HABERLER
Dini Haber

NUH TUFANININ KÖKENLERİ

Yazan: A.Kara

SÜMER VE BABİL TOPLUMLARINDA TUFAN EFSANESİ

Sümer'deki tufan mitosuna geçmeden önce konuya dair sık sık yöneltilen sorulardan birini açıklığa kavuşturmam gerek: "Tufan efsanesi yalansa neden birçok toplum bundan bahsetmiş?"

Bir toplumun sahip olduğu efsaneler ya benzer durumlarla karşılaşan topluluklarınkine benzeşen efsaneler üretmeleri yada farklı kültür ve uygarlıkların efsanelerinin yayılması yolu ile gerçekleşir. Yayılmadan kastım; Ticari amaçlı gidip-gelmeler, gezginler, gezici halk tiyatroları, göç ve istilalardır. Yayılmanın en basit örneği çoğu Babil tanrı ve tanrıçalarının antik Yunan ve Arap topraklarında bile var olmuş olmasıdır.

Yayılmaya bir diğer örnek Adapa efsanesini içeren tabletin Mısır'da ortaya çıkmış olmasıdır. Mısırlılar Adapa efsanesinin yazıldığı bu tableti kendi halklarına çiviyazısı öğretmek için topraklarına kadar götürüp muhafaza etmişler, bu yolla efsaneyi de kendi topraklarına taşımış oldular.

Yine arkeolojik keşifler sonrası Adapa tabletine benzer şekilde Gılgamış efsanesinin yazılı olduğu bir tablet bölümü de Mısır topraklarında bulunmuştur.

Dolayısı ile insanlar ne kadar uzun süredir dünya üzerinde yaşadığı ve benzer durumların kaç bin kez yaşanmış olabileceği düşünüldüğünde aynı yada benzer efsanelerin başka toplumlarda görülmesi onun gerçek olduğunun delili olamaz.

SÜMER TUFAN EFSANESİ

Tufan efsanesinin Sümer ve Babil toplumlarındaki biçiminin Dicle-Fırat vadisinde ortaya çıkışı, efsanenin bu bölgede oluşan su yükselmelerinin, ürünleri silip süpüren sellerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır.

İbrani mitosundaki Nuh'un antik Sümerli tufan efsanesindeki kökeni M.Ö. 2900'lerde yaşamış olan Kral Ziusudra'dır (𒍣𒌓𒋤𒁺 zi-ud-su₃-ra₂). Ziusudra yada diğer adıyla Zin-Suddu, günümüzde Tell Fara olarak bilinen ve Fırat nehrinin kıyısında yer alan antik Sümer şehri Şuruppak'ın kralıdır. Sümer krallar listesine göre tufandan önceki son Sümer kralının oğludur. [1]

Sümer tufan efsanesini anlatan şiirin başında, kurulmuş olan 5 kent olan Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak'ın kuruluşları ele alınır.
Şuruppak, Uruk (Erek), Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakaları geçmişte bu gölgede bir nehir taşkını yaşandığını göstermiş ve tortullar üzerinde yapılan radyokarbon çalışmaları MÖ 2900 tarihini vermiştir. [2] Yani Ziusudra'nın yaşadığı dönemde, yaşadıkları bölgede bir nehir taşkını gerçekleştiği, bunun da efsaneleştirilerek tanrıların temsilcileri olarak gördükleri kral Ziusudra üzerinden anlatıldığı açıktır. Bildiğiniz üzere eski toplumlara göre krallar tanrının yeryüzünde seçtiği yarı-ilahi kişilerdir.

Ziusudra'nın ilahi bir kişilik olarak öne çıktığı bu efsaneye göre tanrılar bir tufan göndererek insanları yok etmek ister. Ama gerekçelerinin ne olduğu yazılı değildir. Tanrıların bu kararını duyan su tanrısı Bilge Enki, yani şeytan, tanrılara saygı gösteren, hayvanlara merhamet eden ve kötülükten uzak duran Ziusudra'ya haber vererek onu tanrıların göndereceği bu yıkımdan kurtarmak ister. Sippar kentinin kralı Ziusudra'ya bir duvarın kıyısında durmasını söyler. Ziusudra bu duvarın dibinde beklerken tanrı Enki ona tanrıların göndereceği felaketi, insanlığı yok etmek istediklerini anlatmakla kalmaz, aynı zamanda tufandan kurtulmanın yollarını anlatır. Enki tıpkı İbrahimi dinlerdeki tanrı gibi tufandan kurtarmak istediği kuluna bir gemi inşa etmesini söyler. Hatta Musevi-Hristiyan teolojisindeki gibi; Tanrı, yani Enki, kurtarmak istediği bu ilahi kişiliğe geminin (ark) nasıl yapılacağını bile uzun uzun anlatır. Fakat tabletin bu kısımları kayıptır.

Tufan günü geldiğinde sel her yeri alt üst eder.

Sümer metinlerinde şöyle yazar:
Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten sonra
Tufan ülkenin altım üstüne getirdi,
(Ve) büyük suların üzerindeki
fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu.
Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü.
Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı,
Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi.
Kral Ziusudra
Utu'nun önünde yerlere kapandı,

Sık sık gördüğümüz 7 rakamı bu efsanede 7 gün 7 gece söylemiyle karşımıza çıkar. Bu hem bir abartma sanatı hem de Sümer panteonunu oluşturan An, Enlil, Enki, Ninhursag, Nanna, Utu ve İnanna'ya atıftır.

Sel sona erip, Utu güneş ışıklarını dev kayığın içine gönderince Kral Ziusudra tanrılara kurbanlar sunar. Bir öküz ve bir koyun öldürür. Tabletteki hikaye, kralın ona sonsuz nefes vererek Dilmun diyarına götüren An ve Enlil'e secde etmesiyle devam eder:
Kral Ziusudra,
Anu'nun ve Enlil'in önünde yerlere kapandı,
Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra'ya,
Ona bir tanrı(nınki) gibi [sonsuz] yaşam verdiler,
Bir tanrı(nınki) gibi sonsuz soluk indirdiler onun için.
Sonra, kral Ziusudra'nın
Bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin,
Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede oturmasını sağladılar.

Ziusudra'dan bahsederken eski dönem insanı için kralın ve kraliyetin kutsal görüldüğünden, kralların, tanrıların seçtiği yarı-ilahi kişiler olduğuna inanıldığından bahsetmiştim. Buradan yola çıkarak, bir nehir taşkınının efsaneleştirilerek dünyayı sular altında bırakan bir tufan anlatısına dönüşürken kralın neden bu anlatıya dahil olmuş olabileceğine dair şahsi görüşümü belirtmek istiyorum.

Fırat nehrinin ucu Basra Körfezi'ne kadar uzanır. Dolayısı ile nehir suları aşırı yükselir ve büyük çaplı bir baskın yaşanırsa, sel sularına kapılanları kurtarabilmeniz yada onların cesetlerini bulabilmeniz imkansızlaşır. Bildiğiniz üzere günümüzde bile bazı büyük sellerde sel sularına kapılan vatandaşlarımızı bulamıyor yada kilometrelerce uzakta, hatta bazen denizde buluyoruz.

Bu tufan efsanesinde Dilmun adlı, hayvanların birbirine zarar vermediği, hastalığın ve yaşlanmanın olmadığı saf ve aydınlık bir yer vardır. Hatta daha sonra bu efsaneyi türeten ve kendilerine uyarlayan Samiler, Dilmun için "ölümsüzlerin yaşadığı yer" derler. Yani tüm bunlara bakıldığında bu yer için bir cennet tasviri demek mümkündür.

Ziusudra'nın nasıl öldüğü şimdilik bilinmiyor. Fakat eğer nehir taşkınından kaynaklanan bu büyük selde kral Ziusudra'da ortadan kayboldu, sele kapılıp uzaklara sürüklenip boğularak can verdi ise, kralları kutsal gören bir halk doğal olarak buna da farklı anlamlar yüklemek ve olay hakkında inanışlar geliştirmek isteyecektir. İşte bu yüzden yarattıkları tufan efsanesine nehir taşkını sonrası ortadan kaybolan Ziusudra'yı eklemeleri ve onun seçilmiş biri olarak ölmediğini, tanrıların onu kurtarıp ödüllendirdiğini yazıp bu yolda inanışlar geliştirmeleri oldukça olası ve normaldir. 

BABİL TUFAN EFSANESİ

Gelelim bu efsanenin Babil toplumundaki yansımalarına.
Samilerin Sümer'i fethettikten sonra onların çivi yazılarını ve hikayelerini kendilerine uyarladığını ve bu Samilerin bir bölümünün Babil'i kurduğunu biliyoruz. Babil'in güneyinde Arap toprakları, batısında Mısır, Libya, doğusunda Elam ve Persler, kuzeydoğusunda Harran, Ninova, Erbil ve kuzeyinde Kilikya, onun biraz daha kuzeyinde Kapadokya yer alır. İşte Samilerin Sümerlerden alarak kendilerine uyarladığı ve efsane bir süre sonra bu bölge ve topluluklara yayılmaya başlamıştır. Antik Babil tüm bunların ortasında bulunur.

Gılgamış destanı, destanın ana kahramanı Gılgamış'ın maceralarını anlatır. Babil tufan efsanesinin Gılgamış destanı ile birleştirildiği görülür. Dolayısı ile Babil tufan efsanesi Gılgamış ve onun can yoldaşı Enkidu ile ilişkilidir.

Babil mitolojisinde sık sık ölüm ve hastalıktan kaçmanın yani ölümsüzlüğün arayışı teması işlenir. Sümer mitolojisinde neredeyse hiç karşılaşılmayan bu durumun Samilerde görülmesi, onların ölüm gerçeğine daha fazla odaklandığını gösterir.

Gılgamış'ın dostu Enkidu ölünce, Gılgamış ölüm gerçeği ile yüzleşmek zorunda kalır. İşte tufan efsanesinin başlangıcını da bu oluşturur. Dostunun ölümü için yas tutan Gılgamış bir gün kendinin de öleceğini anlayarak korkuya kapılır. Şöyle der:
"Ölünce Enkidu gibi olmayacak mıyım? Karnıma acı girdi. Ölüm korkusuyla bozkırda başıboş dolaşıp durmaktayım" [3]

Gılgamış ölümsüzlüğe ulaşabilmek için ölümden kurtularak ölümsüz olabilmiş bir atasını, Utnapiştim'i
bulmaya karar verir. Utnapiştim, Sümer tufan mitosundaki Ziusudra'nın Babilonyalı karşılığıdır.
Fakat yolculuğun tehlikeli olduğu hakkında kendisine uyarılar da bulunulsa da Gılgamış'ın ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteği daha ağır basar.

Gılgamış ölüm sularını ve Maşu dağlarını aşar; ki bunu daha önce başarabilen tek varlık Güneş-tanrı Şamaş'tır. Gılgamış, Utnapiştim'e ulaşınca ona nasıl ölümsüz olduğunu sorar. Hatırlayın, Sümer mitosunda tufandan kurtulan Ziusudra'ya da ölümsüzlük verilmiş-ölümün ve hastalığın olmadığı Dilmun'a yerleştirilmişti.

Ölümsüzlüğün sırrını soran Gılgamış'a, atası Utnapiştim tanrıların ölümsüzlüğü yalnızca kendilerine ayırdığını yani insanlara vermediği söyleyince Gılgamış ona "o halde sen ölümsüzlüğü nasıl elde ettin?" diye sorar. Bunun üzerine Utnapiştim anlatacağı şeyin gizli bir bilgi, tanrılara ait bir sır (giz) olduğunu belirterek tufan efsanesini anlatmaya başlar.

Utnapiştim, kendisinin Şuruppak kentinden olduğu söyler. İnsanları çamurdan ve ilahi kandan yaratan tanrı Ea'nın ona kamış kulübesinin duvarından seslenerek insanlar çok ses çıkardığı için Enlil'in onları öldürmeye karar verdiğini, tanrıların tufan göndereceğini haber verdiğini açıklar. [5][6] Ea, Sümer tanrısı Enki'nin Babil varyantıdır.

Tufanı açıklayan Ea, Utnapiştim'e bir tekne yapmasını ve yaşayan tüm canlıların tohumunu bu geminin içine koymasını söyler.

Utnapiştim, Ea'ya tüm bu yapacaklarını kendi hemşerilerine nasıl açıklayacağını sorar. Ea'nın önerisi üzerine halkına Enlil'in nefretini üzerine çektiğini, bu yüzden onun ülkesinden sürgün edildiğini söyler ve bu yüzden tanrı Ea ile birlikte kalmak için derinliğe ineceğini belirtir.
Halkına Enlil tarafından lanetlendiğini, öfkesinin hedefi olduğunu söylediğinden onlara aynı zamanda şehri terk ettiğinde Enlil'in onlar üzerine bolluk-bereket göndereceğini söyler. Bu açıklamalarıyla tanrıların gerçek niyetini de halktan gizlemiş olur.

Utnapiştim küp şeklinde bir gemi (ark) inşa eder ve Ea'nın talimatlarını uygulamaya koyulur. Tablette şöyle yazar:

(Sahip olduğum her şeyi) gemiye yükledim;
Sahip olduğum gümüşün hepsini ona yükledim ;
(sahip olduğum ) altının hepsini ona yükledim;
Sahip olduğum tüm canlı varlıkları (yükledim ) ona.
Tüm ailemi ve akrabamı gemiye yolladım.
Kırın hayvanlarını, kırın yabanıl varlıklarını,
Tüm zanaatçıları tekneye yolladım. [4]

Babil'de fırtına tanrısı Adad, yeraltı tanrısı Nergal'dır. İştar'ın kışkırtmasıyla insanları yok etmeye karar veren tanrılar tufanı başlatır. Fırtına tanrısı Adad gürleyip yeraltı tanrısı Nergal göklerdeki okyanusun sularını tutan sütunları yıkınca tufan başlar. Anunnaki tanrıları meşalelerle ülkeyi ateşe verir. Yaşanan durum karşısında tanrıların bile dehşete düştüğü, tıpkı ürkek köpekler gibi göğün duvarının dibine sindikleri anlatılır:

Sabah erkenden, şafak vakti ufuktan kara bir bulut yükseldi.
Hava korkunçtu.
Utnapiştim tekneye bindi ve tekneyi ve içindekileri girişi mühürleyen tekne kaptanı Puzurammurri'ye emanet etti.
Gök gürültüsü tanrısı Adad bulutun içinde gürledi ve fırtına tanrıları Sullar (Shullat yada Shullar) ve Haniş (Ḫanish) dağların ve karanın üzerinden geçti. [7]
Erragal bağlama direklerini çıkardı ve bentler taştı.
Anunnaki tanrıları toprakları yıldırımlarıyla aydınlattı.
Her şeyi karanlığa çeviren Adad'ın eylemleriyle şaşkınlık yaşandı. Arazi bir çömlek gibi paramparça oldu.
Gün boyu güney rüzgarı hızla esti ve su saldırır gibi halkı ezdi.
Kimse arkadaşlarını göremedi. Seldekiler birbirlerini tanıyamadılar.
Tanrılar selden korktular ve Anu cennetine çekildiler. Duvarın dibinde yatan köpekler gibi korktular.
İştar, doğum yapan bir kadın gibi çığlık attı.
Tanrıların Hanımı eski günlerin çamura döndüğünü feryat etti, çünkü "Tanrılar Meclisi'nde kötü şeyler söyledim, denizi balık gibi dolduran halkımı yok etmek için bir felaket emrediyordum." dedi.
Diğer tanrılar da onunla ağlıyordu ve kederle hıçkıra hıçkıra oturdu, susuzluktan dudakları kavruldu.
Sel ve rüzgar altı gün altı gece sürdü ve araziyi dümdüz etti.
Yedinci gün fırtına doğum yapan bir kadın gibi dövünüyordu.

Tablet metninde İştar'ın dövünüp pişman olduğunu yazıyor. İştar Venüs gezenidir. Venüs, Güneş doğmadan hemen önce yada sonra görünür. Bu hareketlerinden dolayı Venüs gezegeni ve onunla ilişkilendirilen birçok tanrı-tanrıça felaketin habercisi olarak görülmüştür. Tabletteki metinde tufanın "sabah erkenden, şafak vakti" başladığı yazar. Bu da yaşanan büyük çaplı nehir taşkınının Güneş battıktan hemen sonra gökyüzünde görülen Venüs yani İştar ile ilişkilendirildiğinin kanıtıdır.

Şuruppak, Uruk, Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakalarının geçmişte bu gölgede bir nehir taşkını yaşandığını gösterdiğini ve radyokarbon testleri yapılan tortulların MÖ 2900'e tarihlendiğini belirtmiştim. [2] İşte Şuruppak ve çevresinde yaşanan nehir taşkını muhtemelen sabah yıldızı Venüs göründükten sonra yaşanmış olmalı ki insanlar bu taşkınla İştar'ı ilişkilendirmiş ve onun tanrıları kışkırttığını düşünmüşler. Daha sonra bu yaşananları 1'i 40 yaparak, abartılı bir hikayeye dönüştürerek Gılgamış Destanı'na dahil etmişlerdir.

Babil mitosunda anlatılan tufan 6 gün 6 gece sürer ve bu süre boyunca fırtına ortalığı darmadağın eder. 7.gün geldiğinde fırtına yatışınca (7.günün ve 7.nin kutsallığı) Utnapiştim gemisinden dışarı bakar, her yer dümdüz olmuş ve tüm insanlar balçığa dönüşmüştür. Gemi Nisir dağında karaya oturduktan sonra 7 gün daha bekleyen Utnapiştim bir kumru gönderir. Kumru konacak yer bulamayıp dönünce kırlangıç yollar fakat o da dönünce bu sefer kuzgun gönderir. Yiyecek bulan kuzgun tekrar geri dönmeyince Utnapiştim gemideki herkesi (hayvanları ve akrabalarını) dışarı bırakır, akabinde tanrılara kurban sunar, buhur yakar. Ateşe verilen kurbanın hoş kokusu alan tanrılar kurbanın üzerine tıpkı sinekler gibi üşüşürler.

Yani günümüzdeki "adak" inancına benzer şekilde felaketten canlı çıkan Utnapiştim kan akıtıp tanrısı için kurban kesmiştir. Günümüzde bile bu gelenek devam etmekte ve kesilen adak ile tanrıdan korunma, bereket veya yardım istenir. Kurban'da da asıl maksat kan akıtmaktır, kökeni ve özü budur. Buhur'un bunlardan farkı ise kurban verilen hayvanın etinin yakılmasıdır. Bu uygulamayı İbrahimi dinler arasında en çok Musevilikte görürüz.

Tufan efsanesine geri dönersek, gemidekiler dışarı çıktıktan sonra yaşananlar tablette şöyle anlatılır:

O bir koyun kurban etti ve dağlık bir Zigguratta buhur sundu, buraya 14 kurbanlık kap koydu ve ateşe saz, sedir ve mersin döktü.
Tanrılar kurbanlık hayvanın tatlı kokusunu kokladılar ve kurbanın üzerine sinekler gibi toplandılar.
Sonra büyük tanrıça geldi, sineklerini (boncuklarını) kaldırdı ve dedi:
"Tanrılar, tıpkı boynumdaki bu lapis lazuli'yi (muskayı) unutmadığım gibi, bu günleri de düşüneceğim ve onları asla unutmayacağım! Tanrılar kurban adağına gelebilir. Ama Enlil gelemez, çünkü o sel oldu ve [sonuçlarını] düşünmeden halkımı yok etti. "
Enlil geldiğinde kayığı gördü ve İgigi tanrılarına öfkelendi. "Canlı nereden kaçtı? Hiçbir insan yok oluştan hayatta kalamaz!" Dedi.
Ninurta, Enlil'le konuştu ve "Böyle bir şeyi Ea'dan başka kim yapabilir? Tüm planlarımızı bilen Ea'dır." dedi.
Ea, Enlil'le konuştu ve "O sendin, Tanrıların Bilgesi. Düşünmeden nasıl bir sel meydana getirebilirsin?"
Ea daha sonra Enlil'i aşırıya kaçan bir ceza göndermekle suçlar ve ona şefkat ihtiyacını hatırlatır.
Ea tanrının gizli planını Utnapiştim'e (Atrahasis) sızdırdığını reddeder, ona sadece bir rüya gönderdiğini kabul eder ve Enlil'in dikkatini sel kahramanına çevirir.

Daha sonra Ea, Enlil ile Utnapiştim ile ailesi için aracılık eder. Siniri yatışan Enlil Utnapiştim ile karısının canlarını bağışlamakla kalmaz, aynı zamanda onları kutsayarak ölümsüzlük bahşeder. Fakat onların uzakta, ırmakların ağzında oturmalarına karar verir.

İşte Sümer kökenli olan ve Babil toplumu tarafından değiştirilerek daha da detaylandırılan bu tufan efsanesi çevre bölgelerdeki topluluklarca tekrar elden geçirilerek dinlerinde ve kutsal olduğunu iddia ettikleri kitaplarında yer almıştır. İbrahimi dinlere geçen bu efsane Musevilik'ten Hristiyanlık ve İslamiyet'e geçmiştir. İbrahimi dinler içerisinde bu efsaneyi duyup derleyen ve kendi dinlerine entegre eden Museviler, baş roldeki Ziusudra yada Utnapiştim yerine dinlerinin en büyük peygamberi olarak gördükleri Musa'yı yerleştirmiştir. Tevrat'a taşınan bu efsane daha sonra Kur'an'da yer almıştır.

Dinlerin "eskilerin masalları" olduğunu görmek istemeyen bir grup insan "Allah ker topluma bir peygamber gönderdi" yada "İşte bunlar İslam'ın o dönemde de var olduğunun fakat bozulduğunun göstergesidir" deseler de ortada ne 124.000 peygamber veya "her topluma bir peygamber" iddiasını doğrulayacak bir belge ne de "İslam'ın ve peygamberlerin o dönemde de var olduğu ve Allah'ı tebliğ ettiğine dair" en ufak bir iz bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere İbrahimi dinlere taşınan Sümer-Babil mitlerinin asıl sahibi olan topluluklar çok tanrılıdır. Yaşadıkları bölgeden binlerce tablet, kap-kaçak, kabartma vb. arkeolojik kanıt çıkmıştır. Fakat 1 tanesinde, yalnızca 1 tanesinde bile "bir peygamberin gelip "İslam'ı yada Allah'ı tebliğ ettiğine" dair bir bulgu-metin yoktur.
Hepsine din-peygamber gitmiştir de hepsi mi bozulmuştur? Bu iddianın delili nedir? Bu topraklardan çıkan binleri aşkın antik eserde bira tarifinin, bebeklere okunan ninnilerin anlatıldığı tablet bile çıkarken neden hiçbirinde Allah-Rab-Yahve, İsa, Musa, Davud yada İslam yoktur ?!

Kendinizi kandırmayın, kendinize karşı dürüst olun. Olmasını istediğiniz şeyleri uydurup "bu böyledir" deyip gözünüzü gerçeklere kapayarak körü körüne inanmak yerine yüzünüzü gerçeğe dönmenizi tavsiye ederim.

« ÖNCEKİ YAYIN
SONRAKİ YAYIN »