HABERLER
Dini Haber
KTZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KTZ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KİM DEMİŞ İSLÂM EVRENSEL DEĞİL DİYE?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, Dinler evrensel mi?, İslam evrensel mi?, Evrensellik,

KİM  DEMİŞ  İSLÂM  EVRENSEL  DEĞİL DİYE?

100 YIL ÖNCE
Kadın: Herif! Yeter gayrı doğurduğum, dayanamıyom, bunun bir hal çaresine baksak, çocuk 10 oldu, 11 inciye dayanacak takatim kalmadı.
Erkek: Sen sus eksik etek. Aklın ermez öyle şeylere. Allah çoğalın diye emretmiş. Hem Allah’ın verdiği canı ne yapacan, öldürecen mi? Allah öyle emretmiş, Allah’ın emrine garşı mı gelecez?
Kadın: Dudağımı boyadım bey, güzel olmuş mu?
Erkek: Oro…puya dönmüşsün, o ne lan. Bir daha görmeyeyim. En güzel boya, Allah’ın boyasıdır. Allah’ın verdiği yüzü, gavur icadıynan mahfeyleme.

ŞİMDİKİ ZAMAN
Kadın: Kocacığım kaç çocuk yapalım?
Erkek: Bilmem ki hanım, Allah kaç tane nasip ettiyse. İki taneye karar verelim de gerisi Allah kerim. Allah nasip ederse  üçüncüyü de yaparık İNŞALLAH!
Kadın: Makyajım nasıl olmuş?
Erkek: Çok güzel olmuş, çok yakışmış ama dışarıya giderken boyanma, evde  yap makyajını.  Kocasına güzel görünmek için süslenen kadını Allah da sever.
Kadın: Dudağıma dolgu yaptırayım diyorum ne dersin?
Erkek: Yok artık, orada dur derim. Allah’ın verdiği dudağı bozma bak,  Rabbim ne güzel dudak vermiş sana! Şükret! Hem ben memnunum dudağından!

100 YIL SONRA
Erkek: Geldik nihayet eve, hastane ne kadar kalabalıktı. Allah’ın izni ile çocuğumuzun göz rengine, boy uzunluğuna karar verdik. Sülalemizde mavi gözlü, uzun boylu biri yok ama,  Allah’ın bize bahşettiği genetik mühendisliğinin imkânlarıyla olacak inşaaaallah!
Kadın: Öyle öyle. Allah razı olsun bu yöntemi icat edenlerden. Yalnız bizimkilere ne diyeceğiz, biliyorsun anne babalarımız böyle şeylere karşı.
Erkek: Bırak o eski kafalıları. Onların ki dindarlık değil, yobazlık. Önemli olan takvadır, maneviyattır. Çocuklarımızın görüntüsü nasıl olursa olsun,  önemli olan maneviyatlarını iyi yetiştirelim. Allah maneviyata önem verir, görüntü ne ki?
Kadın: Doğru söylüyorsun.
Erkek: Bir de şey söyleyecektim hanım, doğumdan sonra seni bir genetik güzellik merkezine götürüp vücudunu komple sarışın yapsak nasıl olur?
Kadın: Hımmm, sarışın olayım istiyorsun.
Erkek: Evet.
Kadın: Hele bir doğurayım da nasibimde varsa  onu da yaptırırız İnşallah!
Erkek: Hayırlısı.

500  YIL SONRA
Erkek: Karıcığım, ben görevim gereği  Marsın yörüngesine gidiyorum.  6 ay gelemeyeceğim. Seni çok özleyeceğim ama gitmek zorundayım.
Kadın: Kendine iyi bak,  güle güle.  Allah yol açıklığı versin, hayırlısıyla sağ salim gidip gelmeyi nasip etsin.
………………………………………………
Erkek: Hanım, ben geldim.
Kadın: Sen de kimsin be!
Erkek: Benim, senin kocan.
Kadın: Ha sen şu benim yeni vücudun kocası.
Erkek: Ne?
Kadın: Sen burada yokken karını kaçırdılar ahbap. Beni de kaçırmışlardı. Üzerimizde yasa dışı deney yaptılar. Karınla benim bilincimiz yer değiştirdi. Karının bilinci şu an benim bedenimde, benim bilincim de karının bedeninde. Tekrardan bilinçlerimizi  değiştiremedik, kaldık mı böyle? Ne yapcaz?
Erkek: Benim karı nerde?
Kadın: Benimkinin yanında.
Erkek: Sistem, fetvaya ihtiyacım var, hocayı bağla bana.
Hoca: İslâm dininde, beyin organı ve bilinç  ile ilgili bir bilgi olmadığı gibi beyin zinası  ya da beyin evliliği diye bir durum yoktur. Bir mümin kadınla bir mümin erkeğin birlikteliğini içeren evlilik, zina  ya da ahlâksızlık gibi  durumlar insanın bizzat  biyolojik vücudu ile gerçekleştirdiği durumlardan kaynaklanan sonuçlar ile hüküm sürer. İman ise kalptedir. Bu nedenle size gerekli olan, eşinizin vücudu ile kalbidir. Yani eşinizin vücudu ve kalbi hangisi ise o sizin helâlinizdir, caizdir.  Diğeri ile işiniz yoktur.

1.000  YIL  SONRA
Erkek: İş yolculuğum bu kez uzun sürecek. Güneş sisteminin dışına çıkıp “X” gezegenine varacağız. Ne zaman gelirim bilemiyorum.
Kadın: Allah’a emanet ol.
…………………………………………………………………….
Erkek: Hanım ben geldim.
Kadın: Hoşgel…., o yanındaki kadın  kim?
Erkek: Ha bu mu? Kusura bakma ya! İstemeden aldım. Almak zorunda kaldım!
Kadın: Anlamadım, ne saçmalıyorsun sen? Ne alması?
Erkek: Yüce Mevlam, X gezegenine de Peygamber göndermiş. Oradaki dini kurallara göre gezegene ayak basar basmaz o Peygambere bağlanıyorsun.  Zaten oraya vardığımızda  Peygamber, kâfirlerle cihad ediyordu. Nasıl oldu bilmiyorum, bizim gemiyi ele geçirdiler, bizi de esir aldılar.  Esaretten kurtulmak için oradaki Müslüman bir kadınla evlendirdiler. Gerçi onlar Müslüman ya da Allah demiyor, dilleri ve telaffuzları farklı ama biz anladık ne olduğunu. Gelirken mecburen oradaki hanımı da aldım getirdim  ne yapayım? Allah’ım hiçbir gezegeni sahipsiz, Peygambersiz, dinsiz  bırakmıyor. A aaaaa, hanım o sepetteki bebek ne?
Kadın: Bizim  bebeğimiz. Sana sürpriz yapayım dedim ama en büyük sürprizi sen yaptın.
Erkek: Nasıl benim bebeğim? Ben gideli 14 ay oldu.
Kadın: Sen yokken canım sıkıldı, ben de çocuk yaptım oyalanayım diye?
Erkek: Ne demek yani? Nasıl yani ben yokken?
Kadın: Senin bütün genetik özelliklerin kayıtlı ya bilgisayar sisteminde!
Erkek: Eeeeee?
Kadın: İşte o kayıtlı olan DNA şifrenin aynısından yapay Sperm ürettiler sonra da yumurtalarımdan biri ile döllediler. Yani biyolojik olarak senin sayılır. Sadece işlem farklı.
Erkek: Allah’ın bize bahşettiği tıbbı görüyor musun, nasıl da ilerlemiş!
Kadın: Yani sen de Allah’ın sana izin verdiği ikinci hanımı bu dünyada alamadın ya, gittin başka gezegenden aldın geldin! Yuh be!
Erkek: Sen o konuyu dert etme. Ben ikinize de eşit davranmak için evdeki sistemi ayarlıyorum. Birinize fazla ilgi göstertirsem sistem uyarı verip beni diğerinize yönlendirecek. Çok şükür teknolojiyi bize veren Rabbime! Sen hiç üzülme,  Allah’ın bahşettiği teknoloji sayesinde aranızda zerre kadar adaletsizlik yapmayacağım.

İSLAM'DA FARKLI İNANÇ ŞEKİLLERİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, İslam'da farklı inanç şekilleri, Farklı Müslüman inanışları, Peygamber mi Allah mı?, Allah dayatması, Hz Muhammed, İslamı sorgulamaya giden yol,

İSLAM'DA FARKLI İNANÇ ŞEKİLLERİ

Bu başlık altında ele alacağım konu, meshep ya da tarikatlarla, cemaatlerle ilgili değil.

Dindar olduğum dönemlerde, tanıdıklarla veya yeni tanıdığımız insanlarla bazen dini konuları içeren sohbetler yapardık. O zamanlar İslâm’ı modern şekilde yorumlamaya çalışan Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi İlâhiyatçılar çok popülerdi. Biz de ailecek, etrafımızdaki çok tutucu ve çok dindar olan dini yapıdan kendimizi bir parça ayırır ve Sosyete hocası denilen bu tür kişilerin görüşlerini dinler, hak verir ve etrafımıza da sohbet aralarında anlatmaya çalışırdık. Bu sohbetler bazen tartışmaya döner ve baktık ki işler kötüye gider,  bir birimize gireceğiz, karşılıklı olarak hemen konuyu kapatır, farklı şeylerden konuşmaya başlardık.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK, hangi kanaldı hatırlamıyorum ama “Ayşe ÖZGÜN ile her gün” isimli bir programda Cuma günleri konuk olarak bulunuyordu. Ayşe hanım, Yaşar Nuri beyin, İslâm ile ilgili bir kitabını elinde bulunduruyor ve kendisine ilginç gelen konular ile ilgili sorular soruyordu. O günlerden hatırlayabildiğim şeyler, “İslâm’ın şartı 5 değildir, kadınlar Cuma namazı kılabilir, kadın başı açık şekilde namaz kılabilir, cenaze namazı sırasında kadınlar da erkeklerle  ön sırada saf tutup cenaze namazını kılabilir,…” gibi konular yer alıyordu. İnsanlar bu tür konuları dinlerken ve kendilerine öğretilen geleneksel din ile Kur’an’da var olan dinin farklı olduğunu fark edince şok oluyorlardı. Bu yönü ile kendisine bir çok taraftar toplamış olmasına rağmen bir çok kişiyi de karşısına almıştı. Yaşar Nuri bey, her ne kadar kendi çapında İslâm’ı,  yobaz  ve gerici bir din olmaktan çıkartıp modernleştirme çabasına girmiş olsa da (belki de öyle görünmeye çalışıyordu),  aslında bu ülke insanının bilincine çok güzel şeyler kattığına inanıyorum. Peki neler kattı?
  • Öncelikle geleneksel din ile Kur’an dini arasındaki farkları ve çelişkileri ortaya koyarak inançlı kesimin dikkatini uyardı. Buna, uyuklayan insanı omzundan tutup silkelemek de diyebiliriz.
  • Müslüman kesime, din ile ilgili bir ibadet veya bir emir ya da benzeri bir şey yaparken, “Ben bunu doğru yapıyor muyum? Allah gerçekten böyle yapmamı mı istemiş? Kur’an’da bu geçiyor mu? Bunun aslı faslı nedir?” gibi düşüncelerle dini yaşantısını sorgulama ve kontrol etme ihtiyacı hissettirdi. 
  • O zamanın ilahiyatçılarına dek, bir çok konuda soru soran ve sorgulama yeteneği olan fakat dini konularda sorular sormaya çekinen, aklına ters bir soru geldiğinde “şeytan işi” diyen “ayıptır, günahtır” diyen ve soru sormaktan çok fetvaya ihtiyaç duyan Müslüman’lara cesur sorular sormalarının ve sağlıklı sorgulama yapmalarının kapısını açtı. Bunun sağladığı en güzel fayda ise “DİN SORGULANMAZ!” inanç kalıbının yıkılmaya başlamasıdır.
  • O zamana kadar Kur’an’ı sadece Arapça okunuşu ile okuyan, Türkçe meali ile okuma alışkanlığı olmayan Müslüman halka “Evinizdeki Kur’an mealini, duvarınızda süs niyetine asmayın, açın okuyun” diyerek insanları Kur’an’ın Türkçe mealini okumaları yönünde teşvik etti. Bu çok önemliydi çünkü eski İlâhiyatçılar ve özellikle Diyanet, Kur’an’ın anlaşılması ağır bir kitap olduğunu ve ancak onu, alanında uzmanlaşmış İlâhiyatçıların ve hocaların okuyup anlayabildiklerini ve vatandaşın da ancak bu hocalardan gereken bilgiyi alabileceklerini söylerlerdi. Kur’an’ı anlama algısı  bu şekilde oluşturulmuştu. Yaşar Nuri ÖZTÜRK ile,  bu algı değişime uğramaya başladı. 
  • Emeviler ve Abbasiler gibi İslâm topluluklarının dini ve Kur’an’ı nasıl yozlaştırmaya çalıştığını ve tahrif edildiğini çok kez dillendirdi. Bu konularla ilgili olarak bir çok kişinin zihninde “Kur’an gerçekten de kıyamete kadar korunuyor mu?” şüphesini getirdi. 
  • Yaşar Nuri beyin, din ile ilgili bence bu ülke insanına kazandırdığı en güzel şeylerden birisi de her ne kadar İslâm Peygamberini yüceltse de Arap milletlerinin yaşantısından haz etmeyen ve o milletlerin yaşantısını, insan haklarına aykırı olarak gören ve bunu bir çok kez dile getirerek halkı bu konuda bilinçlendirmeye çalışmasıyla ilklerden biri olmasıydı.  Onun dönemine kadar bir çoğumuz, Suudi Arabistan’ı kutsal bir ülke olarak görürdük. Hatta Araplar da kutsaldı. Suudi Arabistan içinde yangın çıkan bir otelden kadınların kurtulmak için yarı çıplak bir şekilde can havliyle dışarı koşarken, emniyet güçlerinin “kadının dışarıya yarı çıplak şekilde çıkması günahtır” diyerek kadınları tekrar alevlerin olduğu otele tıkmaya çalıştığından tutun da, Ramazan ayına girişin tespiti için bilimsel ve kesin  yöntemler yerine görevli birisinin yüksek bir tepeye çıkartılıp ayın durumunu gözlemleyerek ancak Ramazan ayına girişin karar verildiğine kadar bir çok insanlık ve akıl dışı olayları yeri geldiğinde sık sık anlatırdı. Bunları dinleyen halk, haliyle Arap ülkeleri ile kendi yaşantısını ve ülkesini  karşılaştırıp Arap milletlerinin dindarlıktan çok cehaletle ve gericilikle yaşayan topluluklar olduğuna vakıf oldu. Şu an için bu tür bilgilere herkes ulaşabiliyor fakat internetin olmadığı ve televizyon kanalının tamamen devletin tekelinde olduğu ve özel kanalın sadece birkaç tane olduğu 90’lı yıllarda bu tür bilgilere ulaşmak çok zordu. Öğrencilik yıllarımızda ise din dersi öğretmenleri, Arap ülkelerini öyle yağlı ballı anlatırlardı ki, oralar sanki hayalimizde cennet diyarıydı. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, bizlere cennet diyarı diye anlatılan masallardan insanların ciddi bir kısmını uyandırdı ve Medeni yasalar ile Şeriat yasaları arasındaki farkı irdeleyip anlamamıza vesile oldu. 
  • Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an ve ükemizdeki İslâm geleneğine yönelik cesur yorumlarıyla gündeme oturmaya başladıktan sonra aynı görüşe ya da benzer görüşe sahip  diğer İlâhiyatçılar teker teker konuşmaya başladılar. Aslında bir çoğunun benzer görüşü yeni değildi fakat o dönemlerde insanların en etkili iletişim ve haber aracı olan televizyon vasıtası ile bu yolu diğerlerine açan Yaşar hoca oldu.
  • O dönemlerde, geleneksel din ile Kur’an arasındaki farklar incelenip sorgulanıp sonrasında Kur’an’ı kim daha doğru yorumluyor sorgulamalarına gidildi.  O sorgulamanın ardından gelen  soru ise “Kur’an ayetleri insan haklarına, çocuk haklarına ve kadın haklarına uygun mu?”. En son geldiğimiz noktada ise en popüler olan sorgulama sorusu şu şekilde: “Ateistler, dinimizde bunun böyle böyle olduğunu söylüyorlar, yoksa doğru mu?”

Bazı yazılarımda Modernist diye tabir ettiğim İlâhiyat profesörlerini, hocaları yerden yere vurup eleştirdiğim çok oldu fakat biraz derin düşününce, benim ve benim gibi bir çok kimsenin Arap yutturması bu dini sorgulayıp bırakmamızdaki süreçte onların katkılarını görmezden gelemem. Yaşar Nuri beyin döneminden önce, dine  yöneltilebilecek çok cesur soruları bırakın sormayı  aklımıza bile getirmezdik.
O dönemlerden bu dönemlere doğru gelindiğinde, dini bilgileri sorgulayan, araştıran, düşünen  bir kısım  insanın(ülkemiz için söylüyorum) kafasında bir birine benzemeyen ama en çok da İslâmiyet’e benzemeyen fakat İslâm gibi görünen inanç türleri oluştuğuna şahit oldum. Karşılaştığım bazı durumlar, yaptığım bazı sohbetler, tanıdığım bazı kimselerden tesadüfen işittiğim kişisel dini tutumlar  ve sosyal medyada gözlemlediğim izlediğim bazı durumlar üzerinden bunların neler olduğunu, ilgili başlıklar altında paylaşmak isterim.

  • Bir şeyler yanlış!
Dindar kesim içerisinde namaza başlayan ve bir süre sonra bırakan insanlara rastlamışsınızdır. Ben de o insanlardan biri idim geçmişte. Ortalama 5 yıl namaz kıldım. Çevremdeki insanların “namaza bir başlasan müptelası olursun, için o kadar huzur dolar ki…” gibi sözlerini dikkate alırdım ama o huzuru yaşadığımı söyleyemem. Gerçekten söyleyemiyordum çünkü bir kez söyledikten sonra “Sen Allah’ı gerektiği gibi sevmiyorsun” cevabını aldım ve susmayı tercih ettim. Sonrasında bıraktım namaz kılmayı. Namazı bırakmamın ardından 1 yıl sonra başka bir tanıdığım ile sohbet ederken konu namaza geldi(çekim yasası dedikleri bu olsa gerek). Tanıdık olan kişi İlâhiyatı bitirmiş. Kendisinin daha önceleri çok kez namaza başladığını fakat namaza kendisini bir türlü veremediğini, hûşû dedikleri huzuru ne namazda ne de namaz sonrasında hiç yaşamadığını ve namazın kendisine “gereksiz bir ibadet” hissi verdiğini ve en sonunda namaz kılmayı bıraktığını söyledi ve devamında “Bu namazda yanlış olan bir şeyler var. Günümüze kadar orjinali ile geldiğine inanmıyorum. Bence Allah’ın Peygamberimize öğrettiği namaz ile bize kadar gelen namaz, aynı namaz değil. O yüzden ben, namaz kılmak yerine, namaz vakitlerinde Allah’ı anıp oturduğum yerden dua ve sure okuyorum. Böylelikle kendimi daha huzurlu hissediyorum. Doğrusunu mu yapıyorum ondan da emin değilim”. Namaz hakkında bir ara ülkemiz gündemine de oturan tartışmalar ve görüş ayrılıkları yaşanmıştı. Kimileri namazın 3 vakit kimileri ise 5 vakit  kılınması gerektiğini. Kur’an’da namazın “salat” şeklinde geçtiğini ve nasıl kılınacağı konusunda bilgi vermediği için Müslüman’ın tamamen kendisine bırakıldığını ve isteyenin öğretildiği şekli ile eda edip isteyenin, ilgili vakitler uyarınca yürekten Allah’ı anıp dua ederek de namazı tamamlamış olacağına dair görüşler vardı. Bu görüşler ve tartışmalar boşa değilmiş ve havada kalmamış.

  • Peygamber mi Allah mı?
Yanında benim adım anılıp da bana salavat getirmeyenin burnu yerde sürtülsün." (Hakim ve Tirmizi). Hz Muhammed’in söylediğine inanılan bir sözdür ve kabul görür. Dindar Müslümanlar  bir birleri ile karşılaştıklarında  “Musafahalaşmak” denilen bir tokalaşma yöntemi ile selamlaşırlar. Bu tokalaşmak sırasında Peygambere selam gönderilir. Sadece selamlaşma sırasında değil, dualarda, namazlarda, sohbetlerde, mevlüdlerde Peygamberin ismi sık sık zikredilir. O’nun yaşantısı örnek alınır. O’nun gibi olmak istenir. Öte alemde O’nun yani Peygamberin şefaat edeceğine inanılır. Öte alemde, Peygamber ile aynı cennet katına yerleşmek için ve cennette onunla yaşamak için yarışanlar, ibadeti abartanlar bile vardır. Bir Müslüman rüyasında Hz Muhammed olduğuna inandığı birini görmüş ise uyanır uyanmaz rüya yorumcuları aranır bulunur, rüya anlatılır, hatim indirilir. O kişinin bir sıkıntısı var ise o sıkıntının Peygamber vesilesi ile bertaraf edileceğine ayrıca rüyayı gören kimsenin cennete gideceğine ve yine rüyayı gören kimsenin Peygambere Allah’a yakışır imanlı bir kul olduğuna dalalet edilir. Sülale boyu sevinilir. Konu komşu “Allah bize de nasip etsin Peygamberimizin nurlu yüzünü görmeyi” diye dua eder. Haaaasılı, Allah’ın ismi Peygamberin isminden daha az anılır. Peygamber bir tık daha yukarıdadır. Garip olan ise, Müslümanlar bunun pek farkında değillerdir, hallerinden şikâyetçi de değillerdir.

  • Allah’a inan,  gerisi yalan
Ben dinden çıkalı henüz bir yıl olmadı. İlk kez bu sene oruç tutmadım fakat dışarıda oruç tutuyormuş gibi yapmak durumunda kaldım. İş arkadaşlarının yanında sohbet ederken, dini konular gündeme geldiğinde, içini dökememek, inançsızlığını göğsünü gere gere söyleyememek sinir bozucu bir duygu. Ramazan ayına bir hafta kala, anneme açıldım. Annem pek dindar bir kadın değildir. Namaz kılmaz fakat orucunu tutar. Dini toplantılardan pek haz etmez. Kasabada yaşayan ve sağı solu dindar komşularla dolu olan birisi olarak onların tam zıddı ve kasaba kadınının geleneksel giyim kuşamına sahip olmasına rağmen tam bir Cumhuriyet kadınıdır. Anneme konuyu açarken Kur’an’ı bir süredir araştırdığımı ve takip edip görüşlerine önem verdiğimiz İlâhiyatçılara rağmen Kur’an’ın Allah katından inen bir kitap olduğuna inanmadığımı ve bu durumdan içsel olarak emin olduğumu, bu yüzden de Müslümanlığı bıraktığımı söyledim. Annemin bana çok ters ve kötü bir tepki gösterteceğini sandım fakat tepkisi aynen şu şekilde oldu: “Tamam kızım, Kur’an’a inanma da, Müslümanlıktan niye çıkıyorsun?”. HÖNK? HIH? O NEY ANNE ÖÖÖLE? “Gızım tamam, Kur’an sana anlamsız geliyo, Müslümanlığı niye bırakıyon ki? Dediğin doğru, Araplar Kur’an’ı mahfetmişler. İçindeki bilgilerin bir çoğu  bu zamana kadar yalan yanlış gelmiş, hocalar anlatıyor hiç dinlemedin mi? Ama Allah gerçek. Peygamberimiz de gerçek. Kur’an’ın emirlerine uyma, tamam. Zaten Kur’an’ın hangi ayetleri doğru gelmiş, hangileri yanlış gelmiş belli değil  ama Allah’a inanmayı bırakma,  Allah gerçek…” Sevineyim miiii, Üzüleyim miiii, Şaşırayım mı bilemedim gitti! Ben senelerdir içsel alemimde cebelleşirken Annem kendine göre çoktan meseleyi sonuçlandırmış beyninde. Annem yine de senede bir ay oruç tutmaya devam ediyor çünkü sağlığa faydalı olduğunu düşünüyor. İzlediğim youtube videolarından birisinde Müslüman olduğunu söyleyen birisi tıpkı annemin anlattığı gibi bazı ayetlerin tahrif edildiğine inandığını ama bunun kendisini dinden çıkarmak için yeterli bir neden olmadığını söylüyordu. Sosyal medya üzerinden yapılan yorumlarda buna benzer konuları gündeme getirenlere nadir de olsa  rastlıyorum. Yani ülkemizde böyle bir Müslüman kesimi var. Allah gerçek, Peygamber gerçek ama Kur’an tahrif edildi bu yüzden Allah’a inan, Kur’an’a inanma.

  • Gelgit yapan küskünler
Nahl 97: Erkek veya kadın, kim mü’min olarak iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.

Buna benzer başka ayetler de var. Ülkemizin Müslüman halkı içinde de bu inanç mevcut. Her ne kadar bir kısım inanan, “bu dünyada,  yaptığımız iyiliklerin karşılığını bulamasak bile öbür dünyada mutlaka bulacağız” dese de diğer bir kısmı işin İlâhi adalet kısmında oldukça hassas bir gönül terazisine sahiptir ve başına gelen musibetlere ya da vermekte olduğu çetin hayat mücadelesine ya da bitmek bilmeyen ve artık dertleri sıkıntıları hastalık olarak vücudunda nüksetmeye başlamış bazı Müslümanlar, bir süre sonra isyan etmeye başlarlar. Bu konu ile ilgili çok detaya girmek istemiyorum çünkü her insan için gerçekten de çok hassas durumları içeriyor. Aile ya da akraba içinde ölüm nedeni ile yaşanan kayıplar, tedavisi çok zor olan ve hem maddi hem de manevi olarak bireyi çökertme durumuna gelen hastalıklar,  manevi şiddet, iflas,  sürekli  hor görülen  aşağılanılan bir ortamda yaşam mücadelesi vermek, savaş, iyilik yaptığın biri tarafından sırtından bıçaklanmak(manevi anlamda) vb durumlarla yüz yüze gelen çok sayıda Müslüman var. Bu kimselerden bazıları, dinlerini terk etme noktasına gelebiliyorlar ve hatta terk ediyorlar. Bir süre sonra farklı nedenlerden ya da bir şekilde emin olamadıklarından dolayı tekrar geri dönüyorlar İslâm’a fakat bu kez, hayatlarını iyiden iyiye incelemeye alıyorlar ve yaşamlarında karşılaştıkları her şeyi, kendi içlerindeki adalet tartılarıyla tartmaya başlıyorlar çünkü ters giden bir şeyler var. İyi bir insan olmaya ve yaşadıkları hayata, çevrelerine, yaptıkları işlere en iyisini katmak için çaba sarf etmelerine ve sürekli olarak dua etmelerine karşın, işler yolunda gitmiyor ve bitmek tükenmek bilmeyen  sıkıntılarla boğuşuyorlar. Bu Müslümanların  bir süre sonra İslâm’ı anlamak, yorumlamak ya da inanmakla ilgili belirgin bir kalıp çıkıyor zihinlerinden “Eğer Allah diye bir Tanrı varsa ve bu Tanrı, bize anlatıldığı gibi adil ise kendisine ibadet eden ve dünya hayatında da iyi işler yapan kullarını sadece cennet hayatında değil, dünya hayatında da mükafatlandırmalı. Eğer  O Tanrı, kendisine sadık kalmamı ve ibadetimde, imanımda devam etmemi istiyorsa, bunca yaptığım iyilik, gösterdiğim sabır, katlandığım sıkıntı ve yaptığım ibadetler karşısında bana karşılığını şu dünya hayatında göstertmeli, bekliyorum. Bu dünyada didiş, uğraş, sıkıntı çek, ödülünü hiç görmediğin öte tarafta al, yok öyle yağma…”  Müslümanlar arasında bu şekilde düşünen  asi ruhlu inançlılar da var. Her ne kadar toplum içinde kendilerini pek belli etmemeye çalışsalar da bazen yaşanan haksızlıklar  karşısında “Allah görmüyor bizi, görsün diye duysun sesimizi diye daha ne yapmalı bilmem ki!” gibi sitemleri duymuşsunuzdur. Aslında bu sitemlerin derininde daha büyük haykırışlar vardır fakat sitemde bulunan kişi, ağzından çıkan cümleleri kontrol etmeye çalışır.

  • El için mi Allah için mi?
Aile ve toplum bağlarına önem veren insanlarız. Bunun doğal bir sonucu olarak dedikodu ve bir birini eleştirme  gibi yan etkiler kaçınılmazdır. Dünyanın her toplumunda da bir parça vardır diye düşünüyorum.  Dindar olduğum yıllarda, çevremdeki dindarların içindeki  El korkusunun, Allah korkusundan üstün olduğuna inanırdım.  18-20 yaşlarımda, başımı kapatmamla ilgili dini ısrarlardan sonra bakıyorlar ki bende çıt yok, aldırmıyorum, bu kez, “biz senin iyiliğin için söylüyoruz, o başını kapatmazsan kimse seni oğluna almaz, evde kalırsın”, çıktı mı ipin alt ucu? Cuma namazına gitmek istemeyen erkekler olur. Gitmek zorundalar çünkü “falanca cumaya bile gelmiyor” denebilir. Bir çok küçük yerleşim yerinde Ramazan ayı gelince bayanların camiye teravihe gitme modası çıktı. Gitmeyenler dedikodu konusu olur. “Niye gelmiyorsun?, Tamam dini bir zorunluluk değil de gelsen ne olacak sanki? Ne kaybedeceksin?, Biz gidiyoruz bak, çok güzel şeyler öğreniyoruz, hem sevap kazanacaksın!”. “Üffffff, gidiym bari, elin çenesine düşmekten iyidir.”  Dini toplantılar yapılır. Bu toplantılar sırasında, gündelik hayatında,  saat başı bile Allah adını anmayan kimseler, her on dakikada bir “Allah, çok şükür, Allah’ım büyüksün, La ilahe illallah!...”  lar kırıla gider. Allah’a gönülden inanan ama gündelik hayatında namaz kılmadığını bildiğim  kadınların, bu dini toplantılar sırasında, öğlen ezanı okunurken hemen yerinden fırlayıp seccadeyi alıp da herkesten önce kıbleye doğru serip namaz kılanlarını  çok gördüm.  İnanç var fakat hangisine daha çok önem verilir? Allah biliyor kısmı mı daha önemli yoksa Elalem bilmeli, görmeli kısmı mı daha önemli?   Müslümanlar da bu tür durumlardan ve bu türlü davranışlardan çok yakınırlar fakat “Din” denilen şey zaten bu davranışın nedenidir. Dini ortadan kaldırdığınız zaman zaten insanlar bir birlerinin manevi Tanrılarına nasıl ibadet ettikleri ya da o manevi Tanrının isteklerini nasıl yerine getirdikleri ile ilgilenmezler. İlgilenecekleri şey direkt olarak Atasözümüzün de belirttiği gibi “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”. Şöyle de söyleyebiliriz “Ayinesi iştir kişinin ibadetine, şekline şemaline bakılmaz”. Keşke insanlar bir birlerini yargılayıp eleştirirken “Namazını kılar mı? Allah adı anılınca derlenip toplanıp saygılı oturur mu? Orucunu tutar mı?, Elhamı bilir mi?...” gibi ibadet şekillerine odaklanmak yerine “Çevrenin güzelleştirilmesi için ne yapar?, Fidan dikme çalışmasına katılıyor mu?, Kadınları koruma derneğine katkısı var mı?...” gibi sorular ve meraklar gündeme gelse. En azından hayatın güzelleştirilmesi ve iyileştirilmesi aşamasında faydası olurdu. Sonuç olarak Din inancının içinde, Din inancının sosyal yaşama etkisinin sonucu olarak insanlar ve özellikle de dindar kesim  bir birilerinin ilgisini ve dikkatini, toplumun ortak çıkarlarından çok manevi inançlarının görsellerine odaklıyorlar.

  • Hz Muhammed, iyi kalpli bir medyum idi
Bu kimselere Müslüman demek yanlış olur. Aslında Müslümanlığın dinsizliğe doğru giden adımları da diyebiliriz. Bu kimseler, Allah olarak bilinen Tanrı’nın, hiçbir insana ya da seçtiği bir Peygambere vahiy göndermeyeceğine inanırlar.  Fakat bazı insanların hissiyatlarının ve manevi yönlerinin çok güçlü olduğuna ve bu yönleri dolayısıyla tıpkı psişik güçleri olan kişiler veya bazı medyumlar gibi kâinatın manevi güçleri ile veya şahsi çalışmaları, meditasyonları sırasında direkt olarak Tanrı ile iletişim kurabileceklerini ve Tanrının kendilerine indirdiği bilgiyi değil de Peygamber olarak tanınan kişinin kendi çabası ile  ihtiyaç duyduğu konu hakkındaki İlâhi bilgiyi Tanrı katından özel bir çalışma yolu ile ilham şeklinde aldığına inanırlar. Bu kişilerin görüşlerine göre bazı Peygamberlerin de soy ağacının aynı olması, bu genetik psişik yeteneğin bu şekilde sonraki kuşaklara iletildiğinin bir göstergesidir. Buna inanan kimseler için Kur’an’daki çelişkilerin  izahı çok basittir. “Kur’an’ı aslında Tanrı göndermemiştir. Muhammed Peygamber, manevi yönünün gücü ve psişik yeteneklerinin bir sonucu ve özel çalışmaları nedeni ile bazı konular hakkında ilâhi kattan bilgi almak istemiştir ve psişik olarak Tanrı katına ilettiği bu isteğine karşılık, beklediği bilgiler kendisine Tanrı tarafından  ilhâm edilmiştir fakat bu bilgiler ya da ayetler, insanların Tanrı tarafından uyulmasını emrettiği bilgiler değildir. Bir çoğu, insanların iyiliği için Tanrı katından bir bilgi olarak gönderilmiş fakat Muhammed Peygamber, o bilgileri, dini bir kitaba dönüştürmek ve kendi çevresine kabul ettirmek için üzerinde değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler o zamanın şartlarına göre gerekli idi. Aslında Muhammed Peygamber çok iyi ve eşsiz bir insan idi. Elinden gelenin en iyisini yaptı. Onun iyi bir insan olduğuna inanıyorum fakat Kur’an, her ne kadar Tanrı katından özel isteklerle  inen bazı bilgilerden oluşmuşsa da bu bilgiler, bizim  Kur’an denilen  Eski Araplara özel düzenlenmiş kitaba  inanmamızı ve uymamızı gerektirmez”.  Bu türlü düşünen ve bu mantığa inanan bir kısım insan var  ve dahası, kendisini tam bir Müslüman olarak tarif etmesine ve görmesine karşın, “Hz Muhammed’e vahiy nasıl inmiş olabilir?”, “Allah ile nasıl bir diyalog yaşandı?” gibi sorulara çok daha detaylı cevap almak isteyen ve bu konuda gereğinden fazla kafa patlatan kişilerin  inançları bu konu doğrultusunda az ya da çok evrim değiştirmeye başlıyor. Çünkü bir insanın “Bana Tanrıdan vahiy geliyor” demesi, hakikaten üzerinde çok düşünülmesi ve emin olmak için çok kafa patlatılması gereken bir durumdur. Bu şüphe bir çok Müslüman’ın içinde belli ya da belirsiz bir miktar bulunur. “Ya vahiy inmedi ise. Ya Muhammed Peygamber, kendisini bazı konularda şartlandırıp ilham edindiği bilgileri, Allah katından geldi diye algıladıysa…” gibi sorular, Müslümanların beynini kemiren kurtçuk gibidir. Sorgulamayı yapan söz konusu Müslüman, bu durumla baş edemez. Zaten kafasında, hoş olmayan ve İnsanlığa aykırı Kur’an ayetleri vardır ve o ayetlerin mantıklı bir izahı yoktur. Bir de üstüne “Muhammed’e gerçekten vahiy inmiş olabilir mi?” sorusunun olumsuz cevabı baskın olursa, kişi, çocukluğundan beri çok sevdirilmiş olduğu Peygamberini ve Allah’ı birden bire silemez ve sonuçta böyle bir yol bulur.  O inanç yolu da şudur: “Hz Muhammed  çok iyi bir insandı, Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu ve kendisine ilham edilen bilgiler Tanrı katından geliyordu fakat o bilgiler bizim için değildi, o dönem insanlarına gönderildi.

KUR’AN’DA ALKOL VE YASAKLI YİYECEKLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'da alkol, Kur'an'da yasaklı yiyecekler, Kur'an'da şarap, Şarap haram mı?, Kur'an ve sağlık, Sarhoş eden maddeler, Domuz eti, Ayetlerde şarap,

KUR’AN VE SAĞLIK

Kur’an sağlık kitabı değildir: O zaman niye yenilecek yenilmeyecek bazı yiyecekler zikredilmiş? “İnsanı sarhoş eden ya da akli melekelerini bozan her türlü şey yasaklanmıştır” gibi bir ifade yerine neden  Sadece üzüm ve hurmadan yapılan Şarabın sarhoşluk veren bir içecek olduğu özellikle belirtilip yasaklanmış?

Kur’an savaş kitabı değildir: Neden o zaman Kur’an’da hem geçmiş savaşlardan bahseder hem de savaş durumunda yapılması gerekenlerle ilgili direktifler verir? “İçinde yaşadığınız topluluğun hem dıştan hem de içten can  güvenliğini sağlamak için, mümkün olduğu kadar en insancıl  ve en akılcıl şekilde hareket edin, bir birinize destek olun, birlikte hareket edin” gibi bir ifade kullanmak yerine savaşta yapılması gerekenlerle ilgili ya da geçmiş Peygamberlerin savaşlarda takındıkları tutumlarla ilgili yüzlerce ayete neden yer verilir?

Kur’an’da neden şu konuya ilişkin bir ayet yoktur gibi bir soru sorulduğu zaman  o değişmeyen cevap hemen gelir: Kur’an sağlık kitabı değildir. Kur’an matematik kitabı değildir. Kur’an bilim kitabı değildir.

Peki Kur’an ne kitabıdır? Cevap: Kur’an, Allah’ın öncelikle dinini insanlara tanıtıp ardından insanların hem bu dünya hayatında hem de öte alemde kurtuluşlarına, mutlu olmalarına, kötülüklerden ve fenalıklardan uzak durmalarına  vesile olan ve kişinin iyi ve imanlı bir mümin olmasında yol gösterici İlâhî bir kılavuzdur.

Kırmızı renkli yazının biraz üzerinde düşünürsek eğer “hem bu dünya hayatında hem de öte alemde kurtuluşlarına, mutlu olmalarına, kötülüklerden ve fenalıklardan uzak durmalarına  vesile olan…” bir kitaptır şeklinde gider. İnsanların bu dünya hayatında kötülüklerine vesile olan bazı durumlar Kur’an’da belirtilmiş. Peki neden sadece bazı durumlar belirtilip yasaklanmış? Hadi şimdi bu bazı durumları değerlendirelim.

Nahl 67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.

Bakara 219: Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Maide 90: Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Maide 91: Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

Yukarıdaki Kur’an ayetlerinde içkinin ve kumarın kötü bir şey olduğu ve yine içki ve kumardan uzak durulması gereği anlatılıyor. Bunda kötü bir şey yok. Diyanetin en son çevirilerinde ve aslında bir çok  Mealcinin çevirisinde  içki  olarak çevirilen Arapça kelime “hamr” olarak telaffuz edilen  ve  لْخَمْرُ şeklinde yazılan Arapça kelimeyi çeviri sitelerinden ister Türkçe olarak ister İngilizce olarak arattığınız zaman karşınıza “Şarap” kelimesi çıkar.  Bir çok mealde de aslında çevirisi şarap şeklindedir. Yani ayetlerden birisini Diyanetin eski çevirisi ile yazmak gerekirse aşağıdaki gibidir:

Maide 90 Diyanet Eski çevirisi: Ey iman edenler!  Şarap,  kumar,  dikili taşlar (putlar),  fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir;  bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.

Şarap anlamına gelen Arapça kelime yukarıdaki ayetlerden sadece Nahl 67’de kullanılmamıştır.  Fakat burada anlatmak istediğim asıl durum, eski çevirilerde “hamr” kelimesi orijinal çevirisi ile yani  “Şarap” olarak çevrilmesine karşın, diğer içkilere yönelik tartışmaların gündeme gelmesi ile birlikte söz konusu kelime “içki” olarak çevrilmeye başlanmıştır. Yani  zamanın şartlarına göre gereken güncelleme yine yapılmıştır.

Ben bu ayetlerdeki şarap ya da içki yasağını değerlendirirken Kur’an’ı, kıyamete kadar hüküm sürecek evrensel bir kutsal kitap olarak inanılması nedeni  ile  ele alacağım. Eğer sizin inancınıza göre Kur’an sadece ve sadece Arap toplumuna inmişse ya da Peygamberin yaşadığı dönem için geçerli ise zahmet edip yazımı okumanıza hiç gerek yok.

Şimdi,  yıllardır bu ayetlerle ilgili olarak Şarabın, sarhoşluk veren tek içki çeşidi olmadığı defalarca dillendirildi. Nahl 67’de, “Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz” deniliyor. Burada üzerine vurgu yapılan şey aslında o dönem içkisinin yani şarabının, Peygamberin yaşadığı civardaki insanlar tarafından “meyveden yapılır” olarak bilinmesidir. Ayette sözü edilen hurma ve üzümden sadece şarap değil, farklı türde yiyecekler de yapılır ve içki de yapılır. Kur’an’ın hiçbir yerinde meyve dışında içki yapılan bir yöntem okumadım.  İslâm Peygamberinin doğumundan çok daha önceki yıllardan beri Bira olarak bildiğimiz ve buğdayla şekerin mayalanmasından yapılan alkollü içeceğin hammadesi meyve değildir ve Kur’an’da adı geçmez. Adının geçmiyor olması çok ilginç çünkü Biranın tarihi MÖ  10000 lere kadar gidiyor ve neredeyse Buğday ile geçinen bir çok uygarlık bu içeceği bol miktarda üretmiş ve tüketmiş. Yine buğday, mısır ve çavdar kullanılarak yapılan Viski, MS 450 yıllarında icat edilip kullanılmaya başlanmış.  Yani bira ve viskinin tarihi, İslâm dininin ortaya çıkmasından eski. Hiçbir meyve ve tahıldan üretilmeyen Votka ise  iki kez rektefiye edilmiş aktif kömürden süzülmüş ve içilebilecek düzeye dek sulandırılmış saf alkoldür.  Günümüze geldiğimizde ise Haşhaş olarak bilinen ve haşhaştan elde edilen afyonun işlenmesiyle elde edilen bir sürü uyuşturucu çeşidi, alkolden çok daha tehlikeli ve kullananların çoğunluğunu geri dönülmez bir ölüm yolculuğuna çıkartmaktadır. Bu ayetler ve bu konu gündeme geldiğinde Müslüman çevre hemen şu açıklamaya sığınır:

“Ne yani ayetlerde teker teker içki isimlerini mi sayacaktı Allah? O dönemlerde, Arap milletinde içki olarak şarap kullanılıyormuş,  Kur’an’da  Arap milletinin arasında indiğine göre Araplar anlayabilsin diye içki olarak Şaraptan bahsetmiş ne var yani. Besbelli ki anlaşılması gereken şey, Şarabın bizzat kendisi değil, Şarabı da içine alan ve sarhoşluk  veren bütün içkilerden ve her şeyden bahsediyor. Bu kadar şeyi de anlamayacaksanız hiç girmeyelim tartışmaya…”

Bugün dünyaca tanınan ve bütün milletlerin yaka silktiği, korktuğu ve paniğe kapılmalarına neden olan, onca insanın katili olan ve katliamlarıyla, sert kuralları ile bilinen en azılı terör örgütleri, İslâmi terör örgütleridir. Bu islâmi terör örgütlerinin bir çoğunun, kendilerine maddi kaynak sağlamak için tonlarca uyuşturucu ticareti yaptığını bilmeyen var mı? Bilmiyor iseniz bu örgütlerin ekonomik gelir kaynakları ile ilgili bir araştırma yapın. Bu kadarla da kalmayıp ne yazık ki bu örgüt içindeki bir çok genç de uyuşturucu madde kullanmaya erken yaşta başlıyor ve bağımlı hale geliyor.  Domuz eti yemeyen ve ağzına içki sürmeyen bu dinci örgütler uyuşturucu ticaretini niye yapmasınlar niye kullanmasınlar  ki!  Kur’an’da yasak olan şey şaraptır, uyuşturucudan ya da haşhaştan hiç söz edilmez bile.  Zamandan ve mekândan münezzeh olan ve  Müslümanların ilâhı olan Allah, uyuşturucuya göre zararı devede kulak kalan Şarabı kutsal kitabında zikredip de sadece Dünya milletlerine değil aynı zamanda dini duyguları ile kandırılan milyonlarca Müslüman terör örgütünün genç  militanlarına  en büyük zararı veren uyuşturucunun elde edildiği “Haşhaş” isimli otu, bir tanecik ayette  zikredip “Haşhaş isminde bir bitki vardır ki, ondan elde edilen bazı şeyler, insanları  sarhoşluktan daha fena bir hale sokar. O yüzden bu bitkiyi,  insanlar arasında kullanmayınız” gibi bir ayeti neden göndermeyi akıl edemedi?  Haşhaş, tıp alanında da kullanılan vazgeçilmez bir bitki. Şöyle bir ayette gönderilebilirdi “Haşhaş diye bir bitki vardır ki, sizin hastalıklarınız için hekimler tarafından kullanıldığında fayda sağlar fakat zevk için kullanıldığında sizleri ölüme götürür. Bu yüzden bu bitkiyi, hastalığınızın iyileşme süreci dışında kullanmanız haramdır.” Domuz etini yasaklayan Allah haşhaş bitkisine de neden yasak getirmedi ya da kullanımının kısıtlanması konusunda Müslümanları uyarmadı? O dönemin Arapları bu bitkiyi tanımıyor olsa bile Allah, gelecekten ya da her yerden her şeyden haberdar olan bir İlâh olarak neden bütün Müslümanları bu bitki hakkında bilgilendirip uyarmadı? Bu otun dinci terör örgütleri içerisinde kullanılmasının öneminden bahsedeyim. Bu tür maddeleri kullanan kişilerde akıl, vicdan ve hatta hissiyat konusunda normal olan şeyleri bekleyemezsiniz. Aldıkları emir üzerine birilerini katlederken vicdanları sızlamaz. Ben bu katliamı neden yapıyorum? Çocukları neden öldürüyorum diye sormazlar  kendilerine. Duyguları körelir.  Okuduğum bir haberin içerisinde bu dinci terör örgütüne mensup bir militan, yabancı bir ülkenin emniyeti tarafından yakalanıyor ve konuşturulmak için fena halde darp ediliyor. Düzenli olarak aldığı uyuşturucunun etkisi ile yediği her dayakta gülümseyen ve hiçbir yerinin acımadığını hatta hiç acı hissetmediğini söyleyen terör militanı herkesi şaşkına çeviriyor. Bu örgütlerin içinde yaşayan ve bu örgütlere hizmet eden insanların çok mutlu olduklarını söyleyemeyiz. Bu kişilerden bazıları, çeşitli vesilelerle yaptıklarının yanlış olduğunu fark edip, içinde bulundukları örgütü terk etmeye çalışıyorlar. Eğer kişi, uyuşturucu madde kullanıyorsa, böyle bir sorgulama yapması ve doğruyu bulması mümkün değil.

Sağlığa bir zararı olup olmadığı henüz tartışma konusu olan Domuz etini yasaklayıp da dünyaya ve hatta Müslüman evlatlarına kök söktüren haşhaş bitkisini bir dinin İlâhı neden yasaklamaz? Yoksa Kur’an isimli kutsal kitap, gerçekte bir İlâh tarafından gönderilmedi mi?  Bugün sizin çoluğunuza çocuğunuza zoraki olarak seçenek sunsalar ve deseler ki “senin çocuğun ya domuz eti yiyecek ya da uyuşturucu kullanacak, seç birisini”. Hangisini tercih edersiniz? Domuz eti yediği için ölen bir insan var mı dünyada? Domuz eti yiyen bir sürü milletin insanları bizden az mı yaşıyor ya da sağlıkları bizimkinden daha mı kötü?  HAŞHAŞ, Mahiyeti sonradan anlaşılmış bir bitki olmayıp onbinlerce yıldır çeşitli sebeplerle kullanılmakta olan bir bitkidir. Dünya milletleri içinde şarabın  ve şarap ile birlikte diğer alkollü içeceklerin, kullananlarına verdiği zarar, uyuşturucunun verdiği zararın binde biri bile değildir.  Müslümanları da ilgilendiren ve dünyanın en önemli sağlık sorunlarından olan uyuşturucunun hammadesi olan bitki, İslâmiyet’in doğmasından çok daha önceki yıllardan beri insanlar ve topluluklar tarafından bilinmesine rağmen neden Kur’an’da zikredilmez?

Diğer bir zararlı madde sigaradır. Sigara konusunda da Kur’an’da her hangi bir ayet ya da uyarı yoktur ve İslâmî kesim sigaranın helali ya da haramı  hususunda görüş ayrılığına sahip olsa da diğer yandan Sigaranın, Kur’an’ın indirilmesinden çok sonraları icat edilmesinden dolayı Kur’an’da geçmemesini normal karşılarlar. Aslında biz,  “Allah, geçmişte ve gelecekte olanları bilen bir İlâh olarak neden gelecekte olabilecek bazı şeyleri yani şu andaki biz insanları ve bir çok Müslüman’ı ilgilendiren önemli konuları ayet olarak göndermemiştir?” diye bir soru yöneltebiliriz. Çünkü Allah’ın geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı olduğunu iddia ediyorsunuz fakat adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kendi katından gönderdiğini iddia ettiği Kur’an’ın içerisinde hiç birimizin göremeyeceği kıyamet günü dışında geleceğe yönelik hiçbir bilgi ya da insanlığın uğrayacağı zararlar hakkında hiçbir uyarı göndermemiş. Üstelik sigaranın zararlı olduğu, oldukça uzun bir müddet sonra anlaşılabilmiş. Biz, adının Allah olduğuna inanılan İlâhın geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı olduğuna nasıl inanacağız? Anamız, babamız, atamız bize bunun böyle olduğunu söylüyor  diye mi?

İçki içimi ile ilgili olarak Kur’an’daki  çelişkiler bu kadarla da sınırlı değil. Şarap ile ilgili ayetleri şimdi de iniş sırasına göre yazalım:

Nahl 67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem sarhoşluk veren hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.

Bakara 219: Sana Şarabı ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Nisa 43: Ey iman edenler, sizler sarhoş ve zihinsel uyuşukluk halindeyken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de, yolları mescitten geçenler hariç, gusledinceye kadar namaza, mescide yaklaşmayın.

Maide 90: Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Maide 91: Şeytan Şarap ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

Bu ayetlerin iniş sırasına göre açıklaması şu şekildedir:

İslâmiyet’i kabul eden Arapların geleneklerinde Şarap içmek önemli bir yer tutuyordu ve bu illeti kolay kolay bırakacağa benzemiyordu. İlk önce Üzüm ve Hurmadan elde edilen gıdaların hem faydası hem de şarabı ve zararı hususunda ayet  indi. Ardından Nisa Suresi 43 üncü ayet ile de “Sarhoş iken namaza, mescite yaklaşılmamasını emreden ayet geldi. Ardından Maide 90 ve 91 ile de Şarabın kötü bir illet olduğu ve uzak durulması gerektiği vurgulanmış oldu. Böylece Araplar, aşamalı olarak Şaraptan soğutuldu.

AYETLER BİTMEDİ

Bakara 173: Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nahl 115: Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça; bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nisa Suresi 43 üncü ayette, Sarhoş iken ve cünüp iken gusül abdesti alıncaya kadar namaza ve mescide yaklaşılmaması emrolunuyor.  Bu ayetten açıkça anlaşılan şey, Şarap yani sarhoşluk veren içecekler günah değildir. Sadece bu halde yani sarhoşluk halinde mescite girilmesi ve namaz kılınması yasaklanmıştır. E ama Maide 90 ve Maide 91 inci ayeti ne yapacağız? Bu ayetlerde de Şarabın çok kötü olduğu ve içilmemesi gerektiği yazıyor. Evet aynen bu şekilde yazıyor. Anlaşılsın diye Arapça indirilmiş Kur’an’da bir çelişki daha. Ayetin birinde “sarhoş iken namaza, mescide yaklaşmayın”, diğerinde ise “Şarap kötüdür, fenadır, uzak durun”.  Bir diğer ayet olan  Bakara 173 de ve Nahl 115 de ise yani iki ayette birden,  “…Yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı…”  yazıyor. Yalnızca bunlar bunlar haram edildi derken Şaraptan bahsetmiyor. Hangi ayetleri fesh edeceğiz? “Bakara 173 de  ve Nahl 115 de sadece hayvanların etinden bahsediyor, onları kastediyor” diyemezsiniz çünkü böyle bir ifade biçimi yok ayette.

Ey Müslüman alemi ve ey Müslüman Alimleri, bu nesh edilen fesh edilen ayetlerin Kur’an’da ne işi var? Biz size şurada şurada çelişki var dediğimiz zaman, ayetlerin iniş sırasını bizlere anlatıyor ve her şeyin belirli bir sıra, belirli bir neden ve düzen ile indiğini ve sonraki inen ayetlerin önceki inenleri fesettiğini anlatıyorsunuz. FESEDİLDİĞİNİ SÖYLEDİĞİNİZ ÖNCEKİ İNEN AYETLERİN KUR’AN’DA NE İŞİ VAR?

  • Aranızda, büyük bir şirket adına çalışan ya da devlet memuru olarak çalışanlar var mı?  Yaptığınız görev ile ilgili mevzuat ya da yönetmelik ile ilgili bilgileri almak için ne yaparsınız? Beraber cevaplayalım. Çalıştığınız kurumun, göreviniz ile ilgili olan yönetmeliğini elinize alır, okursunuz. 
  • Yönetmelikte yazılanlar geçmiş yılların yönetmeliği midir yoksa  yapılan değişikliklerle son hali midir? Tabiki de yapılan değişikliklerle birlikte son halidir.
  • Peki elinizdeki yönetmeliğin geçersiz kılınan eski hükümlerine ne olmuştur? Yönetmeliklerde eski maddeler hiçbir şekilde yazmaz, tamamen yenileri yazılmıştır. 
  • Soruyu şöyle soralım. Bu yönetmeliklerin içine,  güncellenen yeni maddeler ile birlikte,  o zamana kadar yazılmış ve hükmü geçen eski tarihli  bütün maddeler aynı anda eklenirse ne olur? Büyük bir karmaşa olur. Geçmiş dönemlerdeki yönetmelik maddeleriyle yeni maddeler bir biri ile çelişir. Hangisine uyacağımızı şaşırırız. Her kafadan bir ses çıktığı gibi, yapılan iş, çalışanlar arasında uyumsuzluğa, dengesizliğe ve şirketi tamamen olumsuz bir sonuca götürür. Yapılan hiçbir iş düzgün bir şekilde ve uyum içinde yürütülemez.


Müslüman kardeşim, kâinatın en yüksek zekâsına sahip olduğunu iddia ettiğiniz ve adının  Allah olduğuna inandığınız İlâh, bu kadar basit bir şeyi düşünemedi mi? Peygamberine  “Elçim, sana daha önce şu şu sebeplerle indirdiğim ayetleri artık silebilirsin, onların artık hükmü geçmiştir. Sakın ola ki onları kutsal kitabın içine ekleme yoksa ileride insanların benim gönderdiğim din ve dini kurallar ile ilgili şüpheleri ayyuka çıkar, beni ve emirlerimi sorgulamaya başlarlar çünkü eski ayetler ile yenileri çelişmektedir …” demek ya da bu şekilde vahiy göndermek aklına gelmedi mi? BU KADAR BASİT! O KADAR BASİT Kİ  BU ZAMANA KADAR BİNLERCE İNSANIN BU KONUDA YAPACAĞI TARTIŞMAYA, BU ÇELİŞKİLER YÜZÜNDEN HARCANAN YİTİP GİDEN ZAMANA, ARALARINDA BU KONU YÜZÜNDEN ÇIKACAK KÜSKÜNLÜK VE GÖNÜL KIRGINLIKLARINA ENGEL OLUR. BU KADAR BASİT BİR VAHİY.  Eğer Kur’an’ı  o dönemin Arapları yazmış ise sorun yok, her şey yolunda. O dönemde yaşamış bir insanın aklı ancak bir yere kadar gider fakat bu kitabı bir Tanrının gönderdiğini iddia ediyor iseniz bunda kesin olarak bir yanlışlık var.

Bakara 172: Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin; eğer kendisine kulluk ediyorsanız.

Bu ayet de çok güzel. Rızıkların temiz olanlarından yenilmesi gerektiğini söylüyor.  Bundan daha doğru ne olabilir ki? Tek sorun, bu ayet ile yani Bakara 172 ile 173 ü karşılaştırdığınızda yine çelişki ortaya çıkıyor. Şarap ve benzeri alkollü içecekler bir çok kimseye göre iyi ve temiz içecekler değildir, kötü içeceklerdir  fakat Bakara 173 e bakacak olursak  “…Yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı…”  yazıyor. Yani bunun anlamı  “leş, kan ve domuz dışında her şeyi yiyip içebilirsiniz” demek. Buna şarap da dahil.

Rızıkların ya da yiyeceklerin temiz olanlarının yenmesi ile ilgili çok sayıda ayet var, hepsini yazmaya lüzum görmedim fakat bu ayetle ilgili olarak yani Bakara suresi 172 inci ayetin “Allah’a şükredin” kısmına tam manası ile katılmadığımı belirtmek isterim. Herhangi bir dine inanan ya da inanmayan insanlar için, yenilen, içilen her şey ve hatta solunan hava bile Tanrının bir lütfu olsa dahi, insanların faydalandığı bir çok şeyde yine insanların emeği var. Dinsiz bir insan olarak her ne kadar inandığım bir Tanrı varsa da, yemeğimi yedikten sonra içsel olarak sadece inandığım Tanrıya değil, yediğim yemeğin, o masaya gelmesine katkıda bulunan, tarla işçisinden tutun da satıcısına kadar her kese Teşekkürlerimi, minnettarlığımı gönderen biriyim. Bu içsel davranışımın da doğru olduğuna inanıyorum.

Şimdi gelelim, şarabın, uyuşturucunun ve buna benzer şeylerin ticaretine. Kur’an’da  Şarabın üretimi ve satışının yasak olmasına yönelik bir ayet yok hatırladığım kadarı ile. Eğer gözden kaçırmış isem lütfen yorum kısmına paylaşın. Ben de öğrenmiş olurum. Tabi burada çok önemli ve hassas bir nokta var ki o da CİHAD kelimesi. Müslümanlara Cihad dendiği zaman her şey mübahtır. Zaten dinci terör örgütlerinin yaptığı her şeye mazeretleri CİHAD dır. Şarabı içmeseler bile satabilirler. Kime? Kâfirlere. Uyuşturucudan zaten Kur’an’da bahsedilmiyor. Uyuşturucuyu ya da bu maddenin elde edilmesini sağlayan bitkileri yetiştirip satabilirler. Kimlere? Kâfirlere.  Peygamberine Tevbe suresi 73 üncü ayette “Kâfirlere ve münafıklara karşı sert davran, onlarla savaş…” diyen Allah’ın emri, dinci terör örgütlerinin başı gözü üstünedir.

Peki İslâm dininde hangi hayvanların eti yenir, hangi hayvanların eti yenmez?  Mesela Çinliler gibi kedi köpek eti yenir mi? Gerçi nüfusun verdiği sıkıntıdan dolayı Çinliler bu konuda bilinçlenip bu geleneklerini kaybetmeye başladılar ama yine de hâlâ uzak doğuda bu tür hayvanların eti tüketiliyor.  İlgili ayetleri hatırlayalım:

Bakara 173: Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nahl 115: Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça; bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere hayvan eti hususunda, murdar hayvanın eti yani leşi, kanı ve domuz eti dışındaki ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanlar dışında bütün gıdalar serbesttir. Buna, Allah adına kesilmiş olan diğer hayvanlar da dahildir.  İslâm hukuku, sadece Kur’an ayetlerini baz almaz. Aynı zamanda Peygamberin ve İslâm Âlimlerinin ilgili konu üzerinde mutabık kaldıkları ya da uyguladıkları yöntemler ve esaslara göre de hareket eder çünkü Kur’an ayetleri her ne kadar ilgili konu hakkında bazı emirler ve esaslar içerse de, bu esaslar, ilgili konuların bir çoğunda soru işareti bırakır yani eksiktir ya da çelişkiler barındırır. Bu yüzden sadece Kur’an’a bakılmaz. Bu yüzden hadislere yani Peygamberin doğru olarak bu zamana gelip gelmediği belli olmayan sözlerine, geçmiş ve şimdiki zaman İslâm Âlimlerinin “Şu şöyle yapılabilir, bu böyle olabilir, caizdir” şeklinde fetvalarına gereksinim duyulur.  Kur’an’da sadece yukarıda ismi zikredilen hayvanlar yasaklanmış olmasına rağmen İslâm savunucuları çeşitli mesheplere göre bazı hayvanların yasak ve günah olduğunu belirtir. Mesela  ayetlerde geçen “Rızıkların temiz olanlarından yiyin” ifadesini bazı hayvanların pis olabileceği ile veya pis şeylerle beslendikleri için temiz hayvan olmaktan çıkması ile ilişkilendirirler. Mesela böcek yiyerek beslenen kertenkele, yılan eti, kurbağa, kaplumbağa, yırtıcı kuşlar gibi. Bu liste mesheplere göre uzaaar gider. Bu mesheplerin ya da bu açıklamaların dayandığı nokta ise Peygamberin, bazı hayvanların etlerini yasak ettiğini söyleyerek  A’râf suresi 157 inci ayeti bu duruma delil olarak göstertmekten kaynaklanmaktadır. Bu ayeti okuyalım:

A’râf 157: Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O peygambere inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler.

Yukarıdaki ayetin sadece kırmızı yazılı olan tarafı alınır ve denir ki: “Allah, peygamberine, hangi yiyeceklerin helâl, hangi yiyeceklerin pis ve haram olduğunu söyleme hakkı vermiştir.” Fakat ayetin tamamı okunduğunda görülüyor ki bu ayette bahsedilen Peygamber, Hz Muhammed değildir.

İslâm’ın tek geçerli ve resmi kaynağı vardır o da Kur’an’dır.  Kaldı ki eğer hadislere göre hareket etme ihtiyacı hissedilse bile bu zamana kadar gelen hadislerin doğru gelip gelmediğine yönelik bir teminat bir eminlik olmadığı gibi adının Allah olduğuna inanılan İlâh, Hicr Suresi 9 uncu ayette “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” Diyerek Kendi kutsal kitabını koruyacağını belirtmişken Peygamberinin hayatına yönelik bilgileri ve Peygamberinin ağzından çıkan sözleri koruyacağına yönelik ayet göndermemiştir.

Haaaasılı, İslâm’ın kaynağı Kur’an’a dayanarak bir kimse rahatlıkla şunu söyleyebilir ki:

Kur’an’a göre, meyveden yapılan Şarabı içince sarhoş olursan namaza ve camiye yaklaşamazsın. Bunun dışında Şaraptan uzak durmak mı lazım durmamak mı lazım karar veremedim, ayetlere bakınca iki arada bir derede kaldım fakat hangi hayvanların eti yenir diye sorarsanız, Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların eti yenmez fakat bu hayvanlar dışında her hangi bir hayvanı(kedi, köpek, yılan, akrep, kertenkele, kurbağa, çekirge gibi), Allah’ın adını kullanarak boğazlarsanız ya da elinizde av tüfeğiyle bir kuşu veya başka bir yabani hayvanı öldürmeden önce Allah’ın ismini anıp öldürürseniz helâldir.

Sağlık konusunda, yiyeceklerle ilgili olan kısmı geçtik. Sıra geldi sağlığı direkt olarak ilgilendiren muayeneye.

Nur Suresi 31 inci ayet: Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah´a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.

Benim güzel ülkemde  ve özellikle benim yaşadığım bölgede henüz bundan 20 sene öncesine kadar  birçok köyde, kasabada ve aşırı dindar olan şehirli ailelerin içerisinde “kız çocuğu ameliyat olmaz” veya “kadın ameliyat olmaz, ayıptır” gibi oldukça gerici bir zihniyet vardı. Kız çocuklarını ya da kadınlarını ameliyat ettirenler ise bu işi gizli tutup elden geldiğince saklamaya çalışırlardı. Hatta yakın bir akrabamın 17 yaşındaki kızı apandist ameliyatı olmuştu. Geçmiş olsuna gelenlerin arasında köyden gelenler de vardı. “Kız çocuğu da mı ameliyat olurmuş,  çırıçıplak  ameliyat masasına mı yatırdınız?” diyen aileyi  görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Ülkemin bazı bölgelerinde hâlâ bu zihniyet yaşıyor mu bilmiyorum fakat şu zamanda bazı Arap ülkelerinde kadınların, mecbur kalsalar bile erkek doktorlara muayene olamayacaklarını biliyorum. Bir kadının mecbur kaldığında ve gerektiğinde vücudunu, bir sağlık problemi gereği doktora göstermesi, İslâm’ın o orijinal o eski inanışında günahtı. Şu an İslâm alimleri, hasta olan ya da hastalık şüphesi olan kadınların gerektiğinde erkek doktorlara muayene olabileceklerini gerekirse ameliyat olabileceklerini,  bunun dinen caiz olduğunu ifade ederler ve bu hususu da İslâm hukukuna uydurabilmek adına kadınların erkek hekim tarafından muayene ve tedavi edilmesini destekleyen Âlimlerin isimlerini ve bu husustaki görüşlerini, sözlerini yazıp konuyu bitirirler. Bu hususa dair Kur’an’dan tek bir ayet bile göstertemezler çünkü adının Allah olduğuna inanılan İlâhları, Nur suresi 31 inci ayette  bir kadının ziynet yerlerinin ya da gerektiğinde mahrem yerlerinin bir erkek hekime, bir erkek doktora ya da geçmişte bu tür meslek guruplarına hangi isim takılıyorsa o kişilere  göstertebileceğini yazmamış. Bari deseydi ki  “erkek hekime görünürken  ailesinden birisi de yanında bulunsun”  CIK, O da yok. Unutmuş olabilir ve onun unutkanlığı yüzyıllar boyunca bir çok Müslüman kadının  ciddi bir şekilde mağdur olmasına hatta ölümüne yol açmıştır. Çok şükür, İslâm Âlimi denilen insanoğlu, inandığı İlâhtan daha düşünceli, daha zeki ve daha merhamet sahibi olduğunu bir kez daha göstertip kadının mahremiyetini erkek doktor karşısında caiz göstertip kadını bu zor  durumdan kurtarmaya çabalamıştır. Ne varsa insanda var!

İnsan sağlığını ve hatta sadece insan değil aynı zamanda da hayvanların ve bitkilerin sağlığını da ilgilendiren belki de en önemli konu, temiz çevre.  Kur’an’da çevre kirliliğine yönelik olarak aşağıdaki ayetler göstertilir:

Rum 41: Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.

Rum 42: De ki: «Yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların çoğu (Allah´a) ortak koşarlardı.

Rahman 7-8: Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız;

Okuduğumuz bu üç ayette çevre kirliliğine yönelik hiçbir şey yok. Rum suresi 41 inci ayetteki “fesat” olarak çevrilen kelime bazı tefsirlerde “bozulma” olarak kullanılsa bile yine de bu ayetler tam olarak çevre kirliliğinden mi bahsediyor yoksa başka şeylerden mi bahsediyor, kesin bir şeyler söylemek çok zor. “Ey müminler, yaşadığınız çevreyi kirletmeyiniz. Ağaçları, zorunlu olmadıkça kesmeyiniz, hayvanlara zarar vermeyiniz. Hayvanların, bitkilerin ve ağaçların bulundukları bölgeleri kötüleştirip kirletmeyiniz. İçinize çektiğiniz soluduğunuz havayı kirletecek faaliyetler içine girmeyiniz ve bunu yapan sistemlere destek vermeyiniz…” gibi açıkça anlaşılabilir ayetler yok ne yazık ki Kur’an’da.  Peygamberine hangi hanımların helal olduğunu ayet olarak şakır şakır yazdıran Allah, iş yarattığı gezegenin ve çevrenin temizliğine gelince dilini yutmuş. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kendi yarattığı gezegenin, tabiatın sağlığını, temizliğini korumak kısmını pek düşünememiş besbelli ama Peygamberden tutun da şimdiki ve geçmişteki İslâm Âlimlerine kadar size çevreyi temiz tutmanız ile ilgili veya ağacın önemi ile ilgili  bir çok hadis ve önemli sözleri, nasihatleri sıralayıp, ilgili kişinin(İslâm Âliminin) sözlerinin olduğu ansiklopedilerin cilt ve sayfa numaralarını yazıp gösterteceklerdir. Âlim dediğiniz insandır sonuçta. Ne varsa insanda var!

Çevre kirliliği ve ağaçlar neden önemli?  Anlatmaya gerek var mı? En önemli şey zaten. Özellikle hayvan ve bitki çeşitliliğini yok etmemek için gelişmiş ülkeler çaba sarf ediyorlar. Bu çabanın, her türlü canlılığa saygı duymaktan çok o canlılık türüne ihtiyaç duymakla alakası var. Ekolojik dengenin bozulmasının  yanı sıra bu gün bir çok çeşitte bitki ve bir çok çeşitte hayvan türü, farklı özellikleri, türleri ve kimyaları ile, insan sağlığına ve insan vücudundaki rahatsızlıkları, hastalıkları, anomalileri tespit edip tedavi etmekte çok önemli ve gereklidir. Mesela insan vücudunda bulunan leptin hormonu, kış uykusuna yatan ayıların biyolojik incelemeleri sonucunda tespit edilmiş ve tıbba kazandırılmıştır. İnsanoğlunun hâlâ varlığından haberdar olmadığı bir çok hayvan türü olduğu biliniyor. Bu hayvan türlerinin çoğunluğu okyanuslardadır. Yeni tespit edilen, varlığından yeni haberdar olunan  bütün bitki ve hayvan türleri, incelenerek  hem meraklıların hem de araştırma yapan bilim adamlarının, tıp insanlarının hizmetine sunulur. Bitki çeşitliliğinden sağlanan vitamin, mineral ve tedaviye yönelik ilaçların ve kürlerin yanı sıra, hayvanlar da bu gün çok çeşitli tedavilerde büyük öneme sahiptir. Özellikle psikolojik rahatsızlığı olan veya doğuştan otizimli ya da down sendromlu çocukların iyileştirilme süreçlerinde köpekler ve yunus balıkları, iyileşme sürecinde ya da bu hastalıkların olumsuz etkilerinin azaltılması süreçlerinde oldukça faydalı olmaktadır.  Kur’an, sağlık söz konusu olduğunda böyle şeylerden bahsetmez ama önemli değil, hayırlı kullarının gideceği huriler diyarı cenneti tarif etmek için 200 civarında ayet göndermiş yeter. Yine de İslâm Âlimleri, hayvanlara eziyet etmemek ile ilgili uzun uzun yazılar yazıp nasihatlerini sıralamış ve bu insani düşüncelerini de İslâm hukuku ya da İslâm düşüncesi içine aktarmışlardır. Âlim dediğiniz insan sonuçta. Ne varsa İnsanda var!

Sağlıkla ilgili son kriterimiz, Psikolojik hastalıklar. Kur’an’da, psikolojik hastalıklarla ilgili hiçbir ayet yoktur. Varsa yorum kısmında paylaşın, ben de bu sebeple öğrenmiş olurum. İslâm dünyasında psikolojik hastalıklarla ruhsal durum bir birinden ayırt edilir ve ruhsal durum olarak tarif edilen durum, kişinin nefsaniyeti ile ilişkilendirilir. Psikolojik rahatsızlıklar, eskiden ancak bu psikolojik durum ilerlediği zaman tespit edilebilirmiş fakat günümüzde çok daha kısa sürede tespit edilip tedavi edilebiliyor. Hatta bazı psikolojik rahatsızlıklarda ilaç kullanmak yerine uygun bir terapi ile kişi, psikolojik rahatsızlığından kurtulabiliyor.  Kur’an yorumcuları, ruhsal hastalıklarda, inancın etkili olduğunu ve Allah’a ibadetin, iyi bir Mümin olmanın ve hatta şifa için kalpten dua etmenin bir çok hastalığı iyileştirdiğine inanır ve bunu sık sık dile getirir. İnanç gerçekten de önemlidir fakat bunun için İlle de Müslüman olmak gerekmez.  Eğer psikolojik bir rahatsızlıktan inanç yoluyla arınabilecek durumda iseniz farklı bir Tanrıya inanarak da bu durumu çözebilirsiniz. Hristiyanlar ve Yahudiler de benzer şekilde inandıkları Tanrıya dua ederek bu yöntemi kullanıyorlar. Hatta Budistleri ve Hinduları, bu hususta en başa koyarsak abartmış olmayız.

Psikolojik rahatsızlıkların bir kısmı ne yazık ki nörolojik olarak tarif edilen beyinsel kaynaklı hastalıklarda  kendini göstertiyor. Halk arasında “deli doktoruna gitmem, ben deli miyim” inancı sadece bizim değil bir çok ülkedeki insanların genel görüşünü yansıtıyor. Aslında en önemli rahatsızlıktır bu türlü rahatsızlıklar. Hele bir de erkeğin dini olarak kadından bir derece üstün olması ve kadının hayatını ve çocukların hayatını ilgilendiren bir çok konuda ve hatta her konuda son sözü söyleyen kişinin psikolojik olarak hasta olup olmadığının tespitine ve buna yönelik bir tedavinin yapılıp yapılmamasına yönelik Kur’an’da tek bir kelimenin bile edilmemiş olması çok garip doğrusu!  Kur’an’a göre mümin bir erkek, ne olursa olsun, kim olursa olsun psikolojik ve nörolojik rahatsızlıklardan tamamen uzak, arınmış ve sağlıklı bir erkek olarak tanıtılıyor. Erkek neden gitsin Psikiyatriste?  Rabbinin nezdinde, erkek olması hasebi ile bazı agresif davranışları, atarı gideri olabilir ama namazında niyazında, İslâmi kurallara uygun bir hayatı varsa dört dörtlüktür artık.

Bu kadar eleştiriyi ve çelişkiyi değerlendirmeme rağmen Kur’an’da sağlığa güzel etkisi olan bir emir var ki o da Namaz’dır.  Namaz hakkında çok ayrıntılı bilgilere girmeyeceğim çünkü konu zaten çok uzun oldu fakat herkesin bildiği üzere namaz, İslâmiyet’ten önce de bazı topluluklar tarafından icra edilen bir ibadet şekli idi. Hatta namazın tarihinin 3000 yıl öncesine kadar uzandığı bilinir. Bu gün bile hâlâ  Hinduların ve Budistlerin ibadetleri, namaza çok benzer. Bu konu ile ilgili videoları izlemenizi tavsiye ederim. Zaten namazı dikkatli bir şekilde akıl süzgecinden geçirirseniz eğer, namaz geçmiş dönemlerdeki putlara  ve Tanrılara yapılan ibadet şekillerinin devamı ya da bir uzantısı gibidir. Budistler de Müslümanlar gibi namaza benzer bir ibadet yaparlar ve namazdan önce abdeste benzeyen bir hazırlık yaparlar. Ellerine ve yüzlerine su değdirirler vb… Namaz sırasında vücuttaki bir çok eklem ve hatta bütün eklemler hareket eder, kan akışı hızlanır, beyne kan gider. Belki de eski dönem insanları, bilmeden ya da bilerek bu hareketlerin insan sağlığı üzerinde etkili olduğunu fark etmişlerdir fakat namaz ibadetinde yapılan bu hareketlerin insan sağlığı üzerine olan olumlu etkisinden Kur’an’ın hiçbir ayetinde bahsedilmez.  Kur’an ayetlerinde üzerine basa basa vurgu yapılan şey, “Namazı dosdoğru kılın, önemli olan takvadır, Allah nezdinde namaz kılan başkadır…” gibi manevi anlamı ve dini gerekliliği üzerinde durulmuştur ve bu manevi gereklilik yani namaz ile takvanın gerekliliği ile ilgili de bir sürü ayet vardır. Diğer yandan, düzenli ve etkili bir spor yapıyor iseniz, namazın sizin sağlığınız üzerinde hareketsel olarak artısı olmayacaktır fakat özellikle belirli bir yaşın üzerine gelen, hayattan, gezmekten tozmaktan elini eteğini çekmiş ve kendisini dört duvar arasında dizini büküp oturmaya adamış, hareketsiz yaşlı kimseler için iyi bir egzersizdir. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede. Neden mi? Diğer İslâm ülkelerinde namazın sadece farzı kılınırken Türkiye’de hem farz hem de sünnet kılınır. Bunun sonucu olarak da en kısa namaz 4 rekat ile sabah namazı olup en uzun namaz da 13 rekat ile yatsı namazı olur.

Şimdi çok sevdiğim bir geleneğimi gerçekleştirip kendi ayetlerimi yazacağım:

Kendi ayetim: “Ey mümin kullarım! Bazı bitkilerde, bazı hayvanlarda ve sizin henüz bilmediğiniz bazı maddelerde  size faydalı ve zararlı içerikler vardır. Faydalı olan içeriklerini sadece faydası oranında kullanınız. Zararlı olan içeriklerinden ise zararı oranında uzak durunuz.  Akıl melekelerinizi zarara uğratan, size sarhoşluk veren, vücudunuza, davranışlarınıza, hal ve hareketlerinize ve kişiliğinize,  sıhhatinize geçici bir süre veya devamlı olarak zarar veren her türlü şeyden kendinizi ve çevrenizdeki herkesi uzak tutunuz ve bu tür şeylerin ticaretini yapmayınız, yapanlara yardım etmeyiniz.”

Kendi ayetim: “Ey mümin kullarım! Hastalıklarınızın iyileşmesinde yardımcı olan hekimlerinize  önem veriniz ve onların en iyi şekilde eğitilip yetiştirilmesi için gayret göstertiniz. Onlara gereken saygıyı, değeri ve güler yüzü göstertiniz. Onlar da size gereken saygıyı, değeri ve güler yüzü göstertsinler.”

Psikoloji üzerine ayetim:  Ey mümin kullarım! Davranışlarınızda, hal ve hareketlerinizde haddinizi aşmayın. Kendinize, çevrenizde bulunan veya yakınınızda bulunan insanlara ölçülü davranın. Hep güzel davranışlar sergileyin. Bir birinizin gönlünü hoş tuttukça, güzel bir dil kullandıkça aranızda yaşanabilecek problemler azalır, kendiliğinden yok olur.  İyi niyete, nezakete ve güler yüze önem veriniz. Çocuklarınızı böyle ortamlarda büyütünüz. Kıskançlık, sabırsızlık,  hakkına razı olmak, karşındakini dinlemek, önce akledip sonra konuşmak, neye ya da kime değer vereceğini bilmek, eline koluna ve öfkeye hakim olmak gibi davranışlar ve hissi durumlar, belirli bir ölçüde normaldir fakat bu ölçülerin dışına çıkılması, hastalıktır. Kimler bu davranışlarda ileri giderse bunun bir hastalık üzerine olduğu bilinmeli ve tedavisi yapılmalıdır. Bu hastalığa sahip kimseleri sağlığına kavuşturmadan evlendirmeyiniz.

Hayvan sevgisi üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Hayvanlardan karşıladığınız  gerekli besinleri, günün birinde farklı kaynaklardan elde etmeyi öğreninceye kadar, uygun gördüğünüz hayvanların etini yiyebilirsiniz. Fakat bu hayvanların hayatına son verirken onları incitmeyiniz, mümkün olduğunca acı çektirmeyiniz. Bunun dışında, hayvanlar içerisinde, sizlerin hem sağlığına hem  çalışma hayatınıza hem de özel hayatınıza, çeşitli özellikleri ile fayda sağlayacak türler vardır. Bu tür hayvanların bu tür özelliklerinden faydalanabilirsiniz fakat faydası geçip hayvan yaşlandığında ya da hastalandığında o hayvanı bir kenara atmanız, terk edip tek başına ölüme bırakmanız haram kılınmıştır. Bir birinize nasıl vefa göstertiyor iseniz, size faydası dokunan hayvanlara da aynı vefayı göstertmenizi emrediyorum. Benim değer verip yaşamasını uygun görüp yarattığım ve hayat  lütfettiğim hiçbir  canlıyı, sizler hor göremezsiniz. Ey inanan kullarım! Tabiat içerisinde vahşi şekilde yaşayan hayvanların yaşam alanlarını, kendi hırslarınız nedeni ile mahfeylemeyin. Kendi çıkarınız ve zevkiniz uğruna kendi yarattığım hayvanları zor durumda bırakmayınız, bırakanlara yardımcı olmayınız.

Çevre kirliliği üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Size tertemiz bir yeryüzü bıraktım. Artık o yeryüzünü, evinizi, odanızı, kendinizi temiz tuttuğunuz gibi temiz tutmanızı emrediyorum. Yeryüzü ve yeryüzünde var ettiğim bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar, sizlerin yaşayan komşularınızdır. Sizler de dahil olmak üzere, var ettiğim bütün canlılarla birlikte içinde yaşadığınız yer yüzü, size emanetimdir. Vücudunuzun sağlığına nasıl önem göstertiyorsanız, size emanet ettiğim yeryüzünün ve içinde var olan diğer canlıların da sağlığına aynı önemi göstertiniz. En çok da içinize çektiğiniz havayı kirletecek faaliyetler içine girmeyiniz ve bu faaliyetleri yapanlara asla destek olmayınız.

Ağaçların önemi üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Ağaçlar, sizlere ve sizler dışındaki bir çok bitki ve hayvan türüne verdiğim en güzel armağanlardan biridir. Bu yüzden ağaçlarınızın çok olması ile sevinin ve gururlanın. Bazı ağaçların tohumlarında ve meyvelerinde hem sizin için hem de hayvanlar için rızıklar vardır. O rızıklardan ihtiyacınız kadar faydalanın. Ağaçlar aynı zamanda soluduğunuz havayı temizleyici ve güzelleştiricidir. Ey inananlar, her ne sebeple ne kadar ağaç keserseniz kesin, kestiğiniz ağaç kadar fidanı, uygun gördüğünüz alanlara mutlaka dikip büyütmenizi emrediyorum. Her biriniz, yeryüzündeki canlılığı yok etmek için değil, o canlılığın varlığına hizmet etmek ve o canlılığı devam ettirmek için görevlisiniz. Eğer ki bazı hayvanların saldırılarından ya da size vereceği zararlardan çekinir iseniz,  tabiatın dengesini bozmadan o hayvanların yaşadığı alanlar ile kendi yaşadığınız alanlar arasına mesafe koymanızda ya da kendinizi bu hayvanların zararlarından koruyacak  ve her iki tarafa da zarar vermeyecek önlemler almanızda fayda vardır. Yeryüzü sadece size ait bir yaşam alanı değildir.

Hareket üzerine ayetim: Ey inananlar! Vücudunuz gerektiğinde harekete, gerektiğinde dinlenmeye ihtiyaç duyar. Size bahşettiğim vücudu ne tembel bir şekilde hareketsiz bırakın ne de sıhhatinizi bozacak ve sizi güçten düşürecek kadar  aşırı harekete mecbur bırakın. Hareket ve hareketsizlik arasındaki dengeyi sağlayın, umulur ki daha sağlıklı olursunuz.

BİR DİNSİZİN ÖTE ALEMİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Öte alem, Ahiret, Bir dinsizin öte alemi, Dinsizlere göre ölümden sonra, Ölümden sonrası, Öte hayat, Başka hayatlar var mı?, Öldükten sonra, Ahiret inancı,

BİR DİNSİZİN ÖTE ÂLEMİ


Öte âlemde ne var? Gidip de dönebilenler olmuşsa, deneyimlerini paylaşmalarını isterdim.
Öte alemle ilgili merakım depreştiği zaman, dindar olduğum yıllar  aklıma geliyor. Bu tür sorular, sorudan bile sayılmazdı. Cevabı hazırdı çünkü. Uymamız gereken emirler vardı. O emirlere uyunca cennete gidecektik, uymayınca, Allah’a karşı gelince cehenneme gidecektik.  1400 yıl önce yazılmış olan bu bilgiyi, öte âleme ilişkin gerçek ve değişmez bir bilgi kabul edip uyuyorduk. Sonra bir gün “din” denilen sis perdesi kalktı gözlerimin önünden. Ben de aniden ayağa kalkmak ihtiyacı hissettim, uyandım galiba. Hayata, insana, dünyaya bakış açım yerle bir oldu. Onları yeniden inşa etmeye başladım ve ardından her şey yeniden farklı bir şekilde anlam kazanmaya başladı. Sorularım değişti, çeşitlendi  fakat her şeyin cevabı yok.  Merak ettiğim her şeyin cevabı şakkadanak olsaydı daha mı iyi olurdu? Yine uyumaya devam mı ederdim yoksa? Burnumuzun ucunda duran kara deliklerin, devasa yıldız sistemlerinin  her türlü resmini çekip, yayınlıyoruz ama ne oldukları hakkında halen bilim adamları kesin şeyler söyleyemiyorlar.  Devasa merceklerle  gördüğümüz yapılar hakkında bile kesin bilgilere sahip değilken  Yaratıcı, öte alemle ilgili bilgileri şakır şakır yazacak, altın tepsiye koyacak, biz de bakıp, “oh bilgi sahibi oldum, öğrendim” deyip  uyumaya devam edeceğiz.  Bu zihniyet, öte aleme yani ölüm ötesine yönelik araştırmalar yapar mı, kılını kıpırdatır mı? İçinde bulunduğumuz kâinat, uykuda mı? Sabit duran taşların içindeki atomlar bile hareket halinde iken biz, “hooop” kucağımıza inen hazır bilgilerle uyuyarak mı geçireceğiz bu yaşantımızı?

İnsanoğlunun hayatına kattığı her yeniliği bir gözden geçirin. Geçmişe gidin. Tarıma nasıl başlandı? Topluluk olma fikri bir dini inançla mı geldi yoksa uzuuuun seneler boyunca oluşan bir bilinçle yavaş yavaş beynini geliştiren insanın azmi ile mi gerçekleşti?  Hayatımızın içine insanlık tarafından katılan her türlü yeniliği bir gözden geçirin. Bana bir din söyleyin ve o dinin bir ayetini okuyun ve deyin ki “insanlık, bu dinin kitabını okudu, falanca ayeti inceledi ardından o ayete dayanarak ya da o ayetten ipucu alarak şu icadı gerçekleştirdi ya da insan hayatının içine dinin emrettiği şu yeniliği kattı ve o yenilik de insanlığın şu bakımdan gelişmesini sağladı”. İnsanlığın hayatında şu an hangi yenilikler yaşanıyorsa, hepsi de insanların kendi çabası, kendi gayreti ve kendi azmi ve mücadelesi sonucu elde edildi. Şu durumda dinlerin yapabildiği tek şey, ama tek şey ise, insanoğlunun zekâ ve azmi ile geliştirip hayatın içine soktuğu yeniliklere kendini  adapte edebilmek için çaba sarf etmek. “Hey durun!, her ne kadar ben geçmişin emirleri ve geçmişin kafa yapısı  ile sizlere  yön ve akıl vermeye çalışsam da,  uyum sağlayabilirim, uyumlu olmak için çaba sarf ediyorum, beni güncellemeye çalışan müdavimlerim var, yeter ki beni terk etmeyin, tarih sayfalarında beni bir başıma bırakmayın.”

Edison, “ampül mü icat edeyim yoksa farklı bir şey mi icat edeyim? Bunu icat ederken neler yapabilirim?” Sorularının cevabını dini kitaplardan okumadı. Öte aleme ve öte boyutlara ilişkin olabilecek bütün soruların cevabını da günü geldiğinde ve o teknolojiye, o bilimsel düzeye  ulaşıldığında insanoğlu, yine kendi azmi, enerjisi, bilgisi  ve çabasıyla ulaşacaktır. O günler gelinceye kadar şimdilik tahminde bulunmaktan başka çare yok.

Yaşamsal fonksiyonlarımız ömrünü tamamlayıp bedenimiz  toprağın altına girdikten bir süre sonra kemiklerimiz ve saçlarımız haricindeki her yerimiz çürümeye başlayacak. “Aslında hiçbir şey ölmez, yok olmaz sadece form değiştirir” sözü doğru fakat çürümeye yüz tutan ve toprağa karışan atomlarımız, kemiklerimize, saçlarımıza bürünüp tekrar ayağa kalkamayacak. Yine de kemiklerimiz ve saçlarımız gibi çürümeyecek olan bir uzvumuz daha var ki O’da, biz hayatta iken etimizle, kanımızla çalışan beynimizin ürettiği düşünceler bütününün oluşturduğu enerji alanı. Beynin biriktirdiği düşünce bütünü ve öte alemle ilgili bağlantısı olasılığını ilk kez, Ahmed Hulusi isimli bir Kur’an yorumcusundan dinlemiştim. Hatta bu kişi bir ara sosyetemizde ilgi odağı olmuştu. Ahmed bey, dindar bir Müslüman  olduğu için bilimsel temele dayandırdığı  bu teorisini, İslâm inancının öte alemle ilgili her aşamasına uydurabilmek için çaba harcamış.  Bu yönüyle, bu teorinin her aşamasına  katılmasam bile beynimizin ürettiği enerji alanının, insan gözü ile değil, özel donanımlı cihazlar sayesinde görülmesi, elle tutulabilir ve çürür  bir yapıda olmaması ve bana göre bu olasılığa alternatif başka bir teorinin olmaması, düşüncelerime dikkat etmem noktasında beni uyarıyor. Eğer gerçekten öte alemde böyle bir durum yaşanacaksa yani, sadece dünya hayatı içinde yaşarken, yaşadığımız her anın ve inancın bilgisi, hayallerimiz, bilgi birikimlerimiz ve bunların her birinin oluşturduğu enerji bütünü, biz öldükten sonra, o enerjiye  karşılık gelecek farklı boyutta varlığını devam ettirecekse eğer, aklımızdan geçirdiğimiz her düşünceye, hayale dikkat etmek gereği çıkıyor ortaya. Dini inançlar da buna dahildir. İnsan beyni henüz tam olarak çözülememiş olsa bile, alışkanlıkların, inanmışlıkların, önyargıların  ve telkinlerin depolandığı bilinçaltımızın bedenimizi ve kişisel olarak ve davranışsal olarak bizi otomatikman yönlendirdiği,  bilimsel bir gerçeklik zaten.  Bu sebeple, bu teoriyi  yıllar  sonra tekrar yoğun olarak akıl süzgecimden geçirmeye başladığım bir dönemde, tesadüfi olarak İslâm dininden çıkmamın ardından, kafamda otomatikman cehennem ateşi inancını yok ettim. Düşünsenize, eğer bu teori gerçekse ve siz dini inanç gereği sırf ibadetlerinizi yani tapınma görevlerinizi yapmadınız diye öte alemde uzun süre cehennem ateşinde yanacağınızı ve hatta dindar biri bile olsanız “her insan cehennem ateşinden bir kez geçecek” inancı ile öldükten sonra öte alemde bilinçaltı düşünce kalıbınızın sizin için hazırladığı hayali bir cehennem ateşinde gerçekten de bir süre ya da uzun süre yandığınızı görüp bunun acısını hissettikten  sonra yine bilinçaltınıza aşıladığınız cennete girdiğinizi görmeniz muhtemeldir. Hatta cehennemin yanından bile geçmeden ölür ölmez hemen cennete gireceğinize inanmış iseniz, ölümünüzün ardından sizi tıpkı hayalinizdeki gibi bir cennet karşılayabilir.  Ahmed beyin öte alemde cehennemi yaşamakla ilgili teorisi çok farklı fakat insan beyni, şartlanmaya ve bu şartlanmışlığı hem rüyalarında hem de fiili olarak yaşayabilecek bir özellikte ise, cehennem inancına dayalı bir şartlanmışlık öte alemde, inanan insanları neden karşılamasın?  Bir insanı belirli bir süre hipnotize edin ve o kişiyi cehennem ateşinde yanmakta olduğuna ikna edin. Bir süre sonra o kişi, rüyalarında cehennemi ve kendisinin de o cehennemde olduğunu görmeye başlayacaktır. Hatta işi daha da ileriye götürüp, farkına bile varmadan, kendisini yanmakta olan bir ateşin içine bile atabilir. Şartlanmaya bağlı olarak öte alemdeki  bu cennet cehennem hayali, sadece hayali olarak yaşansa bile  eninde sonunda içinde bulunduğu gerçekliğe uyanıp sağını solunu fark edecek ve yeni girdiği boyutun farkına varacaktır diye düşünüyorum.

Rüyalarımız gerçek değildir fakat gerçekmiş gibi algılarız ve bir süre sonra da uyanırız. Gerçek bir cennet ve gerçek bir cehennemden bahsetmiyorum. Tıpkı kafasına yeni teknoloji oyun kaskı takmış olan oyun bağımlısı biri gibi kendisini, beyninde hazırladığı cennet cehennem filminin yani hayalinin ortasında bulan bilinç enerjisinden bahsediyorum. Bu ihtimali düşünmeye başladıktan sonra öte âlemle ilgili olabilecek bütün cennet ve cehennem inancımı yerle bir ettim. Artık böyle şeylere inanmadığım gibi bu tür düşünce kalıplarını da beslemiyorum, cehenneme ait inanç birikimi yapmıyorum. Eğer böyle bir teori doğru ise, dünya hayatı içerisinde, bilincimizde ne biriktirirsek öte âlem için kârdır diye düşünüyorum. Yine bu teoriyi gerçek kabul edersek,  tamamen inançsız olan  kişilerin durumu  ölüm sonrasında ne olur?  Ateist olan yani tamamen inançsız olan bir insan, öldükten sonra ne bilinç olarak ne de ruh olarak varlığını asla sürdürmeyeceğine ve bir hiç olarak yok olup gideceğine inanır ve bu inancını sürdürürse, kişi öldükten sonra o kişinin bilinçaltı, seneler içinde düzenli olarak  kendisine verilen  “ölünce hiç ol ve kapan” komutunu yerine getirecek ve tıpkı bir televizyonun kapatma düğmesine basar gibi kendisini kapatacak ve hiç olacaktır. Kim bilir!

Diğer aleme sadece beynimizin ürettiği enerji alanı ile geçebileceğimiz   düşüncesi, zaman geçtikçe ve hayatın anlamını sorguladıkça bana biraz daha mantıklı geliyor. İnsan aklı, yapısı gereği her şeyde bir anlam aramak zorundadır. Bilimi geliştiren, motive eden içsel  nedenlerden  birisi de budur aslında. Hepimiz kafalarımızın içerisinde, birbirinden muhteşem değerler taşıyoruz. Ne kadar fazla yaşarsak, ne kadar fazla yer gezip görüp ne kadar fazla insan tanırsak ve hayatı ne kadar deneyimlersek bakış açımız o kadar gelişiyor ve beynimizin içinde bilgiye dair değerler o kadar birikiyor ve bizi o kadar olgunlaştırıyor. Tıpkı nehir ve ırmak sularıyla birikip büyüyen denizler ve okyanuslar gibi. O okyanuslar, dünya gezegenine hayat veriyor. Uzay boşluğuna savrulan ve birbirine tutunan, bir araya gelip biriken göktaşları, gezegenleri oluşturuyor. Bir muhabirin, seneler içinde yaptığı görevlerle biriken  deneyimleri  en sonunda bir haber spikeri olmasına vesile oluyor.  Bir hayvanın rastgele oluşumu ve tekdüze yaşayıp, hayata çok fazla şey katmadan gelişmeden, öylece ölüp gitmesine çok fazla anlam katamayabilirsiniz  fakat insan başka. İnsanoğlunun bilincinde müthiş bir birikim yapılıyor. İnsan gelişiyor, etrafını  ve hatta gezegenini değiştiriyor. İnsan beyni, önemli etkiler  oluşturuyor, büyük izler bırakıyor. Her ne kadar bazı insanlar 20 yaşından 70-80 yaşına kadar bir şeyler öğrenmek, olgunlaşmak ve kendini geliştirmek yerine daha inatçı, daha dar fikirli ve daha sabırsız ve sinirli bir yapıya doğru yani iyiye gitmesi gerekirken daha kötüye gidiyor olmasına karşın,  hayatı her açıdan bir fırsat olarak gören insanlar için dünya hayatı, muhteşem bir gelişim ve olgunlaşma mekânı.  Bu fırsatı değerlendiren insanlar hem kendilerinde hem de çevrelerinde fark oluşturuyor ve hayata anlam kazandırıyorlar. Bu şekilde düşünüldüğünde ise  bedenimizin pek değeri kalmıyor. Bedenimiz, bilincimize hizmet etmek için ayarlanmış robot gibi.

İki yaşındaki bir çocuk, uzakta gördüğü bir portakalı merak edip  ulaşmak istiyorsa bacaklarını kullanarak adım atmalı ve ona doğru yaklaşmalı. Sonra o portakalı eline alır, dişlerini geçirip tadına bakar sonra yere atar, nasıl ses çıkartıyor, nasıl yuvarlanıyor, hepsini gözlemler bu gözlemleri o çocuğa,  bir meyveyi tanıttığı gibi o meyve ayarında olan nesneler için de bir fikir verir ve dahası beyninde  ağırlık, büyüklük ve tat anlamında yeni bağlantıların oluşmasını sağlar. Yaşadığımız her şeyin bilgisi, kıymetli birer mücevher olarak beynimizde birikiyor ve çeşitlendikçe,  çoğaldıkça değerleniyor. Bilincimizin hizmetkârı olan bedenimiz öldükten sonra toprağın altında karıncalara yem olabilir, ya da yakınlardaki bir ağaca, bitki örtüsüne gübre olabilir. Bu bile aslında bir faydadır fakat yıllar içinde yaşadığı her deneyimi, öğrendiği her bilgiyi biriktiren, sonuçlara ve anlamlara ulaşan, olgunlaşan  bilgi bütününün öldükten sonra hiçliğe karışıp yok olması ya da bedenin çürümesi gibi  çürüyerek küçük bir şeylere hizmet etmesi mümkün değil. Beden hayatta iken  çalışan beyin ne kadar birikim yapmışsa ve ne kadar kıymetlenmişse, bedenin ölümünün ardından mutlaka o kıymete karşılık gelen farklı bir boyutta farklı bir bedene ya da yapıya  komutlar vermeye ya da harikulade bir oluşuma fayda sağlamaya  devam ederek, daha yüksek bir anlama ya da amaca hizmet edecektir.

Kâinatı yaratan, işleyişinde bizzat etken olan fakat Tanrısal özelliklerden çok daha öte bir Yaratıcı fikrine şimdilik inanıyorum fakat Tanrı ya da Yaratıcının var olma olasılığı, insanda hemen yaşamsal anlamda eşitlik ve adalet hislerini sorgulatıyor. Bir birey, savaşın ortasında doğup, henüz çocukluğunu bile yaşamadan üstüne düşen bir bomba ile hayatını kaybederken başka bir birey, barışın olduğu bir çevrede, zengin ve mutlu bir ailenin kucağında doğduktan sonra 100 yaşına kadar çok kaliteli, huzurlu, coşku ve çılgınlıkları, sevinçleri, tatlı heyecanları ve  yer yüzünde yaşayabileceği her güzel şeyi yaşamış, tatmış, memnun  ve doymuş biri olarak sadece yaşlılıktan dolayı sıcacık ve yumuşacık yatağında gözlerini hayata kapatıyor. Eğer bu hayata ve öte alemlere karşı ilâhi bir anlam aranıyorsa, insanların yaşadığı bu dengesizlikler açık bir eşitsizlik olarak görünüyor bana ve bir çok kişiye. Bu durumda, bir çok kişiye saçma gelen “İlâhi Nizam ve Kâinat” isimli kitap eşitlik ve adalet arzuma cevap olma yolunda  uygun seçeneklerden bir gibi  geliyor.

Bu kitaptaki iddiaya göre iyi ve kötü diye bir şey yoktur. Her madde, içinde barındırdığı ruhu olgunlaştırmak için görev alır. Ruh, en basit madde ile başlar deneyimlerini yaşamaya.  Atom olur, hücre olur, molekül olur,  binlerce bitki çeşitliliğinde deneyimlenir, hayvan olur, ardından ilkel insana gelir sıra ve en sonunda ilerleyen dönemlerin olgunlaşmış insanlarında deneyim kazanır. Kimi zaman, kendisini içinde bulunduğu topluluk için feda eden bir asker ile iyiliği, diğer bir hayatında, başkalarının canını hiçe sayan gaddar bir komutan ile kötülüğü, başka bir hayatında ise kendi değerini fark etme yönündeki  görevi başarmaya çalışan bir insan olarak kendi değerini bilmeyi  deneyimler, yaşar ve bu süreçler böylece devam eder.  Bütün bunlar, üçüncü boyuta mahsus olabilecek bütün düşünce ve deneyimleri  yaşayıp özünde biriktirip  ruhani yapısını olgunlaştırarak bir sonraki aşamaya yani dördünce boyuta geçmesi için gereken aşamaya gelmesi (gereken içsel malzemeleri toplayabilmesi) içindir. Reenkarnasyon’a kesin olarak inandığımı söyleyemem fakat bütün dini inançlarla birlikte doğum, yaşam ve ölüm ile ilgili bütün teorileri bir araya toplasam, bana en mantıklı ya da dürüst olmak gerekirse(insanların yaşantıları arasındaki uçurum derecesindeki farklar göz önüne alındığında)  en eşit ve adil olan buymuş gibi geliyor. ŞİMDİLİK TABİ Kİ! YİNE DE KAFAMDA NET BİR İNANÇ YOK.

Belki de bu belirsizliğin etkisi belki de farklı bir nedenden ötürü bilemiyorum ama öte alemle ilgili hislerimi, düşüncelerimi çok fazla beslemiyorum. Artık beni ilgilendiren en önemli şey,  bu boyutu,  hakkını vererek ve arzularımı tatmış, mutluluğu yaşamış,  sevgiyi en güzel haliyle hissetmiş ve hayallerimi gerçekleştirmiş ve yaşamın güzelliklerine doymuş ve aynı zamanda insan olmanın onuruna yakışır bir şekilde başkalarına da faydalı olmanın verdiği içsel haz ile birlikte,  hazır olduğum zaman bu dünyadan ayrılabilmek.  Ölüm vakti geldiği zaman beni düşündürecek olan  her halde yukarıda saydığım şeyler. Mutlu bir şekilde ayrılıyor muyum? Veya arkamdan ağlayacak, üzülecek yakınlarım var mı? Benim ölümüm birilerini üzüp kahredecek mi?  Hayatı ot gibi mi yaşadım? Birilerine ya da bir şeylere faydam dokun du mu? Kapasitem ölçüsünde fark oluşturabildim mi? Diğer taraftan, Öte âlemde beni, kötü şeylerin beklediğine asla inanmıyorum. Belki de iyi biri olduğumu bilmem, bana bu inancı sağlıyordur.  Öte alemde ya da öte boyutta  benim için çok güzel sürprizler olacağına, şimdiki yaşantımdan çok daha güzel bir deneyime adım atacağıma inanıyorum. Bedenim, toprağın altında çürümeye başlasa bile, bilinç olarak var olacağım ve sanırım öte âleme, meraklı gözlerle gideceğim.

Dediğim gibi, bu dünyadaki  hayatımla daha çok ilgiliyim. Dinden çıktıktan sonra mutlu olmak ile ilgili  genel yargılarımın, hayallerimin ve amaçlarımın yönünü tamamen değiştirdim. Dindar insanlar,  gerektiğinde maddi çıkarları için bazen dini kuralları bile çiğneyebilirler fakat mutlu olmak için bu dünya hayatını bir fırsat olarak görmek yerine mutluluk denilen kapsamlı duyguyu yaşamayı genellikle öte aleme ötelerler. “Hatta mutlu olmak nedir? Günah mıdır? Ben mutlu muyum, nasıl mutlu olunur?” gibi sorular, konular pek akla gelmez. Acı çekmek, çile çekmek, sıkıntılara acil ve kalıcı çözüm bulmak yerine, “Rabbimin vardır elbet bir bildiği, bunları çektiriyorsa eğer bana, mükafatım çok iyidir öbür dünyada…kaderimde varmış demek ki, başka türlü seçim yapsam yine başıma gelecekti…” gibi inanç kalıplarını yaşamayı mukaddes bir yol sayarlar. Bu doğrultuda Sabretmek-Fedakârlık-Fedazararlık  arasındaki farkları asla anlayamazlar. Bu kavramlar çok çok önemlidir çünkü bu kavramların anlamlarını bilmiyor iseniz, yapışıp kaldığınız yanlış bir kavram hayatınızı, yaşamınızı, sevginizi, mutluluğunuzu, yeteneklerinizi,…, her şeyinizi(kuruyemişin içini boşaltan kurtçuk gibi) yer bitirir ve siz bu hayata yönelik en anlamlı soruları bile sormadan, insan olmanızın onuruna vakıf olmadan bir de bakmışsınız, çöpe atılmaya hazır bir posa haline gelmişsiniz.

Fedakârlık iki kelimeden oluşur. Feda-kâr. Bir şeyleri feda ederken feda ettiğinizden fazla kârınız olmalıdır fakat halk arasında sergilenen davranış kalıpları Fedakârlık değil genel olarak Fedazararlıktır. Ne yazık ki insanlarımız bu iki kelime arasındaki farkı bilmiyor ve yaşamlarına da geçiremiyor. Vaktiyle bir televizyon programında seyirciler arasında bulunan 35 yaşlarında bir bayan, babasının yıllarca çapkınlık yaptığını,  annesine zulmettiğini  ve  çok çektirdiğini  fakat iki sene önce tövbe edip hacca gittikten sonra çapkınlıklarını ve eski serkeş hayatını ve annesine olan eziyetini bıraktığını,  yuvasına sahip çıktığını söyledi ve ardından dedi ki “Benim fedakâr annem çok çekti, çok ağladı, çok sabretti  fakat sabrının karşılığını sonunda aldı, kazandı, şükürler olsun Rabbime”.  Kazandığını iddia ettiği annesi 65 yaşına gelmiş.  Çektiği sıkıntılar  seneler içinde kadını şeker hastası yapmış, tansiyon ve kalp hastası yapmış, gençliği gitmiş, gözlerinde katarakt başlamış, böbreğinin birini almışlar,  her şeyi yiyip içemiyor, bastonla yürüyebiliyor ve insülin  ile birlikte günde 8 tane hap içiyor.  Sabrın sonucuna bak sen! Bu kadın ne sabretmiş ne de fedakârlık etmiş, ettiği tek şey tek taraflı vermek yani FEDAZARARLIK!  İnsanlar, hayatlarından dini inançları çıkartsalar acaba  böylesi yaşamları, kendilerine sabredilecek bir imtihan olarak mı görürler yoksa bir şeylerin ters gittiğini  fark edip  bu tersliğe kendini mahkûm etmek yerine bir eylem planı hazırlayıp ya da hayatlarını yeniden planlayıp düzlüğe çıkmaya mı çabalarlar?  SABRETMEK, İYİ OLACAĞINDAN EMİN OLDUĞUN SONUCU SAKİNLİKLE BEKLEMEKTİR. Eğer iyi sonuçlanacağından emin değilseniz,  sonu belirsiz süreci beklemek yerine harekete geçer ve söz konusu durumun iyi sonuçlanması için yeni baştan plan, program yaparsınız ya da hayatınıza yeni baştan yön verirsiniz.

Bu yaşıma kadar etrafımda bir çok yaşantı ve bir çok  evlilik gözlemledim. Hepsi de dindar insanların yaşantıları ve evlilikleri.  Halk arasında, her seferinde dini sebeplere dayandırılan ve adına sabretmek denen sonucu  belirsiz  çileyi  “katlanmak” olarak da tarif edebiliriz. Eliniz, kolunuz, ayağınız, aklınız var. Neden bir şeyler yapmak yerine başınıza gelebilecek her sıkıntıyı korkuyla bekleyip, bekleme sürecini “sabretmek” olarak tarif edip mutluluğunuzu hiç görmediğiniz öte âleme atıyorsunuz? Ben artık bunu yapmıyorum. Mutluluğuma sahip çıkmayı öğrendim. Hayat bana göre dengedir. Hayatı iki kişi olarak yükleniyorsan ağırlığı eşit paylaşmalısın. Eğer ağırlığın çoğunluğu senin sırtında ise aşağıya inersin. Diğer kişi yüksekte kaldığı için hem hafiftir hem senden yukarıdadır(senin sayende) hem de senin göz hizanda değildir, değerini kıymetini bilmez. Sizin göz göze gelebilmeniz ve bir birinizi, taşıdığınız ağırlıklarla eşit miktarda görebilmeniz ve sağlıklı bir iletişim kurabilmeniz için tıpkı bir terazinin karşılıklı kefelerine oturmuş iki kişi gibi, ağırlıkları eşit miktarda yüklenmeniz gerekir. Ne yazık ki dindar insanlar, duruma bu şekilde bakamazlar. Dini inancın olmadığı zaman ise, emeğine sahip çıkmayı, kendini düşünmeyi öğreniyorsun. Bunun adı bencillik değildir. Kendi kıymetini bilmektir. Başkalarına verdiğin değer kadar kendine de değer vermek zorundasın.

Bu dünyadan göçüp gitmeden önce, hayalimde canlandırdığım bütün güzellikleri, ölçülü bir şekilde, çevreye ve başkalarına zarar vermeden, kendim dışındaki varlıkları ve insanları mutsuz etmeden, insan olmanın sınırları içinde yaşamak için elimden geleni yapacağım. Bunu yaparken de kendimi dört duvarın arasına hapsedip, elime  din  kitabı alıp 1400 yıl önce yazılmış olan bir kitabın sayfalarını yıllarca nakarat yaparak  beynimi uyutmayacağım. O beynimi, bilincimi, öte âleme en güzel ve en donanımlı bir şekilde gönderebilmek için yeteneklerim ve kapasitem doğrultusunda kendimi, ölüme kadar geliştirmek ve bilgilerime her seferinde yenilerini eklemek için çaba sarf edeceğim. Eğer hayata dair bir anlam çıkartmam gerekiyorsa, biz bu dünyaya mücadele etmek için, kendimizi, kapasitemizi, bilincimizi, kişiliğimizi geliştirmek için, olgunlaşmak ve yükselmek için  geldik. Her şey, en kaba halinden ve en basitten başlayıp en karmaşığa ve zora doğru, en iyiye doğru ilerliyorsa biz de mutlaka, topladığımız birikimlerle daha iyisini  olmaya doğru ilerliyoruz.

Bedenimizi yani kabuğumuzu toprağa bıraktıktan  sonra mutlaka daha iyisi olacağız. Öte aleme yönelik içimdeki en gerçek inanç bu.