HABERLER
Dini Haber

İSLAM’DA SÜT KARDEŞLİĞİ

Yazan: Pante
PT, din, islamiyet, İslam'da süt kardeşliği, Süt kardeşlerin evliliği, Süt anne, Hammurabi kanunları, Hammurabi emzirme kanunu, Kayıp emzirme ayetleri, Muhammed'in emzirme emri,

İSLAM’DA SÜT KARDEŞLİĞİ


İslâm’da evlenme engeli taşıması bakımından “doğurmak” ile “süt vermek” arasında hiçbir fark yoktur. Süt anne ile evlenmek haram olduğu gibi, süt kardeşlerle evlenmek de haramdır. İslam’da süt evliliklerindeki yasağın formülü şudur: “Emenin emzirene nefsi haramdır, emzirenin emene nesli haramdır.” Sütün miktarı kimi İslamcılara göre 1 damla da olsa kural geçerlidir. Kimilerine göre ise midesine inecek ölçüdedir. Kur’ân, kendisiyle evlenilmesi haram kılınan kadınlar arasında, “süt anneleri ve süt kız kardeşleri” de sayar.

Nisa-23: Size şunlarla evlenmek haram kılındı: Analarınız, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren süt anneleriniz, süt kız kardeşleriniz, karılarınızın anneleri, kendileriyle zifafa girdiğiniz karılarınızdan olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız, -eğer anneleri ile zifafa girmemişseniz onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur- öz oğullarınızın karıları, iki kız kardeşi (nikâh altında) bir araya getirmeniz. Ancak geçenler (önceden yapılan bu tür evlilikler) başka. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.

Hadislerde ise “Süt emmek, soy bağının haram kıldığı her şeyi haram kılar” denmiştir.

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: “Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Siz niye bizi bırakıp da Kureyş’e rağbet gösteriyorsunuz?”  demiştim. Bana:
“Yanınızda rağbet göstereceğim bir (kadın) var mı?” dedi. Ben:
“Elbette Hamza’nın kızı var!” dedim. Bunun üzerine:
"O bana helal olmaz. Çünkü o, benim süt  kardeşimin kızıdır”  buyurdular."
[Müslim,  Rada 11, (1446); Nesâî, Nikah 50, (6 , 99).]

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Kur’an  olarak inenler meyanında “Malum on emme ile haram sabit olur” ayeti de vardı. Sonra (Rab Teala) onları, malum beş emme ile neshetti. Bu (beş emme) ayetleri, Kur’an’ın okunan ayetleri arasında iken Aleyhissalâtu vesselâm vefat etti.”
[Müslim, Rada 24, (1452); Muvatta, Rada 17, (2, 608); Ebu Davud, Nikah 11, (2062); Tirmizî, Rada 3, (1150); Nesaî, Nikah 51, (6, 100).]

Ukbe İbnu’l-Haris (radıyallahu anh)’in anlattığına göre, “Ukbe, Ebu İhab İbnu Aziz’in kızı [Ümmü Yahya] ile evlenmişti. Kendisine [siyah] bir kadın gelerek:
“Ben Ukbe’yi ve onun evlendiği kızı emzirmiştim!” dedi. Ukbe kadına:
“Ben senin onu (gerçekten) emzirdiğini bilmiyorum. Bana (daha önce) söylemedin de!” dedi. [Ebu İhab ailesine gidip  sordu. Onlar bilmediklerini söylediler. Ukbe bunun üzerine] bineğine atlayarak Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı görmek üzere Medine’ye gitti. Aleyhissalâtu vesselâm:

“(Süt kardeşi olduğunuz) söylendikten sonra  nasıl beraberliğiniz devam eder? [Onu derhal bırak!]” buyurdular. Ukbe hemen hanımından ayrıldı. Kadın da başka  koca ile nikah yaptı.”
[Buharî, Şehadat 4, 13, 14, İlm 26, Büyu 3, Nikah 23; Tirmizî, Rada 4, (1151); Ebu Davud, Akdiye 18, (3603, 3604); Nesâî, Nikah 57, (6, 109).]

İmam Malik’in Muvatta adlı kitabında yazılan rivayete göre;   (Peygamberin ölümünden sonra) Ayşe, erkekleri kız kardeşi Ümmü Kulsum’a ve erkek kardeşinin kızlarına gönderir, onlardan süt emzirir, böylece Ümmül Müminin Ayşe, onlarla hicapsız olarak görüşmeyi kendine helal bilirdi. Çünkü Ayşe’nin içtihadına göre bu erkekler artık ona mahrem oluyorlardı!

îbn Şihab’a büyüğün emmesinin hükmü sorulunca, bu hususta, Urve b. Zübeyr bana şunları haber verdi dedi: «Resûlul-lah’ın ashabından Bedir muharebesinde bulunan Ebû Huzeyfe b. Utbe b. Rabia, Resûlullah’ın Zeyd b. Harise’yi oğulluk edindiği gibi, azadlısı Salim’i oğulluk edinip evlendirdi. Onu oğlu gibi görü­yordu. Kardeşi Velid'in kızı Fatıma ile evlendirdi. Fatıma

Kureyş’in en güzide genç kızlarından olup ilk hicret edenlerdendi. Allah Teâlâ, Zeyd b. Harise hakkında: «Onları (oğulluklarını­zı) babalarının adiyle çağırın. Bu, Allah indinde daha doğrudur. Eğer babalarını bilmiyorsanız onlar dinde kar­deşleriniz ve dostlarınızdır.» Ahzab-5 âyetini indirince bu oğulluklar babalarına verildi. Babaları bilinmiyorsa, velilerine verildi. O sı­rada Ebû Huzeyfe’nin hanımı Amir b. Lüey kabilesine mensup olan Süheyl’kızı Sehle Resûlullah’a gelerek:

Ey Allah’ın Peygamberi, Biz Sâlim’i çocuğumuz gibi görü­yorduk. Yanımıza serbestçe girip çıkıyordu. Benim başım açık oluyor. Evimizde yalnız bir oda var. Salim hakkında ne buyurur­sun? Yanımızda kalabilir mi?» deyince, Resûlullah (s.a.v.):
Onu beş defa emzir süt oğlun olur.» (Yanına girip çık­ması caiz olur.) buyurdu. Sehle dediği gibi yaptı. Böylece Salimi süt oğul sayardı. Hz. Aişe de yanına girmesini arzu ettiği kimseye bu hükmü uygulardı. Kız kardeşi Ümmü Gülsüm ve erkek kardeş­lerinin kızlarına, yanma almasını arzu ettiği erkekleri emzirme­lerini emrederdi. Ama Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) diğer ha­nımları bu emme ile hiç kimseyi yanlarına kabul etmezlerdi ve: «Hayır, Allah’a yemin ederiz ki Resûlullah’ın Sehle’ye emri sadece Sâlim’in emmesine mahsus bir ruhsattır. (Başkalarının bu hük­mü uygulamaları doğru olmaz.) Hayır, Allah’a yemin ederiz ki, bu emme ile hiç bir kimse yanımıza giremez.» derlerdi.

Ibn Abdilber der ki: Bu, müsnede (yani mevsul türüne) giren bir hadistir.   (…) •Sehle’nin Sâlim’i emzirmesi, memesinden süt sağıp Sâlim’e içirmesi ile ol­muştur. Yoksa yabancı bir erkeğin yabancı bir kadının memesini emmesi şöyle dursun, dokunması, hatta bakması bile caiz değildir. Bu hadisle, Hz. Aişe’nin amel ettiğini, Resûlullah’ın diğer hanımlarının amel etmedikleri­ni, bunu Resûlullah’ın Sâlim’e mahsus bir hükmü kabul ettiklerini görüyo­ruz.

Bakalım süt kardeşliği konusunda Cübbeli hoca ne demiş:
Akraba evliliğinden doğan sakatlıkları, hastalıkları reddediyor, süte bağlıyor. Vah ki vah!

Eski Toplumlarda Süt kardeşliği

Hammurabi Kanunları

Madde-194. Bir adam çocuğuna bir sütanne tutar da eğer çocuk onun ellerinde ölürse;
Ve sütanne, anne ve babaya haber vermeksizin başka bir çocuğu emzirirse;
Onlar, süt anne’yi haber vermeksizin başka bir çocuğu emzirmekle suçlayabilirler ve onun memeleri kesilir.

Süt kardeşle evlilik yasağı eski toplumlara, Sümerlere kadar gider. Tevrat’ta da sütanne, sütnine geçer ama süt kardeşliği yasağı yoktur. Araplara bu adetin eski toplumlardan geçip geçmediği belirsiz. Belki Nebatilerden itibaren gelen bir adet olabilir ama buna dair bir bilgiye sahip değiliz.

Sümerlerde ise yasağın boyutlarını tam olarak bilemiyoruz. Neden başka bir çocuğu izin almadan emzirmenin cezalandırıldığını ve çocuğun ölümünün bununla ilgisinin ne olduğu anlamamız mümkün değil. Ama şunu söyleyebiliriz:

Kanun metninde çocuk öldüğü için süt anne cezalandırılmıyor. O anne-babanın iznini almadan başka bir çocuğu emzirdiği için memeleri kesiliyor. Çocuk elinde öldüğü için kadına başka çocuk emzirmek yasaklanmış, bir anlamda kadın lanetlenmiş gibi görülüyor. Kadının affı ancak ölen çocuğun anne babasının elinde. Onlar izin vermeden başka bir çocuğu emzirmesi mümkün değil.

Kanundan ayrı olarak Sümer toplumunda bir süt kardeşliği, süt akrabalığı adeti olabilir. Ve bunlar arasında evlilik yasağı da olabilir. Nasıl ki erkek sünneti Kur’an’da sünnet emri olmamasına, sünnetten bahsetmemesine rağmen sanki İslam’ın en başta gelen farzlarından biriymiş gibi uygulanıyorsa, böyle bir adet de eski toplumlarda var olabilir.

Kur'an'da sadece süt anne ile ve süt kardeşlerle evlilik yasaklanmışken, hadislerle yasağın genişletilmesi, hatta neslini bile kapsayacak şekle getirilmesi anlaşılır gibi değildir. Bunun sebebi genelde sütün kana geçtiği ve kan hısımlığını etkilediği şekliyle açıklanır. Benim düşüncem; süt ile meni arasında bir bağ kurulmuş olabileceğidir. Tarık 7 ayetinde meninin kaburga ile bel kemiği arasından çıktığının yazılması, sütün de aynı bölgeden çıkmasıyla ilişkilendirilmiş olabilir. Tabi meninin kaburga ve bel kemiği arasından çıktığı iddiası bilim dışı olduğuna göre böyle bir ilişkilendirme de saçma olacaktır.

Tabi asıl saçma olan; günümüz İslamcılarının bırakalım ayeti, hala hadislerdeki zırvaları savunuyor olabilmeleridir.
1 yaşındaki çocuğun bile evlendirilebileceğini söyleyenler; süt kardeş neslinin birbiriyle evlenemeyeceğine inanabiliyor ve savunabiliyor. Akraba evliliğini normal görüyor ama süt emzirilmişlerin evliliğini haram buluyor.
İşte din ve dini inanç böyle bir şey!

ESMAÜ'L HÜSNA GERÇEĞİ

Yazan: Pante
din, islamiyet,Esmaü'l Hüsna, Allah'ın 99 ismi, 99 isim, Allah'ın putperest isimleri, İslamiyet ve putperestlik, Muhammed'in 99 ismi, Rahman, Esmaül Hüsna hadis,

ESMAÜ'L HÜSNA GERÇEĞİ


Araf 180: En güzel isimler Allah’ındır; öyleyse O’nu onlarla çağırın. O’nun isimlerini tahrif edenleri bırakın; yaptıklarının cezasını çekeceklerdir.

Kur’an’da Allah’ın en güzel isimlere sahip olduğunu yazar.
Ama ne 99 isim der ne de isimleri hakkında bilgi verir.

İsra 110: De ki: “İster Allah deyin, ister Rahman deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler O’nundur.”

Sadece “Rahman” ismini belirtir. Buna besmeledeki “Rahim” i de katabiliriz.
Diğerlerinin tümü sıfattır. İhlas suresindekiler de dahil.

Ama İslamcılar Esmaü'l Hüsna’yı sanki vahiy almış gibi 99 isim olarak listeler ve her birini özenle tanımlarlar. Üstelik bu isimleri ezbere sayabilenleri cennetlik ilan ederler.

İbn Kesir, tefsirinde, Buhâri ve Müslim’in Ebû Hureyre’den naklettikleri bir hadiste şöyle rivâyet ediliyor:
"Yüce Allah’ın bir eksiğiyle yüz ismi vardır. Kim onları sayarsa cennete girer. O tektir, tek ‘i sever." [Buhârî, Deavât 68]

Tirmizî ve İbn Mâce’de geçen bir hadiste bu 99 isim teker teker sayılmıştır.
Bazı İslamcılar bu isimlerin daha fazla olduğunu iddia eder. Allah’ın aslında 1001 ismi olduğu ama peygamberin bildirdiği 99 ismin kullanılması gerektiğini söylerler.

Bunların hiçbiri doğru değildir. Kur’an’da Allah’la ilgili 200’den fazla isim, sıfat ve isim tamlaması vardır. İlginç bir sayı olsun diye 99’u seçilerek “Allah’ın isimleri” diye uydurulmuştur. Aynı Kur’an’da 6236 olan ayet sayısının 6666 ayet diye yutturulması gibi.
[Bkz. İsmail Karagöz, Esma-i hüsna, DİB]

Bu 99 ismin bazıları şunlar:
Selâm | Vekîl | Mümît | Şekûr | Bârî
Veliyy | Kâbıd | Vâlî | Basîr | Câmî
Hâfıd | Ganîyy | Râfî | Mânî | Muzil
Hâdî | Hakem | Bedî | Hakîm | Vâris
Latîf | Reşid | Hafîz | Sabûr | Rakîb
Dâr | Vâsî | Nâfi | Şehîd | Afüvv

Sadece 30 ismi seçtim ve bu isimler hiç güzel olmadığı gibi  saçma da üstelik.
Bu saçmalığı, anlamını açıklarken kamufle etmeye çalışmışlar.
Birçok isim de benzer anlama geliyor.
Ayrıca dikkatimi çeken bu isimlerin birçoğunun insan ismi olması.
Sahabelerin içinde Allah’la aynı isme ortak olan birçok insan var.
Bu sahabelerin isimleri İslam öncesi de aynıydı. Yani putperestken de bu isimdeydiler.
Müslüman olunca isim değiştirmiş değiller.
Örneğin Allah’ın hakem ismine Ebu Cehil de ortak. Çünkü asıl adı Ebu Hakem idi.

Bu isimlerin anlamları ayetlerle de çelişmekte. Örneğin Halim isminin anlamı; “cezalandırmakta aceleci olmayan” demektir. Oysa Kur’an’da Allah’ın cezaları çabuk verdiği yazılmıştır.
En'am 165: "Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır."

Bir başka dikkati çeken nokta ise Allah’ın isimlerinin erkek ismi olması. Örneğin Aziz, Mümin, Melik, Rahim, Halim, Kerim, Hafız, Latif, Hasib, Vahid, Macid, Kadir, Adil gibi. Kadınlar bu isimleri alırken bilindiği gibi sonuna -e eki alır: Azize, Mümine, Melike, Rahime, Halime, Kerime, Hafize, Latife, Hasibe, Vahide, Macide, Kadriye, Adile gibi..

Muhammed isimler üzerinde çok dururdu. Hanımlarının ve ashabından bazılarının ismini değiştirmiştir.
Aynı zamanda lakapçıdır da. Hoşlanmadığı insanlara lakap takar ve gerçek ismiyle değil, lakaplarıyla söz ederdi.
Allah’a isimleri de Muhammed mi taktı, yoksa başkaları mı uydurdu bilemiyoruz.
Ama Müslümanların çoğu bu isimlere inanır. Esmaü'l Hüsna hakkında methiyeler, şiirler yazılır.
Hat sanatıyla yapılmış süslemeli Esmaü'l Hüsna'lar evlere, işyerlerine asılır.
Hatta Esmaü'l Hüsna’dan dahi mucize çıkarılmaya çalışılır. Üzerinde Ebced ve 19 hesapları yapılır.

Peygamberin Esmaül hüsnası:

Muhammed’in de kendine ait Esma'ül Hüsna'sı var. O da 99 isim.

İmam Kastalani’nin Mevâhib-i Ledünniye adlı kitabında geçen 301 isminden 99’u seçilmiş.

Allah’ın isimleriyle aynı olanlar:
Adil, Alim, Aziz, Cebbar, Ganiyy, Fettah, Hadi, Hafız, Kayyum, Kerim, Macid, Metin, Nur, Rafi, Rahim, Reşid, Sabûr, Malik, Selam

Bunlar benim tespit ettiklerim. Belki fazlası da vardır. Bu da putlaştırmanın bir parçası.

Ne hikmetse Allah’ın isimleri arasında Tevrat, İncil ve Zebur’da geçenler yok.
Hepsi Arap ismi.
Müslüman ismi diye de ayrı bir aldatmaca var.
Din değiştirip de Müslüman olanlara Arap ismini dayatırlar, Müslüman ismi diyerek.
Hatta öz Türkçe isim koyanları dahi eleştirirler, *”Müslüman ismi koyun” diye telkin içindedirler.
Arap milliyetçiliğinin dayatmasıdır bu, din kisvesi altında.
Sanki İslam’ın bir şartı gibidir, ismini değiştirmese Müslüman olarak kabul edilmez.

İslamcılara göre Allah’a Esmaü'l Hüsna dışında bir isim kullanmak caiz değildir. Tanrı, God, Mevla, Hüda, Çalap, Yaratan vb. isimler Allah için kullanılamaz.  Günlük dilde veya pagan dinlerin ilahları için kullanılabilirse de ibadet ve duada kullanımı kabul görmez.

Halbuki Esmaü'l Hüsna’da yer almadığı halde ayetlerde Mevla, Rab, Ekrem, Nasır, Galip isimleri Allah ismi yerine kullanılmıştır.
Allah isminin özel isim olduğu da ayrı bir yalandır.
Bir kaç tane Tanrı olsaydı, “Allah” özel isim olabilirdi. Madem ki tek bir Tanrı var, o halde onun özel ismi olmaz.
Tek Tanrı inancı dünyanın her ülkesinde hangi isimle anılıyorsa, Tanrıya insanlar kendi dillerinde ne diyorlarsa odur.
İlla “Allah” diyeceksiniz diye dayatılamaz.
“God” diyorsa God’dır, Tanrı ya da Tengri diyorsa, Manitu diyorsa odur.
Aksi takdirde dayatılan Allah’ı farklı bir Tanrı olarak algılarlar ve soğuk bakarlar.Nitekim Kur’an çevirilerinde ya da yabancı dile çevrilen yayınlarda bu sorunla karşılaşıldığından Allah değil God tercih edilmektedir.

Tabi bizim ülkemiz ve insanlarımız asırlarca Arap kültür emperyalizminin boyunduruğu altında kaldığından ve dilimiz Arapça istilasına uğratıldığından tersi durum söz konusudur.
Halk arasında “Tanrı”dendiğinde garipsenmektedir.
Ancak temiz kalansa “Tanrı” dır. “Allah” dejenere edilmiştir. Her lafa, her duruma sokulmuştur.
Allahısmarladık, Allah allah, Allahını seversen, Allah aşkına, Allahçılar-Allahsızlar, Ya allah, yallah, Üfff Allaaah!, Allah allah allah allah bu nasıl sevmek, Senin Allahını ….. gibi..
Ama Tanrı ciddiyetini korumuş bir kelimedir ve kökeninde putperestlik de yoktur.

Esmaü'l Hüsna’daki isimlerden sadece Rahman ismi çocuklara takılmaz, insan ismi olarak kullanılmaz.

Rab, Rahman ve Allah kelimeleri direk Tanrı’yı çağrıştırdığından isim olarak tek başına verilmemesi doğaldır.  Aslında Esmaü'l Hüsna’daki diğer isimlerinde kullanılması Muhammed tarafından engellenmeye çalışılmışsa da, birçoğu zaten kullanılan insan ismi olduğundan ve baba-dede isimlerinin takılması bir adet olduğundan önlenememiştir.
Kendi zamanında Allah’a ait sıfatlardan oluşan isimleri yasaklamış, bir çok insanın ismini değiştirmiştir.

Örneğin Esmaü'l Hüsna’daki (Berr) Berre ismi cömert, bağışlayan anlamına geldiği için 2 eşinin ismini Cüveyriye ve Zeynep, yine eşlerinden Ümmü Seleme’nin kızı Berre’nin ismini de Zeynep olarak değiştirmiş. [Müslim, Edeb: 16, (2140); Buhârî Edeb: 108; Müslim, Edeb: 17, (2141); İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi]

Yine Asiye, Hazn, Afira, Yesar, Rebah, Necih, Aziz, Asram, Atele, Habbab, Gurab, Hakem, Harb, Şihab isimleri de yasakladığı isimlerdendir ki Aziz ve Hakem ismi de Esmaü'l Hüsna’dadır.

Esmaü'l Hüsna’da olmayan bir Allah ismi olan Yezdan ise Mecusilerin, eski İranlıların iyilik-hayır tanrısıdır. Bu isim mehter marşına kadar girmiştir: “Kur’anda zafer vaat ediyor, hazret-i Yezdan!” şeklinde.

“Rahman” konusuna kısaca değinmekte yarar var. İslam öncesi Arabistan’da “Rahman” Kureyş’in kullandığı bir isim değildi. Güney Arabistan’da kullanılan tanrı ismiydi. Kuzeyde ise Allah kullanılırdı. 19. yüzyılda  bu bölgede bulunan  Himyeri krallığına ait tabletlerde, kitabelerde “Rahman” ismine rastlanmıştır. Himyeri kitabeleri British Museum’da sergilenmektedir.

Yemameli Müslim, İslam’daki adıyla Müseylimetül kezzab da Rahman’a inananlardı. Kur’an’ın ilk sureleri de Rahman ağırlıklıdır. Mekki ayetlerde 55-56 kez Rahman geçerken, Medeni ayetlerde sadece 1 kez Rahman geçer.  Bu da İslam’ın kuruluşunda tanrı ismindeki 23,5 yıllık isim evrimini gösteriyor. Sonunda üstün gelen kuzeylilerin yani Kureyş putperestlerinin kullandığı isim olmuştur.

DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ (DİYARBAKIRLI)



DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ
['Diyarbakırlı' takma adlı takipçimin hikayesi]


Sayfanızda sürekli yayınlanan itiraflardan veya hayat hikayelerinden sonra bende bir şeyler paylaşmak istedim. Dinlerdiklerim, anlatacaklarıma çok benziyor. Belki asıl paylaşma isteğimin sebebi de bu. Yakın hissetmem.

93'lüyüm. Diyarbakırlıyım. Evet kürdüm. Kürtlük ne alaka derseniz; sebebi meselenin kültürler ile alakalı olmadığı. Şaka şaka. Aslında tüm mesele kültürle; doğduğun yerle, ailenle, çevrenle alakalı. İnternet denen şey olmasa bugünkü ben olamazdım.

Neyse diğer hikayelere benzer hikayeme başlayayım ve en sonunda asıl önemli olan görüşlerime geçeyim. Din ile ilk  ve en önemli  hikayem 6.sınıfta yıllık ödev ile alakalı. Din hocamız bize sureleri ezberletirdi. Ezberim aşırı zayıf olduğundan hep düşük alırdım sözlü ve sınavlardan. Karnemde tüm derslerim 5 iken din dersim 2 gelmişti. Bu sebeple yıllık ödev aldım dinden, notumu yükseltmek için. Babamda epey fırça atmıştı bu yüzden. Neyse hoca ödev olarak peygamberin hayatını verdi. Gerçekten bu ödevle alakalı çok çalışmıştım. İki farklı ansiklopediden ve birkaç kitaptan okuyup toparlayarak ödevi yapmıştım. Yaklaşık 30 sayfayı elle yazmıştım. Tabi çocukluk aklı din beni çok etkilemişti. Aile zoru olmadan namaza başlamış ve dahada araştırmaya öğrenmeye başlamıştım.
Liseyi şehir dışında okudum. ''Bu arada çok asosyal bir kişilik olduğumda il dışında yurtta okumak başta benim için bir kabustu.'' Neyse yurt ortamı farklı fikirler, düşünceler yani yepyeni bir dünya. Hayatımda en çok okuduğum araştırdığım dönemdir lise dönemim. Ama yine dinimde oldukça tutucu ve muhafazakardım. Hafta sonları cemaat evlerine gider, hafta içi de bol bol dini kitaplar okurdum. O zamanlar internet bugün kadar kolay ulaşılabilen bir şey değildi. Liseden memlekete geldiğimde babamla saatlerce yeni öğrendiğim şeyler hakkında tartışırdım. Hatta ilk kez Kürt olduğumu bu tartışmalardan öğrendim. Özellikle dini tartışmalarımız çok alevli geçerdi. Şimdi bu yazıyı yazarken o anlar aklıma geldi. Babam birçok konuda çok haklıymış. Neyse bir gün bu tartışma o kadar kızıştı ki babama 'sen inanmıyor musun diye sordum.' cevabı çok net 'İnanmıyorum.' olmuştu. Sonra susmuştuk. O gece Yatarken ağlamıştım Nasıl olur da inanmaz diye. Ama bu tartışmalar sorgulamanın, değişimin önemli mihenk taşlarından biri.

Bu tartışmaların birinde bana 'tanrıların arabaları' kitabından bahsetmişti. O kitabı okuduğumda beni çok etkilemişti. Gerçi kitaptaki çoğu şeyin yalan olduğunu bugün bilsem de yinede o kitaba saygım sonsuz. Bir kıvılcım çakmıştı.

Mekatronik müh. Elazığ'ı kazandım. Elazığ dönemi kıvılcımın yangına ve küle dönüşme dönemi diyebiliriz.  Hatta din dahil tüm sistemleri tüm hayatı sorguladığım dönem. Evet benim sorgulamam biraz geç oldu. Şu anda sorgulamam devam ediyor olsa da siyasi görüşlerim artık yok. Çünkü sorguladıklarımın Kürtlükle alakası yok. Elazığ ilk dönemler sabah namazını kaçırdığım için ağladığım dönemler iken 4. sınıfta ikin artık namaz kılmayan ve yıkılmak üzere olan bir enkaz gibi zayıf bir inanandım. Sebebi okumak.

Yaklaşık 2 yıl önce açıktan okuduğum adalet ile kpss ön lisanstan atandım ve memur olarak çalışıyorum. Bir memur ne kadar yoğun olsa da boş vakti oluyor. Masa başı iş, internet ve boş vakit... Üç zehir. Bol bol youtube ve dinden kopuş.

Size 'Celal Şengörü' , 'Karmati Armanı' , 'Kütüphane Görevlisini' , 'Denizin Ötesindeki Sesleri' vb. sayfaları ve kişileri anlatmayacağım. Kur'an'daki mantık hataları, adaletsizlik ve kana susamışlığı veya İslam tarihindeki vahşilikleri anlatmayacağım. Kendi öz fikrim olduğunu düşündüğüm bir yapıdan bahsetmeye çalışacağım.

Bence kuran çağına göre müthiş ve ilerici bir kitap. İslam öncesinden gelen inançların bir ticaret toplumunda harmanlanarak çöl kültürüne göre yorumlanması. İçerisinde iyiliğe, toplumsal eşitliğe, paylaşmaya, sadakat ve sevgiye ...vb. dair bir sürü hikayenin, geleneğin anlatıldığı bir kitap. Yukarıdaki erdemleri teşviki 'ödül ve ceza sistemi(cennet-cehennem)' üzerine bina edilen, sözlü ahlakın yazıya döküldüğü bir kitap. Günümüz bakışıyla çok canice, çıkarcı, yanlış görünse de bu bakış açısı yanlıştır. Birazcık tarihi araştıran, geçmiş dönem devletleri ve toplumlarını anlayan ve mantığını kavrayan kişi nasıl ve ne uğruna savaşların yapıldığı ne kadar çok insanların katledildiği, ne kadar çok haksızlık ve zalimliğin yapıldığını bilir. Bence çağına kıyasla İslam barışçıl bir din.
İlk olarak Kurana bakarken harfi harfine bakmak yanlıştır. Örneğin hırsızın eli kesilmeli. Canice fakat o zamanın şartlarında normal bir ceza. Bu duruma ceza sistemi olarak bakılmalı. El kesmek bugün uygulanamaz fakat hırsızda cezasını çekmeli. Ve bu ceza güzellikle olmasa da zorla bazı toplumsal kurallara uyulması gerektiğini topluma hatırlatmalıdır. Çıkarılması gereken bu.
İkincisi kurana bakarken kronolojiye ve o anki yaşanılan olaylara da bakılmalı. O ayetin nedenini çok daha iyi anlarsınız.

Üçüncüsü hadisler. Hadislerin hangi ortamlarda kimlerin, kimlerden etkilenerek yazdığı, nasıl korunduğu ... vs çok önemli. Çünkü asıl İslam anlayışının Emeviler ve Abbasiler döneminde yok edildiği fikrindeyim.

Yani sonuca gelirsek bence kuran müthiş bir kitap. Yazarı Muhammed'inde akıllı, güçlü karakterli ve çok iyi bir yazar yada çok iyi konuşan çevresini ikna eden biri olarak görüyorum.
Yani tüm sürece insani olarak bakıyorum. Tanrının bu işle alakası olduğunu düşünmüyorum. Zaten günümüz tarihi buluntuları, Arap kültürü, ticaret yolları, o zamanki tarihsel durum hakkında birçok kaynak olduğundan oluşan dini, içeriğini nereden aldığını, nasıl bu kadar hızlı yayıldığını anlayabiliyoruz.

Benin asıl beğenmediğim ve reddettiğim anlayış ödül ceza sistemi. Bugünkü modern toplumun ve tüm insanlığın en temel dayanaklarından olan ve çocukluktan aşılanarak gelen ödül ceza sistemi. Bir kişi iyiliği karşılık bekleyerek yapıyorsa (bu beklendi, cennet, toplumsal statü ve bakış, maddi kazanç...vb) bunun adına ben iyilik demiyorum. Bu ticarettir. İyilik sadece içsel huzur (bu bile bir tür çıkar sayılabilir cinsel haz gibi) için yapılabilir.

Sonsuzluk ve sonsuz hayat veya ateş anlayışı. Biz zavallı ilkel insanlar bile işkenceyle adam öldürmeyi, idamı, el ayak kesmeyi yasakladı. Ama sonsuz güçlü, erdemli tanrı insanı sonsuz ateşle korkutması komik.  Allah'ın tanımı, ne olduğu. Tanrı neden bu şekilde iletişime geçtiği... gibi içeriğe hiç girmeden de dinlerin insan ürünü olduğunu düşünenlerdenim.

Kadere inanırım. Fakat İslamın bahsettiği şekilde değil. İnsanın karakterini ve kişiliğini kapsamlı genetik araştırmalar ve aile toplum anlayışı, yapısını anlayarak anlayabiliriz. Son zamanlarda internet denen kavram girse de yinede kaderler tahmin edilebilir. Hiç kimsenin özgür iradeye sahip olduğunu düşünmüyorum. Biz sadece bize çizilen kaderi yaşıyoruz. Bize sunulan dinlerin bazılarına inanıyoruz bazılarını reddediyoruz. Bize anlatılan hikayelerin bazılarına inanıyoruz bazılarını reddediyoruz. Mesele sadece şu. Acaba benim dinim ne...

Güzel bir sayfa. Başarılarınızın devamını dilerim.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Diyarbakırlı

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

FAHRİ ALEMİN ADALETİNDEN BİR ÖRNEK

din,islamiyet, Fahri Alemin adaleti, Hz.Muhammed'e şeth eden kadın, Peygambere küfreden kadın, Ama'nın cariyesini öldürmesi, Muhammed hakkında kötü konuşan kadın,

FAHRİ ALEMİN ADALETİNDEN BİR ÖRNEK


Bir gün kör bir adam cariyesini bıçaklayıp öldürür. Kadın hamiledir ve karnındaki çocuk da ölmüştür. Katil, peygamber efendimizin huzuruna çıkarılır. Der ki: "Bu kadın bana inci gibi 2 oğlan verdi. Bana iyi davranırdı. Ama dün gece senin hakkında sövüp, kötü şeyler söyledi. Ben de öldürdüm." Adamın bir şahidi yoktu ama peygamber efendimiz "Şahid olun, o kadının kadı hederdir." dedi. Adama hiçbir ceza verilmedi.
[Kütüb-ü Sitte, Hadis no: 4208; Ebu Davud, Hudud 2]

Bu hadis, İslam’ın en güvenilir, en sağlam olarak nitelendirilen 6 büyük hadisçinin ortak hadislerinin toplandığı Kütübüsitte’den alınmıştır.

İslami açıdan açıklama:
Olay, kaynaklarda İbn Abbâs’tan şöyle anlatılmaktadır: Rasûlullah döneminde Ümmü veledi (cariyesi) olan bir âmâ adam vardı. (Bu adamın) bu kadından iki de oğlu vardı. Kadın, Hz. Peygamber’in aleyhinde çok konuşarak Rasûlullah’a küfrederdi. Sahibi olan âmâ, kadını bundan men ederdi. Ancak kadın onu bir türlü dinlemezdi.

Günlerden bir gün âmâ, geceleyin Rasûl-i Erkem’den bahsettiği sırada bu kadın, Hz. Peygamber hakkında yakışıksız şeyler söylemeye, Rasûlullah’a küfretmeye başladı. Bunun üzerine-defalarca uyarmasına rağmen bu hakarete dayanamayan amâ, hançer’i kadının karnına saplayarak öldürdü.

Buraya kadar kaynaklarda rivayet küçük farklılıklarda anlatılmaktadır. Olayın dağılmaması için rivayetleri kısaca belirttim. Rivayetlerin devamında olay şöyle devam ediyor:
Sabah olunca kadının ölüm haberi duyuldu. Bunun üzerine Hz. Peygamber, insanları bir araya toplayarak katîlin ortaya çıkmasını istedi. Bunun üzerine âmâ, Rasûlullah’ın huzuruna gelerek: “Ey Allah’ın Rasûlu! Ben, o kadının sahibiyim. Sana söver ve hakkında hoş olmayan sözler söylerdi. Ona bunu defalarca yasaklamama rağmen bundan vazgeçmezdi. Ondan inci tanesi gibi de iki oğlum var. Bana iyi davranırdı. Dün gece yine sana küfretmeye ve sana dil uzatmaya başladı. Ben de dayanamayarak hançeri alıp karnına saplayarak onu öldürdüm.” diyerek işin aslını detaylı bir şekilde ortaya koydu.

Âmâ’nın sözlerini pür dikkat dinleyen Rasûl-i Ekrem: “Dikkat edin! Şahit olun ki (o) kadının kanı hederdir. dedi.
”Hz. Ali’den aktarılan başka bir rivayette ise:  “Rasûlullah, kadının kanını batıl, heder saydı.” buyurarak âmâ’nın yaptığını işi tasvip etti" deniyor.

Onu öldürene herhangi bir ceza uygulamaması da bunu desteklemektedir. Burada anılan âmâ’nın kim olduğu noktasında şerhlerde herhangi bir bilgi yoktur.  Bu rivayetler, Hz. Peygamber’e küfreden kişi ve zümrelerin öldürülmesinin caiz olduğuna delildir. Bu noktada detaylı olarak mezheplerin görüşlerinin zikredilmesinin faydalı olacağını düşünüyorum.

Hattâbi, önceki hadisi detaylı bir şekilde izah etmiştir. Şimdi biz burada onun bu izahından bazı noktaları özetleyerek zikredeceğiz: Bu rivayetler, Hz. Peygamber’e küfreden kişinin kanının heder olduğunu beyan etmektedir. Çünkü Rasûlullah’a sövmek dinden çıkmaktır. Dinden çıkanın katlinin vacib olduğu konusunda ulemadan ihtilaf eden birisini bilmiyorum. Ama eğer küfreden zımmî ise onun hakkında ihtilaf edilmiştir.
Şöyle ki Mâlik b. Enes: “Yahûdi ve Hıristiyanlardan Rasûlullah’a küfreden kişiler öldürülür. Müslüman olan bundan istisnadır.” der.
İmam Şafiî ise: “Rasûlullah’a küfreden bir kafir ise öldürülür ve kendisinden zimmet kalkar.”diyerek Muhammed'e şetm eden kişinin öldürüleceğine hükmetmiştir.

Tabii buradaki Arapça kelime olan şetm etmenin Türkçe karşılığı küfretmek olsa da aynı zamanda hakkında iyi konuşmamak anlamına da gelen bir kelimedir. Örneğin "şu adam ne lanet biri" demek gibi.

Neyse devam edelim:
İmam Ebû Hanîfe ise: “Peygambere sövmekle kafir öldürülmez, onların içinde bulundukları şirk daha büyüktür.” diyerek İmam Mâlik ve İmam Şafiî’ye muhalefet etmiştir. Hanefilere göre bu tip insanlara ta’zir cezası verilir. Mezheplerin bu görüşlerinden Muhammed’e küfreden şahsın Müslüman veya kafir oluşuna göre hükmün değişeceği anlaşılmaktadır.

Kadı İyaz (İyaz ibn Musa)'dan nakledildiğine göre; Muhammed'e küfreden ya da ona kusur isnâd eden Müslümanlar öldürülür. Bu konuda ümmetin görüş birliği vardır. Fakihlerden bazısı Muhammed'e küfreden ve tövbe etmeyen bir Müslüman’ın öldürülmesi gerektiği konusunda ortak kabul olduğunu belirttikten sonra Mâlik b. Enes, Leys, Ahmed b. Hanbel, İshâk, Şafiî, Ebû Hanife, Küfe uleması ve Evzai’nin bu görüşte olduklarını söyler. Bu isimlerin ittifak ettiği bir meselede ihtilafı zikredilen birkaç kişinin sözüne elbette itibar edilmez. Ancak şuna işaret etmek gerekir:
İmam Ebu Hanife’ye göre Muhammed'e küfreden, kadın olursa öldürülmez. Çünkü ona göre mürted olan kadın öldürülmez. Ulemânın, Muhammed'e küfreden birisinin kafir olup öldürüleceği hükmüne varırken delilleri; kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Bu hükmün Kur’an’dan delilleri şunlardır:
"Allah ve Rasûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır." (Ahzab 57)
"...Allah’ın Peygamberini incitenlere can yakıcı azab vardır." (Tevbe 61)

Görüldüğü gibi buna benzer bütün ayetler Muhammed’i incitenlerin günahkâr olacağına delâlet etmektedir. Konuyu toparlayacak olursak: Dört Mezhep İmamından İmam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel’e göre Muhammed'e küfreden birisi pişmanlık duyup tövbe etse bile dinlenmez ve öldürülür.

İmam Azam Ebû Hanife ve İmam Şafii’ye göre ise tövbe ederse kabul edilir, öldürülmez. Bu görüşün delili de Mürted’de yapılan uygulamadır. Çünkü daha önce de geçtiği gibi mürted tövbe eder de tekrar İslâm’a dönerse öldürülmez. Rasûlulah’a küfreden de mürteddir.
Konumuz fıkıh olmadığı için bu kadar bilgi ile yetiniyoruz.

Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Hudûd 2; Nesaî, Tahrîmü’d-Dem 16. Ebû Dâvûd’da geçen rivayete şöyle bir detay geçmektedir: “Kadın karnından bıçaklanıp öldüğü sıra karnındaki çocuk düştü.” Bkz: Ebû Dâvûd, Kitâbu’l-Hudûd 2. Buradan anlaşılmaktadır ki kadın bıçaklandığı sırada hamile idi.

MUHAMMED’İN HOCALARI

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, islamiyet, Selman-ı Farisî, Varaka bin Nevfel, Kur'an'ın Kökeni, Kur'an ayetleri ve şiir, Şiirden Kur'an'a, Nahl 103, Yemameli Rahman, Müseylime, Hilfü'l-Fudûl, Ukâz Panayırı, Muhammed'e öğretenler,

MUHAMMED’İN HOCALARI


Muhammed, henüz kendisini peygamber ilan etmeden, Mekke’nin tahsil görmüş en bilgili insanlarıyla oturup kalkardı. Peygamber olduktan sonra, muhalifler ona karşı, “Hayır, bu bilgileri daha önce kendileriyle irtibat olduğu şahıslardan almıştır, bu işin Allah’la ilgisi yoktur” gibi eleştirilerde bulunmaya başlayınca, Nahl Suresi’nin 103.ayeti ortaya çıkıyor.

Nahl-103: Muhakkak biliyoruz ki kâfirler: “Kur’ân’ı Muhammed’e bir insan öğretiyor” diyorlar. Peygambere öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’ân ise apaçık bir Arapçadır.

Şimdi bu ayetle ilgili olarak çeşitli tefsircilerin yorumlarına bakalım:

1. Ubeydullah bin Müslüm anlatıyor:
“Mekke’de çok bilgili iki Hristiyan köle vardı. Bunlar aslen Iraklı idiler. Adları Yesar ile Hayr idi. Bunların birçok kitapları vardı. Fırsat buldukça bu kitapları okurlardı. Muhammed de çoğu kez onlara uğrar, kendilerini dinlerdi. Günün birinde, peygamberlik iddiası ile ortaya çıkınca, muhalif olanlar, “Hayır, Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de adı geçen kölelerden almıştır. Allah’ı ise işini sağlama almak için kullanıyor” demeye başladılar. Bu yüzden, Nahl Suresi’nin 103.ayeti cevap olarak indi.”

2. Carullah Zamahşeri’nin “Keşşâf Tefsiri”nde ve Muhammed bin Cerir Taberi’nin ünlü Camiu’l Beyan adlı tefsirinde Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle deniyor:

“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen Cebr-i Rumi veya Aiş ya da Yaiş adında bir demirci vardı. Kimileri de adı Yesar-i Rumi idi diyorlar. Ayrıca onun yanında bir kardeşi de vardı, Muhammed sık sık bunlara gidip kendilerinden bilgi alırdı. Muhammed, peygamberlikle görevlendirilince, ona muhalif olanlar, “Muhammed bu bilgileri Allah’tan değil de, adı geçen demirci köleden almış” demeye başladılar. Bunun üzerine Nahl Suresi’nin 103.ayeti indi.

3- İmam Suyuti, Lübabü’n-Nükul adlı eserinde, Nahl Suresi’nin 103.ayeti için şöyle diyor:
“Mekke’de Bel’am adında birisi vardı. Muhammed, sık sık ona gider, kendisinden bilgi alırdı. Kimileri de, o dönemde Mekke’de Yesar ve Cebr adlarında iki yabancının bulunduğunu, bunların çok kitapları olduğunu ve Muhammed’in genellikle onlara uğrayıp kendilerinden yararlandığını kaydediyorlar. Daha sonra, Muhammed peygamberlikle görevlendirilince, muhalifler, “Hayır, yalan konuşuyor. Bu bilgileri Allah’tan değil; adı geçen kişi veya kişilerden alıyor” demeye başladılar. Bu ağır itham üzerine Nahl Suresi 103.ayeti indi.”

4- Kadı Beydavi, Envarü’t Tenzil adlı tefisirinde şöyle diyor:
“Mekke’de Amr bin Hadremi’nin bir kölesi vardı. Adı Cebr-i Rumi idi. Kimileri, bununla birlikte Yaser adında bir kölenin daha olduğunu söylüyorlar. Kimileri de bu şahsın, Huveytıb’ın kölesi Aiş olduğunu belirtiyorlar. Muhammed, peygamberlik iddiasında bulununca, muhalif gruplar, “Muhammed, Kuran bilgilerini bu kölelerden alıyor, Allah’ı ise toplumu etkilemek için kullanıyor” şeklinde eleştiriler yöneltmeye başladılar. Bunun üzerine, Nahl Sures’nin 103.ayeti indi.”

5- Nesefi, “Medarikü't Tenzil" adlı tefsirinde şöyle diyor:
“Huveytıb’ın Aiş ya da Yaiş adında bir kölesi vardı. Bazıları da bunun isminin Cebr-i Rum-i olup Amr bin Hademi’nin kölesi olduğunu ileri sürmüşler. Bu köleler, Tevrat ve İncil’i çok iyi bilirlerdi. Muhammed, daima onlara uğrar ve kendilerinden bilgi edinirdi. Peygamberlik davası ortaya çıkınca, inanmayanlar dedikodu yapmaya başladılar ve Kuran’ın dayanağının Allah değil de bu şahıslar olduğunu, Muhammed’in aktardıklarının ise, sadece adı geçen kişilerden öğrendiği bilgiler olduğunu söylemeye başladılar. Bu yüzden ilgili ayet indi.”

6- Fahrettin-i er-Razi, Tefsiri Kebir adlı yapıtında şöyle diyor:
“Mekke’de Tevrat ve İncil’i çok iyi bilen ve bolca da kitapları olan bir köle vardı. Onun adı çok ihtilaflıdır. Kimisi Yeiş, kimisi Addas, kimisi Cebr, kimisi Cebra, kimisi Bel’am diyor. Muhammed, sık sık uğrar, ondan bilgi alırdı. Kuran olayı ortaya çıkınca, inanmayanlar zaman içinde ‘Bu işin arka planında Allah değil de, adı geçen kişiler vardır’ demeye başladılar. Kimileri de, ‘Aslında Kuran’ı, çok açıkgöz olan Hatice Muhammed’e öğretiyor; fakat kendisi kadın olduğu için öne çıkamıyor, bu nedenle Muhammed’i öne çıkarıyor, yani Kuran’ın baş aktörü Hatice’dir’ diyorlardı. İşte, bütün bu itirazlara cevap mahiyetinde adı geçen ayet inmiştir.

7- Bazı kaynaklar da, “Nahl Suresi’nin 103.ayetinde kendisinden söz edilen ve Muhammed’i etkileyen kişinin aslında Selman-ı Farisi olduğunu, ayetin de bu iddiaları reddetmek için indiğini” yazıyorlar.

Acaba, iddia edildiği gibi, Selman-ı Farisi olsun, diğerleri olsun- gerçekten adı geçen şahıslarda Kuran’ı ortaya çıkarabilecek bilgi birikimi var mıydı ya da Muhammed’e aktardıkları bilgiler Muhammed’in bildikleri, ürettikleriyle birlikte mi Kur’an’ı oluşturmuştu? Yoksa bu görüş muhalefet tarafından ortaya atılan bir iftira mıydı? Selman-ı Farisi hakkında bildiklerimiz şunlar:

Selman-ı Farisî, aslen İranlı idi. Başta Zerdüştlük olmak üzere, bütün dinler konusunda fevkalade kendisini yetiştirmiş bir insandı. Kendisi aynı zamanda, hem çok zengin bir ailenin çocuğuydu, hem de onun ailesi Iran’da Zerdüştlük’te zirveye ulaşmış bir aileydi, din işlerine bakardı. Ticaret için Şam tarafına gelmiş, dinler konusunda araştırma yapmak amacıyla da bir daha memleketine dönmemişti. Yıllarca birçok papazdan İncil hakkında ders almış, daha sonra Irak’a geçmişti. Bu süreç içerisinde en az on Hristiyan ve Yahudi din alimleri yanında kalıp, onlardan ders alarak kendisini “din”ler konusunda son derece iyi yetiştirmişti. Daha sonra Muhammed ile buluşup ilişkilerini derinleştirerek nihayet Islamiyet’e geçmişti.

Öylesine akıllı bir insandı ki, Hicri 5.yılında Müslümanlar ile Mekke müşrikleri arasında Medine’de meydana gelen Hendek savaşı’nda ;
“Medine’nin etrafına hendek kazıp savunma yapalım” fikrini ortaya atarak, müslümanların
savaşı kazanmalarını sağlamıştı. Hz.Ali, onun hakkında “Selman tüm ilimlerde uzman bir kişiydi, onun ilmi bitmeyen bir denizdi” demiştir. Selman’ın arkadaşları da kendisi için, “Selman lokman hekim gibiydi” diyorlardı. Ebu Hüreyre, “Selman, hem Kuran’da hem de İncil’de uzman bir insandı” demiş. Selman-ı Farisi, başarılarından dolayı, Medayın’a vali olarak tayin edilmişti. İmam Zehebi, onun hakkında, “Selman’ın kavradığı bilgiler için en az 250 yıllık bir zamana ihtiyaç vardır, halbuki Selman 70-80 yıl yaşamıştır” diyor. Muhammed de onun hakkında, “Selman-ı Farisi, bizim ailenin ferdidir. Selman, eğer ilim Süreyya yıldızında olsa gidip oradan alır” demiştir.

Muhammed’in sık sık Selman’la geceleri uzun saatler bir arada kaldığı ve Selman’ın engin bilgisinden yararlandığı rivayet edilmektedir.

Turan Dursun’un “Din Bu” adlı kitap serisinin dördüncü cildinde, Bel’am, Yaiş, Addas, Yessar, Cebr ve İranlı Selman (Farisi) ve İman adındaki yardımcılarından söz edilir. Bunlardan Bel’am, Yunanlı bir köleydi. Yaiş ve Cebr (Yemenli) de birer köle idiler.

İlhan Arsel’in Şeriat’tan Kıssalar adlı kitabının ön sözünde de Muhammed’in diğer öğreticileri/yardımcıları olarak Bahîra, Varaka ve Abdullah ibn Selâm’ın adları geçer.

Muhammed, katiplerini genellikle Yahudilikten ya da Hristiyanlıktan dönme ya da İbranice ve Süryanice bilen kişilerden seçerdi. Bu dillere vakıf değil iseler, öğrenmelerini isterdi. Örneğin, Hicret’in dördüncü yılında katiplerinden Zeyd bin Sabit’e Yahudi yazısını öğrenmesini söylemiştir.

Söylendiğine göre, en ziyade yararlandığı kimselerin başında, Hristiyanlıktan dönme Selman-ı Farisî ile, Yahudilikten dönme Abdullah İbn-i Selam gelirdi. Siyer’in yazarları İbn-i İshak, İbn Hişâm ve Tabakat yazarı İbn-i Sa’d gibi kaynakların bildirmesine göre, Selman-ı Farisî, Iranlı bir “Mecusî” iken çok genç yaşta Hristiyanlığı kabul ederek Suriye’ye gelmiş, daha sonra Bedevîler tarafından esir alınıp bir Yahudi’ye satılmış ve onun tarafından Medine’ye getirilmiştir. Kölelikten kurtulmak için Muhammed’e başvurup da onun tarafından satın alınmasıyla İslam’a girmiş ve azad olmuştur. Hristiyan ve Yahudi dinlerini en iyi bilen birisi olarak Farisi, Muhammed’e sadece din konusunda değil, yönetim ve savaş konusunda da Muhammed’e yardımcı olmuştur. Hendek Savaşı olarak bilinen savaşta, Muhammede’e hendek kazılmasını öneren kişinin Farisi olduğu söylenir.

Abdullah İbn-i Selam’a gelince, Tevrat’ı en iyi bilen yahudi’lerden birisiydi. Hz. Muhammed’in Medine’ye hicretinden sonra Islamiyete girmiştir. Tevrat konusunda, Hz. Muhammed’e en fazla bilgi verenlerden biri olduğu kabul edilir. O kadar ki, Hz. Muhammed onu, muhtemelen bu yardımlarından dolayı, “Cennetlik olan on kişinin onuncusu” olarak tanımlamıştır. (Bkz. Sahih-i Buhari, c.IX, s.81, ve c.X, s.25 vd.)

Muhammed bu kaynaklardan aldığı bilgileri, kendi günlük siyasetine uyduracak şekilde değişikliklere sokmuştur. Ancak, bunu yaparken, “kıssa”ları (masal ve hikayeleri) bir teviye ya da belli bir sıra ve silsile esası gözetmeden Kuran’ın çeşitli surelerine ve bu surelerin ayetlerine dağıtmıştır. Bazılarını da hadis olarak ifade etmiştir.

Bu yolla Tevrat’tan aktarılan bilgilerde zaman zaman hata yapmış, Yahudilerin ve Hristiyanların itirazlarıyla karşılaşmıştır. Örneğin İsa’nın annesi Meryem’le, Musa’nın kızkardeşi Meryem’i karıştırmış, İbrahim’in babasının adını Terah yerine Azer yazmıştır. Buna benzer birçok konuda yaptığı hatalar nedeniyle Yahudi ve Hristiyanlar başta olmak üzere bölge halklarının büyük çoğunluğu peygamber olduğuna inanmamıştır.

Muhammed’in peygamberliğini ilan etmezden önceki döneminde bir hazırlık safhasından geçtiği bilinmektedir. Bu hazırlık öncesi, çocukluk döneminde daha 12 yaşlarında iken Rahip Bahira ile yaptığı görüşmeden kaynaklanan bir şartlanmayı belirtmekte fayda var. Ardından ekonomik sıkıntılar yaşaması, çobanlık yapmak zorunda kalması, amcasının kızıyla evlenme isteğinin reddedilmesi gibi olaylar onu kamçılamış ve düzene karşı bir pozisyona getirmiştir.Bu dönemde Mekke’de putperestlerden sonra güçlü olarak hanifler bulunmaktaydı.
Hanifler, putlara karşı çıkıyor ve tek Tanrıya ve İbrahim peygambere inanıyorlardı.
Muhammed de haniflerin etkisi altında kalmış ve onlarla birlikte olmuştu.
O dönemde bizzat hanif olarak zikredilen pek çok kişinin isimleri geçmektedir. Bunlardan bazıları, Kus b. Saide el-İyadi , Zeyd b. Amr b. Nüfeyl , Umeyye b. Ebi’s-Salt, Erbab b. Riab, Süveyd b. Amr el-Müstalaki, Ebu Kerb Es’ad el-Himyeri, Veki’ b. Seleme el-İyadi, Umeyr b. Cündeb el-Cüheni, Adi b. Zeyd el İbadi, Ebu Kays Sırme b. Ebu Enes, Seyf b. Züyezen, Varaka b. Nevfel el-Kureşi, Amir b. Zarb el-Udvani, Abdüttabiha b. Sa’leb, İlaf b. Şihab et-Temimi, Mütelemmis b. Umeyye el-Kenani, Züheyr b. Ebi Sülma, Halid b. Sinan el-Absi, Abdullah el-Kudai, Abid b. Ebras el-Esedi, Ka’b b. Lüey gibi zatlardır.

Cahiliye döneminin kayda değer hanif şahsiyetlerden ve Kureyşin hanifliği yaşatanlarından Varaka b. Nevfel, Osman b. Huveyris, Ubeydullah b. Cahş bilhassa zikredilmesi gerekenlerdendir. O günün içinde bulunduğu durumu yansıtması açısından önem arz etmektedir. Varaka b. Nevfel eski kitapları okuyan alim bir kimseydi .
Bu dönem haniflerinin ortak özelliklerini şöylece özetlemek mümkündür:

Putları ve her türlü şirki reddetmek, mensubu bulundukları kavmin yanlış adet ve inanışlarına karşı çıkmak, cehaletin ortadan kaldırılması için faaliyette bulunmak, kavimlerinin baskılarından kurtarmak için onlardan uzaklaşarak inzivaya çekilmek ve yaratıcıyı düşünmektir. Tarihçiler, haniflerin bazılarının kutsal kitapları, sayfaları ve Zebur’u okuduklarını, bir çoğunun İbrahim’in dini üzere yaşadığını, bir kısmının da onun kelimelerini aradıklarını, bu uğurda çeşitli sıkıntılara katlandıklarını, yolculuklara çıktıklarını, rahip ve hahamlarla görüşüp onlara sorular sorduklarını, ancak aradıklarını bulamadıkları için Yahudilik ve Hristiyanlığa girmediklerini, İbrahim’in dinine inanmış olarak öldüklerini bildirmektedir.

Hanif kelimesi en eski kullanımı itibariyle Sami dil ailesine giren dillerde görülmekteydi. Ancak Kur’an’da kast edilen mananın dışında bir anlam taşımaktaydı. Kur’an’da müspet bir anlam yüklenen Hanif kelimesi, söz konusu dillerde menfi anlamda kullanılmakta olup, İslam literatüründe cahiliye tanımlamasına hemen hemen denk düşmektedir. Mesela; ahlaksız, dinden dönen, müşrik, kaba ve yalancı vs…anlamları da verilmiştir. Diğer taraftan Hanif kelimesi, ahlaksız, dinsiz; Süryanice de ise murdar anlamlarında kullanılmıştır. Hanif kelimesine yalancı, iki yüzlü ve müşrik manaları da verilmiştir. Hristiyan Süryaniler, “hanif” kelimesini ayrılıkçı Hristiyan mezheplerini nitelemek için de söylemişlerdir. Arapça da ise sapıklıktan doğru yolu bulmak anlamında olan “hanefe” den türediği söylenmektedir. Açıkçası putlardan uzaklaşarak tek İlaha inanan kimse demektir.
(Şemseddin Günaltay, İslam Öncesi Araplar ve Dinleri, Ankara 1997- Sa.99, dipnot 31)

Arapların putperestliği zayıflamaya yüz tutmuş, Hristiyanlık bir birine karşı fırkalara bölünmüş, Yahudilik ise dindeki hakimiyetlerini muhafaza için, Arapları kendi içlerine almayan seçilmiş bir topluluğun dini durumuna gelmiştir. Diğer taraftan Tevhid anlayışı Mecusilikten alınma zıt unsurlar sebebiyle zayıflamaya yüz tutmuştur. Kaynakların ifadesinden de anlaşılacağına göre aynı bölgelerde beraber yaşamış olan Sâbîîlik ve onun istihalesi durumunda olan putperestlik, Haniflikle karşı karşıya gelmiştir.

Araplar çoğunlukla ifrat derecesine varan bir hayat yaşamışlardır. Özellikle yol kesmek, yağma ve çapulculuk, mağlup olan kabilelerin hürriyet hakkı ile beraber kişisel haklarının da galibin eline geçmesi, savaşta yenilen kabile hakkında her türlü haksızlığın serbest olması gibi anlayışlar, ataların geleneği sayılmıştır. Hatta aynı ırktan olan kabileler, sürekli birbirlerini boğazlamaktan geri kalmamışlar ve bundan zevk alır hale gelmişlerdir. Bütün Arap yarımadası cehalet ve anarşi kabusları altında eziliyordu. Şiir, edebiyat ve diğer teşkilatlar bakımından nispeten ileri olan Araplar, iman, fikir ve ahlak bakımından çok geri kalmışlarıdır. Hatta bu şiirlerden bir tanesi de Kuss b. Sâide tarafından Ukâz Panayırında söylenmiştir.

“Ey insanlar!
“Allah’a yemin ederim ki bunda ne bir hata var ne de yanlış,
Allah katında bizim bu dinimizden daha hayırlı olan bir din var.
Onun gelmesi yaklaşan bir elçisi var, gölgesi başımızın üstüne düştü.
Ona ulaşan ve kendisine uyana müjdeler olsun.
Ona muhalefet edene yazıklar olsun.
Geçen çağlara ve hayatlarını gaflet içinde geçiren milletlere yazıklar olsun.”
diyerek tabiri caizse İsa’ya yol açan Yahya rolü üstlenmiştir.. Kuss b. Sâide bu şiirini okurken Muhammed’in onu dinlemesi de ayrı bir anlam taşımaktadır. Arap Yarımadasına komşu olan devletlerin Hristiyan, Yahudi ve Ateşperest olmaları, yöneticilerin zalimane hareketleri, bu halkların başka bir din aramalarına sebep olmuştur. Hristiyanlar, Yahudiler ve Farisilerin dini görüş, fikir ve inançları beklenen ıslah edici bir peygamberin gelişi için zemin hazırlamıştır. Bundan sonra Arapların o zeminde karşılaşacakları peygamber Muhammed ve din de İslamiyet olacaktır.

Hilfü'l-Fudûl ve Muhammed Üzerindeki Etkileri:Muhammed’in gençlik dönemindeki Kureyş’de düzen çok bozulmuş, başıbozuk bir kaos ortamı oluşmuştu. Haram aylar denilen savaşılması günah kabul edilen Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarında dahi kabileler arasında savaşlar oluyordu. Bu kuralı çiğneyenlerden biri de Muhammed’in amcası Kureyş-Kinane ittifakının komutanı Zübeyir bin Abdülmuttalip idi ve 18-20 yaşlarında iken Muhammed’de bu savaşa katılmıştı. Son 4 Ficar savaşı ile birlikte Mekke’de karışıklık iyice arttı. Haksızlıklar, hırsızlıklar, gasp, despotluk, güçsüz olanların ezilmesi, hukuksuzluk had safhaya varmıştı.
Öyle ki Mekke’ye hacca veye ticarete gelenler dahi soyuluyor, taciz ve tecavüze uğruyordu.

Bunların hakkı, hukuku gözetilmiyordu. Son olarak Yemen’li bir tacirin mallarının parası ödenmeyince, tacir Hilful Ahlaf denilen oluşuma müracaat etti ama yardım alamadı. Bunun üzerine feryat edip Mekke’de mağduriyetini dile getiren şiir okuyarak sesini duyurmaya çalıştı.

Bu durumdan etkilenenler Mekke’li zenginlerden Abdullah b. Cudan’ın evinde biraraya gelerek toplandılar ve Hilful-Fudul adlı sivil örgütü kurdular. Bu oluşumun içinde yer alanlar arasında Ebu Bekir ve Muhammed de vardı.

Hilfü'l-Fudûl adıyla anılmasının nedeniyse; Araplar arasında bu isimle anılan bir çok antlaşmanın daha önce yapılmasıydı. bunlardan en meşhuru; Curhum kabilesinin Kureyş’ten önce böyle bir antlaşma ve dayanışma yapmasıydı. Bunlar; Fadıl b. Fudale, Fadıl b. Vedea ve Fadıl b. Haris isimli Curhum kabilesinin ileri gelen kişileridir. Bu kişilerin isimleri Fadıl olduğundan bu harekete de Fadılların ittifakı anlamında Hilfü'l-Fudûl adı verilmiştir.

Toplantıda ettikleri yemin ise şöyleydi:

“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde birine haksızlık ve zulüm yapıldığı zaman hepimiz, o kimse ister iyi ister kötü ister bizden ister yabancı olsun, kendisine hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizlerin bir kıl parçasını ısıtacak suyu bulundukça, Hira ve Sebir dağları yerinde kaldıkça ve üzerinde dağ tekeleri otladıkça bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize maddi yardımda bulunacağız.” (İbn Sa’d, Tabakat, I, 129)

Bu oluşuma katılanların ilk işi, As b. Vail’e giderek Yemenli’nin malını ondan almak ve Yemenli’ye teslim etmek oldu. O günlerde, Has’am kabilesinden Yemenli bir tacir, kızı ile birlikte hac için Mekke’ye gelmişti. Şehrin despot kişilerinden Nübeyh b. Haccac’ın, kızını zorla elinden alması üzerine tacir, Hilfu’l Fudul’a gitti. Hilf mensupları hemen Nubeyh’in evini kuşattılar ve kızı alıp babasına teslim ettiler.

Eraş kabilesine mensup birinden mal satın alan Ebu Cehil, parasını ödemedi. Muhammed’le birlikte Ebu Cehil’e gidildi ve hiç bir itiraz olmadan parası alındı.

Sümale kabilesine mensup bir tacir Mekke’nin ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını alamamıştı. Çaresiz kalan tacir Hilfu’l-Fudûl’a başvurdu. Teşkilat mensupları ona Übeyy’e gidip parasını tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun üzerine Übey, parayı hemen ödedi.

Bu sivil insiyatifin olumlu girişimleri Mekkeliler arasında takdirle karşılandı, örgüt mensuplarına karşı güven ve saygı oluşturdu.

Bu örgütün, Muhammed’in kişiliğinin oluşturmasında, çevresiyle ilişkilerinin geliştirmesinde, itibar oluşturmasında etkisi büyük olmuştur.

Peygamberliği ilan ettikten sonraki dönemde dahi Hilful Fudul’dan övgüyle söz etmiş ve “Yine çağrılsam gider katılırım.” demiştir. (Müsned, I, 190, 317)

Hatice ve Varaka

Hatice binti Huveylid b. Abdul Uzza’nın doğum tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Milâdi 555. yılında olabileceği söylenmektedir.

O, Arapların Kureyş kavminin Hâşimiler boyundan olup babası Huveylid, annesi Fâtıma’dır.

Muhammed ile evlenmeden önce üç evlilik yapmıştır. Hatice ilk önce Varaka ibn-i Nevfel’e nişanlanmış ancak nikah yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale olan İbn-i Nebbaş ile nikahlanır. Ebu Hale’nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. Atik’in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. O’nunda ölümü üzerine dul kalır. Bu evliliklerinden aşağıdaki çocukları doğmuştu:

1. Ebu Hale’den Hind isimli oğlan çocuğu.
2. Atik’den yine Hind isimli kız çocuğu
3. Sayfi’den Muhammed isimli oğlan çocuğu.

Hatice’nin iki çocuğunun isminin de Hind olmasına binaen künyeside Ümm-i Hind olmuştur.

Hatice çok zengindi ve ticaretle uğraşmaktaydı. Ücretle tuttuğu adamlarla Şam’a ticaret kervanları düzenlerdi. Muhammed’le tanıştı ve ondan hoşlandı, ona ticaret ortaklığı önerdi ve onun başkanlığında bir ticaret kervanını Şam’a gönderdi. Aynı zamanda hizmetkârı Meysere’yi de onunla beraber gönderdi. Hatice bu ticaret kervanından çok memnun oldu. Daha önce gönderdiği ticaret kervanlarına nazaran, bu sefer daha fazla kâr elde etti.

Hatice, Muhammed hakkında Meysere’yi de dinleyince, ona olan itimadı ve sevgisi daha da arttı. Ona anlaştıkları ücretten fazlasını verdi ve Muhammed ‘e evlenme teklifinde bulundu.

Hatice, Hz.Muhammed ile 4.evliliğini yaptığında 40 yaşlarında, Muhammed ise 25 yaşlarında idi.

Evliliklerinden 4 oğlu oldu; Kasım, Tayyip, Tahir, Abdullah dördu de vefat ettiler. 4 de kızı oldu; Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Zeyneb, Fatima. 40 yaştan sonra 8 çocuk. :shock:

(Bazı kaynaklara göre Tayyip ve Tahir, Abdullah adlı oğlunun lakabları olarak belirtilir.)

Hatice, Hz.Muhammed’i amcazadesi Varaka Bin Nevfel ile tanıştırdı. Varaka Hıristiyandı ve bilimle ilgiliydi. Aynı zamanda Nasturi rahibi olan Varaka Mekkenin de rahibi ve vaiziydi. Tevrat ile İncil’ide iyiden iyiye incelemiş ve arapçaya tercüme etmişti.Çok bilgili ve Filozof bir adamdı. Dinler tarihini çok iyi biliyordu. O araştırmaları sonucunda puta tapıcılığı bırakıp hıristiyanlığı kabul etmişti.

Varaka Bin Nevfel Muhammed’i sevdi. Onun dini konulara olan ilgisi hoşuna gitmiş ve yakınlık duymuştu. Bilgili olduğu için Hz.Muhammed’de ona saygı ve ilgi gösteriyordu. Varaka’yı her zaman ziyaret ediyordu. O da Ona Tevrat’ı baştan başa okudu. Adem’den İsmail’e kadar bütün Peygamberlerin menkıbelerini anlattı. Musa’nın dinini nasıl kurduğunu, İsa’nın Hıristiyanlığını da izah etti. Vahdaniyet-i ilahiye’yi derinden derine anlattı, fikir ve halvet yollarını gösterdi.

Türk tarihçisi Enver Behnan Şapolyo’ya göre, Muhammed 15 sene boyunca Varaka bin Nevfel tarafından eğitilmiş ve Tevrat ve İncil’de yer alan bilgiler ona öğretilmiş ve yetiştirilmiştir.
(Kaynak: İbni Hişam, Sîre: 1/254; İbni Kesîr, Sîre: 1/404)

Yemen’li Rahman - Müseylimetül Kezzab

Muhammed zamanında Yemen’de çok önemli bir kabile reisi vardir ve peygamberliğe soyunmuştur. Adı Yemame Rahman’idir.

Bu Yemame Rahman’i oldukça kültürlü, zeki ve saygın bir kişidir. Araplar arasında oldukça nüfuzludur. Muhammed’in bu kişiyle diyalogları olmuş, ona büyük saygı duymuştur. Hatta onunla ilişkisi öyle bir dereceye gelmişti ki, Mekkeli inanmayanlar,

“Bize ulaşan bilgiye göre,Yemame’deki şu adam, Rahman denen kişi öğretiyor sana Müslumanlığı. Kuşkun olmasın ve yemin ederiz ki, biz hiçbir zaman Rahman’a inanmayız.” demişlerdir. (Siratu Ibn Ishak,Muhammed Hamidullah 180/254)

Rahman insanlar arasında kullanılan bir isimdi. Ve ilginçtir ki, Arab dilindeki birçok kelime Sanskritçe'dir, çok tanrılı Hint bölgesi diline aittir.
Mekkeli Araplar, Muhammed’in İslam kelimesini bile Bu Rahman denen kişiden aldığını iddia ediyorlardı.

Bu Yemameli Rahman, peygamberlik savında bulunduğu zamanlar bir diğer adı da “Müslim” di. Yani, İslam oluşturulmadan önce adamın bir adı da Muslim! Tabii, daha sonra peygamberlik savında Muhammed başarılı olunca, Müslümanlar alay etmek için “Müseylime” ve “çok yalancı” anlamında “Kezzab” ismini de eklerler. Daha sonra da İslamın tarihi derlenirken, bu Rahman ile ilgili bilgilerin büyük çoğunluğu imha edilmiştir, ilerde sorun çıkmasın diye. Yine de elde kalabilen bu kadar bilgi bile durumu gayet iyi açıklayabilmektedir.

Yemen, o zamanlarda Mısır dahil orta doğu ve Hindistan’a kadar ki uygarlıklar için önemli ticaret noktalarından biriydi. Aynı zamanda din olarak da Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlığın temeli olan Sabiilik vardı. Bunun yanında Musevilik ve Hristiyanlık da sonradan yerleşmişti, tıpkı Medine’de Yahudiliğin yerleşmiş olması gibi. Yemen bu yüzden ticari olduğu gibi bir dinsel merkezdi de aynı zamanda.

Rahman denen kişi Yemen’in Ezd kabilesinden, bilgelik ve nüfuzuyla saygı gören bir başkandı.

Muhammed, peygamberliğini ilan etmeden önce, karısı Hatice tarafından ticari amaçlı olarak Yemen’e de gönderilmişti. Yemen’de o zamanlar çok önemli olan Hubase fuarına katılmıştı. Zaten Rahman’la da burada tanışmıştı. (Kaynak: Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi 1/61)

Muhammed’in içinden çıktığı Evs ve Hazrec kabileleri de, o zaman ki Arap kabileler topluluğundan bir çoğunu içine alan Ve Rahman isimli kişinin de içinden çıktığı Ezd kabilesinden ayrılmaydı.
Yani kısacası, Muhammed ve Rahman uzak ta olsalar sonuçta akrabaydılar.
Yemen kökenli bu Ezd kabilesi Muhammed için çok önemliydi. Buna örnek olarak çok sağlam iki hadis aktaralım:

“Emanet Ezd’dedir.”
[Tirmizi,Sunen, no: 3936]

“Ezd kabilesinden olanlar, allah’ın yeryüzündeki arslanlarıdırlar.İnsanlar onları alçaltmak isterlerken, Allah onları yükseltir. öyle bir zaman gelecektir ki, kişi hep ‘keşke babam bir Ezd’li olsaydı, keşke anam bir Ezd’li olsaydı’diyecek” (Tirmizi,no:3937)

İşte bu yüzden, bu Yemen ve Ezd kabilesi sevgisinden Muhammed, “iman Yemenli'dir, hikmet de Yemen’lidir” demiştir. Sadece sevgisinden değil tabii, Yemen’in o zamanlar bir dinsel merkez olması, bütün dinlerin kaynağı olan Sabiiliğin orada merkezi din olmasıdır. Muhammed’e göre iman dolayısıyla dini oluşturan her şey, ibadetlere kadar Yemenlidir, Sabiilik kökenlidir. Bu nedenle Rahman hiç de önemsiz bir insan değildir Muhammed için.

Nitekim, peygamberliği Muhammed’e kaptırmak istemeyecek, kendisi de peygamberliğini ilan edecek, başarılı olamayınca 148 yaşında olmasına rağmen Muhammed’e peygamberlikte ortaklık dahi teklif edecektir.

Evet, bazı bilgiler gerçekten şaşırtıyor insanı. Ama olmayacak birşey de değil.
Üstelik bazı kaynaklara göre, Muhammed’den 20 yıl önce peygamberliğini ilan etmiş.
Hicret’in 10. yılında Muhammed’e şu satırlarla ortaklık teklif ettiği rivayet edilir;

“Tanrı elçisi Müseylime’den,Tanrı elçisi Muhammed’e mektuptur. Sana esenlikler dilerim.
Ben Peygamberlikte sana ortak edildim.Yeryüzünün yarısı bize,yarısı Kureyşlilere aittir,fakat Kureyşliler adaletle hareket etmezler.”

Peygamber’in,Yemame halkına öğretmen olarak gönderdiği Reccal bin Unfuva, Müseylime ile çok iyi arkadaş olmuştu. Ve Tanrı’nın Müseylimeyi, Muhammed’e ortak ettiğine tanıklık ediyordu. Margoliuth’a göre ise Muhammed peygamberlikte Yemenli Rahman’ı taklit etmişti.

Rahman’dan Örnek Ayetler:

“Allah yüklü deveye in’am etti. Ondan, Sifak (alt deri) ile hasa (barsak) arasından koşan bir yavru çıkardı.”

“Salih insanlar gecelerini uyumadan, ibadetle geçirirler, gündüzleri de gökteki bulutların ve yağmurların kuvvetli tanrısı için oruç tutarlar.”

“Tanrıyı her eksikten tenzih ederim ki, O dirilme zamanı geldiğinde, acayip bir biçimde diriltir. Sizi göğün katına yükseltir. O sizin hardal tanesi kadar da olsa işlerinizi ve gönlünüzden geçeni bilir. İnsanlar bu yüzden ziyana uğrar ve lanete katlanırlar.”

“Renkleri kara olduğu halde sütleri beyaz olan koyunlar üzerine and içerim ki.”

“Ektiğiniz yerleri koruyunuz; yoksul olanları yurdunuza kondurunuz, azgınları yurdunuzdan uzaklaştırınız.”

(Bahriye Üçok’un “İslam'dan Dönenler ve Yalancı Peygamberler” kitabından)

Yemameli Rahman Müslim’den birkaç ayet daha:

Tohum ekerek,
Ekin yetiştirenlere,
Ekinleri biçenlere,
Buğdayları savuranlara,
Sonra öğütenlere,
Onlardan ekmek yapanlara,
Bu ekmekleri ufak ufak doğrayarak,
Et suyunda ıslatanlara,
Ve bunların üzerine,
Sade yağ dökerek yiyenlere,
Şerefine and içerek temin ederim ki;
Siz hayvan besleyerek, çadırda yaşayanlardan,
Daha meziyetlisiniz.
Binalarda yaşayanlar da size üstün gelmedi.
Karanlıkları basan gece,
Siyah Kurt,
Ve yaşına basan,
Çatal tırnaklı hayvan adına ant olsun ki;
Üsseyid’lerin,
Harem’in hürmetini çiğnememiş
Olduklarını teyit ederim.
[Taberi, a. g. e., tür. ter., III. S. 143; Arap., III., S. 243.]

Aşağıdakiler de Kur’an’dan:

Naziat suresi 1-6. ayetler:
1. Ant olsun, o daldırıp çıkaranlara,
2. usulcacık çekenlere,
3. yüzüp yüzüp gidenlere.
4. yarışıp geçenlere,
5. ve bir iş çevirenlere ki,
6. o gün sarsıntı sarsacak.

HER ŞEYİ BİLEN TANRI SORUNU

Yazan: Antik
ANT, din, islamiyet, Her şeyi bilen Allah sorunu, Tasavvuf, Allah zamandan münezzeh mi?, Her şey Allah'tan mı gelir?, Allah'ın yoktan var etmesi, Panenteist Müslüman, Allah inancı,

HER ŞEYİ BİLEN TANRI SORUNU

"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz" (Yûnus 10/61)

Yeryüzünde var olmuş her inanç bir veya birkaç Tanrısal varlığı, bunların insanüstü özellikleri ve yaratıcı sıfatları ile betimlemiştir. İnançlar da zaman içerisinde değişir ve evrilir. Bu evrim özellikle insan toplumlarının kültürel ve teknolojik gelişimleri ile paraleldir. Örneğin tarımı keşfeden toplumlarda avcı-toplayıcılıktan gelen animistik tanrı betimlemelerinin yerini toprağa ve tarımı doğrudan etkileyen hava olaylarına dayalı tanrısal figürler almıştır. Bunun yanında inançlar ve bu inançların Tanrı betimlemeleri toplumların yaşadıkları coğrafya ile de doğrudan ilintilidir. Mısır'da Nil nehri pek çok Tanrı'ya esin kaynağı olurken, İskandinavya ve Pasifik gibi daha çok denize bağımlı bölgelerde deniz ve okyanus kültleri, Orta Asya'da adı üstünde Tanrı Dağları, Japonya'da Fuji, Yunanistan'da Olimpos Sibirya'da uçsuz bucaksız taygalar ve daha pek çok coğrafi öge ve bulunulan coğrafyada sıklıkla rastlanan, insan hayatına doğrudan etki eden inek, kurt, kedi, fil, aslan gibi hayvanlar insanın hayal gücüyle tanrısallaştırılmışlardır.  Yeryüzünde bu şekilde insan hayal gücü ile yaratılan yüz binlerce tanrı veya tanrısal varlık vardır.

Bunların hepsi içinde semavi yani İbrahimi dinlerdeki Tanrı anlayışı "mutlak " olmalarıyla diğerlerinden ayrışır. Pagan dinlerde Tanrıların üstünlükleri yanında zaafları da vardır, semavi dinlerdeki Tanrı tasavvurları ise zaaflardan önemli ölçüde uzak olacak şekilde tarif edildiler. Bunun pek çok sosyo-psikolijik ve sosyo-kültürel sebepleri vardır. Bu konuya başka bir yazıda değinebiliriz. Dediğimiz gibi inançlar da canlılar gibi evrilir. Yahudilerin Sümer, Mısır ve Kenan kültleri üzerine yükselttikleri ve aslında bu inançlardan evrilen Musevilik, Tanrı'yı ilk kez tekleştirirken, bu tekillik beraberinde onun mutlaklığını da getirdi. Fakat yine de mutlak güç olan Musevi tanrısı bile zaaflardan yeterince arındırılamadı. Eski ahitte Tanrı'nın yeryüzüne ajan melekler göndermesi gibi her şeyi bilmek için yardım alma gibi zaafları hala vardı. Bunun için Tanrı inancının insan ile birlikte daha fazla evrimleşmesi ve güçlenmesi gerekti. Museviliğin doğrudan halefi olan Hristiyanlık özünü Musevilikten alsa da farklı coğrafyalara yayıldıkça o bölgelerdeki farklı pagan inançları kendi içinde eritti ve bu ögeler ile birlikte günümüze ulaştı. Günümüzde Hristiyanlık içerisindeki pek çok inanışın Helen, Mısır ve Cermen pagan inanışlarından geldiklerini görüyoruz. Bu kökler Hristiyanlıktaki betimlemelerde Tanrı'nın mutlaklığına istemeden veya isteyerek şu veya bu şekilde zaaflar bulaştırmıştır. Teslis inancı bunun en bariz örneğidir ve aslında doğrudan doğruya Mısır kökenli bir pagan inanışına dayanır. Bu iki dinin "mutlak güce haiz Tanrı" düşüncesi ile var olan çelişkilerini sayfalarca anlatabiliriz. Fakat bu yazıda biz İslam'da bahsedilen Tanrı'ya yani el-Kuddüs (her türlü zaaftan uzak olan), el-Melik(her şeyin sahibi) el-Cebbar(her şeyi yapmaya muktedir olan) el-Hâlık ve el-Mübdî (her şeyi yoktan, örneksiz ve maddesiz olarak yaratan) el-Evvel ve el-Ahir (başlangıcı ve sonu olmayan) el-Vali (her şeyi tek başına idare eden)  el-Semî ve el-Basîr (her şeyi gören ve işiten) ve aslında hepsinden önemlisi el-Alîm (her şeyi bilen) el-Vahid(tek olan) ve tartışmasız mutlak olan Allah'a değineceğiz.

Kur'an'da Allah'ın ilmine tezat oluşturan bir takım ayetler var olsa da konumuz şimdilik bu tezatlar değil. Biz bu mutlak ilmin ve gücün doğruluğu ön kabulüyle hareket edeceğiz ve aslında beşeri tüm ilimlerin anası ve atası olan mantık ve felsefe ile konuya yaklaşmayı deneyeceğiz. 
Şimdi gelin birlikte 1400 yıl önce Muhammed'in tahayyül ettiği gibi bir Tanrı düşünelim.  Bunu yapmak için öncelikle iki olguyu açmamız gerekiyor. Bunlardan ilki el-Alim isminin karşılığı olan "Her şeyi bilmek" olacak. Bu Tanrı öyle bir varlık ki devasa galaksilerden atom altı parçacıklara ve sicimlere varana dek hiçbir zerre onun mutlak ilminden kaçamaz. Öyle ki zaman dahi onun ilmine tabîdir. Bahsedilen bu ilim tartışmasızdır. Hiçbir zaafı yoktur ve olması düşünülemez. Bu ilahi ilimde en ufak bir eksiklik iddia eden İslam dairesinden derhal çıkar ve mürted olur.

İkinci olgumuz ise el-Hâlik ve el-Mübdî isimlerinin karşılığı "Yoktan, örneksiz ve maddesiz var etmek". Bu Tanrı gördüğümüz ve göremediğimiz, bildiğimiz ve bilemediğimiz her şeyi ve hatta zamanı dahi yoktan var ediyor. Burada üzerinde durmamız gereken "YOKLUK" kavramıdır. Yani var olan her ne ise var edildiği andan önce YOKtu, bir hiçti ve hiçlikten var edildi. Yokluk durumundan varlık durumuna geçen her nesne tartışmasız "YENİ"dir, bir şey eğer daha önce "YOK" ise ortaya bir "YENİ" çıkmıştır.

Şimdi elimizde iki olgu; "her şeyi bilmek" ve "yoktan var etmek" ile iki kavramı karşılayan iki kelime var; YOK ve YENİ...

O halde şu soruyu sormak durumundayız; YENİ olan bir şey, var olmadan önce, yani YOK iken bilinebilir mi? veya şöyle soralım; daha öncesinde bilinen bir şey YOK olabilir mi?

"Ey iman edenler, burada şüphesiz düşünebilenler için çok derin bir paradoks vardır."

el-Alim olan Allah aynı zamanda el-Hâlik olamaz. Bu ikisinden birinden vazgeçmesi gerekir. Neden mi? Beşerin Mantık ilmi ile açıklayalım; Her şeyi bilen bir varlık için YENİ diye bir şey söz konusu bile değildir. Eğer bir şey Allah için YENİ olabilirse o zaman onu bilmiyor demektir. Yoktan var olan her şey ise mutlak suretle YENİ'dir. Eğer Allah YOK'tan yarattığını iddia ettiği şeyi öncesinde bilmiyor idiyse el-Alim yani her şeyi bilen değildir. Eğer onu zaten biliyor idiyse o şey onun için yaratılmadan önce de YOK değil en azından bir şekilde VARdır. O şey Allah için VAR idiyse bu kez de yoktan var edilmiş olamaz.

Şimdi bu önermeleri daha anlaşılır olması için alt alta yazalım;
  • ALLAH HER ŞEYİ BİLEN EL-ALİMDİR.
  • ALLAH HER ŞEYİ YOKTAN VAR EDEN EL-HALİKTİR.
  • YOKTAN VAR OLAN HER ŞEY YENİDİR.
  • HER ŞEYİ BİLEN İÇİN YENİ YOKTUR.
  • ALLAH HER ŞEY BİLEN İSE YOKTAN VAR EDEMEZ.
  • ALLAH YOKTAN VAR EDEN İSE HER ŞEYİ BİLEMEZ.

Bu konuyu tartıştığım Müslümanlar ortadaki paradoks için çeşitli cevaplar veriyorlar; bunlardan klişe olanları bir kenara bırakarak iki tanesini tartışalım.

Birinci cevap şöyle:

"Allah için elbette yeni yoktur, çünkü yeni kavramı zamana tabidir. Varlık ve yokluk da zamana tabidir. Ve Allah zamandan münezzehtir." 

Karşımıza yeni bir olgu çıktı "Zamandan münezzeh olmak". Yani zamana bağlı, bağımlı ve ona ait olmama durumu.

Evet, biz faniler için varlık ve yokluk ile yeni kavramları elbette zamana tabidir. Bu doğrudur. Zaman evrendeki boyutlardan biridir ve onsuz maddeyi kavramamız mümkün değildir. Bu da doğrudur. Fakat iddia ettikleri Tanrı bunu yapabiliyor. Onun için bir şekilde zamansızlık söz konusu. Gelin bunun da doğru olduğunu kabul edelim. Fakat bu durum aslında yukarıdaki paradoksu ortadan kaldırmıyor. Aksine daha da derinleştiriyor. Çünkü Müslümanlar yine ne olduğunu gerçekten anlamadıkları ve hakkında hiç düşünmedikleri bir şeye inanıyorlar. Muhammed'in Kur'an'da dediği gibi "Ne de az düşünüyorsunuz" (Hakka, 42).

Allah'ın zamandan münezzeh olduğunu iddia etmek İslam'ın kader ve kaza inançlarına doğrudan tezat oluşturuyor ve aslında İslam'dan çıkan pek çok kişinin temel dayanak noktası bu zamansızlık teorisidir. Zamana ait olmama durumunu iddia etmek aslında o kadar mühimdir ki İslam'ı temelinden çökertmektedir.

Bunu anlayabilmek için önce Zaman kavramını ele alalım; İnsanlar yüzlerce yıl zamanın doğrusal olarak düşündü ve ele aldı. Bu doğrusal zaman tanımını yapanlardan biri de modern fiziğin kurucularından Newton'du. Doğrusal zaman tanımına göre Zaman; birbiri ardına gelen anların birleşimidir. Yani bulunduğumuz noktada ardımızda bıraktığımız anlar ve önümüzde duran her şey zamanı oluşturur. Newton ile birlikte insanlar zamanın değişmez ve etki edilemez olduğunu düşünüyorlardı. Fakat Einstein zamanın da bir boyut olduğunu ve harekete bağlı olarak değiştiğini yani göreceli olduğunu ispatladı. Einstein'a göre hareket arttıkça zaman da onunla ters orantılı olarak yavaşlamaktaydı.

Zamanın olmayışını iddia etmek aslında hareketin de olmadığı durağan bir tekillik durumunu iddia etmektir. Böyle bir durumda bizim tüm yaşayışımız, yaptığımız ve yapacağımız tüm eylemler aslında mutlak durağan bir tekillik içindedir. Yani şu demek; Kâlu Belâ'da Allah hepimize "Elestu bi'rabbikum?" Ben sizin rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda bizler "Belâ" "evet bizim rabbimizsin" dediğimiz o an ile bunu dediğini inkar eden bir kafirin bu yazıyı yazdığı an ve reddinden dolayı cehennemde sonsuz azap göreceği gelecekteki anların hepsi Allah nezdinde birdir, durağan ve tekildir. Çünkü bu anlar sadece zamana tabi olan biz faniler için bir anlam ifade etmektedir. Hepsi devam eden bir hareketin ürünüdür. Peki iddia edilen bu mutlak tekillik durumunda bizim gidişata yani harekete en ufak bir etkimiz söz konusu olabilir mi? Tabi ki olamaz. Olabileceğini iddia etmek mutlak tekilliği yerle bir etmek ve Allah'ı zamana tabi kılmaktır. Biz bulunduğumuz anda herhangi bir şeyi değiştirebilecek konumda isek bu Allah için yeni bir şey olurdu, dolayısıyla Allah için de zamana aidiyet söz konusu olurdu ve yani yukarıdaki paradoksa dönerdik. Öyleyse bu durumda imtihan manasızdır. Çünkü zaten tekillik içinde bitmiştir. Zil çalmış ve kağıtlar verilmiştir. Yani ayette de belirtildiği gibi insanlar ve cinlerden çoğu doğrudan cehennem için yaratılmıştır. (A'raf, 179). Ne diyebiliriz. Sadak Allah'ül Azim (Yüce Allah doğru söyledi). Peki biz cehennem için yaratılanların cennet için yaratılanlardan eksiği neydi? Bu eksikliği bize kim verdi? Eğer Allah varsa ve dediğiniz gibi adilse biz bu soruyu Mahşer günü ona sormak istiyoruz. Hoş, anlamadan iddia ettiğiniz bu önermeye göre o soruyu sorduğumuz ve henüz bilmediğimiz bir cevabı aldığımız "o an" da zamanın olmadığı mutlak ve durağan tekillik içinde zaten yaşandı ve bitti.

Gelelim verilen ikinci cevaba:

"Allah'ın yoktan var ettiği şey onun zatında aslında vardır çünkü her şey Allah'tan gelir." 

Bu aslında; varlığın kaynağı olan Allah her şeyi kendi zatından var etti demektir. Bunu diyen Müslüman Panenteist olduğunun farkında değil. Genelde bu inanış Sufizm temellidir. Hallac-i Mansur'un Ene'l Hakk düşüncesi yani. Gerçi onu da katletmiştiniz ya neyse.

Gelelim cevabın manasızlığına; Allah bildiğimiz manada maddeyi zatından var ediyorsa yoktan var etmiş olmaz. Zatını dönüştürmüş olur. Dolayısıyla var edilenin bildiğimiz manada maddesiz ve örneksiz olduğunu kabul edebilirsiniz lakin yoktan var olduğunu kabul etmek Allah'ın zatını inkar olur ve kendinizi çürütmüş olursunuz. Panenteizm inancı tartışılabilir. Fakat maalesef aynı anda hem Panenteist hem de Müslüman olamazsınız. Bu açıkça İslam'ı ve Allah'ın sıfatlarından bir kaçını inkar olur.

Sonuç olarak ilk insanın inanışlarından evrilerek İslam'daki Allah'a dönüşen Tanrı'nın yaratım sürecinde, insanoğlu her şeyi bilen Tanrı'yı betimleyerek farkında olmadan adeta çuvallamıştır. Yüzyıllar sonra bizler bu evrimi devam ettirerek en sonunda faydasız olan Tanrı inançlarının hepsini doğal seleksiyon içerisinde ortadan kaldırıyoruz. Her şeyi bilen bir varlık asla ve asla yoktan var edemez. Yoktan var eden biri ise her şeyi bilemez.

2 TAKİPÇİMİN İSLAM'I TERK SÜRECİ

2 TAKİPÇİMİN İSLAM'I TERK SÜRECİ

2 TAKİPÇİMİN İSLAM'I TERK SÜRECİ


TAKİPÇİMİZİN (HÜLAGÜ HAN) DİNDEN ÇIKIŞ SÜRECİ
Merhaba, takma ismim Hülagü Han, dindar ve tutucu bir şehirde doğdum ve büyüdüm, şuan 43 yaşındayım ve işim icabı yine başka bir dindar şehirde yaşıyorum. Ailem ve akrabalarımız hep inançlı insanlar, ben de ortaokul yıllarında yatılı kuran kursunda kaldım, kuran okumayı ve namaz kılmayı biliyorum, hatta ortaokula giderken camide Allah rızası için müezzinlik bile yaptım. Lise ve üniversite yıllarımda ise ibadet yapmak bana zor gelmeye başlamıştı, biraz zorlansam da oruçlarımı tutmaya çalışıyordum ama teravih, bayram ve cuma namazları hariç, beş vakit namaz kılmayı bırakmıştım, içimde ortaokul yıllarındaki o ibadet isteği, heyecanı kalmamıştı. Bu şekilde biraz namaz, biraz oruç derken 26 yaşına kadar geldim ve evlendim.

Evlendikten sonra üzerimden dini konulardaki anne baba baskısı kalkmıştı ve artık ayrı, bağımsız bir evim vardı, zorla oruç tutmama ve namaz kılmama gerek yoktu, zaten bu konuda eşimde ılımlıydı. Hiçbir ibadet yapmadan yaklaşık olarak 35-36 yaşlarına kadar din konusunda özgür bir şekilde yaşadım. Ancak 36 yaşından sonra tekrar bi namaz kılma isteğim geldi, kendimi bir boşlukta hissettim, boş geçirdiğim yıllara pişmanlık duymuştum, hemen beş vakit namaza başladım ancak sağlık durumumdan dolayı oruç tutamıyordum, bu şekilde birkaç sene namazlarımı kıldım, bu sırada bir insan nasıl dinsiz olur, aklım bin türlü almıyor diye düşünmeye başladım, ateistleri merak ediyordum.

Youtube'de bazı ateist kanallara abone oldum çünkü amacım oradaki inançsız insanları dine ve inanmaya ikna etmekti. Ben o dinsiz insanların cahil olduklarını, bilgisiz olduklarını, bu yüzden inanmadıklarını düşünüyordum. Onlarla tartışmalara başladım, din hakkında onları ikna edebilecek, onları inandırabilecek bazı argümanlar öne sürdüm ancak onlar da bana Muhammedin hayatından, dinlerin kökeninden, dinlerdeki saçmalık ve mantıksızlıklardan ama en önemlisi de kurandan ve ayetlerden bahsettiler. İspatlı ve mantıklı cevaplar vermeye başladılar.

Ben önceleri ateist arkadaşların söylediklerini kabullenemedim, çok zoruma gitmişti, iftira atıyorlar, işlerine geldiği gibi uyduruyorlar diye düşünüyordum. Ancak bana söyledikleri ayetlerin Türkçe meallerini tek tek internetten ve bizzat kuranın kendisinden bulup inceledim, okudum, araştırdım, sorgulamaya başladım ve gördüm ki bu inançsız arkadaşların dediklerinin hepsi de doğru. Halbuki kuranın Türkçesini daha önceden defalarca okumuştum ama nasıl olur da bu sapır saçma ayetlerin farkına varamamıştım, çok ilginç bir durumdu ve bu benim için büyük bir şok olmuştu.

Bundan sonra kuran hakkında şüphelenmeye başlamıştım, acaba Muhammed bilmeyerek, farkında olmadan kendisine gelen vahiyleri yanlış mı aktarmıştı ya da gelen bu vahiyler kurana yazılırken yanlışlık mı olmuştu? Çünkü artık kurandan şüpheleniyordum ama Muhammedin peygamberliğinden henüz kuşku duymuyordum, peygamberlik diye bir şeyin olmadığına, onun bir yalancı, sahtekar ya da akıl hastası birisi olduğuna inanamıyordum.

Ancak zamanla sorguladıkça ve cesaretle dini konuların üzerine gittikçe artık tüm gerçekler birer birer ortaya çıkmaya başlamıştı. Tabi bu benim birkaç yılımı aldı ve 40 yaşında tamamen dinsiz birisi olmuştum. Dinler, peygamberler, kutsal kitaplar, imtihan, sorgu sual, mahşer, ahiret, cennet cehennem bunlar hepsi birer insan uydurması masaldan ibaretti, hiç şüphem kalmamıştı artık. Ancak şöyle bir evrenin, kainatın muazzam ihtişamına, büyüklüğüne ve doğadaki hareketliliğe baktığım zaman, mutlaka bir güç olmalı diye düşünüyorum ancak bu güç, dindarların inandığı şekilde tanrı diye bir varlık değil, bu güç kainatın bizzat kendisi, yani doğanın kanunu da diyebiliriz buna.

Dolayısı ile bu güç, bizleri imtihan edecek, sorgu sualden geçirecek, cennet ya da cehennemle son bulacak bilinçli bir güç değil, biliyorum bunu anlatması ve anlaşılması çok zor bir durum.

Şöyle örnek vereyim, mesela doğanın kanunlarından birisi olan yer çekimi kanunu, bu da dediğim gibi doğanın bir gücü, dolayısı ile yer çekimi kanunu sizi imtihan etmez, sorgu suale çekmez ya da cennet cehenneme atmaz, bunun böyle bir amacı, bilinci yoktur, bu sadece doğanın bir kanunudur, öyle olması gerekiyordur, o kadar. Özetlemek gerekirse dinler ve dine dair ne varsa hepsi de koca bir yalandan ibaret, tanrı konusuna gelince, tanrı diye evrenden ayrı bir varlık yok, sadece kainatta muazzam bir güç var, dolayısı ile tanrının kainatın bizzat kendisi olduğunu düşünüyor ve inanıyorum, buna pandeizm diyoruz ve ben de artık bir pandeistim. Yaptığım iyiliklerin sevap ya da ahiret gibi bir karşılığı olmadığını biliyorum ve bu iyiliklerimi karşılıksız, isteyerek canı gönülden yapıyorum, buna menfaatsiz ve samimi iyilik diyorum, bu şekilde yaptığım iyiliklerden daha çok haz alıyor ve daha çok mutlu oluyorum. Evet arkadaşlar, kısaca, vicdan tanrımızdır bizim, iyilik, sevgi, hoşgörü ise dinimiz...
Bitirirken DİPNOT: Müslümanım diye geçinip kapağını bile açmaya zahmet etmeyenlerin aksine Kur'an, biz dinsizlerin başucu kitabıdır.
Saygı ve sevgilerimle.

OKSİMORON TAKMA ADLI TAKİPÇİMİZİN DİNDEN ÇIKIŞ HİKAYESİ
Merhaba ben oksimoron.
Maddi durumumuz iyi olduğundan hayatta pek sıkıntı çekmiyordum. Lâkin ailem epey muhafazakâr ve küçüklükten itibaren hep bir dayatma ile büyüdüm. Bu dayatma liseye kadar sürdü. Lise için Üsküdar'a taşındık. Ve özel bir liseye kaydoldum.

Alkolle ve aileme göre günahla ilk lise de tanıştım. Babam sürekli benim hafız olmamı isterdi. Hafız olursam çevresine hava atacak ve göğsü kabaracaktı.

Bir Ramazan günü evin oradaki caminin avlusundan geçerken bir ses işittim. Ve ne olduğunu sordum. Hafız Kur'an okuyor dediler. Hafız ne demek dedim. Kur'an-ı hıfz eden yani muhafaza eden anlaşılır bir dil ile ezberleyen kişi demektir dediler. Çok şaşırdım o yaşta. Nasıl yani hiç şaşırmadan koca kitabı ezberliyorlar mi ?

Saşkınlığım bir müddet sürdü. Daha sonra babama hafız olmak istediğimi onlar bunu yapıyorsa ben de yapabilirim dedim.
Tabii babamın canına minnet. Derhal beni bir Kur'an Kursuna yazdırdı ve liseye açıktan devam ettim.

6 ay yüzüne eğitimi aldım. Yüzüne demek. Tecvid, mahreç, makam ve Kur'an'ı yüzüne bakarak hadr usulü yani hızlı bir şekilde okumak demek.

Kurstaki ortamı epey sevdim. Kız falan yoktu ama kızlı ortamlardan daha çok goygoy ve muhabbet dönüyordu. Her gün kaçıp pes atardık. Neyse devam edeyim.

6 ay yüzüne eğitimi gördükten sonra iş zor kısma geldi. Ezber yapmaya. Ezbere başlamadan önce epey korkuyordum. (Lakin işin içine girince o kadar da zor olmadığını anladım.)

Mütevazı olmaktan nefret ediyorum. Biraz kafam olacak ki günde 3 sayfa ezber veriyordum. Ezber dersimizi alan hocanın işi çıkınca beni kendi oturduğu yere oturtur dersi benim almamı söylerdi. Ve evet kursta epey iltimas sahibi bir kişiydim.

Gel zaman git zaman hafızlıkta 18 ile gitmeye başladım. Hemen bunu da açıklayayım hem bilmeyen arkadaşlar için bilgi olur. Hafızlığa başlarken tersten başlanır. Örnek olarak şöyle. Sizin ezberleyeceğiniz ilk sayfa 1. cüzün son sayfasıdır. Yani 20. Sayfası. Orayı ezberler ve yarın hocaya orayı ders olarak verirsiniz. Bu sayfayı verdikten sonra sıra 2. Cüzün son sayfasına gelir. Yani 2. Cüzün 20. Sayfası. Orayı da ezberler ders olarak verir ve bu böyle 3. Cüz 4. Cüz diye diye devam eder...

(Bu arada çoğu kurs hafızlığa başlatmadan önce 30. Cüzü ezberletir. Ve siz 30. Cüze geldiğinizde k cüzü komple verirsiniz yani 20 sayfayı.)

18 ile gitmekte her cüzden 18 sayfa ezbere biliyorsunuz demek.

Ben de 18 ile giderken o zamanlar Facebook epey popülerdi, face'de takılırdım. Liseden beri karikatür yapmaya epey ilgim var. Ben de önce karikatür sayfası sanıp Karikateist sayfasını takip etmeye başladım :) Hahaha hayatımda verdiğim en doğru kararın bir yanlış anlaşılma ile olacağını nereden bilebilirdim ?

Tabii o zamanlar içki içiyorum zina yapıyorum falan ama fasık yani günahkârım, bu yüzden de dinime laf söyletmiyorum.

Karikateist sürekli kitap tavsiye ediyor ara ara din ile hiciv ediyor ve ben kuduruyordum :) hahaha

Birkaç kez takipten çıktım sonra yine takibe aldım. Sonra dedim ki bunlarla böyle baş edemem bunların dedikleri kitapları bi okuyayım

Tabii ilk tavsiye ettikleri kitap bakınız bu hiç şaşmaz Kur'an'ı Kerim'in meali :)

Eyvallah dedim başladım kursta geceleri meali okumaya, nasıl denir bilmiyorum ama ben din ile ilgili hiçbir şey bilmiyormuşum o güne kadar. Hocaya Arapçasını okuduğum yerlerin Türkçesi cidden akla mantığa uymayan türdendi.

İlk okuyuştaki izlenimim bir nefret diline sahip olmasıydı. Özellikle Yahudilere karşı. Sürekli hakaret, kan, savaş ve üstünlük kurma çabasını anlayamamış ve bunun bir çeşit siyaset olduğunu düşünmüştüm.

Sonrasında hafızlık bitti diploma alındı ve dedim ki kendime senin üniversite okuman lazım oğlum bilgili ve donanımlı bir birey olmalısın.

Benim zamanımda YGS ve LYS vardı. İlk sınav YGS ikincisi LYS idi. Ygs'ye tam 8 ay kala çalışmaya başladım.

Çalışmaya büyük bir hırs ile başlamış olmadan ötürü daha rasyonel sayı yapamıyorken 60 bin ile üniversiteli oldum. Ve bu benim için gerçek bir başarı idi. Tabii bu süre zarfında dini de ret ettim.

Dinden çıkma süreci ciddi mana da acılı ve ağrılıdır. Ve bir an da bırakılamaz. Doğru insan bir anda boşluğa düşüyor ama o boşluğu gerçekler ile doldurunca daha da mutlu ve realist oluyor.

Şu an üniversitede son sınıfım. Ve teoloji sertifikası da aldım. En büyük mutluluğum Müslümanlardan daha iyi İslami bilmem bu bana epey mutluluk veriyor.

Sağlıcakla kalın. Kendinize iyi bakın.

SİZDEN GELENLER | Yazanlar: Hülagü Han & Oksimoron

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KUR’AN’IN ÖNCÜSÜ MEÇHUL KİTAP

Yazan: Pante
din, islamiyet, Kur'an'ın kökeni, Kur'an nasıl oluştu?, Kur'an yazılırken nelerden faydalanıldı?, Kur'an'ın öncüsü, Ur-Kur'an, Ur Kur-an, Kur'an'da süryani metinleri, Tevrat ve Kur'an,

KUR’AN’IN ÖNCÜSÜ MEÇHUL KİTAP


Kur’an’daki bazı ayetler, daha önce yaşanmış, daha önce emredilmiş gibi ifade edilmiş.
Örneğin Müslümanlara namaz şartının miraçla geldiği öne sürülür.
Miraç’ın ise Hicrete yakın bir zamanda gerçekleştiği belirtilir.
Ama Alak suresi ilk gelen surelerdendir ve içinde namazdan bahseder.

Alak 9-10: "Sen, namaz kıldığında kulu (bundan) engelleyeni gördün mü?"

Eğer Alak suresi ilk surelerdense, namaz bundan önce emredilmiş olmalıdır.

Bir başka örnek Kalem suresinde geçen “Eskilerin Masalları derler” ifadesidir.
Kalem suresi de ilk yıllarda gelen surelerdendir ve o sureden önce İbrahim’in, Musa’nın vb. peygamberlerin hikayeleri anlatılmamıştır.

Kalem 15: "Âyetlerimiz kendisine okunduğu zaman, “Öncekilerin masalları!” der."

Demek ki daha önce bu masallar anlatılmış ve Kureyşliler de burun bükmüş: “Eskilerin masalları” diyerek.
Bu durumda insan düşünmeden edemiyor. “Daha önce Kureyşlilere okunan bir başka kitap mı vardı?” diye.
Bunu destekleyen bir ayet de var üstelik:

Nisa 136: "Ey iman edenler, Allah’a, peygamberine, peygamberine indirdiği kitaba, daha önce indirdiği kitaba da iman edin! Kim Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe inanmazsa, pek derin bir sapıklığa saplanıp gitmiştir."

Ayete dikkat edilirse; “Daha önce indirdiği kitaba da” diyor.
“Kitaplara” deseydi, Tevrat,ı, Zebur’u ve İncil’i anlardık.
Ama tekil kullanıyor, “kitaba” diyor.
Ya ortada bir yazım hatası vardır ki bu da Allah’tan geldiğine inanılan bir kitap için bir çelişkidir. Ya da bilinçli kullanılmıştır ve Kur’an’dan önce Kureyş’e ait bir kitap daha mevcuttur.

Kureyş’te Kur’an’dan önce bir kitap daha varsa bu kitaba ne olmuştur?
Yoksa batılı yazarların Ur-Quran diye adlandırdıkları bir ön kitap iddiası doğru mudur?Tevrat’ta şöyle bir ayet vardır:
Çölde Sayım Bab 21, 14.ayet:
RAB’bin Savaşları Kitabı’nda şöyle yazılıdır:
 “... Sufa topraklarında Vahev Kenti, vadiler, Arnon Vadisi,

Fakat eski Ahid’de bu adda bir kitap yoktur.
“Rab’bin Savaşları” diye bir kitaptan bahsediliyorsa bu kitaba ne olmuştur?
Kur’an çok karmaşık bir kitaptır. Ne ilk ayeti kesin bellidir ne de son ayeti. Tarihsel bir sıra ile yazılmadığı gibi, olaylara-gelişmelere göre de bir sıra izlenmemiştir. Ne başlangıç tarihi belirtilmiştir ne de tamamlanış tarihi. Kısacası Kur’an’da hiç tarih yoktur.

Tarih yoktur ama zaman vardır. Fakat belirsiz bir zaman. “Bir zamanlar”, “Anlaşma yaptığınız zaman”, “İki bozgunculuktan ilkinin zamanında”, “Sidre’yi kapladığı zaman,” O zaman”, “Uzun zaman” gibi tarihten yoksun soyut ifadelerle zaman belirtilmiştir.

Kur’an’da bir tarihlemenin olmaması, yazımının ne zaman başladığını da kesin belirlemiyor. Mekke dönemine ait olduğu öne sürülen ilk surelerdeki ifadelere İslam öncesi şairlerinde de rastlanılması, Kur’an’ın yazımına belirtilen 609-610 tarihinden çok önce başlandığı şüphesini doğuruyor. Ya da Kur’an’ı yazmakta faydalanılan başka bir kitap ya da kayıtlar olduğu olasılığı akla geliyor.

Nitekim Yemen, Sana Kur’an’ını inceleyen profesör Puin, ayetlerin yazılı olduğu parşömenlerin bir kısmının kazınmış olduğunu ve altta farklı metinler olduğunu söylüyor. Ayetlerin bir kısmının İslam öncesinde Aryani kökenli Hristiyan beyitlerinden alındığı ileri sürülüyor. Bu ayetlerde Arami dilinden pek çok kelimenin kullanılması bunun bir kanıtı olarak sunuluyor. Bunun yanında bir başka iddia da, Muhammed’den çok sonra 8. yüzyılda Hristiyan ve Yahudilerle yaşanan polemikler neticesinde Kur’an’a son şekli verildiği şeklinde. Kur’an’ın kökeni ile ilgili Arif Tekin’in yazdıklarına bir göz atalım:
“Hz.Muhammed henüz 35 yaşındayken ve daha peygamberlik fikri ortalıkta yokken, Mekke’deki Ka’be tamir edilir ve o sırada Süryanice yazılmış bir kitap Ka’be’nin temelinden ortaya çıkar…Hatta bu tamirat sırasında Ka’be’nin temelinden bir de altın-gümüş hazineleri çıkar ve talan edilir.. Bu arada çalanlardan ‘Düveyk’ adında biri yakalanıp eli de kesilir…[1]

Kur’an’ın kökenine ışık tutacak bilgiler olduğundan ve insanlar, “İşte Muhammed, kendi bilgilerini benzer kaynaklardan alıyor” demesinler diye, bu ele geçen kitabın içeriği hakkında (birkaç madde dışında) fazla bir bilgi yok İslami kaynaklarda. O zaman bu konuya sansür konduğu belli…Ama şu not çok önemli. O çıkan kitabı okuyan kişi diyor ki, “Bu belgede yazılanları size tam okusam, ola ki başıma bir şeyler gelir.” Bu açıklama, Askalani,’El- İsabe fi temyizi s’Sahabe’ adlı yapıtında Esved bin Abd’dan aktarmaktadır.

Tabi ki Ka’be tamir edilirken Hz. Muhammed de o sıralarda bir işçi olarak Ka’be işinde çalışıyordu ve bir ara amcası Abbas kendisine, dikkat et, aman sana bir şey olmasın diye onu uyardığı halde, yine bir ara ayağı kayıyor ve kendisi yere düşüp bayılıyor. Bu hadis, en başta Buhari’de geçmektedir. Hadisi Cabir aktarıyor [2] ..

Hatta Medine’ye geçince ilk yıllarda Zeyd bin Sabit’e şunu diyor: “Bana Süryanice yazılar gelir. Ben, Yahudilerin sırlarımı bilmelerini istemiyorum. Onun için sen gel de bu Süryanice’yi öğren bana lazımsın” diyor ve Zeyd, “Çok kısa zamanda, 2 hafta içinde ben bu dili öğrendim: Hem gelen mektupları okuyabiliyordum, hem de sahiplerine yanıt verebiliyordum” diyor[3]. Burada İslami kaynaklarda deniliyor ki, Zeyd bu Süryanice dili medreselerde öğrendi. Peki hangi Süryanice medreselerinde öğrendi diye sorulmaz mı? Kaldı ki, bir insanın yabancı bir dili 2 hafta gibi kısa bir zaman dilimi içinde öğrenmesi ve hele hele diplomatik düzeyde gelen yazılara yanıt vermesi ne kadar gerçekçidir bu da dikkatlerden kaçmamalıdır!…

Şu da var ki, o zaman Yahudiler Tevrat’ı okur Arapça olarak Müslümanlara anlatırdı..Yani olaylar o kadar iç içeydi ki, birbirlerinden etkilenmek, yararlanmak çok kolaydı. Bu, zaten Diyanet tarafından terceme edilen Tecrid-i Sarih’te de anlatılıyor [4] Şunu da belirteyim ki, o zaman orta doğu kültür ve inançları o coğrafyalarda iç içe girmişti, hatta Hz. Muhammed Medine’ye gitmeyene kadar Medine halkı iki bayrama inanır, onları kutlardı. Bunların adları da her yıl 21 Mart’ta kutlanan ‘Nevruz’ bayramıyla yine o zaman Mezopotamya’da her yıl 22 Eylül’de kutlanan ‘Mihrican (Mihriban)’ bayramıydı ve bunu Medineliler de kutlardı, oralara kadar yayılmıştı. Hz. Muhammed Medine’ye geçince bu iki bayramı yasaklar, yerlerine de Ramazan ve Kurban bayramlarını meşru kılar. Bu bilgiler güvenilir İslami kaynaklarda anlatılmaktadır, ki bunlardan biri de Diyanet Vakfının Tecrid-i Sarih Tercümesi'dir. [5]

Zeyd’le ilgili şu önemli notu da yazmakta yarar var: Muhammed Medine’ye gelince halk onu karşılamaya gider ve o zaman yanlarında 11 yaşında olan Zeyd de var. İslami kaynaklarda, Zeyd’in kendisi, ‘Ben o zaman 11 yaşındaydım’ diye bilgi var [6]…Karşılamaya gelenler o sırada Muhammed’e, ’Bu çocuk/yani Zeyd sana gelen Kur’an surelerinden 17’sini bilir’ derler ve aynı anda orada o surelerden bir kısmını Muhammed’e okur. Muhammed bunu görünce hayretler içinde kalır [7] ve burada artık Zeyd’i göze alır. Zeyd burada puan alır ve geleceğinin parlaklığı, burada temelini atar..Tabi ki Yahudi dili İbranice o zaman halk arasında vardı ve yaygındı..Hatta Ebu Hüreyre diyor ki, Yahudiler Tevrat’ı kendi dilleriyle okur Arapçaya tercüme ederdi. Aynı zamanda Hatice’nin amca oğlu Varaka, İncil’i İbranice olarak yazardı diye geçiyor sağlam İslami kaynaklarda. [8] Yani hem Tevrat, hem de İncil’den o zaman kolay yararlanılabilirdi, bu konuda yazılı belgeler hazırdı..

Aslında burada da gözden kaçan bir durum var. O da şu: Muhammed Mekke’den yeni gelmiş ve onu karşılamaya gidenlerden bir çocuk Kur’an’da geçen surelerden 17’sini okur. Peki Zeyd bu yaşta ve üstelik bir Yahudi ailenin çocuğu iken bunları kimden öğrenmişti! Bana göre Zeyd’in okuduğu ayetler, Kur’an’da anlatılan ve kökleri İsrail oğulları peygamberlerine dayanan Musa, Yakup, oğulları Yusuf ve Bünyamin gibi, İbrahim ve oğulları İsmail-İshak gibi efsaneleri anlatan ve Zeyd’in Yahudilerden öğrendiği benzer olaylarmış; ama İslami kesim bunu Kur’an ayetleri saymış, bu da gözden kaçmamalı..Çünkü işaretler bunu gösteriyor. 11 yaşındaki bir çocuk ve henüz coğrafyasına yerleşmeyen bir dinin kitabından 17 sure gibi büyük meblağı okuyup öğrenmesi düşünülemez.

Bir gün Hz. Ömer bir Yahudiyle karşılaşır. Adamın yanında yazılı bir kitap vardır ve Ömer o adamı oturtur. Adam, şimdiki biçimiyle Kur’an’da yazılı olan Yusuf suresinin ilk 3 ayetini aynen okur. Ki daha önce de bunları Muhammed’den duymamıştı, eskilerden kalma, daha önce yazılmış kitaptan okuyordu. Ömer orada adama "Sen bunları Daniel peygamberin kitabından mı aldın!" der.

“Sen 3 ayet okudun al sana 3 kırbaç/tokat” diyor ve adamı dövüyor. Bir de ona, ‘Eğer sen bunları başka yerde okursan, senin canına okurum’ diyor ve o kitaptan bir nüsha alıp doğruca Muhammed’in yanına vararak ona şöyle diyor: Ben bu kitabı Beni Kureyza Yahudilerinden bir arkadaşımdan kopyalayıp getirdim. Bunun içinde önemli bilgiler var, bunlardan istifade edelim diye getirdim’. Ömer zannediyordu ki, Muhammed'e bunları anlatırsa Muhammed’in kendisi sevinir; ama tam tersine Muhammed’in yüzü kıpkırmızı olur ve üstelik Ömer’e kızar. Oradakilerin hepsi Muhammed’in yüz ifadesinden, Ömer’in kendisine anlattığı bu olaydan dolayı kendisinin çok bozulduğunu ve kızdığını fark eder ve bunu kendi aralarında konuşurlar..Hatta buna karşı Muhammed şöyle bir konuşma yapar: ‘Ben sizin peygamberinizim, siz de benim ümmetimsiniz. Şunu bilin ki, eğer şu an Hz. Musa sağ olsaydı o da beni peygamber olarak kabul ederdi. Kim onu bana tercih ederse, yanlış yoldadır’ der. Bu arada Ömer korkudan ,’Vallahi benim Rabbim Allah, peygamberim Muhammed ve dinim de İslamdır’ der. Hz. Ömer’in bu olayı, birçok İslami kaynaklarda ve özellikle de Kur’an’ın önemli/meşhur tefsirlerinde işlenmiştir. Yusuf suresi 3. ayet ve Al-i İmran suresi 82. ayetinde bu konular çok detaylıca işlenmiştir. [12]

Bellidir ki, Muhammed’in kızmasının önemli bir nedeni vardı: Millet bilmesin ki o eski yazılar ortalıkta var ve Muhammed onlardan yararlanıp böyle bir kitap hazırlar diye.Tepkisinden gaye, o eski belgelerin izini yok edip, kendi projesini sanki yeni var eder gibi topluma kabul ettirmeye niyetlenmek..Bu konu, kitap haline getirmek kadar zengin bir konu aslında: Hatice’den, Varaka’dan, Ka’be’nin temelinden çıkan belgelerden, rahip Bahira ve rahip Nastura’dan, Yahudi kaynaklardan, Hilf’ül Fudul/Hilfü’s-Salah gibi insan hakları teşkilatlarından öğrendiği bilgilerden, Selmani Farisi’den,Cebr-i Rumi’den kalma eserler vardı onun elinde.

Bu başlık altında sunulan bilgiler, aşağıda dipnot olarak verdiğim kaynaklarda ve daha isimlerini buraya almadığım birçok İslami kaynaklarda anlatılmaktadır…[13]”