SÜMER VE BABİL TOPLUMLARINDA TUFAN EFSANESİ
  Sümer'deki tufan mitosuna geçmeden önce konuya dair sık sık yöneltilen
  sorulardan birini açıklığa kavuşturmam gerek: "Tufan efsanesi yalansa neden
  birçok toplum bundan bahsetmiş?"
  Bir toplumun sahip olduğu efsaneler ya benzer durumlarla karşılaşan
  topluluklarınkine benzeşen efsaneler üretmeleri yada farklı kültür ve
  uygarlıkların efsanelerinin yayılması yolu ile gerçekleşir. Yayılmadan kastım;
  Ticari amaçlı gidip-gelmeler, gezginler, gezici halk tiyatroları, göç ve
  istilalardır. Yayılmanın en basit örneği çoğu Babil tanrı ve tanrıçalarının
  antik Yunan ve Arap topraklarında bile var olmuş olmasıdır.
  Yayılmaya bir diğer örnek Adapa efsanesini içeren tabletin Mısır'da ortaya
  çıkmış olmasıdır. Mısırlılar Adapa efsanesinin yazıldığı bu tableti kendi
  halklarına çiviyazısı öğretmek için topraklarına kadar götürüp muhafaza
  etmişler, bu yolla efsaneyi de kendi topraklarına taşımış oldular.
  Yine arkeolojik keşifler sonrası Adapa tabletine benzer şekilde Gılgamış
  efsanesinin yazılı olduğu bir tablet bölümü de Mısır topraklarında
  bulunmuştur.
  Dolayısı ile insanlar ne kadar uzun süredir dünya üzerinde yaşadığı ve benzer
  durumların kaç bin kez yaşanmış olabileceği düşünüldüğünde aynı yada benzer
  efsanelerin başka toplumlarda görülmesi onun gerçek olduğunun delili olamaz.
  SÜMER TUFAN EFSANESİ
  Tufan efsanesinin Sümer ve Babil toplumlarındaki biçiminin Dicle-Fırat
  vadisinde ortaya çıkışı, efsanenin bu bölgede oluşan su yükselmelerinin,
  ürünleri silip süpüren sellerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır.
  İbrani mitosundaki Nuh'un antik Sümerli tufan efsanesindeki kökeni M.Ö.
  2900'lerde yaşamış olan Kral Ziusudra'dır (𒍣𒌓𒋤𒁺 zi-ud-su₃-ra₂). Ziusudra yada
  diğer adıyla Zin-Suddu, günümüzde Tell Fara olarak bilinen ve Fırat nehrinin
  kıyısında yer alan antik Sümer şehri Şuruppak'ın kralıdır. Sümer krallar
  listesine göre tufandan önceki son Sümer kralının oğludur. [1]
  Sümer tufan efsanesini anlatan şiirin başında, kurulmuş olan 5 kent olan
  Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak'ın kuruluşları ele alınır.
  Şuruppak, Uruk (Erek), Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakaları geçmişte bu
  gölgede bir nehir taşkını yaşandığını göstermiş ve tortullar üzerinde yapılan
  radyokarbon çalışmaları MÖ 2900 tarihini vermiştir. [2] Yani Ziusudra'nın
  yaşadığı dönemde, yaşadıkları bölgede bir nehir taşkını gerçekleştiği, bunun
  da efsaneleştirilerek tanrıların temsilcileri olarak gördükleri kral Ziusudra
  üzerinden anlatıldığı açıktır. Bildiğiniz üzere eski toplumlara göre krallar
  tanrının yeryüzünde seçtiği yarı-ilahi kişilerdir.
  Ziusudra'nın ilahi bir kişilik olarak öne çıktığı bu efsaneye göre tanrılar
  bir tufan göndererek insanları yok etmek ister. Ama gerekçelerinin ne olduğu
  yazılı değildir. Tanrıların bu kararını duyan su tanrısı Bilge Enki, yani
  şeytan, tanrılara saygı gösteren, hayvanlara merhamet eden ve kötülükten uzak
  duran Ziusudra'ya haber vererek onu tanrıların göndereceği bu yıkımdan
  kurtarmak ister. Sippar kentinin kralı Ziusudra'ya bir duvarın kıyısında
  durmasını söyler. Ziusudra bu duvarın dibinde beklerken tanrı Enki ona
  tanrıların göndereceği felaketi, insanlığı yok etmek istediklerini anlatmakla
  kalmaz, aynı zamanda tufandan kurtulmanın yollarını anlatır. Enki tıpkı
  İbrahimi dinlerdeki tanrı gibi tufandan kurtarmak istediği kuluna bir gemi
  inşa etmesini söyler. Hatta Musevi-Hristiyan teolojisindeki gibi; Tanrı, yani
  Enki, kurtarmak istediği bu ilahi kişiliğe geminin (ark) nasıl yapılacağını
  bile uzun uzun anlatır. Fakat tabletin bu kısımları kayıptır.
Tufan günü geldiğinde sel her yeri alt üst eder.
Sümer metinlerinde şöyle yazar:
    Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten
      sonra
  
  Tufan ülkenin altım üstüne getirdi,
  (Ve) büyük suların üzerindeki
  fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu.
  Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü.
  Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı,
  Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi.
  Kral Ziusudra
  Utu'nun önünde yerlere kapandı,
  Sık sık gördüğümüz 7 rakamı bu efsanede 7 gün 7 gece söylemiyle karşımıza
  çıkar. Bu hem bir abartma sanatı hem de Sümer panteonunu oluşturan An, Enlil,
  Enki, Ninhursag, Nanna, Utu ve İnanna'ya atıftır.
  Sel sona erip, Utu güneş ışıklarını dev kayığın içine gönderince Kral Ziusudra
  tanrılara kurbanlar sunar. Bir öküz ve bir koyun öldürür. Tabletteki hikaye,
  kralın ona sonsuz nefes vererek Dilmun diyarına götüren An ve Enlil'e secde
  etmesiyle devam eder:
Kral Ziusudra,
  Anu'nun ve Enlil'in önünde yerlere kapandı,
  Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra'ya,
  Ona bir tanrı(nınki) gibi [sonsuz] yaşam verdiler,
  Bir tanrı(nınki) gibi sonsuz soluk indirdiler onun için.
  Sonra, kral Ziusudra'nın
  
    Bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin,
  
  
    Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede
      oturmasını sağladılar.
  
  Ziusudra'dan bahsederken eski dönem insanı için kralın ve kraliyetin kutsal
  görüldüğünden, kralların, tanrıların seçtiği yarı-ilahi kişiler olduğuna
  inanıldığından bahsetmiştim. Buradan yola çıkarak, bir nehir taşkınının
  efsaneleştirilerek dünyayı sular altında bırakan bir tufan anlatısına
  dönüşürken kralın neden bu anlatıya dahil olmuş olabileceğine dair şahsi
  görüşümü belirtmek istiyorum.
  Fırat nehrinin ucu Basra Körfezi'ne kadar uzanır. Dolayısı ile nehir suları
  aşırı yükselir ve büyük çaplı bir baskın yaşanırsa, sel sularına kapılanları
  kurtarabilmeniz yada onların cesetlerini bulabilmeniz imkansızlaşır.
  Bildiğiniz üzere günümüzde bile bazı büyük sellerde sel sularına kapılan
  vatandaşlarımızı bulamıyor yada kilometrelerce uzakta, hatta bazen denizde
  buluyoruz.
  Bu tufan efsanesinde Dilmun adlı, hayvanların birbirine zarar vermediği,
  hastalığın ve yaşlanmanın olmadığı saf ve aydınlık bir yer vardır. Hatta daha
  sonra bu efsaneyi türeten ve kendilerine uyarlayan Samiler, Dilmun için
  "ölümsüzlerin yaşadığı yer" derler. Yani tüm bunlara bakıldığında bu yer için
  bir cennet tasviri demek mümkündür.
  Ziusudra'nın nasıl öldüğü şimdilik bilinmiyor. Fakat eğer nehir taşkınından
  kaynaklanan bu büyük selde kral Ziusudra'da ortadan kayboldu, sele kapılıp
  uzaklara sürüklenip boğularak can verdi ise, kralları kutsal gören bir halk
  doğal olarak buna da farklı anlamlar yüklemek ve olay hakkında inanışlar
  geliştirmek isteyecektir. İşte bu yüzden yarattıkları tufan efsanesine nehir
  taşkını sonrası ortadan kaybolan Ziusudra'yı eklemeleri ve onun seçilmiş biri
  olarak ölmediğini, tanrıların onu kurtarıp ödüllendirdiğini yazıp bu yolda
  inanışlar geliştirmeleri oldukça olası ve normaldir. 
  BABİL TUFAN EFSANESİ
Gelelim bu efsanenin Babil toplumundaki yansımalarına.
  Samilerin Sümer'i fethettikten sonra onların çivi yazılarını ve hikayelerini
  kendilerine uyarladığını ve bu Samilerin bir bölümünün Babil'i kurduğunu
  biliyoruz. Babil'in güneyinde Arap toprakları, batısında Mısır, Libya,
  doğusunda Elam ve Persler, kuzeydoğusunda Harran, Ninova, Erbil ve kuzeyinde
  Kilikya, onun biraz daha kuzeyinde Kapadokya yer alır. İşte Samilerin
  Sümerlerden alarak kendilerine uyarladığı ve efsane bir süre sonra bu bölge ve
  topluluklara yayılmaya başlamıştır. Antik Babil tüm bunların ortasında
  bulunur.
  Gılgamış destanı, destanın ana kahramanı Gılgamış'ın maceralarını anlatır.
  Babil tufan efsanesinin Gılgamış destanı ile birleştirildiği görülür. Dolayısı
  ile Babil tufan efsanesi Gılgamış ve onun can yoldaşı Enkidu ile ilişkilidir.
  Babil mitolojisinde sık sık ölüm ve hastalıktan kaçmanın yani ölümsüzlüğün
  arayışı teması işlenir. Sümer mitolojisinde neredeyse hiç karşılaşılmayan bu
  durumun Samilerde görülmesi, onların ölüm gerçeğine daha fazla odaklandığını
  gösterir.
  Gılgamış'ın dostu Enkidu ölünce, Gılgamış ölüm gerçeği ile yüzleşmek zorunda
  kalır. İşte tufan efsanesinin başlangıcını da bu oluşturur. Dostunun ölümü
  için yas tutan Gılgamış bir gün kendinin de öleceğini anlayarak korkuya
  kapılır. Şöyle der:
  "Ölünce Enkidu gibi olmayacak mıyım? Karnıma acı girdi. Ölüm korkusuyla
  bozkırda başıboş dolaşıp durmaktayım" [3]
  Gılgamış ölümsüzlüğe ulaşabilmek için ölümden kurtularak ölümsüz olabilmiş bir
  atasını, Utnapiştim'i
  bulmaya karar verir. Utnapiştim, Sümer tufan mitosundaki Ziusudra'nın
  Babilonyalı karşılığıdır.
  Fakat yolculuğun tehlikeli olduğu hakkında kendisine uyarılar da bulunulsa da
  Gılgamış'ın ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteği daha ağır basar.
  Gılgamış ölüm sularını ve Maşu dağlarını aşar; ki bunu daha önce başarabilen
  tek varlık Güneş-tanrı Şamaş'tır. Gılgamış, Utnapiştim'e ulaşınca ona nasıl
  ölümsüz olduğunu sorar. Hatırlayın, Sümer mitosunda tufandan kurtulan
  Ziusudra'ya da ölümsüzlük verilmiş-ölümün ve hastalığın olmadığı Dilmun'a
  yerleştirilmişti.
  Ölümsüzlüğün sırrını soran Gılgamış'a, atası Utnapiştim tanrıların ölümsüzlüğü
  yalnızca kendilerine ayırdığını yani insanlara vermediği söyleyince Gılgamış
  ona "o halde sen ölümsüzlüğü nasıl elde ettin?" diye sorar. Bunun üzerine
  Utnapiştim anlatacağı şeyin gizli bir bilgi, tanrılara ait bir sır (giz)
  olduğunu belirterek tufan efsanesini anlatmaya başlar.
  Utnapiştim, kendisinin Şuruppak kentinden olduğu söyler. İnsanları çamurdan ve
  ilahi kandan yaratan tanrı Ea'nın ona kamış kulübesinin duvarından seslenerek
  insanlar çok ses çıkardığı için Enlil'in onları öldürmeye karar verdiğini,
  tanrıların tufan göndereceğini haber verdiğini açıklar. [5][6] Ea, Sümer
  tanrısı Enki'nin Babil varyantıdır.
  Tufanı açıklayan Ea, Utnapiştim'e bir tekne yapmasını ve yaşayan tüm
  canlıların tohumunu bu geminin içine koymasını söyler.
  Utnapiştim, Ea'ya tüm bu yapacaklarını kendi hemşerilerine nasıl
  açıklayacağını sorar. Ea'nın önerisi üzerine halkına Enlil'in nefretini
  üzerine çektiğini, bu yüzden onun ülkesinden sürgün edildiğini söyler ve bu
  yüzden tanrı Ea ile birlikte kalmak için derinliğe ineceğini belirtir.
  Halkına Enlil tarafından lanetlendiğini, öfkesinin hedefi olduğunu
  söylediğinden onlara aynı zamanda şehri terk ettiğinde Enlil'in onlar üzerine
  bolluk-bereket göndereceğini söyler. Bu açıklamalarıyla tanrıların gerçek
  niyetini de halktan gizlemiş olur.
  Utnapiştim küp şeklinde bir gemi (ark) inşa eder ve Ea'nın talimatlarını
  uygulamaya koyulur. Tablette şöyle yazar:
(Sahip olduğum her şeyi) gemiye yükledim;
  Sahip olduğum gümüşün hepsini ona yükledim ;
  (sahip olduğum ) altının hepsini ona yükledim;
  Sahip olduğum tüm canlı varlıkları (yükledim ) ona.
  Tüm ailemi ve akrabamı gemiye yolladım.
  Kırın hayvanlarını, kırın yabanıl varlıklarını,
  Tüm zanaatçıları tekneye yolladım. [4]
  Babil'de fırtına tanrısı Adad, yeraltı tanrısı Nergal'dır. İştar'ın
  kışkırtmasıyla insanları yok etmeye karar veren tanrılar tufanı başlatır.
  Fırtına tanrısı Adad gürleyip yeraltı tanrısı Nergal göklerdeki okyanusun
  sularını tutan sütunları yıkınca tufan başlar. Anunnaki tanrıları meşalelerle
  ülkeyi ateşe verir. Yaşanan durum karşısında tanrıların bile dehşete düştüğü,
  tıpkı ürkek köpekler gibi göğün duvarının dibine sindikleri anlatılır:
Sabah erkenden, şafak vakti ufuktan kara bir bulut yükseldi.
Hava korkunçtu.
  Utnapiştim tekneye bindi ve tekneyi ve içindekileri girişi mühürleyen tekne
    kaptanı Puzurammurri'ye emanet etti.
  Gök gürültüsü tanrısı Adad bulutun içinde gürledi ve fırtına tanrıları
    Sullar (Shullat yada Shullar) ve Haniş (Ḫanish) dağların ve karanın
    üzerinden geçti. [7]
Erragal bağlama direklerini çıkardı ve bentler taştı.
Anunnaki tanrıları toprakları yıldırımlarıyla aydınlattı.
  Her şeyi karanlığa çeviren Adad'ın eylemleriyle şaşkınlık yaşandı. Arazi
    bir çömlek gibi paramparça oldu.
  Gün boyu güney rüzgarı hızla esti ve su saldırır gibi halkı ezdi.
  Kimse arkadaşlarını göremedi. Seldekiler birbirlerini tanıyamadılar.
  Tanrılar selden korktular ve Anu cennetine çekildiler. Duvarın dibinde
    yatan köpekler gibi korktular.
İştar, doğum yapan bir kadın gibi çığlık attı.
  Tanrıların Hanımı eski günlerin çamura döndüğünü feryat etti, çünkü
    "Tanrılar Meclisi'nde kötü şeyler söyledim, denizi balık gibi dolduran
    halkımı yok etmek için bir felaket emrediyordum." dedi.
  Diğer tanrılar da onunla ağlıyordu ve kederle hıçkıra hıçkıra oturdu,
    susuzluktan dudakları kavruldu.
  Sel ve rüzgar altı gün altı gece sürdü ve
    araziyi dümdüz etti.
  Yedinci gün fırtına doğum yapan bir kadın gibi dövünüyordu.
  Tablet metninde İştar'ın dövünüp pişman olduğunu yazıyor. İştar Venüs
  gezenidir. Venüs, Güneş doğmadan hemen önce yada sonra görünür. Bu
  hareketlerinden dolayı Venüs gezegeni ve onunla ilişkilendirilen birçok
  tanrı-tanrıça felaketin habercisi olarak görülmüştür. Tabletteki metinde
  tufanın "sabah erkenden, şafak vakti" başladığı yazar. Bu da yaşanan büyük
  çaplı nehir taşkınının Güneş battıktan hemen sonra gökyüzünde görülen Venüs
  yani İştar ile ilişkilendirildiğinin kanıtıdır.
  Şuruppak, Uruk, Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakalarının geçmişte bu
  gölgede bir nehir taşkını yaşandığını gösterdiğini ve radyokarbon testleri
  yapılan tortulların MÖ 2900'e tarihlendiğini belirtmiştim. [2] İşte Şuruppak
  ve çevresinde yaşanan nehir taşkını muhtemelen sabah yıldızı Venüs göründükten
  sonra yaşanmış olmalı ki insanlar bu taşkınla İştar'ı ilişkilendirmiş ve onun
  tanrıları kışkırttığını düşünmüşler. Daha sonra bu yaşananları 1'i 40 yaparak,
  abartılı bir hikayeye dönüştürerek Gılgamış Destanı'na dahil etmişlerdir.
  Babil mitosunda anlatılan tufan 6 gün 6 gece sürer ve bu süre boyunca fırtına
  ortalığı darmadağın eder. 7.gün geldiğinde fırtına yatışınca (7.günün ve 7.nin
  kutsallığı) Utnapiştim gemisinden dışarı bakar, her yer dümdüz olmuş ve tüm
  insanlar balçığa dönüşmüştür. Gemi Nisir dağında karaya oturduktan
  sonra 7 gün daha bekleyen Utnapiştim bir kumru gönderir. Kumru konacak yer
  bulamayıp dönünce kırlangıç yollar fakat o da dönünce bu sefer kuzgun
  gönderir. Yiyecek bulan kuzgun tekrar geri dönmeyince Utnapiştim gemideki
  herkesi (hayvanları ve akrabalarını) dışarı bırakır, akabinde tanrılara kurban
  sunar, buhur yakar. Ateşe verilen kurbanın hoş kokusunu alan tanrılar kurbanın
  üzerine tıpkı sinekler gibi üşüşürler.
  Yani günümüzdeki "adak" inancına benzer şekilde felaketten canlı çıkan
  Utnapiştim kan akıtıp tanrısı için kurban kesmiştir. Günümüzde bile bu gelenek
  devam etmekte ve kesilen adak ile tanrıdan korunma, bereket veya yardım
  istenir. Kurban'da da asıl maksat kan akıtmaktır, kökeni ve özü budur.
  Buhur'un bunlardan farkı ise kurban verilen hayvanın etinin yakılmasıdır. Bu
  uygulamayı İbrahimi dinler arasında en çok Musevilikte görürüz.
  Tufan efsanesine geri dönersek, gemidekiler dışarı çıktıktan sonra yaşananlar
  tablette şöyle anlatılır:
    O bir koyun kurban etti ve dağlık bir Zigguratta buhur sundu, buraya 14
      kurbanlık kap koydu ve ateşe saz, sedir ve mersin döktü.
  
  
    Tanrılar kurbanlık hayvanın tatlı kokusunu kokladılar ve kurbanın üzerine
      sinekler gibi toplandılar.
  
  
    Sonra büyük tanrıça geldi, sineklerini (boncuklarını) kaldırdı ve
      dedi:
  
  
    "Tanrılar, tıpkı boynumdaki bu lapis lazuli'yi (muskayı) unutmadığım
      gibi, bu günleri de düşüneceğim ve onları asla unutmayacağım! Tanrılar
      kurban adağına gelebilir. Ama Enlil gelemez, çünkü o sel oldu ve
      [sonuçlarını] düşünmeden halkımı yok etti. "
  
  
    Enlil geldiğinde kayığı gördü ve İgigi tanrılarına öfkelendi. "Canlı
      nereden kaçtı? Hiçbir insan yok oluştan hayatta kalamaz!" Dedi.
  
  
    Ninurta, Enlil'le konuştu ve "Böyle bir şeyi Ea'dan başka kim yapabilir?
      Tüm planlarımızı bilen Ea'dır." dedi.
  
  
    Ea, Enlil'le konuştu ve "O sendin, Tanrıların Bilgesi. Düşünmeden nasıl
      bir sel meydana getirebilirsin?"
  
  
    Ea daha sonra Enlil'i aşırıya kaçan bir ceza göndermekle suçlar ve ona
      şefkat ihtiyacını hatırlatır.
  
  
    Ea tanrının gizli planını Utnapiştim'e (Atrahasis) sızdırdığını reddeder,
      ona sadece bir rüya gönderdiğini kabul eder ve Enlil'in dikkatini sel
      kahramanına çevirir.
  
  Daha sonra Ea, Enlil ile Utnapiştim ile ailesi için aracılık eder. Siniri
  yatışan Enlil Utnapiştim ile karısının canlarını bağışlamakla kalmaz, aynı
  zamanda onları kutsayarak ölümsüzlük bahşeder. Fakat onların uzakta,
  ırmakların ağzında oturmalarına karar verir.
  İşte Sümer kökenli olan ve Babil toplumu tarafından değiştirilerek daha da
  detaylandırılan bu tufan efsanesi çevre bölgelerdeki topluluklarca tekrar
  elden geçirilerek dinlerinde ve kutsal olduğunu iddia ettikleri kitaplarında
  yer almıştır. İbrahimi dinlere geçen bu efsane Musevilik'ten Hristiyanlık ve
  İslamiyet'e geçmiştir. İbrahimi dinler içerisinde bu efsaneyi duyup derleyen
  ve kendi dinlerine entegre eden Museviler, baş roldeki Ziusudra yada
  Utnapiştim yerine dinlerinin en büyük peygamberi olarak gördükleri Musa'yı
  yerleştirmiştir. Tevrat'a taşınan bu efsane daha sonra Kur'an'da yer almıştır.
  Dinlerin "eskilerin masalları" olduğunu görmek istemeyen bir grup insan "Allah
  ker topluma bir peygamber gönderdi" yada "İşte bunlar İslam'ın o dönemde de
  var olduğunun fakat bozulduğunun göstergesidir" deseler de ortada ne 124.000
  peygamber veya "her topluma bir peygamber" iddiasını doğrulayacak bir belge ne
  de "İslam'ın ve peygamberlerin o dönemde de var olduğu ve Allah'ı tebliğ
  ettiğine dair" en ufak bir iz bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere İbrahimi
  dinlere taşınan Sümer-Babil mitlerinin asıl sahibi olan topluluklar çok
  tanrılıdır. Yaşadıkları bölgeden binlerce tablet, kap-kaçak, kabartma vb.
  arkeolojik kanıt çıkmıştır. Fakat 1 tanesinde, yalnızca 1 tanesinde bile "bir
  peygamberin gelip "İslam'ı yada Allah'ı tebliğ ettiğine" dair bir bulgu-metin yoktur.
Hepsine din-peygamber gitmiştir de hepsi mi bozulmuştur? Bu iddianın delili nedir? Bu
  topraklardan çıkan binleri aşkın antik eserde bira tarifinin, bebeklere okunan ninnilerin anlatıldığı tablet
  bile çıkarken neden hiçbirinde Allah-Rab-Yahve, İsa,
  Musa, Davud yada İslam yoktur ?!
  Kendinizi kandırmayın, kendinize karşı dürüst olun. Olmasını istediğiniz
  şeyleri uydurup "bu böyledir" deyip gözünüzü gerçeklere kapayarak körü körüne inanmak
  yerine yüzünüzü gerçeğe dönmenizi tavsiye ederim.
