Ankara Keçiören’de bir olay yaşandı. Bir yandan bu olayı kısaca anlatıp diğer
yandan konuyla ilgili söylemek istediklerimi paylaşmak istiyorum.
Henüz
8 aylık evli olan Özge Nur Tekin adlı kadının eşi evliliklerinin 6. ayından
itibaren sorun yaşadıklarını anlattı. Söylenene göre kadının psikolojik
sorunları vardı, cinci hocadan yardım istediler.
Kocasının aradığı
Erdal adlı cinci hoca “Eşine cinler musallat olmuş, dediklerimi yaparsanız eşini
kurtarırım” demiş, telefondan dua okumuş. Güya adam telefondan duayı okuyunca
eşi rahatlamış. Ancak kocasının anlattığına göre bir süre sonra kadın tekrar
rahatsızlanınca tekrar hocayı aramış. Hoca “Önce eşine bir kurban keseceksin”
demiş. Sonra da sırtına hafif şekilde 100 sefer oklava ile vuracaksın, ardından
vücudundaki pis kanın temizlenmesi için hacamat yaptırmanız gerekecek” demiş.
Adamdan da 23 gün boyunca kefaret orucu tutmasını istemiş, neyin kefareti
ise...
Adam cinci hocayı dinliyor, itibar gören tıbbi makam cinci
hocalar ya hani ülkede, ona güveniyor, dediklerini yapmaya başlıyor. Eşinin
sırtına, baldır kısmına hafifçe fakat hissedilebilecek bir şekilde yüz kez
vurduğunu bu sırada bir yandan da dua okuduğunu söylüyor. Tabi adamın
hissedilebilecek sertlikteki vuruşu kadına göre oldukça sert olabilir. Yavaş
vurduğunu zanneder ama aslında eziyordur. Üstelik bunlar yaşanırken eşinin
ailesi ve kendi ailesi de aynı ortamda, hepsi odadalar. Hiçbiri “yahu biz ne
yapıyoruz” demiyor çünkü inanıyorlar. Çünkü din insana anormal şeyleri normal
gösteriyor.
Aklınıza Kemal Sunal filmi gelecek biliyorum ama kadını
sopalarken bir yandan da hep beraber “cin çık cin çık” diye tekrarlamışlar. Bu
yetmemiş, cinci hoca dedi diye kadına hacamat yaptırmışlar. Tabi hacamat
sırasında odada başka kadınlar da varmış.
Hacamatcı kadın ayrı bir
alem. Hacamat yapmaya bir tanıdığının ısrarı ile gitmiş. Yerde yüz üstü yatan,
sırtı ve kolları morluk içinde olan kadını görünce neler olduğunu sormuş. “İçine
3 harfliler kaçmış, Kayseri’de bulduğumuz bir hocanın talimatıyla sopa ile
vurduk. Bu şekilde cini öldürmeye çalıştık” diyorlar. Hacamatcı kadın bunu hiç
sorgulamıyor bile, tam görev kadını, bir nevi “he tamam o zaman” diyerek
hacamatını yapıp evden ayrılıyor. Polis aramak mı? İhbar etmek mi? Ambulans
çağırmak mı? Yok canım ne gerek var. Neticede çok olağan bir durum bu. Hepimiz
her gün çevremizde içindeki cin çıkarılsın diye sopa atılmış, yüzüstü yatan
insanlar görmüyor muyuz? Yapmayın yani sizde, sanki çok tuhaf bir durummuş
gibi...(!)
Neyse, hacamat bitince kadın rahat bir şekilde uyumuş.
Adam öyle diyor. Kadına 100 sopa vurmuş, akabinde hacamat yapıp vücut direncini
yerle bir etmişler, doğal olarak kadın ölü gibi uyumuş, adam bunu uygulama işe
yaradı diye görüyor. Eşim rahat bir şekilde uyudu diyor.
Tabi kadının
psikolojik sorunu olduğu için sopaydı, hacamattı işe yaramaz. Öyle de olmuş,
ertesi sabah eşi tekrar rahatsızlanmış. Başvurulacak güvenilir merci kim?
Psikolog ya da hastane diye düşünmeyin, başvurulacak, akıl danışılacak, çare
aranacak kişi tabi ki cinci hoca Erdal. Adam cinci hocayı tekrar arayınca, hoca
“kurban kesersen eşin rahatlar” demiş. Bunun üzerine eşi, eşinin anne ve babası,
kendi annesi, kardeşi ve bir akrabalarını alarak kurban kesmeye gidiyorlar.
Üstelik eşi kurban kesmeye giderken oruçluymuş. Yani kadın 100 sopa yemiş,
hacamat yapılmış, bunlar da yetmemiş oruç tutturuluyor.
Kurban
kesilirken kadın rahatsızlanarak bayılıyor. Durun, şaşırmayın. Adam tekrar cinci
hocayı arıyor. Hoca ne dese beğenirsiniz? “Bir kurban daha keserseniz eşin
kendine gelir”.
Dediğini yapıp ikinci kurbanı da kesiyorlar ama eşi
kendine gelmiyor. İkinci kurbanı kesmelerine rağmen karısı kendine gelmeyen adam
Odin’in tek gözüne, Poseidon’un balıkçı değneğine, Kukulkan’ın kuyruğuna,
Erlik’in pos bıyıklarına, İnanna’nın kalçasına, Ninsaki’nin birasına şükürler
olsun ki hastaneye götürmeyi düşünebiliyor.
Kadını hastaneye
götürüyorlar fakat gittiklerinde sağlık görevlileri kadının öldüğünü
belirtiyor...
Tabi olay patlak verince cinci hocayı sorguya
çekiyorlar. O da haliyle işten nasıl yırtarım derdinde. Cinci hoca “Ayette
aslında vurun demiyor, yavaşça dürtün diyor” diyerek dini kurtarmayan çalışan
modernistlerle benzerlik gösterecek şekilde “ben oklava ile vurmalarını, hacamat
yaptırmalarını falan söylemedim” diyor. Üstelik kendisi kendi çapında dini
bilgileri olan, bunlara dayanarak insanlara tavsiyeler veren ve karşılığında
para almayan biriymiş. Ne hikmetse kendi çapında bilgisi olan adam büyük bir
özgüvenle tonla talimat verebiliyor.
Tüm bunların sonucunda olan,
hayatını kaybeden Özge Nur Tekin’e oldu. Eğer bilinçli bir çevreye sahip
olsaydı, onu hastaneye götürmeyi akıl edebilecek, dine değil de tıbba
başvurmayı, etrafında şifayı dinde değil de tıpta arayan insanlar olsaydı şuan
yaşıyor olacaktı. Üstelik tedavi göreceği için muhtemelen iyileşecekti.
Hanginiz
bir sağlık sorununun dua ile çözüldüğünü gördünüz? Ben 26 yıl boyunca
Müslümandım, kendim, annem, babam, akrabalarım için defalarca Allah’tan yardım
istemişimdir. Keza çevremde gördüğüm insanlar da bunu yapmıştır. Ne yaptı
inandığınız tanrı, iyileştirdi mi? Şifa mı yolladı? Yahu anlayın artık şunu,
çare bilimde. İstersen 100 yıl boyunca Allah’a dua et, bilime başvurmadığın, bir
sağlık kuruluşuna gitmediğin sürece i-yi-le-şe-mez-sinnn.
Şimdi bazı
değişikler çıkar der ki “Doktor da Allah’ın izni ile iyileştiriyor”. Hadi
oradan! Doktor kılını kımıldatmasa, bilimsel uğraşlar olmasa kimse hastaları
iyileştiremez. Sizin var olduğuna inandığınız Allah’ınızın istemesine değil
doktorun tedavi etmesine, bilgi ve becerisine bir de hastanın rahatsızlığının
seviyesine bağlıdır iyileşmesi. Şu dua şuna iyi geliyor diye kitap satan ama
rahatsızlanınca hastanedeki doktorun koluna sarılan Cübbeli Ahmet gibi kıvırıp
durmayın. Sizin için zor da olsa gerçeği kabul edin.
Tabi çevresi
bilinçli olsaydı bile hayatını kaybeden kadın inançlı biri olduğundan belki de
hiçbirini dinlemeyecek, kendisi de cinci hocalarda keramet arayacaktı. Bu da bir
ihtimal. İşte din bu kadar tehlikeli. İnsanı gözle görülmeyen doğaüstü varlıklar
tarafından ele geçirildiğine inandırabilecek kadar etkili bir olgu. Dinin
ağırlıklı olduğu aileler de doktor veya bilime duyulan saygı maalesef bir cinci
hocaya duyulan saygının yarısına bile denk gelmiyor.
Cinci hoca denen
şahsın yapmalarını söylediği işlemlere geleyim. Güzel kardeşim sopa vurarak cin
çıkarmak nedir? Neyin kafasıdır bu? Yahu hadi cin gibi bir varlığa inanıyorsun,
iyi tamam, senin tercihin. Ama fiziksel olmayan bir varlığı sopa ile vurarak
öldürmeye veya kovmaya çalışmak neyin kafasıdır gözünüzü seveyim. Soyut-somut
kavramlarından bu kadar mı uzaksınız?
Sopalarken cin çık, cin çık
demek nedir? İçine bir varlık girdi ve Türkçe biliyor öyle mi? Diyelim ki
biliyor, bu varlık siz kadının bedenini dövüyorsunuz ve ona çık diyorsunuz diye
çıkacak öyle mi? Neden? Ben olsam çıkmam. “Banane ölürse çıkar başkasına
girerim” derim olur biter.
Kaldı ki mistik bir varlık varsa niye sizi
ele geçirmekle uğraşıp dursun. Bırakın şu ortadoğu masallarına takılıp kalmayı.
Zihinsel olarak rahatsız olmayan, içine gerçekten cin girdiği elle tutulur
şekilde, bilimsel testlerle tespit edilen kaç insan gördünüz ki bu cin
masallarına inanmaktan vazgeçmiyorsunuz?
Nerede bu 3 harfliler.
Yaptığım birkaç canlı yayında “bana cin musallat edin, bekliyorum” diye kaç kez
tekrarladım. Üstelik musallat etmek için birine danışacağını söyleyen bile
olmuştu. Hani, nerede bu cinler? Hayatım boyunca akşam vakti tırnak kesip dışarı
da döktüm, camdan çay demi de attım, envai çeşit ağacın dibine de işedim, mezar
yanından geçerken ıslık ta çaldım, hiçbir şey olmadı. Nerede arkadaş bu cinler?
Var diyorsanız, teklifimi yeniliyorum, gönderin bana cinleri. Hadi bakalım hodri
meydan.
Diyelim ki cin var, içine de girdi. Cin çıkarırken hacamat
yapmak nedir? Bu nasıl bir absürtlük. Hacamat deriden vakumlayarak kan
alınmasıdır. Yani vücuttan kan alıyorsun. Bu cinin çıkışına nasıl fayda
sağlasın? Hoca “vücuttaki pis kanın çıkması için” demiş. Vay be, mistik bir konu
üzerine ne kadar realistik ve bilimsel bir yaklaşım. Tabi canım, zaten cin kana
karışıyor ya, kan çekip temizleyeceksin (!)
Kurban kısmı ayrı bir
olay. Hoca kurban kes dedi diye iki kez hayvan kesiyorsunuz. Neden? Kadın
iyileşecekmiş. Mezopotamya’da, Babil’de var olan gelenek aradan binlerce yıl
geçmesine rağmen hala devam ediyor ya pes. Birçok Mezopotamya toplumu
tanrılarının öfkesi dinsin diye veya kendini ya da bir sevdiğini iyileştirsin
diye kurban kesip kan akıtıyordu. Yani tanrıya rüşvet veriyorlardı rüşvet.
Günümüzdeki kurban, adak uygulamalarının büyük kısmı da bu uygulamalara dayanır.
Nedir adak? İnandığınız tanrı sizi iyileştirmek veya korumak için sizden neden
bir hayvanı kesip kanını akıtmanızı istesin? Neye yarayacak ki bu? Hiçbir şeye
di mi? Eski toplumlar tanrıların kurban etine ve kanına geldiğini, hatta
onlardan yiyip içtiğini, ziyafet çektiklerini düşünüyor, neredeyse her sorunun
çözümü için kurban kesiyorlardı. Aradan bunca yıl geçmiş, onların dine
dönüştürülen bu uygulamalarını hiç sorgulamadan devam ettiriyorsunuz. Aklınız
var, başkasının aklına danışmadan oturup etraflıca bir düşünün. Zor değil.
Üzücü
bir ülkem manzarası. Cemaat ve tarikatlara, tvdeki din şovlarına yapılan
yatırımın sonucunda gelinen nokta. Bir kadını iyileştirmeye çalışırken öldürmek
ve çevredeki insanların buna ortak olması. Sebebi ise inandıkları din ve
barındırdığı hurafeler...
Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız
eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede
ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş
yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak
bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur.
Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor,
yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?
Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali
normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle
değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik
rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve
dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki
depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.
ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI
İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere,
sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa
göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya
iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin
izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular
ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası
anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları
insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının
göstergesidir. [1]
Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına
inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar
dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren
şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya
da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden
iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi.
Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.
MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [5]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [8]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [9]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]
ANTİK YUNAN & ROMA
Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği
düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir
Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra
peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen
ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair
Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip
olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile
isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]
Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan
eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde
zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen
büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza
dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]
Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir
lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım
istemekti.
Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü
olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı
oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.
MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen
tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı
şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim
olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna
inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini
sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]
Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık
olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti.
“Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13]
sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların
olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.
Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık
doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu.
Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.
Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi
kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu
dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu
dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört
maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu
sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki
aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.
Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet,
boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu
sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren
bir ilaç kullanıyorlardı. [14]
Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı:
Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna
varmıştı. Şöyle diyordu:
“Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir.
Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız
kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir.
Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal
derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”
İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde
kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve
bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu
olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin
doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey
yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna
inanıyordu. [15]
Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve
hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki
yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.
Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına
sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi
edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.
Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos
(thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir
eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde
hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla
konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını
söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle
ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16]
İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir
çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.
HİNDİSTAN
Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı
olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki
yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki
hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri,
insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate
almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli
semptomlara neden olabiliyordu. [17]
ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ
Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri
vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif
insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal
edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire
vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir
gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda
hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler
önerdiği görülür. [18]
Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı
da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn
Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti.
Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik
obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve
özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun
davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.
Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir
miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara
yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik
bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.
Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve
depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle
birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık
Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya
iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.
Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da
şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan
“iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon
için etkili bir tedavi değildi.
Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar
edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle
büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din
adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.
17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce
cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün
akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da
sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir
rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]
Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu
düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın
tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin
günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı.
Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü
oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar
91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı.
Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve
arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler
yapmalarını tavsiye etmişti.
Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış
aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul
edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi
kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.
Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi
yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini
duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle
bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde
derin etkileri oluyordu.
Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal
rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak
tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen
dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.
Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında
depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir
keşişi şu şekilde tanımlıyordu:
"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin
onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok
yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor.
Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi
ele geçirir." [20]
14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı
umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı
düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip
edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir.
Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş
bir günah sayılır.
Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı.
Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi
olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.
16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir
kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh
halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.
Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve
tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif kişiler boşluk, anlam
yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.
O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı
“Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen
ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye”
tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden
deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu
çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku,
sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla
sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]
Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli”
kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi
kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik
çalışmalar ortaya çıktı.
Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon,
kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak
görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya
kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında
ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye
başlamıştılar. [22]
Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar
hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli
olduğunu öne sürüyorlardı.
Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye
çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan
durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru
konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer
tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta
Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi
geliştirmişti. [23]
Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki
ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve
depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok
bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı
alt gruplara ayırmaya başladı.
Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası
geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil
Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk
kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan
ilk kişiydi. [24]
Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve
standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon
konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını
belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik
ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin
bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin
psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]
20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için
bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler
varoluşçu felsefe ekolleriydi.
Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu
aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı.
Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması
gerektiğini öne sürüyordu.
Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den
(1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu
ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu.
Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.
Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile
bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan
kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki modern dönemde topluma
çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik
dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda
buluyorlar.
Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan
kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından
sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması
gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve
ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine
acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.
1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya
başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları
yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne
sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve
bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu
söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz
şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]
19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler
hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını
karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin
prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti.
Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları
kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme
güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]
Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin
(ECT) de kullanıldığı oluyordu.
1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı
depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon
tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce
sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri
geliştirilmeye başlamıştı. [28]
Eliade M. Shamanism: Archaic Techniques of Ecstasy. 1964.
Reynolds EH, Wilson JV. Depression and anxiety in Babylon. J R Soc Med.
2013;106 (12) : 478-481.
Maria Isabel Toro Rueda (2003). The heart in Egyptian literature of the
second millennium BC, p. 84.
Abusch and Schwemer (2011), Corpus of Mesopotamian Anti-witchcraft
Rituals, p. 150.
A.g.e., 156, lines 1-8.
A.g.e., lines 38-45.
Reynolds EH, Kinnier Wilson JVJ Neurol Neurosurg Psychiatry (2012).
Obsessive compulsive disorder and psychopathic behaviour in Babylon. 83
(2) : 199-201.
Ritter EK, Kinnier Wilson JV. Prescription for an anxiety state. Anatolian
Stud 1980; 30: 23-30.
Homer, Odyssey, I, 35ff.; Homer, Odyssey, III, 300-310.
Wood, Michael. "Jason and the Argonauts", In Search of Myths & Heroes,
PBS
Millon T, Grossman S, Meagher SE. (2004) Masters of the Mind: Exploring
the Story of Mental Illness from Ancient Times to the New Millennium.
μέλας, χολή, Henry George Liddell, Robert Scott, A Greek-English
Lexicon, on Perseus Digital Library.
Charles M. Tipton (2014). The history of "Exercise Is Medicine" in ancient
civilizations. Adv Physiol Educ. 38(2):109-117.
Clarke, R. J.; Macrae, R. (1988). Coffee: Physiology.
Anthonya A. Long. Psychological Ideas in Antiquity. In: Dictionary of the
History of Ideas (2003). 1973-74.
Pradhan BK. (2014) Yoga and Mindfulness Based Cognitive Therapy (Y-MBCT):
A Clinical Guide.
Tesařová D. Aulus Cornelius Celsus and a regimen. Cas Lek Cesk.
2018;157(5):263-267.
Levack B. The Witch-Hunt in Early Modern Europe, 2nd ed. Boston, MA:
Pearson Education Ltd; 1995.
John Cassian, The Institutes, (Boniface Ramsey, tr.) 2000:10:2, quoted in
Stephen Greenblatt, The Swerve: how the world became modern, 2011:26.
Brink A. (1979) Depression and loss: A theme in Robert Burton's "Anatomy
of Melancholy" (1621). Can J Psychiatry. 24 (8) : 767-72.
Rössler W. The stigma of mental disorders: A millennia-long history of
social exclusion and prejudices. EMBO Rep. 2016;17(9):1250-1253.
Bolwig TG, Fink M. Electrotherapy for melancholia: The pioneering
contributions of Benjamin Franklin and Giovanni Aldini. J ECT.
2009;25(1):15-8.
Mondimore FM. (2005) Kraepelin and manic-depressive insanity: An
historical perspective. Int Rev Psychiatry. 17 (1) : 49-52.
De Sousa A. (2011) Freudian theory and consciousness: A conceptual
analysis. Mens Sana Monogr. 9 (1) : 210-217.
Gaudiano BA. Cognitive-behavioural therapies: Achievements and challenges.
Evid Based Ment Health. 2008;11(1):5-7.
Faria MA Jr. Violence, mental illness, and the brain - A brief history of
psychosurgery: Part 1 - From trephination to lobotomy. Surg Neurol Int.
2013;4:49.
Ramachandraih CT, Subramanyam N, Bar KJ, Baker G, Yeragani VK.
Antidepressants: From MAOIs to SSRIs and more. Indian J Psychiatry.
2011;53(2):180-182.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Merhabalar. Agnostik ateist olma hikayemi sizinle paylaşmak istiyorum. Şu an 20 yaşında bir gencim. Ortaokul 6.sınıfa kadar muhafazakar, ve Müslüman bir aile ile büyüdüm. Annem ve babam çalıştığı için o yaşıma kadar çoğunlukla babaannem ile büyüdüm. Babaannemi çok severim. O zamanda severdim. Bana dini hikayeler anlatır ve beraber din konuşurduk. Benim çok hoşuma giderdi. İslam dinini gerçekten seviyordum. 1.sınıftan itibaren her yaz camiye gider ve dini eğitim alırdım. İlk ezberlediğim sure "Ettehiyyatu" duasıydı. 2.sınıfta Arapça kuranı kerim okumaya başlamıştım. 7. Sınıfa başlarken ailem beni Süleymancıların yurduna verdiler.
Neden diye sorduğumda dinimi öğrenmem için dediler. Ben ilk başta gitmek istemedim çünkü evden ayrılmak istemiyordum. Kim evden ayrılıp, daha önce tecrübe etmediği bir yere gitmek ister ki?
İlk yılım çok hızlı geçti. Sabah 6 da kalkıyor, okula gidiyor, öğlen arası eve gidiyor yemek yiyor (okul evime 60 adım mesafe idi) evet saydım :). Okul çıkışı kapıda servis bekler bizi yurda hemen götürürdü. Dışarıda gezmek, okul çıkışı bir yerde oyalanmak yasak olmasa bile yapılmamıza izin verilmezdi. Biz servise binmez kaçardık ama neyse :).
Akşam yurda gelirdik ve hemen namaz kılar akşam 5 ile 7 arası din dersi görürdük. Yurtta ne kadar kaldığına göre gördüğün din dersi seviyesi değişirdi. İlk yıl cüz okumak ile başlar. 5 6 yıl sonra Arapça Kur'an Kerim meal derslerine kadar giderdi. Ben Kur'an'ı Kerim'i tecvitli okuma dersine girerdim. Yavaştan Arapça derslerine de başlamıştık. 7 de yemeğe geçer ve 8 gibi akşam namazı için toplanırdık. Namazı kılar ve etüt dediğimiz okul dersi için sınıflarımıza geçerdik. Lise 2 nin başına kadar severek kaldım bu yurtlarda. Güzel arkadaşlıklar kurdum yalan yok. Ama içten içe yurtta kalmak istemiyordum çünkü arkadaşlarım futbol maçına gidiyor ben yurtta ders görüyordum. Kendimi o zamanlar, ama ben diğer dünyaya yatırım yapıyorum diye kandırıyordum. Bu zamana kadar herkes gibi aklıma bazı çelişkili sorular gelirdi ama hemen tövbe eder, düşünmemeye çalışırdım. Bize hocalarımız şeytan vesvese veriyor derlerdi ve bende hafif korkar, ve şöyle düşünürdüm. Şimdi bu şeytan bana vesvese veriyorsa, bu sıralar şeytana açık vermişim derdim daha da asılırdım namaza, Arapça Kur'an okumaya. Rabıta yapmaya. ( Ne olduğunu anlatacağım.) Günde 5 vakit namaz kılar üzerine kaza namazı kılar o da yetmez gece kalkar ebabil namazı kılardım. Günde kaç rekat kılıyordum bende bilmiyordum. :). Ama şuna değinmem gerek, bunları yaparken içime öyle bir huzur dolardı anlatamam. Kendimi o kadar inandırmışım yani siz düşünün.
Bu sıralar Ateist, Hristiyan, Yahudi, benim gibi Müslüman arkadaşlarım vardı. Hep beraber takılırdık. Aramızda bir kavga bile olmadı bu sebepten. Ara sıra düşünürdüm, bunlar kâfir mi diye? Çünkü benden iyi insanlardı. Kâfir dediğim adam yolda dilenci çocuk gördüğü zaman yemek parası verirdi, almazsa yemeğe giderken çağırır ve karnını doyururdu. E bu kâfirler hiç Kuran'da anlatıldığı gibi değil dedim kendi kendime. Benim dinime laf etmezlerdi. Ama ben onları sözde aydınlanmaya çağırırdım. Bana mantıklı argümanlar sunduklarında içten içe bunları şeytan yoldan çevirmiş, kalpleri mühürlenmiş derdim. Neyse bu zamanlar böyle geçti ve ben bu yurtta 5. yılıma gelmiştim. Arapça olarak 50 sayfa ezberlemiş ve hafızlık olup olmama arasında kalmıştım. Ama dini sorgulamaya daha fazla başlamıştım.
Günlük Arapça öğrendikten sonra daha fazla kaynak okumaya başladım. Karşıt görüşleri okuyor ve kendimce cevap uyduruyordum. Ama içten içe doğru olduğunu kabul ediyordum. Fakat bir sorun vardı. Yanacaktım. Evet dinden çıkarsam, Allah'a şirk koşarsam yanacaktım. Açıkçası bir yerlerim dinden çıkmaya yemedi ilk başta. Ama artık çok daha fazla mantıksız gelen noktalar gözüme takılmaya başlamıştı. O sırada bana yurtta rabıta verilmişti. Rabıta şudur. Biraz tasavvufi bir eylem diyebilirim. Bunu Hinduizm'de Budizm'de, Yahudilikte benzerini yaparlar. Abdest alır, dizlerinin üzerine oturur. Üstadımızın dizinin dibine oturduğumuz hayal eder. İki kaşının arasında olduğunu kabul ettiğimiz nefsi zincire vurur (hayal ederdik) ve üstadımızın kaşlarının arasından kendi kaşlarımızın arasına nur aktığını hayal ederdik. Bunu neden yapıyoruz diye sorduğumda Allah'ın bir trafo benim bir ampul ustadan ise elektrik direği olduğunu söylerlerdi. Direkt olarak Allah'tan almak ağır gelir gibi şeyler söylerlerdi. O zaman kendime kendime sorular sormaya başladım. Lise'nin son yılı yurttan ayrıldım. Çünkü artık çok saçma gelmeye başlamıştı. Ve orada bir saniye kalmak istemiyordum. Oradan ayrılınca, o zaman fark etmedim ama ilk okuduğum şey Türkçe kuran meali idi. Kendim meal vermeyi az çok bildiğim için bazen kendim de meal vermeye çalışıyordum.
Yazılım, dijital pazarlama öğrendim. Din dersine girmek yerine kendime zaman ayırmaya başladım. Psikoloji ve sosyoloji kitapları okudum. Türkiye çapında projeler geliştirdim ve gelirimi bunlara bağladım. Kişisel gelişimime ağırlık verdim. Tabi bunca süre araştırmada yaptım. Sümer'i, Antik Mısırı, Peygamber Enok'u, Eski Arap Kabilelerini, geleneklerini, diğer dinleri ve diğer mitolojik hikayeleri ayrıntı ile inceledim.
Şunu söylemeliyim Sümerleri ilk okuduğumda çok ağır geldi. Bunca yıldır inandım, kendimi özel sandım, kendimi kurtulmuş saydım ve bunların hepsi başka bir mitolojiden alınmamı dedim. Kandırıldığımı düşündüm. O gece oturup ağladım. Yok olamaz dedim, karşıt kaynak araştırmaya başladım. Araştırmaya başladıkça daha fazla gerçekleri görmeye başladım. Evet kandırılmıştım. Ağır geldi gerçekten ağır geldi. O his hala içimde vardır. Asla unutamam. Ama daha sonra üzerimden öyle bir yük kalktı ki. Dünyaya farklı bakmaya başladım. Yaşadığım her saniye değere bindi. İnsanları kırmamaya, hayvanları sevmeye, bir şeyler üretmeye verdim kendimi. Sanki dünya daha parlak geliyordu artık bana.
Sonra sırayla bazı YouTube kanalları takip etmeye başladım. Karmati, Din ve mitoloji, Gig TV Gibi. Kafamda olan boşluklar bu kanallar ile dolmaya başladı. Hepsi çok yardımcı oldu. Onlara çok teşekkürler. İslam'dan deizme, oradan agnostisizme giden yolculuğum bu kadar. Ama şu sıralar yavaştan apateist bir düşünce içine girmeye başladım.
Ailemin yanında kalmıyorum. Onların yanına gittiğimde ise maalesef bazı durumlarda Müslüman gibi davranıyorum. Çünkü İslam dinine göre ben kafirim ve bunun sebebi ailem. Çünkü yine İslam'a göre onlar beni yetiştiremedi ve suç onların. Ama bazı insanların gerçekten dine ihtiyaçları vardır. Örnek olarak yazının başında bahsettiğim canım babaannem. Şu an 90 yaşında ve biraz hasta. İbadete şu sıralar çok ağırlık verdi. O kadıncağıza nasıl söylersin her şeyin yalan olduğunu? Benim İslam'a göre kâfir olduğumu? Şu an gizliyorum. Ama ilerleyen yıllarda gerek olursa Anne ve Babama açıklamayı düşünüyorum. Şu an arada kalan veya bir dine inanan dostlarıma bir kaç cümle söylemek istiyorum. Değerli dostum, seni bir dine inanıyor diye hor görmüyorum. Göremem. Çünkü bende bir zamanlar seninle aynı yerdeydim. Ama artık kendine dürüst ol ve bu masalları kafanda bitir. Bir ilaha bir dine bağlanmak yerine, kendi hedeflerine ve hayallerine bağlan. Göreceksin çok hafifleyeceksin.
Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın
değişim sürecini anlattığınız sorgulama
süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine
gönderebilirsiniz.
Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz
olsun ışık tutacaktır.
Gönderdiğiniz yazılar (uygun ise )sitede adınızla veya takma adınızla
yayınlanacaktır.
Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması
gerekmektedir.
Greklerin tanrı ve tanrıçaları eski Anadolu uygarlıklarında ve Arap coğrafyası gibi yayıldığı birçok bölgede ciddi derecede etkili olmuştur. Kadim Anadolu’da tanrı Zeus’a olan inanış oldukça baskın gelmiş, farklı isimlerle tapınılmış Zeus figürünün etkilerinden dolayı insanlar uzun bir süre tanrıyı koruyucu baba gibi görmüş [1] hatta Allah’tan bahsederken bile “Allah baba” demişlerdir. Benzer durum Kubaba, Gaia, Kibele gibi tanrıçalara olan inanışın etkisi ile doğa ya da topraktan bahsederken “ana” denmesiyle öne çıkar.
Anne, baba demek tuhaf görünse de Antik Yunanlılar için tanrılar insanlara oldukça benzerlerdir. Bu benzerlik görünüşleri konusunda da aynıdır fakat onları ayıran şey benzedikleri insanlardan daha uzun, güzel, güçlü ve estetik olmalarıdır. Güzel bir dış görünüş aynı zamanda güzel düşüncenin, zihniyetin dışa vurumu sayılmıştır. Uzun boy önemlidir çünkü Greklere göre kişiyi güzel olarak tanımlayabilmenin en önemli şartı boyunun uzun olup olmamasında yatıyordu. Bu yüzden Hint toplumlarındaki ciddi derecede kilolu veya kısa tanrı ya da tanrıça figürlerini Yunan mitoslarında görmek oldukça zordur.
Görünümleri ile ölümlü kulları olan insanlara benzemeleri dışında yaşantıları ve duyguları yönüyle de oldukça benzeşiyor, tıpkı insanlar gibi evleniyor, çocuk sahibi oluyor, aldatıyor, öldürüyor, çalıyor, kıskanıyor, intikam alıyor ve hileye başvuruyorlardı. Özellikle tanrıçalar söz konusu olduğunda duygusal olarak en çok öne çıkan yönleri kıskançlık iken erkeklerde genellikle bu özellik şiddet ve intikam oluyordu. İroniktir ki inanışa göre bu tanrılar kötü işler yapanları cezalandırıyorlardı.
Yunanlılar ufak istisnalar dışında genellikle bir tanrıyı bilmeleser, tanımasalar bile onlara saygı duyardı. Onların geleneğinde yabancı da olsa her tanrıya saygı göstermek vardı. Bu yüzden onların hayal dünyasını, efsanelerini ve tanrılarını etkileyen, tanrılarının daha zalim, cezalandırıcı ve sert olmasına neden olan en büyük faktör ilkel Keltler olmuştu. Çünkü Yunanlılar İtalya’ya yerleştiklerinde bu topraklarda Keltlere ait inanış ve efsaneler varlığını sürdürmekteydi. Yunanlılar gelenekleri gereği onlara saygısızlık yapmamış ve kendi tanrılarına en çok benzettiklerini benimsemişlerdi. Bu yüzden daha barbarca bir yaşantıya sahip olan Keltlerin tanrı ve inanışları Greklerin dini inanışlarını etkilemişti.
Birçok eski kültürde olduğu gibi Grek inancında da tanrılar insan kılığında dünyaya geliyor, faniler arasında yaşıyorlardı. Dilediğinde insanların arasında gezinebilen bu tanrılar zamandan münezzehtir ve uzay-zamandan bağımsızdır. Tanrı olmanın sonucu olarak görünmez olma, düşündükleri yere anında gidebilme, hayvan şekline girebilme gibi doğa üstü güçleri vardır.
Örneğin şarap tanrısı Dionysos genç bir adam şekline girerek yeryüzünde dolaşırken korsanlar tarafından kaçırılır. Gemi kaptanı Acoetes dışında hiç kimse kaçırdıkları adamda bir gariplik olduğunu hissetmez. Kaçırdıkları ve köle olarak satmak istedikleri adamın aslında bir tanrı olduğunu anlayan ve tayfasını vazgeçirmek isteyen kaptanın tüm çabaları boşadır, korsanlar Dionysos’u serbest bırakma fikrini kabul etmezler. Bunun üzerine Dionysos geminin içini sarmaşık ve hayvanlarla doldurur, korkuya kapılan korsanlar denize atladıkça yunus balığına dönüşürken kurtulan tek kişi kaptan Acoetes olur. [2]
Söz konusu şekil değiştirme olduğunda öne çıkan tanrılardan biri Zeustur.
Kral Thestius’un kızı Leda, Tyndareus ile evlendiği gün baba tanrı Zeus’un ilgisini çeker. Zeus bir kuğu şekline girerek Leda’yı baştan çıkarır. [3]
Başka bir efsanede Zeus, ölümlü bir kadın olan Europa’yı (Avrupa) kaçırmak için boğa şeklini alır. Tyre Kralı Agenor’un sarayında kendini beyaz bir boğaya dönüştüren Zeus, su perisi Io’nun soyundan gelen Europa’yı elde etmek için plan yapar ve boğa kılığında diğer hayvanların arasına katılır. Europa boğayı okşayıp sırtına bindiği an Zeus yakaladığı fırsat ile kadını Girit adasına kaçırır. Europa burada kraliçe olur ve Zeus günümüzde Avrupa olarak bilinen kıtaya onun adını verir. [4]
Zeus’un insan veya hayvandan çok daha farklı şekle bürünebildiği efsaneler de vardır. Kendini altından yağmur damlalarına dönüştürerek Danae’nin hapsolduğu zindana sızmayı başarır ve çatıdan Danae’nin kucağına dökülen altın damlacıkları şeklinde onunla ilişkiye girer. [5]
Tanrıların insan şekline girerek dünyada gezinmeleri hem tehlikeli hem de mutluluk verici sonuçlar doğurabiliyordu. İnsan kılığında dünyaya inen tanrı bir Yunanlının evinde misafir olabiliyor ve karşısındaki kişi ona iyi davranmaz, düzgün ağırlamazsa cezalandırılıyor, aksi durumlarda ise ödüllendiriliyordu.
Örneğin bir efsaneye göre Zeus ile Hermes Frikya boyunca yaptıkları yolculuk sonucunda yorgun düşer ve dinlenip kalacakları bir yer ararlar. Kimse onları iyi karşılamaz ve misafir etmez. Fakat Filemon ve Baukis isimli yaşlı çiftin mütevazi kulübesine gidip kapılarını çaldıklarında, çift Zeus ile Hermes’i misafir olarak eve buyur eder. İmkanları dahilinde en iyi sofrayı sunmaya çalışır ve tanrıları içtenlikle ağırlarlar. Bunun sonucunda aldıkları ödül ise hayatları olmuştur. Çünkü Zeus ile Hermes yaşlı çifte yaşadıkları yerdeki kötü insanlar yüzünden bir tufan felaketi gönderip orayı yıkacağını bu yüzden köylerine bakan karşı tepeye tırmanmalarını söyler. [6]
Bunun aksi yönünde misafir olan tanrıları iyi karşılamadığı için cezalandırılan insanların olduğu yönünde çokça efsane olduğundan tıpkı bizim toplumumuzdaki gibi Yunanlarda da kapıya gelen kişiyi misafir etmek, iyi ağırlamak, kendin yemeyip yedirmek adet olmuştur.
Söz konusu tanrıçalar olduğunda kıskançlık ve “en güzel olan” olma hırsı öne çıkar; ki bu durum Grek kadınlar için de güzel olmanın, beğenilmenin ne kadar önemli olduğunun göstergesidir.
Örneğin Zeus’un esas eşi olan ve hava üzerinde egemenliğe sahip olan kibirli tanrıça Hera’nın da katıldığı bir düğünde en güzel olanın kim olduğu konusunda anlaşmazlık yaşanır. Hera, Afrodit ve Athena en güzelin kim olduğu konusunda bilgeliği ile ünlü çoban Paris’e danışırlar. Paris en güzel olarak Hera değil de Afrodit’i seçince öfkelenen Hera Paris’e işkence eder. [7]
Efsanelere en çok konu olan bir diğer duygu aşktır. Tanrıların kendi aralarındaki aşk ve tutkularına ek olarak aynı zamanda insanlara da aşık oldukları, hatta aşık olup karşılık alamadıkları, elde edemedikleri insanları cezalandırıp öldürdükleri, işkence çektirdikleri düzinelerce efsane vardır. Söz konusu aşk olduğunda adı en çok duyulan tanrılardan biri Apollon’dur çünkü bu konuda oldukça kısmetsizdir. Ya aşık olduğu kadınlar ona bakmaz ya da ölür-öldürülürler.
Örneğin Apollon’un ilk aşkı nehir tanrısının kızı Daphne’dir. Daphne asla evlenmek istemeyen, hayatı boyunca avcılıkla meşgul olmak isteyen bir kadındır. Apollon bir gün ok atacağı sırada aşk tanrısı Eros’a rastlar ve kendisi henüz Python’u yeni öldürdüğünden egosu kabarmış şekilde Eros’un yaptığı işi küçümser. Eros’un elindeki yayın Eros’a değil de korkunç yılanı öldürmeyi başarmış bir kahramana ait olması gerektiğini söylerek kendini işaret eder. Öfkelenen Eros iki ok çeker, altın olan ok atılan kişide aşk, kurşundan yapılmış ok ise nefret uyandıracaktır. Eros altın oku Apollon’un göğsüne, kurşun oku ise Daphne’nin göğsüne atar. Apollon Daphne’ye aşık olmuştur ama Daphne vurulduğu oktan dolayı Apollan’dan nefret etmekte, onu görür görmez kaçmakta, bayılana kadar koşmaktadır. Daphne korku içinde tanrılardan yardım isterken kolları uyuşmaya başlar. Bu sırada Apollon’un kendine sarıldığını görünce defne ağacına dönüşür. [8]
Tanrıların insanlarla olan ilişkilerinden dünyaya gelen çocuklar kahramanlar ya da yarı tanrılardır. Onları öne çıkaran yanları taşıdıkları güç ve sahip oldukları cesarettir. Yarı tanrı olarak isimlendirilmelerinin nedeni tanrısal olduğu kadar fani yani ölümlü olmalarıdır.
Yarı tanrıların insanlardan üstün, tanrısallığa yakın yönleri olduğunun bir örneği Chiron’dur. Kronos ve Philyra'nın çocuğu olan Kheiron (Chiron) bir Kentor'dur. Vahşi ve barbar olan diğer kentorların aksine, bilgeliği ve büyük tıp bilgisi ile ünlüdür. Herkül, Aşil, Jason gibi tanrı çocuklarına savaş eğitimi vermiştir. [9]
İbadet ve ayinler halk için oldukça önemli yer tutuyordu çünkü insanlar eğer onlara ibadet etmez ya da ayinlerini aksatırlarsa tanrıların kendilerini cezalandıracağına inanıyorlardı. Cezalandırma veya ödüllendirmeleri oldukça farklı şekilde olabiliyordu. Örneğin ceza olarak insanı taşa veya hayvana çevirebiliyor, ödül olarak ise onu ölümsüz bir ağaca dönüştürebiliyorlardı. Tapınma bu kadar önemli olunca tanrıları memnun etmek için onların şerefine görkemli tapınaklar inşa ediliyor, tapınağa gelen insanlar tanrılara değerli hediyeler ve hayvan kurbanları sunuyorlardı. Bazen insan kurban ettikleri de söylense de konuya dair kesin kanıtlar olmaması şuan için bu iddiayı ihtilaflı yapmaktadır.
Kurban önemli bir uygulama olduğundan bu konuda birçok efsane türetilmiştir. Bunlardan en meşhuru Minotor efsanesidir. Bu efsaneye göre Girit Kralı Minos güç ve ihtişamının göstergesi olması için tanrı Poseidon’dan onun adına kurban etmek üzere bir boğa ister. Poseidon’un krala verdiği boğa kralın öyle hoşuna gider ki kurban edilsin diye verilen boğa yerine başka bir boğayı kurban eder. Bunu fark eden Poseidon öfkelenerek kral Minos’u cezalandırır. Ceza kralın karısının boğaya aşık edilmesidir. Poseidon bu cezayı uygulayabilmesi için Eros’tan yardım ister. Eros’un oklarının etkisiyle kralın karısı boğaya aşık olarak onunla çiftleşir ve bunun sonucunda yarı insan yarı boğa olan bir çocuk doğar. Çocuğa Minos’un Boğası anlamına gelen Minotor adını verirler. Kötü tabiata sahip olan bu karakter labirente hapsedilir. [10]
Tanrıların kıyafetleri ve kullandıkları bazı silahlar insanların kullandıklarına oldukça benzer olsa da kalite ve güçleri bakımından ölümlülerden ayrılırlar. Kıyafetleri en kaliteli malzemeden iken kullandıkları silahlar genellikle sihirli güçler barındırmakta ya da inanılmaz dayanıklılığa sahip olmaktadır.
Örneğin Zeus’un yıldırımları bile aslında bir silahtır. Zeus Kronos’u yenip tepegözleri serbest bıraktıktan sonra tepegözlerin Zeus’a verdiği özel bir silahtır. [11]
Poseidon’un Yunan balıkçıların balık yakalarken kullandıkları 3 başlı mızrak üzerinden modellenmiş sihirli silahı vardır. Poseidon, demirci tanrı Hepaistos’un kendisi için dövdüğü bu sihirli silahı yere vurduğunda gemileri batırabilecek, tüm adaları sular altında bırakacabilecek dev tsunamiler üretebilir veya depremler yaratabilir. [12]
Tanrılar seyahat ederken Çariot benzeri arabalara biner ve bu arabaları kendi soylarından gelen atlar çekmektedir. Tanrıların büyük kısmının yaşadığı kutsal dağ Olimpos’a gidip gelme yöntemleri budur. Olimpos tanrıların yaşadığı yer olduğu kadar aynı zamanda onların toplanma, meclis kurma alanıdır. Bazen ziyafetler düzenlenir ve bu ziyafetlere tanrı Apollon’un lirinden çıkan tatlı melodiler ile periler eşlik eder. Tanrıların katı olan Olimpos’da her tanrının kendine ait bir evi vardır. Yani tanrılar için düşünülen yaşam biçimi insanlarınkine oldukça yakındır.
Yunan mitolojisinin hayal gücünü zorlayan renkli yapısının kökenini oluşturan şey Greklerin doğa olaylarını anlamlandırma çabasıydı. Bizler depremlerin nasıl ve neden oluştuğunu, yıldırımın neden düştüğünü, sellerin neden meydana geldiğini, heyelanları ve yer batmalarını bilimsel olarak biliyor ve anladığımız için bunlara mistik anlamlar yüklemiyoruz. Fakat kendinizi antik dönemde hayal eder ve bunların hiçbiri hakkında bilginiz olmadığını düşünürseniz sizin için doğa olaylarını tanrı ve yaratıklarla ilişkilendirmekten başka çıkar yol olmayacaktır. İşte bu yüzden Yunan efsanelerinde dev kayaları kopararak fırlatan devler, öfkelenip denizde dev dalgalar çıkaran, insanları uzun süren yağmurlar ya da gönderdiği depremler ile harap eden öfkeli tanrılar vardır. Kara bulutlar ve gök gürültüleri eşliğinde sık yağan yağmurlar, bu sırada gördükleri şimşek ve yıldırım ışıkları ya da denizde birden oluşmaya başlayan dev dalgalar Grekler için ilgili tanrının kızdığı anlamına gelirdi. Yani Grekler için tüm evren nefes alıp veriyordu. Doğayı anlama çabalarından dolayı her yerde bir tanrı görüyorlardı. Ağaçlar, ırmaklar, güneş, her şey onlar için tanrısal birer varlıktı.
Fakat tabi ki tüm tanrı ve tanrıçalar doğa güçleri üzerinden var edilmiş değildi. Bunlardan bazıları muhtemelen dönem içinde yaşadıkları toplumda zeka ve yetenekleri ile öne çıkan, zamanla ozanlar tarafından anlatılan ve dilden dile gezinirken tanrısallaştırılan karakterlerdi. Bunu anlamak için efsanelerdeki bazı tanrıları o dönem yaşayan biriymiş gibi düşünmek, hayal etmek gerekir. Böyle düşünüldüğünde Apollon’un oğlu olduğu söylenen Orpheus’un diğer müzisyenlerden çok daha başarılı, etkileyici biri olduğu, olağanüstü silahlar döven topal tanrı Hepaistos’un gerçekten de çok iyi silah ve zırhlar yapan bir demirci olduğu fakat şairlerin süslü anlatımlarının da etkisi ile zamanla tanrısallaştırıldığı güçlü bir ihtimaldir.
KAYNAKLAR
West, Martin L. (2007). Indo-European Poetry and Myth, p.171; Jackson,
Peter (2002). "Light from Distant Asterisks. Towards a Description of the
Indo-European Religious Heritage". 49 (1): 61-102. p.71
Ovid. The Metaporphoses. Trans. Horace Gregory. p.102-105; "Hymn to
Dionysus." Classical Mythology: Images and Insights, p. 280; The Homeric
Hymns and Homerica with an English Translation by Hugh G. Evelyn-White.
Homeric Hymns, 1914; Ovid, Metamorphoses 3.572 ff. Translated by A. D.
Melville (Oxford World’s Classics)
Medlicott, R. W. (1970). "Leda and the Swan-An Analysis of the Theme in
Myth and Art". 4 (1): 15-23.
Herodotus (1.2.1); (4.45); 1912-1996., Grimal, Pierre (1991). The Penguin
dictionary of classical mythology. Kershaw, Stephen; Kerenyi 1951, p. 108;
Moschus 429; 2.1-21
Metamorphoses (6.113); Apollodorus 2.4.1
William Smith,A Dictitonary of Greek and Roman Biography and Mythology,
vol. I, p. 478; Oskar Seyffert, The Classical Mytologhy, Religion,
Litrature and Art, p. 478
Pausanias, Description of Greece, 5.19.5; Pseudo-Apollodorus, Bibliotheca
E3. 2 (trans. Aldrich) (Greek mythographer C2nd A.D.; Pseudo-Hyginus,
Fabulae 92 (trans. Grant) (Roman mythographer C2nd A.D.)
“Cupid’s Arrows: Lead, Gold, Magic and Medicine in Ovid, Met. 1.452-567,”
Homer, Iliad 11.831
Kern, Hermann (2000). Through the Labyrinth, p. 34.; J. S. Rusten, "Ovid,
Empedocles and the Minotaur" 103.3 (1982, pp. 332–33) p. 332; Through the
Labyrinth, Prestel, 2000, Chapter 1; Doob (1990) The Idea of the
Labyrinth, Chapter 2.
Hesiod, Theogony 501-506
Apollodorus, 1.2.1; Hesiod, Theogony 930.; Mackay, L. A. (1946), "The
Earthquake-Horse", Classical Philology, 41 (3): 150–154; Bury, John
Bagnell (1940). "XXII.vi Zeus, Hera, Poseidon", p. 631.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Üstte: Erzincan Sovyet Cumhuriyetini kuran Kızıl Ordu mensupları
Altta: Koçgiri Aşiretinden bir grup, aşireti lideri Alişer Bey ve eşi Zarife
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-2 SOVYET KOMÜNİST EMPERYALİZMİ, “ERZİNCAN ŞURASI”
Sovyetler Birliğinde Bolşeviklerin devleti ele geçirmesi ile beraber Lenin, Komünist Partinin başına geçerek devleti yönetmeye başlamıştı. Ancak Bolşevikler tam olarak devletin tüm topraklarına hâkim olamamışlardı. Bolşevikler özellikle toprak aristokratlarının yoğun olduğu kırsal bölgelerde yeterince güçlü değillerdi. 1918 yılında Çar yanlısı generaller ABD’nin destek verdiği İngiltere ve Fransa’dan yardım alarak Komünist Partisinin Kızıl Ordusuna karşı savaş açmışlardı. Kızıl Ordu karşıtı olarak kurulan “Beyaz Ordu” ya da diğer adıyla “Beyaz Muhafızlar” yer yer Kızıl Ordu ve onun hâkim olduğu yerlerde katliamlar yaparak Çarlığı yeniden başlatmak arzusundaydı. Bir süre Batı Avrupa’dan aldığı yardımlarla direnmesine rağmen Komünist Parti etkin mücadele ile “Beyaz Terör” adını verdiği sorundan kurtulmayı başardı. Sovyetler Birliği topraklarında bulunan İngiliz ve Fransız askeri birlikleri daha fazla kayıp vermek istemedikleri için çekilmek zorunda kaldılar. Sovyetler birliği bu dönemde batıda Romanya ve Polonya’nın doğuda ise Japonya’nın işgal planlarına karşı mücadele veriyordu.
Bir yandan Sovyetler Birliğini sağlam temellere oturtmaya çalışırken, diğer yandan da sahip oldukları Komünist rejimi komşularına ihraç ederek dış güvenliklerini sağlamlaştırma gayreti içindeydiler. Özellikle doğuda Afganistan ve Hindistan ile yapılan ilişkilerde onlara da kendi siyasi rejimlerini oluşturmaya çalıştılar.
I. Dünya savaşı sürerken Ekim Devrimi adı ile yapılan hareket sonrasında Rus orduları Osmanlı topraklarında işgal ettikleri bölgelerden çekilme kararı almışlardı. Kızıl Ordu subayları ele geçirmiş oldukları toprakları doğrudan Osmanlı’ya teslim etmek yerine o coğrafyada bir Sovyet komün yapı oluşmasını sağlamayı denediler. Bu amaçla Kızıl Ordunun Bolşevik komutanı (Ermeni asıllı) Arşak Cemalyan tarafından ilk kez “Erzincan Sovyeti” (Şurası) adı altında bölgedeki Türk, Zaza ve Ermeni halkların ortak yönetimini gerçekleştirmeye çalıştılar. Zazaların lideri konumundaki Dersim yöresindeki Koçgiri aşiretinden Alişer ve Alişan Beyler ile Ermenilerin lideri Muradov bu oluşuma destek verirken Türk tarafını temsil eden Erzincan müftüsü karşı duruş sergiliyordu. Erzincan Müftüsünün itirazı dini kaygılar içermekteydi. Bir komünist yapının kendilerini dinsiz yapacağından tedirgin oluyorlardı.
Sovyetler Birliğinin Kızıl Ordusu barışçıl şekilde Osmanlı topraklarını terk ederken ellerindeki silahları, gelecekte ne olacağından habersiz bölge Ermenilerine veriyorlardı. Erzincan’da kurulmaya çalışılan Sovyet Cumhuriyeti için çalışmalara hızlı başlanmıştı. Ermenilerin lideri Muradov barışçı söylemlerle Türk, Zaza ve Ermenilerin kardeş olduklarını anlatıyordu. Zaza Alişer Bey ise kendi halkına “Rus Ordusu’nun yönetimini amele cemiyeti ele almıştır. Ordu geri çekilecektir. Şûra çalışması için Dersim’den bir komite tez elden Erzincan’a gelsin” diye sesleniyordu. Bu şekilde gelişen olaylar sonucu “Erzincan Sovyet Cumhuriyeti” Erzincan, Bayburt, Erzurum ve Sivas’ı da içine alacak şekilde kuruldu. Sovyetler Birliği RSDP üyelerinin askeri, siyasi ve ekonomik desteği ile kısa zamanda gerçek bir iktidar olup devlet yapılanmasını başardılar. Sovyetlerdeki gibi Kolhoz benzeri kollektif üretim çiftlikleri oluşturuldu. İstihbarat, askeri ve polis örgütleri kuruldu. Maliye kanunu dahi çıkarılarak ödenecek vergi miktarlarının İstanbul hükumetine değil Sovyetler Birliğine ödenmesi belirlenmişti. Toprak kanunu çıkartılıp topraksız köylülere toprak dağıtıldı. Bu olaylar böyle gelişirken Cemiyet-i İslamiye adı ile kurulmuş olan bir grup, anti komünizm propagandası yaparak halkı aydınlatma yoluna gitmişti. Kızıl Ordu bölgeden tamamen çekildikten sonra bölgeye Türk ordusu girdi. Sovyet delegeleri hükümet merkezini Erzincan’dan Ovacık Yeşilyazı’ya almak zorunda kaldılar. Bu arada Alişer ve Alişan Beyler hareketi siyasallaştırmak amacıyla “Kürt Teali Cemiyetini” kurdular. Üstelik Kurtuluş Savaşının devam ettiği sırada bir de isyana kalkıştılar. Bu isyanı Sakallı Nurettin Paşa komutasındaki ordu ve Topal Osman emrindeki Giresun Alayları bastırdı. Böylece Erzincan Şurası (Sovyeti) resmen kapanmış oldu. Sovyetler Birliği açısından olumsuz gelişen bu duruma rağmen Sovyetler Birliği belki bir umut Mustafa Kemal yönetiminin bir gün kendileri gibi Komünist olabileceği ihtimaline karşın her türlü maddi ve askeri yardımı Ankara Hükümetine yaptı. Bu yardımların başka bir amacı da Avrupa’nın Emperyalist devletlerinin mağlup edilmesi içindi.
1921 yılında Lenin’in ölümü ile Sovyetler Birliğinin yönetimi bir süre Kollektif Üçlü (Troyka) ile yapıldı. Daha sonra Lenin’in hiç istemediği Stalin, partinin dolayısıyla da devlet yönetiminin başına geçti. O güne kadar nispeten daha sosyalist olan Sovyetler Birliği Stalin ile beraber bir ekonomik kalkınmaya başlarken, siyasi yapı sosyalizmden komünizme doğru kaydırılması amacıyla özellikle tarımdaki köylünün daha doğrusu Kulak’ların (büyük toprak sahibi zengin köylüler) yarı mülkiyet hakları elinden alınarak topraklar kollektifleştirildi. Topraklar Kolhoz ve Sovhoz olarak ikiye ayrılıp köylülerin üretimine bırakıldı. Yine Stalin döneminde yapılan beş yıllık kalkınma planları ile Sovyetler Birliği bir ekonomik kalkınma sürecine girmişti.
Bu sırada Avrupa ise kendini yeni yeni toparlamaya çalışıyordu. I. Dünya savaşının sonunda mağlup Almanya topraklarının bir kısmını kaybetmişti. Büyük bir ekonomik çöküntüye girdi. Ancak Avrupa’nın galip devletleri de çok iyi durumda değillerdi. Ne İtalya ne Fransa ne de İngiltere artık yeni bir savaşı göze alabilecek ekonomik yapıya sahip değillerdi. Mağlup Almanya ise hiç hak etmediğini düşündüğü bu acı tablodan kurtulmaya çalışıyordu. I. Dünya savaşı sonrasında yapılan Versay antlaşmasına göre bir miktar topraklarını Litvanya, Polonya ve Çekoslavakya’ya kaptırmıştı. Bunun yanında ekonomisi çökmüş ve silah üretimi hakkı elinden alınmıştı. Buna rağmen antlaşma maddelerinde bulduğu açıkları kullanarak silah üretimini devam ettirdi. Antlaşmaya göre kendi ihtiyacı için Almanya topraklarında silah üretimi yapamayacaktı. Bu maddeyi delebilmek için Almanya dışında Hollanda ve İsveç topraklarında fabrika satın alarak kendine silah üretmeye başladı. Ayrıca bu fabrikalarda ve kendi topraklarında ürettiği silahları Çin’e satarak büyük gelir elde etmiş oldu. Almanya bu antlaşmayı imzalamasına rağmen 5-10 yıl sonra kendi yararına uygulamamaya başladı. Yer yer vermek zorunda kaldığı toprakları yeniden işgal edip bünyesine aldı. 1931 yılında yönetimde etkin olan H!tler, Avusturya topraklarını ilhak edip Alman topraklarına kattı. İngiltere ve Fransa tüm bu gelişmeleri izlerken geçmiş tarihin verdiği sıkıntılardan henüz kurtulamadıkları için sessiz kalmayı uygun buluyorlardı. Bir yandan Neo Sosyalist Almanya’nın dizginlenemeyen gelişmesi diğer yandan da Komünist Sovyetlerin yükselişe geçmeleri Batı dünyasında tedirginlik yaratıyordu.
Özgün bir çalışma ile karşınızdayım : "Şaman Keskindil".
Edebiyat,
mizah, sanatı harmanlayarak rubailer okuyan geleneksel, mitolojik motiflerimizi
taşıyan bir şaman karakteri yarattım. Tek kişilik bir ordu olarak karakteri
çizmem, animasyona dönüştürmem, tasarlamam, rubailer yazmam çok uzun zaman almış
olsa da yarattığım karakterin güzelliği ve özgünlüğü bana tüm yorgunluğumu
unutturdu :) Umarım sizler de beğenirsiniz. Rubailerin devamı gelecek, hatta
ilerleyen süreçte belki ekibe yeni karakterler bile katılacak ;)
●►
Çizim yaparken aldığım ve meraklısına animasyon mantığını kabaca anlatmaya
çalıştığım kayıt yan kanalımda yüklüdür: İzlemek için tıklayınız.
Yan
kanala çizim, animasyon konusunda öğretici videolar yükleyecek, yapacağım yeni
animasyon çalışmalarının süreçlerini paylaşacağım.
Yayıncılığıma ve çalışmalarıma destek olmak için: ●► Patreon'dan ya
da Katıl'dan üye olabilirsiniz ● Patreon | ● Katıl