HABERLER
Dini Haber

DAVUD VE KOMUTANIN KARISI BATŞEVA

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, musevilik, yahudilik, Hz.Davud, Davud ve Batşeva, Batşeva, Batşeba, Bat-Şeva, Davud ile komutanın karısı, Uriya'nın karısı, Kral Davud, Davud'un zinası,

PEYGAMBERLER DE AŞIK OLUR |3
Davud ile Komutanının Karısı Batşeva (Batşeba)


2.Samuel 11:2-4: Bir akşamüstü Davut yatağından kalktı, sarayın damına çıkıp gezinmeye başladı. Damdan yıkanan bir kadın gördü. Kadın çok güzeldi. Davut onun kim olduğunu öğrenmek için birini gönderdi. Adam, “Kadın Eliam’ın kızı Hititli Uriya’nın karısı Bat-Şeva’dır” dedi. Davut kadını getirmeleri için ulaklar gönderdi. Kadın Davut’un yanına geldi. Davut aybaşı kirliliğinden yeni arınmış olan kadınla yattı. Sonra kadın evine döndü.

Davut, bir başka adamın karısını almıştı. Aynı Natan’ın anlattığı benzetmedeki zengin adam gibi Davut da, sadık askerlerinden birisinin dişi kuzusunu kendisine almıştı. Uriya, Bat-Şeva ile evliydi. Fakat, Uriya Davut’a sadakatle hizmet etmesine rağmen, Davut, Uriya’nın karısına Uriya’nın izni olmadan istediğini yapıyordu. Bat-Şeva hamile kaldı. Uriya, Bat-Şeva’nın rahmindeki çocuğu evlat olarak almazdı, aslında alamazdı da.

Davut peygamberin aşk hikayesi bununla bitmiyor. Aşktan gözü dönen peygamber, en iyi komutanlarından birinin karısıyla zina yaptığı gibi, bu ilişkiden doğacak çocuğun gayrimeşru olduğu anlaşılmasın diye plan kuruyor. Planı tutmayınca bu defa komutana ölüm tuzağı kuruyor.

Davut Peygamberin Aşk Tuzağı

Açıkçası Davut’un yüreğini bir telaş kaplamıştı. Kendi günahını örtmek için ince bir tasarı kurmuştu. Uriya’ya, kısa süreliğine evine ve karısının yanına dönebilmesi için sıla izni vermeye, yani Uriya’nın savaşa ara vermesine karar vermişti. Bu sayede, çocuk doğduğu zaman, Uriya çocuğun ona ait olduğu düşüncesiyle kandırılabilirdi. Davut, Uriya’yı ikiyüzlü övgülere boğdu ve ona bir armağan vererek (aslında bu hediye Davut’un vicdanını yatıştırmak içindi) onu evine yolladı.Fakat Davut, Uriya’nın sadakatini pek önemsememişti. Uriya görevini bırakmayı veya kralının bu cömertliğinden yararlanmayı düşünmüyordu. Uriya bir askerdi. Karısına olan özlemi ne kadar büyük olursa olsun, kendisini kralına hizmet etmeye mecbur hissediyordu. Davut’un tasarladığı gibi evine dönmek yerine…

2.Samuel 11:9-13: Ne var ki, Uriya evine gitmedi, efendisinin bütün adamlarıyla birlikte sarayın kapısında uyudu. Davut Uriya’nın evine gitmediğini öğrenince, ona, “Yolculuktan geldin. Neden evine gitmedin?” diye sordu. Uriya, “Sandık da, İsrailliler’le Yahudalılar da çardaklarda kalıyor” diye karşılık verdi, “Komutanım Yoav’la efendimin adamları kırlarda konaklıyor. Bu durumda nasıl olur da ben yiyip içmek, karımla yatmak için evime giderim? Yaşamın hakkı için, böyle bir şeyi kesinlikle yapmayacağım.” Bunun üzerine Davut, “Bugün de burada kal, yarın seni göndereceğim” dedi. Uriya o gün de, ertesi gün de Yeruşalim’de kaldı. Davut Uriya’yı çağırdı. Onu sarhoş edene dek yedirip içirdi. Akşam olunca Uriya efendisinin adamlarıyla birlikte uyumak üzere yattığı yere gitti. Yine evine gitmedi.

Davut’un tasarısı boşa çıkmıştı. Davut’un tehlikeli gizleme tasarısı, ihanet ettiği adamın bağlılığıyla bozguna uğramıştı. Bu durumdayken, Davut’un şehvet uykusundan uyanıp tövbeye yönelmesi beklenebilir. Tam tersine! Davut, büyüyen çaresizliğiyle, günahına günah ekleyip suçuna bir de gerçek cinayet ekledi. Komutanı Yoav’a, Kutsal Ruh olan Tanrı’nın gizli işleyişi aracılığıyla tüm tarihe açıklanacak bir mektup yazdı. Bu kanıtı ortadan kaldıracak ve halkın gözünden saklayacak bir doğrama makinesi de yoktu. Davut, mühürlü mektubunu Uriya’nın eliyle Yoav’a göndererek, çirkin davranışının en aşağı seviyesine inmişti. Saf bir bağımlılığı olan Uriya, cepheye taşıdığı mektubun kendi ölüm fermanını içerdiğini bilmiyordu.

2.Samuel 11:15-17: Mektupta şöyle yazdı: “Uriya’yı savaşın en şiddetli olduğu cepheye yerleştir ve yanından çekil ki, vurulup ölsün.” Böylece Yoav kenti kuşatırken Uriya’yı yiğit adamların bulunduğunu bildiği yere yerleştirdi. Kent halkı çıkıp Yoav’ın askerleriyle savaştı. Davut’un askerlerinden ölenler oldu. Hititli Uriya da ölenler arasındaydı.

Daha sonra, savaşın olduğu yerden, Uriya’nın öldüğünü Davut’a bildirmesi için Yoav tarafından bir ulak gönderildi. Davut, kendisinin emniyette olduğunu, sırrının insanların gözünden saklandığını ve Uriya ile birlikte öldüğünü düşünüyordu. Bat-Şeva da kocasının ölüm haberini alır almaz yas tutmaya başladı. Ama bu yas uzun sürmedi. Davut, Bat-Şeva’yı çağırttığında, Bat-Şeva Davut’un evine geldi, onun karısı oldu ve ona bir oğul doğurdu. Sanki kimse, doğan bu çocuğun zina ile doğan bir çocuk olduğunu bilmeyecekti. Zina ile doğan bu çocuk, Davut’dan sonra Yahudi kralı olacak olan Süleyman’dı.

2.Samuel 11:27b: Fakat Tanrı, tüm ilahi taktiriyle, gözlerini Davut’a dikti. Kralın bu sırrı Tanrı’nın gözünden kaçmadı. İnsan anlayışından gizlenmiş olan, tüm çıplaklığıyla Tanrı’nın önünde duruyordu. Tevratta basit bir ifadeyle şöyle yazıyor: “Ancak, Davut’un bu yaptığı Rab’bin hoşuna gitmedi."

Peygamber Natan Davut'u Paylıyor

2.Samuel 12:7-11: Rab Natan`ı Davut`a gönderdi. Natan Davut`un yanına gelince ona, “Bir kentte biri zengin, öbürü yoksul iki adam vardı” dedi. Zengin adamın birçok koyunu, sığırı vardı. Ama yoksul adamın satın alıp beslediği küçük bir dişi kuzudan başka bir hayvanı yoktu. Kuzu adamın yanında, çocuklarıyla birlikte büyüdü. Adamın yemeğinden yer, tasından içer, koynunda uyurdu. Yoksulun kızı gibiydi.Derken, zengin adama bir yolcu uğradı. Adam gelen konuğa yemek hazırlamak için kendi koyunlarından, sığırlarından birini almaya kıyamadığından yoksulun kuzusunu alıp yolcuya yemek hazırladı.”Zengin adama çok öfkelenen Davut Natan`a, “Yaşayan RAB`bin adıyla derim ki, bunu yapan ölümü hak etmiştir!” dedi, Bunu yaptığı ve acımadığı için kuzuya karşılık dört katını ödemeli.

Bunun üzerine Natan, Davut’a, “O adam sensin!” dedi, “İsrail’in Tanrısı RAB diyor ki, ‘Ben seni İsrail’e kral olarak meshettim ve Saul’un elinden kurtardım. Sana efendinin evini verdim, karılarını da koynuna verdim. İsrail ve Yahuda halkını da sana verdim. Bu az gelseydi, sana daha neler neler verirdim! Öyleyse neden RAB’bin gözünde kötü olanı yaparak, onun sözünü küçümsedin? Hititli Uriya’yı kılıçla öldürdün, Ammonlular’ın kılıcıyla canına kıydın. Karısını da kendine eş olarak aldın. Bundan böyle, kılıç senin soyundan sonsuza dek eksik olmayacak. Çünkü beni küçümsedin ve Hititli Uriya’nın karısını kendine eş olarak aldın.’ “RAB şöyle diyor: ‘Sana kendi soyundan kötülük getireceğim. Senin gözünün önünde karılarını alıp bir yakınına vereceğim; güpegündüz karılarının koynuna girecek.

Kur’an’da Sad suresinde bu olay şöyle aktarılır:

Sad suresi 21-24.ayetler: “Davud’un huzuruna gelen iki davacı olayından haberin var mı? Hani duvarı tırmanarak Davud’un yanına gelmişlerdi de onlardan korkmuştu. Davud’a: “Korkma!” demişlerdi. “Biz iki davacıyız, birimiz diğerine zulmetti. Sen aramızda adaletle karar ver, haksızlık yapma, aramızı bularak bize doğru yolu göster.” Ardından: “Bu benim kardeşim, onun 99 koyunu benimse 1 koyunum var. ‘Onu da bana ver’ diye tutturdu ve dediğini de yaptırdı.” diye anlattı. Davud dedi ki: “Koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle doğrusu sana zulmetmiş. Zaten toplumda birçok kişi birbirine böyle zülmediyor. İman edip iyilik, güzellik, doğruluktan ayrılmayanlar ancak uzak kalabiliyor. Ama onlar da maalesef çok az…” Davud kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden af diledi, rükû ederek yere kapandı ve O’na yöneldi”

Muhammed Kur’an’da sadece Natan’ın örneğine benzer bir örnek vermiş. Anlatamadığı hikaye görüldüğü gibi Tevrat’ta ayrıntılarıyla açıklanmış. Onca karısın, cariyesine rağmen başkasının karısına göz koyan, hem de emrindeki komutanını öldürerek el koyan bir peygamberin adaleti olabilir mi? Muhammed’in evlatlığının karısı Zeynep’le olan ilişkisi de buna benziyor. 9 karısına rağmen evlatlığının karısına da göz koyuyor. Ama Zeyd bu duruma erkenden uyanmış da kendi eliyle teslim etmiş karısını. Yoksa akıbeti herhalde Davud’un komutanı gibi olabilirdi...

BANA BİR TANRI ÇİZ

Yazan: Gerçeği Arayan Adam


BANA BİR TANRI ÇİZ


Evren kaotik bir sistem, evrende mükemmeliyet yok, daimi bir döngü ve değişim var, her şey başlıyor gelişiyor ve bozularak son buluyor, ama kaybolmuyor, elementlerine ayrılıyor ve sonra başka Bir şey olarak tekrar varlık sahnesinde birleşiyor, kara delikler bilinen maddeleri yutuyor ve atom altı ölçekte sıkıştırıyor, büyük yıldızlar, süpernovalar elementleri dönüştürüyor ve uzaya fırlatıyor ,ama sonsuz  evrenin yapı taşı atom ve atom altı parçacıklar hiç yok olmuyor, sadece dönüşüyorlar, bir elementten diğerine...

Dünyada durum nasıl peki; Bütün canlılar hayatta kalmak için ya diğer hayvanların ya da bitkilerin yaşamına son veriyor, hayatta kalmak için herşeyi yapıyoruz, birinin yaşaması diğerinin ölümü ile mümkün olabiliyor, birbirini yiyen ve sindiren sayısız canlı varlık var. bırakın ölümü yaşayan bedenlerimizde bile milyonlarca bakteri ve mantar her an ölü derilerimizi yiyor yada bir şekilde bizimle besleniyorlar. Su altından , oksijensiz toprak altına, oradan dağların zirvesine kadar her koşul ve şarta adapte olmayı başarmış yaşamlar görüyoruz, ölmemeyi hala başaramamış ama ölmemek için diğer bir canlıyı öldüren sayısız hayat...

Peki evren kaotikse, yani herşey belirsizlik ve düzensizlikle başlıyor, kısa bir aralık mükemmele yaklaşıyor ve sonra da yine bozuluyorsa o halde dinlerin bize  söylediği mükemmel yaratılış nizamı nerede? mülk suresi 3. ayet '' O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah'ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?'' bu meydan okumanın delillerini neden göremiyoruz. dinlerin bize ilk insanlığın başladığını anlattığı adem ile havva hikayesi bilimle artık yerle bir oluyor, insan dna'ları çözümleniyor, milyon yıllık insanımsı kemikleri, neandertaller, homosapiensler bulunuyor, dev iskelet kemikleri, cüce insan iskeletleri bulunuyor, karbon testleriyle yılları belirleniyor. hop diye gökten inmediğimiz, yavaş yavaş geliştiğimiz görülüyor. eşyaların isimlerini bilerek eşi ile dünyaya bir müddet kalmak için gönderilen eğitimli bir adem değil de sanki zorla hayatta kalabilmek için akıllanmış bir adem var bilimin bize sunduğu. Dinlerin bize mucize/ hikaye olarak sunduğu ve bu güne delilleri kalması gereken hadiselerden iz bile yok. Ay ikiye bölünmemiş gittik ve bizzat gördük insan olarak. Nuh tufanı ise olması teknik olarak imkansız bir yıkım, delillerini bulamıyoruz.

Ama bildiğimiz bir şey var, evren 13.75 milyar yıl önce bir patlamayla oluştu, dünya ise 4,54 milyar yıldır orada. öncesinde yoktu, evrende milyonlarca galaksi, her galakside belki milyarlarca yıldız ( güneş ) bunların etrafında da trilyonlarca gezegen dönüp duruyor. biz bu büyük fotoğrafın içerisinde sadece milyonlarca galaksi arasından bir tanesi olan samanyolu galaksisinin sarmallarının birinin kenarındaki bir yıldızın ( güneş ) etrafında dönen küçücük, yok hükmünde bir gezegenin üzerinde yaşayan varlıklarız. Artık hadislerdeki gibi Allahın peygamberi için söylediği iddia olunan '' sen olmasaydın habibim felekleri yaratmazdım '' şeklindeki bir sözü ve kutsal kitaplardaki evrenin merkezinde dünyanın olduğu, yıldızların yakın göğü süsleyen birer kandil olduğu, yıldızların şeytanlara atılan birer taş olduğu, her şeyin bizim için yaratıldığı, evrenin bizim için , biz burada yaşayalım diye  yaratıldığı iddialarını kabul edecek beyin yapısını geçtik. teleskoplar yaptık, uzay araçları ile dünyanın dışından evrene baktık ve zamanı hesaplayarak gök cisimlerinin bize  uzaklıklarını bulduk. yıldız zannedilen diğer galaksileri tespit ettik. Sonuç olarak evrenin merkezinde dünyanın olmadığını, ve bütün varlık aleminin ve yedi kat göğün bizim için yaratılamayacak kadar büyük olduğunu biliyoruz. bildiğimiz diğer şey ise düzen ve nizamın olmadığı, her şeyin sıkıştırılmış bir küçüklükten ( hiçlik/ nokta / yoktan ) varolarak genişlemeye devam ettiği. O halde sabit ve sonsuz bir cennet yada  cehennem kavramlarını hiç bir şeyin durmadığı ve her şeyin hareket ettiği bir evrende nereye koyacağız?

Tanrı kavramını tartışırken, eleştirirken ve överken bir şeyi gözden kaçırıyoruz; bizim bahsettiğimiz tanrı acaba karşıdakinin savunduğu yada yerdiği tanrı mı? acaba aynı varlıktan mı bahsediyoruz. Çoğu kez kimin neden bahsettiğini bile bilmediğini düşünüyorum. o nedenle bir tanrı çizme gayteti içindeyim. Buda, yahova, Allah, Tanrı... kızılderelilerin, semitik dinlerin, hinduların hasılı bütün din ve ekollerin tanrılarının özellikleri ve eylemleri bile farklı. O nedenle o üst bilinci hala inkar etmemekle birlikte görece zekama göre fazlaca karmaşık matematiksel hesaplamalar ve ihtimaller gerektiren varlık alemine baktığımda bir yaratıcıyı görüyor yada delillerini buluyorum. Ama hangisini, kuranın ?, tevratın ?, zeburun ?, şamanizmin ?.... Sorun burada.

Madem ben bir et bedenim, ve madem düşünce sistemim ve algı kapasitem fiziken kafatasımın içindeki nöronlarla sınırlı. O halde nöronlarımla bulamadığım ve algılayamadığım bir şeyden sorumluluğum yoktur. Ama nasıl yoktur. O şeyin olmadığını söylemiyorum var olabilir, olmayabilirde, ama benim duyu yeteneklerim ve algı kapasitem ister zamansal olarak ister yetenek olarak olsun , bir şeyi algılayamıyorsa o şey benim için yoktur. Her canlı için gerçeklik; duyu organları aracılığıyla elde ettiği verilerin ( görme-işitme-koklama-dokunma- tatma ) sinirler aracılığıyla beyne iletmesi ile oluşan bir smilasyondan ibaret. yani gerçekliği hiç bir zaman tam olarak bilemiyoruz. duyu organlarımız ve sinirlerimiz ne kadar kabiliyetli ise ve beynimiz yani nöronlarımız bu bilgileri nasıl ve ne şekilde işliyorsa işte bizim için gerçeklik bu oluyor. Örneğin ışık frekans değerlerinin 4/1000 ini algılayabilmemiz sebebiyle geri kalan frekanslar gerçekte var olmasına ve bu bilgiyi insanlık olarak yakın geçmişte tespit etmemize ragmen hala beynimiz için gerçek değiller ve yoklar.

Buradan bana göre şu sonuş ortaya çıkıyor: Tanrı kavramının kendisinde bir kusur, insani zaaf, beceriksizlik yada eksiklik olamayacağı gibi tanrı gibi üst bir bilincin de insana kabiliyetsiz bir beyin verip yada algısını sınırlandırıp bu sınırlar dışındaki gerçeklikten sorumlu tutması düşünülemez. O nedenle Tanrı / Allah denilen o üst bilinci kabiliyetimiz ölçüsünde önce biçimlendirip sonra bize onun elçileri olduğunu söyleyenleri, onların elindeki kitapları tartıp yargılamamız gerekiyor. Eleştirilerimi ve sorgulamamı yüksek oranda semitik din ekolü ile sınırlı tutacağım.

Peki  Dinlerin ( tevrat-zebur- incil- kuran )söylediği gibi Bir tanrı olsaydı düzen olur muydu?

Bence düzen olması gerekirdi, entropiye izin vermemesi, mükemmeliyetçi olması gerekirdi, yoksa tanrı hep hareket eden genişleyip küçülen ve bozulan bir yapı da cennet ve cehennemi koyacak yer bulamaz. hele onları sonsuza kadar sabit tutamazdı. Zaman sonsuzken, evrenin yaşını ve dünyanın yaşını hesaplamışken, evrende önemsiz bir kum tanesi kadar hükmü olmayan bir kürenin ( dünya ) üstünde sonsuzlukla ölçülemeyen bir zaman diliminde dünya görece kararlı ve güzel hale geldi diye mükemmel bir nizam olduğunu düşünemem yoksa. çünkü ben herşeyin kütlesiz enerji oldıuğu zamanı ve yer kürenin güneş gibi lav topu olduğu milyon yıllık zamanları biliyorum, sene 2019 oldu, belki isa yada muhammet peygamber  zamanında olsaydı hayretler içinde göge ve yere bakıp bu görüşe inanabilir ve evrenin mükemmel olduğunu sanabilirdim. Ama zaman benim beynimin lehine hareket etti. Evrendeki kaos gerçek bir tanrının olmadığını göstermez elbette ama '' yaratışında hiç bir uygunsuzluk olmadığı''nı ve sonsuz güçlü olduğunu iddia eden bir tanrının olmadığını gösterir. Zira daha iyisini yapabilecekken daha kötüsünü yapmak özensizliği, daha iyisini yapamamak ise sonsuz güç olmadığını gösterir.

İnsanlarla iletişim şekli olarak bozulan tahrif edilen kitaplar, yada bölgesel dinler ile, insanların sadece küçük bir kısmının görebildiği peygamberler göndermek yerine her ,insanla iletişim kurması yada iletmek istediği bilgiyi bütün insanların görebileceği şekilde yayımlaması gerekirdi ( silinemez bir yazıt, gök yüzünde ayetler...vs ). Tanrı Bana göre zoru seçmez, kolayıda seçmez tanrı mantıklı ve maksimum fayda veren şeyi seçer ve ona göre davranır. Arap bir peygambere Arapça bir metin verip kalk hadi git bunu 7000 ayrı dildeki tüm dünya milletlerine, ekvatordan kutuplara kadar tebliğ et, anlat demesi, itiraz ederlerse ve sana karşı koyarlarsa öldür demesi bana mantıklı gelmiyor. insan ve kul kazanmak isteyen tanrının sırf ilk iletişimi kurmak için seçtiği yolda dünya insanlarının milyonlarcasının ölmesi garanti bir son. bu yayın her dilde yapılsa ve sabit silinmez bir metin olsa ondan sonra imtihan olsak daha akılcı olmaz mıydı? Hayır olmazdı diyenler aşağıdaki sahnedeki adamın torunu ya da kendisi olarak empati kursunlar lütfen:

''Anadolu da eski tarihlerde yaşıyorsunuz huzur içinde, güzel bir eşiniz ve 9 yaşında bir kızınız var, askerlik çağında da bir delikanlı oğlunuz. Tanrı bir önceki peygamberin süresinin dolduğunu değerlendirerek yenisini gönderdi. Asıl amacı seni kazanmak ve sana değer veriyor, zira o tanrı dini ekolde sonsuz rahmetli , şefkatli ve adil bir tanrı. sen onun için çok ama çok değerlisin ama direk seninle konuşmuyor. sana gönderdiği dini ve mesajı arap yarımadasında bir insana gönderdi ve o kişiye ''bunu bütün insanlığa git anlat, beni tanısınlar bana ibadet etsinler'' dedi. Bu şefkatli tanrı bu dini içinde savaş kurallarında  karşı koyanların öldürülmesi , mallarının beytul mala kaldırılması ve kalanların da köle olarak alınması kurallarını da koydu. senin müşfik tanrının planından, kurallarından ve mesajından haberin yok, henüz varlığını ve seni sevdiğini bile bilmiyorsun. Tanrının askerleri yola çıktılar, insani bir reflex olarak senin devletinde tanımadığı ve yabancı dil konuşan, dinlerini değiştirmelerini ve devletlerini kendilerine bırakmalarını yada fidye ödemelerini isteyen bu kişilerle savaşacaklar. senin ülkenin askere ihtiyacı var oğlunu çağırdılar ,oğlun vatan görevine gitti, gelen tanrının askerleriyle konuşamıyorsun anlamıyorsun, kitaplarıyla ilgili bilgin bile yok hele savaş kurallarını hiç bilmiyorsun. Tanrı onlara melekleri ile yardım etti ve '' Muhakkak ki Ben sizinle beraberim '' dedi. Askerler karşılaştı ve ülkelerini savunmaya çalışan binlerce askerin öldü, içinde oğlun kafası gövdesi kılıçla kesilmiş, üstünde atlar tepinmiş halde savaş meydanında öldürüldü ve kokmayı bekliyor, Tanrının askerleri ilerledi ve ülkeye el koydular gelip karını ve 9 yaşındaki kızını da esir olarak aldılar esir köle kadınların nikahları dinen düşüyor ve onlarla ilişkiye girilebiliyor, ne de olsa onlar artık birer mal, paylaşımda hangi tanrının askerine düşmüşlerse eğer karını bir evde 9 yaşındaki öpmeye kıyamadığın kızını da başka bir evde soyup çığlıklar eşliğinde tecavüz ettiler. ( Tecavüz istemeyen insanla cinsel ilişkidir. ) Tanrı senin kızın yaşındaki bir kızın zaten peygamberine eş olmasına izin verdiği için senin kızının çığlıkları ve baba diye bağırmaları tanrının askerlerinin yüteğinde acı bile oluşturmadı. hele tanrının yüreğine hiç ama hiç dokunmadı zira askerler tanrının buyruğundan hiç çııkmadılar ki. Tanrı karısı ve 9 yaşındaki kızı başkasının tecavüzüne uğramış ve köle yapılmış, ayrıca oğlu savaş meydanında parça parça yatan senden şimdi ona iman etmeni istiyor ve kendisinin mükemmel olduğunu bildiriyor, ayrıca bir kaç yıl çalışıp arapça öğrendiğinde onun ne kadar şeykatli olduğunu ve bütün bunları kendisini sana tanıtmak ve seni cennetine koymak için yaptığını da göreceksin, biraz daha okuduğunda yeteri kadar paran varsa allahın askerlerine ve devlet başkanına fidye ödeyerek kızın ve karından geriye kalanları kurtarabileceğini, yoksa kızın ve karının sahiplerinin kalbine merhamet vermesi ve onları azat etmeleri için tanrıya hep dua edebileceğini, kızının ve karının müslüman olmasının bile onları kölelikten kurtaramayacağını öğreneceksin ...... ''Bu sahneyi kabul edebiliyorsan ve özümsüyorsan hiç vakit kaybetmeden bu yazıyı kapatmalı ve beni kafir ilan etmelisin. Yoksa devam edelim.

Bizi dünyaya göndermek için ademin aklına yasak meyvayı düşürüp sonra geri çekilip ve iletişimini kesip bir de şeytana izin verip onun aklını çeldirtip meyvayı yedirdikten sonra ceza olarak dünyaya göndermek yerine, ismine ve kudretine yaraşır şekilde doğrudan ben sizi imtihan edeceğim demesi gerekirdi. Neden bizim yanılmamızı bekliyorsun ki , neden bizi meraklı yaratıp sonra da sakın o ağaca dokunma deyip çekiliyorsun. üstelik bu şeytan nasıl bir şeyse katından kovulmasına rağmen cennete girmeye ehil ve izinli bir varlık anlamadım. Olacakların ve yaptıklarımızın sorumluluğunu bize yüklemek için mi öyle yaptın, Şeytan bize secde etmediği için kafir oldu, havva ademi ikna ettiği için ilk günahkar oldu, adem uyarına rağmen o yasak meyvayı yedi, bize secde etmeyen şeytan yine bizi sana karşı yanılttı. birisi kafir  diğerlerimiz günahkar olduk, kovuldık ve yer yüzüne gönderildik. ama sen başta zaten meleklerine '' ben yer yüzünde bir beşer yaratacağım '' dememiş miydin? o halde sanki bizim dna mızı yanılmaya kodlamış ve sonu baştan belli bu oyunu sahneye koymuş gibi görünüyorsun. ha bir de '' andolsun cehennemi insanlardan ve cinlerden tamamen dolduracağım '' demiştin değil mi? yani başaramayacağımızı zamansızlık katından görüyor ve biliyorsun!  blofünü gördüysek başarısız bir oyun kurdun demektir ve bu sana yakışmadı.

Eşitlikçi olması gerekirdi mesela; bu eşitlik sistemin eşitlenmesi şeklinde olurdu, tek tek insanların ne yaptığıyla değil de total fayda ve zarar hesabı yaparak iyiliği ve kötülüğü 1=1 gibi dengelemesi gerekirdi. Ayrıca insanlarla iletişim kurmuş ve dinler göndermişse bu kez insanlar nezdinde de eşitlikçi olması gerekirdi.

Sınava tabi tutacaksa: ilettiği bilgiyi hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde önce bütün insanlara iletip sonra eylemlere ceza vermesi gerekirdi, madem sonsuz bir ceza yada ödül verecek o halde insanları dinler, tarikatler, mezhepler, hocalar, şıhlar, kendi kutsal yazıtları, peygamberlerin sözleri, uluların yazıtları arasında sıkıştırıp imtihanı zorlaştırmaması, cam gibi berrak bir mesaj iletmesi gerekirdi.

Adaletli olması gerekirdi: mikron ölçeğinde bile geçerli, şeksiz , şüphesiz bir şekilde, adaletli olması gerekirdi. Tevratta israiloğullarını kayırmaması, Mısır firavunu ve halkına zavk alır gibi işkenceler etmemesi, onların masum ilk çocuklarını babalarının günahı nedeniyle öldürmemesi, islamda inananlar dışında diğer herkesi kafir, müşrik, münafık ilan etmemesi, yeni gelecek yada gelen bir dine insanların tepki göstereceğini, inanmayacağını, sorgulayacağını zaten bilmesi, hatta karşı koymasına bile ceza vermemesi gerekirdi, kalplere ilham etmesi, kalpleri dinine karşı yumuşatması gerekirdi, insanların diğer insanları köleleştirmesine karşı koyması, ürettiği bilinçli varlıklara sahip çıkması, bir cinsi diğerinin emrinde ve onun boyunduruğunda yaşatmaması, kadınların esir olarak alınarak cinsel meta olarak kullanılmasına izin vermemesi, sırf biraz daha kaslı diye erkekleri kadınlardan üstün kılmaması, arada bir kadın peygamber de göndermesi, onları yüceltmesi...vs vs gerekirdi.

Bizimle ilgileniyorsa eğer; her aç olanı ,her susuzu, şiddete maruz kalanı duyması ve yardımını gönderirken öncelik sırasına koyması, afrikada çocukların açlıktan ölmesini en önemli bulması, o çocuğun duasına cevap vermesi gerekirdi, oysa aynı zaman diliminde açlıktan ölen, tecavüz edilen, boğazı kesilen, kafasında bomba patlayan, bir binadan düşmekte olan insanların duasının Tanrıya ulaşmadığını ama sevdiği kızın kendisini sevmesini isteyenin, parasına para katmak isteyenin, bir sınavı kazanmak isteyenin dualarının ulaştığını ve isteklerinin ( Allahın izni ve inayetiyle ) karşılandığını görüyoruz.

Tanrı varsa eğer her şeyi en kolay ve en hızlı nasıl yapacaksa öyle yapması, dolambaçlı işlere girmemesi gerekirdi. Amaç sadece kendisine itaat eden kullar ise; bunu imtihanla değil direk insanı o şekilde kodlayarak yapması gerekirdi, bunu zaten melekler yapıyorsa o zamanda bizi yaratmaması gerekirdi, maksimum faydayı gözetmesi gerekirdi.

Tanrı varsa esasında insana da ihtiyacının olmaması gerekirdi, hele hele onu imtihan etme zahmetine hiç girmemesi gerekirdi, bir yaratım ve üretim, ya kendi ihtiyacımızdan yada zahir bir ihtiyaçtan hasıl olur. Tanrı mutlak kadirse bizi yaratmak onun için bir israf olmalıydı. Bir varlığı yani bizi imtahan etmesi Tanrının yarattığı bilinçlerin ona ve kurallarına tabi olup olmayacağının testedilmesi evrende birilerine, yada kendine  henüz ispatlamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu, Tanrının mutlak kadir olmadığını gösterir. Tanrı için bu ispat eylemi büyük bir risk doğurur, insanlar sınavı kaybederlerse, tanrı hem evrene karşı kendisinin hala eksik olduğunu, bir varlığa özgür irade verdiğinde hala kendisine başkaldırabildiğini tescil ederek kendi ayaklarına sıkar itibar kaybeder, hem de bu uyumsuz varlıkları sonsuzzzz cezalandırmak için bir emek ve güç sarfetmek zorunda kalarak bir de evrende bu kahrolası varlıklara cehennem gibi bir yer ayırarak elindeki atomları gereksiz bir işte sabit tutmak zorunda kalır. Tam tersi durumda da cennet gibi bir yerde bu ulu ruhları toplayarak yangelip yatırmak gibi bir israfa girerek yine cenneti oluşturan atomlarını orada sabit tutmak zorunda kalarak nihayetinde ve total hesapta israfa giden bir eylem icra etmiş olur.

Tanrının mutlak kadir güç olması gerekirdi, insanı ortaya koyup, şeytanı serbest bırakıp yarattığı diğer önemli ama kovulmuş varlık şeytanla '' görelim bakalım sana mı itaat edecekler bana mı'' şeklinde yarışa girmek ve eksik yarattığı insana sınavı geçememe durumunda sonsuz azap uygulama tehdidinde bulunmak  yerine şeytan figürünün hiç olmaması gerekirdi, yada şeytanı orada en ağır şekilde cezalandırarak meleklere ve insanlara adaletini ve kurallarını göstermesi gerekirdi.
Merhamet, zaaflı varlıkların işidir, adalet merhametin üstündedir en iyi merhamet adalettir. Zira birine gösterilen ve adalet terazisini eğen merhametin sistemdeki diğer insanların hakkını ihlal edeceğini bilerek kesinlikle merhametli olmaması gerekirdi. Bütünleşmeyen ve çelişki ihtiva eden isimleri kendisine takmaması, gerekirdi.

Üst bir bilinç, keskin bir zeka, mükemmel denklemler kurma ve evrenler yaratma kabiliyeti ile donanması ve insani kavramlardan ve duygulardan arınması gerekirdi, Tanrının kızmaması, başarısız olduğunda ve şeytana karşı kaybettiğinde insanları toplu olarak helak etmemesi, insan makinesini doğru kodlayamadığı için hatayı kendisinde araması ve yeniden kodlaması,   intikam hissi duymaması, inananlarla inanmayanları, eski kitap ehilleriyle yenilerini daima savaşa sokup milyonlarca insanın ölümüne sebep olmaması, kadınların tecavüze, çocukların ve masumların bombalar altında paramparça ölmesine izin vermemesi gerekirdi
bizim gibi iki yada dört ayaklı yada elleri olan bir varlık olmaması, bir enerji varlık olması, yaratabildiği bütün atomlarla her an iletişimde olması gerekirdi
tanrının insanlara bu dünyada yasak ve haram kıldığı bir çok şeyi diğer tarafta ödül olarak sunarak kendisiyle çelişmemesi gerekirdi.
Cennet gibi bir yeri yaratarak ve özellikle imtihanı geçen, evrene tanrıya bağlılığını ispatlayan ve çok zor oluşan insan gibi bir bilinci SONSUZZZ bir süre boyunca orada yatırarak atom ve bilinç israfına girmemesi, bilinçlenen atomları kendisine çekerek deneyimini artırması , yada bu bilinçleri işlerinde kullanması, yada yeniden dönüşüme sokması gerekirdi.
Cehennem gibi ; evrenin yaşı ile ölçülemeyecek kadar kısa bir süre içinde insanların yaptığı önemsiz hatalara sonsuz bir ateş azabı uygulayacağı bir yer yaratmak gibi adalet ve eşitlik, kısas esaslarına aykırı bir yer yaratacağına, düzgün programlanamayan ve ana üreticinin ( Tanrının ) çizdiği yolan çıkan makinaların hatalarını kendinden bilmesi yada en azından hatalarla orantılı olarak sonlu ve süreli bir ceza sistemi getirmeliydi.
O kadar büyük olmalıydı ki, insanların yaptığı hata onun ilgilenmeyeceği kadar küçük bir ayrıntı olarak kalmalıydı, ceza vermek yerine eşitleme yada hatalı ruhların tamirini yaparak daha büyük amaçlarla uğraşmalı idi.
Tanrının egolu olmaması gerekirdi. Hep beni övün, beni çokça övün, melekler hep onu tespih ederler gibi cümlelerle ikide bir kendisinin ne kadar büyük olduğunu bize söyleyip durmaması gerekirdi. O kadar kudretli olması gerekirdi ki o söylemeden ve zorlamadan insanların onun büyüklüğünü anlaması gerekirdi.

Tanrının büyüklenmemesi gerekirdi: en büyük ve kudret sahibi gücün kendisini misillemesi ve büyük olduğunu , sonsuz güç sahibi olduğunu söyleyip durması ; birileriyle yarışta olduğunu ve bir şeyleri ispat etmeye çalıştığını göstereceğinden kendisini yarışın, karşılaştırmaların ve misillemelerin dışında tutması gerekirdi.
Bu dünya ve öte dünyada ödüller ve yasaklar belirlerken tutarlı olması gerekirdi, bu dünyada zina yapmayana diğer tarafta en az 80 huri ile sex yapma hakkı, bu dünyada alkol tüketmeyene diğer tarafta şarap nehirlerinden içme hakkı, bu dünyada düzenli ibadet edene diğer tarafta sonsuz süre boyunca ibadet etmeme hakkı, bu dünyada kendisinin koyduğu kurallara göre çalışana diğer tarafta sonsuz çalışmama hakkı vermemesi gerekirdi. Aksi halde buradan şu anlam çıkmaz mı?; evrende zaten içki, toplu ve çok insanla sex, çalışmamak ve ibadet etmemek esastır, tanrısal ilkeler bize söylediklerinin tersidir , öyle olmasa bize bunu vaadetmezdi. zira imtihan sürecinin sonunda yani sonsuzluk katında tanrı bana neyi veriyorsa evrende esas olan o değil midir?
Eğer hala sonsuz mutlak güç değil ve büyümeye devam ediyorsa bunu açıkça söylemesi ve amacımızı bize bildirmesi gerekirdi.
Belki insan olduğum içindir ama sıkılması gerekirdi tanrılıktan, her an ol diyince oldurabilmekten , amaçlarının ve hedeflerinin olmamasından, kendisini küçültüp büyütememekten, uyuyamamaktan, dinlenememekten, bölünememek ve çoğalamamaktan, ölememekten, herşeyi zaten biliyor olmanın tuhaf ve iğrenç bilgeliğinden, şaşıramamktan, zaten hep orda olmaktan ve sonsuza kadar da orda olacak olmaktan.
Ya da hala tam anlamıyla düzeni kuramadığını , entropiyi bitiremediğini, sistemi başa sarıp yeniden ve yeniden büyük patlamalarla dizayn ettiğini, bilincini artırmak ve sonsuz ihtimalleri deneyimlemek için canlılar yaratarak ölmelerine, tecavüz edilmelerine, boğazlarının kesilmesine , suda boğulmalarına, ateşte yanmalarına, açlıktan kırılmalarına, hastalıklardan gebermelerine izin vererek evrendeki sonsuz ihtimalleri deneyimlemek ve mutlak kadir güç ve bilgi sahibi olmak için bizi kullandığını itiraf etmesi gerekirdi, bu da tanrıyı kendisininde bizden önce oluşan tesadüfi bir bilinç olduğunu itirafa, eksik olduğunu kabule, isimlerinin hakkını vermediğini açıklamaya zorlayabilirdi. gerçi o zaman da rahmetli olmazdı, bu hiç de adil olmazdı,  gerçi başkasının olmadığı ve herkesin bir şeyin ( Tanrının ) malı olduğu bir sistemde ikinci parametre olmadan adaleti nasıl belirleyeceğiz ki?
Sahi saklamaya çalışsanda artık biliyoruz, artık akıllandık tanrım. bize fazla süre tanımış olabilirsin, seni tekrar tekrar uyarıyorum; bizi gerçi hiç bir zaman kontrol altında tutamadın ama şimdilerde ( son 200 yıl ) ciddi ciddi yoldan çıkıyoruz. bir bu kadar daha bizimle konuşmaz yada bize dur demezsen ,bırak dünyayı bütün varoluş bilgini arşının kutsal kitaplığından araklamış olabiliriz.
Bir peygamber gönderip binlerce yıl susmanın anlamsızlığını, mucizelerin saçmalığını, sana ait olduğu iddia olunan kuralların ve buyrukların ( ayetlerin ) bayağılığını kavradık, insansı hislere bürünemeyeceğini anladık ve kızan , kinlenen, beddua eden , dua eden, istediği olmayınca yarattıklarına hakaret eden, helak eden, küfür eden ayetlerin sana ait olamayacağını kavradık, bütün o dehşet verici sonsuzlukta ve güzellikteki evreni yaratmışken oturup hiç işin yokmuş gibi peygamberinin kimlerle yartabileceğine ilişkin ayetler vaazedemeyeceğini, etmemen gerektiğini kabul ettik, insanlardan yani yaratıklarından para pul istemeyecek kadar zengin olduğuna hükmettik, sana hakkını son 100 yıldır teslim etmek için evrimleşmeye devam ediyoruz. üstelik senin askerin olduğunu iddia eden ve bizi kesmeye yemin etmiş eski inananlarına rağmen....
Tanrının test aracı, deneme tahtası, deneyim makinaları olabiliriz. O nedenle bizimle iletişim kurmamış, salah salak ekollerin arkasında ömür çürütmemize, kana ve vahşete izin veriyor olabilir. Yada henüz evrimle yarattığı bizleri konuşacak düzeyde bilinçli varlıklar olarak görmüyor da olabilir. Bizimle hiç konuşmayacak da olabilir. Ama bize söylenilen ve tanrının kelamı olduğu bildirilen  metinler doğruysa ortada ciddi bir sorun var demektir.

Haylaz bir çocuğun elindeki iradesiz ve cansız bir oyuncak yada küçük bir civciv gibi hırpalanıp duruyoruz demektir. Zira bizi bize sormadan ( kuranda bize sorulduğu ve evet dediğimiz denilse de biz hatırlamıyoruz ) yaratan, kitabında bireysel suç ve cezadan bahsedip, peygamberinin veda hutbesinde babanın suçunun oğula yazılamayacağını söylemesine rağmen adem babanın bir hatası nedeniyle bizi ana yurt olan cennetten kovan, peşimize şeytan gibi üstün ve kabiliyetli görünmez bir düşman gönderen, bir de kendi içimizde bizi yasaklara doğru çeken nefs gibi bir illet veren ve eşitliksiz bir imtihan sürecinde sınavı kaybedersek sonsuz azapla tehdit eden, müsrif, matematikten yoksun, evreni yaratabilecek kadar kabiliyetli ama fayda maliyet hesabı yapamayan, kindar, intikam hisleriyle dolu, düzgün programlama yapamayınca yada yaratıklarda sorun çıkınca çözüm olarak yok etmeyi seçen, eşitliksizlikçi, hep savaşa teşvik eden, kadınları öteleyen, köleliğe izin veren, övünmeyi seven , kibirli, yarattığı şeytan gibi kötü bir varlıkla bizim üzerimizden güç yarışına giren,  dileklere cevap verirken aciliyet ve öncelik sırası yapmayan, beyni savruk, arada insani hislere bürünüp intikam alan, lanet eden, yemin eden,   bir tanrımız var demektir. Ne denir eğer varsa Tanrı yardımcımız olsun.

BANA GÖRE TANRI NASIL

Bence TANRI/ ALLAH/ RAB tıpkı bizim gibi oluştu, Bizi ve diğer canlıları yaratarak kendisini taklit ediyor. Önceleri küçük bir bilinçti, belki ırk ve tür olarak tek de değildi bizim gibi bilinçlenmiş bir ırktı, gelişti, teknoloji sahibi oldu ve bu yüz yılda yapmayı başarmak üzere olduğumuz gibi elementlere hükmetmeyi öğrendi, atomları parçaladı, atom altı ölçeğe indi ve varlığın sırrını çözdü. Titreşimlere , frekanslara hükmedebilmeyi ve parçacıkları yönetmeyi öğrenince kendisini zaman ve mekan boyututun üzerine taşıyarak sarmalın üstine geçti, her an her yerde olabildi, sonludan sonsuza, mekandan mekansızlığa geçti, bu kadar bilgi onun zaaflı yönlerini yok etti ve beşeri özelliklerden arındı, elementleri daima dönüşüme sokarak sonsuz bir enerji kaynağına ve güce sahip oldu, ama sistemdeki süregelen entropiyi bitiremedi, sadece kendisini entropinin dışına taşıdı , sistemi hala mükemmelleştiremedi, ya tamamen müdahale edemiyor yada kendisi de hala sisteme bir şekilde bağlı ve sistem bunu yapmasına olanak tanımıyor, o nedenle sonsuz döngülerle ( paralel evrenler, iç içe evrenler, balon evren teorisi, sonsuz bing bang'ler )gidiyor.

Yaratmada hala çok başarısız olduğu ve işini şansa bıraktığı bile savunulabilir. Şu anki bilgimize göre bir başlangıç ile ( Büyük patlama )  atom ve kütleleşme sürecini başlatabilmesine karşın  yaşanılabilir gezegenlerin oluşmasını matematik ihtimallerine bırakıyor sanki; zira bakabildiğimiz yere kadar bizden başka canlı yada yaşanılabilir gezegen göremiyoruz , evren soğuk dev cüceler, alev topu yıldızlar, donmuş yada ısı farkı yüksek gezegenler, sıvı yada gaz formunda kalmış gezegenlerle, henüz doğum yapan ve yıldız üreten nebulalarla, evrene elemet fırlatan kuasarlarla, maddeleri yutarak dönüştüren kara deliklerle dolu. Evren genişliyor, kütleleşen galaksiler bir birinden uzaklaşıyor, sistem bozulmaya ve yok olmaya doğru gidiyor. Sanki tanrı birşeyleri tam oturtamıyor, kosmosu kararlı hale getiremiyor ve arada oluşan kararlı , yaşanılabilir gezegenlerde oluşturduğu yada zaten kendisi gibi oluşan bilinçlerin deneyimlerini alıyor ve deneyimini artırıyor.
Ama atomların hangi koşullarda ( sıcaklık, ısı, basınç ) nasıl davranacağıyla ilgili sonsuza yakın bilgiye sahip olmasına karşın, özgür bilinçlerin seçimlerinin ( her bir eylemde iki seçenekten biri seçilerek süreç bitene kadar her seferinde iki ile çarpılan seçimler toplamı ) sonuçlarını ve neyi hangi durumda seçtiklerini tam olarak bilemiyor , bu nedenle biz ve diğer hayvanlar gibi bilinçler yaratarak ve bizi düzenli olmayan bir sistemde deneyim yapmaya ve seçim yapmak zorunda olmaya  zorlayarak öğrenmeye devam ediyor. Bu süreç her canlı için yaşanıyor ve tanrı bu şekilde sonsuz seçenekleri yarattığı bilinçlerle deneyimliyor ve gücünü, kudretini ve bilgisini artırıyor. Canlılar evrimleşiyor, üreyen hiç bir canlı ebeveyninin tıpkısı olmuyor, aynı kararları almıyor, DNA dizilimleri hep farklı oluyor, değişim ve deneyim süreci çok hızlı ve hiç durmaksızın devam ediyor.
Tanrı henüz kararlı bir evren yaratamadığı ve herşey başlayıp gelişip sonra da yok olduğu için bu deneyim yapan canlıları evrenin kararlı hale gelmiş süresinde,  kararlı ve yaşanılabilir bir döngüye girmiş gezegenlerin üzerine koyuyor, o gezegen kaos dönemine geçince orada hayat ve deneyim bitiyor, bir başka gezegende zaten başlamış yada başlayacak oluyor, canlı çeşidi ( türler ve tür içi farklılıklar )ve  bunların seçim ihtimalleri sonsuz olduğundan tanrının deneyimi bitemiyor, tanrı yaratma hastalığına kapılmış gibi her yerden hayat fışkırtmak zorunda kalıyor, sanki doyuma ulaşmak için yaratmak zorundaymış gibi bir duruma giriyor. Bu döngü sonsuz bir sarmal halinde sonsuza değin devam ediyor. Aslında tanrının zaman üstüne ve dışına çıkmış olması nedeniyle bize göre zamansal süreçler alan deneyimler onun bilgi dağarcığında anında oluyor. Tanrının sanırım tek zaafı öğrenmeye olan açlığı ve kapanmayan iştahı, bu eksiklik onu tanrı yapıyor.
Tanrı nedir? Tanrı bütün kosmozdur. Her şeyin içine sirayet etmiştir. Onun için zaman ve mekan kavramı yoktur, bilinen mekan; atomların titreşiminin azalmasıyla ( Titreşimi yani frekansı ve hızı azalan enerji kütle kazanır,hızı artan atomlar ise kütle kaybederek ışık hızına ulaşırlar ve kütlesiz parçacıklara evrilir yada bölünürler. ), bilinen zaman da titreşimi azalan atomların uzayı bükmesiyle oluştuğuna, ve algılanması da kütle yoğunluğuna ve hız ile bağlantılı olarak değiştiğine göre tanrı nasıl oluşmuşsa oluşsun zamanı manipüle etmiş ve mekanları eğip bükerek bunların dışına ve üstüne çıkabilmiş olmalıdır.  Tanrı bir mavi ışık, bir enerji topu yada demeti, henüz eriştiğimiz bilinç düzeyiyle kavrayamayacağımız kadar farklı bir titreşim boyutunda, ışık frekansında, bilinç düzeyinde bir varlık olmalıdır.

Hayalimdeki tanrı: İnsanların ne yaptığıyla da ilgilenmiyor, toplamda ne olduğuyla ilgileniyor, Maksimum fayda hesabı yapıyor, canlılarla deneyimini artırıyor, sonsuz ihtimaller ve seçimler için her koşul ve şartın oluşması ve her ihtimalin gerçekleşmesi gerekmesi nedeniyle kaosa, acıya, ölüme, işkenceye, sevgiye, aşka, nefrete hasılı bütün duygu ve durumlara izin veriyor, müdahale etmiyor , hatta bunların yaşanmasını büyük bir iştahla bekliyor ve izliyor. Bu da onu kesinlikle merhametli yapmıyor, ilginçtir merhametsiz de yapmıyor, çünkü tanrı bizim hislerimize sahip olmayan sosyopat ruhlu, gülemeyen, ağlayamayan ,en kötüsü empati kuramayan ve öğrenme açlığından deliye dönmüş bir varlık. tanrının işi var, eğer varsa ve bizi de o yarattıysa bizi kullanıyor.

Bu sistem tanrıyı da oluşturan sistem mi? Tanrı da mı kosmosun içinde bilinç yolculuğuna bizim gibi başladı ve ilerledi, yoksa başka bir sistemin içinde varoldu yada vardı, ya da sistemin kendisiydi ( bam başka bir şey ) de sadece deneyimleme ihtiyacı nedeniyle mi bizim kosmosumuzu yarattı, bizi var eden büyük patlamayı yaptı bilemiyorum. Her iki ihtimal de doğru olabilir. Neticede bizi durduramazsa yada durdurmazsa, dünya ve güneş sistemi burada bir müddet daha bilinçlenmemize izin verirse tanrıya bir rakip çıkacağını ve kesinlikle minimal bir tanrı olacağımızı söyleyebilirim. Düşünen ve kendisini geliştiren dijital programlar yarattık, yürüyebilen hareket edebilen robotlar yarattık ,canlıların DNA ları ile oynuyor, genetiğini değiştiriyor, et bedenleri biçimlendirmeyi öğreniyoruz. telekineziyle dokunmadan enerji alanımızla cisimleri hareket ettirebiliyoruz, telepati yoluyla haberleşmeyi öğrenmek üzereyiz, bir üst evren olan asral evreni öğrenip meditasyonla oraya gitmeyi ve et bedenden bilincimizi ayırmayı öğrendik, belki bu katta sadece bilinç olarak kalmayı başaracağımız günler yakın, eğer öyleyse burada da öğrenmeye devam ederek ölmeden ve yok olmadan bir üst kata çıkmamamız için bizi kim engelleyecek.  belki de zaten her ölenin bilinci yok olmuyor ve deneyimine devam ederek, öğrenerek ya kaynağa ( Tanrı denilen ve yaratan sosyapat enerji bilinç )  veri sağlamaya devam ediyor ya da tanrısallaşma yolunda ilerliyor, Higs bozonu denen ve tanrının enerjiyi kütleleştirme yolundaki en büyük silahını keşif için dev laboratuvarlar kurup binlerce kişiyle harıl harıl çalışıyoruz. Öğrenmeye devam edebilmek için ve yok olmamak için yaşanılabilir gezegenler arıyor ve uzayda yolculuk yapıyoruz, kendimizi kosmosun insafına yada tanrının merhametine bırakmaktan vazgeçtik , tanrı olmak için var gücümüzle yol alıyoruz.

Belki de kısa bir süre sonra ( 100-200 yıl gibi ) öğrenebilen dijital programlarımızı, zaten bildiğimiz her şeyi de içine koyarak makanik bedenlere yükleyecek  yeni bir ırk yaratacağız. Bu ırkın tanrısı İNSAN olacak, onu yönetemeyeceğimiz gün gelince ya bizi yok ederek yada bizden kurtularak evrende o gezegenden bu gezegene yerleşerek kendi dünyalarını kuracaklar, kim bilir belki de tıpkı tanrı gibi biz de onları bizim için deneyimleyen ve bize bilgi ve veri akışı sağlayan köleler olarak kullanacağız. Çok heyecen verici olabilir ama kendi bilincimizi mekanik bedenler ve dijital beyinlere aktarabilip zaten onlar olabilirsek, et bedenden kurtulup daha çok zaman kazanabilirsek ne olacak ?. Bizde higs bozonunu bulup, atom altı ölçekte enerjiye hükmedip sistemin ve zaman mekan sarmalının dışına çıkacağız. O zaman gerçekten tanrı nasıl olur bilebiliriz. Bunun için tanrı olmamız gerekir daha yolumuz çok...

Tanrının nasıl olduğunu tam olarak çözemesek de en azından Tanrı zamanla ve mekanla bağlı mı, onu kim yarattı, ondan önce ne vardı sorularının cevabını bilebiliyoruz. Eğer varsa, Tanrı zaman ve mekan üstüdür, yaratıcısı bizim kosmozumuz yada başka bir kosmozdur, kosmoza kısmen hükmeder ve yönetir, ondan önce yine kosmoz vardı, tanrı varsa eğer sadece onu yönetmeye çalışıyor, zamanın ve mekanın olmadığı bir katmanda öncelik ve sonralık olmaz, ilk atomun yada enerjinin ne ZAMAN ve KİM tarafından oluşturulduğu sorgulanamaz. Soru kendisiyle çelişir ve anlamsızlaşır. Orası herşeyin her zaman ve hiçbir zaman varolduğu ilgiç bir yer. ne garip bir cümle oldu şimdi az önceki, orada ''varolduğu''  bile diyemiyoruz zaman kipi kullanmadan konuşamayan bizlerin orayı bile anlatamadığı

Eğer henüz bir tanrı yoksa ve ilk bilinçlenen atomlar bizler isek kosmos kendi tanrısını doğurmuş ve geliştiriyor demektir. Bunu üç yüklemli bir cümle ile söylersek çok daha doğru bir cevap olur. Tanrı var mı?  Evet Tanrı ;vardır / varoluyor/ var olacak. Bu üç yüklemden birisi kaçınılmaz sondur, olmak zorundadır,Bunun en büyük delili bizler ve yaşadığımız evrendir.  hiç tanrı yoksa bile işte tanrı en kötü ihtimalle bizim gibi olur, sonsuz üzeri sonsuza yakın ihtimal ve patlamadan sonra tesadüfen bir gezegen ve  atmosfer oluşur, güneşine mükemmel uzaklıkta konumlanır ve ilk hücre yaşama başlar, gelişir ve nihayetinde bilinçlenir. İlkin çevresini sonra kendisini anlamlandırır ve öğrenmeye ve üremeye devam ederek ölmemek için ya kendisini kopyalamayı ( üreme ) yada sistemi düzenlemeyi öğrenir. Bence canlılar önce biri ile zaman kazanarak, türlerinin devamını kendilerini kopyalayarak devam ettirip, evreni manipüle ederek ölümsüzlüğe doğru bir yol izliyorlar. Evren bizim ırkımızda bize bu şansı tanımazsa başka bir ırka tanıyacaktır, sonsuzluk ve sonsuz ihtimaller bu sonucu % 100 doğurmak zorundadır. Bu kaçınılmazdır. Evrende var olan her iletimin bir karşı alıcısı olmak zorundadır sanki, ses varsa kulak, ışık varsa göz, olmak zorundadır. O zaman bilgi varsa onu öğrenecek ve iletimi alacak bir bilinç de olmak zorundadır. Yoksa evren onu kendisi yaratır.

Tanrı ister tanrılık yoluna bizim gibi başlasın, ister bu evrende isterse başka evrende yolculuğuna başlasın fark etmez sonuçta biz varsak ve özgün bir bilinç isek tanrı kavramsal olarak var olmak zorundadır. Durun korkmayın hemen,  dedim ya tanrı varsa eğer saçma sapan , müsrif ,zalim, egoist, bencil, kibirli bir varlık olamaz,cennetle, cehennemle, uğraşmaz, toplu helak etmez, azap etmez, ödül de vermez, tanrının işi gücü var, bizimle vakit de kaybetmez, sadece programı başlatır ve total meyvasını alır. önceki insansı duygulara sahip tanrı anlayışı henüz ilkel olan beyinlerin algısıyla oluşur. Kimseye zulmetmeden, diğer canlıların yaşamasına izin vererek , saygı duyarak bütün deneyimleri yaşamalı ve öğrenmeye odaklanmalıyız. Kendi kendimize koyduğumuz ilkel kalıpları kırarak, bilim ve fenne yoğunlaşmalıyız.  Nasıl ki bizler bilincimizin artmasıyla eski de kalan babalarımızdan daha iyi, daha ilkeli ve daha düzenli bir hayat yaşıyor, hala beslenmek zorunda olmamız nedeniyle öldürmek zorunda kaldığımız hayvanları bile en acısız şekilde ördürmeye çalışıyorsak, köleliği kaldırdı, dişi insan cinsine hakkını teslim etti ve hatta yetinmeyerek hayvanlara bile haklarını teslim için yasalar çıkardıysak bizden çok daha üstün olan ve adına TANRI dediğimiz o bilinç ilkel hisleri ve duyguları barındıramaz. O yüzden eğer varsa ona hizmet için deneyimlemeye ve dolu dolu yaşamaya devam etmeli, eğer yoksa anlattığım bu sıkıcı ve bize göre yorucu eylemleri bir an önce yapabilmek için tanrı olma yolunda olanca gücümüzle çalışmalıyız.  Tanrı yardımcımız olsun..

MUHAMMED'İN İLK AŞKI FAHİTE

Yazan: Serdar Kaangil
SK, Hz.Muhammed'in ilk aşkı, Muhammed'in ilk gönül ağrısı, Fahite, Ümmü Hani, Muhammed ve Fahite, Muhammed'in aşkları, din, islamiyet,

PEYGAMBERLERDE AŞIK OLUR |2
Muhammed’in İlk Aşkı Fahite

Muhammed 20 yaşlarında iken Amcası Ebu Talib’in kızı Fahite evlenme çağına girmiş güzel bir kızdı. Fahite daha sonra Ümmü Hani adını almış ve bu adla tanınmıştır. Muhammed ile Fahite arasında büyük bir aşk doğmuştu. Muhammed, Fahite’yi babasından istedi.

Ancak Ebu Talib’in kızı için başka planları vardı.Mahzum kabilesinden dayısının oğlu Hubeyre’de Fahite’yi istemişti. Hubeyre önemli bir kişiliğe sahip olmanın yanında Ebu Talib gibi iyi bir şairdi de. Üstelik Mekke’de Mahzum kabilesinin gücü ve itibarı günden güne artıyordu. Tersine Haşimilerin gücü ise azalıyordu. Bunları dikkate alan Ebu Talib, kızını Hubeyre ile evlendirmeyi daha uygun buldu.
(İbn Sa'd, VIII, 152; Müslim, 201; Taberani, Evsat, 4242; İbn Hacer, 9/512; Mecmau’z-Zevaid, 7428)

Muhammed bu duruma çok içerledi ve amcasına sitem etti. Ebu Talib’in cevabı ise annesini kastederek;
“Onlar bize kızlarını verdiler, cömert adama cömertlik yapmalı” oldu.
(İbn Sa’d’ın Kitab et-Tabakat el-Kebir Leyden baskısı VIII, 108 Kaynak: Gençlik yılları (13); E.Siraceddin,2008: 38)

Bu cevap Muhammed’i tatmin etmedi. Çünkü dedesi Abdulmuttalib, Atike ve Berre isimli kızlarını daha önce Mahzum kabilesine vererek borcunu ödemişti zaten.
Muhammed, amcasının asıl düşüncesinin kendisini evliliğe uygun ve hazır konumda olmadığı ve Hubeyre’yi kendisinden daha üstün gördüğü şeklinde olduğunu anlamıştı.

Bu durum Muhammed’i çok üzdü ve hırslandırdı. Artık hedefleri ve planları vardı.
Öncelikle yoksulluktan, parasızlıktan sonra da ümmilikten kurtulacaktı.

Muhammed ile Hatice’nin Aşkı

Muhammed’in ilk aşkına kavuşamamasının ardından kabuğunu kırdığını görmekteyiz.
Örneğin Hilfü'l-Fudûl teşkilatı içinde yer alması ve Ficar savaşlarına yani savaşılması yasak olan Haram aylarında yapılan savaşlara katılması bunun göstergesidir. Hilfü'l-Fudûl içindeki etkinlikleri Muhammed’in çevresinin gelişmesini ve tanınmasını sağlamıştır.
Bu sayede iş bulma imkanı bulmuş artık aylaklıktan ya da çobanlıktan kervan korumacılığına ve ticarete geçiş sağlamıştı.
Bu dönemde Kureyş’in zengin dullarından Hatice’nin kervan ticareti işinde çalışmaya başlamıştı.
Hatice bilgili ve otoriter bir kadındı. Ama aşk hayatı iş hayatı kadar şanslı geçmemişti.
Hatice, ilk önce Varaka ibn-i Nevfel’e nişanlanmış ancak nikah yapılmamıştır. İkinci kez künyesi Ebu Hale ve ismi İbn-i Nebbaş olan bir zat ile nikahlanır. Ebu Hale’nin vefatından sonra Atik ibn-i Abid ile evlenir. Atik’in de vefatından sonra amca oğlu Sayfi ibn-i Umeyye ile evlenir. O’nun da ölümü üzerine dul kalır.

Yaşça Muhammed’den oldukça ileriydi. Aralarında yaklaşık 15 yaş fark vardı.
Ama varlık olarak Muhammed’in hayal dahi edemeyeceği bir zenginliğe sahipti.
Ve yakınlaşma, Hatice’nin cariyesi ile haber gönderip teklif iletmesiyle evliliğe dönüştü.

Hatice’nin 4. evliliği olan Muhammed’den 6 çocuğu olur.
(İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, I, 190; İbn Hişam, age., I, 190; İbn Sa’d, Tabakat, I, 133)

Kasım ve Abdullah isimli erkek çocukları küçük yaşta ölürler. Zeyneb, Rukiyye, Ummü Külsüm ve Fatime de kız çocuklarıdır. Bu kızlardan Ümmü Külsüm ve Rukiyye önce Ebu leheb’in oğullarıyla evlendirilir. Tebbet suresi nedeniyle boşandıktan sonra Osman’a verilirler. Fatma da Amca oğlu Ali ile evlendirilir. Zeynep ise kervan ticareti yapan teyze oğlu Ebu’l As ile evlendirilir. Ebu’l As putperesttir ve müslümanlara karşı savaşanların yanında yer alır.
esir düşer, fidye ile kurtulur. Daha sonra kervanı müslümanlarca baskına uğrar ve tekrar esir alınır. Karısı tarafından kurtarılır. Son dönemde müslümanlığı kabullenir.

Muhammed’in Hatice ile beraberliği 23-24 yıl sürer. Hicretten önce Hatice vefat eder. O dönem namaz şartı gelmediğinden cenaze namazı kılınmadan defnedilir. Tüm mirası da Muhammed’e kalır.

Bu arada Suudilerin Hatice’nin evini yıkıp yerine umumi tuvalet yaptırdıklarını belirtelim.

Bunu ister servet aşkına, ister gönül aşkına yorumlayın, Hatice Muhammed’in aşklarından biriydi ve en uzun, en düzeyli, en verimli beraberliği idi.

İbn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, I, 190
İbn Hişam, age., I, 190;
İbn Sa’d, Tabakat, I, 133
İbn-İshak 82-83, 106-107, 111, 113-114, 160-161, 191, 313-314
İbn Hişam 918
Ebu Cafer Taberi cilt 9, s. 128-130, cilt 39, s. 169-170
İbn Sa'd 8:9-12, 39, 151-152
Khadijah bint Khuwaylid". Islam's Women. Archived from the original on 18 March 2019
Martin Lings, Muhammad: His Life Based on the Earliest Sources, p. 37
al-Tabari (1990). Volume 9: The Last Years of the Prophet. State University of New York Press.
Watt, Montgomery W. (2012). "Khadija". In P. Bearman; et al. (eds.). Encyclopaedia of Islam (Second ed.). Retrieved 7 April 2019. (First print edition: ISBN 9789004161214, 1960-2007)
"Khadijah bint Khuwaylid". Islam's Women. Archived from the original on 18 March 2019.

Muhammed ile Ayşe

Hatice’nin ölümünden sonra Muhammed’e evlenmesi konusunda telkinde bulunulunca “kiminle evleneyim?” diye sordu. “Kız da var dul da, ister Sevde’yi al, ister Ayşe’yi.” denilince ikisini de almak istediğini bildirdi.
(İbn Sa'd, Tabakât 8/58; Buharî, 2/329; Müsned, 6/211; İbn Sa'd, Tabakât 8/52-53; Müsned, 6/211)

Sevde 50 yaşlarında, Ayşe ise henüz 6 yaşında idi.
İlginç olan ise Ayşe ile birlikte evlendiği Muhammed, birkaç yıl sonra çok yaşlandığı için kendisini boşamak isteyecek, sırasını Ayşe’ye vererek evliliğini kurtarabilecekti.
(Nisa 128 nüzul sebebi; İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nihaye, Çağrı Yayınları: 5/485-498; Sahih Buhari 2:26:740; İbn-İshak 148, 309, 530; İbn Hişam 918; Ebu Cafer Taberi cilt 9, s. 128-130, cilt 39, s. 169-170; İbn Sa'd 8:39-42, 152)

Muhammed’in Sevde’yi kendisine ve çocuklara baktırmak, ev işleri vs. için aldığı açıktır.
Ama Ayşe için bunu söyleyemeyiz.

Aracı kadın Hule, Ayşe’nin babası Ebubekir’e gidip Muhammed’in isteğini iletir. Ayşe, daha önce putperestlerden biri ile nişanlandırılmış, nişanı yeni bozulmuştu.
Muhammed ile Ebubekir söz kardeşi olmuşlardı ve Kureyş’de söz kardeşleri ve çocukları arasında nikah caiz sayılmıyordu. “Biz onunla söz kardeşiyiz, bu mümkün değil” diyerek isteği geri çevirdi.
Muhammed, “Biz onunla din kardeşiyiz. Din kardeşleri arasında nikah caizdir” diyerek tekrar istetti.
620 yılında Ayşe ile nikahlandı.
(Ahmed b. Hanbel, 2006: XVII, 228-229; İbnü’l-Esîr, ts: VII, 186-187; Zehebî, 1985: II,
149-150; Heysemî, 1994: IX, 362-363; Şâmî, 2006: 81-82. Krş. İbn Hacer el-Askalânî, 2001: VII, 188; Hâirî, 1987: II, 251; Sekâkînî, 1986; 54-57)

Hicretten sonra Ebubekir haber göndererek Ayşe’yi neden hala almadığını sorar. O dönemde Ayşe uzun müddet hastalıklarla boğuşmuş, tüm saçları dökülmüş, henüz iyileşmişti. Muhammed, mehir bedelini ödemeye para bulamadığını söyleyince, Ebubekir ödünç olarak 500 dirhem verir. Böylece, Ayşe 9 yaşında iken gerdeğe girer. Buluğa ermesini beklediği söylemleri doğru değildir. Araya hicret girdiğinden, Ayşe’nin hastalığı ve mehir parası bulamama sorunları girdiğinden zifaf gecikmiştir.
(İbn-İshak 116, 223, 279-280, 311, 457, 464-465, 468, 493-499, 522, 535-536, 544, 649-650, 667, 678-688 | İbn Hişam 918 | Ebu Cafer Taberi cilt 9, s. 128-131, cilt 39, s. 171-174, Sahih Buhari 5.Kitap)

Muhammed’in Ayşe’yi ne tür bir aşkla sevdiğini ve evlenmek istediğini açıklamak zor.
Bunu bir aşk olarak değil, pedofili olarak gören olduğu gibi, çocuk yaşta alıp eğitmek ve İslam’a bir öğretmen yetiştirmek amacı olarak sunanlar da var. Kimilerine göre ise Ayşe’yi 3 kez rüyasında görüp aşık olmuştur.
Ayşe’nin en önemli özelliği Muhammed’in evlendiği eşleri arasındaki tek kız oluşudur. O nedenle Muhammed’in gözünde bu aşkın değeri büyüktür.

Muhammed ile Zeynep

Muhammed’in en sansasyonel, en tepki çeken aşkı Zeynep’tir.
6 yaşındaki Ayşe’ye aşık olması yadırganmamıştır ama Zeynep kolay kabullenilmemiştir.
Çünkü Zeynep evlatlığının karısıydı ve Kureyş adetlerine aykırıydı bu evlilik.
O nedenle Zeynep’e nikah kıymamış, nikahlarını Allah’ın kıydığını söylemiştir.

Bu konuyu İslam tarihçisi Taberi şöyle anlatır:

“Peygamber günün birinde Zeyd’i aramak üzere onun evine gelir. Kapıda yünden örülmüş bir perde asılıdır. Peygamber kapının önündeyken rüzgar perdeyi kaldırır. O anda Zeyneb içerde çıplak olarak bulunmaktadır.. peygamberin gözü ona ilişir, güzelliği hoşuna gider ve kalbinde iz bırakır.
Akşam olup da Zeyd eve gelince, Zeyneb ona Peygamberin geldiğini söyler. Zeyd, “Eve girmesini rica etmeli idin” der. Zeyneb, “Eve girmesini rica ettiysemde girmedi.” der. Zeyd, “ Peki ayrılırken bir şey soylemedi mi .” der. Zeyneb, “Kalpleri değiştiren Tanrı kutludur dedi” der. Bu söz üzerine Zeyd, Muhammed’in Zeyneb’e aşık olduğunu ve onunla evlenmek isteyebileceğini düşünerek, onun yanına gider ve “ya resulullah, evime geldiğini söylediler, babam ve anam sana feda olsun, eve girmeliydin. Zeyneb hoşuna gitmiş olabilir, eğer hoşuna gittiyse hemen boşarım” der. Muhammed, “Karın hakkında bir şüpheye mi düştün? ” diye sorar.
Zeyd, “ Ya resulullah, hiçbir hususta ondan şüphelenmedim ve ondan hayırdan başka bir şey görmedim” der. Muhammed ona, daha sonra Ahzab Suresi 37. ayette de bahsi geçen “Eşini tut, Allah’dan kork” sözlerini sarfeder. Ancak herşeye rağmen Zeyd, ne düşündüyse Zeyneb’i boşar.

Bu boşanmanın ardından, Muhammed kendisine Ahzab-37 ayetinin geldiğini söyler.

"Resulüm, hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye, “Eşini yanında tut, Allah’tan kork” diyordun. Allah’ın açığa vuracagı şeyi, insanlardan çekinerek içine gizliyordun. Oysa asıl korkmana layık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık ki evlatlıkları, karıları ile ilişkilerini kestiklerinde müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.."

Bu ayeti bildirerek Zeynep’le gerdeğe giren Muhammed hakkında Ayşe’nin anlatımıyla insanlar “Oğlunun helaliyle evlendi” diye eleştiri getirince Muhammed Ahzab-40’ı bildirir:

"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilendir."

(İbn-İshak 215, 495 | İbn Hişam 918 | Ebu Cafer Taberi cilt 9, s. 134, cilt 39, s. 180-182 | İbn Sa'd 8:72-81, 152)

İslami görüşe göre, “Muhammed, aslında Zeyneb’e aşık olmamıştır çünkü Zeyneb, onun halası Ümeyne binti Abdulmuttalib’in kızıdır ve kendisinin evine Zeyneb, Zeyd ile evlenmeden önce bir çok kere girip çıkmıştır, isteseydi Zeyneb’i, Zeyd ile evlendireceğine kendisi onunla evlenirdi.”denir.

Bunun yanıtını hadisde Muhammed vermektedir zaten. “Kalpleri değiştiren Tanrı kutludur” diyerek. Yani Zeynep’i yarı çıplak gördükten sonra gönlü ona kaymıştır.
Asıl yanıtı ise Ahzap-37’de geçen şu söz verir:
“Allah’ın açığa vuracagı şeyi, insanlardan çekinerek içine gizliyordun.”

Artık Zeynep, Ayşe’nin en büyük rakibidir ve eşler arasındaki rekabet yeni bir boyut kazanır.

Konunun çok uzamaması için Muhammed hazretlerinin 2. derece aşklarını ele almayacağız. Hayatındaki 20’den fazla kadının hepsine aşık değildi zaten. Ama cariyesi Mariya ile Cüveyriye ve Safiye’nin isimlerini anmadan geçmek olmaz.
Üstelik cariyesi Mariya, ona İbrahim adlı bir erkek oğul dahi vermiş ama çouk küçük yaşta ölmüştür.

ADEM VE LİLİTH

Yazan: Serdar Kaangil
SK, Lilith, Adem ve Lilith, Hz Adem, Hz Adem'in ilk Eşi, Adem ve Lilith, mitoloji, din, Lilith miti, Lilith'in laneti, Havva ve Lilith, Lilith'in doğuşu, din ve mitoloji, Mitoloji ve din,

PEYGAMBERLERDE AŞIK OLUR |1
Adem’in Havva’sı ve Lilith’i


Kutsal kitaplara göre Adem eş ya da aşk seçeneği olmayan ilk insandı. Kendisine sunulanı kabullenmek, bulduğu ile yetinmek zorundaydı. Ama öyle olmadı.
Musevilerin ve Hristiyanların büyük bir kısmının inancına göre;
Yaratılan ilk kadın Havva değil Lilith idi.Uzmanlar ilk Lilith kaynaklarının 8. ve 10. Yüzyıllar arasından kaldığını belirtiyorlar ama bunlar yazılı kaynaklar, asıl öykünün ya da daha uygunu efsanenin ne zamandan geldiğini anlamak veya öğrenmek mümkün değil.
Antik Çağ´dan kalma bazı muskalarda ancak öykünün ilk paragrafına rastlanıyor ama hepsi bu. Zohar yani Musevi Kabalasının yorumlarında ve Gershom Scholem´in (Major Trends in Jewish Mysticism, sayfa 174) adlı kitabında Lilith ile ilgili muhtemelen daha eskilere yönelik göndermeler vardır. Buna karşın yeterince araştırmanın yapıldığı da söylenemez hatta kasten yapılmadığı söylenebilir. Peki neden? Bunun cevabını efsanenin bildiğimiz kadarını okuduktan sonra arayacağız.

Şimdi bir diğer kaynağa yönelelim; Kralın küçük oğlu hastadır; Kral Nebukadnezar; büyücü Ben Sira´ya “Oğlum iyileşsin, eğer bunu yapmazsan seni öldüreceğim.” der. Ben Sira oturur ve üzerinde kutsal isimlerin yazılı olduğu bir tılsım yani bir madalyon hazırlar. Tılsımda, şifa verici meleklerin isimleri, şekilleri, kanatları, elleri ve ayakları görünerek çizilmiştir. Nebukadnezar tılsıma bakar; “Bu kim?” der ve Ben Sira anlatır;
“Bunlar tıp melekleri Snvi, Snsvi ve Smnglof.

Havva ortada yokken Lilith vardı ama Lilith bir feministti.
Tanrı Adem´i yarattıktan sonra onun yalnız olduğunu gördü ve adamın yalnız olmasının iyi olmadığına karar verdi. (Tevrat/Yaratılış: 2:18)
Tanrı Adem için topraktan bir kadın yarattı ve ona Lilith adını verdi ama Adem ve Lilith kavga etmeye başladılar.

Lilith Adem´le yatmak istemiyor, birleştiklerinde hep üstüne çıkmasına karşı çıkıyor ve kendisinin de Adem gibi topraktan yaratıldığını yani eşit olduklarını söylüyordu. Anlaşmazlık sürdü, gitti ta ki Lilith Tanrı´nın kutsal isimlerinden birisini kullanıp, göğe uçuncaya kadar. Adem Tanrı´ya dua etti ve kadının kendisini terk ettiğini söyledi. Bunun üzerine Tanrı üç meleğini, Lilith´i geri getirmeleri için görevlendirdi ve eğer Lilith Adem´e geri dönmeyi kabul etmezse, her gün yüz çocuğunun öleceğini söylemelerini emretti. Melekler Tanrı´nın yanından ayrılarak Lilith´i izlediler ve onu Mısırlılar´ın intihar etmek için kullandıkları suyun ortasındaki adacıkta bulup, Tanrı´nın sözlerini tekrarladılar ama Lilith geri dönmek istemedi, bu kez melekler onu suya batırıp, boğacaklarını söylediler. Lilith cevap verdi;

“Beni rahat bırakın, sadece hastalıklı bebekler doğuruyorum; eğer erkek bir bebek olursa doğumdan sonra 8 gün, kız bebek olursa 20 gün onun kölesi olacağım.” dedi. Melekler ısrar etmeye devam ettiler ama Lilith Tanrı´nın adına yemin ederek meleklere; “Ne zaman isimlerinizi veya şekillerinizi bir muskanın üzerinde görürsem, onu takan bebeğe yaşam vermeyeceğim.” dedi ve her gün yüz çocuğunun ölmesini kabul etti. Anlatılana göre her gün yüz şeytan aynı nedenden öldü ve bizler o günden bu yana, o meleklerin isimlerini küçük çocukların boyunlarına asılı muskalara yazdık.

Lilith meleklerin isimlerini her gördüğünde yeminini hatırlar ve çocukları korur.” Ben Sira´nın Kral´a anlattıkları bu kadar ama efsanenin bir diğer versiyonu daha var;

Batılı bir çok insan için Tanrı insanı ve kadını kendi suretinde Yaradılış´ın Altıncı Günü´nde yaratmış. sonra ona dünyayı vermiştir ama o anda aslında Havva henüz yoktur. Tanrı, Adem adını verdiği ilk insana yaşayan her canlının adını öğretir ve dişi, erkek olarak iki ayrı cins olduklarını gösterir. Adem´in o sıralarda 20 yaşlarında olduğuna inanılır.
Adem hepsi birer çift olan canlıların birbirlerine duydukları aşkı kıskanmaya başlar. Her dişi canlı ile beraber olmaya çalışır ama tatmin olmayınca haykırır;
“Hepsi canlı ama ben uygun eş değilim.” ve Tanrı´ya bu haksızlığı gidermesi için dua eder.

Öteki Anlatı ve Lilith´in Laneti

Ve Tanrı ilk kadını Lilith´i yaptı, onu da Adem gibi oluşturdu ama bu kez saf toprak yerine Adem´den kalan tortuları kullanmıştı. Adem´in artıklarından Naamah ve Asmodeus başta olmak üzere sayısız cin türemişti ve bunlar insanlığın başına nesiller boyu dert olacaklardı. Hatta bin yıllar sonra Lilith ve Naamah, cinlere hükmeden Peygamber Kral Süleyman´ın Kudüs´de fahişeleri yargılamasına çağrıldılar. Adem ve Lilith asla barış içinde olmadılar, Adem ne zaman Lilith´le yatmak istediyse reddedildi; Lilith yere uzanmak istemiyor ve; “Niçin seninle yatmalıyım?” diyor ve soruyordu; “Ben de topraktan yapıldım ve seninle eşitim.” Adem onu zorladı ve güç kullandı ama Lilith öfkeyle karşı koyarak, Tanrı´nın sihirli adını kullanarak göğe yükseldi ve onu terk etti. Adem Tanrı´ya şikayet etti; Tanrı ilk olarak meleklerinden Senoy, Sansenoy ve Semangelof´u yollayarak, Lilith´i geri getirmelerini emretti. Melekler Lilith´i, Kızıl Deniz yakınında buldular; orası şehvet şeytanlarının yeriydi. Melekler Lilith´e gecikmeden Adem´e geri dönmesini aksi halde onu boğacaklarını söylediler. Lilith cevap verdi; “Burada kaldıktan sonra Adem´e namuslu bir ev kadanı olarak nasıl geri dönebilirim?” Melekler ısrar edince Lilith cevap verdi; “Tanrı beni yeni doğmuş çocuklara yaşam vermekle görevlendirdi. Erkek çocuklar yaşamın sekizinci gününde sünnet olduklarında, kızlar ise yirminci günde ölecekler. eğer ben sizin isimlerinizi veya görüntülerinizi yeni doğmuş bir bebeğe takılı bir madalyonun üstünde görürsem, yemin ederim onları esirgeyeceğim.” Lilith´in sözü kabul edildi ama Tanrı onu cezalandırdı ve her gün onun cin bebeklerinden yüz tanesi öldü. Lililth insan bebekleri öldüremedi çünkü hepsinde melek muskaları takılıydı ve kendi sözüne karşı gelemedi.Bazı kaynaklara göre Lilith, Saba Melikesi´ne karşı Zmargad´ın kraliçesi oldu ve cinlerine Job´un oğullarını öldürttü. Ama Adem´in laneti sürüyordu, Adem Cennet´den düşüşe kadar Lilith´e lanet etmeyi sürdürdü. Lilith ve melek Naamah intikam olarak insan bebekleri boğup öldüremediler ama erkeklerin rüyalarına ayartıcı olarak girdiler ve yanlız uyuyanların bazıları onların kurbanı oldular.
Evet, aşk Adem’le, ilk insanla, ilk peygamberle başlıyor efsaneye göre. Adem’den sonra gelen peygamberlerde de devam ettiği muhakkak. Hakkında pek bilgi olmayan bir çok peygamber var. Ancak öyküleri uzun anlatılanlarda aşka rastlıyoruz. Bunlardan en önemlileri de Davud’un ve oğlu Süleyman’ın aşkları.

HARUN VE MUSA, İSA'NIN DAYILARI MI?

Yazan: Generalfeldmarschall


HARUN VE MUSA, İSA'NIN DAYILARI MI?

Nisa Suresi (82) Kur’an’ı inceleyip düşünmüyorlar mı? Eğer Allah’tan başka birinden gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık ve çelişki bulurlardı!

İslam dininin kutsal kitabı olan ve Müslümanlarca Allah tarafından indirildiğine inanılan Kur’an’da, Nisa Suresi 82. ayetinin iddia ettiğinin aksine birçok çelişki ve tutarsızlık bulunmaktadır. Tek bir çelişki bile bir kitabın, her şeye kadir Tanrı’nın kelamı olamayacağına delildir.

Kur’an’da Tevrat ve İncil’den çokça alıntı bulunmaktadır. Bunlardan bazıları karışık bazıları detaysızdır. Kur’an’da anlatılan hikayelerin çoğunda belirsizlik ve eksiklik vardır. Mesela Adem’in eşi Havva ve oğulları Habil ile Kabil’in ismi geçmez. Müslümanlar, bunları Yahudi kaynaklarından öğrenmiştir. Ayrıca Kur’an’da sürekli eleştirelen, hatta helak edildiği söylenen firavunun ismi verilmez. Örneğin Yunus Suresi (90) ayetinde “Derken İsrâiloğulları’nı denizin öteki yakasına geçirdik. Firavun ve ordusu da haksız yere onlara saldırmak üzere peşlerine düşmüştü. Sonunda Firavun boğulmak üzereyken şöyle dedi: "Elhak inandım ki, İsrâiloğulları’nın iman ettiğinden başka tanrı yokmuş! Ben de artık kendini O’na teslim edenlerden biriyim." Burada anlatılan firavun kim olduğu ne zaman yaşadığı bilinmez. Kur’an’da bu ve benzeri birçok belirsizlik vardır bunlardan bir tanesi de Zülkarneyn’dir. Gerçek adı, ne zaman yaşadığı hatta nerede yaşadığı anlatılmaz. Tam bir belirsizlik hakimdir.

Her şeye gücü yeten, kusursuz bir Tanrı’nın sözleri de kusursuz olmalıdır. Fakat kutsal kitaplar çelişkilerle doludur. Burada yalnızca İslam’ın ve Kur’an’ın değil diğer bütün dinlerin ve kitapların hepsinin birbirlerinin kopyası ve devamı olduğuna ve tamamının insan ürünü olduğuna örnekler vereceğiz. Tanrı tarafından indirildiği iddia edilen Kur’an da, kendisinden öncekilerden etkilenerek kaleme alınmıştır. Kur’an, Tevrat ve İncil’in çok basit ve içeriği son derece sıradan bir kopyasıdır. Yahudi ve Hristiyanlar’a ait figürler Kur’an’a aktarılırken bazı yanlışlıklar olmuştur. Bu düşüncemizi doğrulayan en önemli ayrıntılardan bir tanesi Meryem Suresi’dir. Meryem Suresi’nin 28. ayetinde, bu ayeti yazan kişi Harun ve Musa’nın ablası olan Miryam ile İsa’nın annesi olan Meryem’i karıştırmıştır. Musa ve Harun’un Miryam yani Meryem adlı ablaları bulunmaktadır. Miryam Yahudilerce az sayıda kadın peygamberden biri olarak bilinmektedir. Musa, Harun ve Miryam’ın babalarının adı İmran -Yahudilerce Amram olarak bilinir-annelerinin adı da Yochebed’dir. Tevrat’ta Miryam’dan sıkça bahsedilmektedir. Çıkış 15:20’de kendisinden “Harun'un kızkardeşi Peygamber Miryam tefini eline aldı, bütün kadınlar teflerle, oynayarak onu izlediler." şeklinde bahsedilir. Tevrat’ın bu ve bunun gibi birçok yerinde kendisinden sıkça söz edilir. Hatta Miryam’ın kardeşi Musa’nın denizi yarma hikayesiyle ilgili ‘Deniz Ezgisi’ şiiri bile vardır. Miryam’ın bu şiiri Eski Ahit’in Çıkış kitabının 20 ve 21. bablarında geçmektedir. Bu şiir Yahudi ve Hristiyan dualarında bile kendine yer bulmuştur. Miryam Yahudilerce o kadar önemli bir kişi olarak bilinir ki, günümüzde bile İsrailli feministlerice son derece popüler bir sembol olarak anılmaktadır.

Kur’an’da Miryam’dan isim verilmeden Kasas Suresi 11. ayette “Mûsâ’nın ablasına, "Onu izle" dedi. O da ötekiler farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.” diye bahsedilir. Dolayısıyla Miryam buraya kadar Musa ve Harun’un kardeşi İmran’ın da kızıdır.

Konuyu araştırırken Sorularla İslamiyet adlı sitede Miryam’ın yani Harun ile Musa’nın ablalarının adının ‘Kelseme’ ve ‘Gülsüm’ olarak hadislerde rivayet edildiğini okudum. Bu siteye göre Maverdi’nin Dahhak’tan yaptığı rivayete göre ismi ‘Kelseme’ dir. es-Süheylinin yaptığı rivayete göre de‘Gülsüm’dür. Es Süheyli bunu Zübeyr bin Bekkar’dan rivayet etmiştir. Bu hadise göre Muhammed Hatice’ye şöyle demiştir: “Yüce Allah'ın cennette bana seninle birlikte İmran kızı Meryem'i, Musa'nın kızkardeşi Gülsüm'ü ve Firavun'un hanımı Asiye'yi de eş vereceğini biliyor musun?"
(Kurtubi, Ahkam, Kasas Suresi 28/12. ayetin tefsiri)

Bu sitenin ve diğer İslamcılar’ın hadislere dayanarak düzeltmeye çalıştığı bu yanlışlığı daha da içinden çıkılmaz bir hale getirdikleri açıktır. Kur’an’da kimin kızı, kimin kardeşi olduğu belli olmayan Meryemler’den sonra bu sefer de hadislerle “Gülsüm” karakteri ortaya çıkarılmıştır. Bu, İslamcıların her fırsatta yaptığı tipik bir kafa karıştırma ve işin içinden sıyrılma çabasından başka bir şey değildir.

Meryem Suresi 28. ayette çok açık ki Yoakim (Joachim) ve Hanna’nın kızı olan yani İsa’nın annesi Meryem’den bahsedilir. Bu ayette Meryem’e İsa’yı doğurup kalabalığın arasına karışınca Yahudiler’in kendisinin evlilik dışı çocuk yapmasına binaen “Ey Hârûn’un kız kardeşi! Baban kötü bir adam, annen de iffetsiz değildi." şeklinde hitap ettiği yazılır. Dahası Al-i İmran suresinin 33,34,35 ve 36. ayetlerinde ise İsa’nın annesi olan Meryem; Musa, Harun ve Miryam’ın babası olan İmran’ın kızı olmuştur.

“33,34. Şüphesiz Allah, Âdem'i, Nûh'u, İbrahim ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kıldı. Allah, her şeyi hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.

35. Hani, İmran'ın karısı, "Rabbim! Karnımdaki çocuğu sırf sana hizmet etmek üzere adadım. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkıyla işitensin, hakkıyla bilensin" demişti.

36. Onu doğurunca, "Rabbim!" dedi, "Onu kız doğurdum." -Oysa Allah, onun ne doğurduğunu daha iyi bilir. "Erkek, kız gibi değildir. Ona Meryem adını verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bırakıyorum."

Buradan mantıken Harun ve Musa’nın Meryem’in kardeşleri yani İsa’nın öz dayıları sonucu çıkıyor. Halbuki Harun,Musa’yla İsa ya da iki Meryem arasında bin yıldan fazla bir süre vardır.

İslami çevreler Meryem Suresi 28. ayeti ve Al-i İmran Suresi’ndeki yanlışın üstünü örtmek için çeşitli entrikalar ve kelime oyunları oynamaktadırlar. Kimisi İsa’nın annesi olan Meryem’in de Harun adlı bir abisinin olduğu hatta babasının adının Joachim (Yoakim) değil İmran olduğunu iddia ederler. Bu iddiayı savunan en bilindik kişilerden biri Zemahşeri’dir. El-Keşşaf adlı tefsir kitabında Zemahşeri, Harun,Musa ve Miryam’ın babalarının adının İmran bin Yashur’ İsa’nın annesi olan Meryem’in babasının ise İmran bin Masan olduğunu iddia etmektedir. Kurtubi ise el-Cami’li-Ahkami’l Kur’an adlı tefsir kitabında benzer görüşleri aktarmakla beraber çeşitli tahminler yürütmektedir. Biz burada bu tahminleri irdeleyeceğiz. Kurtubi’nin tahminleri şunlardır;

1.) İsa’nın annesi olan Meryem’in Harun adlı abisi olup kendisi Yahudiler arasında son derece saygın biri olduğu için Yahudiler’in Meryem’e zinayı yakıştıramadıklarından dolayı böyle söylemiş olabileceğidir. Burada bahsedilen “Harun” Musa’nın kardeşi Harun olmayıp uydurma ve tahmini bir “Harun” dur. Böyle bir kişinin yaşadığına dair en ufak bir kanıt yoktur ve tamamen uydurmadır. Ayrıca Kurtubi’nin hesaba katmadığı şey ise bilindiği gibi Meryemin yaşlı ve kısır olan annesi Hanne çocuk sahibi olamamış ve bir çocuğu olduğu taktirde onu tapınağa adayacağına söz vermiştir ve çok açık ki İsa’nın annesi olan Meryem’in kardeşi yoktur. Babası ise Meryem doğmadan ölmüştür.

2.) Meryem İsa’yı doğurmadan önce Yahudilerce çok ahlaklı ve mümin bir kadın olarak bilinirdi. Ahlak ve iman bakımından peygamber Harun’la eşdeğer görülür ve ve onun gibi ibadet eden manasına gelen ‘Harun’nun kardeşi’ diye hitap edilirdi. Bu doğum olayına şaşıran Yahudilerin kendisine ‘ey Harun’un kızkardeşi diye hitap etmişlerdir. Fakat bu iddia da tutmamıştır. Neden Adem, İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf değil de Harun’un kardeşi. Hatta Yahya’nın kardeşi denilmesi bile kabul edilebilirdi. Nihayetinde Meryem ve Yahya teyze çocuklarıdır. Aynı zamanda çağdaştırlar ve bu en ufak bir kuşkuya mahal vermezdi. Bula bula benzetecek Harun’u mu buldular diye söylemeden edemiyoruz.

3.) Meryem Harun’un soyundan geldiği için dolayısıyla Harun’a nispet edilmiştir. Bu yüzden Kur’an’da kendisine ‘ey Harun’un kızkardeşi diye hitap edilmiştir. Fakat bu iddia da son derece komiktir. Dünyada hiçbir kültürde bir kişi kendisinden onlarca kuşak önce yaşayan atasına kardeş olarak nispet edilmemiştir. Kur’an’ın Allahı’nın böyle bir düşüncesi olsaydı ey Harun’un kızı diye hitap ederdi kardeşi değil.

4.) Son iddia ise o zamanlar Harun adında çok salih bir kişinin olduğu ve Meryem’in ona benzetilmesi sebebiyle böyle hitap edildiğidir. Bu iddia da gerçek dışıdır. O zamanda böyle bir isim yaşamış olsa mutlaka Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında geçerdi. Üstelik Kurtubi’nin bu tahminleri bir iddia ve varsayım olmaktan öteye gidememiştir. Ne var ki İslam dünyası bu ayet söz konusu olduğunda Kurtubi ve Zemahşeri’nin tefsirlerinden örnek verirler fakat bu anlatılanların hiçbiri gerçeklikle örtüşmemektedir.

Kur’an’da böyle birtakım çelişkiler söz konusu olunca Müslümanlar her zaman yaptıkları gibi bu ayetleri evirip çevirip şu manaya gelmiyor da bu manaya geliyor diye kıvırmaktan, Allah şöyle değil de böyle demek istemiş deyip kendi taptıklarının net sözlerini açıkça düzenleme, hizaya koyma yoluna gitmişlerdir. Peki soruyoruz Kur’an’ın Allah’ı neden bu kadar çelişkiye olanak sağlamış. Neden her şeyi net bir şekilde anlatmamış. Siz İslamcılar bunu yaparken, size apaçık Kur’an indirdik diyen ayetler havada kalmıyor mu?

İslamcı çevreler ne derse desin Meryem suresi 28. ayeti çok açık bir çelişki ve yanılgıdır. Bu ayet bile başlı başına Kur’an’nın tanrı kelamı olamayacağına ve Muhammed ya da kendisinden sonra gelenler tarafından yazıldığına yani insan eseri olduğuna delildir. Esenlikler dilerim..........

DİNDEN KURTULMA HİKAYEM (Baran G)



DİNDEN KURTULMA HİKAYEM
Takipçilerimden Baran G'nin Dinden Kurtulma Süreci

Ben Müslüman ve dinine bağlı bir ailede doğdum. Evimin duvarlarından Allah yazıları dolaplarımızda Kur'an'ı Kerim'ler olurdu. Ailem bana çok küçük yaşta dua etme alışkanlığını aşıladı. Her gece yatmadan dua eder öyle uyurdum. İlkokul zamanlarında kuran kursuna gitmeye başladım. Kur'an kursunda her zaman yerinde sayan tek çocuktum sanırsam sadece gırgır şamata ve teneffüslerde yaptığımız tespih savaşı için giderdim.

Arkadaşlarım sayfa sayfa atlarken ben alfabedeydim çünkü o yaşlarda bir çocuk için farklı, ilgi çekici başka şeyler vardı ve Türkçe olmayan,anlamadığım bir alfabeyi öğrenmeye çalışmak ilgimi çekmedi. Zaten sonra gitmeyi bıraktım. Yaşım ilerledikçe varoluşumun gereği sorgulamaya, düşünmeye başladım. 8.sınıf hayatım için dönüm noktalarından biriydi. O sene hem sınava hazırlanıyor hem de Kur'an'ı Türkçe mealiyle okuyordum. Aklıma ilk kuşkuların düştüğü zamanlar işte bu zamanlardı.

Kur'an'ın benim hem etik değerlerime uymayan hem de ahlakıma uymayan bir çok ayeti vardı. Büyüklerimden yardım almaya başladım, ilk önce anneannemlere, hocalarıma sordum soruşturdum. Hepsi bir ayet için farklı yorumlarda bulunuyordu. Din adamlarının konuşmalarını dinlemeye başladım, baktım onlarda farklı yorumlarda bulunuyor. Arkadaş din adamları bile bir ayeti 100 farklı şekilde yorumluyorsa ben nasıl doğru yorumu, doğru yolu bulacaktım.

Bu düşünceler okul hayatımı etkilemişti çünkü sadece buna odaklanmaya başlamıştım. Kur'an'ı okudukça içinde yeri geldiğinde zalimlik, yeri geldiğinde pedofili, yeri geldiğinde ahlaksızlık olabildiğini gördüm. Söylesenize şu an hangi biriniz kadını 2.plana atabilir? Çocuk yaşta evliliği, köleliği savunabilir? Kadınları savaş ganimeti sayabilir? Sırf inandığınız dine inanmıyor diye bir insanın ellerini ayaklarını çapraz bağlayıp kesebilir?

Benim inandığım tanrının gönderdiği kitap bu olmamalıydı. Arkadaş Kur'an'ın tüm ayetleri apaçıktır deniliyor ama din tartışmalarında orasından burasından çekiştirip ''aslında öyle değil böyle demek istiyor'' diye anlatılıyor. Eee nerede bunun apaçıklığı?

Evrenseldir denilen kitap sadece indiği coğrafyaya, indiği zamana göre yazılıyor. Nerede bunun evrenselliği? Bakıyorum, Hz. Muhammed'e tanınan haklar kafamı karıştırıyor. Kur'an'da Hz. Muhammed'e amca kızları, hala kızları helal kılınıyor ama öte yandan hepimiz akraba evliliğinin yapılmaması gerektiğini ve zararlarını biliyoruz. Bir tanrı bunu bilemiyor mu?

Kur'an bana göre inandığımız tanrı kavramını küçük düşüren bir kitaptı. Resmen insan aklıyla alay ediyordu. Liseye geçtikten sonra düşüncelerim daha da derinleşti. Celal Şengör gibi şahsiyetleri örnek almaya başladım. Birçok konuşmasını dinledim. Mitolojiler hakkında bilgi sahibi olmaya başladım. Derinlemesine bunu araştırınca Kur'an'daki bir çok olayın milattan binlerce yıl önceki uygarlıkların mitolojilerinden kopyalanmış olduğunu gördüm. Nuh tufanı, Hz Musa'nın firavunun kızı tarafından kurtarılması, İsa'nın doğumu vs.

Bunlar beni daha da çıkmaza soktu. Yüce, üstün bir varlık bir kitap indiriyor, bunları da binlerce yıl önce yaşamış insanların mitolojilerinden kopyalıyordu. Bunları anlattığım hiçbir insandan yeterli bilgiyi alamadım, kendi inandığı dini bile adam akıllı bilmeyen bir sürü insan gördüm, arkadaşlarımla bunları tartışınca kafir damgası yedim. Sonra Buhari kaynaklarına baktım ve Muhammed'in uygunsuz hayatını gördüm.

Ne zaman güzel bir kadın görse karısıyla cinsel ilişkiye girmesi, küçücük yaşta kızlarla evlenmesi, bir sürü cariyesi-karısı olması ve bunlarla sırayla ilişkiye girmesi. Bunun gibi bir ton saçmalık, Kur'an'daki yetersiz bilgiler, çelişkiler derken artık dur dememin zamanı gelmişti. 10.sınıfta tamamen kendimden emindim. Eğer Kur'an doğruysa bile ben böyle bir dine inanmayı kesinlikle reddettim.

Doğduğumdan beri insanlara dinin buyrukları dinin yükümlülükleri yüklendi. İnsanlar bu kafese hapsedildi. İnsanlar sırf kendi dininden değil diye savaşlar çıkarttı birbirini öldürdü. Bu esaretten kurtulduktan sonra huzura erdim. Ne yapmak istiyorsam özgürce yaptım, hiçbir baskı altında olmadan sanki yıllardır hapishanede olup gün yüzü görmüş bir insan gibiydim. Hiçbir zaman bu kararımdan pişman olmadım. Bizler akıllı varlıklarız, iyiyi, kötüyü, doğruyu, yanlışı ayırt edebilecek varlıklarız. Unutmayın hiçbiriniz bir şeye bağlı olmak zorunda değilsiniz. Bir dine bağlı olup olmamak yine sizin tercihinizdir ama ben tercihimi yaptım arkadaşlar.
Esenle kalın.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Baran G

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

AVUSTRALYA'DAKİ YANGINLAR ALLAH'IN CEZASI MI?

Yazan: Kirpi


AVUSTRALYA'DAKİ YANGINLAR ALLAH'IN FELAKETİ Mİ?


BBC'de yer alan habere göre, yerli Aborjin halkının yaşadığı Anangu Pitjantjatjara Yankunytjatjara (APY) bölgesinin yerel idaresi, pazar günü başlatılan deve itlafının beş gün sürdüğünü ve 5 bin yabani devenin öldürüldüğünü açıkladı.
APY yerel yönetimi, hayvan hakları savunucularının tepkilerine karşın bölgede yaşanan kuraklığı gerekçe göstererek develeri itlaf etme kararı almıştı.
Müslüman hayvan severler hemen Kurandaki deve ayetini delil getirerek Avustralya'nın başına gelen yangının Allah'tan gelen bir bela olduğunu konuşmaya başladılar.

Hud Suresi, 64. ayet: "Ey kavmim, size işte bir ayet olarak Allah'ın devesi; onu serbest bırakın, Allah'ın arzında yesin. Ona kötülük vermek niyetiyle dokunmayın. Yoksa sizi yakın bir azap sarıverir."
A'raf Suresi, 77. ayet: Böylelikle dişi deveyi öldürdüler ve Rablerinin emrine karşı çıkıp (Salih'e de şöyle) dediler: "Ey Salih, eğer gerçekten gönderilenlerden (bir peygamber) isen, vadettiğin şeyi getir, bakalım.

Ayette Allah delil olarak bir deve veriyor ve insanlardan ona dokunmamalarını istiyor. Fakat insanlar bu emre itaatsizlik yaparak deveyi öldürüyorlar.  Bundan sonra Allah Semud kavmine üç gün mühlet verip ardından onları topyekun helak ediyor.
(Kaynaklar: Neml suresi 49-83 ayetler. Taberi, Camiul-Beyan, Mısır 1968, VIII, 224 vd.; İbn Kesir, a.g.e., III, 434 vd.; İbnu'l-Esir, a.g.e., İ, 89)

Müslümanlar bu hadisleri ve ayetleri delil getirerek Avustralya'daki yangınların Allah'ın gönderdiği bir felaket olduğunu iddia ediyorlar.  İşin garip tarafı bu mantığa göre Allah 5 bin deve için gönderdiği belada milyonlarca hayvanı öldürüyor.

DÜNYA DOĞAYI KORUMA VAKFI (WWF)

Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) Avustralya, yaptığı en son açıklamada 1,25 milyar hayvanın hayatını kaybettiğini tahmin ettiklerini belirtti.

Yani Allah 5 bin devenin kısasını 1.25 milyar hayvan öldürmekle almış oldu, ki onların içerisine develerde dahil. Belayı veren Allah insanları cezalandırayım derken milyonlarca hayvanı ve ağacı cezalandırıyor. Belli ki hayvanlara kızmış neden deve kardeşleriniz korumadınız diye. Tabi ki bu bir şaka, asıl meselemize dönecek olursak geçenlerde bir Müslümanla tartışmam esnasında bana "develeri öldürmek gerekmiyordu en azından başka türlü değerlendirebilirlerdi" dedi. Farklı değerlendirmeye örnek vermesini istediğimde "mesela keserek etlerini deve eti tüketen Müslüman ülkelere satabilirlerdi" dedi. Fakat benim “sen kafir devletin kestiği eti yer misin,” sorumun üzerine bana “Müslüman devletlere verseydiler onlar kesip etini değerlendirebilirdiler” diye cevap verdi.  Şimdi komik olan şu. Su kaynaklarını korumak ve kontrolsüz çoğalmasını kontrol altına almak için develerin avlanacağını bir ay önceden duyurmuştular. Hangi Müslüman devlet develeri bize verin biz en iyi şekilde değerlendirelim dedi? Avustralya hükumetine  böyle bir talepte bulunan bir tane Müslüman devleti oldu mu? Tabi ki HAYIR. Şimdi siz talepte bulunmadığınız halde neden develeri öldürdünüz diyemezsiniz? Avustralya da yaşayan insanların deve eti yeme kültürü olmadığı için onları kesip etini satmak diye bir seçenek olamaz ortada. Ayrıca develerin avlanmasına yaygara koparan aktivistler yarın o develer yüzünden azalan su kaynakları için yaygara koparacaktı. Beni yanlış anlamayın ben hayvan katliamını hoş gören biri değilim. Fakat eğer bariz bir sorun varsa ve onun çözüm yolu hayvanların kontrolsüz çoğalmasının önlemini almaktan geçiyorsa buna karşı çıkmam.

Zaten APY Yönetim Kurulu üyelerinden Marita Baker, "İnanılmaz bir sıcak altında sıkışıp kalmıştık. Dışarı dahi çıkamıyorduk. Develer her yeri işgal etmişti. Klimalardan dahi su içiyorlardı. Sokaklar develerle dolmuştu. Çocuklarımızın güvenliği için endişeliydik" derken Avustralya hükumeti "İtlafa son seçenek olarak başvuruldu. Operasyon sırasında hayvanların acı çekmemesi sağlandı" diyor. Yani tamamen zorunlu bir olay, bir çiftçinin ürünleri korumak için tarlayı basan bazı canlıları itlaf etmesi gibi.

Avustralya'da orman yangınları neredeyse her yıl görülen bir şey. Fakat bu yangının büyük bir coğrafyayı etkilediği ve önceki yangınlardan büyük olduğu doğru. Peki yangınların sebebi ne? Bu konuda bir kaç teori var. Kuraklık, rüzgarlar , şimşekler, kundakçılık, kazalar ve HOD. Kundakçılık ve kazalar konusunda her hangi bir bulguya rastlanmadığı için bu örnekler içinde en doğrusu benim fikrimce HOD.

HOD NEDİR?



Hint Okyanusu Dipolü veya Hint Okyanusu çift kutupluluğu (HOD)  deniz suyu sıcaklıklarındaki değişime bağlı olarak bir kesimin daha çok yağmur almasına, bir kesimin de daha az yağmur almasına neden olan bir hava olayıdır. Pozitif Hint Okyanusu Dipolü ve Negatif Hint Okyanusu Dipolü olmak üzere iki şekilde görülür.
Daha basit anlamıyla söylemek gerekirse Hint okyanusunda Afrika ve Avustralya kıt'aları arasında bir tahterevalli düşünün. Bu tahterevallinin bir ucunda soğuk su (Pozitif Hint Okyanusu Dipolü) diğer ucunda sıcak şu kütlesi (Negatif Hint Okyanusu Dipolü) var.  Üç beş senede bir bu döngü rüzgarlar nedeniyle yer değiştiriyor. Sıcak su Avustralya kıyılarına geldiğinde buharlaşma oluyor ve kıta bolca yağmur aldığında Afrika'da kuraklık oluyor. Soğuk su kütlesi Avustralya'ya geldiğinde ise buharlaşma olmadığı için  kuraklık dediğimiz dönem başlıyor ve Afrika, Hint okyanusu boyunca olan kıyı şeridi bolca yağmur alıyor.  Bu tamamen doğal bir olaydır ve milyonlarca senedir böyle devam ediyor. Fakat son yıllarda bilim insanlarının çokça konuştuğu Küresel Isınma nedeniyle bu doğal döngüde öz dengesini kaybetmeye başlamış ve soğuk su kütleleri Avustralya kıyılarında gerekenden fazla kaldığı için yağmur almayan kıt'ada kuraklık hala devam ediyor. Bunun sonucunda da yangınlar her zamankinden daha önce başlamış ve kurak havanın devam etmesi yüzünden gerekenden fazla sürünce şiddeti ve yayılma alanı her zamankinden daha fazla olmuştur. Avustralya'da kuraklığa neden olan bu doğal döngünün bozulması Afrika'nın gereğinden fazla yağmur almasına, bu yüzden de sel ve taşkınlar yaşamasına neden olmuştur. Zaten Avustralya'da bir "yangın mevsimi" kavramı vardır. Yangınlar yılın belli dönemlerinde başladığı gibi yine yılın belli dönemlerine kadar devam ediyordu. Oysa şimdi doğal sürecin dengesinin değişmesi sonucunda yangınların zamanı da uzamış oluyor.



Yangınların artmasının bir diğer nedeni yangın zamanı ortaya çıkan dumanın Güney Amerika üzerinden dolaşarak yeniden Avustralya üzerinde toplanması ve devam eden yangından çıkan dumanlarında ona katılarak "Pyro Cumulonimbus" ismi verilen bulutların oluşmasıdır. Bu bulutlardan çıkan şimşekler yeni bölgelerde yeni yangınların çıkmasının başlıca sebeplerinden biridir. Bu bulutların bir diğer özelliği ise sağanak yağışlardır ki oda kıt'anın farklı bölgelerinde taşkınlara ve sellere neden olabiliyor.

Sonuç olarak Avustralya'da ortaya çıkan yangınlar ve seller Allah'ın bir cezalandırması değil insanların yüzyıllardır tabiata verdiği hasarın sonucu olarak başımıza bela olan Küresel Isınma faktörüdür. Fakat bunlar daha iyi günlerimiz. Eğer doğaya saygı duymayı öğrenemezsek ve kendimizi doğadan üstün görmeyi bir kenara bırakmazsak çok daha ağır doğal afetler bizleri bekliyor.
Gezegenimiz bizim bazı eylemler sonucu bozduğumuz doğal dengeyi bir şekilde düzeltecek fakat korkarım ki düzeltmeye başladığı zaman insan ırkı toptan ortadan kalkacaktır. Zira doğanın kendini koruma mekanizması devreye girdiğinde onun ne kadar agresif olduğunu tarihteki olaylardan biliyoruz.

"Tabiatın isteklerini anlamazlıktan gelen, cezasını görür."
-Honore de Balzac