HABERLER
Dini Haber

BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ - 1

Yazan: Sedat Karadayı
BİLDİĞİMİZ SELÇUKLULAR’IN BİLMEDİĞİMİZ YÖNLERİ

SELÇUK BEY VE OĞULLARI-I

Yazının başlığı anlaşılması zor olabilir ancak Selçuklu gibi oba beyliğinden imparatorluğa kadar çıkabilmiş bir topluluğun, bir türlü iç dinamiğinde yapılanamaması bu yazının konusudur.

Dönemin güçlü Türk devleti Hazar Kağanlığıydı. Kafkasya’dan Karadeniz’in kuzeyine doğru uzanan topraklarda hüküm sürmekteydiler. Komşu Türk devletleri içinde Karahanlılar ikinci sırayı alıyordu. Oğuz boyları Çin’de hanedanlık kuran Moğol kökenli Karahitayların baskısından batıya doğru göçmek zorunda kaldılar. Küçük boylar, obalar ve beylikler halinde batıya göçen Oğuz Türkleri yerleşik düzene geçmiş Türk devletlerine hizmet ederek topraklarında yer ediniyorlardı. Hazar denizinin batı kıyılarında yerleşmiş Oğuz Yabguluğu bu tür bir topluluktu. İdari yönden Hazar Kağanlığına bağlı olup onların ordularında hizmet ediyorlardı. Dukak Bey de bu boylardan Kınık boyuna ait bir asker olup, Hazar Kağanlığına bağlı Oğuz Yabgusunda Subaşı (Ordu Komutanı) olarak görev yapmaktaydı. Ok atmada ve yay kullanmadaki maharetinden dolayı ona “Temür Yalıg” (Demir yaylı) lakabı takılmıştı. Onun bu yeteneği oğlu Selçuk tarafından devlet kurulduktan sonra devletin bayrağında canlandırılmaya devam edecekti. Bu yüzden Büyük Selçukluların bayrağı gerilmiş bir yay ve yaya takılı ok olarak resmedilmişti. Dukak Bey çok zeki, savaşma konusunda cesur ve atak aynı zamanda sert mizaçlı lafını esirgemeyen biriydi. Hazar Yabgusu önemli kararları ona danışmadan almazdı. Dukak 924 yılında öldüğünde birçok Türk gibi o da Göktengri inancına sahipti.

Dukak’ın bilinen tek bir oğlu vardı; Selçuk Bey (İsmi aslında Eski Türkçede Selçûk olarak yazılır ve okunur) babası öldüğünde 23 yaşındaydı. Selçuk Bey de babası gibi Subaşı olma arzusundaydı ancak gençliğinden ve deneyimsizliğinden dolayı bir gün bir toy (toplantı) sırasında oturmaması gereken seviyede bir yere oturunca amacı ortaya çıkmış oldu. Yabgu ile mücadele edemeyeceği için kendisine bağlı birlikleri de alıp Oğuz Yabguluğunun kışlağı olan Hazar ile Aral arasındaki Yenikent’i terk ederek daha doğuya gidip Aral gölünün doğu kıyısındaki Cend kentine yerleşti.

Selçuk Bey Hazar Kağanlığındaki yaşamı süresince onlara özenerek bir devlet kurma hevesine sahip olmuştu. Onun düşüncesine göre sağlam ve güçlü bir devletin ordusu, hazinesi ve sarayı olabileceği gibi bir de dini olmalıydı. Üstelik bu din, Hazar Kağanlığı gibi güçlü bir devletin dinine (Musevi) benzer bir din olmalıydı. Bundan sonraki hayatında Selçukluların oluşum ve gelişiminde ilişkide bulundukları devletlere özenerek aldıkları değerlere şahit olacağız. Önce Hazar Kağanlığından Museviliği alarak oğullarına Tevrat’tan isimler koydular. Daha sonra Süleyman ya da Davut Yıldızı diye bilinen 6 köşeli yıldızı 8 köşeli yaparak kullandılar. Samaniler ile iş birliğine girdikten sonra Müslümanlığı tercih ettiler. İran’da kaldıkları yıllar boyunca sarayda Türkçe yerine Farsça konuştular, isim olarak Fars isimleri ve unvanları kullandılar. Anadolu’ya geçen Selçuklular da Bizans’ın daha doğrusu Roma’nın çift başlı kartalını alıp bayraklarına koydu.

Selçuk Bey, Cend’e yerleştiğinde komşuları doğuda Türk, Karahanlılar güney doğuda ise Fars, Samaniler idi. Samanilerin ötesinde ise bir başka Türk devleti Gazneliler bulunuyordu. Tarihi iyi inceleyecek olursak birkaç Türk ve Türk olmayan devletlerin bulunduğu ortamda her zaman Türkler birbirine düşman olmuşlar, Türk olmayan devletlerle de dostluk ilişkileri kumuşlardır. Selçuklularda da daha farklı bir durum olmadı. Selçuklular, Karahanlılar ve Gazneliler ile düşman olup savaşırken, Samanilerle dost olup iyi ilişkilerde bulundular.

Samaniler Karahanlılardan baskı gördükçe Selçuk beyden yardım istiyordu. Selçuk Bey istenen yardımı geri çevirmedi ve verdiği destekle Samanileri Karahanlıların elinden kurtardı. Karşılığında ise Samanilerden Buhara ve Semerkand gibi kentleri alarak devletini kurmaya başladı.

Selçuk Beyin 4 oğlu oldu. Bunlar; yaş sırasına göre Mikail Yabgu, İsrail Yabgu (Arslan Yabgu), Musa Yabgu (İnanç Bey) ve Yusuf Yinal Bey idi. Selçuk Bey Hazar Kağanlığının etkisinde kalarak doğan çocuklarına Türk isimleri ile beraber Tevrat’ta yazan kutsal isimlerden de vermişti. Ancak bir süre sonra Samanilerle olan yakın ilişkileri ve Hazar Kağanlığından kopuşu sonrasında İslam’a yakınlaşmış ve Müslümanlığı tercih etmişti. Bu dönemden sonra torunlarının isimlerinin İslami tarzda olmasına dikkat etti.

Selçuk beyin sağlığında oğulları kendi aralarında iyi geçinmeye dikkat ediyorlardı. Ancak Selçuk Beyin vefatından bir süre sonra kardeşler arasında anlaşmazlıklar ortaya çıkar oldu. Özellikle de torunlar olgunlaşıp yetki sahibi olmaya başladıklarında fikir ayrılıkları su yüzüne çıktı. Selçuk Bey’in oğulları ve torunları arasında hırstan kaynaklanan bir çekememezlikleri vardı. Oğullarından her biri, hatta oğullarının oğulları ve dahi onların da oğulları kendini güçlü ve haklı gördüğü için tahtta hak iddia ediyorlardı.

Oğulların yaşça en büyüğü Mikail Yabgu idi. Mikail Yabgu sık sık babası Selçuk Bey ile savaşlara katılırdı. Beraber savaştıkları bir kale kuşatmasında Mikail Yabgu öldü. Mikail Yabgu ölünce dul kalan eşi küçük kardeş Yusuf Yınal ile evlendirildi. Yusuf Yınal’ın sonradan eşi olan yengesinden İbrahim Yinal dünyaya geldi. Böylece kuzen olan Çağrı, Tuğrul ve İbrahim aynı zamanda kardeş de olmuşlardı.

Diğer adı da İsrail olan Arslan Yabgu, oğullar içinde en cesur en savaşçı olanıydı. Selçuk Bey Arslan Yabgu’yu Samanilere yardım etmesi için görevlendirmişti. Yukarıda anlatılan Karahanlıları yenmesi ve Semerkand ile Buhara’nın alınması bu zamana rastlar. Arslan Yabgu ve oğulları Karahanlıları alt ederken bu arada önce Mikail Yabgu ardından da 1009 yılında Selçuk Bey ölünce Selçukluların tahtına Arslan Yabgu geçti. Selçukluların hızlı yükselişi ve Arslan Yabgu’nun müthiş savaşçılığı ve cesur hareketleri Gazneli Mahmud’un dikkatini çekmişti. Bir gün bir ziyafete çağırdığı Arslan Yabgu ve oğlu Kutalmış’ı tutuklayarak Hindistan’daki Kalıncar Kalesine hapsettiler. Böylece Selçukluların idaresi boşa çıkınca Mikail Yabgu’nun oğulları Çağrı ve Tuğrul yaşça daha büyük olduklarından devletin yönetimini ele aldılar.

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-13

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-13
CIA’İN LATİN AMERİKA OPERASYONU : “CONDOR PLANI”

1953 yılında Küba’nın Castro ve devrimci milisler sayesinde sosyalist rejime geçmesiyle ABD çevresinde ve kıtasında sosyalizm ve komünizme karşı tedbirler almaya başladı. Bu doğrultuda Latin Amerika ülkelerinde CIA tarafından verilen desteklerle birçok ülkede askeri darbeler (CIA’in standart operasyonu) olmuş ve ordu yönetime el koymuştu. Paraguay 1954’te, Brezilya 1964’te, Arjantin 1966’da, Uruguay 1971’de, Bolivya 1973’de, Şili 1973’de ordu yönetimine girmişlerdi. Bu ülkelerin temsilcileri, 1975 yılında Santiago’da toplanıp komünist ve kendilerine muhalif olan herkese karşı birleşme ve ortak hareket etme kararı aldılar. Bu karardan sonra pek çok Latin Amerika ülkelerinde ne devrimci ne sosyalist ne muhalif hatta ne de halkçı rahipler kalmamış ve ortadan kaybolmuşlardı. Hikâyenin tamamı şöyleydi;

25 Kasım 1975 tarihinde Şili devlet başkanı General Augusto Pinochet’in 60. Yaş gününde Arjantin, Bolivya, Şili, Paraguay ve Uruguay askeri istihbarat servislerinin liderleri, Şili istihbarat servisi DINA’nın başkent Santiago’daki merkezinde resmi bir toplantı yapıyorlardı. CIA’in önerisi ile tüm bu devletler adını “Condor Planı” koydukları bir operasyon üzerinde antlaşmışlardı. Hükümetlerin temel amaçları kendilerine karşı muhalif olan herkesi ortadan kaldırmalarıydı. Bunlar sosyalist ya da komünist örgütler olabildiği gibi, silahlı gruplar, muhalefet partileri hatta halk için hak arayan rahip, rahibe, üniversite profesörleri bile olabiliyordu. İktidardaki yöneticiler kendi pozisyonlarını korumak için aldıkları bu kararla aynı zamanda ABD ve CIA’de hizmet edebileceklerdi.

3 Ağustos 1976 tarihinde ABD’nin Latin Amerika’dan sorumlu Dış İşleri Bakan yardımcısı Harry W. Shlaudeman, Kissenger’a verdiği bir raporda Güney Amerika’daki askeri rejimlerin toplanarak sosyalizm ve komünizme karşı birleştikleri, bu konuda örgütsel çalışmalara katılmış devrimcilerin kendi ülkelerinde veya yabancı ülkelerde bulunup öldürülmesinin kararını aldıkları yazılıydı.

Arjantin

24 Mart 1976’da General Jorge Rafael Videla komutasındaki askeri cunta Arjantin’de sivil yönetime el koymuştu. Askeri cunta Condor Planına bağlı kalarak 1983 yılına kadar iktidarda kaldılar. Arjantin’in SIDE isimli gizli istihbarat kurumu pek çok “Desaparecidos” (Kaybolanlar) olayını, bazı general ve milletvekillerinin öldürülmelerini, Şili Gizli İstihbarat örgütü DINA ile beraber organize etmişlerdi. Onlara Bolivya’dan General Tejada ve İtalyan Galadio çalışanı Stefano Delle Chiaie ile Nazi savaş suçlusu Klaus Barbie de Charly Operasyonu adı verilen bir kokain transferi ile yardımcı olmuşlardı.

Condor Planına uygun olarak yapılan kaçırma ve öldürmelerden sonra çocuklarından haber alamayan bir grup anne, Nisan 1977’de “Plaza de Mayo Anneleri” adı ile birlik oluşturarak her Perşembe günü meydanda Casa Rosada’nın önünde eylem yapmaya başladılar. Aralık 1977’de 2 Fransız rahibe, Plaza de Mayo Annelerinin bazı kurucularının kaybolduğunu uluslararası ortamda medyada haber olmasını sağladı. 1977 yılının sonlarına doğru Buenos Aires’in güney sahillerine vuran cesetler birçok konuyu açıklığa kavuşturuyordu. Cesetler “Ölüm Uçuşları” kurbanlarıydı. Ölüm uçuşları ilk kez Fransızlar tarafından Cezayir’de özgürlükçü milislere karşı uygulanmıştı. Uçağa alınan kişi kıyıdan açığa kadar uçurulup daha sonra denize bırakılarak öldürülüyordu.

1983 yılında Arjantin’de yeniden oluşturulabilen demokrasiden sonra kurulan hükümet Ernesto Sabato başkanlığında kurduğu komisyonla gizli hapishaneleri, ölüm mangalarını ve rejim kurbanlarını yaşadıkları sıkıntıları ortaya çıkardı. Başkan Videla ile beraber birçok subay tutuklanarak müebbet hapisle cezalandırıldılar. Ancak ordudan gelen baskılar sonucunda Raul Alfonsin hükümeti 2 tane af yasası çıkartarak suçluların serbest kalmasını sağladı. Demokrasinin kurulmasından sonra Arjantin’de ABD karşıtlığı had safhalara vararak ABD vatandaşlarına saldırılar düzenlenmesi artmıştı. Bu yüzden ABD, Arjantin ordusuna silah yardımı yapmayı durdurdu. 1990 yılında CIA’in gizlice silah yardımı yaptığı ortaya çıkınca Bill Clinton hükümeti ABD’nin “Kirli Savaş” (Arjantin’de cuntaya karşı verilen mücadele) ve “Condor Planı” konularında Arjantin ile ortaklaşa davrandığını ve suç ortaklığı yaptığını gösterir belgelerin gizliliğini kaldırarak her şeyin ortaya çıkmasını sağladı.

İtalyan Gladio elemanı Chiaie Aralık 1995’de Roma’da yargılandığı mahkemede karıştığı suikastleri itiraf etti. 27 Mayıs 2016’da 15 eski askeri subay yargılandığı mahkeme tarafından suçlu bulundu. Diğer 16 subayın 14’ü 8-20 arası hapis cezasına çarptırıldı, 2 kişi beraat etti.

Paraguay

General Alfredo Stroessner 1954 yılında ABD’nin desteğiyle askeri diktatör olarak Paraguay’da yönetime el koydu. ABD ordusu subayları diğer ülkelere göre Paraguay’da daha serbest hareket edebiliyorlardı. Yarbay Robert Thierry Condor Planı kapsamınca inşa edilen “La Technica” binasının yapımının koordine edilmesini sağlamıştı. La Technica aslında bir sorgulama merkezi olarak planlanmıştı fakat uygulamada işkence merkezi olarak faaliyet gösteriyordu. Gizli Polis müdürü Pasto Colonel yönetiminde bu merkezde kurbanlar kusmuk ve insan dışkısı dolu havuzlara sokuluyor, makattan elektrik verilerek şoka sokulması sağlanıyordu. Komünist Parti sekreteri Miguel Angel’in uzuvları elektrikli testere ile kesilirken, başkan General Stroessner telefondan çığlıklarını dinliyordu. Ayrıca kurbanların işkence sırasında sesleri kaydedilerek daha sonra ailelerine dinletiliyordu.

Harry Shlaudeman’ın Kissenger’a verdiği raporda Paraguay askeri cuntasını karikatürlerden çıkmış 19. Yüzyıl askeri rejimlerine benzetmişti. Raporda Paraguay'un siyasi kültürünün demokrasiden uzak olduğu da belirtiliyordu.

ABD, burnunun dibindeki Küba’yı Sovyetler Birliğine kaptırınca diğer Latin Amerika devletleri üzerindeki kontrollerini artırma gereği hissettiler. Ülkeler birer birer askeri ihtilallerle yönetim değiştirirken CIA yardımlarını esirgemedi. Bir süre sonra askeri yönetime geçen ülkeler yurt dışına kaçmak zorunda kalan muhalifleri gittikleri yerde suikastlerle öldürmeyi planlamışlardı. Bu amaçla 1970 yılında gizli istihbarat merkezleri toplandığında ABD de CIA ile aralarına katılarak Condor Planı adıyla bir operasyonu uygulamaya koydular. Bu toplantıdan sonra Arjantin, Şili, Peru, Paraguay, Uruguay, Bolivya hatta Brezilya da dahi ölümler, kaçırılmalar, suikastler sıradan olaylar haline gelmişti. Zamanla ülkelerin aşırıya kaçmaları sonucu ABD’nin desteğini çekmesi (CIA’in destek vermeye devam ediyordu)sonucunda ülkeler demokratik rejimlere kavuştular. CIA’in gizlice destek vermesi ortaya çıkınca Bill Clinton Condor Planı konusundaki belgelerin gizliliğini kaldırdı. Böylece Latin Amerika ülkelerinde yapılan tüm kanun dışı olaylar açığa çıktı. 1975-1995 yılları arasında Türkiye’de meydana gelen suikastlere benzer olayların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinden Şili’de bunlar yaşanmıştı;

ŞİLİ

1998 yılında Augusto Pinochet Londra’da tutuklandığında Condor Planı ile ilgili yeni bilgiler çıkmıştı. Şili’de tutuklu bulunan İspanyol hâkim Baltasar Garzon’un iadesini isteyen avukatlardan biri, başarılı ya da başarısız birçok suikast girişimini ortaya çıkardı. Şilili hâkim Juan Guzman “Kalıcı kaçırma” suçu ile ilgili verdiği kararda kaçırılıp öldürüldüğü düşünülen kişilerin cesedi bulunmadıkça zaman aşımına uğrayamayacağını açıkladı. Böylece hiç kimse aftan yararlanamadı. Kasım 2015’te Şili hükümeti Pablo Neruda’nın Pinochet rejimi üyeleri tarafından öldürülmüş olabileceğini kabul etti.

General Carlos Prats: Prats ve eşi Sofia 30 Eylül 1974’te sürgündeyken Buenos Aires’te araçlarına yerleştirilen bombanın patlamasıyla öldürülmesi hakkında Şili istihbarat örgütü DINA sorunlu tutuldu. Bu konuda Pinochet’in yargılanması istenirken hâkim Solis, dokunulmazlığını kaldırmayınca onun yargılanması yapılamadı. Ancak DINA liderlerinden eski ve yeni şef ile bazı DINA görevlisi Generaller yargılandı. Ajan Enrique Clavel cinayetten suçlu bulundu.

Bernardo Leighton: Bernardo ve eşi sürgünde bulundukları İtalya’da 6 Ekim 1975’te uğradıkları suikast girişiminde yaralı kurtuldular. Bernardo ağır yaralandı, eşi ise sakat kaldı. ABD’de gizliliği kaldırılmış Ulusal Güvenlik Arşivindeki belgelerden edinilen bilgilere göre ABD’li Michael Townley ile 2 Şilili DINA ajanı Madrid’te, Franco ve İspanyol gizli polisin desteği ile buluşup Bernardo Leighton suikastini planlamışlardı.

Orlando Letelier: 21 Eylül 1976’da eski Şili büyükelçisi ve Pinochet’ye muhalefet liderlerinden Orlando Letelier arabasına yerleştirilen bombanın patlaması sonucu Washington’da öldürüldü. O sırada ön koltukta oturan Roni Moffit de öldü. Arka koltukta oturan Moffit’in eşi sağ kurtuldu. Orlando Letelier’in oğlu Francisco Letelier Aralık 2004’te Los Angeles Times gazetesine verdiği demeçte babasının suikastinin Condor Planının bir parçası olduğunu açıklamıştı. ABD’li Michael Townley Letelier’in ölümünden Pinochet’yi suçlarken arabasına patlayıcı düzeneği kuran 5 Castro muhalifi Kübalı sığınmacıları kendisinin tuttuğunu itiraf etti.

Los Quemados (Yananlar): Temmuz 1986’da fotoğrafçı Rodrigo ve Carmen Pinochet’ye karşı düzenlenmiş bir sokak protestosunda canlı canlı yandılar. Rodrigo’nun öldüğü, Carmen’in bazı ciddi yanıklarla kurtulduğu olayı Pinochet onların terörist olduklarını ve ellerindeki Molotof kokteylden dolayı yandıklarını açıkladı. Olay ABD’de çok ses getirmişti. Bu olay sonrasında Reagan Pinochet’ye olan desteğini çekti.

Operacion Silencio (Sessizlik Operasyonu): Pinochet ve rejimi Şili’de meydana gelen olaylardaki suçluların ve tanıkların Şili dışına çıkartılarak hakimlerin soruşturmalarını engellenmesini sağlayan bir düzenlemeydi. Bu operasyona Paraguay’da bulunan “Terör Arşivleri”nin getirdiği etkiden bir yıl sonra başlandı. Ülke dışına kaçırılan bazı tanıkların daha sonra cesetleri bulundu. Bazıları tanınamayacak kadar bozulmuştu.

Colonia Dignidad (Haysiyet Kolonisi): Diğer adı “Villa Bavyera” idi. Şili’nin Parral kenti sınırları içinde ama kentin 35 km dışındaki kırsal alanda ırmak kenarında tamamen izole edilmiş şekilde kurulmuş bir merkezdi. 1950 yılında Almanya’dan kaçan Nazi subayı Paul Schaefer merkezin kurucusu ve kutsal lideriydi. Bu merkezin bir benzeri Salvador Allende yönetimini devirerek iktidarı ele geçiren Augusto Pinochet tarafından Santiago’nun 500 km güneyinde 13 hektarlık bir alanda kurulup başına Paul Schaefer getirildi. Paul Schaefer’in liderliğini ve yöneticiliğini yaptığı merkezde kendine bir cemaat kurmuştu. Kolonide yaşayan çocukların birçoğu küçük yaşlarda zorla alıkoyuluyordu. Daha çocukken cinsel istismara uğrayan çocuklar yetişkinliklerinde dahi koloni dışına çıkmalarına izin verilmiyordu. Pinochet yönetimi tarafından türlü nedenlerle kaçırılanlar bu koloniye getirilip işkence altında sorgulanıyorlardı. Kaçırılıp buraya getirilenlerin çoğundan haber alınamadı. Yer altındaki gizli tünellerde yapılan işkencelerden sonra birçok kurban da akıl sağlıklarını kaybetti. Merkez aynı zamanda Şili Gizli İstihbarat Servisi DINA’nın kimyasal silah geliştirme merkezi olarak kullanılmaktaydı. Kimyasal silahlarla ilgili olarak Almanya’dan kaçan eski Nazi yetkilileri çalışıyorlardı. Ölüm Meleği olarak tanınan Nazi araştırma doktoru Josef Mengele’nin birçok deneyi burada yaptığı biliniyordu. Pinochet’nin devrilmesinden sonra Paul Schaefer 1997’de ülkeden kaçmasına rağmen 2005’te yakalandı ve hakkında açılan davalardan 33 yıl hapse mahkûm olduğu hapishanede 2010 yılında ölü olarak bulundu. Aynı yılın başında ABD’de tanık koruma programında olan Michael Townley Colonia Dignidad ile ilgili ciddi açıklamalar yapmıştı. Townley bu merkezde kimyasal suikastçı Eugenio Berrios ile beraber çalışmıştı. Colonia Dignidad daha sonra üniversiteye hazırlık için öğrencilerin kalacağı konaklama merkezi haline getirildi.
Yazan: Sedat Karadayı

ŞAMAN KESKİNDİL & AYZIT | YOBAZ - 1 (RUBAİ)


ŞAMAN KESKİNDİL & AYZIT | YOBAZ - 1 (RUBAİ)

Şaman Keskindil rubailerinin 2. bölümü ile sizlerleyim.

Edebiyat, mizah, sanatı harmanlayarak rubailer okuyan, geleneksel, mitolojik motiflerimizi taşıyan şamanın yanına Türk mitolojisinde aşkın ve güzelliğin simgesi olan kuğu tanrıça Ayzıt'ı ekledim.

Çizimleri, tasarımları, animasyon sürecini vs. tek başıma yapıyor olduğumdan bu çalışmayı hazırlamam yine 1 ay kadar sürdü :) Evet, pek izlenmeyeceğini biliyor olsam da yine de zaman harcayarak yeni bölümü yapmak istedim. Ayzıt içime sinene kadar üzerinde kaç kez değişiklik yaptım hatırlamıyorum bile. Umarım beğenirsiniz.

Daha çok kişiye ulaşması için desteğiniz, video linkini paylaşmanız, beğenip yorum atmanız oldukça önemli. Hepinize teşekkür ederim. Sağlıcakla kalın.

Yayıncılığıma ve çalışmalarıma destek olmak için:
●► Patreon'dan ya da Katıl'dan üye olabilirsiniz
Patreon | ● Katıl

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-12
ABD OPERASYONLARI “ORTADOĞU-İSRAİL”

MS 100’lerde Roma İmparatorluğunun Yahudileri yaşadıkları topraklardan atması ile İsrailoğulları tüm dünyada kabul edildikleri yerlerde diasporada yaşamak zorunda kaldılar. Gittikleri ülkelerin halkları Yahudilere toprak vermedikleri için üretimde bulunma şansları olmadı. Zorunlu olarak serbest ticaretle uğraşmak zorunda kaldılar. Bu zorunluluk onlara gelecekte para ve finansman konularında dünyanın önde gelen tüccarları yapacaktı.

1800’lü yıllarda sanayi devrimi ile beraber üretimde en önemli faktör olan enerji kaynaklarından petrolün keşfi, Orta Doğu’yu sanayide gelişmiş Emperyalist devletlerin gözünde en değerli coğrafya yapmıştı. Orta Doğu’da söz sahibi olan Osmanlı İmparatorluğu, adı geçen dönemde ekonomik açıdan zayıflamış, askerî açıdan bitkin durumdaydı. Dönemin en güçlü devleti olan Emperyalist Britanya Krallığı bu topraklara göz dikmişti. Britanya Krallığı amacına ulaşmak için Yahudilerin Siyonist lideri Theodor Herzl ile iş birliği yaptı. Plana göre Osmanlı İmparatorluğundan satın alınacak Kudüs topraklarına Yahudilerin yerleştirilmesi sağlanacaktı. 1870’li yıllarda Rusya’da tarımla uğraşan Yahudilere yapılan baskılardan sonra bir kısım Yahudi ABD’ye göç etti. Bir kısmı da Theodor Herzl’in önerisi ile Kudüs’e, vaat edilmiş topraklara yerleşerek tarım çiftlikleri kurmayı başardılar. Bu göç 1896 yılına kadar devam etti. 1896 yılında Theodor Herzl, II. Abdülhamit ile görüşüp Yahudiler için arazı satın alınması teklifini sundu. II. Abdülhamit’in cevabında 3 şartı vardı. Toprak vermeyi seve seve kabul edecekti ancak;

1. Yaklaşık 20 milyon sterlin tutan dış borçlarının tamamı Yahudiler tarafından ödenecekti.

2. Yahudilere yerleşmeleri için Kudüs’te değil Suriye’de toprak verilecekti.

3. Verilen topraklarda Yahudiler devlet kuramayacaklar, Osmanlı tebaasında yaşayacaklardı.

Theodor Herzl ihtiyaç olan parayı 5 yıl içinde toplayamadı. Osmanlı’nın borcu da 5 yıl sonra eskisi kadar kalmadığı ve taraflar verilen sözleri yerine getirmemiş olduğu için 1901 yılında II. Abdülhamit aralarındaki anlaşmayı iptal etti.

Alman İmparatorluğunun büyük bir gelişme gösterdiği 1910’lu yıllarda iki güçlü devlet Alman ve Britanya İmparatorlukları 1. Dünya savaşının çıkmasını organize ettiler. Her ikisinin de amacı Orta Doğu’yu ele geçirmekti. Osmanlı İmparatorluğu öncelik olarak İtilaf devletleri ile ortak olmak istemesine rağmen İngiltere ve ortakları Fransa ile Rusya, Osmanlı’yı aralarına kabul etmedi. Biraz zorunluktan biraz da Enver Paşa’nın yönlendirmesi ile Osmanlı devleti, Almanya saflarında İttifak kuvvetlerine katıldı. Savaşın kilitlendiği bir sırada ABD’nin İngiltere ve Fransa’ya destek vermesi ile İtilaf Kuvvetleri galip çıktıkları savaştan sonra Orta Doğu’yu aralarında paylaştılar. Büyük payı ele geçiren Britanya Krallığı Orta Doğu’da kendi hakimiyetini sürdürebileceği yeni devletlerin başına yeni krallar oturttu. Britanya Krallığı, mandası altındaki orta doğu topraklarında Irak, Suriye, Ürdün gibi coğrafyalarda kralları seçerek devletlerin kuruluşunu tamamladı. Fakat Filistin için henüz devlet kurma söz konusu değildi çünkü Yahudilerin bölgeye yerleşimleri sürmekteydi. Yahudilerin bölgedeki varlığı Britanya Krallığı için çok önemliydi çünkü Müslüman Araplara güven zorluğu yaşıyorlardı.

1917 yılında Britanya Krallığı Dış İşleri Bakanı Arthur Balfour tarafından hazırlanan Balfour Deklarasyonu ile Britanya Krallığı kontrolünde Filistin ve Yahudiler, BM’de temsil edilmeye başlandı. II. Dünya savaşı süresince Nazi Almanya’sının Yahudilere soykırım uygulaması ile Filistin’e büyük miktarlara varan Yahudi göçü oldu. Başlangıçta İngiltere’nin de desteklemesine rağmen Araplardan gelen itirazlardan sonra Yahudi göçleri durduruldu.

1946 yılından itibaren ABD’den Filistin topraklarına milis kuvvetlerinde görev almaları için Yahudi gençlerinin göç dalgası başladı. Aynı yıl kurulan Yahudi milis kuvvetleri İngiltere’yi protesto etmek için King David Oteline bombalı saldırı düzenledi. Bu terör olayı gibi başka olaylarda da birçok sivil Arap öldü.

ABD artık devreye girmeye başlamıştı. II. Dünya savaşından bitik ve iflas etmiş olarak çıkan bir İngiltere, eskisi gibi Orta Doğu’da gücünü gösteremiyordu. ABD, Filistin’e gönderdiği Yahudi milislerin ve silahların dışında Birleşmiş Milletlerde de Yahudiler için faaliyetlerde bulunuyordu. Aslında yaptığı her şey kendi geleceği ve Emperyalist çıkarları içindi.

1947 yılının Kasım ayında BM’de alınan bir kararla Filistin’de toprakların %7’sine sahip olan Yahudilere %56 oranında toprak verdiler. Bu karar onaylanırsa 400 bin Filistinli İsrail topraklarında kalacaktı. Araplar karara itiraz edince İsrail ile aralarında savaş başladı. 14 Mayıs 1948 tarihinde ABD’nin önerisini destekleyen diğer milletler sayesinde Birleşmiş Milletler Arapların itirazını göz ardı ederek kararı onayladı. Aynı tarihte David Ben-Gurion İsrail Devletinin kuruluşunu ilan etti. Ertesi gün Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları İsrail topraklarına girdi. 1949 yılının başlarında ABD Irak’ın dışında kalan Araplarla İsrail arasında arabuluculuk yaparak antlaşmalarını sağladı. Celile ve Necef İsrail’e, Yehuda ve Samiriye Ürdün’e, Gazze Mısır’a, Kudüs’ün doğu kısmı Ürdün’e batısı İsrail’e bırakıldı. Bu süreçte ABD tarafından desteklenen İsrail’in birkaç tane olan Siyonist Milis birlikleri 700 binden fazla Filistinliyi topraklarından kovdu. Deir Yasin köyünde yapılan katliamda 107’den fazla Filistinlinin öldürülmesi ve 600 kadar Filistin köyünün yakılıp yıkılmasıyla bölgede yaşayan Filistinliler de kaçtılar. Geride kalanlar ise İbrani isimleri kullanmak zorunda bırakılarak asimile edildiler.

İngiltere ile başlayan Yahudi göçleri ABD’nin devreye girmesinden itibaren bir devlet yapılanmasına dönüşmüştü. O günden sonra BM’i kullanan ABD, sanki hukuki bir düzenleme yapılıyormuşçasına küçük bir toprak parçasında kurulan İsrail devletini dönem dönem yapılan savaşlarda destekleyerek bugünkü sınırına getirdi. Daha önce paylaşmak zorunda kaldığı Kudüs’ün tamamını ele geçirerek devletin başkentini yine Birleşmiş Milletlerin kararı ile gerçekleştirdi. Ortadoğu’nun neredeyse tamamına hâkim olan ABD, bölgedeki tüm Arap devletlerinin İsrail ile barış içinde yaşamasını sağlarken Filistin ya da Filistinli diye tanımlanan ne toprak ne da halkın yaşamasına izin verdi.

İsrail en başından beri ABD için son derece önemli konumdaydı. O kadar önemliydi ki İsrail’in olduğu bölgede ondan daha güçlü başka bir devletin olmamasını garanti altına alması zorunluydu. Bu yüzden Türkiye üzerinde oyunlar oynayarak, sürekli ihtilaller yaptırarak, toplumda huzursuzluk yaratarak, ekonomiyi alt-üst ederek, dini ayrışımlar sağlayarak, terör örgütleri yaratıp destekleyerek ve TC Silahlı Kuvvetlerinin gizli bilgilerini (Kozmik Oda) ele geçirerek İsrail’in güçlü kalmasını sağladı.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-11
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN’in SİYASİ FAALİYETLERİ”

Fethullah Gülen’in liderliğini üstlendiği örgüt birkaç isimle adlandırılmaktaydı. Örgütün amacına göre verilen isimlerin radikal İslam ve irtica faaliyetlerini yürütürken “Gülen Cemaati” deniyordu. Örgüt siyasal olarak partileri, orduyu ve devletin kurumlarını ele geçirme çalışmalarında adı “Gülen Hareketi” idi. Amacına ulaşmaya yaklaştığı sırada iktidar partisini destekleyerek devletin organlarını ele geçirme aşamasında ise “Paralel Yapılanma” adı ile ifade edildi.

Başlangıçta ABD’nin seçip görev verdiği Fethullah Gülen Cemaat yapılanmasını sağlamaya çalışıyordu. CIA tarafından seçilmiş olan Gülen, çocukluğundan itibaren Saidi Nursi öğretileri ile donanmış radikal İslamcı ve irticai faaliyetlerle uğraşan biriydi. Amacı Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal yapısını ortadan kaldırıp şeriat hükümlerine göre yaşanılan bir sistemin yerleşmesini planlıyordu. Amacına ulaşmak için camilerde mesleği olan vaizliği yaparak hedefindeki kitleyi etkilemeye çalışıyordu. Etkisi altına aldığı insanları gelecek bir zaman içinde ihtiyacı olduğunda kullanmak üzere kendine mürit yapıyordu. Çevresine kendisini İslam’da dünyayı kurtarmaya gelmesi beklenen “Mehdi” ilan ediyordu.

Hedef kitlesi önce gençlere sonra çocuklara doğru bir değişim gösterdi. İlk kez İzmir’de uygulamaya koyduğu gençlik kamplarını daha sonra orta dereceli okullar açarak genişletti. Okul faaliyetleri bir süre sonra ilkokul seviyesine kadar indi. Amacı, hedefine aldığı geleceğin örgüt elemanlarının daha çocukken yetiştirilmesiydi. Toplam sayısı 1000’i geçen eğitim kurumlarında, kadrolarını hazırladı. Bunun dışında üniversiteye hazırlık amacıyla kurslar ve yurtlar oluşturarak düşük gelirli halkın çocuklarını kolayca ağına düşürdü.

Fethullah Gülen irticai faaliyetlerine ABD güdümündeki 60 ihtilali ile başladı. O günlerde anti komünist hareketin bir parçası olarak dahil olduğu CIA organizasyonunda din faktörü ile sahneye çıkmıştı. 1980 yılına geldiğimizde yine bir ABD destekli ihtilalin yaşandığı çalkantılı dönemde yine irticai ancak bu kez bir eğitim organizatörü olarak ortaya çıktı. 2000’li yıllara doğru gelirken Gülen Hareketi devletin değişik katmanlarında yapılanma yolunda ilerledi. Özellikle Türk Silahlı Kuvvetler kendi istihbaratı sonucu edindiği verilere göre Fethullah Gülen’e engel olmaya çalışsa da dönemin ABD güdümündeki siyasi hükümetleri, aldıkları talimatlar doğrultusunda Gülen konusunda çekimser kalıyorlardı.

Fethullah Gülen siyasi anlamda ilk yakınlaşmasını 1970 yılından itibaren Erbakan ile sağladı. 1973 seçimlerinde Gülen cemaatinin, Erbakan’ın Milli Selamet Partisini desteklemesi ve partinin ses getirecek oy alması Erbakan ile Gülen’i birbirine yakınlaştırdı. Gülen’in MSP’yi desteklemesi, MSP’nin de Gülen’i desteklemesi anlamına geliyordu. Gülen tam da bu tarihlerde İzmir’de Kestanepazarı semtindeki camilerde yaptığı showlarla zengin iş adamlarını kendine bağlayarak bağışlar topladı. Bağış yapmak için yarışan insanlardan toplanan paralarla önce dershaneler açıldı ve ardı ardına çoğalan “Işık Evleri” kurulmaya başlandı. Sonra meşhur Ağlayan Çocuk resminin de kullanıldığı “Sızıntı” dergisi yayınlanmaya başlandı. Dergi uzaktan bakıldığında Tübitak benzeri bilimsel bir dergi gibi durmasına rağmen içeriği tamamen İslami tarzdaydı. Fizik, kimya, astronomi gibi bilim dallarına ilişkin yabancı dergilerden alınmış resimlerin ve yazıların arasında Saidi Nursi veya Fethullah Gülen’e ait sözler ve yazılar bulunuyordu.

Gülen’in MSP ile olan ilişkisi bir süre sonra bozuldu. Gülen’in ön plana çıkmaya çalışması, Erbakan’ın hoşuna gitmedi ve yolları ayrıldı. Gülen ise buna çare olarak tek bir parti yerine tüm partiler ile iyi geçinme yolunu seçti. Her yerde başbakan, cumhurbaşkanı ve parti liderleriyle boy boy fotoğraf çektirmesi bu döneme rastlar. Bu çalışmalarına rağmen TSK sayesinde Gülen Hareket istediği güce erişemiyordu. CIA ve Gülen 1980 sonrası Turgut Özal ve daha sonra kurulan sağ eğilimli hükümetlerde biraz daha başarı sağlayarak istedikleri bazı kadrolara adamlarını yerleştirdiler. Ancak yine de hedefe ulaşamamışlardı.

Gülen hedefine ulaşmak amacıyla bu kez DSP’yi kendine hedef aldı. DSP deneyimli siyasetçilerin bulunduğu SODEP karşısında yeterince güçlü olamamıştı. 87 seçimlerinde baraj altında kalarak meclise giremedi. 1991 senesinde bir tanıdık tarafından önerilen fakat gerçekte Gülen’in ajanı olan Hüsamettin Özkan DSP’ye girdi ve ilk seçimde seçilen 7 milletvekilinden biri oldu. CIA ve Gülen DSP’ye büyük yatırım yapmaktaydılar. Gülen, Afrika’daki okullardan gelen öğrencileri ile yaptığı “Türkçe Olimpiyatı” sayesinde seven sevmeyen herkesin gönlünü çalmıştı. Ecevit bu dönemlerde Gülen’e karşı tutuk davranıyordu. Ordunun verdiği raporlara rağmen Gülen’i (Hüsamettin Özkan’ın ısrarları ile) savunmakta ısrar ediyordu.

1999 yılında DSP’ye Fethullah Gülen’in diğer ajanı Tayyibe Gülek de (Kasım Gülek’in kızı) katıldı. Gelişmeler Gülen için güzel gittiğine dair bir görünüm sağlasa da askeri istihbarat sonucu Ankara DGM Başsavcılığı, Fethullah Gülen hakkında, anayasal düzeni değiştirmeye çalıştığı gerekçesiyle 19 Mart 1999 tarihinde soruşturma açtı. 1 ay sonra yapılan seçimlerde DSP en yüksek oyu aldı ve Bülent Ecevit uzun süreden sonra Başbakan oldu. Aynı yıl Apo Kenya’da yakalanıp (CIA yardımıyla) Türkiye’ye getirildi. Ancak buna rağmen yine de devletin içindeki organize yapı sayesinde ve kurumların birbiri ile ilişkisi nedeniyle Gülen Hareketi amacına ulaşamıyordu. 3 Ağustos 2000’de Savcı Nuh Mete Yüksel, Ankara 1 No’lu DGM’ye başvurarak Gülen’in tutuklanmasını istedi. Mahkeme talebi kabul etti ve 11 Ağustos 2000 günü Gülen için yakalama kararı verdi. Fethullah Gülen yakalanamadan sağlık bahanesiyle (İshak Alaton, Gülen için “Türkiye’de tedavi edilemez” raporu almıştı) CIA tarafından ABD’ye kaçırıldı. Bu gelişmeler CIA’in yeni bir planlama yapmasını gerektirdi. 2002 yılında suni geliştirilen bazı olaylar sonucu ülkede ekonomik bir deprem yaşanması sağlandı. Bunun sonucu olarak Bülent Ecevit ve hükümeti düşürülerek yeni bir seçim ve yeni bir hükümetin iktidarı alması sağlandı.

Gülen hareketi yeni dönemine geçtiğinde artık Gülen Yapılanması şeklini alacaktı. Yeni kurulan hükümet içinde gizli ortak olan Gülen, daha kolay ve rahat davranarak istediği yapılanması sağlayabiliyordu. Bu şekilde Adalet Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İç İşleri Bakanlığı başta olmak üzere diğer bazı önemli bakanlıkları ele geçirerek istediği yapılanmayı sağladı. Bu dönemde ordu tamamen kontrolden çıkartıldı. Ordunun en gizli yerlerine (Kozmik Oda) kadar girilerek çok gizli ve değerli bilgiler ele geçirildi. Fakat Gülen’in aşırıya kaçan faaliyetlerine dur demek gerektiğini düşünen iktidarın lideri önce Gülen’in yapılandığı bakanlıklardan atılmasını sağladı. 15 Temmuz olayı Gülen’in Türkiye’deki sonu oldu.
Yazan: Sedat Karadayı

EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10

Yazan: Sedat Karadayı
EMPERYALİZMİN TARİHSEL GELİŞİMİ-10
ANTİKOMÜNİST HAREKETİN DİNSEL KURUMLARI : “GÜLEN HAREKETİ’nin EĞİTİM FAALİYETLERİ”

1971 yılında tutuklanan Fethullah Gülen gizli eller sayesinde önce tutuksuz yargılandı daha sonra da 1974 yılındaki genel af sayesinde özgür kaldı. Fethullah Gülen 1974 yılından 1980 yılına kadar yurt içinde ve dışında, (Almanya) değişik yerlerde vaazlarına ve eylemlerine devam etti. Fethullah Gülen’e bu serbestliği ve rahatlığını, ne zaman tanıştığını bilmediğimiz Kasım Gülek sağlamıştı. Kasım Gülek 1980 yılında Güney Koreli Rahip Sung Myung Moon’un tarikatı olan Moon Tarikatı’na bağlı "Professors World Peace Academy"(PWPA)'nın Türkiye sorumlusu olarak görev alıyordu. Gençlerin, gelecekte devletin yapısında görev alacakların eğitilmesi ve yetiştirilmesi CIA’in en çok ilgi duyduğu konulardan biriydi. Kasım Gülek bu konuda daha sonra Fethullah Gülen’in organize olmasına yardım edecekti.

1980 yılının Haziran ayında gelecekten haber veren bir bilge gibi İzmir’de bir camide verdiği vaazda, Orduyu darbe yapmaya çağırıyordu. Dört göze beklediği askeri darbe, 12 Eylül’de gerçekleşti. Fethullah Gülen CIA’in askeri darbeyi yaptıracağını biliyordu ama askeri darbeyi yapanlar, Fethullah Gülen ile CIA arasındaki ilişkiyi bilmiyordu. İhtilalden sonra Gülen, başına gelecekleri biliyormuşçasına 45 günlük rapor alıp ortadan kayboldu. Bu arada sürekli bir yerlere ataması yapılan Gülen, hastalığını bahane ederek vaizlik görevinden istifa etti. Gülen askeri yönetime itaat beyanına rağmen yine de hakkında tutuklama kararı çıkartıldı. 6 yıl boyunca Anadolu’nun dört bir yanını dolaşan Gülen nedense hiçbir yerde yakalanamamıştı. Bir gün Burdur-Isparta arasında 3 araba ile seyahat ederken yanındaki 13 kişi ile beraber yakalanıp tutuklandı. Fakat dönemin Başbakanı, ABD’den Prens olarak gelip Türkiye’de padişah olan Nakşibendi Turgut Özal, irade sahiplerinin emri ile Fethullah Gülen’in serbest bırakılmasını sağladı.

Fethullah Gülen, ciddi anlamda okul yapılanmasını ilk kez proje alanı seçilmiş olan İzmir’de gerçekleştirdi. Okulun müdürlüğünü, Rize Pazar doğumlu, öğretmen ve il eğitim müdürlüğü yapmış olan Sami Yıldırım (Sezen Aksu’nun babası) yapıyordu. Okul 15 Kasım 1982 yılında Bozyaka’da kurulan Yamanlar Kolejiydi. İlk kayıtlarda okula 28 adet öğrenci kaydolmuş ancak sezon sonunda ayrılanlardan sonra 12 öğrenci mezun olmuştu. Okulu Sami Hoca yönetiyordu ama Fethullah Gülen haftada birkaç gün okula misafir gibi gelip vaaz vermeyi sürdürüyordu.

Fethullah Gülen CIA’den aldığı destekle diğer dinsel yapılanmalar (Moon, Opus Dei, Vatikan) gibi oluşmaya ve gelişmeye başlamıştı. Bir yandan türlü türlü dergiler ve gazeteleri dağıtarak tanıtım yaparken diğer yandan iş dünyası içinde görünmez bir ağ ile ticari ilişkilerden gelir sağlamaktaydı. Müridi olan büyük patronların şirketlerine pazar sağlayarak, ticaretlerini geliştirip yüksek kazançlar sağlıyordu. Bu kazançlardan yaptığı kesintilerden dev bir yapılanma ortaya çıkıyordu. Fethullah Gülen eğitim sektöründe Yamanlar Koleji gibi başka okulları da uygulamaya sokmuştu. Farklı isimlerle tüm Türkiye’de 985 adet okulu vardı. Yurt dışındakileri de ilave edersek sayısı 1000’den fazlaydı. Okulların yanında kız ve erkek yurtları ile üniversiteye hazırlık kursları bulunuyordu. Ülkenin dört bir yanında şirket ortaklıkları her hafta Cuma günleri kahvaltı toplantısı yaparak birlik içindeki ticari haberleşmeyi sağlıyorlardı. İstanbul’da bulunanların son durağı her zaman Eyüp Sultan oluyordu. Birlik içindeki politikaları Moon ve Opus Dei tarikatlarında olduğu gibi kendilerini belli etmeme, açığa çıkmama üzerine kuruluydu. Basit bir örnek vermek gerekirse aşırı dini kurallara bağlı olan müritler, badem bıyıklı olsa bile kravatlı takım elbise giyiyorlardı. Zorunlu durumlarda şarap da dahil her türlü alkollü içki içerler hatta “Deccal” adını taktıkları Atatürk’e methiyeler bile düzerlerdi. Bu davranışlar onların çok iyi gizlenmelerini sağlıyordu.

CIA, Fethullah Gülen’i Türkiye yanında Türki cumhuriyetlerde de kullandı. Dağılmış Sovyetler Birliğinden kopan Türki cumhuriyetler ABD’ye yaranmak için önce Fethullah Gülen’i bağırlarına bastılar ancak Viladimir Putin’in Rusya’nın başına geçmesi ve KGB’nin aktif görevine başlaması Fethullah Gülen’e Türki cumhuriyetlerin kapısını kapatmaya yetti. Sonraki yıllarda ABD doğrudan giremediği Afrika ülkelerine Fethullah Gülen’in okulları aracılığı ile girmeyi sürdürdü.

Fethullah Gülen’in tüm okullarında sistem 2 şekilde uygulanıyordu. Türkiye’deki okullarda özellikle seçilen dar gelirli ailelerin inançlı çocukları üzerine yoğun çalışma yapılarak önce nefer sonra mürit yapılıyordu. Öğrencilere Saidi Nursi’nin öğretileri yüklenerek kadroya dahil ediliyorlardı. Seçilmiş öğrenciler yeteneklerine bakılmaksızın ABD’ye gönderilip eğitimini orada sürdürüyordu.

Gülen yapılanması hücre evlerden oluşup sonra belli rütbelerle daha yükseklere doğru ilerliyordu. Rütbeleri yükselen seçilmiş yöneticiler CIA’in kurduğu öyle bir sistemin içinde hareket ediyorlardı ki hiç kimse bir diğerini gerçek isimle bilmez tanımazdı. Yalnızca takma ve kod isimler kullanılan organizasyonda kendilerine özel şifreli haberleşmeleri vardı.

Yurt dışı okullarda sistem biraz daha farklıydı. Önce bir grup Müslüman Misyoner seçilen ülkeye giderdi. Başkent ya da en büyük kentin uygun bir yerinde okul yapılması şartı ile yerel yönetimden arazi istenir ve iyi ilişkilerin ilk kurulumu sağlanırdı. Doğal olarak yerel yöneticinin çocukları okulda %100 burslu yani bedava okutulurdu. Okuldaki eğitim yerel dilde, Türkçe ve İngilizce (Amerikan İngilizcesi) yapılırdı. Yerel dil, bulunan ülkeye saygıdan ve hukuki şartlardan dolayıydı. Türkçe, daha sonra Fethullah Gülen’in Türkiye’de reklamını yapmaları içindi. Türkiye’de Türkçe Olimpiyatına katılan ve Türkçe konuşup şarkı, türkü söyleyen yabancı öğrencileri görenlerin dili tutuluyordu. İngilizce ise seçilen öğrencilerin ABD’ye giderek beyinlerinin yıkanabilmesi içindi. Okulda öğrencinin gerçekten çok başarılı olması gerekmiyordu. İletişimde sorunu olmasın yeter gözü ile bakıyorlardı. Seçilen üst sosyeteye sahip (geleceği parlak) öğrenciler ABD’de kazanmaları garanti olan özel bir sınava alınarak okullarına yerleştirilirlerdi. En az 5-10 sene ABD’de kalan proje öğrenciler, 25-30 yaşlarına geldiklerinde tam bir Amerikalı gibi ülkelerine dönerek uygun sektörlerde, uygun makamlara yerleştirilip ülkelerine daha doğrusu ABD’ye hizmet etmeye hazır duruma getirilirlerdi. Bu proje öğrenciler, bulundukları makamlarda ABD ve onların şirketlerine ülkelerinin değerli madenlerinin (Petrol, Altın, Gümüş, Uranyum, Bor vs) işletilmesi haklarını verirlerdi. Bu arada Fethullah Gülen’e bağlı Türk şirketleri de bu ülkelere yerleşip ticaret yaparak Gülen ve örgütüne gelir sağlamasına yardımcı olurdu. Bir zamanlar Turgut Özal’ın Prenslerini hatırlayın. Hatta Prens gelip Padişah olan Turgut Özal’ı da unutmayın.
Yazan: Sedat Karadayı