HABERLER
Dini Haber

İLK CİNAYET, ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Adem'in oğulları, din, Habil, Habil ile Kabil, İbn-i Haldun, İlk cinayet, MWG, Özel mülkiyet, Özel mülkiyetin doğuşu, Yeryüzünde ilk kavga, İLK CİNAYET, ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU
Yeryüzünde ilk kavga ya da ilk cinayet kabul edilen bu olay üzerine çok şeyler yazıldı, halen de yazılıyor. Bu olay Kur'an ve Tevrat’ta yer aldığı gibi pek çok din kitabına da girmiştir. Pek çok kitap ve çeşitli Kur'an tefsirlerinde bu konu ince ayrıntılarıyla anlatılır.

Anlatılanlara bakıldığında, cinayetin nedeni; Kabil eş olarak kendisine ayrılan kız kardeşiyle evliliğe razı olmayıp, Habil’in hakkı olan kız kardeşiyle evlenmek istemesidir. Âdem, oğulları arasındaki bu anlaşmazlığı çözmek için oğullarının tanrıya birer kurban sunmalarını ister. Hangisinin kurbanı kabul olursa onun dileğinin yerine getirileceğini söyler. Kabil’in kurbanı kabul edilmeyince kardeşini öldürür. Görünen ilk neden budur. Kaynak kabul edilen kitaplarda olayın gelişmesi böyle anlatılıyor. Bunun dışında, asıl neden; Kabil’in kişisel mülkiyet edinme ve erişebileceği topraklara sınır koymak istemesidir. Kimi toplumbilimcilere göre özel mülkiyeti başlatan Kabil’dir. Kabil’in sınırsız toprakları sınırlarla çevirerek sahiplenmesi, özel mülkiyetin başlangıcına daha sonra da kölelik ve ezen- ezilen sınıfların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Kuran’da geçen ilgili ayetlere göre, yeryüzünde ilk ölen insan Habil’dir. Çünkü Kabil, Habil’in cesedini ne yapacağını bilmiyor. Bir karganın toprağa leş gömdüğünü görerek, kardeşinin cesedini toprağa gömüyor. Demek ki o güne kadar hiç ölen, ölüp de toprağa gömülen olmamış.

Kutsal kitaplara göre; cinayetle sonuçlanan bu kavga, insanlığın ilk kavgası, ilk adam öldürülmesidir. Ayrıca Kabil, babası Âdem, annesi Havva’dan sonra yeryüzünde ilk suç işleyen insandır.


ÖZEL MÜLKİYET VE DEVLETİN OLUŞUMU
Kabil- Habil öyküsünde olduğu gibi;  özel mülkiyetin başlamasıyla kölelerle, ezen ezilenler ortaya çıktı. İnsanların yeryüzünde yurt tuttukları ve sahip oldukları topraklar, mülkler her yerde vardır. Her insan topluluğu ulaşabileceği her yere sınır koyarak sahiplenmiştir. Ancak insan her zaman insanlığını koruyamadığı için sınır kavgaları, köleler ve ezen ezilenler ortaya çıkmıştır. Yeryüzünde konuşabilen, düşünebilen, yapabilen ilk insan ortaya çıktığından bu yana, insanlar hiç rahat durmadılar. Hiçbir zaman, hiçbir yerde sürekli erinç bulunamadı, toplumsal barışı da sağlayamadılar. İnsanlar mal mülk kavgaları, çıkar kavgaları, üstünlük kavgaları gibi kavgalarla kendilerinden geçip insanlıklarını unuttular ve hâlâ da böyledir. Her insanın içinde bir sahiplenme isteği yatar. Bu isteği bastırabilirseniz insan olarak kalırsınız. Bu istek bastırılmazsa işte o zaman insanlıktan çıkıp, her kötülüğü yapmaya hazır olursunuz. Toplumlar da böyledir. Kutsal kitapların yazdığı Kabil Habil kavgası işte bu sahiplenme isteğinin neden olduğu bir kavgadır. Bütün kötülüklerin, kavgaların, savaşların ana nedeni de insanın bu sahiplenme isteğidir. Bu her zaman ve her yerde böyledir. İnsanlar gördükleri beğendikleri her şeyi ele geçirmek, sahiplenmek istemişlerdir. Ha özel mülkiyet, ha devlet mülkiyeti, ha vatan toprağı; bunların hepsi aynıdır. Aralarında ufak tefek farklılıklar olsa da, temelde hepsi aynı sahiplenme isteğinin sonuçlarıdır. Yeryüzü ölçemeyeceğimiz kadar büyüklükte topraklara sahip. Ortada sınırlar ya da devletler falan yokken, herkes istediği yerde istediği şekilde barış içinde yaşayabilecek bir durumdayken bile insanoğlu sahiplenme isteğini yenemedi. İnsanlar, birbirleriyle bir şeyleri paylaşmak istemediler. Çünkü herkes, her şey benim olsun isteğiyle hareket etti. O günden bu güne ne kadar zaman geçtiğini bilen yok. Aradan geçen onca zamandan sonra, sahiplenme isteği hâlen devam ediyor.

Başlangıçta; sınır, sınıf, sömürü, savaş, sindirme, saldırma ve haklara tecavüz yoktu. Çünkü özel mülkiyet yoktu. Milyarlarca dönüm toprağa sahip yeryüzünde, insanların yararlanabileceği her şeyi; toprağı, suyu herkes kullanıyordu. Her şeyden herkes yararlanıyordu. Kabil nefsine uyarak, görebildiği bütün her şeye sahiplenmek istedi. Herkesin yararlandığı topraklar üzerine sınır koydu, çit çekti. Her yere sahiplendi. Bundan böyle sınır çekilen yerlerden başkalarının yararlanması yasaklandı. Buna karşı çıkanlar; zulüm gördü, dayak yedi, korkutuldu ve sindirildi. Kendisine karşı çıkanların lideri olan kardeşi Habil'i öldürerek son noktayı koydu. Sahiplendiği yerleri korutmak için bekçiler tuttu. Bu bekçiler sonradan orduya dönüştüler. Kabil'in sahiplendiği yerlerin gelirini giderini ve bu sahiplenmeyi meşrulaştırmak için, Kabil birilerine yetki verdi, güçlü birilerini kendine vekil yaptı. Böylece devlet dediğimiz; özel mülkiyeti ve Kabil gibileri koruma ve baskı örgütü ortaya çıkmış oldu.

Özel mülkiyet; önce para ve mülk birikimini, arkasından da Ortaçağ derebeyliğini getirdi. Derebeyleri her türlü güce sahip olduklarından, kendilerinden çok güçsüz insanları köleleştirdiler. Böylece, özel mülkiyet ile ortaya ezen ve ezilenler sınıfı çıktı. Zaman içerisinde bu derebeylerine başkaldırmaya kalkan köleler ya da ezilenler sınıfı, derebeyleri rahatsız etmeye başladılar. Çözüm olarak; derebeyleri kendi çıkarları için birleşip ezilen sınıfa karşı örgütlendiler. Bu örgüt, daha sonraları ezilenlere göstermelik bazı haklar vererek; ezilenlerin ayaklanmalarını önlemiştir. Binlerce dönüm araziye sahiplenen derebeyleri, ezilen sınıfa birer ikişer dönüm toprak ya da üçer beşer hayvan vererek onları aldattılar. Oysa derebeylerin eline geçen mülkiyetin gerçek sahipleri zaten o toplumundu. Özel mülkiyet edindiğini sanan ezilenler, edindikleri bu mülkiyeti canlarından daha çok korumaya çalışmışlarsa da bunu beceremediler. Çünkü güçleri yoktu, bilgileri sınırlıydı. Öyleyse özel mülkiyetlerini nasıl koruyacaklar? Kendi güçleri yok. O zaman derebeylerine gidip sizin özel mülkiyetlerinizin yanında bizimkileri de koruyun dediler. Hatta bizi koruyun ürünümüzün belli bir payını, kazandığımızın bir kısmını size verelim dediler ve bu konuda anlaştılar. Kendilerini koruma karşılığı derebeylerin örgütüne verilen bu paylar, sonraki zamanlarda devletin vatandaştan aldığı vergilere dönüştü. Bu durum tavukla ineğin sucuklu omlet yapma öyküsüne benzer.


Tavukla inek başıboş dolaşırlarken canları sıkılmış. Tavuk, ineğe bir ortaklık teklif etmiş. “İnek arkadaş, ikimiz bir iş birliği yaparsak çok kazançlı oluruz.” İnek sormuş; ne yapacağız? Tavuk yanıtlamış sucuklu omlet yapacağız, yumurta benden sucuk senden. İneğin bu işe aklı yatmış; Adı üstünde inek ya! Ertesi gün tavuk kanadının altına bir yumurta sıkıştırıp kasapla birlikte ineğin yanına gelmiş. İnek arkadaş, ben yumurtamı getirdim sen de sucukluk eti ver de işe başlayalım demiş. Ne yapsın inek? Başını kasabın bıçağına uzatmaktan başka ne yapabilir? Öyle de yapmış. Öykü budur. Bu öykü ezilenlerle ezenlerin, yani kendisilerini vatandaş olduk sananlarla; kendilerini devlet olduk sanan derebeylerin ilişkilerine benzemiyor mu? Yani ezilen kendi eliyle kendisini ezene sığınarak, kendi alınyazısını kendisi yazmış oldu. İşte liberal- kapitalist devlet dediğimiz kurum, bu örgütlenmeden başka bir şey değildir…

İbni Haldun, günümüzden beş yüz yıl kadar önce yaşamış Tunuslu bir aydındır. Yeryüzündeki çoğu ülkeleri dolaşıp, her ülkenin ekonomik ve siyasi yapısını falan incelemiştir. Uzun yıllar süren bu inceleme gezilerinden sonra, oturup ünlü kitabını yazmıştır. Bu kitapta yazılanlar ezen ezilen ikilisiyle yaşamaya alışmış olan Arapların ve daha pek çok ülkenin işine gelmediğinden bunlar İbni Haldun’u sevmezler.

İbni Haldun halk tabakalarını üçe ayırır. Dördüncü tabaka yöneticiler tabakasıdır. Bu dördüncü tabaka, devlet dediğimiz örgüttür. İlk tabaka üreticidir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Emek harcar. Ürün fazlasını tüccarlara satarak, tüccarlar tarafından sömürülür. En zor yaşayan ve en altta olan halk tabakası bunlardır. İkinci tabaka, imalatçı ve zanaatkârlardır. Bunlar da bir tür üreticidirler. Emek harcarlar. İmal ettikleri ticaret mallarını tüccarlara satarlar. Bu tabakadakiler de, tüccarlar tarafından sömürülür. Üçüncü tabaka tüccarlardır. Bunlar üretim yapmazlar, emek çekmeden kazanç sağlarlar. Üretici ve imalatçı zanaatkârların emeklerini kazanca dönüştürürler. Devletle iyi geçinirler. Bazı durumlarda devletin koruma ve desteğini de alırlar. Yöneticiler, yani devlet ise; hiçbir üretim yapmaz ama her üç tabakadan vergi alır. Bu tabakaların içinde en asalağı devlettir ve her üç sınıftan da vergi alır. Bu devlet; kendi örgütüne yakın olan tüccarları, iş adamlarını, bankerleri, tefecileri falan korur. Yani devlet, özel mülkiyeti olanın ve sayıları azınlıkta olan birilerinin servet ve mülklerini koruma görevini üstlenmiş olur. Devletin işine gelmezse bu azınlık kesimi de ortadan silebilir. Ya da azınlık kesim devletin başındakileri beğenmediklerinde- işlerine gelmediğinde- yeni birilerini bulup yönetici yapabilir. Devlet, belirli sayıdaki kişilerin korumalığını yapıyorsa ve de asalaksa; böyle bir örgütün hiç gereği yoktur. Herkes, kendi kendini yönetebilir. Böylece hiç kimse bir başkasının sırtından kazanç sağlayamaz. Üç aşağı beş yukarı bütün devletler böyledir…

İbni Haldun böyle düşünerek hem çağını hem çağlar sonrasını etkilemiştir. Ama ne yazık ki; kalburüstü sınıfı kendi çıkarları için koruyan devlet dediğimiz yöneticilerle, siyasi dinci ruhaniler bütün güçleriyle bu tür düşüncelere karşı çıkmışlardır. Bu çatışma yüz yıllardan beri sürüp geliyor, belki bir yüzyıl daha sürecek.
« ÖNCEKİ YAYIN
SONRAKİ YAYIN »