteonlarına dair binlerce yıllık
inancın ürünüydü. Bu gibi düşünceler Darwinizm'in yükselişi ve sanayi
devrimiyle birlikte geleneğe indirgenmiş, tamamen mitoloji haline
gelmiştir.
Rönesans döneminde, Roma Kilisesinin bilimsel keşif ve
araştırmalar yapanlara ölüm tehditleri savurması, aforoz etmesi, bilimsel
çalışmalar yapanları kınayan cevaplar vermesiyle dinsel ve bilimsel görüşler
arasında ideolojik bir ölüm-kalım savaşı başlamıştı. 20. yüzyılda alternatif
tarih yazarları eski medeniyetlere ait eserler hakkında kitaplar yayınlamaya
başlayınca bilim ve mitolojinin karışımı olan antik astronot hipotezi popüler
hale geldi.
Bu hipoteze göre mitolojide adları geçen tanrılar aslında insan olmayan zeki,
gelişmiş türlerdi ve Dünya'da veya çeşitli gezegenlerde yaşamı başlatmak için
ileri teknolojiyi kullanıyorlardı. İnsanlığa sanatı ve bilimi miras
bırakmışlardı.
Popülerleşen bu hipotez kısmen de olsa dünyanın dört bir yanındaki insanların
anormal hava olaylarını gözlemlemesi, bu konuda artan koleksiyonlar ve uzay
ile ilgili alanlarda kaydedilen ilerlemeyle beslendi.
Bazı otoriteler, panspermia teorilerini ironik bir biçimde "sapkınlık" olarak
görüyorlar. Günümüzde çoğunluğun panspermia teorisini duymamasının, ana akım
kamuoyunda bununla karşılaşmamasının nedeni de budur. İronik diyorum çünkü
bilimsel olduğu sürece her teori değerlendirmeye değerdir ve bunları sapkınlık
olarak nitelemek bilimin doğasına da aykırıdır.
2017'nin sonlarında Havai'li gökbilimciler güneş sistemimizden geçen ilk
yıldızlararası nesneyi keşfettiler. Ona Oumuamua (Oğu-muğa-muğa) adını
verdiler. İlk başta bir kuyruklu yıldız olduğu zannedildi ancak daha sonra
bir kuyruklu yıldızın kriterlerine uymadığı ortaya çıktı. O halde
asteroittir dediler. Ama daha sonra bu nesnenin bizim güneş sistemimizin
dışından geldiği fark edilince onu yıldızlararası nesne olarak
tanımlamak zorunda kaldılar. Çünkü uzun süre takip edilen bu nesnenin
benzersiz hareketleri vardı. Bunlar kesinlikle bir gezegenin ya da yıldızın
sahip olamayacağı hareketlerdi. Çünkü belirli, sabit veya gezegenlerden
bildiğimiz gibi dairesel hareketler değil, tıpkı bir aracın hareket ettiği
gibi karmaşık ve düzensizdi.
Bu nesnenin Güneş'in kurtulma hızından daha yüksek hızla gelmesi,
gezegenlerin yörüngeleri ile ters yönde hareket etmesi ve hiçbir zaman Güneş
Sistemi'ne yerçekimi yönüyle bağlı olmadığını gösteren yüksek dış
merkezliliği onun bir yıldızlararası cisim olduğunu düşündüren kuvvetli
yönlerdir.
Ona verdikleri Hawaii dilindeki Oumuamua ismi "uzak geçmişten gelen haberci"
anlamına gelir. Harvard'ın astronomi bölümü başkanı Avi Loeb, nesnenin bir
kaya olamayacak kadar hızlı hareket ettiğini ve bir kuyruklu yıldız gibi
buhar püskürtmediğini belirtti. Uzman görüşlerine göre verilere uyan tek
makul görüş başka bir akıllı uygarlığa ait olduğuydu.
Hatta gökbilimciler 'Oumuamua'ya benzer bir yıldızlararası nesnenin yılda bir
kez iç güneş sisteminden geçtiğini tahmin ettiklerini ancak soluk renginden
dolayı fark edilmesinin zor olduğunu, şimdiye kadar gözden kaçtığını,
Pan-STARRS1 gibi inceleme teleskopları sayesinde onları keşfetme şansını
yakalayacaklarını belirttiler.
Apollo astronotu Al Worden'a birkaç yıl önce katıldığı "Good Morning
Britain"da dünya dışı varlıklara inanıp inanmadığı soruldu. Worden, onlara
inandığını, var olduklarını bildiğini çünkü onları her gün gördüğünü söyledi.
Program sunucusu onun bu cevabını şaka zannederek gülünce, onlara şaka
yapmadığını söyledi. Uzak, tarih öncesi geçmişte, zeki bir türün Dünya'da
yaşamın temellerini attığı yönünde açıklamalara devam etti ve insanlara Sümer
mitolojisini okumalarını önerdi.
Bir diğer astronot Buzz Aldrin,
Mars'taki 200 metre yüksekliğindeki anormal bir nesnenin insan dışı bir
medeniyetin kanıtı olduğunu açıklamıştı. Ancak astronotların en ilgi çekici
görüşlerinden biri Wikileaks ifşaatlarının ortaya çıkardığı Edgar Mitchell'a
ait e-postadır. Hillary Clinton Dışişleri Bakanı ve başkan adayı iken astronot
Mitchell'dan, Clinton'ın kampına gönderdiği bir e-postada şunları yazmıştı:
"Unutmayın, şiddete başvurmayan bitişik evrendeki dünya dışı zekalar,
Dünya'ya sıfır noktası enerjisi getirmemize yardımcı oluyor. Dünyada veya
uzayda hiçbir askeri şiddete müsamaha göstermeyecekler."
Eğer bu tür yaşam formları tam burada, galaksimizde mevcutsa o zaman
gezegenimizdeki yaşamın başlangıcıyla ilgili etkilerine dair olasılık
ihtimali de kat ve kat artacaktır.
Bu, teorik bilim alanında Fermi paradoksu olarak bilinen bir kavram vardır.
Bu tartışmalı paradoks evrenin yaşı (yaklaşık 15 milyar yaşında), muazzam
boyutu (sınırları bilinmemektedir) ve kendi gelişimimiz hakkında
bildiklerimiz göz önüne alındığında, evrenin akıllı yaşamla birlikte var
olması gerektiğini ya da en azından onların kalıntılarıyla dolu olduğunu öne
sürer.
Tabi makaleye başlarken de belirttiğim gibi, bunlar "kesinlikle" dünya
dışı yaşam vardır ve geçmişte dünya üzerinde aktif rol oynamışlardır anlamına
gelmez. Bir kuşkucunun yapması gereken şey her şeyden şüphe duymak, her
ihtimali değerlendirmeye alıp üzerlerinde düşünmek ve haklarındaki bilimsel
gelişmeleri takip etmek olmalıdır.
KAYNAKLAR
Berera, Arjun. "Space dust collisions as a planetary escape mechanism".
Astrobiology. 17 (12): 1274–82
Chan, Queenie H. S. et al. "Organic matter in extraterrestrial
water-bearing salt crystals". Science Advances. 4 (1): eaao3521.
Bibcode:2018SciA....4O3521C.
Wickramasinghe, Chandra. "Bacterial morphologies supporting cometary
panspermia: a reappraisal". International Journal of Astrobiology. 10 (1):
25–30.
Symbiosis, Wikipedia
Beatty, Kelly (25 Ekim 2017). "Astronomers Spot First-Known Interstellar
Comet". Sky & Telescope
"Tanrı'nın bu dünyayı nasıl yarattığını bilmek istiyorum. Şu ya da bu olguyla,
şu ya da bu öğenin görüntüsüyle ilgilenmiyorum. Düşüncelerini bilmek
istiyorum, gerisi sadece detaylar." A. Einstein
[1]
Bu makalede çeşitli noktalar üzerinde durarak Panteizm ya da Pandeizm'in teizm
hipotezinden daha olası olduğunu anlatmaya odaklanacağım.
İsmi fizikçi Ludwig Boltzmann'a atfedilen bir görüş vardır; Boltzmann beyni.
Bu hipoteze göre evren kaos halindeki rastgele dalgalanmalar sonucu ortaya
çıkmış bir varlıktır. Panteizme göre ortaya çıkan bu evren daha sonra
farkındalığa erişmiştir yani bilinçlidir. Pandeistik bakışta ise evren
müdahale etmez, plan yapmaz. [9]
Kavram karmaşası yaşamamak ve konuyu daha iyi kavrayabilmek adına önce
Panteizmin tanımını yapmak gerekir.
Panteizm Tanrı'nın her yerde ve her şeyde olduğunu yani onun aşkın
olmadığını, her yere nüfuz ettiğini, dolayısıyla içkin olduğunu söyleyen
felsefi görüştür. Tanrı evrende ve her şeydedir ve her şey Tanrı'nın
parçasıdır. [7][8]
Schopenhauer, Panteizmin hiçbir etiğe sahip olmadığını iddia etse de
Panteizm oldukça etik bir bakış açısına sahiptir: "Başkasına verilen
herhangi bir zarar, canlılığa ve herkese zarar verir."
Panteizm kavramı Thales, Parmenides ve Heraklitos da dahil olmak üzere
birçok antik Yunan filozofunun yanı sıra Kabalistik Yahudiliğin eski
dönemlerinde de ele alınıp tartışılmıştır. Bu tartışmaların doğurduğu
Panteistik hareketler 17. yüzyılda Spinoza'nın doğalcı panteizm inancının
da çıkışını sağlamıştır.
Tabi Spinoza'dan bahsetmişken onun görüşlerine kısa da olsa değinmemek
olmaz.
Spinoza'ya göre tanrı, evrendir. O bunu "töz" olarak tanımlar. Bu töz, özü
gereği var olmak zorundadır, kendiliğinden kendinde var olandır, var olmak
zorunda olduğundan var olmuştur ve dolayısı ile yaratılmaya ihtiyacı yoktur.
Baruch Spinoza şöyle der:"Töz sözcüğünden, kendiliğinden ve kendisi için var olanı anlıyorum. Bu
kavramın [tözün] meydana gelmesi için başka bir kavrama ihtiyaç
yoktur."
Spinoza için tanrı ve doğa aynı şeydir. Bu yüzden Panteizm ya da
Pandeizm'den bahsederken bağlamdan kopmamak ve anlam karmaşası yaşamamak
için tanrı yerine doğa kelimesini kullanmak daha doğrudur.
Spinoza'nın tanrı/doğası, doğanın aşkın değil içkin nedenidir. Ol deyince
oldurmaz çünkü varlık var olmak için aşkın bir güce ihtiyaç duymaz, zaten
varlık doğası gereği var olur, var olma, var kalma eğilimindedir. Dolayısı
ile Panteizmin doğatanrısı İbrahimi dinlerin insani özellikler taşıyan,
cezalandırıcı, ödüllendirici ve müdahaleci Tanrısından oldukça farklıdır.
Spinoza'dan birkaç alıntı daha yaparak görüşlerine bakalım.
1.14 : Tanrı birdir, yani evrende yalnızca bir madde vardır.
1.15 : Her ne olursa olsun Tanrı'nın içindedir ve Tanrı olmadan hiçbir
şey tasarlanamaz.
1.17 : Tanrı dışında hiçbir madde olamaz ve Tanrı'nın dışında hiçbir şey
kendi başına var olamaz.
I. 25 : Bireysel şeyler Tanrının sıfatlarının değiştirilmesinden veya
onun sıfatlarının sabit veya keskin şekilde ifade edilişinden başka bir
şey değildir.
II. 47 : İnsan zihni Tanrı'nın sonsuz özü hakkında yeterli bilgiye
sahiptir.
V. 24 : Belirli şeyleri (varlıkları) ne kadar çok anlarsak Tanrı'yı da o
kadar çok anlarız.
V. 17 : Tanrı tutkusuzdur, herhangi bir zevk ya da acı duygusundan
etkilenmez. Açıkçası [bu yüzden] Tanrı kimseyi de sevmez. [6]
Spinoza'nın tüm bu açıklamalarına bakıldığında O'nun panteizm tanımlamasında
şunu görürüz. Evren Tanrı'nın içinde var olmanın, daha doğrusu Tanrı ile
birlikte var olmanın bir biçimidir. Spinoza'ya göre evrenimiz Tanrı'nın
düşüncelerindeki varoluş tarzıdır ve Tanrı'nın uzantısıdır. Yalnızca bu ikisi
insanoğlunun Tanrı hakkında bildiği sıfatlardır. [2]
Filozof Karl Jaspers bu konu hakkında şöyle der:
Tanrı'yı bir kişi olarak hayal etmek başlı başına bir sınırlamadır.
Tanrının ne anlayışı ne iradesi vardır. O'nun sadece anlayışın ve iradenin
bir biçim olarak ortaya çıktığı düşünce özelliği vardır. Hareket etmez ya
da durmaz fakat hareket ve durma biçimlerini ortaya çıkaran
uzatma-genişletme özelliği vardır. Anlayış ve irade tıpkı hareket ve
dinlenme gibi doğada yaratılır, onlar Tanrı'nın kendisi değil
sonuçlarıdır. [3]
Panteizm görüşü her yerde birden bulunan ve her şeyi bilen evren-tanrı
görüşüne sahiptir. Dolayısıyla eğer Tanrı her yerdeyse ve her şeyi biliyorsa
bu durum her şeyin Tanrı'nın zihninde olduğu ve O'nun her şeyle eş süreli
olduğu anlamına gelir.
Yani eğer yaratıklar Tanrı'dan ayrı olsalardı bu durumda Tanrı sonsuz
olamazdı. Tanrı sonsuz olduğu için her şey Tanrı'dadır. [4]
Dolayısıyla Panteizm'in sürekli yaratılışa uyduğu, bunu takip ettiği açıktır.
Tanrı sürekli olarak yaratıyorsa bu O'nun yaratılışının süreklilik arz
ettiğinin göstergesidir çünkü O'ndan ve zihninden bağımsız gerçekleşecek bir
yaratılış mümkün değildir.
Alman filozof Friedrich Albert Lange, Panteizm'in (her şey bir olduğundan)
birleşik bir varoluşu ve ruhsal olanın doğallaştırılmasını sağladığını söyler.
[5]
Teizm yaygın olarak Tanrı'yı her şeyden aşkın ve uzay-zaman dışında olarak
nitelendiriyor olsa da aynı zamanda dinlerdeki bu Teist Tanrı figürü her
yerdedir, sürekli olarak yaratır ve bu devinimi devam ettirir. O halde bu
Tanrı figürü üst düzeyde bir içkinliğe sahiptir. (A.g.e.)
Dinlerdeki Tanrı ile tezat oluşturacak şekilde Panteizm Tanrı'yı uzay-zamana
getirir. Bu onu bilim insanları ya da bilim meraklıları için ilgi çekici hale
getirir. Ayrıca doğanın ve kozmosun ihtişamına duyduğumuz saygı ile de
uyumludur.
Panteizmi çekici yapan bir diğer konu "kötülük" problemidir. Dinlerdeki
hayali, yanıltıcı kötülüğün ya da Tanrı'ya zıtlık içeren kötülük kavramının
aksine "kötülük" olgusunun evrenin işlemlerinin sonucu olduğunu söyler. Ancak
bunun da kendi içinde sorunlu yönleri var tabi ki, yine de dinlerdeki kötülük
probleminden çok daha iyi bir görüşe sahip olduğu açık.
Panteizme karşı pek çok itiraz var, bunlardan bazıları başarılı, bazıları
başarısız. Bunlara kısaca değinelim.
1) Biz sadece dünyayı "Tanrı" olarak yeniden adlandırıyoruz. Onu dünya ile
eşitlemeden önce Tanrı kavramına odaklanmalıyız". Dolayısıyla teizm Tanrı
kavramının temel anlayışıdır, Panteizm bunun bir türevidir.
Yanıt: Panteizmin iki kavramı eşitlediği doğru olabilir ancak bunun nedeni
Tanrı'yı ortadan kaldırmak değildir. Nasıl ki fizikten önce hatalı bir şekilde
su yalnızca ıslak ve şeffaf bir madde olarak ele alınıyor ve element olduğu
zannediliyorsa Panteizm Tanrı'nın da yanlış anlaşıldığını düşünür ve tıpkı
evreni yeniden ve daha iyi anladığımız gibi Tanrı'yı da yeniden ve daha iyi
anladığını söyler.
2) Panteist Tanrı, evren ile tamamen aynı mıdır yoksa kısmen ortak mıdır?
Yoksa bütün yani Tanrı, parçalarının yani evrenin toplamından daha mı
büyüktür? Kısacası kavramlar örtüşüyor mu yoksa aynı mı?
Yanıt: İkisi kavramsal olarak farklı olsalar da eş sürelidir. Yani Tanrı'nın
en azından maksimum ölçüde bilinçli olan bir varlık olduğunu anlıyoruz. Evren
maksimum kapsamdadır ancak evrenin bilinçli olduğunu anlamıyoruz.
Konusu açılmışken evrenin neden bilinçli olabileceğine dair argümanlar da yok
değil. Bu konuya da değinelim.
Eğer evren bilinçli ve maksimum kapsamdaysa ve Tanrı da öyle ise o zaman bu
iki kavram kavramsal olarak özdeş olmasalar bile birlikte kapsayıcıdırlar.
Metafiziksel olarak konuşursak, bu ikisinin de aynı varlık olmayabileceği
ihtimali de var. Yani Panteistik tanrı yalnızca evreni izleyen ve denetleyen
bilinçli durumlar da olabilir.
3) Panteistler fiziksellik, fikircilik veya her ikisinin de doğru olduğunu mu
savunuyor? O halde doğaüstü ile doğal olan arasındaki ayrım nedir?
Yanıt: Geleneksel panteistler bir ruh olarak Tanrı'nın mükemmel doğasını
koruma çabasıyla ona fiziksel bir varlıktan ziyade kusursuz bir varlık olacak
şekilde bazı özellikler atfetmek isteyebilirler. Fakat bunun ne kadar tutarlı
olduğu tartışılır.
Tanrı ya ruhsal ve üstündür ya da yakın ve fizikseldir; ki bu makalede
ikincisini savunuyorum. Zaten panteizmin güçlü yanlarından biri Tanrı'yı
fiziksel kılıyor olmasıdır ve fiziksel bir tanrıyı fiziksel etkilerle
ilişkilendirmek daha tutarlıdır.
Eğer bir şey manevi ise bu dünyanın bir parçası değildir, aşkındır ve nedensel
olarak etkili olabileceğini söylemek zorlaşır. Dahası, maneviyat nedensel
olarak etkili olsaydı, fiziksel olmadığı için etkili olduğunu söylemek zor
olurdu. Bu yüzden bu makalede Tanrı'nın aşkın ve kusursuz olmadığı üzerinde
duruyorum.
4) Panteizmin Tanrı'sı kişisel mi değil mi?
Yanıt: Panteizmde kişisel olmayan bir Tanrı görüşü vardır. Bunu Spinoza'nın
Etiğinde (V.17) görmek mümkündür. Ancak kozmosun zihin benzeri doğası, doğanın
doğadan fazlası olduğunu düşünmek için iyi bir nedendir.
5) Panteizm ve Pandeizm "Tanrı evrendir" diyor fakat birden fazla evren olduğu
söyleniyor. Bu sorun teşkil etmiyor mu?
Yanıt: Spinoza'nın tanrı/doğası çoklu evrenlerin ve kozmik oluşun kendisidir,
içinde kaç evren olduğunun önemi yoktur.
6) Doğa/tanrı nasıl kendi kendinin nedeni olabilir?
Yanıt: Bu soruyu yöneltenlere şunu sormak gerekir: "İnandığınız tanrı
nasıl kendi kendinin nedeni olabiliyor?" Yani sizin yaratılmamış ama yaratmış
dediğiniz tanrı fikri evrenin kendisi için neden uygulanabilir olmasın? Tıpkı
sizin bahsettiğiniz Tanrı'ya benzer şekilde evren de yaratmış ama yaratılmamış
olabilir. Yaratıcı gücün illa gökyüzünde oturan, ödül ve ceza veren, cennet ya
da huri vaat eden insani özellikler taşıyan bir ilah mı olması gerekiyor?
Konuya dair bir sonraki makalede Panteizm ve Pandeizm'in bilimsel dayanak
noktaları üzerinde duracak, konuya farklı açılardan bakmaya devam edecek ve
önemli bölümleri detaylandıracağım.
KAYNAKLAR
E. Salaman, “A Talk With Einstein,” in The Listener 54 (1955), pp.
370-371, quoted in Jammer, p. 123. Jammer, M. (1999). Einstein and
Religion
Lloyd, p40, 1996
Jaspers, p14, 1974
Oakes, p173, p175, 2006
Lange, p. 147, 1880
Spinoza, Etika
Encyclopedia of Philosophy ed. Paul Edwards. 1967. s.34
A Companion to Philosophy of Religion edited by Charles Taliaferro, Paul
Draper, Philip L. Quinn, p.340
Carroll, Sean. "Richard Feynman on Boltzmann Brains"
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş hazırlayıp ilgili bakanlıklara gönderdiği
yazı ile anayasanın 24. maddesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 9.
maddesi ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 18. maddesini ele alarak
herkesin düşünce ve din özgürlüğüne, dinini ve inancını kamuya açık veya
kapalı yerlerde tek ya da toplu yaşama, uygulama veya öğretme hakkına sahip
olduğunu da belirtti.
Bu doğrultuda şehirlerarası otobüslerin mola saatlerini namaz saatlerine göre
ayarlamasını istedi ve "Namazların vaktinde kılınmasını sağlayabilmek için
makul bir süre ayrılmalı" dedi. [1][2]
Tabi burada herkesin dinini yaşama ve öğretme hakkına sahip olduğunu, hatta
düşünce özgürlüğüne sahip olduğunu belirtmiş olsa da bu görüşünde ne kadar
samimi olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Çünkü düşünce özgürlüğü olsa din
hakkında bir görüş belirttiğimizde terörist damgası yemememiz gerekirdi.
İnsanların dinlerini yaşama ve öğretme konusunda özgür olduklarını söylediği
kısım bambaşka bir ütopya. Türkiye'de farklı dinden insanlar toplanıp
dinlerini tebliğ edip öğretmeye çalışsa misyoner ya da ajan denerek dayak
manyağı yapılırlar, linç edilir ve sayısız hakaret yerler.
Bu karar namaz kılmak isteyen insanları mağdur etmemek adına yapılan bir
uygulama olarak görünse de zamanla namaz kılmak istemeyenleri mağdur edecek
hale gelecektir. Ayrıca bir sürü olaya, kavgaya sebep olacaktır. Bakın hemen
geçmişten konuya dair bir haber ve ilgililerin açıklamaları ile örnek vereyim:
Otobüsten inen bazı kişiler, caminin avlusunda önce abdest aldı, ardından
namaz kıldı. Bu sırada otobüste yarım saat bekleyen yolcuların itirazı
üzerine gerginlik yaşandı. Gerginlik sırasında şoför ile muavin arasında
sözlü tartışma da oldu. Yolcular, otobüsü camiye çekmek zorunda bırakılan
şoförün de zorunlu namaz molasından rahatsız olduğunu söylediler. Metro
Turizm Genel Müdürü Sinan Solok, şoförün mecbur kalmış olabileceğini,
ancak bu durumun asla kabul edilemeyeceğini söyledi.
Solok, "Bu, yönetmeliğimize ve uygulamalarımıza ters düşen bir durumdur.
Günlük 1500 seferimiz var, her mola talebine yanıt veremeyiz. Bu olay,
cezaya tabidir, gereği yapılacak" dedi.
Şehirlerarası sefer yapan firmalara bağlı bazı otobüslerin, yolculuk
sırasında "namaz molası" için camilerin önüne götürüldüğü belirlendi.
Tartışmalı uygulamalardan biri, 2 Eylül Pazar akşamı Samsun'un Terme
ilçesinden İstanbul'a gelmek üzere Metro Turizm'e ait bir otobüsü kullanan
yolcunun şikâyeti üzerine ortaya çıktı. Yolcu, yaptığı açıklamada, 34 SM
746 plakalı aracın saat 18.15'te hareket ettiğini, biri yolcu almak üzere
iki kez mola verildikten sonra saat 20.00'de bir caminin önünde park
edildiğini anlattı. Konunun şehirlerarası seferlerde ciddi tartışmalara
neden olduğunu da, Türkiye Otobüsçüler Federasyonu Başkanı ve Ulusoy Genel
Müdürü Mustafa Yıldırım'ın açıklamaları ortaya koydu.
Yıldırım, "Namaz vakitlerinde camiye gidilerek mola verilmesi talepleri
sektörün baş ağrısı oldu. Şoför kabul etmezse ciddi tartışmalar çıkıyor"
dedi. Türkiye'nin dört bir yanından, özellikle Doğu Karadeniz'den gelen
otobüslerde bazı yolcuların zorla otobüsü durdurmaya çalıştığını anlatan
Yıldırım, şöyle konuştu: "Bunu bir gerilim unsuru haline getirmeye
başladılar. Namaz talebi oluyordu, ama şimdi bir kesim bu işin üzerine
gidiyor, durmadığınız zaman sorun çıkıyor."
Yıldırım şöyle devam etti: "Otobüs içinde hoş gören de var, tepki
gösteren de. Doğru olan otobüsün bu nedenle durmamasıdır, çünkü kaza
namazı kılınabilir. Türkiye'de günde yaklaşık 15 bin sefer yapılıyor,
günde 90 bin otobüs çalışıyor. Günde beş vakit namaz için durulması büyük
bir olay. Baskı yapıp kavga çıkarmak doğru değil. Şoförlerin kaza riski
artıyor, çünkü 'dinsizlikle' suçlanıyorlar, sinirleri bozuluyor." Bu
nedenle Ulusoy firmasında önlem almak zorunda kaldıklarını söyleyen
Yıldırım, camiye gidilmesi için ısrar eden yolcu olursa otobüsten parası
iade edilerek indirilmesine ya da bir sonraki otobüsle yolculuğunun
devamının sağlanmasına karar verildiğini söyledi.
Bir seferde benzer bir tartışmaya kendisinin müdahale ettiğini anlatan
Yıldırım, "Diyanet İşleri Başkanlığı bu konuda açıklama yapmalı. Çünkü
hiçbir din adamı 'otobüsü durdurun' demez. Amerika'ya o kadar Müslüman
gidiyor, uçağı mı durduruyorlar?" diye konuştu. Şoförlere suçlama:
Dinsiz!
BOSS Genel Müdürü Ramazan Tara: Bizim böyle bir uygulamamız yok, ancak garajlarda
konuşuyorlar, duyuluyor, 'Namaz için şurada duruldu' diye konuşmalar
oluyor. Şoför kendi inisiyatifini kullanmış olabilir. Yerel firmalarda
daha çok olur gibi geliyor.
İbrahim Rıfkı (Pamukkale Turizm Genel Koor.):
Biz İzmirli bir firma olduğumuz ve genellikle batı bölgelerine hizmet
verdiğimiz için bu durumla hiç karşılaşmadık. Böyle bir uygulama söz
konusu olamaz.
İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı: Otobüsün içerisindeki diğer
yolcuların üzerinde psikolojik baskı kullanarak, otobüsü zorla bir
yerlerde bekletmek hoş değil. Otobüsün içerisinde işaretle namaz kılmak
mümkündür. Vakit denk geliyorsa, ki çoğunlukla denk gelir, mola yerlerinde
kılınabilir. Namazını hiç kılamadıysa kaza edebilir. Bunun için, ilk uygun
yerde, kaçırdığı namazların farzlarını kılar. Aynen oruç borcu gibidir,
seferi durumdadır, kaza namazı kılar. 'Daha sonra kaza namazı
kılınabilir'
[3]
Yani bu karar otobüs şoförlerinin tartışmalar yaşayıp gerilmesine, hatta bu
yüzden dikkati dağılıp kaza yapmasına, sonucunda onca insanın ölümüne yol
açabileceği gibi dindarlar tarafından şoför veya bazı yolcuların dinsiz ilan
edilmesine, kavga ve sataşma çıkmasına neden olacaktır. Zaten en ufak bir
mevzu yüzünden kan akıtan şiddet yanlısı kesim bir de bu tartışmalar yüzünden
insanları boğazlayacaktır.
Üstelik namaz daha sonra kılınabilir, kaza namazı diye bir şey var. Onu da
geçtim, namazın ezan okunduğu anda kılınması zorunluluğu yoktur. Dolayısıyla
namaz vakti içindeyken otobüs mola verdiğinde tesisteki mescitlerde namaz
kılınabilir.
Fakat otobüsteki yolculardan işlerini ve hayatlarını etkileyebilecek derecede
acelesi olanlar için namaz kılınsın diye ayrıca verilen mola yüzünden giden
zamanın ve doğuracağı kötü sonuçların telafisi olmayacaktır. Çünkü geçmişte
yaşananlar gösteriyor ki bu namaz molalarında standart bir süre
uygulanamayacaktır. 10 dakika diye durulsa bile bu süre 20-30 dakikalara
uzayabilecek ya da otobüsler cami önlerine çekilerek dinsel şov yapılacaktır.
Cami önüne çekilen otobüs yüzünden bu sefer de namaz kılmayıp otobüste bulunan
insanlar yeme-içme gibi ihtiyaçlarını karşılayamayacaktır.
Namazını nasıl kılacağına çözüm bulması gereken, alternatifler sunmak zorunda
olan biz ya da otobüsteki diğer yolcular değildir. Çözümü kendi bulmalıdır ve
bu çözüm kendisi dışındaki insanları etkilememelidir. Her fırsatta kul hakkı
konusunda edebiyat parçalayanlar namaz kılmak istedikleri için başkalarının
hakkını gasp ederlerse bu durum söyledikleri şeye kendilerinin bile
inanmadığının ya da söz konusu kul hakkı olduğunda yalnızca Müslüman'ın
hakkını gözettiklerinin göstergesidir.
Belli bir inanca göre oluşturulan kurallar ile toplumun geneline baskı
yapılırsa bu diktatörlükten başka bir şey değildir. Zaten devletin dini olmaz,
kabile hayatı yaşamıyoruz. Artık dünyanın neredeyse her yerinde kozmopolit bir
yaşam hakim. Ülkemizde de öyle. Ülkede sadece Müslümanlar yaşamıyor, "%99'u
Müslüman olan ülke" masalını bırakın. Artık nüfusun ciddi bir bölümü dinlere
inanmadığı gibi Avrupa'dan gelip Türkiye'ye yerleşen, vatandaşı olan, farklı
dine mensup ya da inançsız insanlar da bu topraklarda yaşıyor. Kendinizi ve
dininizi hayatın odak noktası yaparak herkesi etkileyecek kararlar
veremezsiniz.
En üzücü olanı ise Türkiye'yi sürekli Arabistan ile aynı zanneden, Türkiye'den
bahsederken arka fona Arap müziği koyan, yollarda develerin kol gezdiğini,
hatta şeriatın hüküm sürdüğünü zannederek ülkemizi Arap ülkeleri ile aynı
doğrultuda gören turistler açısında da hoş bir durum olmayacaktır.
Tabi hepimiz biliyoruz ki amaçlanan şey ibadet özgürlüğü vs. değildir. Gece
12'den sonra müzik yasağı getirilmesi, onca aç ve yetim varken trilyonlar
harcanıp her yere cami dikilmesi vb. tüm olaylar dindarlardan, özellikle de
dinini başkasının gözüne sokmayı seven yobaz kesimden, şeriat aşıklarından oy
devşirmek için yapılan olaylardır. Aslında bir siyaset olan din, görüldüğü
gibi hala siyaset olmaktan çıkamamıştır.
Namaz kılabilmeleri için otobüslerin mola vermesini yoğun şekilde talep eden
Müslümanların, yolsuzluk, kadınlara uygulanan şiddet ve baskı, dini
kurumlardaki çocuk istismarı, ergenliğe girmemiş kız çocuklarının
evlendirilmesi, ifade özgürlüğünün engellenmesi-suç sayılması, din kurumlarına
ve çeşitli derneklere verilen, içinde dindar-dinsiz herkesin hakkı bulunan
paralar konusunda da çözüm bulunması için yoğun istekte bulunmalarını
isterdim.
Konuya iki terimin tanımını yaparak başlayalım: Oğlancılık ve eşcinsellik.
Bunların arasındaki fark nedir derseniz, oğlancılık yetişkin bir erkeğin
cinsel ilgisinin kadınlardan, çocuk, ergen veya henüz ergenliğe girmemiş
erkeklere kaymasına, onlarla cinsel ilişki yaşamasına verilen addır.
Eşcinsellik ise aynı cinsiyetten bireylere ilgi duyanların cinsel birliktelik
veya aşk yaşamasıdır.
Osmanlı'yı kutsallaştıran neredeyse onu tanrı ilan edenlere onların
hayalindeki Osmanlı ile gerçek Osmanlı'nın tamamen aynı olmadığını çeşitli
yayınlar ile anlatmaya çalıştım. Osmanlı döneminde yazılanları, çizilen
minyatürleri ve onca kaynağı vermeme rağmen bu kaynaklar arasından yabancı
olanları seçerek "Yabancılar Osmanlı'yı karalamaya çalışmış" diyerek
kendilerini avutuyorlar.
Halbuki Osmanlı'da görev almış, çeşitli nedenlerle yazışma veya raporlamalar
yapmış söz konusu yabancılar yani Avrupalılar için erkek erkeğe ilişki
ayıplanacak bir şey değil ki bundan bahsederek Osmanlı'yı ayıplamayı
düşünsünler. Onlara göre bu ayıplanacak bir şey olmadığı için Osmanlı'da
eşcinselliğin varlığına veya harem hayatına ilişkin yazdıkları raporların
karalama amacı taşıdığını söylemek doğru olmaz.
Kaldı ki Osmanlı ile irtibatta olan diplomat veya devlet görevlilerinin
raporlarını yok saysanız bile bizzat Osmanlı'da üretilen yazılı eserler ve
minyatürler bile eşcinselliğin ve oğlancılığın olduğunu görmeye yeter.
Zaten haremleri onlarca yabancı kadınla dolu olan, içoğlanları ve devşirmeleri
bulunan, Avrupa'lılarla görüşmeler yapan bir topluluğun oğlancılığı bilmiyor
ya da öğrenmemiş olduğunu ya da buna özenenlerin olmadığını söylemek pek
gerçekçi olmayacaktır.
Diğer enteresan nokta, Osmanlı'da da diğer onca krallık gibi eşcinsellik ve
oğlancılık var olmuştur dendiğinde sanki Osmanlı'nın tamamında bu durum vardı,
tüm Osmanlı eşcinsel veya oğlancıydı demişim gibi anlayanlar da var. Buna
bağlı olarak "eğer Osmanlı'da eşcinsellik ve oğlancılık olsaydı nasıl 7 kıtaya
hükmedeceklerdi" diye tuhaf söylemlerde bulunanlar da var. Sanırım bu
arkadaşlar eşcinsellerin kılıç sallayıp, yay kullanamayacağını düşünüyor ve
antik Yunan'ın eşcinsellerden oluşan ordularından, Roma ordusu gibi birçok
orduda eşcinsel bulunduğundan ve bunların çoğunda oğlancılığın da hüküm
sürdüğünden habersizler. Aynı mantıkla düşünecek olursak Roma İmparatorluğunun
da güçlenip büyümemesi gerekirdi.
III. Ahmet'in 18.yüzyılın başlarındaki saltanatı sırasında özellikle
İstanbul'da hayattan sonuna kadar zevk almaktan başka pek bir düşüncenin
olmadığı, katı ahlak kurallarının bulunmadığı zevk düşkünlüğünün büyük
olduğu bir dönemdi. [1]
Osmanlı 19.yy'a kadar genel olarak cinselliğe ve özellikle eşcinselliğe
yönelik olarak yüksek tahammüllü ve hoşgörülü olarak nitelendirilebilir.
Osmanlı'yı akılcı ve liyakate dayalı bir devlet olarak övgüye boğan Avrupalı
araştırmacı ve tarihçiler bile, devlet memuru olmak için eğitilen içoğlanları
arasında ve içoğlanları ile efendileri arasında cinsel ilişkiler gerçekleştiğini
kabul etmektedirler.
Padişahlardan tutun yerel paşalara kadar Osmanlı
görevlilerinin çoğunu kapsayan eşcinsel ilişkiler hakkındaki iddialara ve
kaynaklara bakacağız. Bunların çoğu 15, 16 veya 19.yy'a aittir ve görünen o ki
özellikle Süleyman'ın saltanatı sırasında gelişmeye başlamıştır.
Gelecek vaat eden ve saray okulları için Hristiyan ailelerden toplanan
çocuklara devşirme denirdi. 1600'lerde devşirme için çocuk toplamak neredeyse
sona ermiş olsa da son olarak 1805'te Yunanistan'dan birçok çocuk toplanmıştı.
[2]
Mevkileri devşirmeler tarafından doldurulmuş yeni birlikler olan yeniçeriler
İmparatorluk içinde giderek daha açgözlü hale gelmişlerdi. Mevki hırslarından
dolayı savaş konusunda da giderek isteksiz hale gelmişlerdi. Belki de 1529'da
Viyana'nın Osmanlı topraklarına eklenmesini engelleyen etkenlerden biri de
buydu.
18. yy'da Türkiye ile Batı Avrupa arasında iki yönlü gözlem trafiği
başlamıştı, iki taraf ta birbirini gözlemliyordu. Mehmet Efendi 1803-1806
yılları arasında Osmanlı'nın Avrupa'daki oğlancılık ve eşcinsel ilişkiler
konusundaki itibarını öğrendiğinde rahatsız olmuştu. Ev sahipleri onun
kiralanabilir oğlanlar hakkında Paris şehrinin neler sunabileceğini görmek
isteyeceğini düşündü ve gece ona Palais Royal pazar alanı gösterildi. Mehmet
Efendi, Osmanlı'nın eşcinsel ilişki konusundaki imajına meydan okuyarak sadece
1500 erkek çocuğun eşcinsel ilişki ile meşgul olduğunu belirtmişti. [3]
Batı elçiliğinden Osmanlı padişahlarına gönderilen en ünlü on sekizinci yüzyıl
raporlarından biri Mary Wortley Montagu'ya ait mektuplardır. Bu
mektuplarda kadın hamamlarında lezbiyen ilişki yaşandığından bahsedilir. [4]
Ogier Ghiselin de Busbecq, bazı Osmanlı erkeklerinin lezbiyen ilişkilerin
yaşandığı ünleri nedeniyle eşlerinin kadın hamamlarına gitmesine izin vermeyi
reddettiklerini iddia etmiştir. [5]
Venedik elçisi Ottaviano Boy yazdığı raporunda padişahın hareminde bulunan ve
erkekler ile cinsel ilişki yaşayamayan bazı kadınlara kendilerini tatmin
etmede kullanabilecekleri herhangi bir şeyin getirilmesi yasaklanmıştır. Sırf
bu yüzden eğer haremdeki bu kadınlardan salatalık yemek isteyenler varsa, sırf
onları kullanmasınlar diye salatalıklar dilimlendikten sonra gönderiliyordu.
[6]
IV. Mehmet'in sarayındaki Charles H.'nin elçisinin beş yıl boyunca sekreteri
olan Paul Ricaut, padişahların ve soyluların içoğlanlarına duyduğu aşk üzerine
uzun bir metin yazmış ve şunları eklemiştir:
"Kadınlar Cemiyeti'nde de bu ihtiras hüküm sürmekteydi, kadınlar
birbirlerine besledikleri şehvetli aşktan ölmekteydi. Hele ihtiyar
kadınlar, onlar gençlere kur yapar, pahalı giysiler, mücevherler, bolca
para, hatta kendi sefalet ve yıkımlarını sunar ve Aşk tanrısı Cupid'in bu
okları tüm İmparatorluk boyunca, özellikle Konstantinopolis'teki Büyük
Sultan'ın Saray'ı ve Sultanların dairelerine doğru yol
alırdı." [7]
Bildiğiniz gibi dilimizde cinsiyete özel terimler, ekler yoktur. Örneğin
sevgili kelimesi cinsiyete göre şekil değiştirmez. İşte bu yüzden Osmanlı
şiirlerinde insan aşklarından bahsedilen bölümlerdeki sevgili terimini temelde
kadın olarak ele almak gerekir. Çünkü yazarlar erkektir. İşte bu noktada
şiirleri yazanlar eğer sevgili terimini kullanırken bir erkekten bahsediyor,
ona olan aşkını anlatıyor ya da güzellemelerini yapıyorsa bu da Osmanlı'da
belli dönemlerde eşcinsellik ya da oğlancılığın yani daha yaşlı ve yüksek
mevkideki birinin kendinden genç bir erkekle cinsel ilişki yaşaması durumunun
var olduğunu göstergesidir, tıpkı eski Yunan'da ve çeşitli krallıklarda olduğu
gibi.
Hatta sevgili tabiri kullanılarak erkeklerden bahsedilen onca şiir varken
(Bkz: 'Şehrengiz'ler) kadınlardan bahsederken sevgili teriminin kullanıldığı
yani kadına olan aşkta bu kelimenin kullanıldığı divan şiiri yok denecek kadar
azdır. [16]
Şiir Osmanlı toplumunun önem verdiği edebiyat alanlarındandı. 18.yüzyılın en
büyük şairi olan Ahmet Nedim'in en büyük destekçileri kendisi de şair ve
hattat olan Sultan III. Ahmet ve onun baş veziri olan Nevşehirli Damat İbrahim
Paşa'ydı.
III. Ahmet 1719 yılında Topkapı Sarayı içinde daha önce II. Selim için
yapılmış olan Havuzlu Bahçe Köşkü'nü yıktırarak onun yerine Enderun
Kütüphanesi'ni● kurmuş ve Nedim'i buraya
sorumlu olarak atamıştır.
1720'de Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın yönetiminde bir tercüme heyeti
kurulmuştu [14]. Tercüme Heyeti Almanca’dan, Flemenkçe’den, Latince’den ve
Yunanca’dan çevirilerle 9. yüzyıldan sonra İslâm tarihinin ilk örgütlü
tercüme faaliyetini gerçekleştirmişti ve heyetteki isimlerden biri de Şair
Nedim'di. [15]
Nedim'in anlamı eğlence arkadaşıdır ve şiirlerinin mottosu "gülelim,
oynayalım, dünyanın zevklerini doyasıya yaşayalım"dır.
Şair Nedim şöyle der:
Bilgelerin hepsi erkeklere aşıktır,
Kadın aşkından hoşlanan kimse kalmadı.
Nedim'in, çekici bir hamam görevlisine abayı yaktığı erotik şiirlerini İbrahim
Paşa'ya atfetmiş olması önemli bir noktadır.
Klasik Müslüman şairlerin şiirlerindeki kullanım şeklinden dolayı "sevgili"
diye bahsedilen kişinin Tanrı olduğu yönünde izlenimler, argümanlar
oluşmaktadır. Fakat Nedim'in şiirleri bunlardan farklıdır. Örneğin "yürüyen
selvi" (serv-i revan) tabirini uzun boylu erkekler için kullandığı
açıktır.
Meyhanelerin bol olduğu ve şarabın övüldüğü Osmanlı sistemi özellikle
zenginler için tam bir zevk alma ve zevk verme sistemiydi. Dönemin yaşam
tarzı, Nedim'in genç bir erkek çocuğa olan aşkını anlattığı gazel de göze
çarpmaktadır.
Şimdi Nedim'in servi boylu bir erkekten bahsettiği ve liselerde okutulan ders
kitaplarında bile yer alan bu gazele bakacağız. Bu gazel ders kitaplarına
eklenirken kasıtlı olarak 4. dörtlüğü kaldırılarak anlam kaybı yaşatılmış ve
sanki bir erkeğin kadına olan aşkı anlatılıyormuş gibi bir hava verilmeye
çalışılmıştır. 4. dörtlük ile birlikte şiirin 5 dörtlükten oluşan tamamı
şöyledir:
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i nâşâde
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
İşte üç çifte kayık iskelede amade
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e.
Gel şu neşesiz gönüle bir neşe bağışlayalım.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
İşte üç çifte kayık iskelede hazır.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Gülelim, oynayalım, kâm alalım dünyadan
Mâ-i tesnim içelim çeşme-i nev-peydadan
Görelim âb-ı hayat aktığın ejderhadan
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Gülelim, oynayalım, dünyadan arzumuzu alalım.
Yeni Çeşme’den Tesnim suyu içelim.
Ejderha’nın ağzından hayat suyu aktığını görelim.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Geh varıp havz kenarında hirâman olalım
Geh gelip kasr-ı cinan seyrine hayran olalım
Gâh şarkı okuyup gâh gazelhan olalım
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Bazen gidip havuz kenarında salına salına dolaşalım.
Bazen gelip Kasr-ı Cinân’ı seyredelim, hayran olalım.
Bazen şarkı okuyup bazen gazel söyleyelim.
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden
Bir gün uğrulayalım çerh-i sitem-perverden
Dolaşıp iskeleye doğru nihan yollardan
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Annenden “Cuma namazına gidiyoruz.” diye izin alıp
Zulmedici felekten bir gün çalalım.
Gizli yollardan iskeleye doğru dolaşıp
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a.
Bir sen ü bir ben ü bir de mutrib-i pakize-eda
İznin olursa eğer bir de Nedim-i şeyda
Gayrı yâranı bugünlük edip ey şuh feda
Gidelim serv-i revanım yürü Sadabâd'e
Bir sen, bir ben, bir de güzel şarkı söyleyen biri,
Eğer iznin olursa bir de aşktan çılgına dönmüş
Nedim Ey şuh, öbür dostları bugünlük feda edip
Gidelim selvi boylu güzelim yürü Sâ’dâbâd’a. [11]
Anlaşılacağı gibi şiirde bahsedilen serv-i revan, yani salınarak yürüyen kişi
bir kadın değil erkektir. Sadabâd dönemin gözde eğlence mekanlarından biridir. Sadabâd'da yapacakları şey bellidir, cilveleşmek, oynaşmak, gülmek, eğlenmek
ve kam almak yani cinsel arzuları doyurmak.
Şiirdeki cinsel içerikli mecazi kelimelerden biri "Mâ-i tesnim" yani
"bengisu"dur. İnanışa göre ulaşmanın çok zor olduğu bu efsanevi suyu içen kişi
artık ölümsüz olur. Şiirde iki kişi var, iki erkek. Biri yaşlı, biri genç.
Peki bu ikisi birlikte Sadabâd'da oynaşırken ölümsüzlük suyunu nasıl
içecekler?
İşte buradaki ölümsüzlük suyu yani "Mai-tesnim" spermdir. Ab-ı hayat terimi de
aynı anlamın yüklendiği bir mecazdır.
Yani şiirin ikinci dörtlüğünde anlatılan şey iki erkeğin penislerinden sperm
gelinceye dek oynaşması ve sperm akıtmasıdır. Aslında anlatılan şey çok daha
derin ve detaylıdır ama bu detayları vermiyorum. Eşcinsel ilişkide buna "süpet
alıkmak" denir. Merak eden bu terimi araştırır.
2. dörtlükte gördüğünüz "ejderha" Nedim için, "serv-i revan" ise genç erkek
için özellikle seçilmiş terimlerdir. Ejderha deneyimli, yaşça daha büyük ve
bilge olan Nedim'i, servi ise genç erkeği tanımlar. Yani 2. dörtlük ejderha
ile servinin gülüp oynaşarak meni içmesinden, cinsel doyuma ulaşmasından
bahsedilir.
3. dörtlükteki "hirâman" kelimesi salınarak yürümek anlamına geldiği gibi bir
diğer anlamı da yasak olan şeyleri yapmaktır. [8] Havuzda sevişmenin
anlatıldığı bu dörtlükte sevişme eylemi havuz kenarında sarılarak dolaşmak
şeklinde anlatılır. Yani nedim yine bir söz sanatı yaparak kelimenin iki
anlamına da vurgu yapmaktadır ki bunlardan biri de eşcinsel ilişkidir. Havuzda
sevişilirken bir yandan da Sadabâd'daki sarayları seyrederek, şarkı söyleyip
gazel okuyarak eğlenceye yoğunluk katılır.
4. dörtlük, kitaplardan kasıtlı olarak çıkarılan bölümdür. Gördüğünüz gibi
başlangıçtan itibaren şair Nedim, genç erkeği Sadabâd gibi bir eğlence
mekanına götürmek istemekte ve onu sevişmeye ikna etmeye çalışmaktadır. İyi
ama bu genç çocuk Sadabâd'a gidecek olsa bile ailesinden nasıl izin alacak? Bu
mekana nasıl gidecek? Cevabı dörtlüğün ilk satırında gizli:
"İzn alıp Cuma namazına deyu mâderden"
Yani Nedim'in çocuğu bu mekana götürebilmek için bulduğu yöntem belli. Çocuğun
annesine birlikte Cuma namazına gideceklerini söyleyerek yola çıkacak fakat
namaza değil de sevişmeye gidecekler. Bu satır aynı zamanda Nedim'in dil döküp
durduğu erkek çocuğunun yaşının küçük olduğunun da delilidir. Çünkü yetişkin
bir erkeğin Sadabâd'a gitmek için annesinden izin almasına gerek yoktur. Bu
dörtlüğün ders kitaplarından sessizce çıkarılmasının nedeni gayet açık değil
mi?
Son dörtlükte sıfatlar üzerinden yürütülen söz oyunları vardır. Buradaki
"Mutrib-i pakize-eda" ve "şuh (neşeli güzel)" şairin ikna etmeye çalıştığı
oğlan, "Nedim-i şeyda" ise şair Nedim'in kendisidir. Zaten "şeyda"
sırılsıklam aşık demektir. Dolayısı ile Nedim-i şeyda sıfatı Nedim'in bu genç
oğlana olan aşkının boyutunun göstergesidir. Genç erkek için
kullandığı "mutrib-i pakize-eda" [9] saf bir edayla çalgı çalan, şarkı
okuyan anlamlarına gelir. Buradan hareketle aşka tutulduğu genç erkeğin güzel
sesli, güzel şarkı okuyabilen biri olduğu ortaya çıkar.
Tüm bu dörtlüklerden anlaşılacağı üzere Nedim tüm arkadaşlarını "feda edecek"
yani ekecek ve felekten bir gün geçirecektir. Bunun için ise hem çocuğu ikna
etmesi hem de çocuğun annesini kandırması gerekmektedir.
Nedim'in yazdığı birkaç metine daha bakalım:
"Tılf-ı nazım yürü git mektebe tenha yoldan
Harf atar belki sana bir iki bed-lehce hârif" [11]
Nedim burada okula giden çocuğa "nazlı çocuk" diyor ve tenha yoldan git ki
kötü niyetliler sana laf atmasın diye de ekliyor. Önceki gazelde sevişmek
istediği erkek çocuğa tenha yollardan gidelim dediği düşünülürse bu çocuğa da
tenha yoldan git demesi ona göz koymuş olmasından kaynaklanabilir. Diğer
önemli nokta, "kötü niyetliler" dediği kişiler "nazlı" olarak tanımladığı
çocuğa laf atıyorsa bu da halktan bazılarının erkek çocuklara sulandığının
göstergesidir.
Nedim'in yazdığı daha vahim metinler vardır. Bunlardan biri şöyledir:
"Beşiktaş semtidir kâşânemizde rahat eylersin
Beraber sarılıp yatsak
Benim ey daye-perver tıfl-naz naz-ı dil-sitanım gel
Kulun olsun sana lala" [11]
Yani bakıcı denetimindeki ufak bir oğlan çocuğuna "gel benim evimde kal da ben
sana bakıcı olayım" demektedir. Fakat yazdıklarının tamamından anlaşıldığı
gibi niyeti çocuğa bakıcılık yapmak değil onu kullanmaktır.
Benzer şekilde, dadısının kucağındaki bir oğlanı koynuna almak istediğinden
şöyle bahseder:
"Kucağımdan kim alır ah o tıfl-ı nazı
Çıksa bir kerre hele dayenin aguşundan" [11]
Ani sinir krizi geçirmenize neden olabilecek başka bir beyitine daha bakalım:
"Akide almağa gitdikçe lalası bulup fursat
Şeker gibi leb-i lalin öpüp ol tıflı pinhan sev" [11]
Yani şöyle diyor:
"Bakıcısı şeker almaya gidince o çocuğun şeker gibi kırmızı dudaklarını
öperek gizlice sev.) [11]
Bakıcısının denetiminden yeni çıkmış, civankaşı denilen türden bir sarık
saran, 15 yaşına yeni giren kucakların süsü dediği bir oğlana (efendi)
tutulduğunu şöyle açık açık anlatır:
"Bir cüvankaşı sarık sarmış efendim başına
Sürme çekmiş ıtr-ı şahiler sürünmüş kaşına
Şimdi girmiş dahı tahminimde on beş yaşına
Gül yanaklı gülgüli kerrakeli mor hareli
Şeh-nişinler ziyneti aguşlar pirayesi
Dahı bir yıldır yanından ayrılalı dayesi
Sevdiğim gönlüm süruru ömrümün sermayesi
Gül yanaklı gülgüli karrakeli mor hareli" [11]
Göz koyduğu bir çocuğa "Sen niye böyle soğuk yerde yatıyorsun? Dadın görse
seni döver. Daha yaşın da küçük, yalnız yatma üşürsün. Hava çok sert,
koynumdan çıkma kuzum" derken aslında onu kendi koynuna davet eder:
"Sen böyle soğuk yerde niçün yatar uyursun
Billahi döğer dur hele dayen seni görsün
Dahı küçücüksün yalnız yatma üşürsün
Seld oldu hava çıkma koynumdan kuzucağım
Bir cam çek ey gonca-dehen def-i humar et
Çeşmimde hayalin gibi gel geşt ü güzar et
Nakşın gibi ayine-i sinemde karar et
Serd oldu hava çıkma koyundan kuzucağım" [11]
Bir başka beytinde "begim (beyim)" mahlasıyla açık açık bir oğlana
tutulduğunu, beyaz fesli bu oğlanın bir gözüyle yüz bin lisanı konuştuğunu;
bir sürü sohbet arkadaş ve seveni olduğunu şöyle dile getirir:
"Seyret beyaz fesde o zülf-i mu'anberi
Şeb-bûyu gör ki berk-i semenden kabası var
Bir çeşmi var ki bir nice yüz bin lisan bilir
Bin hem-zebanı hem-demi bin aşinası var
Bilsen begim ederdi seni eşk bi-karar
Şimdi Nedim'in öylece bir macerası var" [11]
Yine begim diye seslenerek bir oğlana tutulduğunu şöyle anlatıyor:
"Fırka-i erbab-ı dilden zümre-i zühhada dek
Hep esirindir begim hatta dil-i na-şada dek" [11]
Nedim ayrıca Farsça şiirler de yazmıştır. "Sevgililerin sakalları" üzerinde
durulan bu şiirlerinde sevgilinin sakalı ve kirpikleri ile ince bellerini
kıyaslamıştır. [13]
Bilindiği gibi sakal cinsiyete bağlı bir özelliktir. Sakalın çıkması, tıpkı
diğer oğlancılık içerikli şiirlerde de olduğu gibi genç erkeklerin çekici
olmaktan çıktığı nokta olarak vurgulanmıştır. Tabi bazı şairlerin yüzünde yeni
yeni sakal çıkmaya başlamış pürüzsüz yanakları ve bacakları övdüğü şiirler de
vardır. [10]
Bu doğrultuda "Saçtan saça, vücudunun her yerini öpülesi buluyorum" dediği
şiirinde de yetişkin bir erkekten bahsetmiş olduğu kuvvetli bir ihtimaldir.
Osmanlı'da dönem dönem eşcinsel ilişkilerin var olduğu ya da artış
gösterdiğini kaynakları ile, o dönem yazılan çizilen kitapların ad ve
metinleri ile göstermemize rağmen birçoğumuz türlü hakaretlere uğruyor, hatta
vatan haini bile ilan ediliyoruz. Çünkü İslam'ın egemen olduğu eğitim
Osmanlı'yı tamamen İslam'a uygun yaşayan bir imparatorluk gibi göstermiştir.
Osmanlı'da eşcinsellik konularına değinince ağır hakaret ve tehditlere maruz
kalındığından eğitimcisinden siyasetçisine, din adamına kadar birçoğu bu
konuya değinmemeyi tercih etmiştir.
Nedîm üzerinde bir çalışma yapan Kemal Sılay, Nedim'in şiirlerindeki eşcinsel
içeriklerle ilgili bölümde, bu etkileşimin göz önüne alınmamasının nedenleri
olarak toplumun ve günümüz bilim insanlarının ahlâk kurallarını gösterir.
Şöyle der:
Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümündeki üniversite
eğitimim boyunca Osmanlı Divân Edebiyatında homoseksüel konular hakkında
verilmiş tek bir ders duymadım. Bazı liberal profesörler,, klâsik
edebiyatta homoseksüelliğin "olabilirliği" hakkında son derece önemli
ifadeler kullanmaya kalkıştıklarında Osmanlı şiirinin kökeninde
özellikle antik Yunan kaynaklı bir "yabancılık" bulmaya çalıştılar.
Bunun ahlakçılıktan kaynaklandığı görülüyor. Ve belki de İslamcılar Türk
çocuklarına böyle
kabul edilmez konuları anlatmamak için çaba sarf ediyorlar. Bunu inkâr
edemedikleri zaman da bu davranışla başkalarını suçluyorlar.
Ahlakçı/İslamcı eleştirinin Nedîm hakkındaki yöntemi sessiz kalmak oldu.
Hasibe Mazıoğlu bile -k i O, Osmanlı divan şiiri üzerindeki derin
bilgisiyle öğrencilerini ve meslektaşlarını her zaman kendine hayran
bırakmıştır- Nedîm üzerindeki araştırmasında homoseksüel özelliklere
değinmemeyi seçmiştir. [12]
NOTLAR
● Cami ve kasırlarda kitap dolapları yerine başlı başına kütüphane
binası kurmanın tercih edildiği Lale Devri’nde Sultan III. Ahmet, “Saray-ı
Cedid-i Amire (Topkapı Sarayı)” denilen “Yenisaray”daki dağınık kitapları
bir yerde toplamayı uygun bulmuş, II. Selim’in zaten bakımsız bir halde olan
köşkünü yıktırıp yerine kendi adıyla anılan veya “Enderun Kütüphanesi” de
denilen yeni bir kütüphane binası yaptırmıştır. Yapının inşaatına 17 Şubat
1719’da başlanmış, 23 Kasım 1719’da yapı törenle açılmıştır.
KAYNAKLAR
Gibb, Ottoman Poetry , p. 12
Paul Ricaut, The Present State of the Ottoman Empire , pp. 80, 197
Bernard B. Lewis, The Muslim Discovery of Europe (New York, 1982), p. 290
Lady Mary Wortley Montagu, Turkish Embassy Letters, ed. Malcolm Jack
(Athens, GA, 1993)
Ogier Ghiselin de Busbecq, Turkish Letters, p. 146
Noel Barber, The Sultans (New York, 1973), p. 35
Ricaut, A.g.e., p. 34
Ali Günvar, "Alegoriden Sembolizme... Nedimi Şeyda", Birikimler/Est dNon,
Mart-Nisan 2000, Sayı: 3, s. 45. Günvar'ın bu yazısında sergilediği
tutarlı tavrı güya eleştiren fakat sonunda ondan farklı bir şey de
söyleyemeyen bir makale için bk. M. Fatih Andı, "Gidelim Serv-i Revânım
Yürü..." Ama Nereye?", Kaşgar/Edebiyat Seçkisi, Mayıs, 2000, Sayı: 15, s.
19-25.
Ferit Devellioğlu Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat'inde 'mutrib'
sözcüğünün hem 'çalgı çalan' hem de 'şarkı okuyan' anlamlarını veriyor.
Stephen O. Murray, "The Will Not to Know" 'n Islamic Homosexualities , p.
23; and Stephen O. Murray, Homosexualities, pp. 108, 120, 373-75
Rıza Zelyut, Osmanlı'da Oğlancılık
Osman Ünlü - Klasik Türk Edebiyatında Erkek Güzelliği ve Erkek Aşkı, s. 23
Kemal Sılay, Nedim and the Poetics of the Ottoman Court, p. 100
18. Yüzyılda Osmanlı Türklerinde Bilimsel Etkinlikler, s. 251
Salim Aydüz-Fatih Çalışır, “Lale Devri İlmi Çalışmalarına bir Bakış:
Tercüme Faaliyetleri"
Walter Andrews, "Ottoman Lyrics" in Ottoman Lyric Poetry: An Anthology ,
ed. Walter Andrews, Najaat Black and Mehmet Kalpaklu (Austin, 1 997), pp.
14-15
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL