HABERLER
Dini Haber

HANGİ DİN?

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, din, Dinler tarihi, Hangi din?, Dinler nasıl ortaya çıktı, Dinlerde cinsellik, Peygamberler, Asıl din, Tanrı inancı, Din savaşları, Din ve savaş, İyi insan olmak,
HANGİ DİN?
Dinler, insanlara arınma, huzur verip, doğru yolu göstermek için ortaya çıkmış görünseler de yaygın hiçbir din; inananlarına huzur, barış ve tinsel arınma getirmemiştir. Herhangi bir dine inanmış insanların kendilerine ve başkalarına soracak bir yığın soruları olmuştur. Ancak bu soruları kendilerine ve başkalarına soramadılar. Çünkü korku ve bilgisizlik vardı. Çünkü din adına insanlar hayal dünyalarında gezdirilmişler, ödül ve ceza ikilisiyle avutulmuşlardır. İnsan; bilmediği, tanımadığı, göremediği şeylerden korkar. Bütün inançların temelinde insanların cahilliği ve tanınmayıp görülmeyene karşı korku vardır. Dinler ortaya çıktıktan sonra savaşlar, sömürü, bencillik, dünya hırsları hep en ön plana çıkmıştır. Dinler getirdikleri kurallar içinde bütün bu kötülükleri önleyebilseydi ve önce peygamberlerin, din adamlarının kendileri kendi dinlerinin kurallarına uyabilselerdi; bu gün insanlık bir başka aşamada olabilirdi. Ya da bütün din kitaplarının getirdiği ilkeler kendi kaynaklarından incelenseydi, sorular sorulsaydı, sorgulama yapılsaydı belki din diye bir olgu yaşama ve yayılma şansını bulamayacaktı. Her şey insanların cahil bırakılmasından, bu cahillikten doğan korkuların dinler içinde sömürü aracı yapılmasından ve sorgulama yasağından kaynaklanmaktadır.

Dinlerin ortaya çıkış gerekçeleri; insanlara erinç, toplumsal ve bireysel adalet, tapınma yoluyla tinsel arınma, en sonunda da vaat edilen cennettir. Bütün dinlere göre bu ilkelere uyanlar ideal insan olarak tanımlanır. Oysa madalyonun ters tarafını çevirdiğimizde bunun böyle olmadığı ortaya çıkar.

Bilinen bütün dinler bir yana; yaygın olan üç dinin ilkeleri, kitapları, inançları hatta tanrıları bile farklıdır. Ayrıca, bu üç dinin kitapları da insan eliyle yazılmıştır. Bu üç dinin kitaplarının Allah tarafından insanlara öğüt verme ve doğru yolu göstermek için insanlara gönderildiği kabul edilse bile; sonuçta yazıya dökenler insandır. Kur'an da, Zebur da Tevrat ve İncil’de insan eliyle yazılmıştır ve bu dört kitabın dördü de; hem kendi içleriyle hem birbirlerine uyarlar hem de birbirleriyle çelişirler. Dahası da insanlara doğru yolu göstermek için gönderilen peygamberlerden bazılarının gerçekten yaşayıp yaşamadıkları belli değil; kimisinin mezarı yok, kimisinin birkaç yerde mezarı var. Kimisi Sumer’de kral- tanrı sıfatındayken, bir başka yerde peygamberliğini duyurup yaymıştır. Kimisinin ismi değişerek birçok efsanede yer bulmuştur. Çoğu peygamberler korkunç günahlar da işlemişler. Bazıları kendileri için gökten ayet indirmişler, bazıları eş ve kardeşlerini pazarlamışlar, Lut peygamber sarhoşken öz kızlarıyla yatmış, geliniyle zina yapanlar var, oğulluğunun karısıyla evlenenler var… Kaynak sorarsanız, Allah’ın peygamberlere gönderdiği kutsal kitaplardır. Diyeceksiniz ki, bu konular kutsal kitaplara neden ve nasıl girdi? Kutsal kitaplar seks öyküleriyle mi dolu? Bize ne soruyorsunuz? Bunları biz mi yazdık? Bu soruyu, o kitapları yazanlara sorsanız iyi olur.


Bilgi sunan, sitelerinde gerçekleri yazanlara sövüp sayacağınıza, bir tane bile din kitabı okusaydınız bizlere sövüp saymazdınız. Beğenseniz de beğenmeseniz de, onaylasanız da, yalanlamaya çalışsanız da; bu çelişkileri kendi kaynaklarından anlatmaya kararlıyız. Bunları anlatmak, bizim insanlık görevimizdir.

İlk insan kabul edilen Âdem’den, inancı din haline getiren İbrahim peygambere kadar geçen süreç içerisinde, başka peygamberlerin de ortaya çıktığı kutsal kitaplarda yazılıdır. Müslüman din yorumcularının çoğu tarafından, Âdemden beri bütün insanların başlangıçtan sonsuza kadar tek hak dinin İslam olduğu kabullenilir. En azından genel ilkeler için böyle bir algı yaratılmıştır. Bu süreç içerisinde henüz ortaya çıkmamış bir dine nasıl inanılabilir? Bu üç dinin temel ilkeleri aynı diyebilirsiniz. Ancak; önce gelen kitap sonra gelen kitap tarafından geçersiz kılınmışsa temel ilkelerin aynı olması gibi bir durum ortaya çıkmaz. Üstelik Kuran’ın bir yerinde Tevrat doğrulanır, başka bir yerinde ezeli ve ebedi tek hak dinin Müslümanlık olduğu anlatılır.

Bu gün algılanan din inancı,  ilk kez İbrahim peygamber zamanında ortaya çıkmıştır. Kuran kabul etmese de; İbrahim peygamberin Yahudi ve Sumerli olduğunu biliyoruz. İbrahim peygamber gök cisimlerine tapardı. Kutsal kitaplara göre sonradan tek tanrı inancını benimsemiştir. Ama hangi tek tanrı? Kutsal kitaplarda değişik isimlerle anlatılan Firavun’da tek tanrıya inanmış ve bunu Mısır’a yaymıştır. Mısır halkı çok tanrılı dinlere inanmaktayken, Firavun tek ve en büyük tanrı olarak inandığı ay tanrısına tapınarak tek tanrıcı olmuştur.  Âdem ile İbrahim peygamber arasındaki bu süreç içinde ve Firavun dönemine kadar tek tanrı inancı yok muydu? Ya da inançlar dinselliğe dayanmıyor muydu?

En eski inançlardan ateşe, gök tanrıya, güneş- ay- yıldızlara, evreni temsil ettiğine inanılıp kutsal sayılan her şeye tapınma vardı. Bu kutsalların içinde ağaçlar, dağlar, kayalar, yırtıcı hayvanlar, şimşek de bulunuyordu. Bu tapınmalar ilk zamanlardaydı ve bir din inancından değil korkuyla karışık bir koruyucu arama gereksinimden dolayı ortaya çıkmıştı. Çünkü o zamanlar din kavramı yoktu ve kurumsallaşmamıştı.

İbrahim peygamber ve Firavun kendi inandıklarını sonradan din haline getirdiler. Daha eski çağın insanları yaşam koşulları, bulundukları ortam ve topluluk, bilinmeyenden doğan korku gibi ve başka nedenlerle farklı inançlar, farklı kutsallar edinmişlerdir. Bu yüzden ilk insan toplumlarından başlayarak, bu güne gelinceye kadar birçok inanç sistemi ortaya çıkmıştır.

Bütün bu inanç sistemleri tek bir noktada birleştirilebilir mi? Bütün dinleri bir noktada birleştiremezsek; yeryüzünde ne kavgalar, ne cinayetler biter. Ne toplumsal ve evrensel barış gelir, ne de din mezhep gölgesindeki çatışmalar biter. Herkes, her toplum kendi inancının doğru inanç olduğunu iddia edip inatlaştıkça; işler hep çatallaştı, halen de çatallaşmakta ve hiç bitmeyecek.

İnanan herkes, inancını sürdürüp sürdürmemekle özgür olduğunun bilincine varırsa ve herkes, kendi özgür düşünceleriyle inanacağı dini seçebilirse; her inançtan herkes birbirlerine zarar vermeden bir arada yaşayabilirse sorunları çözmek kolaylaşır. Bunu başarabilmek için insanların özgür düşünebilmesi, özgürce inanabilmesi ve inançları kendi kaynaklarından özgürce sorgulaması yeterlidir. İşte o zaman, asıl din inancının, tek bir din inancı içinde birleştiği görülür. Görmek istenirse asıl ve ideal din inancını görebilmek zor değildir.


ASIL DİN NEDİR?
Aslında; inancı olanların dinler diye bir sorunu yoktur, olması da gerekmez. Yalnız bir din vardır. Bu din, insanların hepsini doğru yola götürür. O din insanlıktır, adalettir, doğruluk ve bütün canlılara saygıdır. Yani yalnızca vicdandır. Tanrı’nın varlığına ve birliğine, onun sonsuz gücüne inanan her kişi; hangi peygambere inanırsa inansın, hangi ibadeti yaparsa yapsın gidip ulaşacağı yer Tanrı katıdır. Birisi şu yoldan gider, ötekisi başka bir yoldan. Yeter ki insan da Tanrı inancı olsun, insanlığın bütün sıfatlarını üstünde taşısın. Bütün insanların insanca ortak özellikleri ve değer yargıları vardır. Mutlaka inanılacaksa; İnanılacak en ideal din budur. İnsan neye inanırsa inansın ya da hiç inanmasın insanlığı gereği; başkalarını düşünmek, yardımlaşmak, adaletten ayrılmamak, hak hukuk gözetmek gibi ilkelere uymak zorundadır. İnanılacaksa gerçek din işte budur. Bunlara uymayan insan; Tanrı’ya inansa ne olur, inanmasa ne olur? Ya da şu peygamberin ümmeti olsa ne olur, bu peygamberin izinden gitse ne olur? Yani iyi şeyler için- iyilikle atılan adımın her yolu Tanrı’ya ulaşır, iç huzur getirir, arınma getirir, dirlik getirir. Kendi şeytanına tapmayan, kendi şeytanını yenebilen, yani; hırs, kibir, haset, kin ve şehvetten uzak duran, bunları yenebilen her insan ideal insandır.

Herhangi bir dine inanan insan, yaptığı işleri vicdanına ve insanlığa uygun buluyorsa; inanç ve ibadetinden erinç duyabiliyorsa sorun yok. Bu insan içten inanmış, kimseye zararı olmayan, ideal diyebileceğimiz bir insandır. Ama inandığını söylediği ve inancını şiddete dönüşecek kadar savunduğu halde; insanlık dışı işler yapabiliyorsa; yaşamında şiddet, adaletsizlik, hile, yalan- dolan, tecavüz gibi pislikler ön plandaysa; böyle insan inansa ne olur, inanmasa ne olur? Ayrıca inandığını söyleyen birisinin inancı ve göstermelik ibadetleri kötülüklerden kendisini koruyamıyorsa; bu insan da inanmış gözükse ne olur, gözükmese ne olur? Önemli olan vicdan, adalet ve insanlıktır. Dinlerden ve inançlardan bir yarar beklenecekse vicdan, adalet, insanlık öne geçmelidir. Aksi halde din ve inançlar birer aldatma, uyuşturma aracı olmaktan öteye gidemezler.

DİNLER VE SAVAŞLAR
Tarihe bir bakınız. Tarih sayfaları şöyle ya da böyle din ve inanç savaşlarıyla doludur. Birbirlerine karşı kışkırtılan insanlar din adına, inanç adına, sevap işleyip Tanrı’nın özel kulları olabilmek için kan dökmüşlerdir. Böyle bir din sisteminin olabileceğini düşünüyor musunuz? Böyle bir din olmaz, böyle bir din kuralı da olamaz. Oysa din dediğimiz kuralların hepsi, bir yandan bunları şiddetle yasaklarken; bir yandan da körüklemiştir. Kuran içinde hem bunları yasaklayan hem de din adına savaşı ve şiddeti farz kılan birbiriyle çelişkili pek çok ayet vardır. (Kuran’dan birkaç örnek ayet: Bakara,144-216. Nisa,71-76- 84- 89. Enfal: 39- 65. Tevbe: 5- 29- 123)

Bir dine sahip olanlar - hangi dinden olursa olsun - inatla birbirlerinin kanını dökmüşlerdir, halen döküyorlar. Yeryüzü insanlarının çoğunluğu; dinin ne olduğunu, ne olmadığını bile bilecek bilgi ve olgunluğa henüz ulaşamamışlardır. Buna karşılık herkes kendilerini ve toplumlarını dindar görüyor. Oysa bu dindarlık değil kindarlıktır. Din adına savaşıp kan döken cennete girecek, savaşmayıp kan dökmeyen giremeyecek… Böyle şey olur mu? Şu peygamberin ümmeti cennetlik, bu mezhebin yolundan giden cehennemlik olacak öyle mi? Şimdi Müslüman çoğunluğun anlayışına göre Müslüman olmayanların hepsi cehennemliktir. Öteki dinlere göre de Müslümanlar cehennemlik. Cennete kimler girecek? Siz mi gireceksiniz, biz mi? Böyle ayrım olmaz. Dünyada iyi bir insan olan kim olursa olsun cennete girer. Ebedi cehennemlikler ise inancı ne olursa olsun insanlara kötülük ve zülüm yapanlardır. Tapınmalar farklı olabilir bunda bir sakınca yok; asıl olan tutulan yolun vicdanlara uygun olması ve alınan sonuçtur. Sonuç olumlu olmuyorsa inanılmış- inanılmamış zaten fark etmez. Adı ne olursa olsun bütün dinlerin temeli –bütün her şeye ve çelişkilere karşın bile olsa- vicdandır. Bütün kötülüklerden arınmış her insan, dinli olsun, dinsiz olsun, kara olsun, ak olsun ideal insandır. Cennet varsa böyle insanların hepsi cennete gider. Cennet yoksa yaptıkları yararlı işler insanlık içinde yer bulur. Yani her şey ideal birey olmaya çalışmak ve vicdandır.

Yıllar önce Hindistanlı, puta tapar bir din adamıyla tanıştım. Konuşurken söz döndü dolaştı dinlere geldi.  Dedim ki; “Ben bütün inançlara saygılıyım. Yalnızca merak ettiğim için soruyorum. Siz cansız olan varlıklara, kendine bile yararı olmayan yontulara falan tapınıyorsunuz; bunun nedeni nedir?” Din adamının yanıtı şu oldu: “Tapındığımız varlıkların cansız ve yararsız şeyler olduğunu biz de biliyoruz. Ancak biz tanrının her şeyden münezzeh olan varlığını simgesel olarak taptığımız bu varlıklarda buluruz. Biz de tek tanrıya inanırız.” Bu yanıt bana doyurucu geldi ve bir soru daha sordum: “Dinlere göre kim cennetlik, kim cehennemlik?” Yanıta bakınız; “Din farkı olmadan, kendi vicdanına güvenen herkes cennetlik.” İşte bu kadar!  Zaten bütün dinler, gerçek inananlar için hep tanrı ile insan vicdanı arasındaki bağlantıdan başka bir şey değildir. Gerisi boştur.

SAYYİDE EL-HURRA

Yazan: A.Kara
A, tarih, Sayyida, Sayyida Al-Hurra, Korsan kadın, Fas'lı korsan kadın, Barbaros Hayrettin Paşa, İslam tarihi, Müslüman kadın korsan, Kadın savaşçılar,

FAS'IN KORKULAN VE SAYGI DUYULAN KORSAN KRALİÇESİ "SAYYİDE EL HURRA"

1492'de Katolik Hükümdarları Kastilya'dan I.Isabel ve Aragon'dan II.Ferdinand İber Yarımadası'nın kontrolüne sahip olarak Grenada'yı ele geçirmeyi başardı. Hristiyanlığa geçmeyi reddedenler bölgeyi terk etmeye zorlandılar. Grenada'dan gelen ve Fas'ta sığınma isteyen mülteciler arasında Sayyide adında küçük bir kız vardı, ailesi ve akrabaları ile birlikte bölgeye sığınmışlardı.

Sayyide yabancı bir ülkede yeni bir yuvaya sahip olduğunda sadece 2 yaşındaydı. Güçlü ve zengin bir kabile olan Banu Rashid'in bir aile üyesi olduğu için çocukluğu güvenli ve mutlu geçiyordu. Ama Sayyide Grenada'dan ayrılmaya zorlanmalarının onları küçük düşürmesini asla unutamadı ve affetmedi. Büyüdüğünde Hristiyanların çetin bir düşmanı haline gelerek İspanyollardan intikam almaya çalıştı.

SAYYİDE EL-HURRA KİMDİR?
Gerçek adı tarihte kaybolmuştur ancak günümüzde "özgür ve bağımsız soylu kadın, üstün otoriteye boyun eğmeyen asil kadın" anlamlarına gelen "Sayyide el-Hurra" ismiyle bilinir. Sayyide el-Hurra (1485 - 1561) 16 yaşında iken Endülüs'ten gelen mülteciler arasından yaşlı bir adam olan Ali Al Mandri ile evlendi. Babasının da bir arkadaşı olan kocası Fas'ın kuzeyindeki Tetuan şehrinin valisi idi. Bazı kaynaklar Sayyide'nın onun oğluyla evlendiğini de ifade ettiğini söylemek gerekir.

Hangisiyle evlendiğine bakılmaksızın akıllı bir kadın olan Sayyide'nın kocasına tavsiyelerde bulunduğu, işlerinde yardım ettiği ve politikaya karıştığı bilinmektedir.

Sayyide birçok önemli toplantıya katılmasıyla birlikte hayatının ilerleyen kısmında önemli bir rol oynayacak birçok güçlü insanla tanıştı. Bunlardan biri de 1400'ler civarında Kastilyalılar tarafından tahrip edilen Tetuan kentini yeniden inşa etmesi için ona izin veren Wattasid hanedanlığından Faslı Sultan Ebu Al-Abbas-Ahmad İbn Muhammad idi.

Sayyide el-Hurra kocası öldükten sonra Tetuan valisi olarak göreve başladı ve şehrin tek yöneticisi olduğunu ilan etti. "Endülüs-Fas Sözlü Anlatılarında Feminist Gelenekleri" kitabının yazarı Hasna Lebbady'e göre "Sayyide farklı koşullar altında yapılması gerekenleri biliyordu ve bunlar onu lider yapacak niteliklerdi."


SAYYİDE'NIN KORSANLIĞA BAŞLAMASI
Laura Sook Duncombe "Korsan Kadın" adlı kitabında şöyle diyor:
"Sayyide’nin döneminde şeriat yasası altındaki kadınlar dönemin birçok Batı hukuk sistemi altındaki kadınlardan daha fazla özgürlüğe sahipti. Örneğin şeriat hukukunun geleneksel yorumları müslüman kadınların boşanabileceğini, evlendikten sonra soyadlarını koruyabildiklerini ve kendi mali meselelerini idare edebileceğini söylüyordu."

(Hristiyan ve Yahudi topluluklarda kadının statüsünün kötü olduğunu hatta Hristiyanların cadı diye binlerce kadın ve çocuğu yakıp astığını size bir yazımda anlatmıştım. Fakat bu yine de İslamiyet kadına boşanma hakkı vermiştir demeye neden olamaz. Çünkü Kur'an hiçbir zaman kadını muhatap almamış, her zaman erkeklere seslenmiştir. Ayrıca birçok İslami kaynağa göre kadının boşanma hakkını bile kocasından alması gerekmektedir. Yani kocası ona yol vermedikçe kadın ondan ayrılamaz. Laura Sook bu açıklamayı yapmadan önce konuyu daha iyi araştırmalıydı.)

Sayyide 1541'de Faslı Wattasid hanedanlığının bir Sultanı olan Ahmed Al-Wattasi ile evlendi. Bu onun hayatında yeni bir bölümün başlangıcıydı. Rahat bir hayat yaşayabilir ve politik başarının tadını çıkartabilirdi ama o daha fazlasını istedi. Geçmişten gelen hatıralar onu rahatsız etti ve İspanyolların ailesine neler yaptığını unutamadı. Grenada'dan gönderildikleri ve gitmeye zorlandığı gerçeğini unutamadı.

Tarihçiler o zamanlar sadece küçük bir çocuk olmasına rağmen nefretinin çoğunun çocukluk döneminde yetişkinlerin konuşmalarına kulak misafiri olduğundan kaynaklandığını düşünüyor. Sürgün edilen birçok kişi İspanyollardan intikam almaktan bahsediyordu ve Sayyide'nın aklı Hristiyan istilacılarla nasıl mücadele edebileceği konusunda fikirlerle doluyordu. Hristiyan düşmanlarından intikam almak istediği için korsanlığa başladı ve Cezayir'deki ünlü Osmanlı denizcisi Barbaros Hayrettin Paşa ile temasa geçti.

Barbaros (1475 - 1536), Sayyide el Hurra ile ilk tanıştığında ona gülse de saygı duyması gereken olağanüstü bir kadın olduğunu fark ettiğinde ona karşı olan tutumu hızla değişti. Sayyide Cebelitarık'ta başarılı birkaç korsan operasyonuna liderlik etti ve bir gün Endülüs'e geri dönmeyi hayal etmeye devam etti fakat rüyası asla gerçekleşmedi.

Lebbady şöyle diyor:
"Fas’ın bir donanmaya sahip olmamasından ve ülkenin sahili savunmak için bazı korsanlara bağlı olmasından dolayı Sayyide'yi korsan olarak adlandırmanın yanlış olduğunu belirtti. Korsanların çoğu Salé ve Tetuan gibi yerlere yerleşen Endülüs'lüler idi. Sayidda'nın emri altında, Fas'ı sömüren ve zaman zaman nüfuslarının çoğunu köleleştiren agresif İberyalıları savuşturmak için ona yardım ettiler.

Bu yüzden ona korsan demezdim. Ona korsan olarak atıfta bulunmak topraklarını agresif sömürgeci güçlerden savunanlar üzerine suç atmaktır"

Ancak diğer araştırmacılar farklı görüşlere sahipler.

Fatima Mernissi'nin "İslam'ın Unutulmuş Kraliçeleri" kitabında Sayyide'nin "Batı Akdeniz'deki korsanların tartışmasız lideri" olduğunu yazdı. Akdeniz’in kontrolünü elinde bulundurduğunu anlayan Hristiyanlar tarafından ona saygı duyuldu. Ayrıca Portekiz ve İspanyol esirlerin serbest bırakılıp bırakılmama sürecini o yönetti. Komuta ettiği korsanlarla gerçekten yelken açıp açıp açmadığı belli değil ancak yağmadan elde ettiği gelirleri ile kenti Tetuan'a yatırım yapılıyordu.

Sayyide bir korsan olarak 20 yıl boyunca batı Akdeniz'i yönetti. Kariyeri ise ironik bir şekilde damadı olan Muhammed al-Hasan al-Mandri tarafından sona erdi. Sayyide 1524 Ekim'de sınır dışı edilirken malları el konuldu ve elindeki gücü alındı.

Laura Sook Duncombe:
"Sevilen bir yönetici olmasına ve çeyrek asırdan fazla bir süredir refah getirmesine rağmen, taht iddiasını korumak için başvuracak kimsesi yoktu" diyor.

Sayyide gururlu bir kadın olarak kaderini kabul etti ve Şafşavan'a giderek 14 Temmuz 1561'e kadar yaklaşık 20 yıl kadar daha yaşadı.

Her ne kadar Sayyide bu kadar yıl geçirse ve Tetuan'ı müreffeh bir şehre çevirmiş olsa da yaptıklarını belgeleyen tarihi kayıtlar neredeyse hiç yok.

BOYNUZLU TAVŞAN EFSANESİ

Yazan: A.Kara
A,mitoloji, Jackalope,Boynuzlu tavşan, Boynuzlu tavşan efsanesi, Efsaneler, Efsanevi canlılar, Mit, Efsane ile aldatma, Mitolojik canlılar, Geyik boynuzlu tavşan,
EFSANEVİ BOYNUZLU TAVŞAN JACKALOPE

Jackalope birçok Avrupa'lının günümüzde bile gördüğünü iddia ettiği efsanevi bir hayvandır. Bu boynuzlu tavşan gerçekten var mıdır yoksa sadece bir efsane midir hala tartışma konusudur. Neden bu kadar çok insan onu gördüğünü iddia ediyor ya da bu "gördüm" iddialarının arkasındaki gerçek ne olabilir?

Bu olağandışı hayvanın birçok efsanesi Amerika'dan gelir ancak boynuzlu tavşan hikayelerinin dünya çapında birçok antik kültür tarafından da bilindiği görülmektedir. Kuzey Amerika kültüründe jackalope antilop boynuzlarına sahip olan bir dağ tavşanıdır. Orta Amerika'da ise boynuzlu tavşan yaratığına dair mitolojik referanslar Huichol efsanelerinde görülmektedir. Eski Pers topluluğundaki insanlar İncil'de yedi kez bahsi geçen ünlü Unicorn'a benzeyen tek boynuzlu bir tavşandan bahsediyorlardı. İncil'in tek boynuzlu atı aslında bir oniksdi.

Ayrıca Vikingler de Avrupalıları yüzlerce yıl boyunca boynuzlu atların yalanlarıyla kandırmayı başarmıştı. Tek boynuzlu ata ait bir boynuz olduğunu iddia ederek hayvan dişlerini bile satmaya başlamışlardı. Almanya'da ise boynuzlu tavşanlar sıklıkla başka garip vücut kısımlarına, kanatlar ve gagalara sahiptiler ve Wolpertinger veya Rasselbock olarak adlandırılırdılar.

Eski halkların efsaneleri birçok boynuzlu hayvandan ve diğer canlılardan söz eder. Farklı isimler altında bilinen boynuzlu yılan efsanelerine Kuzey Amerika, Mısır, Mezopotamya ve Avrupa'da rastlanmıştır. Ayrıca Avrupa'da boynuzu olduğuna inanılan birçok mitolojik varlık bulunmakta.

Kelt mitolojisinde başının üstünde iki geyik boynuzu bulunan bir tanrı olan Cernunnos. İngiliz Berkshire ilçesinde Windsor Ormanı ve Büyük Park'ta yaşadığı söylenen efsanevi bir yaratık olan avcı Herne'nin de boynuzları vardı.

Atalarımıza göre boynuzlar doğanın ilkel gücünü temsil ediyordu. İnsanlık tarihi boyunca halklar boynuzları kullanarak bu gücü ifade ettiler. Bu nedenle boynuzlar güç ile eşanlamlı bir hal alarak evrensel bir antik sembol haline geldiler.

Örneğin zenginlik kavramı Cornucopia (Bolluk Boynuzu) dinlerinin ana parçası olan Keltler de dahil olmak üzere birçok eski kültür tarafından saygı duyulan zenginlik, bereket, bereket ve beslenme sembolüdür. Bu sembol hala bazı bölgelerde plastik, hasır, metal, ahşap veya başka malzemelerden yapılarak bereket getirmesi için evlerde kullanılır. İçi sembolik olarak değerli ya da sadece güzel şeylerle doldurulur.

BOYNUZLU TAVŞAN İNANCI NASIL POPÜLER HALE GELDİ?
Boynuzlu tavşan efsanesinin yayılması ve varlığına dair olan inanç bir anda Ortaçağ resimlerinde ortaya çıkmıştır. Rönesans döneminde ve sonrasında bilim adamları bu yaratığın gerçek bir biyolojik tür olup olmadığını tartışmaya başladılar. 18. yüzyılın sonunda birçok bilim adamı boynuzlu tavşanların mitolojik hayvanlar olduğu fikrini kabul etti.

Boynuzlu tavşanı gerçekten ünlü yapan kişi Wyoming sakini olan Douglas Herrick (1920–2003) idi. 1932'de bir av gezisinden dönerken dinlenmeye geldiği yerdeki hayvan leşinde bir çift geyik boynuzu gördü. Gördüğü bu boynuzlar bir tahnitçi olan Douglas'a bazı fikirler verdi ve oğlu ile birlikte boynuzlu tavşanlar üretmeye başladılar.

82 yaşında vefat etmeden önce o ve oğlu binlerce jackalope yapmışlardı. Douglas Herrick jackalope tavşanları satarak çok şey kazanmıştı ancak "işi" ve sattığı tavşanlar sadece bir aldatmacaydı. İnsanlar bu hayvanı batının bir sembolü olarak benimsediler. Kartpostallar ve posterler üzerinde jackalope kullanılmaya başlandı ve Wyoming "Dünyanın Boynuzlu Tavşan Başkenti" olarak tanındı. Meraklı bazı insanlar bazılarının var olduğuna inandığı bu boynuzlu tavşanı aramak için bölgeye gelmeye başladılar ancak olmayan bir şeyi arıyorlardı.

Bunun üzerine 2005 yılında Wyoming yasa koyucuları Jackalope'yi "Efsanevi Yaratık" olarak ilan etti.

Bazıları hala bu tavşanı gördüğünü iddia etse de ne yazık ki bu iddia edilen görüşlerin çoğunun arkasında aldatmaca ve medya faaliyetlerinin bir kombinasyonu bulunmakta. İnsanlar bu efsanevi yaratığı maddi kazanç elde etmek için kullandılar. Bilim insanlarına göre atalarımız tarafından tarif edildiği gibi bir tavşana dair somut, fiziksel bir kanıt yoktur. Yine de zaman zaman insanlar bu hayvanı gördüğünü bildirmeye devam ediyor ve var olduğuna inanıyorlar. Bir çoğu ise bunun bir efsane olduğunu biliyor ve kamp ateşi etrafında söylenen şarkılarla bu efsaneyi canlı tutuyor.



YENİ BİR EVRİM İÇİN SORGULAMA

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
MWG, Evrim, din ve bilim, Bilimsel, Evrim süreci, din, Çorum katliamı, Sivas katliamı, Maraş katliamı, Evrim tamamlandı mı?, Evrimleşme, Tek yol bilim, Galile, İmamhatip okullarında deist,
YENİ BİR EVRİM İÇİN SORGULAMA

Yerküre üstünde insanımsı ilk canlı türlerinin 65 milyon yıl önce ortaya çıktığı biliniyor. Gelişim ve evrim içinde olan bu canlı türlerinden biyolojik evrimini tamamlamamış ilk insan örneği iki buçuk milyon yıl öncesinde ortaya çıktı. İki buçuk milyon yıl önce taşlardan araç gereç yapmayı düşünebilecek kadar yeteneğe sahip olan bu insan örneği; dört yüz bin yıl önce ateşin yakıcılığını keşfederek kontrol altına almayı başardı. İnsan sürekli biyolojik evrim geçirmeyi sürdürerek heykel ve resim yapmaya başladı, tarım yapmayı öğrendi, bazı hayvanları ehilleştirdi. Böylece insan avcı ve toplayıcılıktan sonra yeni bir evrim içine girdi.

Bilim insanları kozmik takvime göre hesaplar yapıp, bütün bu gelişmelerin; saniyenin kırk milyonda biri gibi akıl almaz kısa bir zaman dilimi içinde olup bittiğini açıklamaktalar.

Evrende canlı cansız her şey sürekli bir evrim yaşamaktadır. Aynı suda iki kez yıkanılamaz ilkesi; bir sürekliliğin, bir döngünün, bir gelişimin, bir değişimin karşılığı olarak felsefecilerin ortaya attığı bir düşüncedir. Aynı suda iki kez yıkanıldığında önceki suyun özelliği değişir. Aynı su önceki sudan çok farklı bir su olmuştur. Bu su, akarsuysa zaten akıp gitmiştir. Bir saniye önceki tinsel, düşünsel, biyolojik yapımız, bir saniye sonrakinden değişik olur. Sözün kısası canlı cansız her şey sürekli bir gelişim ve değişim içindedir. Batı felsefecileri bu döngüye Diyalektik adını vermişlerdir. İnsanoğlunun biyolojik evrimini tamamlayıp tamamlamadığı henüz bilinmiyor. Ancak; beyninin çok az bir kısmını kullanabilen insanoğlu, şu ana kadar düşünsel evrimini tamamlayamamıştır.

İnsanlık tarihi içinde sayısız savaşlar, sayısız toplu kıyımlar oldu. Yeryüzünde milyonlarca dönüm toprak varken senindir- benimdir yüzünden çok kan döküldü. Kimi savaşlar başkalarını sömürmek için, kimi savaşlar dinler ve mezhepler için yapıldı. Toplulukların liderleri; bencillik, düşünce kıtlığı ve sahiplenme hırslarından dolayı ya da yalnızca otorite için anlamsız savaşlar çıkardılar. Bütün bu kötülüklerin tek nedeni ise; düşünsel evrimini tamamlayamamış insan topluluklarının her şeye sahiplenme, her şey benim olsun duygusudur. Sınırlar kaldırılmadıkça, yeryüzündeki bütün insanlar yeryüzünün bütün nimetlerinden yararlanmadıkça insanların yeryüzünde sömürülmeden, savaşmadan yaşama olanağı yoktur. Düşünsel evrimini tamamlayamamış ve ilkel vahşiliğini sürdürmekte olan insanlar; yaşamı kolaylaştıran bütün teknolojiye, büsbütün yeniliklere, gelişmelere karşın halen savaşabiliyorsa, halen kan dökülüyorsa, halen Afrika gibi yerler açlık içindeyken bile sömürülüyorsa herkes üşenmeden, korkmadan enine boyuna düşünmek, sormak, sorgulamak ve yanıt bulmak zorundadır.


İnsanoğlu henüz düşünsel evrimini tamamlayamadığından 21.yüzyılda yeni bir evrim aşamasına girmiş bulunuyor. Yerkürenin korkmayan, susmayan, korkutulamayan, susturulamayan aydın insanları; sorular sormaya, yanıtlar bulmaya, insanlığın tek kurtuluş yolunun bilime sarılmak olduğunu yeniden söylemeye başladılar. Yüzyıllar öncesinde Sokrat, Pir Sultan Abdal, Nesimi, Şeyh Bedrettin, Ahi Evren, Mevlana’nın oğlu Alâeddin Çelebi gibi niceleri öldürüldü. Bilimi savunan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, M. Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Turan Dursun, Cavit Orhan Tütengil gibi aydın insanlarımız da aynı şekilde ortadan kaldırıldılar. Suçları; gerçekleri insanlara göstererek toplumları itaat ve biat kültüründen kurtarmaktı. Din sömürüsüyle ekonomik sömürünün aynı çizgide olduğunu halka açıklamak; sömürülmeden, eşit koşullar altında yaşamayı savunmaktı.

Tarihe baktığımızda din- bilim çatışmasının din mahkemelerinde nasıl sonuçlandıklarını görürüz. “Dünya dönüyor” diyen Galile’nin din mahkemelerinde nasıl yargılandığını bilmeyen yok. Bilim insanı Bruno dili kesildikten sonra kazığa bağlanıp canlı olarak yakıldı. Modern kimyanın kurucusu Lovoiser giyotinle idam edildi. Ploton’un öğrencisi Bayan Hypatia taşlanarak öldürüldükten sonra cesedi yakıldı. Felsefeci, gökbilimci, kan dolaşımını ilk inceleyen Servetus canlı olarak yakıldı. Pisogor öğrencileriyle birlikte topluca yakıldı. Dinlerin gölgesinden yaralanan din adamlarıyla siyasetçiler bilim insanlarını öldürmekle otoritelerini koruyacaklarını sandılar. Bilim insanları öldürülse de bilim süregeldi.  Ancak şu var ki; öldürmekle, özgür düşünmenin önleneceğini sananlar hep yanıldılar.

Çok uzağa değil yakın tarihi de bakmalı: Çorum’da, Maraş’ta, Sivas’ta daha başka yerlerde inanç kıyımları yapıldı. Sivas’ta bu vatanın düşünce yiğitleri yakıldı. Ortaçağın din mahkemeleri de inançları yüzünden insanları yaktılar. Nazi Almanya’sında soy ve inançları yüzünden İnsanlar fırınlarda, kitaplar meydanlarda yakıldı. 12 Eylül’de hem siysi erk sahipleri olduklarını sananlar, hem de siyasi erkin hışmından korkanlar kitap yakarak bu siyasi erkin sürüp gideceğini sandılar… Geriye ne kaldı? Din diye yutturulan; ham düşünceler, söylenceler, çocukların bile inanmakta güçlük çektikleri masallar… Son yıllarda verilen eğitim ve öğretim tamamen bilimden uzaklaştırılıp bu şeytan üçgeni içine çekildi.

Günümüz Türkiye’sinde Turan Dursun, İlhan Arsel, Yaşar Nuri Öztürk, Zekeriya Beyaz gibi aydınlar ilk dinsel sorgulamaları başlatarak öncü oldular. Hemen ardından R. İhsan Eliaçık, Mehmet Okuyan, Abdulaziz Bayraktar, Cübbesiz Mahmut, Yakup Deniz, Caner Taslaman, Mehmet Azimli, İsrafil Balcı, Bayraktar Bayraklı, Edip Yüksel, Celal Şengör, Mihail Bayram, Şahin Filiz, Muazzez İlmiye Çığ, Eren Erdem gibi aydınlar yeni meşaleler yaktı. Toplumu boş inançlardan, güce itaatten, içi boşaltılmış inanca teslim olmaktan, İslam’ı ölü bir din ve Kuran’ı ve anlaşılmaz bir din kitabı olmaktan kurtarmaya çalıştılar. Halen de çalışıyorlar. Bu aydınların sayısı her geçen gün çoğalmaya başladı. Böylece her türlü gizli güçlerin yasakladığı tabular yıkıldıkça, her bir şey sorgulanabiliyor.  Kendi dilleriyle kendi dinlerinin kitabını okuyanlar, çelişkileri görmeye, düşünmeye ve sorgulamaya başladılar. Sonuç: içi boşaltılmış din yerine deizm ve ateizmi seçmek oldu. Son günlerde imam hatip okullarında deistlerin artması bu sorgulamaların sonucu olduğu apaçık ortadadır. Sözün kısası iktidar sahipleri, tuzak olarak kazdıkları kuyulara kendileri düştü!

Bu olumlu bir gelişmedir. Ali Şeriati’nin dediği gibi; “Çocuklarınıza yalnızca okumayı öğretmek marifet değildir. Asıl marifet çocuklara sorgulamayı ve düşünmeyi öğretmektir.” Biyolojik olmasa da düşünsel yeni evrim başlayınca; “düşünme itaat et” diyenlerin “düşünmeye başla, sor ve sorgula” diyenlerin karşısında maskeleri düşmeye başlayacaktır. Bu yeni evrim kesintiye uğramadan sürdürülebilirse; şimdiye kadar yeterince sorgulanamayan inançların da neden ve sonuçları sorguya çekilebilinecektir.

İLK İNCİL'İN BASILIŞI

Yazan: A.Kara
A, hristiyanlık, Gutenberg, Gutenberg İncili, Biblia Sacra, İlk İncil Baskısı, tarih, İlk basılı İncil, İnciller nasıl çoğaltıldı?, Alman mucit Gutenberg, Hristiyanlığın yayılışı,
23 ŞUBAT 1455 YILINDA GUTENBERG İLK İNCİL BASKISI

23 Şubat 1455'te Avrupa'nın ilk seri üretilen kitabı olan Gutenberg İncil'i Almanya Mainz'deki hareketli tipteki bir baskı makinesi ile basılmıştır. Basıln bu kitap Latin dilinde bir İncil idi.

Hristiyanlık tarihinin en önemli olaylarından biriydi (keşke diğer din kitapları gibi İncil'de hiç dünyaya yayılmasaydı ya neyse). 1455'ten önce kitaplar çoğunlukla çok varlıklı ve yüksek mevkili insanlar içindi yani fakir yada sıradan halkın kitap sahibi olabilmesi çok zordu. Kitaplar kesinlikle ucuz falan da değildi.

Kitap kopyalamak uzun ve sıkıcı bir işti. Uzun bir süre boyunca İncil elle kopyalanmıştı. Yazması neredeyse tek bir keşişin 20 yılını alıyordu.

Johann Gutenberg’in mükemmel matbaa buluşu kitapların ve içerdikleri bilgilerin popülerleşmesine yardımcı oldu.


Buluşu tek bir çalışmanın birçok doğru kopyasını üretmeyi mümkün kılarak bilginin yayılımı konusunda devrim yarattı. Böylece basılı kitaplar daha geniş bir nüfusa daha kolay ulaşabilir hale geldi.

Gutenberg zengin bir adam değildi ama kitapları yaymak istedi. Bu yüzden 1448'de borç para alaral hareketli tip baskı yapabilen matbaasını icat edip inşa ettirdi.

Baskı sisteminden çok az para kazanıyordu ama 1455'te her biri 300 florin değerinde iki İncil (Biblia Sacra) kopyası satarak matbaanın gücünü gösterdi.

Bu para ortalama bir tezgahtar için yaklaşık üç yıllık maaşın karşılığıydı ancak el yazısı bir İncil'den çok daha ucuzdu.

İncil'in kaç kopyasının basıldığı bilinmemektedir ve tahminler yaklaşık olarak 150 ila 180 arasındadır. Bugün çeşitli eyaletlerde kayıt altına alınan 48 kopyası bulunmaktadır.

Parşömen kopyalarının tamamı Paris Bibliotheque Nationale Kütüphanesi, Londra İngiliz Kütüphanesi, Washington, D.C Kongre Kütüphanesi ve Almanya’daki Göttingen Eyalet ve Üniversite Kütüphanesinde bulunabilir.

Kaynak: Gutenberg-Bible.com

JAPON MİTOLOJİSİNDE EŞCİNSELLİK

Hazırlayan: A.Kara

JAPON MİTOLOJİSİNDE EŞCİNSELLİK

"MİTOLOJİLERDE EŞCİNSELLİK" başlıklı videoyu izleyerek çeşitli toplumlarda eşcinselliği dair inanışları, tavrı öğrenebilirsiniz.

Japon efsanelerinde eşcinsel aşk yaşayan ve Güneş tanrıçası Amaterasu'nun hizmetkarları olan Shinu No Hafuri ve Ama No Hafuri iki kişi vardır. Hikaye Shinu öldükten sonra buna dayanamayan Ama'nın intihar etmesi ve aynı mezara gömülmesini anlatırken bu ikili ayrı ayrı gömülene kadar Güneş ışınlarının mezarlarının üzerine yansımadığı yer alır. [1]

Başka bir hikayede tanrıça Amaterasu, erkek kardeşi ile; Susanoo (Takehaya) olarak bilinen fırtına ve yağmur tanrısı ile kavga eder. Bunun üzerine kendini göksel bir mağaraya çeker. Onu mağaradan çıkarmak isteyen şafak tanrıçası Ame No Uzume dans etmeye, kıyafetlerini yırtmaya, diğer tanrı ve tanrıçalara seslenmeye başlar. Güneş tanrıçası Amaterasu saklandığı yerden dışarı çıkıp onu izlemeye koyulduğunda bunu fırsat bilen tanrılar mağaranın ağzını kapatırlar. Böylece yeryüzü tekrar güneş ışığına kavuşur. Tabi yine de bu hikayenin eşcinselliğe atıfta bulunup bulunmadığı net değildir. [2]

Diğer yandan Şinto tanrıları yaşamın tüm yönleri ile ilişkili hale getirilmiştir; ki bunlardan biri de geleneksel oğlancılık (pederasti) uygulamasıdır. Bazı halkların Şinto mezheplerinde standart Şinto panteonunun bir parçası olmayan, erkek erkeğe aşk ve birlikteliğin koruyucu tanrısı olan "Shudō Daimyōjin (衆道大明神)" yer alır. [3]

Şintoizm'de kami adı verilen kutsal ruhlar vardır. Bunlardan bazıları aynı cinsiyetten aşk ve birliktelik ile ilişkilidir. Örneğin Shirabyōshi adlı kadın kami, yarı insan yarı yılan olarak temsil edilir. Onun adını taşıyan Şinto rahibeleri ayinler sırasında erkek kıyafetleri giyerek dans ederlerdi. [4]

Fakat şunu belirtmekte fayda var: Bazı eski kültürlerde olduğu gibi rahip ya da rahibelerin karşıt cinsiyeti yansıtan kıyafetler giymeleri doğada her cinsiyetin var olduğunu göstermek, yansıtmak amacı taşıyor da olabilir.  

Kamilere geri dönüp, bunlardan konuyla ilgili olan diğerlerine değinelim:

Oyamakui adlı dağ ruhu çocuk doğumlarını gözetir ve cinsiyet değiştiren bir ruhtur. [5]

Öte yandan İnari çeşitli cinsiyetlerde tasvir edilen, bazen yemek tanrıçası genç bir kadın olarak bazen ise pirinç taşıyan yaşlı bir adam olarak temsil edilen, pirinç ve tarımın kutsal ruhudur. [6]

Orta Çağ Japonya'sında yaygın olan inanış alacakaranlıkta veya gece yalnız başına görünen kadının aslında bir kadın değil tilki ruhu olabileceği yönündeydi. Bu yüzden erkekler onlardan uzak durmalıydı. İşte İnari aynı zamanda Japon mitolojisindeki tilkilerle ve erkekleri tuzağa düşürüp onlardan beslenmek için gerçek cinsiyetlerinden bağımsız olarak kadın kılığına giren hileci tilki ruhları yani Kitsune'lerle de ilişkiliydi. [7]

FREYA VE KOCASI ODR

Yazan: A.Kara
A,mitoloji, İskandinav mitolojisi, Freya, Freya ve Odr, Slavların tutkulu tanrıçası, Slav mitolojisi, Slav mitleri, İskandinav efsaneleri, Tanrıça Freya, Freya'nın altın takısı, Brisingamen kolyesi
FREYA VE YAZ GÜNEŞİNİN TANRISI KOCASI ODR

İnanışa göre Freya yaz güneşinin ve tutkunun sembolü olan Odr (Odur) ile evlendi. Odr'i çok seviyordu ve çiftin Hnoss ve Gersemi adlarında iki kızı vardı.

Bu bakire kızlar (isimleri "mücevher" anlamına geliyordu) o kadar güzeldi ki, güzel ve kıymetli olan her şeye isimleri verildi.

Odr onun yanında mutlu bir şekilde kalırken Freya neşeliydi ve gülücükler saçıyordu fakat bu durum uzun sürmedi. Odr ile olan evliliği problemsiz değildi.

Freya hakkında sık sık şunu merak ederdi: Benim için mi giyiniyor yoksa başka bir şey mi var?

Freya'nın Brisingamen Kolyesini almak için cücelerle dört gün dört gece geçirerek ona ihanet ettiğini biliyor muydu?

ODİN VE LOKİ, FREYA'NIN ODR'E İHANET ETTİĞİNİ BİLİYORDU
Freya cücelerle birlikte iken tamamen yalnız değildi. Dışarıda ne yaptığını gören hileci tanrı Loki vardı. Loki onun sevgili kocası Odr'e ihanet ettiğini biliyordu.

Tanrıça evi olan Asgard'a giderken kolyesini boynunun etrafına doluyordu ki daha o kolyesini takana kadar Loki hızlı bir şekilde Freya'nın ihanetini anlatmak için doğrudan Odin'in yanına gitti. Odin, Odr'i bilgilendirdi ama o duyduklarına inanmak istemiyordu.

Odr “Bu yalana yalnızca Loki bana bakmam için kolyeyi getirebilirse inanırım” dedi.
“O kolyeyi benim için al,” diye emretti Odin. Kızgın ve üzgündü ve bir hiddetle yanıyordu. Loki'ye "Onu alana kadar yüzünü bir daha görmek istemiyorum, almadan gelme" dedi.

Bu utanç verici kolyenin gece vaktinden önce getirilmesine karar verdiler.


BRISINGAMEN KOLYESİNİN ÇALINIŞI
Freya’nın büyük salonu Sessrumnir’den içeri girmek kolay değildi bu yüzden Loki kendini sineğe dönüştürmek zorunda kaldı. Freya'nın kızlarının ve hizmet eden hizmetçilerin uykuda olduğundan emin olduktan sonra Freya'nın başucuna uçtu ama Freya uyurken bile kolyesini takıyordu ve kolyeyi çıkarabileceği toka kısmı arkada kalmıştı. Görüş alanı dışındaydı ve ulaşılamıyordu.

Durum böyle olunca bu sefer şekil değiştirici Loki şeklini tekrar değiştirdi ve bu kez bir pireye dönüştü. Freya’nın yanağını ısırınca uyumakta olan tanrıça yan tarafına döndü. Artık kolyenin tokası açıkça görülüyordu. Bu sayede Loki kolyenin tokasını açtı ve Freyja'nın boynundan sessizce çıkardı.
Sonrasında kimsenin onu görmediğinden emin olarak Freya'nın salonundan ayrıldı.

Sabah olduğunda Freya, Brisingamen kolyesinin çalındığını ve onun sevgili kocası Odr'de olduğunu fark etti.

Ağlayıp sızlayarak af dilemek ve pişman olduğunu söylemek için Odr'e bir elçi gönderdi, böylece hatasını itiraf etmiş oldu ve affedilmesi için yalvardı. Fakat artık çok geçti, Odr Asgard'dan ayrılmıştı.

Freya çok üzgündü ve Odin'e gitti.

"Davranışlarım için çok üzgünüm. Bana Odr'in nerede olduğunu söylemelisin ki gidip onu bulup af dileyeyim." dedi. "Odin kafasını salladı ve gitmeden önce Odr'in kendisine söylediklerini ona anlattı."

"Asgard'dan ayrılmaya ve Midgard boyunca dolaşmaya karar verdi. Onu durduracak ya da geri arayacak gücüm yok" dedi.

Freya gözyaşları içinde cevap verdi "Onun peşinden gideceğim ve onu bulup affetmesi için yalvarıncaya kadar dinlenmeyeceğim, mutlu olamayacağım."

"Dilediğin gibi" dedi Odin. "Asgard'daki her şey aptal bir altın zincire verdiğin aptalca değer için seni bağışlayacak"

Akabinde Freya ayrılmadan önce Odin şunları söyledi: "Utancınızı asla unutamayacaksınız, ceza olarak Brisingamen'i boynunuzda taşıyacaksınız. Odr'i bulana ve affını kabul edene kadar onu asla boynundan çıkarmayacaksın."

Freya kolyeyi aldı ve boynuna bağladı.

FREYA KOCASI ODR'İ BULMAYA ÇALIŞIYOR
Freya salonuna geri döndüğünde Asgard'dan ayrılmak için gerekli tüm hazırlıkları yapmaya başladı. Odr'in yokluğu için ağlayıp sızlanacak zaman yoktu, hızlıca onu aramaya başladı.

Odr'i ararken kendisini pek çok isim altında gizlemek zorunda kaldı. Uzun süre Asgard'dan ayrı kalınca özellikle de kardeşi Freyr onu dışarı yolladığı için Odin'i suçladı. Odin Freya'yı geri çağırabilirdi ama yapmak istemedi. Kendince sebepleri vardı.

Odin, Freya ve üzücü deneyimleri sayesinde Midgard halkına aşk, tutku, mutluluk ve acının yollarını öğretmek istedi.

Sonunda Freya dünyanın güneşli ve ılık olan kısmına ulaştı ve Odr'i yaprak dökmeyen ve çiçek açan mersin ağaçlarının altında, çekici ve hoş bir kokusu olduğu bilinen bir yer buldu. Freya'ya olan sevgisi geri gelmişti ve Freya tekrar mutlu olmuştu. O ve kocası hayatlarını mutluluk içinde sürdürmek için evlerine geri dönmüştü.

Araştırmacılara göre bazı insanlar bu efsaneye göre çiçeklerin açtığı mersinlerin hoş atmosferi Odr'in Freya'ya olan sevgisini yeniden kazanmasına yardımcı olduğuna inanmıştı. Bu nedenle kuzeydeki gelinler şu an bile tıpkı bu efsanede olduğu gibi popüler olan geleneksel turuncu çelengi tercih ederek onu mersin çiçekleri ile donatırlar.



İBRAHİM PEYGAMBER | SÜMER YAZILARINA VE ARKEOLOJİK BULUNTULARA GÖRE | PDF KİTAP

Muazzez İlmiye Çığ'ın "İbrahim Peygamber | Sümer Yazılarına ve Arkeolojik Buluntulara Göre" adlı kitap Semavi dinlerdeki İbrahim figürünün kökenine, mitolojilerde yerine ve birçok konuya açıklık getirmektedir. İyi okumalar.

Kitabı okumak veya indirmek için aşağıdaki resme yada buraya tıklayabilirsiniz.

Uyarı: Telif hakları eser sahibine aittir, uygun görülmemesi durumunda telif sahibi dinvemitoloji@gmail.com adresinden irtibata geçerek yayını kaldırtabilir.

İÇİMİZDEKİ BALIK (YOUR INNER FISH)

Yazan: Anu
Belgesel önerisi, Dr. Neil Shubin, evrim, Evrim belgeseli, Evrim konulu film, film önerisi, İçimizdeki balık, Sudan karaya geçiş, Sürüngen atalarımız, Your inner fish, Balıktan sürüngene
Bir paleontolog olan Dr.Neil Shubin'in kaleme aldığı ve daha sonra çok tutunca desteklerle belgeseli hazırlanan "İçimizdeki Balık (Your Inner Fish) adlı çalışmayı izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Kendini dağ, kar, buzul demeden fosil aramaya adayan ve ekip arkadaşları ile uzun yıllar boyunca geçiş formları üzerinde araştırma yapan Dr.Neil'in keşif ve çalışmaları sizlere bambaşka bir dünyanın kapısını aralayacak.

İnsanların maymunumsu atalarından evrildiği biliniyor olsa da bu video sizi bambaşka bir yere götürecek, daha da geriye, sudan karaya geçişin ve evrilişin olduğu yere.

Bu süreçte elde ettikleri bulgular ve çalışmaları sizi hayrete düşürecek, balıklar ve sürüngenler ile aramızda olan benzerlik ise şok etkisi yaratacak:
İnsan testislerinin oluşum sırasında kalbe yakın olup daha sonra en aşağı kayıp yerini alması ve bu durumun atalarımız olan bazı hayvanlarda da görülmesi veya atalarımızdan biri olan Tiktaalik ile Üst kol kemiğimizin, omzumuzla birleştiği yerdeki yassı kemiğin ortak varlığını öğreneceksiniz. Bu kemiklerin var olma süreci ise yaklaşık 375 milyon yıl öncesine dayanıyor.

DNA analizleri, gelişmiş programlama ve fosil keşifleri ile ilkel canlıların ihtiyaçlarına göre nasıl yeni kemikler, duruş şekilleri ve değişiklikler geçirerek başkalaştığını-evrildiğini net bir şekilde anlatıyor.

Aslında gerçekten öyle bir çalışmaki bu, yazmakla bitirebileceğimi sanmıyorum o yüzden en iyisi çay-kahve hazırlayıp bu belgeseli izleyin derim.

SLAVLARIN KÖTÜ RUHU VE TAVUK TANRIÇASI KİKİMORA

Yazan: A.Kara
KARANLIK KADIN RUHU VE İSKANDİNAV İNANÇLARINDA TAVUKLARIN TANRIÇASI : KİKİMORA

Kikimora ruhlarının muhtemelen her evde yaşadığına inanılmaktadır. Ancak öykülerin bazı versiyonlarında genellikle istismar, kavga ve çığlıkların günlük olarak gerçekleştiği huzursuz, mutsuz ailelerin evlerinde görülür.

Kikimora Slav kültüründen ortaya çıkmıştır. Doğu Slavların eski inançlarında iki farklı Kikimora türü vardır.
Bunlardan biri ormanda yaşayan Domovik (Domovoi) ile evli iken bataklıkta yaşayan diğeri ise Leshy ile evlidir.

İnsanların inancına göre Kikimora evin karanlık yerlerinde, genellikle bodrum katında veya fırının arkasında uyur, geceleri dışarı çıkar.

Ev bakımlıysa Kikimora aileden memnun olur. Ev işlerinde onlara yardım eder, aile üyelerini ve tavuklarını korur. Genel olarak Kikimora geleneksel çalışmalarını evde yapan ustalardan ve çalışkan kadınlardan hoşlanır.

Kızgın ve mutsuz bir Kikimora aile için sıkıntılı bir ruha dönüşür çünkü insanların yaşamlarına müdahale ederek uykularında rahatsız eder (inanışa göre özellikle de çocukları rahatsız eder), geceleri etrafı tırmalayarak ve ıslık sesleri çıkararak etkisini gösterir. Ayrıca inanışa göre nesneleri hareket ettirir, fırlatır ya da onların kaybolmalarına veya yerlerinin değiştirmelerine neden olur.

Slav halkının inançlarına göre ise Kikimora tavuk tanrıçasıdır. Onları korur ama bazen de onlara işkence eder ve evcil hayvanlarına zarar verir. İnanışa göre Kikimora yumurtlayan tavukların ve tavuk yumurtalarının bulunduğu tavuk bahçelerine sahip olmak istiyordu.

Kikimora karakteri masalların yanı sıra 1855-1914 yıllarında yaşayan besteci Anatoly Lyadov'a ve birçok müzisyen ve yazara ilham kaynağı oldu.


KİKİMORA VE PSİŞİK YETENEKLERİ
Uzun dalgalı saçları, tavuk ayakları ve bir kamış kadar ince gövdesi olan, kısa boylu, başı büyük bir kadın şeklinde tasvir edilen kötü ruhtur.

Yüzü neredeyse insan gibidir ama şekilsizdir. Bazı hikayelerde yüzünün özelliklerinin evde yaşayan aile fertlerinden ölen bir kadına benzediği anlatılır.

Kikimora kolayca görünmez olabilir.
Kikimora küçük boyutuna rağmen ailesini yaşadığı eve yaklaşan bir felaket veya tehlikeli düşmanlar konusunda uyarmaya yardımcı olan psişik yeteneklere sahip son derece güçlü bir ruh olarak tanımlanmaktadır. Başka bir deyişle iyi haberler yerine daha çok talihsizlik uyarıları veren bir ruhtur.

Onunla birlikte birlikte yaşama ve mutlu olmak zordur ve inanışa göre Kikimora evin içine girdiğinde onu terketmek ise imkansıza yakındır.

Kikimora'nın evde döndüğünü (dairesel şekilde dolaştığını-uçtuğunu) görmenin yaklaşan bir ölümün kötü bir alameti olduğuna inanılıyordu.

BİTİRİRKEN
İbrahimi dinlerdeki cin kavramına kısmen benzediği görülüyor. Farklılık olarak ise aileyi sanki bir arada tutmak ve huzurlu olmalarını sağlamak için dayatılmış bir korku karakterine benziyor. Diğer yönden ise insanlar hep mistik varlıklara-efsanelere ilgi duyduğu için farklı toplulukların kendi kültürlerine göre kendi korkunç varlıklarını yarattığını görüyoruz, tıpkı tanrılarını yarattıkları gibi.
Tavukla olan ilişkisi kulağa komik gelse de o dönemde yaşayan halk için hayvancılık, özellikle de tavuk yumurtasının önemini düşündüğünüzde pekte gülünecek yada alaya alınacak bir varlık değildir. Çünkü kıtlık olan bir bölgede aileni sadece tavuklarla ayakta tutuyorsan, o tavuklar senin en kıymetli hazinen olabilir.
Bir ihtimal Kikimora adlı bu karakter, özellikle Hristiyanlığın Slav kültürüne girişi ile birlikte Hristiyanların sahip olduğu kötü ruh hikayeleri sonrası oluşmuş ya da değişim geçirmiş olabilir.