HABERLER
Dini Haber

EFSANELERDEN TEVRAT'A ORADAN KUR-AN'A

AY, din, islamiyet, din ve mitoloji, İslam ve mitoloji,Sümer mitolojisi ve islam,İslamiyetin mitolojiden esintileri,Kuran ve sümer mitolojisi,Yaratılış mitleri,Kuran'da dünyanın yaratılışı
Enbiya Suresi 30: “İnkar edenler Evren(Gökler) ve yer birbirleriyle bitişik iken onları ayırdığımızı, her canlıyı sudan yarattığımızı görmüyorlar mı? Yine de onlar inanmayacaklar mı?”

Ayetin iddia ettiğinin aksine göklerle yerin ayrı olduğu hiçbir dönem olmamıştır.

Kuran’ın bütününe baktığımızda sadece bu ayet değil, evrenin yaratılışını anlatan diğer ayetler de bilimle çok ciddi çelişkiler içerisindedir, mucize olması bir tarafa, hatalıdır.

Bu olaydan Kur-an’dan çok daha eski metinlerde de bahsedilmiştir. Pek çok toplumda göklerle yer başlangıçta bitişiktir, sonradan Tanrı tarafından ayrılıp bugünkü şeklinin verildiği inancı yaygındır.

Göklerle yerin ayrılması pek çok toplumun inanışlarında yer almaktadır, Kuran’a muhtemelen Tevrat’tan geçmiştir. Tevrat masalı şöyle anlatır:

"Tanrı, “Suların ortasında bir kubbe olsun, suları birbirinden ayırsın” diye buyurdu. Ve öyle oldu. Tanrı gök kubbeyi yarattı. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Kubbeye “Gök” adını verdi. Akşam oldu, sabah oldu ve ikinci gün oluştu. Tanrı, “Göğün altındaki sular bir yere toplansın, kuru toprak görünsün” diye buyurdu ve öyle oldu. Kuru alana “Kara”, toplanan sulara “Deniz” adını verdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü." (Yaratılış 1:2-10)

Gördüğünüz gibi Tevrat’a göre de göklerle yer başlangıçta bitişikmiş,Tanrı tarafından ayrılmışlar.Anlaşılan düşüncelerine göre başlangıçta bütün yeryüzü sularla kaplıymış, Tanrı yer altından saydam bir kubbe yükseltmiş ve suların bir kısmını yukarıda toplamış. Kalan suyu da bir kenara toplayıp denizleri oluşturmuş,ortaya çıkan toprak ise yer (kara) olmuş.

Saydam bir kubbe düşünmüş olmalılar çünkü gök de denizler gibi mavidir, bu maviliğin nedeni, yer altından çıkarak suların bir kısmını üzerinde toplayan kubbe ile alakalı düşünülmüş olmalı. Tevrat anlatımından açıkça anlaşılıyor ki gökyüzü kubbenin arkasında kalan sulardan oluşuyor, bu kubbe saydam olduğu için de üzerinde toplanan deniz suyunun maviliği nedeniyle gökyüzü mavi gözüküyor. İşte! Göklerle yerin neden başlangıçta bitişik iken sonradan ayrıldıkları düşünülmüş, bulduk!

Tevrat anlatımından bu açıkça anlaşılıyor yani o kubbe saydam düşünülmüş olmalı. Şimdi daha eski kaynaklara da bakalım, bu inancın kökeni Sümerlere kadar uzanmaktadır:

Sümer efsanesine göre evrende ilk olarak Tanrıça Nammu adında büyük uçsuz bucaksız bir su vardı.Tanrıça o sudan büyük bir dağ çıkarıyor. Oğlu Hava Tanrısı Enlil, onu ikiye ayırıyor. Üstü gök oluyor, Gök Tanrısı onu alıyor, yer olan altı da Yer Tanrıçası ile Hava Tanrısının oluyor. Bilgelik Tanrısı ile Hava Tanrısı yeri bitkiler, ağaçlar, sularla donatıyor. Hayvanlar yaratılıyor ve hepsini idare edecek Tanrılar meydana getiriliyor.

Bir de bunu Sümer şiirlerinde gösterelim:

Gök ve yer çift olarak yaratıldığı zaman,
Ana Tanrıça İnana onlara şekil verdiği zaman,
Yerler düzenlendiği, toprak yerleştiği zaman,
Gök ahenk içinde hareket ettiği zaman,
Nehirler ve kanallar düz bir çizgi gibi aktığı zaman,
Dicle ve Fırat nehirleri kıyılarını doldurduğu zaman,
Büyük Tanrılar “artık ne yapabiliriz” diye konuşuyorlar.


Başka bir şiir:

Gök yerden ayrıldıktan sonra
Yer gökten ayrıldıktan sonra
İnsanın adı konduktan sonra
An(gök tanrısı) göğü alıp götürdükten sonra…


Bir diğeri:

Bey, gerekli olanları meydana getirmek için,
Kararları değişmeyen bey,
Yerden “ülkenin tohumunu çıkaran Enlil”
Yerden göğü ayırmayı planladı,
Gökten yeri ayırmayı planladı.


Sadece Sümer’de değil Babil mitlerinde de göklerle yer ayrılmıştır, tek bir farkla; göklerle yer Tanrıça Tiamat’ın bedeninden yaratılır:

Babil Tanrıçası Tiamat ve kocası Apsu genç tanrıların yol açtığı kargaşaya artık dayanamaz ve onları yok etmeyi tasarlar. Ea’nın çatışma sırasında Apsu’yu öldürmesi üzerine,azman bir su yılanı olan Tiamat intikam güder. Onunla dövüşmek için seçilen Marduk kavgayı kazanır ve tanrıçanın bedenini ikiye ayırarak göğü ve yeri yaratır.

Mısır mitolojisinde de göklerle yer bitişikken ayrılmıştır:

Eski Mısır Mitolojisi’nde ilk tanrı Atum‘un oğlu Şu, Yer’le göğü birbirinden ayırandır. Şu‘nun (kendi kızkardeşinden yaptığı) çocukları olan Nut göğü, Geb de yeri temsil eder.

Mitlere devam edelim, bu sefer Hint’ten:

Upanishad’lara ait başka bir sekizinci yüzyıl miti tanrıları pek çok açıdan olayın dışında tutmaktadır:

“Bu dünya başlangıçta yalnızca hiçbir şey idi. O var oldu. O, gelişti. O bir yumurtaya dönüştü. Yılın belli bir döneminde yumurtladı. Birbirlerinden ayrıldı. İki yumurta kabuğunun birisi gümüş, birisi altın oldu. Gümüş olandan yeryüzü oluştu, altın olandan gökyüzü meydana geldi.”

Burada yine göklerle yerin başlangıçta bitişik iken ayrılması inancı var.

Görüldüğü gibi kökeni Sümer olan “göklerle yerin birbirinden ayrılması” inancı çok yaygın bir inançtır. Kimi bir kara kütlesini ayırıp üstünü göğe, altını yere çeviriyor, kimi suları ayırıyor, kimi Tanrıların bedenini ayırıp aynını yapıyor, kimi de bir yumurtayı kırıp üst kabuğu göğe, alt kabuğu yere çeviriyor. Yani hepsinde yer ile gök birleşik iken bir şekilde ayrılıyor.

İNANMAK İSTİYORUM

Küçükken Star Wars’ı ilk izlediğimde Obi Van Kenobi’nin Luke ‘ a söylediği sözler etkilemişti beni…. “Güce inan Luke, hisset… O sana içindekini verecek…”. Eve gidip düşünce gücü ile pinpon topunu hareket ettirmeye çalıştım. Olmadı.

Babaannem hastalanmıştı. Ölümle pençeleşiyordu. Ölüm gerçekti, kimse sonsuz yaşayamazdı. Bunu biliyordum ama karneme az bir süre vardı. “Ne olursun Allah’ım karnemi görsün” dedim. Olmadı. “Allah'ım ne olur düşenleri koru mazlumları muhafaza eyle” dedim. Olmadı. Küçük bir çocuk tecavüze uğrayıp öldürülmüştü. O da “Allah'ım yardım et” demişti kendince. Olmadı. Bir füze ile vücudu yandı Filistinli çocuğun, o da “Allah'ım ne olur yardım et” dedi. Olmadı. Bir terörist kurşunu aldı Mehmetçiğin canını. Yaralı iken “Allah'ım beni doğmamış evladıma, vatanıma bağışla” dedi. Olmadı.

Sorun hep bizdeydi. Sınavdı. İnançlarımız bunu böyle söylüyordu. Haşa hayır Allah'tan, Şer ise bizdendi. Alternatif bir fikir hep kötü idi. Bilim? Zaten her şey kutsal kitaplarda yazılı. Ne gerek var ki bilime? Cübbeli hocanın dediği gibi: “İman olmadıktan sonra Mars’a, Uzay’a gitsen ne olacak… Manyak manyak işler. Oraya harcanan parayı sen bana ver ben anlatayım sana!”

Bir Müslümana sorduğumuz da: “Neden yeryüzünde kötülük var? Çünkü doğru İslamiyet Yok. Neden İslam coğrafyasında sıkıntı var? Çünkü kimse doğru İslamiyeti yaşamıyor”.

Bir Hristiyan'a veya Yahudi'ye de sorsak aynı cevap geliyor. “Kimse doğru Hristiyan değil” ya da “Kimse doğru Yahudi değil”.

“Sorun bende dinimde değil, Beni yargıla ama dDinimi yargılama çünkü o doğru” sloganı her dilde tüm sosyal medyayı kapladı.

Bir Marksiste sorduğumuzda “Neden Komünizm çöktü?”. Çünkü kimse doğru komünizmi yaşamadı ki der. Hatta bununla ilgili makaleler, kitaplar ibadullah mevcut.

İnançlar (İster dini ister din dışı olan), aslında tüm hayatımızı şekillendiriyor. Çünkü inanmak istiyoruz.


“Düşünüyorum o halde varım!” demişti Descartes. Bu noktadan hareket eden bir güruh ise “İnanıyorum o halde varım” gibi ilginç bir çıkarımda bulunmuştu. Dinlerin temeli bu kavram üzerine kurulu idi. İnanmak… İnanmak istiyoruz ve farkında olsak da olmasak da hayatımızı inançlar muazzam bir şekilde yönetiyor. Karşılaştığımız birçok unsuru açıklamak veya tanımlamak istiyoruz. Bunu yapamadığımızda inançlar devreye giriyor. Varsayımlar üretiyoruz. Daha sonra bu varsayımlara kanıt arama peşine düşüyoruz. Bazen bu varsayımların kökeninde psikolojik kökenli sorunlar veya travmalar bulunabiliyor. Bu tip durumlarda doyurucu bilgi ve sonuca, yani kanıta ulaşamadığımızda inançlar devreye giriyor.

İnanç, herhangi bir düşünceye, kesin ve net bir şekilde, tam bir biçimde bağlanılmasıdır. İnanmak için insan delil bulmaz ise delil üretir. Gece yatağında ağaç dallarının gölgesini canavar sanıp canavarların varlığına inanan bir çocuk fikrinden çokta farklı değildir.

İnancın karşısında sanılan, ancak aynı kulvarda bulunmayan bilim, karşılaşılan ve gözlemlenen şeylerin açıklanmasında kanıtları, test edilmeyi ve yanlışlanabilirliği ister. İnançların bunlara ihtiyacı yoktur. Bu noktada geliştirilen varsayımın kuvveti önemlidir. İnanç evriminin en önemli ve kuvvetli çıktısı dinlerdir. Din gözlemlenmeyen, ölçülemeyen, test edilemeyen ve yanlışlanamayan varsayımları kabulü öngörür.

İnanların önüne bilimsel kanıt getirdiğinizde doğal olarak inançları ağır basacak ve “gerçeği” reddedeceklerdir. Örneğin dinsel herhangi bir ögeyi veya dogmayı bilimsel olarak çürüttüğünüzde (evrim) hemen ret mekanizması gelişecektir.

Sorgulamaya açık ancak inançlara sıkı sıkıya bağlı bireyler bu noktada inanç ve bilimi örtüştürmeye çalışırlar. (Örneğin dini kitaplarda bilimsel gerçeklerin bulunduğu safsatası)

Bilim, varsayımların gözlemlenebilir, ölçülebilir, test edilebilir ve yanlışlanabilir bir şekilde yorumlanması ve kanıtlanması ile gelişir. İnançların buna ihtiyacı yoktur.

İnanmak için kanıta ihtiyaç duymazsınız. Sadece inanırsınız. Daha önce belirttiğim gibi sadece inanmak istersiniz.

En temel bilgi arayışı varlık amacı üzerine olmuştur. Kimiz, neyiz, neden varız, varlığımızın sebebi ne, hayatta her sistem bir amaç üzerine mi kurulu? Bu arayışların temelinde tek sebep “özel hissetme” güdüsüdür. İnsanlar kendilerini özel hissetmek isterler. Eğer varsak bir görevimiz olmalıdır. Bu görev evrensel bir nitelik taşımalıdır. Peki, daha önce bu soruların bir cevabı olmadığını hiç hesaba kattınız mı? Bu soruların tamamı insanidir.

Matematiksel olarak insanın varlığının “bir yaratıcı olmadan” meydana gelmesinin sayısal olasılık hesabı ile imkansız olduğu varsayılır. Adı üstünde bu varsayımdır. Çünkü bilimin şu an geldiği noktada insanın yaratılışı evrimle mi olmuştur? Evet. Evrim var mıdır? Evet. En basitinden bili bu iki sorunun cevabını kesin bir biçimde yanıtlayabiliyor.

Vatikan evrimin olduğunu, insanın akıl ile donanımlanan bir primat olduğunu, aklını kullanma yetisini geliştiren ilk insanımsıların Âdem ve Havva olma olasılığının yüksek olduğunu ifade etmeye başladı.

Bilim “Tanrı Var mı?” sorusuna bir cevap veremiyor ya da bilim –şu an için- her şeyi cevaplamıyor. Bu doğru. Ancak bilim mevcut tüm inanç sistemlerini sorgulayabiliyor, hatta yanlışlayabiliyor.

Ortaya baktığımızda bir tarafta gerçekler var, bir tarafta da inançlar. Örneğin masanızda bir şişe içirisinde su var. Size bu suyun şifalı olduğunu ve normal bir su olmadığını söylüyorlar. Suyu analiz ettirdiğinde normal su olduğu ortaya

Karl POPPER yanlışlanabilmenin, bir teorinin bilimselliğini ya da kanıtlanabilirliğini ölçmenin en etkili yollardan birisi olduğunu ifade eder. Yanlışlanmaya açık hiçbir varsayım, teori zırvadan öteye geçemez.

Peki, tek inanç sistemi Dinler midir? Hayır. İnanca neredeyse dönüşmüş, dinleştirilmiş, din olarak adlandırılmasa da dine çok benzeyen unsurlarda var. Örneğin Marxiszm.


Prof. Dr. A. Celal ŞENGÖR “HEGEL denen salak” dediğinde ortalık ayağa kalkmıştı. Aslında bu sözü ondan önce Karl POPPER farklı bir biçimde ifade etmişti. Nietzsche ve Schopenhauer gibi birçok ismin eleştiri hedefinde olan bu Alman Filozof Diyalektiğin formülünü bulmuştu. Georg Wilhelm Friedrich Hegel, tez-antitez=sentez diyalektiği formüle etmişti. Diyalektik her ne kadar düşünce tarihi kadar eski olsa da (bu konuda birçok filozof vardır ve Herakleitos babası sayılır) bunu formüle eden Hegel idi.

Bilimsel olarak yanlışlanmaya açık olmayan her türlü varsayım ve teori kabul edilmeyeceğine göre, Marxiszm de inanç ürünüdür. Çünkü yanlışlanmaya açık değildir.

Bilimden gelme geleneğine inansalar da Marxiszm doğayı anlamak ve gözlemlemek yerine onu değiştirmeyi öngörür.

İnanmak en büyük özgürlük olarak nitelenebilir. Ancak kabuller ölçüsünde. İnanmak bireyleri ilgilendirir ya da aynı inancı paylaşan kümeleri. Ancak inanç dendiğinde sadece dinler algılanıyorsa burada bir hata var.

Objektif olarak baktığınızda tek inanç ürünü dinler midir? Yoksa dine çok benzeyen, başka da inançlar var mıdır?

İnançlar maalesef şu an tüm insanlığı tehdit ediyor. İnsanlar sınıflara ve kamplara ayrılıyor. Ortada şöyle bir paradoks var ki eğer inançsızlar bir grup oluştursa bu da bir nevi kamplaşma olacak.

Peki ya çözüm? Çözüm aslında ortada. Çözüm bilimden geçiyor. Bilim inançla beslenmez. Aslında bilim için kuvvetli varsayımlara ihtiyaç var. Aynen Tanrının olabileceği gibi varsayımlara. Ancak varsayımlar yanlışlanmaya da açık olabilmeli; yani bir birey hangi koşulda Tanrı fikrinden vazgeçebileceğini ortaya koyabilmelidir.

Kimsenin inancını sorgulamıyorum. İster semavi dinlere mensup olun isterseniz Marx’ın dinine… Ancak hangi koşulda bu fikirden sıyrılabileceğinizi hiç düşündünüz mü?

Dinleri koşulsuz doğru kabul edelim. Ya içerdikleri bilgiler yanlış ise ne olacak? İçerdikleri sözlerin yanlış olduğu ve insan beyni ürünü olduğu kanıtlanırsa ne olacak? Vazgeçebilecek misiniz? Yoksa koşulsuz biat etmeye devam mı edeceksiniz?

Bilim İnanç değildir. Din değildir. Din gibi bir şeyde değildir. Bilim evren için çalışır. Onu anlamaya, çözmeye ya da kanıtlamaya çalışır. Ötesi ile ilgilenmez. Bilim belki her şeye cevap veremeyebilir, ancak günümüze hayatımızı kolaylaştıran her şeyi bilime borçluyuz.

İnanç sizin hayatta kalma sürenizi uzatmaz. Ancak bilim uzatır. Bilim sadece önceden yazılı kaderde yaşanacak olan şeye vesile midir? Yani aslında kaderinizde uzun yaşamak varsa bilim ile icat edilen ilaç ve gereçler sadece buna vesile midir? Bu size kalmış. İnanmak istiyorsanız öyle olsun.

Bilim, “BİL” kökünden türemiştir. Belki “BİLMEK” istersiniz diye düşündüm.
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

AYETTE KULLARIM DİYEN KİM?

Ayet, “De ki ey inanan kullarım” ile başlıyor.
De ki: ‘Ey iman eden kullarım, Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah’ın arz’ı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir.’

Muhammed, inananlara “kullarım” diye sesleniyor. Bazı meal tahrifatçıları bu hatayı kamufle edebilmek için mealin başın “Bizim adımıza de ki” ya da “tarafımdan söyle” gibi ilaveler yapmışlar. Halbuki Arapçasında bunlar yok. Bazıları da “Kullarım” değil, “kullar” olarak çevirmiş.

Eğer Kur’an’ı Allah gönderseydi ayette Allah’ın “de ki” demeyip direk kendisinin söylemesi gerekirdi. Ya da “İnanan kullarıma de ki” şeklinde olmalıydı.

Aynı ifadeyi Zümer (Zümerler) -53′de de görmekteyiz:

Zümer-53. De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”