HABERLER
Dini Haber

KİBELE | KIBLE VE HACERÜ'L ESVED TAŞI

Yazan: Skocax
MWG, din, islamiyet,Kybele, Kibele, Hacerü'l Esved, Hacerül Esved taşı,Hacerül Esved hadisleri , İbn Mace, İbn Tirmizi, Heysemi, İslamda Paganizm, Kabe, İslamda pagan gelenekleri,

KONYA’DAN KÂBE’YE GÖTÜRÜLEN TANRIÇA KİBELE
VE HACERÜ'L ESVED TAŞI


Hacerü'l Esved taşı; Kâbe’nin güneydoğu köşesine İsmail ve İbrahim peygamber tarafından yerleştirildiği söylenilen siyah, parlak ve içi oyuk taştır. İslam kaynaklarında cennetten çıkma bir taş olduğu kabul edilir. Tavaf yapılırken yani Kâbe çevresinde dönülürken başlangıç noktası bu taşın olduğu yerdir. Aslında gökten düşen bir taştır ve Kâbeye Hicaz dışından getirilerek İslam öncesi Kureyşliler tarafından putlaştırılmıştır. İlk görünümü insan şeklinde ve daha parlaktır. Zaman içinde bu taş zarar görmüş, bir saldırıda Kâbe yıkılırken temellerinin içinde kalmış, bir yangında parçalanmış ve Kâbe’nin yeniden yapımı sırasında bulunup Kâbe’deki eski yerine konulmuştur.

İslam yazılı kaynaklarına göre; Allah ruhları yarattığında “Ben sizin rabbiniz değilmiyim?” diye sorup, bütün ruhlar “Evet sen bizim rabbimizsin” dediklerinde; Allah’la ruhların bu anlaşmasının Hacerül Esved taşının içinde olduğu kabul edilir. Bu yüzden Kâbe’yi tavaf yapanlar ellerini kaldırıp “Allhuekber” diyerek saygı gösterirler ve sonra da ellerini bu taşa sürer, taşın oyuğu içine kafalarını sokarak öperler. Böylece insanlar ruhlar âleminde ruhlarının Allah’a verdiği sözü yeniden onaylamış olurlar. Hadislere göre hem Muhammed hem Ömer bu taşı öpmüşlerdir. Yine hadislere göre; bu taş, bu işlemleri yapanlara ahret gününde tanıklık yapacak ve günahların silinmesini sağlayacakmış.(Ezrakī, I, 324; Süheylî, II, 273. İbn Mâce, “Menâsik”, 27; Tirmizî, “Ḥac”, 113).

Örnek bir hadis:
İbn Abbâs (r.a.)’den rivâyete göre, Rasûlullah (s.a.v.) Hacer-ül Esved hakkında şöyle buyurmuştur:
"Allah kıyamet günü Hacer-ül Esved’i mahşer yerine getirecektir, ve onun iki gözü olacak onlarla görecek
bir dili olacak onunla konuşacak ve kendisine istilam edenlere şâhidlik yapacaktır."
[Tirmizi, Hac, 113]

Hacerü'l Esved taşı ile ilgili bazı sorulara yanıtlar vererek konuya açıklık getirmeye çalışalım.

Bu taşın aslı nedir? Kâbe’ye getirilmeden önce hangi dinin sembolü ve putuydu? Nereden getirilip Kâbe duvarına konularak putlaştırılmıştır. Kâbe’de bulunan öteki putlardan bir ayrıcalığı var mıydı? Muhammed Kâbe’deki bütün putları kırdırdığı halde Hacerül Esved taşını neden kırdırmadı?

Bazı mitolojik kaynaklara göre; ilk Sibel dini Frigya’da doğmuştur. Herodot ve Strabon’a göre Frigya bölgesi; Ankara, Afyon, Eskişehir, kısmen Konya, Isparta, Burdur’un kuzey kesimleri, Kütahya’nın batısı ile sınırlıdır. Sibel dininin ilk ana tanrıçası Kibele’dir. Kibele ay tanrıçasıdır ve güneş tanrısı ile cinsel ilişkiyi, dolayısıyla üreme ve bereketi temsil eder. Eski toplumlarda kadınlar aybaşı kanlarını, erkekler spermlerini bu taşa sürerek üreme ve bereket için ayin yaparlardı. Kibele (Cybele) olarak yazılan ana tanrıçanın adı çeşitli dil ve lehçelerde değişiklik gösterir. Sibel, Sibele, Kübel, Kübele, Kivele, kebele, Kevele, Hübel, Uzza… ( Kitabı Esnam- sa.28) Bu yeryüzü tanrıçasının ismi daha pek çok isimlerle değişik kültürlere, değişik yerlere ve Sibel ardılı dinlere girerek kutsallaştırılmıştır. Hacerül Esved taşı da bu Sibel inancının ana tanrıçası olarak dini motiflerde yer alır. M.Edom bu tanrıçanın ilk adını bulunduğu dağdan yani Kibele-Kevele (Cybele) dağından aldığına vurgu yapmıştır. Mitolojik adı Cybele olan dağ Konya’dadır. Şimdilik 10 bin yıl öncesinin kalıntılarının bulunduğu Konya- Çatalhöyük kazılarında çok sayıda Kibele yontuları bulunmuştur. Sarkık memeli, çoğu zaman kucağında bebek olan, iki yabani hayvanın koruduğu doğum koltuğunda oturan Kibele ana yontularının çoğu Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde sergilenmektedir.

Ünlü tarih uzmanı merhum İbrahim Hakkı Konyalı, Sibel dininin ilk tapınağının Palatino dağının tepesinde değil, Konya’daki Kevele- Cybele- Kibele dağı üzerinde olduğunu yazarak; Hacerül Esvet taşının bu dağa düşmüş bir göktaşı olduğunu, Romalılar’ın bu taşı Şam’a götürdüklerini, Şamdan Hicaza götürüldüğünü kaynaklarıyla anlatır. Yazar, yıllar önce uluslar arası bir toplantıda bunları açıklamıştı, ama unutulup gitti, yeniden gündeme getiren de olmadı. İbrahim Hakkı Konyalı, Dr.Dozi ve M.Edom’u kaynak gösterir. Dr.Dozi, miladi üçüncü yüzyılın ilk yarısından beri Hacerül Esved’in Kâbe’de Kureyşlilerin bir tanrısı olduğunu yazar. (Tarihi İslamiyet- cilt:1- Sa.10) Oysa İbni Kelbi Hacerül Esved’in yani Hübel’in Kâbe’ye getirilişinin daha öncelere dayandığını yazarak konuya açıklık getirir. “Bu put insan şeklinde ve kırmızı akikten yapılmıştı. Amr İbni Luhay isminde bir Arap reisi hastalandığı için Şam’daki Belka kaplıcalarına gitmişti. Burada Şamlıların Sibel’e taptıklarını görmüş, put ve tapınış şekli hoşuna gittiği için bir Hübel heykeli satın alarak Hicaz’a götürmüştür.” (Kitabül Esnam- sa:28)

Hübel’e tapınıp ve Kâbe çevresinde dönmenin İslamdan çok önceleri var olduğu biliniyor. Tarihçilerin yazdıklarına göre; “Hübel’in ismi Kuran’da hiç geçmez. Kybelenin Arap kültüründeki yansıması olarak Kybele’den dönüşüp Hübel halini almıştır. Bu yüzden de Anadolu’nun baş tanrıçası olan ay, Hübel’in simgesi olmuştur. Yalnız Kybele’nin simgesi, ana tanrıçaya tapan toplumlarda gebe halindeki dolunayken, baba tanrıya tapan topluma ait Hübel’de bu simge tıpkı Grek Artemis’indeki gibi gebe olmayan, bakire olan hilaldir. Mekke’ye getirildikten sonra, Anadolu ve Arap halkları tarafından Kâbe’nin yönünü göstermesi için söylenen “kıble” kelimesi de Kybele’den türemiştir ve Arap topraklarında Kybele’ye tapanlarınen önemli ibadet biçimi, heykelin bulunduğu Kâbe’nin etrafında dönmektir.”

Yeri gelmişken bir ek bilgi verelim. Romalılar ile Kartacalılar arasında yapılan Pön savaşlarında Roma senatosunun kararıyla bu parlak taş Roma’nın ilk kurulduğu yer olan Palatino tepesine götürülerek, Kibele adına yapılan tapınağa konulur. Ayrıca bugünki Vatikan’da Aziz Petrus Bazilikası’nın olduğu yer daha önce Kibele tapınağıydı.

Kibele’nin en az 8 bin yıllık bir geçmişi olduğu biliniyor. İÖ. 6000 yılları Konya-Çatalhöyük’ün ana tanrıçası Kibele, 4000’li yılları ise İnanna adıyla Sümerler sahiplenir. Sonra antik Mısır’a İsis olarak gider, Akadlar’da İştar, Fenikeliler’de Astarte olur. Hititler’de Kibele aynı zamanda Kubaba ismiyle anıt yazılara geçer. Hurriler, Hattiler’de (Ön Hititler) Kibele’ye tapınmışlardır. Hellenler, Romalılar da Kibele’yi kendilerine uydurarak Venüs- Afrodit, Artemis, Magna Mater gibi isimler verdiler. Hatta Hindistan ve başka yerlerde Kâbe benzeri kutsal binalar ve Karataşlar bulunmaktadır. Hinduların ibadet ve tapınmaları, kutsal hac ziyaretleri birebir İslamlıkla aynıdır denilebilir. Halikarnas Balıkçısı C. Şakir Kabaağaçlı Anadolu Efsaneleri ve Anadolu Tanrıları isimli yapıtlarında inanç, din, tanrı ve tanrıçaların Anadolu kökenli olduklarını anlatır. Daha pek çok tarihçi ve yazarlar hemen hemen bütün inanç ve kültürlerin Anadolu’dan beslendiğini çok iddialı bir şekilde ortaya koyarlar.

Bakınız şimdi; İslam adına kutsallaştırılmış, cennetten gelmiş, içinde Allah’la ruhların sözleşmesini barındıran, her el sürüp öpene tanıklık edip, ahrette kişinin günahlarının silinmesini sağlayacağına inanılan Karataş- Hacerül Esved’in başına gelenleri görüyor musunuz? İslamla uzaktan yakından ilgisi olmayan bir gök taşının nasıl tanrıça yapılıp, putlaştırıldığı ortadayken; Kâbe tavaflarında Müslümanların bir puta taptırıldığını görmek gerçekten acıdır. Okunsun anlaşılsın diye insanlara gönderilen Kuran’ı anlayıp-sorgulayan olmadığı için Müslümanlar puta taptırılmaktadır. Anlayarak- sorgulayarak Kuran okuyanlarsa deist ve ateist oluyorlar. Çünkü Kuran ve öteki kitaplar ve dinler insan aklıyla alay edercesine çelişkilerle doludur.

Muhammed peygamber olmadan önce de Hacerü'l Esved taşının büyük kutsallığı vardı. Kâbe tavafı sırasında bu taşa tanrı gibi tapınılmaktaydı. Mekke’de her kabilenin tanrılaştırılmış bir putu bulunuyordu. Hacerü'l Esved taşı da Muhammed’in soyu olan Haşimoğullar’ının tanrılaştırılmış putuydu. Muhammed peygamberliğini açıkladıktan sonra, Mekke’nin işgali sırasında Kâbe’deki bütün putları kırdırdı ama Hacerül Esvet taşına dokunmadı. Çünkü ataları bu taşa tapmışlardı, kendisi de tapıyordu ve İslamlıktan sonra da bu taşa tapınmayı sürdürdü. Halen günümüzde bile bu tapınma sürmektedir. TDV İslam Ansiklopedisi’nde ve başka İslam kaynaklarında öteki putlar gibi Hübel ve Uzza putunun kırıldığı yazılıyorsa da konuya ilişkin bir açıklık yok. Çünkü Kibele önceleri insan şeklindeydi, Kâbe’ye getirildiğinde bir kolu kırılmıştı. Kol yerine takıldı, ama daha sonra Hacerül Esvet yukarıda kısaca anlatılan olaylardan sonra paramparça oldu. Bu parçalardan kalanlar gümüş koruma içinde saklanarak kadın cinsel organına benzeyen küçücük bir parça kaldı. İslam Ansiklopedisi yazarı ve başka yazarlar Hübel ve Uzza putunu ayrı birer put olarak görmüş olmalılar ki kırdırıldığından söz ediliyor. Oysa Hacerül Esvet ve Hübel ile Uzza aynı taş, aynı puttur. İslam öncesi Arap Paganlar(Müşrik) Hacer'i Esved'in Güneş Tanrıçası Uzza'nın vajinası olduğuna inanıyorlardı.

Bu konuda yüzlerce kaynaktan yalnızca birkaçını kaynak olarak gösterdik. Şimdi, Müslüman kardeşlerimiz lütfen bir kez daha düşünsünler. Her şeye karşın kutsallıklarına inanmayı sürdürürlerse diyeceğimiz bir şey yok. Herkesin neye inandığı bizi hiç ilgilendirmez. Ancak inanılacak kutsal bir şey arıyorsanız; bilerek, tanıyarak, sorgulayarak ve isteyerek inanınınız.

Hacerül Esved Hadisleri

Abdullah b. Ömer’in naklettiğine göre Hz. Peygamber bir defasında dudaklarını Hacerü'l Esved’in üzerine koyarak uzun süre ağlamış, daha sonra dönüp Ömer’in de ağladığını görünce şöyle demiştir: “Ey Ömer! Göz yaşları burada dökülür” (İbn Mâce, “Menâsik”, 27).

Hz. Ömer’in de Hacerü'l Esved’le ilgili olarak, “Allah’a andolsun ki senin zarar veya fayda vermeyen bir taş olduğunu biliyorum; eğer Resûlullah’ı seni istilâm ediyor görmeseydim ben de seni istilâm etmezdim” dediği bilinmektedir. (Buhârî, “Ḥac”, 57; Müslim, “Ḥac”, 249-250).

Diğer bir rivayette ise Hz. Ömer’in Hacerü'l Esved’i öptüğü ve “Resûlullah’ı seni öperken görmeseydim seni öpmezdim” dediği kaydedilmektedir. (Buhârî, “Ḥac”, 60)

Tavafta başlama noktasını gösterme şeklindeki pratik faydası yanında Hacerü'l Esved’in bir de sembolik anlamı olup kaynaklarda bununla ilgili birçok rivayete yer verilir. Hz. Ali’den nakledildiğine göre Hacerü'l Esved, bezm-i elestte Allah’ın bütün insanlardan kendisini rab olarak tanımaları yönünde aldığı sözü (bk. el-A‘râf 7/172) içinde taşımakta olup ondan, bu ahde vefa gösterenler lehinde kıyamet günü şahitlikte bulunması istenecektir (Ezrakī, I, 324; Süheylî, II, 273).

İbn Abbas’tan rivayet edilen bir hadiste, Allah’ın kıyamet günü Hacerü'l Esved’i getireceği ve onun da hak üzere kendisini istilâm edenlere şahitlikte bulunacağı belirtilmiştir (İbn Mâce, “Menâsik”, 27; Tirmizî, “Ḥac”, 113).

Diğer bir hadiste de, “Hacerü'l Esved’e dokunan kimse rahmanın eline dokunmuş gibidir” denilmiştir (İbn Mâce, “Menâsik”, 32; Müttakī el-Hindî, XII, 219).

Kütüb-i Sitte dışındaki bazı hadis kitaplarında Hacerü'l Esved’in yeryüzünde Allah’ın sağ eli olduğu, onun vasıtasıyla kulları ile musâfaha ettiği, Hacerülesved’e dokunanın Allah’la biat etmiş olacağı (Heysemî, III, 242; Müttakī el-Hindî, XII, 215, 217),
Hacerülesved ve Rüknülyemânî’nin ahde vefa üzere kendilerini istilâm edenlere kıyamet günü şahitlik edeceği (Heysemî, III, 242; Müttakī el-Hindî, XII, 219) şeklinde birtakım rivayetler yer almaktadır.

Süheylî, aslında beyaz olan Hacerü'l Esved’in işlenen günahlar yüzünden karardığına dair hadisi (Müsned, I, 307, 329, 373; Tirmizî, “Ḥac”, 49) yorumlarken Hacerü'l Esved’de saklı ahdin insanın tevhide dayanan aslî fıtratı olduğunu, her insanın bu ahd ve fıtrat üzere doğduğunu belirtir ve Hacerülesved’in kararması ile, ahde ve fıtrata aykırı davrananların bu ahdin mahalli olan kalplerinin kararması arasındaki benzerliğe dikkat çeker (er-Ravżü’l-ünüf, II, 275). Hacerülesved’in Kâbe’de meydana gelen yangınlar (Ezrakī, I, 65) veya Câhiliye devrinde müşriklerin sürdükleri kan sebebiyle (Fâkihî, I, 92; Fâsî, I, 315) karardığına dair görüşler de bulunmaktadır.

“Allah’a yemin ederim ki, Cenab-ı Hak kıyamet gününde O’nu gören gözleri ve konuşan dili olduğu halde kendisine ihlas ile el sürüp öpen kimsenin cennetlik olduğuna şahit olarak diriltecektir”: “Hacer-ül esvedi hayırlı işlerinize şahit yapın. Çünkü o, kıyamette şefaati reddedilmeyen bir şefaatçidir. Dili ve iki dudağı olacak ve ona elini sürene şahitlik yapacaktır.” [Taberani]

“Kıyamet gününde Hacer’ül Esved getirilecek konuşan bir dili bulunacak ve kendisini selamlayan herkesin mü’min ve muvahhid olduğuna şehadet edecek. Vallahi Allah, onu Kıyamet gününde gören iki gözü ve konuşan bir dili olduğu halde diriltecektir de kendisini hakkıyla istilâm edenler hakkında tanıklık edecektir” (Tirmizî)

Bu hadisler kara taşın şefaat edebileceğini söylüyor, yani cennete girmelerini kolaylaştıracakmış insanların. Müşriklerin inançları da aynıdır.

"Kendisini hak ile istilâm eden için tanıklık edecektir O, mahlûkatıyla musâfaha eden Allah'ın sağı (sağ kolu) dır" [Taberânî]

"Allah ile müsafaha etmek (tokalaşmak) isteyen, Hacer’ül Esved’i istilam eylesin"
"Hacer’ül Esved yeryüzünde Allah’ın yeminidir, yani sağ koludur. Kişi kardeşiyle müsafaha ettiği gibi Allahu Teala da onunla, insanlar ile musafaha eder"
[Müslümanlıkta ibadet Tarihi, Tahir-ül Mevlevî, 2. baskı sh: 165]

“Hacer-ül Esved, Cennet taşlarından bir taştı. Yeryüzünden Cennet taşlarından ondan başka hiçbir taş yoktur. Billur taşları gibi beyazdı. Eğer ona Cahiliyet kirinden bir şey bulaşmasaydı, elini süren her hasta mutlaka iyileşirdi.” (Taberânî)

BASKIN YAPAN ATLARA AND OLSUN

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, KTZ, Adiyat suresi, Baskın yapan atlara and olsun, Baskın yapan atlar, And içen Allah, Atlara yemin eden Allah, Bu nasıl Allah?, Allah,

BASKIN YAPAN ATLARA AND OLSUN!


Dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık dıgıdık…

Adiyat 1-6: "Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara and olsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür."

Bir Tanrının yemin etmeye ihtiyacı var mıdır? De ki yemin etmeye ihtiyacı olsun! Şu ayete bakar mısınız? Ayaklarını vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atların üstüne yemin ediyor İslâm’ın İlâhı. Peki niye bu atların üzerine yemin ediyormuş, diyanetin açıklamasını okuyalım fakat iyice anlayabilmek için 11 ayet olan Adiyat suresinin  tamamını  okuyalım ardından da diyanetin tefsirini:
Adiyat 1-6: Soluk soluğa süratle koşan, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaran, sabah erkenden baskın yapan, orada tozu dumana katan ve düşman topluluğunun ortasına dalan atlara andolsun ki, insan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.
Adiyat 7: Şüphesiz buna kendisi de şahittir;
Adiyat 8: O, mal sevgisine aşırı derecede kapılmıştır.
Adiyat 9: O bilmez mi ki kabirlerde bulunanlar diriltilip dışarı atıldığı zaman;
Adiyat 10: Ve kalplerde gizlenenler ortaya konduğu zaman;
Adiyat 11:  İşte o gün (anlayacaklar ki), rableri onlardan tam mânasıyla haberdardır!

Diyanetin tefsiri
“Savaş sırasında düşman üzerine saldıran atlar tasvir edilmekte ve eski savaşların insandan sonra en önemli unsuru olması dolayısıyla atlar üzerine yemin edilmektedir. Yeminin amacı, böylesine yararları bulunan ve insanların en çok sevdiği mallardan olan atları onlara bağışlayanın Allah olduğuna işaret etmek, özellikle sonraki âyetlerdeki mesajın önemine dikkat çekmektir.”

Adiyat suresinin genelinde insanın nankörlüğüne vurgu yapılıyor, mal sevgisine aşırı kapılanların öte alemdeki durumlarına işaret ediliyor  ve Allah’ın kendi yarattığı atlara yemin etmesini ise Diyanet, atların insandan sonra en fazla yararlı unsur olduğu ve o atları insanlara bağışlayanın Allah olduğuna, Allah’ın kendisinin işaret etme amacına bağlıyor. Bu zamana kadar hiç okumadıysam yüzlerce kitap, makale okudum ama bu kadar garip bir yemin gerekçesine pes diyorum artık. Bu açıklama tarzını daha sadeleştirelim. Yani adının Allah olduğuna inanılan İlâh şöyle diyor:
Bazılarınız mal sevgisine aşırı düşkündür, onlar, bu düşkünlüklerinin ne demek olduğunu ölüp de kabirler açılıp ölüler dirilince anlayacaklar hatta bunun için savaşta koşan, tozu dumana katıp sabah erkenden baskın yapan kendi yarattığım atlarımın üstüne yemin ederim.”
Bu mu yani?  Kamer suresi 17’inci ayette yazan “Andolsun biz Kur´an´ı öğüt alınsın diye kolaylaştırdık…”  diyen ifadeyi referans alıp Adiyat 1-6 yı okuduğum zaman diyanetin tefsirindeki manayı çıkartamıyorum. Ayetteki en ilginç ayrıntı ise “…Sabah erkenden baskın yapan…” ifadesi. Savaş ile ilgili Kur’an içerisinde çok çelişkili ayetler var. Bu ayetleri teker teker burada paylaşıp konudan uzaklaşarak kafaları dağıtmak istemiyorum fakat bu ayetteki “…Sabah erkenden baskın yapan…” ifadesi bile İslâm’ın barış değil, savaş, baskın, talan dini olduğunu gözler önüne seriyor zaten.

KOSKOCA İLÂH’A BAKAR MISIN? BU KOSKOCA OLMA DURUMUNU MANEVİ OLARAK VE OLGUNLUK OLARAK DA DÜŞÜNMEMİZ GEREKİYOR. KOSKOCA İLÂH, SABAH ERKENDEN BASKIN YAPAN ATLARIN ÜZERİNE YEMİN EDİYOR. SÖZÜN BİTTİĞİ YER, DAHA ÖTESİ YOK.

Evet Müslüman kardeşlerimiz, bir ayeti anlamak için önündeki sonundaki ve başka surelerdeki bütünlük oluşturucu ayetleri bir araya getirmemiz felan gerekiyor değil mi? Belki ben o işi yapmamışımdır. Anlayan varsa ya da bu ayeti farklı ayetlerle birleştirip hiç algılayamadığımız ulvi ve ilahi anlamları varsa lütfen yorum kısmına detaylıca yazıp anlamamı sağlayın. Sonuçta bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıp.

Beynini, inancını tamamen İslâm dinine adamış, yapıştırmış olan bir dindar, bu ayette garip bir şeyler göremez, görse bile “mutlaka mantıklı bir açıklaması vardır” diyecektir. Yapılması gereken tek şey,  ayetleri mantıklı ve objektif bir şekilde değerlendirebilmek.

Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kutsal kitabında  sadece atlar üzerine değil yarattığı başka şeyler üzerine de yemin etmiştir. Bu yemin ettiği ayetlerin bazılarını paylaşayım:
Tin 3: Bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,
Büruc 1: Burçlarla dolu göğe andolsun,
Necm 1: Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed haktan) sapmadı ve azmadı.
Kıyamet 1: Kıyamet gününe yemin ederim.
Leyl 1: (Ortalığı) bürüdüğü zaman geceye andolsun,
Kalem 1-2: Nûn. (Ey Muhammed) Andolsun kaleme ve satır satır yazdıklarına ki, sen Rabbinin nimeti sayesinde, bir deli değilsin.

Allah, kutsal kitabında, yukarıdaki yeminlerden daha fazla yemin etmiştir. Güneşe, aya, Peygamberlerine, zamana, bitkilere vb şeylere.

İslâm dininden önce yani putların çok olduğu dönemlerde putların üzerine bol bol yemin ediliyor. “Lat ve uzza üzerine yemin ederim” gibi. Herkes kendi inandığı Tanrı üzerine yemin ederken inanılan Rab da kendi yarattığı ve hatta kalem gibi kulunun icat ettiği bir malzemenin üzerine yemin ediyor.
İlâhiyatçılarımızın ve genel olarak İslâm Âlimlerinin bu ayetlere yönelik yani Allah’ın bir şeyler üzerine yemin etmesine yönelik açıklaması şu şekilde:
İslâm’ın gönderildiği bölge insanının özellikleri ve gelenekleri söz konusu olduğunda Allah, bir şeylere yemin ederek o insanların seviyesine yani onların anlayabileceği şekilde ayet göndermiştir.”
Bıktım bu çöl Araplarının seviyesinden. Benim seviyem ne olacak? Geleceği, uzay çağını inşa etmekte olan çocuklarımızın, torunlarımızın seviyesi ne olacak? Benim Kur’an’ı anlayıp idrak edip kabul etmek için 1400 yıl önceki çöl Araplarının seviyesine mi inmem gerekiyor? Bu argümanı bırakın artık. Ya da deyin ki “…Anlaşılsın diye O’nu Arapça bir kitap olarak indirdik…” ayetlerine dayanarak Kur’an, sadece Araplara indirilmiştir deyin bitirin konuyu.
Bu ayeti yorumlarken ya da anlamaya çalışırken bütün mantık sınırlarını kapatalım, bir kenara koyalım. Bir İlâhın kendi yarattığı atın hatta savaşan bir atın, ayaklarını vurarak ateşler çıkartan atın üzerine yemin etmesini makul karşılayalım. Peki ya bu atların sabah erkenden baskın yapmasını nasıl karşılayacağız? Bu durumu nasıl değerlendirmemiz gerekiyor?  İslâm’ın İlahı olan Allah, baskın yapan atlara yemin ederken bu baskın yapma işini alenen övüyor kardeşim. Bu nasıl bir savaş ahlâkı.

Müslüman kardeşlerimiz sık sık der ki: “İslâm öylesine gerçek ve yüce bir dindir ki ona bir kez inandınız mı, sapasağlam bir kulpa yapışırsınız. ”  Kusura bakmayın ama o kulp dediğiniz  şey  sık sık elimde kalıyor. Başka ayetlerle yapıştırıp elime almaya çalışıyorum, gene çıkıyor.
Allah’a kulluk eden Müslüman, Allah üzerine yemin edecek, Allah da kendi yarattığı dağ taş, hayvan ve bitki üzerine yemin edecek.
Bu anlamsız ve garip ayetlere inanmadığım için öte alemde Tanrı beni sorguya çekip cehenneme mi atacak? Tabii ki de!
Benim bu ayetleri normal düzeyde algılayıp, makul bir şekilde kabul edebilmem için kalbimle okumam gerekiyor yani büyük bir iman ile. Yani sorgulamaya geçmeden önce iman durumunu halledip diğer bir ifade ile İslâm dinine beynimi  iyice inandırıp ondan sonra okumam gerekiyor. Bu şekilde bir sıra izlersem bu ayetler bana mantıksız gelmeyecek. Siz ne dersiniz?

ALLAH NEYİ DİLERSE ONU YAPAR

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Allah neyi dilerse onu yapar, Bilimsel, Din ve bilim, Allah dilediğini saptırır, Allah'ın kulunu saptırması, Allah dilerse, Allah'ın dilemesi, Allah'ın adaleti, Adaletsiz Allah,

ALLAH NEYİ DİLERSE ONU YAPAR

Tarihin eski dönemlerinde,  akıl hastalıkları ya da diğer adı ile ruh hastalıkları, çeşitli yöntemlerle tedavi edilmeye çalışılır ya da akıl hastalığına yakalanan kişiler, başkalarına zarar veremeyecek bir yere kapatılır veya öldürülürdü. Psikolojik rahatsızlık olarak bilinen rahatsızlıklardan ise eski dönem insanlarının haberi yoktu. Bunu söylerken çok eski dönemlere gitmek istemiyorum çünkü Milattan Önceki yıllar içerisinde yaşayan bazı  uygarlıkların her alanda çok gelişmiş oldukları, tarihi kaynaklarla ortaya çıkmaktadır. Ben bu durumu değerlendirirken MS olarak ayırım yapmak istiyorum. Tıbbın ilerlemesi ile birlikte günümüzde sadece psikolojik hastalıklar değil aynı zamanda suç işleyen insanların davranışları üzerinde araştırmalar yapılıyor. Psikolojik bulgulara ek olarak Nöroloji de, insan beynini inceleyerek beyin içindeki sistemlerin davranışlar üzerindeki etkisini ortaya çıkartıp, tedavi edilebilecek sonuçlara ulaşılıyor.

Özellikle suçluların beyni incelendiğinde serotonin hormonunun oldukça etkili olduğu tespit edilmiştir. Bu hormonun yetersiz salgılanması veya yetersiz aktarımı ve bu yetersizliği oluşturan beyinsel rahatsızlıklar veya buna sebep olan genetik aktarımlar kişiyi anksiyete, depresyon, intihar, saldırganlık, öfke patlamaları ve öfke durumundan çıkmayı geciktirici etkilere yol açmaktadır. Beynin diğer bazı bölümlerindeki işlev bozuklukları  da  insanları suça iten davranışları tetikleyebilmektedir. Bu davranışlar bazen genetik olarak bazen de annenin hamileliği sırasındaki stres durumunda bebeğin beyninde oluşabilecek kalıcı işlev bozukluğu nedenler arasında olabiliyor.
“Nörobilimci Jim Coan, birinin bize öfkeyle baktığında ya da sesini yükselttiğinde beynin alarm verdiğini, beynin duygu kontrol merkezinin (amygdala, hypothalamus, pituitary) insanı fiziksel saldırıya hazırlayan testosteron ve adrenalin hormonlarını harekete geçirdiğini bunların da hızlı nefes almayı, hızlı kalp atışını, terlemeyi, kasları etkilediğini ve bu arada rasyonel karar almakta etkili olan prefrontal kortekse giden kanın akışı azaldığı için düşünmekte zorlanıldığı, mantıklı hareket edilemediği bilgisini bize vermektedir.  Amigdala, öfke ve şiddet içeren duygusal tepkilerin provoke edilmesinde önemli rol oynar ve prefrontal korteks ise, bu davranışların olumsuz sonuçlarını bize göstererek bunların baskılanmasında önemli rol oynar.
Amigdala ve prefrontal korteksin anne karnından başlayarak, çocukluk çağında gelişir. Şayet, anne karnında metabolik, psikojenik veya fiziksel bir yoğun strese maruz kalınmışsa, bu stresle başa çıkmak için, bir tür savunma mekanizması olarak, prefrontal korteks daha az gelişiyor ve empati duygusu zayıf, hızlı karar veren bir birey tablosu meydana geliyor. Amigdala da yeterince çalışmadığı için bireyde müstakbel bir tehlike karşısında korku hissi oluşmuyor ve suça giden yol böylece örülmüş oluyor.” (kriminoloji.com/Siddetin_Norobiyolojisi)

İnsan beyninde bulunan amigdalanın normalden küçük ya da büyük olmasının veya işlevinde oluşabilecek bozukluğun  kişiyi normal  bir birey ya da bir psikopat olmak arasında gidip gelecek kadar önemli olduğu da Tıp çevresi tarafından bilinen bir durumdur. Amigdalası her hangi bir nedenle alınan bireylerde duygular tamamen kayboluyor. Kişi ağlamayı bile unutuyor. Olaylara karşı duygusal yaklaşımını kaybediyor. Bu durum, birisine zarar verdiğinde zarar verdiği kişiye olan acıma hissini tamamen yok ediyor.

Suçlar kapsamında  çeşitli devletler, hepse giren mahkumlara kütüphane kuruyorlar, mesleki eğitim veriyorlar, bu kişilerin davranışlarını, hayata bakışlarını değiştirmek için projeler geliştiriyor ve mahkumları  etkili bir  rehabilitasyon sürecinden geçiriyorlar . Cinayetten dolayı hapse giren insanların bir kısmı, seneler içinde gerçek anlamda yaptıklarından pişmanlık duyuyorlar ve olgunlaşıyorlar.

EN ÖNEMLİ GERÇEK ŞU Kİ: Temiz bir çevrede güzel bir eğitim alan, sevgiyle büyüyen insanlar büyük bir yüzdelik dilimi ile iyi insanlara dönüşüyorlar. Kötü bir çevrede ve berbat bir eğitimle ve sevgisizlikle büyüyen insanlar da büyük bir yüzdelikle kötü insanlara dönüşüyorlar. Aslında insan, iyi birisi olmak üzere eğitilebilir, yönlendirilebilir fakat bunun başarılabilmesi için kişinin kendi iradesi dışında maruz kaldığı etkenler daha önemlidir.

İnsanların kurdukları sistemler içerisinde bile, kötülük yapan bir insanı, suçunu çekmek için hapse gönderseniz bile o kişinin düzelmesi için, iyi bir insan olabilmesi için hâlâ bir umut vardır. Suç işleyen insanları temize çıkartmak için çaba sarf etmiyorum. Fakat her kesin içinde doğduğu aile, o ailenin kafa yapısı, hayata, insana, erkeğe ve kadına  bakışı bir birinden farklı iken, yaşadığımız çevre, mahalle arkadaşları, fakirlik ve zenginlik gibi etkenler de işe koyulduğu zaman her birimiz farklı bir etki altında büyüyor ve kişiliğimizi de buna göre geliştiriyoruz. Eline silâhı alıp sırf kan davasına hizmet için kanlısı olan ailenin bir bireyini vuran bir erkek  mahkum edildikten sonra hapiste düşünecek uzun bir zaman dilimine giriyor. Hayatı, yaşamı, can denilen yüreğin herkes için ne kadar önemli olduğunu gözden geçiriyor. Öldürdüğü kişinin ardında bıraktığı sahipsiz kadını ve babasız kalan çocukların geleceğini düşünüyor. Kendisi de yıllar önce babasız bırakılmıştı. Kendisini babasız bırakan adamı öldürerek aslında en çok suçu günahı olmayan o saf ve temiz iki çocuğu nasıl mahfettiğini düşünmeye başlıyor. Babasız geçirdiği çocukluk günlerinde yaşadığı sıkıntıların ve acıların hatırasını yaşarken aynı acıları şu an kendi ellerinden ateşlenen silahın attığı mermi ile öldürdüğü adamın çocuklarının nasıl yaşıyor olabileceğini sorguluyor. Ardından bir ürperme geliyor içine. “O çocuklar da büyüyünce  ailemin fertlerinden birini öldürecek”. Ardından “Keşke” diyecek. “Elime silah tutuşturan aileme karşı gelseydim. Babamı öldüren adamı öldürmemin içimdeki acıyı dindirmeyeceğini aksine daha fazla acılar yaşanmasına neden olacağını idrak edebilseydim. Keşke geçmişe dönebilseydim. Parmaklıklar arasında yaşlanmayı beklemezdim, güzel bir hayatım olurdu…” diye söylenecek.

İnsanlık artık bir dönem öyle bir zamana ve teknolojiye uyanacak ki, suç işlemek, öfke kontrolü, vicdan yönetimi, başkalarının yaşam hakkına saygı duymak gibi insan beynindeki (eğitim, aile, çevre ve genetik aktarımları da hesaba katarsak) bazı işlevler kontrol altına alınabilecek. Bu gün öfkesini kontrol edemeyen, saldırgan, aşırı yargılayıcı vb  insanlara etkili bir muayene ve teşhisten sonra çeşitli ilaçlar veriliyor. Kişi bazen bu ilaçları ömrü boyunca kullanmak zorunda kalıyor çünkü beyinsel aktivitelerinde, normal insanların beyin aktivitelerine nazaran ters giden işleyişler var. Bazı hormonlar eksik salgılanıyor veya beynin bazı bölümleri, gereken işlevleri yeteri kadar yerine getiremiyor. Bu durumda, kişiye gerekli olan normal davranış biçiminin desteklenmesi için ilaç takviyesi yapılarak beyindeki işlev bozukluğu kontrol altına alınarak normal düzeye getiriliyor.
Yani insanlık artık kişilik ve davranış bozukluklarını tespit edip bu durum nörolojik(beyinsel)  bir rahatsızlığın sonucu mu?, Genetik bir faktör mü? Yoksa kişinin içinde büyüdüğü ailevi ve sosyal çevre mi bunda etken, tespit edebiliyor. Bir çoğunu da ilaç, veya rehabilitasyon ya da çeşitli terapilerle düzeltebiliyor. Önemle üzerinde durulacak olan husus ise insanlardaki bütün hislerin, davranışların ve karar yetilerinin bile, bilimsel temelli bir nedeni yani arka planı var. İnanç da buna dahil. Buna itiraz edenler olacaktır fakat manzara ortadadır. Kişinin Müslüman olup olmaması veya dinsiz olması, büyük bir yüzdelik dilimi ile kişinin içinde yaşadığı aile ve toplumun etkisine bağlıdır. Dünya toplumlarına genel olarak tepeden baktığınızda bunu açıkça görebilirsiniz. Müslüman toplumların arasında doğan ve büyüyen bireyler büyük bir yüzdelik dilimi ile Müslüman olurlar. Dini inancı olmayan bir topluluğun içinde doğup büyüyen bireyler de büyük bir yüzdelik dilimi ile dinsiz olurlar.

Kur’an ayetlerine baktığımız zaman inanç konusunda “Allah, dilediğini saptırır dilediğini de doğru yola iletir” ifadelerine sık sık rastlıyoruz. Şu durumda  Müslüman olmamak eğer sapkınlıksa ya da yanlış yolda olmak ise Allah dilediğini, Müslüman olmayan toplumların içine göndererek ya da bazı insanların eş cinselliğin yaygın olduğu bir mahallede doğmasını ve orada büyümesini sağlayarak o kişileri bile bile saptırmaya mı çalışıyor? Sonra ne yapacak? Cehennemine mi atacak onları?  Cehenneme de odun lâzım. İslâm dinine göre bir kişi Müslüman olmadan ölürse ömür boyu cehennem ateşinde yanacak, kurtuluşu yok. Bu insana hiç mi yardım yok?  Suçlulara uygulanan rehabilite gibi ya da ne bileyim o insanın Allah’a inanmasını sağlayacak bir ortam öte dünyada niye yaratılmaz? Eğer şu kısacık hayatta Allah’a inanmamış olmak çok büyük ve affedilmez bir günah ve suç ise niye sonsuz cehenneme alınır? Bari biraz yansın, ondan sonra da cennete alınsın veya akledecek, Tanrının varlığının farkına varacak bir imkâna kavuşturulsun ama hayır! (Bana inanmadan öldüysen vay haline!)

Aşağıda, Allah’ın dilemesine yönelik 38 tane Kur’an ayeti paylaştım. Bazı ayetlerin altına kendi görüşlerimi ve değerlendirmemi de ekledim. Bu ayetleri okuduktan sonra aklıma Usta oyuncu Şener ŞEN’in oynadığı köy ağası karakteri geldi. Köy ağanındır. Ağa ne isterse onu yapar. Dilediğini falakaya yatırır, dilediğine iş verir, dilediğini işsiz bırakır, dilediğine ev verir, dilediğini sokakta yatırır, dilediğini evlendirir, dilediğini bekâr bırakır. Ağanın nimetlerinden en iyi faydalananlar da o ağanın düzenini en güzel bir şekilde devam ettirip ağayı en çok pofpoflayanlardır yani Yalakalar. “Aman ağam, sen bizim böyüğümüzsün, aklı erenimizsin, efendimizsin,  kursağımıza ne giriyorsa senin sayendedir, sen olmasan aç galırık, sayende evlenip yuva kurduk, sayende garın doyururuk. Tarlamız tapanımız, evimiz barkımız senindir,  sen  başımızdan  eksik olma…
  • Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Kuşkusuz Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir. (İNSAN/30)
  • Dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır. (İNSAN/31)
  • Yoksa onlar, senin hakkında: "Allah'a karşı yalan uydurdu." mu diyorlar? Eğer Allah dilerse senin de kalbini mühürler; batılı yok eder ve sözleriyle hakkı gerçekleştirir. Şüphesiz ki O kalplerde bulunan şeyleri hakkıyla bilir. (SURA/24)
  • Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar. (İSRA/46)
  • Bunlar, o kimselerdir ki; Allah kalblerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlemiştir. Ve onlar, gafillerin ta kendileridir. (NAHL/108)
  • Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinin üzerinde bir de perde vardır. Ve büyük azab onlaradır. (BAKARA/7)
  • (Ey Muhammed!) Hevâ ve hevesini kendine ilâh edinen, Allah'ın kendi ilmi dahilinde saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürleyip gözüne perde çektiği kimseyi görüyor musun? Şimdi onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirebilir? Hala düşünmez misiniz? (CASİYE/23)
  • Ben size öğüt vermek istemiş olsam da, eğer Allah sizi helâk etmeyi murad ediyorsa, zaten öğüt vermemin size bir faydası olmaz. Rabbiniz O'dur ve nihayet O'na döndürüleceksiniz. (HUD/34)
  • Onlar orada gökler ve yer durdukça duracaklar. Ancak Rabb'inin diledikleri başka. Çünkü Rabbin dilediğini yapandır. (HUD/107)
Yukarıdaki 9 ayette ve Allah’ın dilemesi ile ilgili daha bir çok ayetteki “Allah dilediğini saptırır, O dilemedikçe siz dileyemezsiniz” gibi ifadeleri İslâmi çevreler şu şekilde yorumluyor:
Allah’ın dilemesi ve isteği aslında kişinin kendi dileği ve isteğidir. Kişi eğer doğru yola girmeye niyet ederse Allah onun bu isteğini yerine getirir ve kişiyi doğru yola iletir ama kişinin niyeti kötü ise Allah o kişiyi niyeti doğrultusunda kötüye iletir. Ayetlerdeki Allah’ın dilemesi aslında bu duruma işaret eder.”

Kamer suresi 17 inci ayetteki “Kur’an’ı anlaşılsın diye kolaylaştırdık” ifadesinin anlamı nedir? Ben bu ayetlerde bir kolaylaştırma görmüyorum, bu nasıl kolaylaştırma. Eğer Allah’ın dilemesi ile ilgili ayetleri Âlimlerin izah ettiği gibi anlamamız gerekseydi şöyle bir ifade biçimi olurdu:
  • İNSAN 31 (Orijinal ayet): Dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır.
  • Kendi yazdığım ayet: Niyeti iyi olan kişileri kendi rahmetine sokar. Zalimlere ise, onlar için acı bir azap hazırlamıştır.
  • İSRA 46(Orijinal ayet): Ve kalblerinin üzerine, Kur'ân'ı anlamalarına engel perdeler geçiririz ve kulaklarına bir ağırlık veririz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar.
  • Kendi yazdığım ayet: Onlar Kur’anı anlamak istemezler, biz de onların bu isteğini kabul ederiz, duymak istemezler biz de duymamalarına yardım ederiz. Rabbini Kur'ân'da bir tek olarak andığın zaman da ürkerek arkalarına döner kaçarlar.
Sayın İslâm Âlimleri, adının Allah olduğuna inandığınız İlâh, söylemek istediklerini açıklayacak kelimeler ya da ifadeler bulamamış anlaşılan. Siz düşünüp kafa yorup ayetlerin ne anlama geldiğini çözdüğünüzü düşünmüşsünüz  fakat çözülecek bir şey yok ortada ayetlerin anlamı açık. Allah dilerse insanın kalbini kulağını mühürler, Kur’an’ı anlamasını engeller, dilerse de kişinin anlamasını sağlar, bu kadar basit. Sizin iddianız gibi Allah’ın dilemesi, her insanın niyetine ve çabasına bağlı olsa idi söz konusu ayetler, benim yazdığım ayetlerdeki ifadeler gibi anlaşılır şekilde yazılırdı.
  • Dileyen onu düşünür. Bununla beraber Allah dilemedikçe onlar öğüt alamazlar. Koruyacak da O'dur, bağışlayacak da. (MÜDDESSİR/55-56)
Dileyen O’nu düşünür” olarak devam eden ayette de Allah dilemedikçe kimsenin öğüt alamayacağı kısmını İslâm Âlimleri “Kişi Allah’ı ne kadar çok düşünür, içten anar ve  inanırsa Allah’ın öğüdünü ancak o şekilde alabilir” şeklinde yorumluyorlar. Bu psikolojik bir durum ve açıklaması da gayet basit. İnandığınız bir İlâh’ın size öğretilen bilgilerine akıl erdirebilmek ya da doğru olduğuna kanaat getirmek için öncelikle şartlanmışlık düzeyinde inanmanız yeterlidir. Bunun aslolan gerçeklikle alakası olmayıp kişinin önüne sunulan durumu asıl gerçeklik gibi algılayıp inanması ile alakası vardır. Her dinin içinde insanlar kendilerine öğretilen Tanrıya gönülden bağlanırlar, iman ederler ve imanları ne kadar güçlü ise inandıkları Tanrının kendilerine göndermiş olduğu kutsal kitabı ya da metinleri o kadar çok içselleştirirler. Eğer İslâm Âlimlerinin iddia ettiği gibi bu ayetlerdeki “Allah’ın dilemesi ile öğüt alınır” şeklindeki ifadenin anlamı, “kişi önce Allah’a inanmaya niyet eder, Onu anar, niyeti inanmak ve anlamak olur, ancak ondan sonra Allah o kişinin anlamasını sağlar” gibi bir görüşü doğru kabul edersek şu sonuç ortaya çıkar: İslâm akıl ve mantık dini değildir. Çünkü önce inanmak fiilini gerçekleştirmeniz gerekir. Yani normalde bir olaya inanmadan önce araştırıp akıl süzgecinden geçirdikten sonra elinizde topladığınız verilerle, sonuçlarla o olayın doğru olduğuna inanıp inanmamaya karar verirsiniz ya! (Çünkü doğru olup olmadığına yönelik şüpheniz vardır. Şüphecilik, bilimsel tutumun  yani akılcıl tutumun olmazsa olmazıdır. İslâm dininde şüphecilik ise kabul edilmeyen bir yaklaşımdır) Kur’an’a ve Allah’a inanmak için önce araştırıp okumaya, anlamaya değil, inanmaya karar vermeniz gerek. Yani önce inanmaya niyet edeceksiniz ondan sonra okuyacaksınız, araştıracaksınız. Bu psikolojik taktik sadece İslâm dini için geçerli değildir. Hıristiyanlığı da okuyup araştırmadan önce İman eder ve sonra okursanız, okuduklarınızı doğru kabul edersiniz ve Hıristiyan olursunuz. Bu durumda “Hıristiyanlık yer yüzünün tek gerçek dinidir” sonucu çıkmaz. “Hıristiyanlığın yer yüzünün tek gerçek dini olduğuna inanıyorum” sonucu çıkar. Zaten dinde ön koşul İnançtır. Aklınızı yorup ispat etmeye çalışmaya gerek yok sadece inanmak yeterlidir.  
  • Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. Allah dilediği kimseyi şaşırtır, dilediği kimseyi de doğru yola koyar. (EN'AM/39)
  • Göklerin ve yerin mülkünün Allah'a ait olduğunu, dilediğine azap edip dilediğini de bağışladığını bilmedin mi? Allah herşeye kâdirdir. (MAİDE/40)
  • Rabbiniz sizi çok daha iyi bilir. Dilerse size merhamet eder, dilerse azab eder. Seni de onların üzerine vekil göndermedik. (İSRA/54)
  • Dilerse size merhamet eder, dilerse azab eder” diyor.  Şöyle bir ifade yok mesela ayette: “Çokça töğbe eden, pişman olan kuluna merhametli davranır ama yaptığı kötülükte ısrar edene de azap eder.” Cümle gayet açık “Dilerse size merhamet eder, dilerse azab eder. Yoksa bu da kişinin Allah’a yalvararak merhamet dilenmesi ile mi alakalı? “Ağam merhamet et, ben ettim sen etme, bağışla beni, kulun kölen olam, ayağındaki çamur olam ağam, ben cahillik ettim sen böyüklük et…
  • · Şüphe yok ki Allah, iman edip salih amelleri işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. (HAC/14)
  • Kendilerini temize çıkaranları görmedin mi? Hayır! Allah, dilediğini temize çıkarır ve kendilerine kıl kadar zulmedilmez. (NİSA/49)
  • O şimşek nerdeyse gözlerini (n nûrunu) kapıverecek. Önlerini aydınlattımı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktümü de dikilip kalırlar. Allah dilemiş olsaydı işitmelerini, görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz Allah her şeye kâdirdir. (BAKARA/20)
  • Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Siz içinizdekileri açığa vursanız da gizli tutsanız da Allah onunla sizi hesaba çeker. Sonra dilediğini bağışlar, dilediğine de azab eder. Allah her şeye kadirdir. (BAKARA/284)
  • Allah, O'dur ki, sizi yarattı, sonra da size rızık verdi, sonra sizi öldürür, sonra sizi diriltir. Hiç sizin ortak koştuklarınızdan, bunlardan birini yapacak olan var mı? Allah, onların ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir. (RUM/40)
  • Bu ayette Allah’ın insanı yarattığı sonra da rızık verip öldürdüğü ve ardından kişiyi tekrar dirilttiği  yazıyor ve ardından “Bana  ortak koşulanların bir tanesi bunları yapabiliyor mu?” diye soruluyor. Öldükten sonra dirilme kısmını kimse bilip görmediğine göre Allah’ın ölüleri dirilttiğini, kişi nereden bilecek ki? Bunu bilip emin olduktan sonra Yaratıcıya ortak koştuğu varlıkların bunu yapıp yapmadığını sorgulayabilsin. Yazımın asıl konusu ile alakalı değil ama yine de ayetteki mantıksızlığa değinmek istedim.
  • Göklerin ve yerin kilitleri O'na aittir. O dilediğine rızkı genişletir dilediğine  daraltır. Şüphesiz ki O, her şeyi hakkıyla bilir. (ŞURA/12)
  • Dikkat ederseniz yukarıdaki ayette “İmtihan için kimisinin rızkını genişletir, kimisinin rızkını daraltır” demiyor veya “iyi ameller işleyenlerin ve hak edenlerin rızkını genişletir, iyi şeyler yapmayanların ve hak etmeyenlerin rızkını daraltır” da demiyor. Ayet çok açık: “Dilediğine rızkı genişletir,   dilediğine daraltır
  • İşte bu elçiler; bir kısmını bir kısmına üstün kıldık. Onlardan, Allah'ın kendileriyle konuştuğu ve derecelerle yükselttiği vardır. Meryem oğlu İsa'ya apaçık belgeler verdik ve O'nu Ruhu'l-Kudüs'le destekledik. Şayet Allah dileseydi, kendilerine apaçık belgeler geldikten sonra, onların peşinden gelen (ümmet)ler, birbirlerini öldürmezdi. Ancak ihtilafa düştüler; onlardan kimi inandı, kimi inkar etti. Allah dileseydi birbirlerini öldürmezlerdi. Ama Allah dilediğini yapandır. (BAKARA/253)
Yukarıdaki ayeti İslâm Âlimleri kafalarına göre yorumlayıp istedikleri anlamı yükledikten sonra ayetin sonundaki “Allah dilediğini yapandır.” İfadesini nasıl açıklıyorlar çok merak ediyorum. “Allah uygun olanı yapandır” demiyor.  “Allah, hak olanı yapandır” demiyor.  “Allah ilâhi adaleti uygulayandır” demiyor. “Allah kulunun niyetine uygun olanı yapandır” demiyor   kardeşim.  “Allah dilediğini yapandır” yazıyor. Bu ifadelerin neyini sakız gibi sündürüp şişirip patlatıyorsunuz?
  • De ki: "Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip-alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltırsın; hayır Senin elindedir. Gerçekten Sen, herşeye güç yetirensin." (AL-İ İMRAN/26)
  • İnkar edenler: "Ona Rabbinden bir ayet (mucize) indirilseydi ya!" derler. De ki: "Şüphesiz Allah, dilediğini şaşırtıp-saptırır, Kendisi'ne katıksızca yöneleni de dosdoğru yola yöneltip-iletir." (RA’D/27)
  • Allah, iman edenleri, dünya hayatında ve ahirette sapasağlam sözle sebat içinde kılar. Zalimleri de şaşırtıp-saptırır; Allah dilediğini yapar. (İBRAHİM/27)
  • Eğer Allah dileseydi, sizi tek bir ümmet kılardı; ancak dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorumlu tutulacaksınız. (NAHL/93)
  • İşte Biz onu (Kur'an'ı) apaçık ayetler olarak indirdik; şüphesiz Allah, dilediğini hidayete yöneltir. (HAC/16)
  • Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle karşılık verecek ve onlara Kendi fazlından arttıracaktır. Allah, dilediğini hesapsız rızıklandırır. (NİSA/38)
  • Eğer Allah dileseydi, onları herhalde tek bir ümmet kılardı. Ancak O, dilediğini Kendi rahmetine sokar. Zalimlere gelince; onlar için ne bir veli vardır, ne bir yardımcı (bulursun). (ŞURA/8)
  • Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (NİSA/48)
Yukarıdaki ayet, İslâm dininin en büyük ve bağışlanmaz günahından bahsediyor. Şirk. Yani Allah’tan başka yaratıcılar olduğuna da inanmak. Eylem bile değil, sadece inanç ya İNANÇ!  Bu gün bir insanı öldürsen, kaç kişinin hayatı mahfolur? Kaç çocuk babasız kalır? Allah’a göre cinayet gibi, zulüm gibi Sosyal hayatın içindeki bu türlü kaoslar,  aslında başkalarına hiç zararı olmayan ve  sadece inancının içindeki bir detaydan ibaret olan ortak koşmadan daha önemli değil. İnanç ya İNANÇ!  Allah’a ortak koştuğun zaman neyi değiştirecek? Belki de hayatın boyunca bir karıncayı bile incitmeden yaşayıp öleceksin ama önemli değil. İslâm’ın İlâhı olan Allah, kendisinin tek Tanrı oluşuna inanılmasına aşırı derecede kıymet veriyor.
  • Hiç şüphesiz, Allah, Kendisi'ne şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlar ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır. (NİSA/116)
  • Ey iman edenler, şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa, (bilsin ki) gerçekten o (şeytan) çirkin utanmazlıkları ve kötülüğü emreder. Eğer Allah'ın üzerinizde fazlı ve rahmeti olmasaydı, sizden hiçbiri ebedi olarak temize çıkamazdı. Ancak Allah, dilediğini temize çıkarır. Allah, işitendir, bilendir. (NUR/21)
  • Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete erdiremezsin, ancak Allah, dilediğini hidayete erdirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir. (KASAS/56)
Eğer Allah kimin hidayete erip kimin ermeyeceğini biliyorsa ki biliyordur. Bu kişilerin hepsini Allah yaratmıyor mu? Kişinin hidayete eremeyecek kişisel karakter yapısını ve yönelimlerini de Allah yaratıyor. Bile bile lades değil mi bu? Ateist annenin karnına kulunu gönderen sen. O çocuğun ateist çevrede büyümesini sağlayan sen. Dinlerin, insanların ürünü olduğunu nasihat eden kimselerin arasında eğitim almasını sağlayan ve yedi sekiz nesil boyunca dine inanmayan beyin yapısının genetik yatkınlık özelliğini o çocuğa aktaran  sen. Yeryüzünde  açlıkla, yobazlıkla, geri kafalılıkla, terör suçlarıyla baş başa bıraktığın dinine, dünya insanlarının “İllallah” diyerek uzak durmalarına  seyirci kalan sen. Sen şu işe “Canımın istediğini yoldan saptırır cehenneme odun yaparım, canımın istediğini de cennetlik eder hurilere boğarım” desene!
  • Dilediğini azaplandırır, dilediğine merhamet eder. O'na çevrilip-götürüleceksiniz. (ANKEBUT/21)
  • Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi, yarattıklarından dilediğini elbette seçerdi. O, Yücedir; O, bir olan, kahredici olan Allah'tır. (ZÜMER/4)
  • Allah, müteşabih (benzeşmeli), ikişerli bir Kitap olarak sözün en güzelini indirdi. Rablerine karşı içleri titreyerek-korkanların O'ndan derileri ürperir. Sonra onların derileri ve kalpleri Allah'ın zikrine (karşı) yumuşar-yatışır. İşte bu, Allah'ın yol göstermesidir, onunla dilediğini hidayete erdirir. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için de bir yol gösterici yoktur. (ZÜMER/23)
  • Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası O'nun Katındadır. (RA’D/39)
  • Biz hiçbir elçiyi, kendi kavminin dilinden başkasıyla göndermedik ki, onlara apaçık anlatsın. Böylece Allah, dilediğini şaşırtıp saptırır, dilediğini hidayete erdirir. O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (İBRAHİM/4)
  • Görmedin mi ki, gerçekten, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedirler. Birçoğu üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. (HAC/18)
  • Andolsun Biz, açıklayıcı ayetler indirdik. Allah, dilediğini doğru yola yöneltip-iletir. (NUR/46)
Biraz hayal kurayım. Öldüm. Öte aleme gittim hesaba çekiliyorum. Allah bana dedi ki “Sen kötü yola girdin, günahkârsın”. Ben de O’na dedim ki: “Benim kötü yola girmemi sen dilemişsin, gönderdiğin ayetlerde öyle yazıyor”. Sonra Allah bana diyecek ki: Ben ayetlerimde “Dilediğimi kötü yola iletirim, dilediğimi hidayete ulaştırırım” derken aslında şunu kastediyordum, şöyle şöyle demek istiyordum, sen anlayamamışsın mı diyecek? YOK ARTIK!

Ben şahsen, Kur’an’ın Yaratıcı kelamı olduğuna değil Arap kelamı olduğuna inanıyorum. Kur’an’ın içinde iyi ve güzel ayetler de var fakat bu iyi ve güzel ayetlerin olması diğer ayetleri görmezden gelmemize ya da mantıksızlık, adaletsizlik içeren  ayetleri evirip çevirip olmadık anlamlar yüklememize neden olmamalı. Kur’an ismindeki kutsal kitap, sadece Arapların yazdığı bir kitap da olmayabilir. Belki Tevrat da dahil olmak üzere geçmişteki ileri uygarlıklardan gelen metinler de içeriyordur. Elinize özenle hazırlanmış bir kitap alıp o kitabın içindeki bilgileri kontrol edip doğru ve güzel olan metinleri ya da bilgileri ayırt ettikten sonra eksik ya da mantıksız olan bilgileri ya da metinleri de tespit ettikten sonra “Bu kitabı falanca araştırma gurubu ya da bilim adamı hazırlamış fakat kitabın içerisinde bir çok eksiklik ve yanlışlık var” diyebilirsiniz.  Eğer bu incelediğiniz kitap Tanrı katından geliyorsa önce o inandığınız Tanrının yarattığını varsaydığınız mükemmel vücudunuzu gözden geçireceksiniz sonra da “karmaşa içinde yazılmış ve hâlâ soru işaretleri ve mantıksız ayetlerle cebelleşilen bir kitap, benim mükemmel işleyişe sahip vücudumu yaratan Tanrı katından inmiş olabilir mi?”  diye sorgulayacaksın kardeşim!

MUHAMMED’İN HAS ADAMI ALİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
Hz Ali, din, Alevilik, Muhammed'in celladı Ali, Cellat Ali, Allah'ın aslanı, Ali'nin katliamları, islamiyet, Uhud savaşı, Hendek savaşı, Kureyza kuşatması, Bedir savaşı, Ali, MWG,

MUHAMMED’İN HAS ADAMI ALİ


Allah’ın aslanı olarak tanıtılan, Muhammed’in amca oğlu ve damadı Ali; Muhammed’in kolaylıkla kullanabildiği tek yakınıdır. Muhammed’in cellatlığını yaptığı için kendisine Allah’ın aslanı lakabı verilmiştir. İslam kaynaklarında anlatılan olaylara bakıldığında Ali’nin siyasetten anlamadığı, tek hünerinin kılıç kullanmak olduğu görülür. Muhammed’in ölümünden sonra güçlülerin karşısında tırsmış, daha sonra çevresinin gaza getirmesiyle iktidar mücadelesi yapabilmiştir. Dostunu düşmanını bile yeterince ayırt edemeyen Ali, bunu bile başaramamış Hariciler ve Muaviye ile baş edememiştir. Bildiğimiz kadarıyla kişisel bir cinayeti olmamıştır ama Muhammed için toplu kıyımlar yapmaktan da çekinmemiştir. Toplu kıyımlar kutsal savaş kılıfına sokularak ya da savunma bahanesiyle hadis ve din kitaplarında ayrıntılı olarak anlatılır. Tebük kuşatması dışında bütün savaşlara katılarak çok can almıştır. Bazı kaynaklarda şöyle bir yazıyla karşılaştım: “Ali'nin öldürdüğü Arapların yakınları, yakınlarının Ali tarafından öldürülmesinden gurur duyarlardı.”

Bedir Savaşı olarak bilinen savaş aslında bir kervan baskınıdır. Bedir’deki bu kervan baskınında öldürülenlerin yarıdan fazlasını Ali öldürmüştür. Yazılı kaynaklar böyle yazar. Şeyh Müflid’in El- İrşat isimli kitabında Ali’nin öldürdüğü 36 kişinin adları yazılıdır ve öteki kaynaklar da bu 36 kişiyi Ali’nin öldürdüğü kayıtları vardır. Sonuç olarak Mekkelilerden 70’i tutsak edildi ötekiler öldürüldü deniliyor.  Bir başka kaynak olan İbni Ebi’l Hadid “Bu savaşta müşriklerden 70 kişi öldürülmüştür. Bunların yarısı Hz.Ali tarafından öldürülmüş, diğer yarısı da meleklerin yardımıyla diğer Müslümanlar tarafından öldürülmüştür” diyor. Şimdi diyeceksiniz ki “bu bir savaştır ve savaşın ana kuralı öldürmektir, bunda Ali’nin ne suçu var?” Savaşta düşman öldürülür bu doğru. Birbirlerine düşman olanların hepsi birbirleriyle yakından uzaktan akrabalar. Bu düşmanlığın nedeni ne? Muhammed’in kervan soyup ganimet elde etmesi ve güya dine davet zorlamasının savaşa dönüşmesi. (Bkz. Mücadele suresi- 22, Enfal suresi- 41, Tevbe suresi başlangıç ayetleri) Savaşanların alıp veremedikleri nedir? Mekkeliler kervanlarını kurtarmak istiyorlar. Muhammed ayetler getirip “Mekkeliler mallarınızı yağmaladı” diyerek yandaşlarını çatışmaya zorluyor. İşte böyle bir çatışma sonucu diyet ödeyebilecekler tutsak ediliyor. Teslim olan ötekiler öldürülüp cesetleri kuyuya atılıyor. Muhammed ve ganimet için en çok kılıç sallayıp kelle uçuran da Ali… Daha sonraları Ali, Muaviye’ye yazdığı mektuba “deden Utbe’ye, dayın Velid’e, kardeşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç yanımdadır” yazarak gözdağı vermek istemiştir. Daha ayrıntılı bilgi isteyenler Bedir Savaşı ve Ganimetleri başlıklı yazımıza bakabilirler.

Uhud Savaşı’nda da Ali’nin kılıç hünerleri sayılmayacak kadar çoktur. Efsanevimsi anlatılanlara bakılırsa Ali’nin kılıç hünerleri saymakla bitmez. Uhud Savaşı’nın nedeni Mekkeli müşriklerin intikam almak için Müslümanlara saldırması. Asıl neden; çoğu zaman olduğu gibi her iki kesimin de ganimet peşinde olmasıdır. Mekkeliler Bedir Savaşı’nda kaybettikleri kervan mallarının peşindedir. Medineliler yeni bir ganimet beklemektedirler. Muhammed bin kişilik bir ordu hazırlarsa da üç yüzü yoldan geri döner. Muhammed yedi yüz kişilik ordusuyla Uhud dağının uygun bir çevresinde Mekkelileri karşılar. İki taraf savaşa tutuşurlar. İmam Cafer Sadık, İbni Esir, Şeyh Sadık’ın dediklerine göre; Ali, Mekkelilerin dokuz bayraktarını peş peşe öldürmüştür. Müslümanlar savaş üstünlüğünü kazanmak üzereyken ganimet peşine düştüler. Halid Bin Velid arkadan saldırıya geçince Muhammed’in ordusu kaçarak dağılmaya başladı. Bu arada Muhammed’i öldürmek için gelenleri öldüren Ali, Muhammed’in “saldır” dediği topluluklara saldırıp onları da öldürdü. “Bu arada vahiy meleği peygambere Bu Ali’nin gösterdiği fedakarlıkların en üstünüdür deyince, resulullah ben ondanım, o da benden buyurdu. O anda gökten Ali gibi kahraman Zülfikar gibi kılıç yoktur nidası duyuluyordu. (İbni Esir Tarihi) “… Ama bunu söyleyen görünmüyordu. Bunu kimin söylediği peygamberden sorulduğunda o Cebrail’dir buyurdu.” (İbn-i Ebi’l-Hadid) Yine savaş meydanı, yine öldürmek meşru, yine Muhammed’in buyrukları ve çoğu zaman olduğu gibi cellât yine Ali.

Hendek Savaşı sırasında Mekkelilerin en savaşçı ve bedenen güçlü adamlarını da teke tek çatışmalarda öldüren Ali’dir. Yine Muhammed için kan dökmüştür. “Savaş sırasında böyle şeyler olabilir” denilebilirse de; Mekke halkına çomak sokan, ikilik çıkaran, huzuru bozan ve kervan baskınları yapan Muhammed’dir. Üstelik Mekke’nin işgal edilmesi tehlikesi de vardır. Bu savaşlarda Mekkelilerin kendilerine göre haklı nedenlerini de görmeli. Onların din adına değil, Muhammed’den kurtulmak için savaştıkları ortada. Muhammed’in savaşları ise din yayma bahanesiyle yağmacılık yapmak. Mekkeliler ya da diğer müşrikler yüzde yüz haklıdırlar diye bir şey demek istemiyorum. Ama Ortamı bu hallere getiren de Muhammed ve yandaşlarıdır.

Kureyza kuşatması ise başlı başına bir vahşettir, toplu kıyımdır ve Muhammed’in has cellâdı yine Ali’dir. Medine’nin dışında yaşayan Yahudilerin İki büyük kabilesi zor kullanılarak sürgün edilir. Canlarını kurtardığına sevinen kabilelerin malları mülkleri Medinelilere kalır. Üçüncü kabile olan Kureyza kabilesine canlarını kurtarmak hakkı bile tanınmaz ve eli kılıç tutan herkes kılıçtan geçirilir. Cellât yine Ali’dir. Eşlerinin, yakınlarının ve çocuklarının gözleri önünde 450 ile 900 arası Kurayzalı elleri kolları bağlıyken Ali tarafından öldürülür. Oysa öteki iki kabile gibi Kureyzalılar da malk mülk bırakarak sürgün edilebilirdi. Bütün yalvarmalara karşın Muhammed eli silah tutan herkesi öldürttü, kadın ve çocuklar cariye ve köle yapıldı. Rüşvetle Müslüman olan Yahudi Sad’ın Kureyzalılar için verdiği hükmün Muhammed tarafından onaylanmasıyla bu vahşet ortaya çıktı. Eski Yahudi Sad, Kuran’ın Maide suresi 33 ve 34. Ayetleriyle Tevrat’ın Tesniye 20. Bölümündeki metinlere dayanarak bu vahşi hükmü verdi.

Lütfen bu iki kaynağa bakarak kimin haklı kimin haksız olduğuna kendiniz karar veriniz. Bu konuyu kısa anlattığımız için olayların nedenlerini çözemeyenler Kureyza’da İslamın Toplu Kıyımı başlıklı yazımızı okuyabilirler.

Maide 33-34:
(33) Allah’a ve peygamberine karşı savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya çalışanların cezası ancak ya öldürülmeleri veya asılmaları yahut el ve ayaklarının çapraz olarak kesilmesi ya da bulundukları yerden sürgün edilmeleridir. Bu, onların dünyada uğradıkları aşağılayıcı cezadır. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır.
(34) Ancak onları yenip ele geçirmenizden önce tövbe edenler müstesna! Biliniz ki Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.

Tesniye 20: 14-18:
14) Kadınları, çocukları, hayvanları ve kentteki her şeyi yağmalayabilirsiniz. Tanrınız RAB'bin size verdiği düşman malını kullanabilirsiniz.
15) Yakınınızdaki uluslara ait olmayan sizden çok uzak kentlerin tümüne böyle davranacaksınız.
16) “Ancak Tanrınız RAB'bin miras olarak size vereceği bu halkların kentlerinde soluk alan hiçbir canlıyı yaşatmayacaksınız.
17) Tanrınız RAB'bin size buyurduğu gibi, onları –Hitit, Amor, Kenan, Periz, Hiv ve Yevus halklarını– tümüyle yok edeceksiniz.
18) Öyle ki, ilahlarına taparken yaptıkları iğrençliklere uymayı size öğretemesinler, siz de Tanrınız RAB'be karşı günah işlemeyesiniz.

Bir örnek de Hayber’in yağmalanmasından verelim. Hayber’in bütün arazilerini ele geçiren Müslümanlar çok kan döktüler. Cellât yine Ali’dir. Hayber Savaşı için tek gerçek neden; yağmalama, ganimet, cariye ve köle edinmek. Öteki nedenlerin hepsi bahane, yağmaya kılıf uydurmadan başka bir şey değil. Bu çatışmada 90- 100 kadar Yahudi öldürüldü kalanların hepsi kadın ve çocuklarla birlikte tutsak edildi. Bu çatışmada da Ali başrol oynamaktaydı.

Ayşe ve yandaşlarıyla yapılan deve olayı denilen çatışmada her iki tarafın iktidar hırsı çok Müslümanın kanını döktü. Araya makam ve çıkar bekleyen fırıldak bozguncular girmeseydi Müslüman Müslümanın kanını dökmeyecekti. İktidar yüzünden birbirlerine düşürülen Ali ve Ayşe bu oyunu anlayabilselerdi boş yere savaşılmayacaktı.

Her zaman olduğu gibi İslam yazarları işi yine uçtu kaçtıya bağlıyorlar. “Allame İbn-i Ebi Cumhur el- İhsai şöyle naklediyor:  Basra’da (Cemel Savaşında) Hz. Ali’yle (a.s) birlikte idim. Yetmiş bin kişi bir kadınla (Aişe ile) toplanmışlardı, savaştan kaçan her insanın; “Ali beni hezimete uğrattı”, yaralanan her şahsın; “Ali beni yaraladı”, can veren herkesin; “Ali beni öldürdü” dediklerini gördüm. Ordunun sağ kolunda olduğumda Hz. Ali’nin sesini duyuyordum; sol kolunda olduğumda yine onun sesini duyuyordum. Talha’nın can verdiği an onun yanından geçerken; “rivayet etmiştir Kim bu oku sana attı” dediğimde; “Ali bin Ebi Talib attı” dedi. Bunu duyunca; “Ey Bilkıys ve İblis hizbi! Ali ok atmamıştır, onun elinde sadece kılıç vardır” dedim. Talha dedi ki: “Ey Cabir! Ali’nin göğe çıktığını, yere indiğini, doğudan ve batıdan geldiğini görmüyor musun? Doğu ile batıyı bir şey yapmıştır, süvariye yetiştiğinde onu mızrak vs. şeyle dürtüyor; biriyle karşılaştığında onu öldürüyor, yaralıyor ve yüzüstü yere seriyor veya “Ey Allah’ın düşmanı öl” dediğin de o adam ölüyor, ondan hiç kimse kurtulamıyor.” (El- Mecla, s.410.) Uçtu kaçtı masalında bile Ali’nin eli kanlı. Birbirleriyle savaşanlar kim ki melekler Ali’ye yardım ediyor? Her iki taraf da Müslüman, her iki taraf da iktidar peşinde.

Daha sonra Hariciler ayrı bir baş çekip başkaldırmaya kalkınca ve Ali yalnız başına kalmaya başlamışken, çıkan çatışmalarda; Hariciler kadar Ali’nin sorumluluğu da var. Ali ne yapabilirdi? Örneğin ayaklananlarla anlaşmış görünüp, ele başlarını birer ikişer yok edebilirdi. Onlara bir şeyler vaat edip, ilk fırsatta tepelerine binebilirdi. Örneğin; Muaviye ve Yezit kurnazlık yaparak bu formülü çok iyi kullanabilmişlerdir. En azından onca kişinin öldürülmesi yerine birkaç kişi öldürülüp bu işler kökten çözülebilirdi. Muhammed, kurnazlığı ve Ebu Sufyan’a verdiği rüşvet ile Mekke’yi savaşsız işgal ettikten sonra kılıcı gösterip herkesi Müslüman yapmıştı. Ali’nin tek hüneri Muhammed’in cellatlığını yapmak olduğu için, bu ince siyasetlerden hiç ders almamıştır.

Özetle Ali, Muhammed için kullanışlı, onun dilediklerini yapan, onun için kılıç sallayan bir müttefiktir. Öyle ki Muhammed, Ali'den zina ettiği söylenen cariyeyi cezalandırmasını bile isteyebilmektedir:
Ali ibn Ebu Talib naklediyor: Allah'ın elçisinin evine ait bir köle kız zina etti. O (Peygamber) şöyle dedi: Kalk Ali ve ona öngörülen cezayı ver. Sonra acele ile gittim ve ondan kan aktığını, akan kanın durmadığını gördüm. Ben de peygamberin yanına geldim ve bana şöyle dedi: Cezasını vermeyi bitirdin mi? "Hala ondan kan akarken ona gittim" dedim. Dedi ki: Kanaması durana kadar onu rahat bırak, sonra da ona öngörülen cezayı ver. Ve sağ elinizin sahip olduklarına (yani köleler, savaşta ele geçirilen cariyeler) öngörülen cezaları verin. [Sünen-i Ebu Davud, Kitap 38, Hadis 4458]

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Yeryüzünde bir halife yaratacağım, Meleklerin Ademi istememesi, Meleklerin Allah'a isyanı, Bakara 30, Bakara 31, Bakara 33, Hangi Adem?, Ademi istemeyen melekler, Adem Havva efsanesi,

MELEKLER HANGİ ADEM'İ İSTEMEDİ?


Bakara 30: Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.

Bakara 31:  Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.

Bakara 32:  "Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler.

Bakara 33:  “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi!” buyurdu.

Görevi, sadece ve sadece sorgusuz sualsiz Allah’ın emirlerini yerine getirmek olan ve Allah’ın kendilerine bildirdikleri bilgiler dışında gelecek ile ilgili hiçbir şey bilmeyen bu meleklerin Allah’a böyle bir soruyu nasıl sorduğuna ve insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkartacağını nasıl bildikleri kısmına hiç girmeyeceğim çünkü bu  mantıksızlıkla ilgili detayları her yerde zaten bulabilirsiniz.  Beni ilgilendiren başka konular ve sorular var:
  • Sadece Samanyolu galaksisi içinde, bizim güneş sistemimiz gibi milyarlarca yıldız sitemi var. Dahası, evrende Samanyolu galaksisi  gibi milyarlardan daha fazla sayıda galaksi var. Mutlaka bizim gezegenimiz dışında da hiç yoksa milyarlarca yaşanılır gezegen ve o gezegenlerin içinde insan ya da insan benzeri zeki canlılar vardır. 
  • Melekler, yeryüzü derken, sadece dünya gezegeninden  mi  bahsediyor?
  • Diğer gezegenlerdeki zeki canlılar, bir birleri ile hiç savaşmamışlar mı acaba?
  • Kâinatı yarattığı düşünülen ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sadece dünya gezegeninde yarattığı zeki canlılara mı din ve kitap gönderdi?
  • Eğer o gezegenlere de din ve kitap gönderdi ise melekler her seferinde o gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlı türü için her gezegene yönelik Allah ile aynı tartışmayı mı yaptılar? Yani bir birinin aynı olan milyarlarca tartışma.
  • Yoksa adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu zamana kadar yarattığı bütün gezegenler içinde bir birini boğazlama ve bir biri ile savaşma özelliği olarak yani yeryüzünde(yarattığı gezegende) kan dökebilecek sadece ya da ilk olarak insanoğlunu mu yani  Dünya gezegeni  canlısını mı yarattı?
  • Ayetlere bakacak olursak Bakara 30 uncu ayetteki “halife” kelimesini belki bütün gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlılara yorabilirsiniz fakat aynı ayetin devamı olan Bakara 31, 32, 33 te anlaşılıyor ki Âdem olarak tarif edilen bu halife, bizzat bizim yeryüzümüzün halifesi.  
  • Müslümanlar, Kur’an’ın bu bilgisini akıllarında tutsunlar, ileriki yıllarda olur da başka gezegenlerdeki varlıklarla tanışırsak ilk olarak Müslüman halkın sorması gereken her halde, Allah size de din gönderdi mi? Siz de bir birinizle savaştınız mı? Sizin Allah’ınız ya da inandığınız Tanrıya hangi ismi veriyor iseniz, o Tanrınız sizler için melekleri ile tartışmaya girdi mi? Şeytan size de uğruyor mu?
  • Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, cennet ve cehennemi sadece dünya insanının gideceği bir yer olarak mı yarattı? Çünkü Kur’an’ı Kerim’de, kıyametten sonra yani öldükten sonra gidilecek cennet ve cehennem diyarı dışında başka bir boyut kavramı yok. Eğer bu cennet ve cehennem diyarı, Kâinatta var olması hesaplanan ve sayılarla bile ifade edilemeyen milyarlarca yaşanılır gezegen içindeki zeki canlılarla ortak olarak kullanılacak bir mekân ise Adem babamız ile Havva anamız, cennetten kovulan tek ya da ilk zeki tür olması nedeni ile çok büyük bir ayıp etmişler. Bir insan olarak onların soyundan geldiğim için çok utanıyorum.
  • Durun durun  ya! Niye aklıma gelmedi şimdi? Tabi yaaaaa! “Kur’an’ı Kerim, sadece ve sadece Dünya insanları için gönderilmiş bir kitap ve doğal olarak da dünyadaki insanları ilgilendiren bilgiler var içinde. Diğer gezegenlerde yaşama olasılığı olan canlılar için tabi ki farklı kutsal kitaplar göndermiştir Yaratıcı. Onlar için de günah, sevap farklıdır. Belki onların cenneti ve cehennemi de farklıdır.” Hımmmmmm…! Bilim kurgu filmlere ve doğal olarak bilim kurgu düşüncelere, hayallere bayılıyorum. Zaman biraz ilerlemiş olduğunda bizim türümüzle, yabancı bir yıldız sitemine ait bir tür,  uzayın ortak bir noktasında cinsel birliktelik(evlilik ya da benzeri işte) kurduğunda o uzayda doğacak olan ortak çocuklar hangi kitaba ya da ne bileyim, hangi cennete cehenneme tabi olacak? O farklı gezegene de kutsal kitap ya da kitaplar gönderilmişse hangisinin hak olduğu nereden bilinecek? Ya inanmıyorum yaaaa! Kâinatın yaratıcısı olan ve adının Allah olduğuna inanılan koskoca İlâh böyle bir ayrıntıyı atlamış olamaz ya. Yahudi ve Hıristiyanlarla evlilik, savaş,  esir alma gibi konuları anlatıp da başka gezegene ait olan varlıklara takınacağımız tutum ile ilgili bir şeyler göndermiş olmalı. Öbür gezegenlerde yarattığı zeki tür ile dünya gezegeninde yarattığı zeki türlerin nasıl iletişim içinde olmaları gerektiği, onlarla dost olmalı mıyız yoksa düşman mı olmalıyız  ile ilgili kutsal kitabına gerekli bilgiler eklemeyi unutmuş olamaz. 
  • Hatta adının Allah olduğuna inanılan bu İlâh, eğer başka gezegenlere de, yani yakın zamanlarda tanışma olasılığımız olan farklı gezegen canlıları ile tanışabileceğimizi ya da karşılaşabileceğimizi hesaplayıp, onlar arasına gönderdiği dini tanıyabilmemiz için bize bir bilgi göndermesi gerekmez miydi? Ne bileyim ortak bir işaret, sembol gibi bir şey. Ben olsam böyle yapardım.
  • Aklıma takılan bir düşünce daha var ki o da, insan vücudunun ileriki dönemlerde uğrayacağı değişimler… Çeşitli nedenlerden dolayı uzay boşluğunda yani, uzayda oluşturulacak uzay istasyonlarında yaşayacak insan kolonileri kurulacak fakat bu kolonilerin kurulması için insan bedeninin genetik olarak değişime uğraması gerekiyor. Ayrıca farklı yaşam koşullarında olan ve yaşamaya daha yakın olan bazı gezegenlerde de insan kolonileri kurulması için insan genetiği ile yine ileri düzeyde oynanması gerekiyor ki o gezegen atmosferine uyum sağlayabilecek bir vücut yapısına sahip olunabilsin. Yani sizin anlayacağınız, bu genetik oynamalardan sonra ortaya çıkacak olan türe “insan” demek bir hayli uzak kalacak. “Farklı bir zeki tür” demek ve ona farklı bir isim bulmak daha yerinde olacak. Peki bu durumda bu farklı zeki tür, insan olmaktan çıkacağı için dini yükümlülüğü ne olacak? Çünkü sonuçta, Laboratuar ortamında üretilecek olan bu türler Adem ve Havva olan türden tamamen ayrılıyor, kopuyor, onların dini durumu ne olacak?

Maddeleri yazarken geleceğe fazla daldım galiba. Toparlayarak devam edeyim. Kur’an’ı Kerim’i okuduğunuz zaman Kâinattaki tek zeki canlı türünü barındıran gezegen, dünya gezegeni. Allah, “yeryüzünde bir halife yaratacağım”  dediği zaman melekler karşı çıkmış. Bak sen şu işe! Peki diğer gezegenlerde yaratılacak olan ya da yaratılmış olan zeki canlılara ne olacak? Bu kadar devasa bir kâinatta, içinde yaşam olasılığı barındıran sadece şu an için milyarlardan daha fazla gezegen var iken tek zeki canlı türlerinin biz olduğumuza inanan yoktur herhalde. Üstelik zamanın sonsuzluğunu ele alacak olursak, şu zaman diliminde yaşanılırlıktan uzak gezegenlerin(Mars gezegeni gibi)  bundan milyon yıl önce yaşanılacak bir koordinatta olabileceğini hepimiz biliriz. Yani kâinatın ilk yaradılışından sonsuza kadar geçen bir süre içerisinde yani bütün zaman dilimleri içinde yaşama elverişli olan gezegenler içindeki bütün zeki canlı türlerini hesap edecek olursak karşımıza inanılmaz derecede devasa bir rakam çıkar ki, buna, kâinatın farklı yerlerindeki zaman kavramlarının(zaman akışının dünyamıza göre hızlı ya da yavaş olduğu bilgisini hesap edersek)saymak mümkün olmaz. Fakat bu devasa rakama rağmen yeryüzünde  fesat çıkaracak tek canlı türü Kur’an’a göre anlaşılan o ki sadece dünya gezegeninin sahipleri olan biz insanlarız! Yani asıl ayetimiz olan bakara suresinin devamında anlatılan “Âdem” soyu.  Ya da büyük ihtimal, yeryüzlerinde ilk fesat çıkartacak olan tür “Âdem”! Böyle bir tesadüf olabilir mi? Olması mümkün değil çünkü Allah katında zaman kavramı yoktur. İlâhiyatçılarımız, bu mantıksal soruya hemen çare üretmeye başlayacaklardır. Ben hemen onların yerine bu cevapları bulayım, yazık ya onları da boş yere zahmete sokmayayım.
  • Birincisi, her ne kadar Kur’an’ın verilerine göre Allah kendi katında melekleri ile  sadece bizim yeryüzümüz olan Dünya gezegenine dair olan şeyleri görüşüyormuş gibi bir intiba uyandırsa da, Allah diğer gezegenlerin yani diğer yeryüzlerinin zeki canlıları ile ilgili iş ve işlemlerini, melekleri ile o konulardaki görüşmelerini tabi ki de bizim kitabımıza yazamazdı. Dolayısıyla sadece bize ait olan bilgileri verdi Kur’an’ı Kerim’de.
  • İkincisi, Allah “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken aslında “halifeler” yaratacağım diyordu ama bu konuyu dünya gezegenine gönderdiği kutsal kitaba eklerken işin sadece bizi ilgilendiren boyutuna binaen bir halifeden yani Hz Âdem boyutundan bahsetti ki zaten ayetin devamında atamız olan Hz Âdem aleyhisselamdan bahsetmektedir.
  • Üçüncüsü, Hz Âdem, aslında kâinattaki bütün gezegenlerde yaşayacak olan zeki canlıların ilk atası yani ilk yaratılmış canlı  olabilir. Geçmişteki Âlimlerimiz de kâinat ile ilgili yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bu ayetleri sadece bizim gezegenimize yönelik açıklamış olabilirler. Bu ayetleri, zamanın değişen şartlarına göre tekrardan yorumlamak gerekir. Ne de olsa Kur’an’ı Kerim, evrensel bir kitaptır efendim.

Belki bu ayetler Annunakiler gibi insan ırkını laboratuar ortamında oluşturduklarına inanılan bir canlı türünün diyaloğundan değişime uğrayarak aktarılmıştır. İlkel halde ve kendilerine her söyleneni yapan ve henüz yeteri kadar evrimleşmemiş olan ilkel insanı, daha zeki ve kendi kendine karar verebilme yetisine sahip bir canlı haline dönüştürürken diğer bir taraftan yükselen itirazların yankılarıdır.

ALLAH BİLE PEYGAMBERİNE SALAT EDER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, Allah peygambere salat ediyor, Allah neden Muhammed'e salat eder, Muhammed'e salat, Bu nasıl Tanrı?, Kur'an'daki çelişkiler, islamiyet, Ahzab 56, Hz.Muhammed, Allah,

ALLAH BİLE PEYGAMBERİNE SALAT EDER


Ahzab 56: "Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun."

Hadis (Peygamberin sözü): "Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün."  Kaynaklar: (Tirmizi,  Daavat, 100; Ahmed b. Hanbel, II/254)

Peygamberin sözü: "Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir Müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Kaynak: (İbn Kesir, II/515)

Samimiyet denilen ve dünyanın her yerinde geçerli olan, kabul edilen ve tanınan  insan davranışının İslâmiyet’te önemi ve yeri nedir? Ahzab 56’da açıkça ve açıkça görülüyor ki Muhammed Peygamberi zorla bir anma ve onu ümmetine ya da Müslüman âlemindeki her kese zoraki bir sevdirme çabası var. Bu nasıl bir tutum? Allah’ın ve Meleklerin Peygambere sâlât etmesinin saçmalığını bir kenara koyalım, o da apayrı bir konu. Hem hadisler hem de yukarıdaki ayet göz önüne alındığında Allah ne yapmaya çalışıyor? Bir kimseyi zoraki olarak anmanın ya da andırmaya çalışmanın gayreti nedir? Ayette deseydi ki: “Vefalı ve ince ruhlu kullarım, benim dinimi tebliğ eden Peygamberi içten anar ve ona selâm gönderirler, ne güzel mümindir onlar” dese, üzerine söyleyecek hiçbir sözüm olmayacağı gibi “tam da bir İlâha yakışır incelikte bir cümle” derdim  ve tek bir kelimesini bile eleştirmeye lüzum görmezdim. Kulunun kendisine tapınmak için bir sürü ibadeti zorunlu kılan adının Allah olduğuna inanılan İlâh bir de kalkıyor, “bana ibadetiniz, beni anmanız yetmeeeeeez, benim Peygamberimi de anacaksınız, ona da sâlât okuyacaksınız” diyor. Emir üzerine Peygamberine sâlât ve selâm okumayınca ne olur? Peygamberin nuru, öte alemde eksik mi kalır? Farz edin kul, yani Müslüman bu ayeti okuyunca emir üzerine Peygamberin adını anıp ona selâm gönderiyor ama içinden gelmiyor fakat yine de bu Müslüman, zoraki de olsa kendini zorlayıp Peygamberinin adını anmaya devam ediyor. Bu anma ve selâm yollama işini ağzından ses çıkartarak değil de içinden yani düşünsel olarak bile yapsa adam bunu mecburiyetten yapıyor, ayetteki emir üzerine. Bu adamın bu selâmı gönderişinin samimiyeti konusunda ne söyleyebiliriz?

İçinden geldiği için yapmıyor hatta zorlanıyor. Emir üzerine, yapmak zorunda kalıyor. Namaz, hac gibi vazifeler de Allah’a yapılması gereken ibadetler. Kur’an’da bazı müminlerin içinden gelerek ve kalbi titreyerek namaz kıldığını ve o namazların en güzel ve en kabul olunan  namaz  olduğu yönünde hem ayetler hem de hadisler var. Bunun mantığını biraz düşünelim. Namaz kılıyorum ama zoraki kılıyorum kardeşim. İçimden geldiği için değil, zorunlu olduğu için. Namaz kılarken kalbim Allah’a karşı pır pır edip titremiyor, ne yapayım? Zoraki olarak bunu samimiyete, içtenliğe dayandırmaya mı çalışayım? Kendimi zorlayım mı? Bir erkek, bir kadını  zorla sevebilir mi? Bir  kadın bir erkeği zorla sevebilir mi? Bir kadın, hoşlanmadığı bir erkeğe yanaşmaz, onu sevmez ama insanlık gereği nezaketini bozmaz, kibar davranır. Allah kullarından ne istiyor? Müslümanların, kendisine ve Peygamberine karşı nazik olmalarını mı yoksa “Beni sev, Peygamberi mi de sev. Beni sevenler, benim katımda apayrı, sevmeyenler ise sevmeye çalışsın, bunun için çaba göstersin, uğraşsın.” KULLARINDAN İLGİ, SEVGİ VE SAMİMİYET DİLENEN BİR İLÂH!

Bir kadın kocasını sevemiyor ve günün birinde kocasına ve yakın birkaç kişiye bu durumu anlatıyor. Gururdan ve Onurdan eksik olan koca kükrüyor “sen nasıl olur da beni sevmezsin be kadın?”, arkadaşları ve anne babası da bu durumda kadını suçluyor  “o senin kocan, niye sevmiyorsun, çaba sarf et seversin hem sevsen deeee, sevmesen deeeee o adamla ömür boyu evlisin, boşanma moşanma yok unut. Kocanı sevmek içinden gelmiyorsa bile içinden geliyormuş gibi, seviyormuş gibi yapacaksın.”. Kadıncağız, boşanamayacağı adama karşı ne yapacağını şaşırır ve sonunda seviyormuş gibi davranmaya başlar. Adam eve gelince “hoş geldin” der. “Akşam sana hangi yemeği yapayım” diye sorar. Kocasına zoraki olarak “seni çok seviyorum” der. Der ama evde huzursuzluk çıkmasın diye der. Öyle icap ettiği için yoksa adamı sevdiği için değil. Koca da, “hah, hanım beni sevmeye başladı, hali hareketi davranışı değişti, düzeldi”   der ve yaşantısına kasıla kasıla devam eder.

Allah’ı ve Peygamberi zoraki olarak seveceksin. Sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapıp iki de bir isimlerini anacaksın, Namazını kılacaksın, buyruklarını yerine getireceksin. Müslümanlıktan çıkmak felan yok, unut. Hem Müslüman olacaksın hem de Allah’ı ve Peygamberi seveceksin, sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapacaksın yoksa cehennemi boylarsın ya da Allah’ı ve Peygamberi içinden gelerek  seven kulların aldığı ödülden çok daha azını  alırsın. O yüzden ne yap yap, sev, sevmeye çalış. Ha sen eğer “sevemiyorum” diyorsan o zaman düşünelim düşünelim… Ne olabilir? Neden sevemiyorsun? Buldum!
  • Allah’ü Teala muhtemelen senin kalbini, kulaklarını mühürledi ya da
  • Sen asi ruhlu, dinine imanına karşı gelen ya da ne bileyim doğuştan gelen bir özellikle Müslümanlığa uygun bir adam değilsin veya
  • Cehennemliksin. Hani şu insanların büyük kısmı cehennem için yaratılmış ya! Ya da cehhem, insanlar için yaratılmış! Yani kaderinde cehenneme girmek yazıyor.
  • Allah’ı ve Peygamberi sevmek ve isimlerini anmak istemiyorsun. Eğer ister isen mutlaka içinden gelir ve severek yaparsın.
Peki o zaman istemek nedir? İnsanın içinden gelen bir şey mi yoksa birilerinin sana verdiği emri yerine getirmek için istiyormuş gibi davranman ve zaman içinde bu davranışı alışkanlığa dönüştürmen mi?