HABERLER
Dini Haber

FATIMA'YI KİM ÖLDÜRDÜ?

Yazan: Rıza Zelyut
din, islamiyet, Fatıma'yı kim öldürdü, Hz.Muhammed'in kızını kim öldürdü, Hz.Fatima'yı kim öldürdü, Fatıma'nın ölümü, Asr-ı Saadet, Muhammed'in ölümü sonrası,

[RIZA ZELYUT | 22.04.2012 | GÜNEŞ GAZETESİ]
PEYGAMBERİMİZİN KIZINI KİMLER ÖLDÜRDÜ?

Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in yaşayan tek çocuğu; Hatice Anamızdan olma Fatıma'dır. Kendisi; Ehl-i Beyt'in, yani Peygamber Ailesi'nin sürdürücüsü sayılır. Peygamberimiz bu kızını, kendisine bakıp büyüten amcası Ebu Talib'in oğlu Ali ile evlendirmişti. Hazret-i Peygamber Hakka yürüdüğünde, daha naaşı ortada iken Ömer'in  olupbittisi ile Ebu Bekir halife ilan edildi.  Hâlbuki Hazret-i Peygamber  Veda Haccı'ndan dönerken Gadir-i Humm'da; kendisinden sonra İslam toplumunun velisi (önderi) olarak Hz. Ali'yi açıkça göstermişti. Ömer de bunun üzerine gelip Ali'yi kutlamıştı.
Lakin Peygamberimizin maddi varlığı ortadan çekilince  Arapçı çizgideki yağmacı kabile şefleri, onun vasiyetini çiğnediler. İşte bu yanlışa karşı hem Fatıma Anamız hem de Hz. Ali direndiler; Ebu Bekir'e biat etmediler. Bunun üzerine Ömer; yanına yeğeni Kunfuz'u; Halit bin Velit'i ve birkaç kabadayıyı daha alıp Fatıma'nın evini bastı.

OKUYUN OKUYABİLİR İSENİZ

(ÖMER’İN MUAVİYE’YE YAZDIĞI MEKTUP)
Gelin, bundan sonrasını Hz. Ömer'in Muaviye'ye yazdığı meşhur mektuptan okuyalım:
'Hz. Fatıma'nın cariyesi Fizze'ye dedim ki: 'Ali'ye de ki: Hz. Ebu Bekir'e biat etmek için dışarı çıksın çünkü Müslümanlar ona biat etmişlerdir.'
Fizze: 'Hz. Ali meşguldür.' dedi.
Dedim ki: 'Bu sözleri bir kenara bırak, ona de ki, dışarı çıksın; aksi takdirde içeri girip onu zorla çıkarırız.'
Bu sırada Fatıma odadan çıkıp kapının arkasında durdu ve şöyle dedi: 'Ey yalancı sapıklar! Ne diyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
Dedim ki: 'Ey Fatıma!'
Fatıma: 'Ey Ömer ne istiyorsun?' dedi.
Dedim ki: 'Neden amcaoğlun seni cevap vermek için göndermiş ve kendisi perdenin arkasında oturmuştur?'
Dedi ki: 'Ey şaki (bedbaht)! Senin azgınlığın beni evimden dışarı çıkardı; hücceti sana ve diğer her sapığa tamamladı.'
Dedim ki: 'Bu boş sözleri ve kadın hikâyelerini bir kenara bırak; Ali'ye de ki dışarı çıksın; aramızda hiçbir dostluk ve ihtiram yoktur.'
Fatıma dedi ki: 'Ey Ömer! Şeytanla mı beni korkutuyorsun? Oysaki şeytanın hizbi güçsüzdür.'
Dedim ki: 'Eğer dışarı çıkmazsa, ya çok odun getirerek bu evi içindekilerle yakacağım veya Ali sürüklenerek biate götürülecektir.'
Bu sırada Konfoz'un kırbacını alıp ona vurdum ve Halid bin Velid'e de 'Sen ve adamlarımız odun getirin, ben onları yakacağım.' dedim.
Fatıma dedi ki: 'Ey Allah'ın düşmanı! Ey Peygamber'in düşmanı, ey Emir'ül - mü'minin Ali'nin düşmanı!'
Fatıma elleri ile kapıyı tutup onu açmama mani oluyordu; derken onu bir kenara ittim, yine bana mani olmaya çalıştı, bu defa kırbaçla onun ellerine vurdum, onu incittim, onun inilti ve ağlamasını duydum; neredeyse yumuşayacaktım ve kapıdan geri dönecektim. (...)  bu esnada kapıya bir tekme vurdum, Fatıma ise kapıya yapıştı; öyle şiddetle bağırdı ki Medine'nin alt üst olduğunu zannettim.'
(Kaynak kitap: Hz. Fatıma; Yazan: Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yayıncılık, sayfa: 365-366)
Hamileliği ilerlemiş olan Fatıma Ana; işte  burada yediği dayakla çocuğunu düşürmüş, kendisi de kısa bir süre sonra genç yaşında vefat etmiştir.
Peygamberimizin kızına Ebubekir-Ömer ikilisinin yaptığı diğer haksızlıkları merak edenler; bu kitaba baksınlar.
Diğer önemli bir kaynak da şudur: Örnek İslam Kadını Hazret-i Fatıma. Yazan Ayetulluh İbrahim Emini. Ensariyan Yayınları.

MUTLULUK ÇAĞI MI?
Yine İslam kaynaklarında yer alır ki; Peygamberimiz hasta iken 'Bana bir kâğıt getirin; size bir vasiyette bulunayım ki benden sonra yanlış işler yapmayasınız!' buyurmuş ama orada bulunan Ömer; 'Kendisini hastalık illeti sarmış; onun vasiyette bulunması doğru olmaz.' diyerek buna bile engel olmuştur.
Bu dönemdeki haksızlıklar yüzünden Ebu Bekir dışındaki üç halife de cinayete kurban gitmiş; oluk oluk kan akıtılmıştır. 'Asr-ı Saadet' (Saadet Çağı) diye kutsanan o hilafet dönemi; Hz. Muhammet'in insancıl düzeninden kopuşun başladığı dönem olmuştur. Yağmacılığı İslam diye kılıç gücüyle yayan bu  yanlışlara direnenler de acımasızca katledilmişlerdir. Bunun ilk ve en büyük şehidi de Fatıma anamız olmuştur.
Ama bugün Kutlu Doğum haftaları düzenleyip işi ilahi okumakla geçiştirenler; bu zulmü asla dile getirmezler. Çünkü saltanatları taaa bu zulme dayanır.

ŞEHİTLİK ÜZERİNE

Yazan: Yıldırım ŞİMŞEK


ŞEHİTLİK ÜZERİNE

Yazıma Yuval Noah HARARİ’nin 21. Yüzyıl İçin 21 Ders kitabında okuduğum bir paragrafı paylaşarak başlamak istiyorum. Sayfa 268. Paragraf 3:

“Burada akla yatmayan bir şey var. Fransız kuvvetlerinin öldürdüğü şehitler cennete gittiyse, bunda intikam alınacak ne var? Ne için intikam? İnsanların cennete gönderilmesinin intikamı mı? Çok sevdiğiniz abinize piyangodan bir trilyon çıktığını duysanız tepkiniz gidip intikam almak için piyango bayilerini bombalamak mı olurdu? Peki neden Fransız Hava Kuvvetleri birkaç kardeşinizi ebediyen cennete yolladı diye Paris'e kan kusturuyorsunuz? Hatta Fransızları gerçekten de Suriye'yi bombalamaktan caydırmayı başarsalardı çok daha feci olurdu. O vakit daha az Müslüman cennete giderdi.”

Bu dünyada yaptıklarıyla (ibadet, davranış) cennete gitmek insanın elinde. Yıllarca ibadet ederek zor yoldan cennete gitmek isteyen sayısız dindar var. Neden zor yolu seçiyorsunuz? Dindar bir devletin, terörle mücadelesinde en ön safta yer alarak cennete gitmek çok daha kolay. Düşünsenize, ibadetten haberi olmayan, iyilik nedir bilmeyen ama şehitlik mertebesi olan herhangi bir dine ait bir birey, şehit olduğu için doğrudan cennetlik. İnsanlar neden bu yolu seçmiyor, gerçekten aklım almıyor.

Samimi olalım. Hiçbir birey ölmek istemez. Şehitlik sebebi ile ölüm de dahil. Ama sonsuz cennetle, dünyadaki sınırlı yaşamı karşılaştırdığımızda, kendimizi feda etmek çok akıllıca değil mi? Bunun yanında, sadece kendimize değil, 70 insana daha şefaat ederek, sonsuz cennet ödülü kazandırabiliriz (İbni Mace, Cihad, 16). Sorgu yok, sual yok, kabir azabı yok, cehennem endişesi yok. Daha ne olsun?

Evladı ölmüş bir aileye, hanlar, yatlar, katlar, altınlar gibi fani ödülleri verseniz yine de acısı dinmez. Bu ailenin, şehit olan evladına güya en büyük ödül olan cenneti veriyorsunuz. Ama şehit aileleri yine de ağlamaktan kendilerini alamıyorlar. Hatta şehit, o aile ve sülaleye şefaat edecek, herkesi cennete koyacak. Cennet amacı gerçekleşecek. Ama yine de ağlıyorlar. Kolay mı kardeşim? Hayatta en sevdiklerinden birini belki de birkaçını kaybettiler.

Cennet aslında şehidin yakınlarına bir teselli ödülüdür. Çünkü bu ödül acıyı hafifletmiyor bile. Teselli ödülü varsa büyük ödül de vardır. Teselli ödülü, şehide, ailesine, vatandaşına veriliyorsa, büyük ödül ne? Bu ödülü kim alıyor? Ben biliyorum da durduk yere yakmayım kendimi. Zaten öbür dünyada yanacağım, bari bu dünyam serin geçsin.

Şehit yakınlarına verilecek bir başka ödülse intikamdır. Şehidin intikamına HARARİ çok güzel değinmiş zaten. İnsanı cennete gönderen biri neden öldürülür? İyi insanları şehit eden zaten kötü insanlar ise, şehitler olmadan neden temizlenmiyor bu kötü insanlar? Sorular bitmez.

Şehitliğin kısımlarına çok değinmek istemiyorum. Yanarak, boğularak, göçük altında kalarak, izinliyken sivil araç ile gezmeye giden bir askerin trafik kazası geçirmesi, ölenin “Allah-u Ekber”, öldürenin “Allah-u Ekber” demesi vs. İşimize gelen herkese şehitlik mertebesini verebiliriz.  Bunun kararını da ahirette yaratıcı değil, dünyada din adamları veriyor.

Bir de 100 şehit sevabı 1000 şehit sevabı var. Özellikle yazıyla değil rakamla yazdım ki dikkat çeksin. Gerçekten şehit olan insan hayatını koymuş ortaya. Onda da 1 şehit sevabı kazanmış. 100 şehit sevabı kazanılacak ne yapmış olabilir ki bir insan? Çok saçma değil mi yahu?

Şehitlik kavramı dindar kısma verilen ödül demiştim. Bu ödül gerçekten var mı bilemem. Ama şunu iyi biliyorum ki ölen öldüğüyle kalıyor, ailesi ve yakınları acısı ile. Ölen insanla zaten işi olamayacak dinciler, kalanları ölen üzerinden kullanmaya devam ediyor.

MUHAMMED ALEMLERE RAHMET DEĞİL ZAHMETTİR |2

Yazan: The Guiding
Guiding, islamiyet, din, Hz Muhammed, Muhammed'in kadınlar hakkında sözleri, İslam'da kadın, Nisa suresi, İslam'da çok eşlilik, Cariye ile yetinin, İslam'da cariye, Hz Muhammed ganimetler, Ganimetler Allah'ındır,

MUHAMMED ALEMLERE RAHMET DEĞİL, ZAHMETTİR |2


Muhammed için Kur’an’ın , Enbiya Suresi 107.ayetinde “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” der. Rahmet  kelimesinin sözlükte ; Birinin suçunu bağışlama, yargılama, merhamet etme anlamlarına geldiğini önceki yazımızda belirtmiştik.

Hadis kaynaklarında Sizin en hayırlınız öznesi ile başlayan cümle, farklı kişilikler ile son bulmaktadır. “Kur’anı öğrenen ve öğretendir.”, “Ahlakı güzel olanınızdır “Ailesine karşı en iyi olanınızdır. Ben de, ailesine karşı en iyi olanınızım!", "Kadınlarına hayırlı olanınızdır “, ”İnsanlara faydalı olanınızdır” (Buhari-Müslim-Tirmizi)

Yukarıdaki hadisler, kaynaklarda farklı kelime ve cümleler ile geçiyor olsa da; sonuç olarak, insanlara yapılacak olan iyilik övülmüş, kadınlara karşı hayırlı olma, onlara iyilik yapılması konusu ise biraz daha öne çıkmıştır. "Bana, (dünyanızdan) koku ve kadın sevdirildi. Gözümün nuru ise namazda kılındı." ve "Dünya bir meta'dan ibarettir. Onun en hayırlı meta'ı ise sâliha kadındır." hadisleride olduğu gibi.

Muhammed, bir başka hadisinde de kadınlar hakkında şöyle diyor: “Kadınlara iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zira kadın kısmı kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri yeri üst tarafıdır. Eğri kemiği doğrultmaya kalkarsan kırarsın. Kendi hâline bırakırsan, yine eğri kalır. Öyleyse kadınlar hakkındaki tavsiyemi tutunuz.” (Buhari 3331 Kitap 60, Hadis 6 -Müslim 1468 a, Kitap 17, Hadis 80 - Tirmizi 1188 Kitap 13, Hadis 15 - Ebu Davud)

Kadınlar ile ilgili olarak Kuran’da ise, “Kadınlar” anlamına gelen “Nisa” isimli  surede, birden fazla evlendiğiniz kadınlar arasında adil olamazsınız uyarısı yapıldıktan sonra, hiç olmazsa eşiniz değilmiş gibi davranmayın diyerek kadınlara sözde lütuf emrediliyor:
“Kadınlarınız arasında her yönden adaletli davranmaya ne kadar uğraşsanız buna güç yetiremezsiniz. Bari birisine tamamen kapılıp da diğerini askıya alınmış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve haksızlıktan korunursanız, şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.“ (Nisâ sûresi-129)

Görüldüğü gibi, çok eşli olanların eşleri arasında adaleti sağlayamayacakları ayet ile bildirilmekte olup, madem birden fazla evlendiniz, eşlerinizden birini çok sevmişseniz; diğerinin gönlünü almaya devam edin diyor  ayet. Ancak bizi yaratan Allah, nasıl oluyorsa, adaleti sağlayamayacağımızı bilip, bize de bildirdiği  halde,  aşağıda yer alan ayette de ; eşler arasında adaleti sağlamaktan korkarsanız tek eş ya da cariye ile yetinin diyor.
“Yetimlerin hakkına riayet edemeyeceğinizden korkarsanız, beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikâhlayın. Haksızlık etmekten korkarsanız tek kadın veya mülkiyetinizde bulunan câriye ile yetinin; bu, adaletten ayrılmamanız için en uygun olanıdır.” (Nisâ sûresi-3)

Aynı suredeki iki ayet arasındaki çelişkiyi görebiliyorsunuz değil mi? Sözde rahmet peygamberi, eşlerinizden sevmediğiniz eşinize karşı, eşiniz değilmiş gibi davranmayın, onun da gönlünü alın anlamında  ayet getirirken, diğer taraftan hem adaleti sağlayamazsınız deyip hem de adaleti sağlamaktan korkarsınız diyerek, Allah’ı kulları hakkında bilgisiz yerine koyuyor. Bu da bizim,  Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğu konusundaki  şüphemizi kuvvetlendiriyor.

Kadınların “Tarla” olarak ifade edilmesi ise ayrı bir konu. (Bakara Suresi-223) Bu türden çelişkileri diğer yazılarımızda bulacaksınız. Biz şimdi asıl konumuza geri dönelim, Muhammed’in rahmet peygamberi olmadığı konusuna…

Ahmet İbni Hanbel’in Muvatta isimli eserinde ve Müsned’inde geçen hadiste Muhammed; “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.” demiştir ancak, kendisinden pek ahlaklı davranışlar gördüğümüz söylenemez.

"Sizin en hayırlınız, kadınlarına hayırlı olanınızdır" diyen Muhammed, Bedir savaşı sonrası, Ramazan ayının son günlerinde,   kendisini şiirlerinde eleştiren 5 çocuklu Esma binti Mervan isimli kadını, gözleri görmeyen Umeyr bin Adi isimli bir adama öldürtmüştür. (İbn Abdülber, el-İstîʿâb, III, 1218) Bebeği annesinin üstünde ve her ikisi de uykudayken,  bebeği kenara koyarak, cinayeti gerçekleştiren adamın, acaba o kadını öldürmekle hatamı mı ettim? şeklindeki sorusu ve tedirginliği karşısında, Muhammed: “Onun için iki keçi bile tokuşmaz” demiştir. Yani ona sahip çıkacak kimse yok diyor. O kadına sahip çıkacak biri olsaydı Muhammed demekki bu cinayetten vazgeçecekti. Nitekim, damadı Osman’ın araya girmesiyle, önceleri vahiy katibi olup daha sonra Muhammed’in peygamberliğini reddeden,  Abdullah İbnu Sa'd İbni Ebi's-Sarh’ı öldürmekten vazgeçmiştir. Yaptığı işi bir de överek, Esma’yı öldüren Umeyr’e :  “Allah’a ve resulüne gıyabında yardım eden bir adam görmek isterseniz Umeyr b. Adî’ye bakın” sözleriyle iltifat etmiş, cinayetine Allah’ı da ortak etmiştir. (Vâkıdî, I, 173, İbn Ishak, Muhammed'in Hayatı, Sayfa 675-676)

Bedir Savaşı (13 Mart 624) ve daha sonra yapılan savaşlar ile ilgili olarak İslam kaynaklarında , Müslümanların savunmada kaldıkları ve kendilerine saldırı olmadıkça saldırmadıkları ve savaş sonrası esirlere iyi muamele yapıldığı, Mekke fethedildikten sonra da, daha önce iman etmeyenlerin serbest bırakıldıkları, onlardan intikam alınmadığı bilgisi verilir. Savaş için hareket edilmeden önce de Muhammed’in arkadaşlarına, “Allah’ın adıyla, Allah’ın inayetiyle ve Resulullah’ın dini üzere (cihad etmek üzere) yürüyün. Sakın piri fani yaşlıları, çocukları, kadınları öldürmeyin. Ganimetten bir şey çalmayın, ganimetlerinizi toplayıp uygun bir şekilde muhafaza edin. İyi davranış sergileyin, şüphesiz Allah iyi, güzel davrananları sever.” diye tembih ettiği rivayetleri yer alır. Temel kaynaklardan alınarak ortaya çıkarılan eserlerde bazı gerçekler, hangi gerekçe ile yapıldığı bilinmez ama; bazı konulara hiç değinilmez ya da kitabı yazan kişinin kendi anlayışına ve yorumuna  göre konunun işlendiği görülür. Müslümanlar Mekke döneminde inançlarından dolayı eza, cefa görmüşler, boykot edilmişler, açlık yokluk görmüşlerdir ancak; Bedir savaşı, Müslümanların müşriklerin mallarına yağma ile başlayan bir savaştır. Hatta savaş sonunda ele geçen ganimetler ile ilgili sahabiler arasında tartışma çıkmış, bunun üzerine Muhammed, aşağıdaki ayeti getirerek, taksimatı kendisine bırakmış, işin içine bir de Allah’ı katarak; ganimetin sahibinin kendisinin ve Allah olduğunu söylemiştir.

(Ey Muhammed!) “Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: "Ganimetler Allah'a ve Resûlüne aittir. O halde, eğer mü'minler iseniz Allah'a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin." (Enfal Suresi-1)

Yukarıda Bedir Savaşı sonrası, sadece yazdığı şiirler yüzünden bir kadının Muhammed’in emriyle öldürüldüğünden bahsetmiştik. Aynı savaş sonrası, Ukbe bin Ebi Muayt ve Nadir bin Haris, diğer esirler fidye karşılığında serbest bırakılırken daha önce zulüm yaptıkları gerekçesiyle bu ikisi öldürüldüler. Esirlere yapılan muamelenin kendisine de uygulanmasını isteyen ve diğer esirler öldürülmediği halde kendisinin niçin öldürülmek istendiğini soran Ukbe’ye Muhammed: “Küfrün ve Allah’a, Rasûlü’ne düşmanlık ve iftiraların dolayısıyla.” demiştir.

Ukbe bunun üzerine “Çocuklarıma kim bakacak?” demiş, Muhammed de cevaben ona: “Sen hele cehenneme girmeye bak, onları Allah’a bırak!” demiştir. Daha sonra her ikisi de Âsım b. Sâbit veya Hz. Ali tarafından öldürülmüşlerdir.

Rahmet peygamberi olarak gönderildiği iddia edilen Muhammed’in biraz da beddualarından bahsedelim. Önce kendisinin beddua ve lanet etmeyin sözü ile başlayalım. Ebu Davud ve Tirmizi’de geçen hadis şöyle:
"Birbirinize Allah'ın lâneti, gazâbı ve cehennem azâbı  ile lânet ve beddua etmeyiniz!"
Şimdi de Cebrail üzerinden yapılan bedduaya onayını, yani  Amin! dediğini görelim. Bu hadis Buhari’de geçiyor.
Muhammed bir keresinde minbere çıkarken, üç adımda da amin diyor. Hutbesini bitirdikten sonra bu “Amin” lerin sebebi sorulduğunda: "Cebrail (a.s.) üç dua etti, ben de onlara amin dedim.
-Birincisi: Cebrail (a.s.): 'Annesine, babasına veya sadece onlardan birine ulaşmış bir evlat, (onlara güzel hizmet edip, onların hayır duasını alıp) cenneti kazanamadıysa, ona yazıklar olsun/burnu yerde sürtünsün!' dedi, ben de amin dedim.”

- İkincisi: "Cebrail (as): 'Sen peygamber olarak bir insanın yanında anıldığın zaman, sana salat-ü selâm getirmezse; ona yazıklar olsun!.. Onun burnu yere sürünsün!' dedi. Ben de ona amin dedim."

-“Üçüncüsü: "Cebrail (as): 'Ramazana eriştiği halde bir insan, Ramazanın feyzinden, bereketinden istifade edememiş, Ramazan gelmiş geçmiş de hâlâ Allah'ın mağfiret ettiği bir kul olamamışsa, Allah'ın affını, mağfiretini kazanamamışsa; yazıklar olsun o kula!.. Burnu yerde sürtsün!' diye  dua etti. Ben de ona amin dedim.”

Görüyorsunuz, Rahmet peygamberi olarak gönderilen kişi, anne babasına iyilikte bulunmayan kişilerin hidayete ermeleri,doğru yolu bulmaları  için değil de ; acı çekmeleri için beddua ediyor. Devamla, kendi adı anıldığı zaman hürmet göstermeyecek kişilere beddua ediyor. Yine devamla, Ramazan ayına ulaşmış Müslümanların tövbelerinin ve dualarının kabul olunması için dua etmiyor da;  yazıklar olsun diyerek acı çekmeleri için beddua ediyor. Hani Muhammed rahmet üzere gönderilmişti? Hani o, en güzel ahlak üzereydi? Hani o, en hayırlı olanın, insanlara hayırlı olan kişi olduğunu söylüyordu?

Şimdi bazıları bu hadisin zayıf ya da uydurma olduğunu düşünebilir. Yaptığım araştırmalarda hadisin sahih olmadığı ile ilgili bir bilgiye ulaşmadım. Bazıları hadisi evirmiş, çevirmiş, “Bu ifade mecazi bir ifade “ diyenler olmuş, Muhammed’in başka hadislerini  getirerek, durumu kurtarmaya çalışmış ama nafile. Hiçbiri zayıf ya da uydurma olduğunu söyleyememiş. O halde gerçek ortada. Bazıları şunu da diyebilir: ”Kur’an ile çeliştiğine göre biz Kur’anı ölçü alır, hadise itibar etmeyiz.” Keşke bu cümle sorunu çözse! Neden mi? Çünkü Kur’an ayetleri de çelişkilerle dolu. Yukarıda geçen hadiste ayrıca bir kavram kargaşası ile de karşı karşıya kalıyoruz. Güya bedduaları eden Cebrailmiş. Cebrail kim? Vahiy meleği değil miydi Cebrail?

O halde Cebrail ile ilgili tanımlara birlikte biraz göz atalım:
“Cebrail, İslam’a göre peygamberlere vahiy getirmek, Allah'ın emir ve yasaklarını bildirmekle vazîfeli melektir.” “Cebrâil'in ismi Kur’ân'da ayrıca Cibrîl, Rûh-ul-Emîn ve Ruhu'l-Kudüs diye de zikredilmektedir.”  “İslâm dininde Cebrâil, Hz. Peygamber’e ilâhî emirleri bildiren vahiy meleğidir ve dört büyük melekten biridir.” Buna benzer yapılan tanımların yanında, hiç günah işlemeyen, çok güçlü bir melek olduğundan, emrinde meleklerden bir orduya sahip olduğundan, insan kılığına girerek vahiy getiren biri olduğundan, büyüklüğünden , kanadının sayısı gibi özelliklerinden bahsedilmektedir. Kaynaklarda Cebrail’in İnsan kılığına girip giremeyeceği gibi konular tartışılmış  ancak Cebrail’in insanlara beddua eden bir özelliğine hiç değinilmemiştir. Zaten beddua ediyor olması garip değil midir? Neden bir melek beddua etsin ki? Günah işlemeyen bir varlık, neden Allah’ın izni olmadan bir insanın kötülüğünü istesin? Bunu eğer Allah istiyorsa;  neden ayeti ile bunu peygamberine bildirmiş olmasın da meleğine söyletsin?

Muhammed’in beddua ve lanet içeren sözleri,  yukarıdaki hadis ile sınırlı değildir. Hadislerinde pek çok konuda beddualarına ve lanetlerine rastlıyoruz. Dövme yapan ve yaptırana, başkasının saçını,  kendi saçına takanlara, canlı resim ve heykel yapanlara (insan veya hayvan), kocasına küsüp ondan ayrı sabahlayan kadına, kocasının cinsel isteğine cevap vermeyen kadına, sahabe hakkında kötü söz söyleyene, kafirlerin Müslümanlardan daha iyi ve daha dürüst olduğunu söyleyenlere, Faizi alana, verene, onun katipliğini ve şahitliğini yapana, çekirgeye, vb pek çok konuda beddua ettiğini görüyoruz. “Dövme yapmayın”, “Faiz alıp vermeyin” , "Sahabem hakkında güzel söz söyleyin" demek yerine bir peygamber neden beddua eder? Peygamberlerin görevi, ümmetine doğruyu göstermek, yanlıştan vazgeçirmek değil midir? Eğer bir peygamber beddua edecekse o zaman biz; (Ey Muhammed!) “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl Suresi-125) ayetini nereye koyacağız? Kur’an’daki Muhammed ile hadislerdeki  Muhammed aynı Muhammed değil midir? Kur’an’ı ve hadisleri yazan katipler aynı olduklarına göre yorumu sizlere bırakıyorum.

EBUBEKİR’E BİAT ETMEYEN FATMA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
İlaveler (Mavi metinler): A.Kara
Hz Fatma'nın öldürülmesi, MWG, din, islamiyet, Fatima'nın ölümü, Hz Ebubekir, Hz Ebubekir'in Fatima'yı öldürmesi, İslam cinayetleri, Muhammed'in kızı Fatma

EBUBEKİR’E BİAT ETMEYEN FATMA’NIN ÖLDÜRÜLMESİ, ALİ'NİN EVİNİN BASILMASI

Sitemizin okuyucu ve izleyicilerinden gelen istek üzerine Ali’nin eşi Fatma ile ilgili bilgiler vereceğiz. Ayrıca, Fatma’nın Ömer ve yandaşları tarafından nasıl öldürüldüğünü de kaynaklara dayalı olarak anlatmaya çalışacağız.

İslam’ın kendi kaynaklarına dayanarak ve kaynak gösterdiğimiz halde; Ebubekir ve Ömer konulu yazılarımızda geçen olaylara, Fatma’nın Ömer tarafından öldürülmesi konusuna takılanlar ya da inanmayanlar, hatta hakaret derecesinde yorum yapanlar olduğunu gördük. Öncelikle, okumanın üşengeçliği içinde yazımızı okuyup videolarımızı izleyen herkese teşekkür ederiz. Kötü söz sahibine yaraşır demek istemiyorum. Çünkü çoğu kişiler okumuyor, araştırmıyor ve bilmiyor. Üstelik ortada sorgusuz inanılmış bir din ve cehennemle korkutulmuş bir kitle var. Kimin ne bilgisi varsa yorum yapar ve yalanımız varsa yüzümüze vurur. Bizde yalan, iftira, hiç kimseye hakaret yok. Bizim ortaya koymak istediğimiz şey; gözü kapalı olarak bilmeden, anlamadan, sorgulamadan bir dine inananları aydınlatmak. Biz vicdanımızın sesine uyarak kaynaklardan olduğu gibi yazıyoruz. İnanan inansın, inanmayan kendi bilir.

Şimdi kaynaklara dayanarak Fatma’yı anlatmaya başlıyoruz.
Fatma, kimi kaynaklara göre Hatice’nin Muhammed’den önceki kocasından doğmuştur. Muhammed’in hiç öz çocuğu olmadığından ve Kevser suresinde Muhammed’in soyunun kesik olduğundan bahsedildiğinden, cariye Mariye’den doğan İbrahim’inde babasının belli olmadığını yazıp söyleyenler vardır. Bazı kaynaklarda 40 yaşında Muhammed’le evlenen Hatice’nin 6 çocuk doğurduğu ve 58 yaşındayken Fatma’yı doğurduğu yazılıdır. Ancak bazı kaynaklarda bir kadının 40 yaşından sonra 6 çocuk doğurmasının tıp ve mantığa aykırı olduğu savunulmaktadır. Kimi kaynaklara göre Hatice ile Muhammed’in öz kızıdır. Bazı kaynaklarda Hatice ile Muhammed’den olan tek çocuğun Fatma olduğu da yazılıdır.

Fatma 15 yaşındayken Ebubekir ve Ömer Fatma’yla evlenmek isterler. “Fatma için hak teladan emir bekliyorum” diyen Muhammed, Ebubekir’i de Ömer’i de damatlığa kabul etmez. Daha sonra da Cebrail aracılığıyla Allah’tan buyruk geldiğini söyleyen Muhammed, Fatma’yı Ali’yle evlendirir. [20] Kaynak kitaplar bu olayı çok ayrıntılı olarak anlatırlar. Bu evliliğin “uçtu-kaçtılı” öyküsü özetle şöyle anlatılır:

Ali, yakınlarının önerisiyle Muhammed’e gidip utana sıkıla Fatma’yı ister. Muhammed, Ali’nin mal varlığını sorunca, Ali “bir kılıcım bir devemden başka bir şeyim yok” der. Muhammed; “kılıç savaş için, deve binit için sana gerekli, gel cübbede anlaşalım” dedikten sonra konuşmasını “uçtu- kaçtıyla” bitirir. Muhammed, Ali’ye “sevamavatta senin ile Fatma’nın nikâhı kıyılmıştır. Senden önce melek gelip bunu bana duyurdu.” der. Az sonra Cebrail Muhammed’de gelip; Hak Teâlâ’nın “Habibime selam söyle, hiç üzülmesin. Kızının bütün ihtiyaçlarını cennetten karşılayıp, sadık kuluma vereceğim” haberini bildirir. Muhammed şükür secdesi yaptıktan sonra Cebrail Allah’a gidip yine geri gelir. Cebrail’in yanında Mikail, İsrafil, Azrail ve 1000 Kerübiyun meleği bulunmaktadır. Ellerindeki üstleri bohçalarla örtülü altın tepsileri Muhammed’in önüne koyarlar. Cebrail, Muhammed’e açıklama yapar. ”Ya resullah, Hak Teâlâ sana selam etti. Ben habibimin kızı Fatma’yı Ali’ye verip arşı âlâda onları nikâhladım, habibim de kendi ashabı arasında nikâh etsin. Tepsilerde Fatma için cennet giysileri ve yiyecekleri vardır. Giysileri Fatma giysin, yiyecekleriyle de ziyafet etsin buyurdu.” Deyince Muhammed yine şükür secdesi yapar. Muhammed, Cebrail’e bu işin nasıl olduğunu sorar. Cebrail de anlatır: “Hak teâlânin buyruğuyla bütün cennet kapıları açılıp cehennem kapıları kilitlendi, bütün melekler tuba ağacının altında toplandılar. Hak Teâlâ beni Ali’nin vekili yaptı. Ben de Fatma’nın vekiliyim buyurarak bütün melekleri de tanık yaptı. Böylece arşı âlâda nikâh yapılmış oldu.” [21][22][23]

Bazı kaynaklara göre Ali cübbesini Osman’a satmış ve parasını Muhammed’e vermiştir. Bazı hadis kitaplarında da Ali’nin zırhını rehin bırakıp, düğün yemeği verdiği yazılıdır. [18]

FATMA’NIN ÖLÜMÜ-ÖLDÜRÜLMESİ
Fatma en azından Ali kadar cesurdu. Muhammed’in ölümünden sonra kendisine düşen mirası korkmadan, çekinmeden Ebubekir ile Ömer’den istemiştir. Hem de topluluğun önünde ve çok sert bir şekilde hakkını aramış ama karşı tarafın kurnazlığıyla baş edememiştir.  Üstelik bütün baskı ve eziyetlere karşın karı-koca Ebubekir’e biat etmemişlerdir. Fatma ve Ali’nin Ebubekir ve Ömer’le barıştıkları bazı kitaplarda yazılıysa da bu barış hiçbir zaman olmamıştır. Üstelik Fatma’yı alamayan Ömer, Ali ile Fatma’nın kızı 9-10 yaşındaki Ümmü Gülsüm’le zor kullanarak evlenmiş, büyüyünceye kadar gerdeğe girmeyeceğine söz vermiştir. Oysa her şeyden habersiz Ümmü Gülsüm Ömer’in yanına vardığında kızın eteğini sıyırıp ayıp yerine bakmış, sözünde de durmamıştır. 56-57 yaşında üstelik sahabeden biri olan Ömer'in bu evliliği yorumlar değişik olsa da birçok kitapta yazılıdır.

Ebubekir ile Fatima daha önce hurmalıklar yüzünden birbirine ters düşmüştür. Ayrıca karı-koca Ebubekir’e biat etmedikleri için Ebubekir’in isteği üzerine Ömer ve adamlarının Ali ve Fatma'ya etmedikleri eziyet kalmamış ve sonunda Ali’nin evini yakmaya kalkışmışlardır. Ali ile Fatma dövülmüş, bazı kaynaklara göre hamile olan Fatma çocuğunu kaybetmiştir. Bazı izleyicilerimiz bu olayda Ali’nin neden pasif davrandığını ya da sessiz kaldığını soruyorlar. Ali ne yapabilirdi ki? İktidardakilere karşı kendini savunmak kolay iş değildir. Hepsi silahlı, kırbaçlı üstelik iktidardan yana olan kalabalık karşısında ne yapılabilirdi? Kaldı ki Ömer de boş bir adam değildi, kendinden oldukça korkulurdu. Çoğu savaşta teslim olan Yahudilerin kafasını kesmekle meşgul olan Ali'yi "hadi canım sende, Ali dayak yer mi? Susar mı?" diyerek yüceltmek, insan üstü güce sahipmiş gibi göstermek abestir. Yahudiler hayatları boyunca savaşçı bir topluluk olmamış, ticaret ile uğraşmışlardır. Bu yüzden savaşmaktan da doğru düzgün anlamazlardı. Böyle insanları öldürmek kolaydır ama halkın, savaşçıların yanında saf aldığı, iktidarı elinde tutan Ebubekir ve Ömer gibi kişilerin önünde durmak, onlara karşı gelmek pek de kolay iş değildir. Zaten bu durumu hem Şia hem de Ehlisünnet hadislerinde göreceksiniz. 

Evin basılması olayından kısa bir süre sonra Fatıma ölür. Eceliyle öldü denilebilir ama öldüğünde vücudundaki yara bereler hâlâ geçmemiş, bu dövme olayından sonra iflah olmamıştır. Kaynak kitaplara göre kefen içinde de olsa vücudunun belli olabileceğinden ve yabancı erkeklerin bunu görmesini istemediğinden cesedinin gece karanlığında, yalnızca aile içindekilerce defnedilmesini vasiyet etmiştir. Şia hadislerine göre gece karanlığında gömülmesinin başka bir nedeni daha vardır, ki bunu da zaten söz konusu hadise gelince anlatacağım.
Bir gerçek var ki ölümü kuşkulu olanların hepsi, örneğin: peygamber Muhammet, Ebubekir, Fatma hep gece defnedilmişlerdir. Fatma’nın mezarı kesin olarak belli değildir. Kimilerine göre evinin içine, kimine göre Ravza'ya, kimine göre de Cenneti bâki mezarlığına defnedilmiştir. Ali’nin de mezar yeri de kesin ve belli değildir. Suikastlar, cinayetler, kabilecilik çekişmeleri birçok kişinin mezarını saklatmıştır.

Konuya dair hadislere bakalım ve önce Şia'dan başlayalım. Sakın "Şia kaynakları ile yalan-dolan şeyler anlatıyorsun" demeye kalkmayın çünkü Şia'dan sonra "Ehli sünnet" hadislerini de paylaşacağım ve Şia ile Ehlisünnet hadislerinin bu konuya dair anlatılarda çok büyük oranda birbirleri ile örtüştüğünü istemeseniz de göreceksiniz.

Şia Kaynakları:
Zikredilecek rivayetlerin bütünlüğünden istifade ediliyor ki Hz. Muhsin (a.s.) hazreti Zehra’nın (a.s.) çocuklarından idi ve şahadete ulaşmıştır. Hazreti Ali (a.s.) şöyle buyurdu: “Eğer düşük yapmış çocuklarınıza daha isim takmadıysanız kıyamet gününde sizi görürler ve babalarına şöyle derler: Neden bana isim takmadın, oysaki peygamber (s.a.v.) Muhsin’e daha dünyaya gelmeden isim takmıştır”. [1]

Merhum Taberisi şöyle diyor: “…Ebu Bekir Kunfuz’a Fatma’yı dövünüz şeklinde emir gönderdi. Bu emirle iş daha büyüdü ve onu Ali’den uzaklaştırdı. Kunfuz çok şiddetli davranışla sahneye girdi ve kasavet bakımından nihai derecedeki bir kalple peygamberin değerli kızını kapı ile duvar arasında sıkıştırdı bu sıkıştırma o denli şiddetli idi ki o değerli hanımın kaburgası kırıldı ve karnındaki çocuk düşük yaptı!. [2]

Birkaç hadise daha bakalım:
Fatıma çok rahatsız olduğu halde kapının arkasına gelerek; “Ey Ömer! Bizimle işin olmasın. Bırak kendi işimizle uğraşalım” dedi. Ömer; “Kapıyı aç! Yoksa evi yakarım!!” dedi. [3]
Fatıma (a.s); “Ey Ömer! Allah’tan korkmuyor musun? İzinsiz olarak evime mi girmek istiyorsun?!” dedi.

Fatıma (a.s) her ne ettiyse Ömer’i kararından caydıramadı. Bilakis, Ömer, kapıyı açmadıklarını görünce; “Odun getirin de kapıyı yakayım!” dedi. [4]

Nihayet Ömer kapıyı ateşe verdi. Sonra da şiddetle tekmelemeğe ve itmeye başladı. Kapı açıldı, Ömer içeri girmek istedi. Hz. Fatıma (a.s) Ömer’in önünü kesti. Ömer kılıfında olan kılıcıyla o Hazret'i vurmaya başladı. Hazret belki de halk gaflet uykusundan uyanır ve Ali’yi savunurlar diye ağlayıp feryat etmeye başladı. Fatıma’nın ağlayıp yardım talebinde bulunmaları, o taş yürekli insanlara hiç tesir etmedi. Hatta o Hazret'i dövmeğe başladılar ve kamçıyla kolunu morarttılar! [5]

Bir başka hadise göre Fatma, kendinden sonra gelenlere, Beni Sakife'de iş başına getirilen hilafet sisteminin meşru olmadığını, bu sistemin Peygamber'in kalbinin meyvesi olarak tanıttığı kızına ne gibi zulümlerin reva görüldüğünü bildirmek kararındadır. Bu yüzden Ali’ye vasiyet ederek: “Beni geceleyin kefenle ve gizli olarak toprağa ver. Kaburga kemiklerimi kıran, çocuğumun düşmesine sebep olan ve malıma el koyan kimselerin cenazemin başında durmalarını istemem; kabrim de bilinmesin!” [17] demiştir.

Gelelim ehlisünnet kaynaklarına.
Hani Muhammed ölünce halifeler ve sahabe denen kişiler birbirine düşüyor, Fatma ile Ebubekir'in arasında hurmalık arazilerinden dolayı düşmanlık vardı demiştim ya, şimdi o hadise bakalım. Sonrasında Ali'nin evinin basılmasına dair hadislerden devam edeceğim:

Buhari, Muslim, Ebu Davud, Nesai gibi ehlisünnet kaynaklarında yer alan bu hadiste anlaması güç çok fazla kelime olduğundan ben anlaşılır şekilde tercüme edeceğim, dileyen açıp kaynağın aslını okuyarak kontrol edebilir:

Peygamber'in kızı Fatıma, Ebu Bekir'e haber gönderip, kafirlerden savaşmadan alınan mallarından kendisine savaş yapılmadan verdiği Medine civarındaki Nadir oğulları arazisini, Fedek hurmalıkları ve Hayber hurmalıklarının beşte birini yani Muhammed'in mirasını ister.
Ebu Bekir, Hz.Muhammed: "Biz peygamberlerin varisi olmaz, bizden geriye ne kadar mal kalırsa onlar sadakadır." Ancak Muhammed'in ailesi bu mallardan faydalanabilirler." demiştir der.
Muhammed'in hayatta olduğu süreçte bu sadaka malları hakkındaki işleyişleri değiştirmeyeceğini söyler ve "Ben, Resulullah'ın bu mallar hakkındaki uygulaması ne ise ancak onu yaparım" der. Yani Fatma'ya bunlar miras değil ki sana vereyim demek ister.
Dolayısıyla Ebu Bekir Fatıma'ya bu mallardan herhangi bir şey vermeyi kabul etmez. Bunun üzerine Fatıma Ebu Bekir'e kızarak, onunla konuşmayı bırakır ve ölünceye edinceye kadar Ebu Bekir'le konuşmaz.
Muhammed öldükten sonra Fatıma, altı ay yaşar. Fatıma vefat edince kocası Ali, bu durumu Ebu Bekir'e haber bile vermeden geceleyin üzerine cenaze namazı kılarak gömer. Fatıma'nın hayatında insanlar tarafından Ali'ye karşı saygı ve sevgi vardır. Fakat Fatma'yı hoşnut etme çabalarını Ali'nin halifeye olan bağlılığının gerilemesinin, biat etmemesinin nedeni olarak görenler de yok değildir.

Fatma ölüp Ali'ye olan saygı azalınca, Ali, Ebu Bekir'le barışmayı ve ona bi'at etmek ister. Bundan önceki altı ay içinde Ebu Bekir'e bi'at etmemiştir.

Ali, Ebu Bekir'e haberci gönderip: Bize gel, fakat yanında başka bir kimse gelmesin! der. Çünkü Ömer'in gelmesini istemez.

Ömer, Ebu Bekir'e giden bu haberi duyunca "Hayır, vallahi onların yanına tek başına girmeyeceksin" deyince Ebu Bekir: "Sen Ali ve beraberindekilerin bana ne yapacaklarını sanıyorsun? Tabii ki onlara gideceğim" der.

Akabinde Ebu Bekir onların yanına gider. Ali, şehadet kelimelerini söyledikten sonra Ebu Bekir'e şunları söyler:

Bizler senin faziletini tanımış ve Allah'in sana verip, sana doğru sevk eylediği hiçbir hayırda sana karşı düşmanlık etmemişizdir. Ama sen halifelikte bizimle istişare etmeyip, kendi bildiğini okudun. Bizler ise Resulullah'a yakınlığımızdan dolayı bu konuda karşılıklı konuşmaya hakkımız var diye düşünüyorduk!

Ali bunları söylerken Ebu Bekir'in gözlerinden yaş gelir.

Bu sefer Ebu Bekir konuşunca şöyle der:
"Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak Rasulullah'ın hısımlarına hizmet etmek bana kendi hısımlarıma hizmet etmemden daha sevimlidir. Amma şu, Peygamber'in geride bıraktığı mallardan dolayı sizinle aramda olan çekişmeye gelince, ben o mallarda hayırdan hiçbir şey eksiltmedim ve Rasulullah'ın o mallarda yapmakta olduğunu gördüğüm herhangi bir işi terk etmeyip mutlaka yapmışımdır."

Ebu Bekir öğle namazını kıldıktan sonra minbere çıkar, şehadet kelimelerini telaffuz ettikten sonra Ali'nin durumundan, bi'at'tan geri kalışından bahseder ve Ali'nin kendisinden özür dilediğini, bu özrü ve Ali'nin gecikmesini bağışladığını belirtir.
Sonra Ali tövbe edip Ebu Bekir'in hakkını büyütür ve ona bi'at eder. Yapmış olduğu şeyin Ebu Bekir'e karşı bir düşmanlık yada Ebu Bekir'in üstün faziletini inkar olmadığını söyler ve "Devlet başkanlığı konusunda istişare hakkımız olduğunu düşünüyorduk. Fakat Ebu Bekir bize bize danışmayıp, kendi bildiğiyle hareket etti. Bu yüzden biz de darılmıştık!" der.

Ali'nin bu sözleri üzerine Müslümanlar sevinerek:
İsabet ettin (ya Ali)! derler ve Ali, Ebubekir'e bu şekilde bi'at edince Müslümanlar tekrar Ali'ye yakın olurlar. [6]

İbrahim b. Seyyar Nazzam-i Mutezile (160-231) ki nazm ve nesr bakımından kelamı güzel olduğu için Nazzam adıyla meşhur olmuştu. Nazzam birkaç kitabında hazreti Fatma’nın evinde gerçekleşen kısayı nakletmiştir. O şöyle diyor: Ömer Ebu Bekir için bay’at toplamak istediği günde Fatma’nın karnına vurdu onun karnındaki çocuk ki ismini Muhsin koymuştu, düşük yaptı! [7]

İbn. Ebi Darem olarak meşhur ve kufeli muhaddis olan Ahmet b. Muhammed (vefat 357) öyle birisidir ki Muhammed b. Ahmet b. Hammad-i Kufi onun hakkında şöyle diyor: “O ömrünün tümünde doğru yolda idi”. Bu şahıs (Ebi Darem) naklediyor ki kendisinin huzurunda bu haber nakledildi: Ömer Fatma'ya tekme vurdu ve Fatma'nın karnındaki çocuk ki ismini Muhsin takmışlardı düşük oldu. Ömer Fatma'yı Mühsin'i düşük yapıncaya kadar sıkıştırdı”. [8]

İbn. Sad “Tabakat” ve Belazuri “Ensabu’l-Eşraf”  kitabında şöyle nakletmiştir: Annesi Peygamberin kızı Fatma olan çocuklar şunlardan ibarettir: İmam Hasan (a.s.), İmam Hüseyin (a.s.), Muhsin, Zeynb-i Kübra, Ummu Külsüm-i Kübra. Muhsin hazreti Zehra’nın (a.s.) evine saldırıldığı olayda düşük yaptı. [9]

Taberi Tarih’inde şöyle yazar:
“Ömer, Talha ve Zübeyr’le muhacirlerden bir grubunun sığınmış olduğu Ali’nin evine saldırdı. Zübeyr kılıcını çekerek ona karşı koymak istedi. Fakat tam o sırada ayağı kayarak kılıç elinden yere düştü. Bunun üzerine eve saldıranlar toplanarak onu tutukladılar…” [10]

Tarih ve siyer kaynaklarından devam ederek bu şahısların Fâtıma'nın evine saldırıp içeri nasıl girdiklerine ve oraya sığınanlara nasıl davrandıklarına bakalım:

Başta Ali b. Ebutalib ve Zübeyr olmak üzere Ebubekir’e biat etmekten sakınan Muhacirlerden bir grubu silahlı oldukları halde öfkeyle Fâtıma’nın (s.a) evine girdiler. [11]

Ensar ve Muhacirlerden bir grubunun Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fâtıma’nın evine sığınıp Ali b. Ebutalib’in etrafında toplandıklarını Ebubekir ve Ömer’e haber verdiler. [12]

Onlara, Fâtıma’nın evinde toplananların hilafet konusunda Ali b. Ebitalib’e biat etmek istediklerini söylediler. [13]

Bunun üzerine Ebubekir Ömer b. Hattab’a Fâtıma’nın evine giderek onları oradan dışarı çıkararak topluluklarını dağıtmasını ve direnecek olurlarsa, onlarla savaşmasını emretti.

Ebubekr’in bu emri üzerine Ömer eline bir meşale alarak Fâtıma’nın evine doğru yola koyuldu; Fâtıma’nın evini içindekilerle birlikte yakmak istiyordu. Hz. Fâtıma (s.a) Ömer’in karşısına çıkarak ona hitaben:

“Ey Hattab’ın oğlu! Bizim evimizi mi yakmaya geldin?!” dedi. Ömer, “Evet!” dedi, ” ya da ümmetin kabul ettiğini kabul edersiniz (Ebubekir'e biat edersiniz).” 
[14]

Ebubekir-i Cevheri'de şöyle yazar:
“Fâtıma, Ali ve Zübeyr’e nasıl davranıldığını görünce evinin kapısında durarak Ebubekir’e şöyle dedi: Ey Ebubekir! Ne kadar çabuk Resulullah’ın (s.a.a) ailesine karşı hile yapmaya başladın! Vallahi hayatta olduğum müddetçe Ömer’le konuşmayacağım.” [15]

Bu olaydan yıllar sonra Abdullah b. Zübeyr kendi hükumetine teslim olmaları için Mekke’de Haşimoğulları’na baskı uygulamış fakat Haşimoğulları bunu kabul etmeyince onları bir dağın arasında toplattırıp odun getirterek hepsinin yakılmalarını emretmiştir.

Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Urve b. Zübeyr kardeşinin bu hareketine geçerlilik kazandırmak için Ebubekir’e biat olayında Ömer’in, Fâtıma’nın evini yaktırmaya kalkışmasını delil gösterir ve şöyle der:

“Kardeşimin bu hareketi sadece bir tehditti; nitekim geçmişte de biat etmeyen Haşimoğulları’nı odun toplayarak yakmayla tehdit ettiler!” [16]

İşte burada Urve’nin “geçmiş” sözü ile değindiği, Haşimoğulları’nın Ebubekir’e biat etmek istememesi bu yüzden Ebubekir'in Ömer ile yolladığı adamların Fâtıma’nın evinin etrafına odun yığarak evi içindekilerle birlikte yakmaya kalkışmaları olayıdır. Bu olay sırasında da hamile olan Fatma düşük yapmak zorunda kalmıştır.

Hala ikna olmayanlar var ise birkaç ehlisünnet kaynağı daha vereyim:
Ali’nin yakın arkadaşlarından olan “Suleym İbn Kays” bu konuyu kendi kitabında şöyle yazmış:

وَدَعَا عُمَرُ بِالنَّارِ فَأَضْرَمَهَا فِی الْبَابِ ثُمَّ دَفَعَهُ فَدَخَلَ فَاسْتَقْبَلَتْهُ فَاطِمَةُ علیه السلام وَصَاحَتْ یَا أَبَتَاهْ یَا رَسُولَ اللَّهِ فَرَفَعَ عُمَرُ السَّیْفَ وَهُوَ فِی غِمْدِهِ فَوَجَأَ بِهِ جَنْبَهَا فَصَرَخَتْ یَا أَبَتَاهْ فَرَفَعَ السَّوْطَ فَضَرَبَ بِهِ ذِرَاعَهَا فَنَادَتْ یَا رَسُولَ اللَّهِ لَبِئْسَ مَا خَلَّفَكَ أَبُو بَكْرٍ وَعُمَرُ.

فَوَثَبَ عَلِیٌّ (علیه السلام) فَأَخَذَ بِتَلابِیبِهِ ثُمَّ نَتَرَهُ فَصَرَعَهُ وَوَجَأَ أَنْفَهُ وَرَقَبَتَهُ وَهَمَّ بِقَتْلِهِ فَذَكَرَ قَوْلَ رَسُولِ اللَّهِ (صلی الله علیه وآله) وَمَا أَوْصَاهُ بِهِ فَقَالَ وَالَّذِی كَرَّمَ مُحَمَّداً بِالنُّبُوَّةِ یَا ابْنَ صُهَاكَ لَوْ لا كِتابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ وَعَهْدٌ عَهِدَهُ إِلَیَّ رَسُولُ اللَّهِ (صلی الله علیه وآله) لَعَلِمْتَ أَنَّكَ لا تَدْخُلُ بَیْتِی.

Ömer, ateş isteyerek onunla evi tutuşturdu. Sonra kapıya yüklenerek onu açtı ve içeri girdi! Hz. Fatıma (s.a) Ömer’in tarafına gelerek “Ey Babacığım! Ey Resulallah! Diye feryat etti. Ömer kılıcını kınında olduğu bir şekilde kaldırarak Hz. Fatıma’nın yanına (kaburgasına) vurdu. Hz. Fatıma feryat ederek “Ey babacığım!” diye bağırdı. Bu sırada Ömer kamçısını çıkararak Hz. Fatıma’nın koluna vurdu. Hz. Fatıma ‘Ey Resulallah! Ömer ve Ebu Bekir senin geride bıraktığına ne kadar da kötü davranıyor’ diye feryat etti.

Bu sırada Hz. Ali (a.s) yerinden sıçrayarak Ömer’in yakasından tutarak onu hızlı bir şekilde çekerek kaldırıp yere vurdu. Burnuna ve boynuna vurdu. Onu öldürmeyi istedi, ancak Allah Resulünün (s.a.a) sözünü hatırladı ve ona buyurmuş olduğu vasiyet aklına geldi ve şöyle buyurdu: “Ey Suhak’ın oğlu! (Ömer’in babası Hattab’ın annesinin adı) Muhammed’i peygamberlikle şereflendirdiği Allah’a yemin olsun ki eğer ilahi mukadderat ve peygamberin benimle olan ahitleşmesi olmasaydı, evime giremeyeceğini çok iyi biliyordun.” [19]

İster Şia olsun ister Ehlisünnet, tüm bu hadislere bakıldığında durum ortadadır. Zaten Şia da Ehlisünnet'de uyuşan anlatımlara sahiptir. 4 büyük halife, sahabeler diye yüceltilerek anlatılan insanlar Muhammed ölür ölmez iktidar ve miras kavgasına başlamış, güçlü olan taraf, güçsüz tarafı ezmiştir.

MUHAMMED ALEMLERE RAHMET DEĞİL, ZAHMETTİR |1

Yazan: The Guiding
Guiding, din, islamiyet, Hz Muhammed, Muhammed'in peygamberlik iddiası, Muhammed'e yakınlarının inanmaması, Alemlere rahmet olarak gönderdik, Kur'an'da kölelik, Muhammed'in peygamberliği,

MUHAMMED ALEMLERE RAHMET DEĞİL, ZAHMETTİR |1


Kur’an’ın Enbiya Suresi 107.ayetinde “Biz seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdik.” der. Hadis kaynaklarından Müslim’in “Sünen” isimli kitabında yer alan bir hadise göre ise Muhammed, kendisinin lanetçi olarak değil, alemlere rahmet olarak gönderildiğini söylemektedir. Diğer hadis kaynaklarında bedduanın yasaklandığına dair  benzer ifadeler yer almaktadır. (Ebu Davud -Tirmizi)
Rahmet  sözlükte ; Birinin suçunu bağışlama, yarlıgama, merhamet etme anlamlarına gelmektedir. İslami kaynaklarda, Muhammed 'den önce insanların birbirlerini yediği, kuvvetlilerin zayıfları ezdiği, kadınların hakaret gördüğü, kız çocuklarının diri diri toprağa gömüldüğü, insanların elleriyle yaptıkları putlara tanrı diye taptıkları rivayet edilir. Dünyanın küfür ve sapıklık içinde olduğu ifade edilir ve devamla denir ki; Allah  İnsanları bu haksızlıklardan kurtarıp özgürlüğe kavuşturmak, zayıfları korumak, ruhlarını vehim ve hurafelerin etkisinden kurtarmak için Muhammed’i göndermiştir.

Ancak durum hiç de böyle olmamıştır. Bunun örneklerini az sonra sizlerle paylaşacağım.   40 yaşına kadar dürüstlüğü ile halkın güvenini kazanan Muhammed, bu yaşından itibaren Allah’ tan vahiy aldığını iddia etmesiyle birlikte, o gün Mekke ve çevresi için ; bugün de dünyamız için zulmün kaynağı olmuştur. Peygamber olduğunu ve tebliğe yakınlardan başlaması gerektiğini iddia ettiği : “Bundan böyle en yakın akrabalarını ikaz et” (Şuarâ Suresi-214) ayeti üzerine, akrabalarını davete başladı. Muhammed’in en çok yakınlığını gördüğü amcası Ebu Talip’in, İslam kaynaklarına göre, Şam’a Muhammed ile henüz o 12 yaşındayken birlikte yaptıkları  ticari yolculukta, Bahira isimli rahip ile konuştuğu ve Bahira’nın Muhammed’i övdüğü iddia edilmektedir. Ancak buna rağmen Ebu Talip  Muhammed’in peygamberliğine inanmamıştır. Diğer amcası; aynı zamanda iki kızını oğullarına verdiği dünürü Ebu Lehep ise, yeğeninin mecnun olduğunu söylemiş, evi Muhammed’in evine yakın olduğundan, onun evini sık sık taşa tutmuş veya başkalarına taşlattırmış, kapısı önüne her çeşit pisliği atmaktan çekinmemiştir. O’nun peygamberlik iddiasını hiçbir zaman kabul etmeyen Ebû Leheb, Muhammed’i her yerde takip ederek sözlerini yalanlamaya, onun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kavmini birbirine düşürdüğünü, sözlerine itibar edilmemesi gerektiğini söyleyegelmiştir. Muhammed’in kendisi de dahil olmak üzere, ona inananlar , anne-babaları ve yakınlarının inançları ile ters düşmüş, bu yüzden  ailesini terkedenler ve savaşta akrabalarıyla karşı karşıya gelenler olmuştur. İnsanın anne-babasıyla, kardeşleri ve çocukları ile her zaman aynı şeyi düşünmeleri, aynı şeylere inanmaları elbette gerekmiyor. Ancak, çocukluğundan beri Muhammed’i en iyi tanıyan amcalarının bile , Muhammed’in peygamber olmadığını düşünmeleri bizler için önemli bir delil olsa gerektir. O Muhammed ki; 40 yaşına kadar müşrikler ile beraber yaşamıştır. Birden, “Ben peygamberim” diye ortaya çıkması, insanlara garip gelmişti, peygamberliği inandırıcı değildi. İslami kaynaklara göre, Muhammed’in dedesi Abdülmuttalib, Hira dağına çıkıp Ramazan ayında orada ibadet etmeyi adet haline getirmişti. Dedesi gibi, Ramazan ayının sonunda Şevval hilalini gördükten sonra dağdan inen müşrikler, Kabe’yi tavaf ediyorlardı.  Muhammed de bu adeti sürdürüyordu. Vahiy aldığını söylediği gün de; Hira dağında ailesinden uzak olarak geçirdiği  o günlerden birine tesadüf etmişti. Mekke halkı müşrik olmalarına rağmen, abdest, gusül, teyemmüm  gibi ibadetleri yerine getiriyor, namaz kılıyor, oruç tutuyor, kurban kesiyor, hac ediyorlardı. Onları müşrik yapan şey, Allah’a ortak koşmalarıydı. Allah’a yakın olmanın şartı olarak, putları aracı kılıyorlardı. Dolayısıyla Muhammed yeni bir şey getirmemişti. Getirdikleri eskilerin tekrarıydı. Tek yenilik, kendisinin peygamber olduğu iddiasıydı. O yıllarda Yahudilik ve Hıristiyanlık’ta olan ve Hz İbrahim’den beri var olduğu  düşünülen inanç ve ibadetler yaşanıyordu. Daha sonra da Muhammed bunların aynısını yaşamaya devam etti. Allah’ın, Yahudiliği ve Hıristiyanlığı tasdik eden bir kitap gönderdiğini de söylüyordu zaten. “O sana kitabı, gerçeğin ta kendisi ve öncekileri doğrulayıcı olarak indirmiştir; daha önce insanlara doğru yolu göstermek üzere Tevrat ve İncil’i indirmişti.” (Ali İmran Suresi-3)

Muhammed, Yahudilerin tuttuğu aşure orucunu öğrenip: "Aşûre orucunu tutun; ancak bir gün önce veya bir gün sonra tutmak sûretiyle Yahudilere muhalefet edin" demiştir. Eşi Ayşe’den gelen bir  rivayette ise, müşriklerin de Muhammed’in de Mekke döneminde bu orucu tuttukları ancak; Ramazan orucu farz kılındıktan sonra Muhammedin bu orucu tutmadığı bilgisi vardır.

Muhammed, yakınlarından başlayarak insanları, peygamberi olduğunu iddia ettiği İslam dinine çağırmaya başladı. İlk davet ettiği kişiler, farklı kabilelerden oluşan ve sözü dinlenebilecek, Mekke’de ağırlığı olan kişilerdi. Ayrıca  ezilen, borç altında inleyen, gömülmekten şans eseri kurtulan kadınlara ve kölelere çok cazip geliyordu bu yeni  din. Bazı köleler, zengin Müslümanlarca azad ediliyorlardı. Köleler bu dini sevmişlerdi ama Muhammed onları sevmiyordu. Onun derdi daha çok, nüfuz sahibi kişilerdi. Evliliklerini de bu siyaset üzerine yapmıştı. Kendisine maddi ve manevi  olarak destek olacak kişileri seçmeyi başarmıştı. Vefatından sonra halife olan 4 kişinin, (Ebubekir, Ömer, Osman, Ali) ya damadı ya da kayınpederi olmaları bu siyaseti anlamak için yeterli bir örnek olsa gerektir. Rahmet peygamberi olduğu söylenen Muhammed, bakın köleler ile ilgili hangi ayeti getiriyordu. “Allah, hiçbir şeye gücü yetmeyen ve başkasının malı olan bir köle ile, kendisine verdiğimiz güzel rızıktan gizli ve açık olarak Allah yolunda harcayan kimseyi misal verir. Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah’a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler.” (Nahl Suresi-75)
Aynı Muhammed, Veda haccındaki hutbesinde ise köleler ile ilgili olarak: “Onlara yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin” diyordu. Yani köleler, hür insanlar ile aynı kıyafeti giyecekler, onların yediklerini  yiyecekler ama asla hür insanlar gibi bir statüye sahip olamayacaklardı. Muhammed hiçbir zaman köleliği ve cariyeliği kaldırmak için çaba sarf etmedi. Çünkü cariyeler, onun şehvet aracıydı. Etrafında o kadar varlıklı insan olmasına rağmen, bir savaş için neredeyse tüm mal varlığını bağışlayacak kişiler olmasına rağmen, o kölelerin, o cariyelerin tamamını hürriyetlerine kavuşturma gayreti hiç olmadı. İslamın ilk yıllarında taraftar toplama adına göstermelik azad etmeler oluyordu. Muhammed’in, her ne kadar sahip olduğu, sayıları 50-80  arasında değişen kölelerinin tamamını azad ettiği söylense de bu konuda kesin bir bilgi yoktur. Zeyd Bin Harise’nin azad edilme ve evlatlık sayılma konusu ise; ayrı bir başlıkta işlenebilecek kadar karmaşık bir konudur. Sizleri düşünmeye, sorgulamaya ve araştırmaya sevk etmesi açısından şu kadarının bilinmesinde fayda görüyorum: Muhammed ile Zeyd’in aralarındaki yaş farkı 10 dur.

Kölelerin ve cariyelerin varlığı Muhammed’in işine geliyordu. Ya değilse, ganimet ve cariye vaadinde bulunduğu inananlarını, yapacağı savaşa nasıl ikna edecekti?

Bakın her şey ortada iken, kendisi hakkında nasıl ayetler getiriyor, kendisini nasıl şirin gösteriyordu. Sırf yazdıkları şiirler yüzünden Muhammed’in öldürdüğü kişileri bir sonraki yazıma bıraktım. Kadınları öven sözlerine rağmen, 5 çocuklu bir kadını nasıl öldürdüğünü paylaşacağım sizlerle. Şimdilik sizleri kendini övdüğü sözde ayetler ile başbaşa bırakıyorum. Övülen kişi ile gerçek kişinin hiç de aynı olmadığını diğer yazılarımda birlikte göreceğiz. Şimdilik hoşçakalın.

“Andolsun, size içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir, size çok düşkündür, müminlere karşı şefkat ve merhamet doludur.” (Tevbe Suresi-128)

“Sen onlara sırf Allah’ın lutfu sayesinde yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı kalpli olsaydın, hiç şüphesiz etrafından dağılır giderlerdi. Onları affet, onların bağışlanmasını dile, iş hakkında onlara danış, karar verince de Allah’a güven, doğrusu Allah kendisine güvenenleri sever.” (Ali İmran Suresi-159)

“O, Allah’ın elçisi Muhammed’dir. Onunla beraber olanlar da kâfirlere karşı sert, kendi aralarında merhametlidirler.” (Fetih Suresi-29)

“Sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır. Sonra, inanıp birbirlerine sabır tavsiye edenlerden, merhametlilerden olmayı tavsiye edenlerden olmaktır.” (Beled Suresi-11-17)

“Mü'minlerden sana uyanlara (merhamet) kanadını indir.” (Şuara Suresi-215)

“Andolsun, Allah'ın Resülünde sizin için; Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah'ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzab Suresi-21)

“(Ey Peygamber!) Allah’ın izniyle seni kendi yoluna çağıran bir davetçi ve aydınlatıcı bir kandil olarak gönderdik.” (AhzabSuresi-46)

“Ey iman edenler! Peygamberin evlerine vaktine bakmaksızın ve yemeğe izin verilmedikçe girmeyin. Fakat çağırıldığınız vakit girin. Yemeği yediğinizde de hemen dağılın. Sohbet etmek için de izinsiz girmeyin. Çünkü bu haliniz peygambere eziyet veriyor, ama o sizden utanıyor. Fakat Allah gerçeği söylemekten utanmaz.” (Ahzab Suresi-53)

“(Ey Peygamberim!) Şüphesiz ki sen (insanları) doğru yola iletiyorsun.” (Şura Suresi-52)

"Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin." (Kalem Suresi-4)

BU BİLETLE NEREYE GİDİYORSUN?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Din ıspatlanamaz, Tanrı, Allah, Cennet için uğraşmak, Cennet Cehennem, Var olduğuna inanılan öte dünya, Öte dünya, Ahiret inancı, Cenneti garantilemek, Eğer Allah yoksa bile,

BU BİLETLE NEREYE GİDİYORSUN?

Bu gün size her hangi birisi 50 milyon dolar değerinde bir Tapu satmak istese ve Tapuyu satmadan önce alacağınız adaya sizi götürüp gezdirse  “7 yıldızlı, 10 yıldızlı,… süper lüks bir sarayın olduğu yeşillik ve denizin buluştuğu rüya gibi bir ada. Adada sizin emrinize amade bir sürü hizmetçi. Size ait helikopter, yat, süper lüks bir araba ve daha neler neler…”  50 milyon doları tık verdikten sonra adanın ve adadaki bütün gayrı menkullerin sahibi oluyorsunuz. Siz o parayı bir şekilde bulabilirsiniz. Piyangodan çıkabilir, altın madeni bulursunuz veya altın arayıp koca bir top ham altın bulur, satar paraya dönüştürürsünüz. Daha olmadı azmeder, çalışır, ünlü biri olursunuz ve o parayı bir şekilde  elde edebilir ve gözünüzle bizzat gördüğünüz, gezdiğiniz, varlığından bire bir haberdar olduğunuz ve yasal anlamda gerçekten sahip olabileceğiniz o cennet adasına aslında sahip olabilirsiniz. Sahip olduğunuz anda ise tadını çıkartmaya başlarsınız. Her şey yolundadır. Parayı bulmak için ya da kazanmak için çok  çalıştınız, taklalar attınız ama sonucu da gördünüz, aldınız karşılığını. Çevrenizde sizi tanıyan insanlar da gördü ödülünüzü ya da kazandığınız ve verdiğiniz paranın karşılığını.

Hayır işi dışında kimse kimseye beş kuruşunu vermez. İnsanlar aldıkları maaşı ya da kazandıkları parayı kuruşu kuruşuna hesap ederler. İnsanlar, uğradıkları zerre kadar haksızlığın hesabını sormak isterler sorarlar da. Bir insan kapkaranlık bir gecede elinde fener olmadan ormanın ortasına, ağaçların arasındaki kuytu yerlere dalıp yürümez. Dibi görünmeyen kuyuya inmeyiz. İnmek gerekirse eğer güçlü bir ışık yansıtır veya bir iple kamera sallayarak aşağıda ne olduğunu görmeyi umut ederiz. Böylece o çukur inilecek bir yer mi yoksa inilmeyecek bir yer mi emin olmak isteriz. Bir işe adım attığımız zaman ya da kendimize bir iş kuracağımız zaman veya bir iş yerine çalışan olarak gireceğimiz zaman ne yaptığımızın farkındayızdır. İş yeri, ayan beyan gözlerimizin önündedir. Burası bir giyim mağazası olabilir ya da market. Markette yapılacak olan iş bellidir. Ayrıca bu markette çalışırken maaş alınabilir mi alınamaz mı bunun hesabı bile yapılır. Sabahtan akşama kadar marketin karşısında durup da markete girip çıkan müşterilere baksanız, ortalama olarak o maketin aylık kazancını ve size emeğinizin karşılığını verip veremeyeceklerini hesap edebilirsiniz. Bu market zorunlu olarak yasal bir markettir ve yasal olarak da size sigorta yapmak zorundalar. Sigortanızdan emin değilseniz çok rahatlıkla bunu kontrol edebilir ve hakkınızı arayabilirsiniz. Yapacağınız iş belki birilerinin kuruluşunda çalışmak değil de kendi işinizi kurmak da olabilir. Peyzaj ile ilgili güzel bir bölüm bitirdiniz ve kendi alanınıza yönelik bir iş kurmak istiyorsunuz. Birkaç yıl, böyle bir firma ile çalıştıktan sonra deneyim sahibi oldunuz ve peyzaj ile ilgili küçük de olsa kendi şirketinizi kuracaksınız. Bilmediğiniz bir işe girmiyorsunuz. Piyasayı biliyorsunuz çünkü piyasa dediğimiz şey  gözlerinizin önünde cereyan ediyor, yaşıyor. Çalışacağınız insanlar ya da müşteriler mars gezegeninde ya da başka bir galakside yaşamıyor, bulunduğunuz çevrede yaşıyorlar. Yapacağınız her şey gözlerinizin önünde ve bu yüzden işi yapmadan önce doğru ve sağlıklı bir planlama yapabilirsiniz. Bu planlamalar bizzat içinde yaşadığınız  dünya ve çevre şartları doğrultusunda şekil bulacak ve gerçeğe en yakın sonuçları verecek. İnsanların, bildikleri, haberdar oldukları durumları  icra etmek ya da o durumların olayların  içine girip deneyim sahibi olmaları konusunda sıkıntı yoktur. Gerçek sıkıntı, bilmediğiniz şeylerdedir. Bilinmezlik ise insanın fiziksel duyu organları ile algılayamayacağı veya çeşitli sebeplerle algılayamadığı ve bu algılayamamanın sonucu olarak haberdar olmadığı, bilgi sahibi olmadığı durumlardır. Bilinmeyen bir hastalıktan muzdaripseniz, işiniz ya da tedaviniz şansa kalmış fakat bilinen bir hastalık taşıyorsanız büyük bir ihtimalle doğru ve etkili bir tedavi ile iyileşip sıkıntılarınızdan kurtulursunuz.

İnsanlar, yeryüzü hayatında, bilinmeyen işlere adım atmaktan imtina ederler. Adım atanlar ise ya kahramandır ya çok cesurdur ya da araştırmacıdır ve belirli bir amacı vardır. Diğerleri, cesur olanların, kahramanların ya da araştırmacıların öğrendiği ve var olduğunu ispat ettiği yeni bilgileri ve durumları  insanların gözlerinin önüne sererler ve ortaya çıkan, gözlemlenebilen bu yeni durumları insan yaşantısının bizzat içine katarlar.

Din ise, gözlemlenebilir bir durum olmayıp hâlâ gerçek olduğu ispat edilemeyen yani bilinmeyen (duyu organlarımızla veya teknik cihazlarımız veya araştırmalarımız neticesinde ispat edememiş olduğumuz) bir durum olmasına karşın, insanlar ne yazık ki, ispatlanmış, gözlemlenmiş bir gerçeklik gibi kabul edip bu belirsiz bilgiye inanmakla kalmayıp, hayatlarının tamamını bu bilgiye göre düzenliyorlar. Koskoca bir yaşam! Küçük bir anınız değil. Belirli bir zaman dilimi hiç değil. Bir insan ömrünün tamamı be! Ölümün ardından gelen hiç kimse yok. Öldükten sonra gidilen bir yer var mı? Sırat köprüsü var mı? Cennet Cehennem var mı? Ölen insanın canını Azrail isimli bir melek mi alıyor? Cinler var mı? Mezara yeni gömülen Müslümanın başına sorgu melekleri gelip “Dinin, mezhebin nedir?” diye soruyorlar mı? Bir tanesini ispat edin yahu! Bir tanesini! Yapabildiğiniz tek şey, ama tek şey, var olan her şeyin, adı Allah olan bir Tanrı tarafından yaratıldığını, Muhammed isimli bir Arapın, Allah'ın kulu ve elçisi olup Allah’tan aldığı emirleri tüm insanlara iletmek olduğunu telkin ediyorsunuz. Siz bile görmediniz. Peygamberlerin hiç birisini, hiç birimiz görmedik. Zaman makinesi icat olsa ve Peygamberin yaşadığı döneme gidip Muhammed’i geçmiş zamanda gözlemleme fırsatımız olsa, o meşhur titreme geldiği zaman gerçekten Allah katından vahiy mi geliyor yoksa bu Muhammed denilen kişi rol mü yapıyor veya kendisine ilham şeklinde gelen bazı fikirlerin bir Tanrı tarafından gönderildiğine mi inanıyor hiç birimiz bilemeyeceğiz. Belki de bize anlatılan hiçbir şeyi, Peygamber denilen kişinin hayatında gözlemleyemeyeceğiz.

Tarih derslerimizde öğretmenlerimiz Osmanlı imparatorluğu döneminde bazı Hristiyan kiliselerinin halktan para toplamak amacıyla, dindar insanlara para karşılığı cennet tapusu dağıttıklarından bahsederdi. Bu durumu ise akıl dışı olarak nitelerlerdi. Gerçekten de akıl dışı. Şimdi düşünüyorum da, Dindar Müslüman ya da Hristiyanların veya Yahudilerin  içinde bulunduğu durum farklı mı? Cennetin tapusunun bu dünyada olamayacağını hepimiz biliyoruz, siz dindarlar da biliyorsunuz? Neden cennetin tapusu bu dünyada verilmez? Çok basit. Hiç görmediğiniz, bilmediğiniz bir yerin tapusunu kimse satamaz. Tapuyu satın almak isteyen adama, hangi araziyi göstereceksiniz? “Gel şu otobüse binelim, cennete gidip bakalım” mı diyeceksiniz? Hiç görmediğiniz yerden tapu almak saçma da yine hiç görmediğiniz bu cennet diyarı için bütün hayatınızı değiştirmek, aklınızı, inancınızı birilerinin inandığına teslim etmek, kiraya vermek saçma değil mi?

Dindar Müslümanların dinsizleri ikna etmek için  söyledikleri bazı klasik sözler var, hemen o sözleri yazayım:
Ya öldükten sonra cennet ve cehennem varsa! Ne yapacaksın? Ömrünü ibadetsiz boşu boşuna mı geçirmiş olacaksın? En azından ibadetini yap, Allah'a yakışır bir kul ol da öte aleme gittiğinde, Allah diye bir Tanrı yoksa bir şey kaybetmezsin, var ise cenneti kazanırsın.

Şimdi  ben de dindar Müslümanlar için bir şeyler söylemek istiyorum:
Ya öldükten sonra sizin inandığınız gibi adı Allah olmayan bir Tanrı sizi karşılayacaksa ve kuralları farklı olacaksa ne yapacaksınız? Ya da sizi bir Tanrı karşılamayacak da kendinizi farklı bir oluşum içinde bulacaksanız ne yapacaksınız? Ya cennet cehennem yoksa? Dünya hayatınızı boşu boşuna saçma sapan hurafelerle kısıtlayıp eziyetlerin içinde “Allah'ın imtihanı”  diyerek boşu boşuna kıvranmış, çile çekmişseniz. Dünya hayatına tekrar dönebilecek misiniz? Din adamlarınız size, gelişi olmayan ve gidişin de neresi olduğunun ispat edilmediği ve hiçbir zaman bilinemeyeceği boş bir bilet kesmişler. Siz boş biletle, neresi olduğuna, var olduğuna inandırıldığınız bir yere gitmek için koca hayatınızı şekillendiriyorsunuz. Belki yapmak istediğiniz farklı şeyler var. Yaşamak istediğiniz farklı bir hayat var. Farklı seçimlerin hayalini kuruyorsunuz fakat din denilen dayatmanın etkisi ile istemediğiniz bir hayatı yaşıyorsunuz ve ardından diyorsunuz ki: “Bu dünyada istediğim her şeyi yapamayabilirim, mutsuz olabilirim ama öte alemde mutlaka karşılığını Allah bana verecek”.

Dinlerin insanlara yapabildiği en etkili şey: İnsanları hiç bilinmeyen   cennete ve yine hiç bilinmeyen ve görülmemiş olan bir cehenneme inandırmaktır. 
Elinize bir bilet vermişler. Bilette yazılan yeri hiç görmediniz fakat bileti elinize tutuşturan güruh, hayatınız  boyunca size  uzuuuun uzun anlatacak nereye gideceğinizi. O anlatanların da hiç birisi görmedi o yerleri. Siz  de ölünceye kadar gözlerinizle görmeyeceksiniz  size  vaat edilen yerleri. Ben bana verilen bileti araştırdım, akıl süzgecimden geçirdim ve dolandırıldığımı fark ettim, o bileti yırttım attım. Bunu yapınca kötü birisine dönüşmedim. Zararın neresinden dönsen kârdır. Ben büyük bir kârda olduğumu düşünüyorum. Bütün dindarların, doğumlarından itibaren ellerine tutuşturulan bileti sorgulamaları dileğiyle, sağlıcakla kalın.

AGNOSTİK OLMA HİKAYEM

Sizden Gelenler
sizden gelenler, Agnostik olma hikayesi, Nasıl Agnostik oldum?, Agnostik, Dinden çıkış hikayesi, Artık dine inanmıyorum, Dinden kaçış serüveni, İslamiyetten Agnostisizme,

AGNOSTİK OLMA HİKAYEM
(BİR TAKİPÇİZİMİZİN AGNOSTİK OLMA HİKAYESİ)


Esenlikler arkadaşlar. Hikayeme nereden başlayacağımı bilemiyorum. Dindar muhafazakar bir şehirde büyüdüm. Evet, bildiniz, işte orası. Hala da orada yaşıyorum. Yaşım henüz küçükken, ezan okundu mu? Hemen camiye koşardım. Şadırvanda hızla abdest alır, camiye girerdim. Namaz surelerinin neredeyse hepsini camide öğrendim. Bir çırak, nasıl ki ustasına özenir, ben de müezzine özenirdim. Ben de bir gün kamet getirecek, yatsı namazında amenerrasulü suresini(!) okuyacaktım. Amenerrasulü’nün Bakara Suresinin son iki ayeti olduğunu çok daha sonra öğrendim. Çevremden aldığım takdir hoşuma gidiyordu. Bu ibadetlerde, Allah’ın takdir etmesinden çok çevremin takdir etmesi daha çok hoşuma gidiyordu ama ben farkında değildim.

Ailem öyle çok fazla dindar muhafazakâr bir aile değildi. Aradan geçen zamanla birlikte, aslında öbür dünyada sorumlu tutulacağım ergenlik sonrası, sadece cumadan cumaya camiye gitmeye başlamıştım. Türkiye’de Müslüman dindarlığının kalesi olan şehirde ben de herkes gibi, “eyvallah, inşallah, Allah razı olsun, Allah işini gücünü rast getirsin, Allah izin verirse”’lerle günümü geçiriyordum. Son zamanlarda namaz, oruç gibi ritüelleri tamamıyla bırakmıştım. Ama elhamdülillah Müslümandım.

Eve interneti almamla birlikte, ister istemez önüme; evrim teorisi, ateizm, Allah yok-dinler yalan gibi konular da geliyordu. Bu konuları görünce gözümden ateş çıkacak kadar sinirleniyordum. “Sen kimsin ulan” ile başlayıp arkasından ağıza alınmayacak küfürler yazıyordum. Dinimi karşımdakinin özel değerlerine küfredecek kadar benimsemiştim. Halbuki dinimde küfür ve her türlü kötülük yasaktı.

Üniversite bittikten sonra iş konusunda oldukça sıkıntılar yaşadım. Üç ayda bir iş değiştiriyordum. Birkaç iş yerinden alacağımı alamadığım ve çeşitli nedenlerden dolayı kredi ve kredi kartlarına inanılmaz borçlar yapmıştım. Aldığım para ile ödediğim borçlar bir türlü bitmek bilmiyordu. Bu dünyada borç ödemekten imanım(!) gevremişti. Ama Allah büyüktü. O her şeyin zamanını benden iyi bilirdi. Zamanı geldiğinde beni bu sıkıntıdan kurtaracak, feraha kavuşmamı sağlayacaktı. Hem de bu garantiydi. Şüphe etmek mi? O da ne? Aklımdan bile geçiremezdim. Peki bunun karşılığında ben Allah için ne yapıyordum? Öbür dünyaya hiç yatırım yapmamıştım. “Ulan bu dünya zaten gelip geçici. Hayatım zaten boktan. Bari öbür dünyamı kurtarayım” deyip, bunu nasıl yapacağımı düşünmeye başladım.

Sonunda buldum. Kararımı vermiştim. Eşimi, çocuğumu, annemi, babamı, arkadaşlarımı, kısacası herkesi terk edip, yalnız kalabileceğim bir yere yerleşmek en doğru karardı. Ne kadar yaratıcı öyle değil mi? Daha önce hiç düşünülmemiş, orijinal bir fikir(!) Yanıma bir lokma, bir hırka, bir de Kur’an-ı Kerim almak yeterliydi. Böylece günahtan uzak duracaktım. Çünkü yalan insana söylenir. Hak insandan yenir. Küfür insana edilir. Hırsızlık insandan yapılır. Gıybet insanla yapılır. Evet, en doğrusu insanlardan uzak duracaktım. Böylece artık günah işlemeyecektim. Geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkacağım için, Kur’an’da ne yazıyor bilmeliydim. Bu inziva sonrası hiçbir insanla tekrar muhatap olmayacağım için, Allah benden ne istiyor, anlamam gerekliydi. Arapça bilmediğim için meal okumalıydım. Zaten cumadan cumaya namaz kılıyordum ve okuduğum surelerde ne diyordum, bilmiyordum.  Ara ara “ne diyorum ben surelerle? Allah sorsa ne diyeceğim?” diye din adına olumlu şüphelerim de yok değildi. Fırsat gelmişti işte. Meali okuyacaktım. Meal okumak isteğimin nedenlerinden biri de siyasi olduğu için açıklamak istemiyorum.

Meal okuyacağım fakat, nasıl okuyacağımı bilmiyorum. Nüzul sırasına göre mi? Yoksa Mushaf sırasına göre mi okuyacağım? Kısa bir araştırma sonucu sağlıklı bir nüzul sırası olmadığını öğrendim. Tek çare Mushaf sırasına göre okumaktı. Fatiha suresi ki sure olduğu tartışılır, bittikten sonra Bakara suresini okumaya başladım. Tek kelime ile yıkılmıştım. Daha ilk iki sayfada bildiğiniz dayak yedim ayetlerden. Öyle enteresan cezalar var ki cehennemde, hayal bile edemezsiniz. “Nasıl ya? OHA!” demekten kendimi alamıyordum. Ama pes etmek yok. Bu iş olacak. Bunun bir kolayı olmalı. Belki de cennete gitmek o kadar kolay değil. E hani İslam kolaylıklar diniydi? Evet, benim aklım buradaki ayetleri anlamaya yetmiyor olabilir. Kolaylıklar dini ise bende bir sorun vardı. Şimdiden çelişkiler kafamı kurcalamaya başlamıştı. Allah’ım sen bana yardım et. Tövbe Allah’ım tövbe. Yüz bin kere tövbe. Ne oluyor lannn?!!!

Destek almam gerekliydi. Bu işi kendi başıma yapamazdım. Yeterli değildim. Tahmin ettiğiniz gibi soluğu sohbet evinde aldım. Bir çay ocağı-kafe tarzı mekâna girdim. Olay şöyle gerçekleşti.

-Selamün Aleyküm Hocam, yardıma ihtiyacım var.
-Ve Aleyna aleyküm selam. Tabi buyurun.
-Hocam meal okurken kafama bir ayet takıldı.
-Söyleyin ayeti.
-Bakara suresi falanca ayette şunu söylüyor.
-Hmm… Bak şurada kitaplık var. Gördün mü? Kitaplığın başındaki kişi benden iyi bilir. Ona sor.

Gidip oradaki adama sordum. Yanıt aynıydı.

-Hmm… Bak şurada camekanlı bir yer var gördün mü? Orada oturana sor. O daha iyi bilir.

Gidip ona sordum. Yanıt aynıydı.

-Hmm… Bak şu camda hocanın telefon numarası var. Onu ara. Ne zaman geleceğini öğren. Ona sor.

Buradan bana ekmek çıkmaz. Çünkü “Diş fırçalamak orucu bozar mı?” sorusuna yanıt vermekten ileri gidemeyen bir topluluk orası. Diğer sohbet evlerinin de farklı olacağını düşünmedim.
Aklıma sonradan “Ayetlerimizi apaçık indirdik” ayeti geldi. Kendimden başka hiç kimseye ihtiyacım yoktu. Çünkü ne yazıyorsa oydu. O hızla birkaç günde Kur’an’ın mealini Elmalılı Hamdi YAZIR’dan okudum. Hatta anlayamadığım bazı ayetleri, birkaç mealden okudum. Neredeyse her satırda daha fazla yıkıldım. İnternetten araştırıyorum, tam bir hüsran. Bir hoca beyaz derken, öbürü kırmızı, diğeri mavi diyor. Bu ayetleri Allah yazmış olamaz. Allah bu kadar kötü olamaz. Ama öyleydi. Allah kötüydü. Hayatımın en büyük kazığını yemiştim. Büyük aldatılmıştım.
Çok geçmeden günümüzün popüler felsefe akımı olan deizmi araştırdım. Bana tam uyuyordu. Ama şimdilik. Çünkü peygamberden vazgeçmek yeteri kadar acı ve korku veriyorken, yaratıcıyı nasıl reddederdim?

Yaratıcının ismi artık Allah değildi. Başıma gelen her güzel olayda, başımı gök yüzüne kaldırıp “teşekkür ederim” diyordum. Bütün ritüelim buydu. Peki dünyadaki kötü olaylardan kim sorumluydu? Yaratıcı ya kötü biriydi ya da olaylara müdahale etmiyordu. Yaratıcı kötü olamaz ya? Peki kötü olaylar neden var? Çünkü yaratıcı evreni yarattıktan sonra müdahale etmemişti. Etmeyecekti de. Dua etmeyi bırakmıştım. Teşekkür etmenin de hiçbir anlamı yoktu. Çünkü benimle hiçbir şekilde iletişim kurmuyordu. “Meydey meydey. Ses ver!” Yanıt yok. Belki de evren bizden çok daha üstün zekalı bir yaşayıcının projesiydi. Belki de evren projesini çoktan unutmuş, başka işlere yönelmişti.

Belki de bir simülasyonuz. Bu güçlü bir teori benim için. Çünkü amatör düzeyde kodlama biliyorum ve strateji oyunlarını çok severim. Ne farkımız var bir yazılımdan? Ne malum birinin SIMS oyununda olmadığımız? Peki bu oyunu oynayan tek bir varlık mı? Bu sebeple deizm maceram iki ay gibi kısa bir süreçten geçti. Simülasyon teorisini çökertecek bir kanıt bile teorinin bir parçası olabilir. Alın size bir paradoks.

Hareketli bir evren mi istiyorsunuz? Gerekli olanlar çok basit. Üç boyutlu bir koordinat sistemi ve kinetik enerji o kadar. Zaten her şey önce enerji ile başlamadı mı?

Ama şuna inanıyorum. Eğer yaratıcı veya yaratıcılar, yarattığı evrende, sadece dünyaya baksa, şaşkınlığını gizleyemezdi. Evrim neler yarattı çünkü.

Şu anda şüpheci bir yaklaşım izliyorum. Yaratıcı var da olabilir, yok da. Tek de olabilir, çok da. Çünkü hiç kimse yaratıcıyı görmedi. Elimizde yeteri kadar delil yok. Fakat aklımın almadığı, böyle bir sistemin, sıfırdan meydana gelemeyeceği. Akıl sınırlarımın dışında. O yüzden kendimi şimdilik zayıf agnostik olarak tanımlıyorum.

Son işimde şehirler arası çalıştığım için çevrem değişti. Buradaki insanlara yavaş yavaş kendimi açıklıyorum. Benim gibi gayrimüslim azınlık da olsa bir grup var. Müslümanlardan bazen, şakayla karışık, dinsiz, kitapsız, Allah’sız gibi yorumlar alıyorum. Yanıtım oldukça basit. “Madem Allah var. Neden yokmuş gibi davranıyorsun?” Ayet numarası ile verdiğim bilgiler ise çoğu zaman şaşkınlıkla karşılanıyor. Herkes beni bir hocaya götürmeye çalışıyor. Kimse neyin ne olduğunu bilmiyor.

Kurban Bayramı sonrası bir gün kahvaltı sofrasında eşim, ben ve oğlum oturuyoruz. Oğlum 9 yaşında. Kendisine sordum. “Oğlum, sence biri, kucağına bir koç alıp, gökten inebilir mi?”, Yanıt çok basitti. “Baba güldürme beni. Öyle bir şey olmaz” dedi. Eşime gülerek bakıp “Başka sorum yok” dedim. O da “he hee” diye geçiştirdi. Ben yine de eşime saygı duymakla birlikte gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Bu arada geçen sene kurbanı onun adına kestik. Bu sene kesmedik. Olur da tekrar kurban kesmek nasip olursa(!) eşimin adına keseceğiz.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Esen kalın.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Yıldırım ŞİMŞEK

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

ÖMER’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu


ÖMER’İN HALİFELİĞİ VE ÖLDÜRÜLMESİ

İlk dört halifeden en acımasız, en kaba ve en kurnaz olanı Ömer’dir. Muhammed en çok ondan korkar, çekinirdi. Muhammed’in kayınbabası ve küçük yaştaki Ümmü Gülsüm’le evlenmesinden dolayı Ali ile Fatma’nın da damadıdır. Kısacası; Muhammed’in hem kayınbabasıdır, hem de torunuyla evlendiği için damadı sayılır.

Gençliğinde babasının develerini güderdi. Boş kaldıkça da Mekke sokaklarını arşınlar, kabadayıca yaşar, başıboş dolaşırdı. İçkiye, kadına aşırı düşkündü. Başı kel olup, iri yarı görünüşü bile karşısındakini korkutmaya yeterliydi. Okuma yazma bildiğinden Muhammed’in yazıcılığını yapmış, işine gelen birçok ayetin Kuran’a geçmesinde büyük rolü olmuştur. Ticaret yaptığı, şiirle ilgilendiği, güzel konuştuğu söylenilse de büyük ölçüde yalandır. Ömer, Mekke’deyken asalak gezen, eğlenceye düşkün, çoğu zaman esrik kafalı birisi olup; halk içinde pek sevilmez ama kendisinden korkulurdu. Ayrıca eli kanlıydı. Muhammed, Ebubekir ve daha pek çok kimsenin öldürülmesinde Ömer’in eli ve işbirliği vardır. Ömer döneminde din yayma, fetih bahanesiyle yapılan baskın ve savaşlarda 400.000 kişi öldürülmüş, tutsak alınan ve satıların hesabı belli değildir. Üstelik birkaç kez de bireysel cinayetler işlemiştir.

Ömer’in Müslüman Oluşu
İslam’ın kendi kaynaklarına göre Ömer’in Müslüman oluş nedeni de düşündürücüdür. Hadis ve söylentilere göre; Ömer Muhammed’i öldürmek için yola çıkmıştır. Yolda karşılaştığı birisi Ömer’in kız kardeşi ve eniştesinin Müslüman olduklarını söyleyince, Ömer kız kardeşinin evine gider ve onların Kuran okuduklarını duyar. Ömer Kız kardeşini ve eniştesini tokatladıktan sonra kılıcını sıyırır. Bu arada okuduklarının ne olduğunu, bir kez daha okumalarını söyler. Ayetleri dinleyip etkilenen Ömer, hemen Müslüman olur. Bazı hadislerde Muhammed’in, Ömer için dua ettiğinden ve Ömer’in bu duayla Müslüman olduğundan söz ederler. Oysa Ömer’in dinlediği ayetler öyle çarpıcı ve hemen etkileyebilecek ayetler değil. Ayrıca Ömer bu ayetleri zaten biliyor. Muhammed, orada burada bu ayetleri ve benzerlerini söyleyip durduğundan;  Ömer bu ayetleri daha önce duymuş ama inanmamıştır. Öyleyse Ömer’in birdenbire Müslüman olması nasıl açıklanabilir?

Bir başka anlatıma göre; Ömer bir akşam şarap arkadaşlarını bulamayınca Kâbe’ye şarap içmeye gitmiş. Muhammed’i namaz kılarken görüp gizlenmiş. Muhammed’in ağzından Hakka suresinin 41-46. Ayetlerini duyunca Müslüman olmuş.

Muhammed’in “ben peygamberim” demesi o bölgede yadırganacak bir durum değil. Orada ağzı laf yapan pek çok kişi peygamber olduğunu söyleyebildiğinde yadırganmıyor. Çünkü ortada birleştirici bir alt yapı yok, ama geleneksellik var. Ömer madalyonun bu yüzünü iyi bildiğinden Müslüman oluyor. Ömer, Müslümanlığa değil; Muhammed’in halk arasında kabul göreceğine ve yeni bir şeyler ortaya getirebileceğine inanmıştır. Ömer, Muhammed’in yanında yer alarak toplumsal bir sıfata kavuşarak, ortaya çıkabilecek olayları değerlendirip kendisine kazanç payı çıkarma peşindedir. Üstelik Muhammed kabul görmese bile, Ömer’in kaybedeceği bir şey yoktur. Muhammed’in “şeytan bile görse ondan kaçar” demek zorunda kaldığı Ömer, iki üç ayetten etkilenmeyle Müslüman oluverecek yapıda birisi değil. Zaten acıması ve duygusallığı olmayan Ömer’i birkaç ayet nasıl etkileyebilir?

Dillere destan olmuş adaletiyle övünülen Ömer, halifelik döneminde neler yapmış?

Ömer’in İlk İşi
Ömer halife olunca, ilk işi; Emevi soyundan olanlara aşırı ayrıcalıklar tanır, yetkiler verir, parasal kaynaklar aktarır. Çünkü Ömer, Ebu Sufyan’la gizli anlaşma yapmış ve birlikte Ebubekir’i öldürtmüşlerdir. Dahası Osman’ın annesi Emevi’dir. Osman Ömer’in halife olmasını sağlamıştır. Osman, Ömer ve Ebu Sufyan üçlüsü işbirliği içindedir. Muhammed’in eşlerinden, Ebu Sufyan’nın kızı Ümmü Habibe’ye devlet hazinesinden aylık bağlanıyor. Muhammed’in öteki eşleri de bu ayrıcalıktan yararlandırılıp aylık alıyorlar. Ebu Sufyan ve oğlu Muaviye’de bu ayrıcalıklardan fazlasıyla yararlandırılmışlardı.

Ömer Dönemindeki Fetihler ve Getirilen Yenilikler
İran, Suriye, Kıbrıs, Antakya, Kudüs, Mısır, Libya, Filistin, Irak, Azerbaycan ve daha birçok yerlere seferler düzenlenip fetihler yapıldı. Böylece Müslümanlar farklı kültürlerle karşılaşınca, kültürel etkileşimler ortaya çıktı. Bizans tehlike kaynağı olmaktan uzaklaştırıldı.

Bu arada Ömer, bazı yenilikler getirerek küçük bir kabile devletini yeni bir düzene soktu. Paralı askerlerden oluşan düzenli ordu kuruldu ve tehlikeli bölgeler olan Şam, Küfe, Basra, Bağdat gibi yerler askeri şehir yapıldı. Beytül mal yani devlet hazinesi yeniden düzenlenip, vergi ve haraç toplanması yeniden yapılandırıldı. Mali ve askeri danışma kurulları kuruldu. Ordunu beslenmesi ve savaşa hazırlanması için tımar (ikta) sistemi getirildi. Fetihle alınan yerler bölgelere göre ayrılarak buralara vali ve kadılar atandı. Hicri takvim kabul edildi.

Tarıma önem verilmesinin yanı sıra fetihlerden gelen ganimetlerle halkın çoğunluğu yoksulluktan kurtuldu. Fetih ganimetleriyle yoksulluktan kurtulanlar devlet işlerine asla karıştırılmadı. Bir elinde kılıç, bir elinde kamçı olan Ömer, halka karşı çok zalim davrandı. Devlet işlerine ve siyasete karışabilecek herkesi para ya da başka şeylerle susturdu. Yoksullara az buçuk nimetler vererek onları da kendisine bağlama becerisini gösterdi.

Ömer’in Öldürülmesi
Ömer, İran’ın Nihavend şehrinde Ebu Lülü diye bilinen Firuz tarafından Medine’de hançerlenerek öldürülmüştür.

Ömer, İran işgali sırasında yüz binden fazla insanı kılıçtan geçiriyor, kadın ve kızlar köle ya da cariye olarak Medine’ye götürülüyor, ileri gelen kişiler öldürülüyor. Ganimet derseniz bol; suvari askerlere altı bin, piyadelere iki bin dirhem dağıtılır, altın ve gümüş de fazladan ganimet. Soylu bir aileden gelen Ebu Lülü Firuz, bu işgal sırasında tutsak edilerek Mugire’nin kölesi yapılıyor. Her şeyini bir anda kaybeden Firuz, her işi yapabilen akıllı birisi. Demircilik, marangozluk, ressamlık yapıyor, bazı icatlar üstünde kafa yorabilecek kadar bilgiye sahip. Böyle birisi bir anda Müslümanların kölesi oluveriyor.

Mugire, Ömer’e yazdığı bir mektupta kölesi Firuz’u övdükten sonra; Firuz’un Medine’de kalması için izin ister. Mugire iyi niyetlidir, kölesinin kalabalık bir yerde işini sürdürmesini ve para kazanmasını istemektedir. Ömer izin verir, Firuz Medine’ye yerleşir, işe girer. Firuz kazansa da kazanmasa da her gün işverenine iki dirhem para vermek zorundadır. Bu para köle Firuz’a ağır gelir. Bu sıkıntı içindeyken Ömer’e giderek bu durumdan doğan sıkıntısını anlatıp yardım ister. Ömer bu isteği kabul etmez. Firuz uzun bir hançer yaparak, zehire batırır. Ömer camideyken, saldırır. Ömer’i zehirli hançerle üç yerinden yaralayarak kaçar. Kaçarken de peşine düşenleri ve önüne gelenleri öldürür. Köleliği ve Müslüman zulmünü içine sindiremeyen Firuz kendi canına da kıyar. Ömer de üç gün sonra ölür.

O günden sonra Firuz, Şiiler arasında kutsallaşır. Halk kahramanı olarak Firuz’e saygı duyulur, hakkında kitaplar yazılır, İran’ın Keyşan kentinde türbesi yapılır.

Şiiler ibadete başlamadan önce, başta Ömer olmak üzere ilk üç halife ve Muaviye’ye lanet okurlar. Şia namazı içinde bu lanetleri okumak farzdır. Ayrıca her yılın belli günlerinde Şia ibadethanelerinde Ömer’e lanet bayramı düzenlenmektedir.