HABERLER
Dini Haber
A etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
A etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

MİTOLOJİLERDE TUTULMALAR (GÜNEŞ TUTULMASI, AY TUTULMASI)

Hazırlayan: A.Kara

MİTOLOJİLERDE TUTULMALAR (GÜNEŞ TUTULMASI, AY TUTULMASI)

Dünya genelinde binlerce farklı kültür sahip oldukları inanışlar gereği güneş ve ay tutulmalarına dair farklı efsaneler üretmiş, değişiklik gösteren inançlara sahip olmuşlardır. Bu makalede kültürel efsanelere özetler halinde değinerek keyifli bir dünya turu yapacağız.

Türk-Moğol Mitolojisi

Türk mitolojisinde Yelbegen* adlı çok başlı, insan yiyen, yılan benzeri bir ejderha vardır. Yel "rüzgar, büyü, şeytani" gibi anlamlara gelirken böke teriminden türeyen "begen" "dev sürüngen, ejderha" demektir. Zaman içinde farklı formlara girerek ogre benzeri birçok kafası olan devasa bir canavara dönüşmüştür. İnsanları yiyen devler aynı zamanda atların da düşmanıdır ve onları yerler. Koca ağızlı, uzun dişli ve koca kulaklı bu yaratıkların farklı türleri vardır.

Moğol dünyasında "Yelmogus" olarak geçer (mogus = böke). Fakat Moğol varyantı Altaylardan farklı olarak doğası gereği ejderhalardan ayrı ve onlara zıt kutuplu bir yaratıktır. Genellikle karanlık ve düşmanca yerlerde yaşayan bu yaratık, saf kötülüğe, korkunç görüntüye sahip, erişilemeyen yerleri koruyan bir canavardır. 3,7 veya 9 başlı olarak bahsedilen bu yaratık ateş püskürtür. İnsanüstü güce ve üstün büyü yeteneğine sahip, çok zeki, zengindir. Çocuk yapabileceği doğurgan kadınlara karşı şehvet besler. Buna rağmen saygı duyulan bir yaratıktır ve tamamen kötü bir yaratık olarak kabul edilmez.

Bir Altay efsanesine göre Yelbegen adlı 7 kafalı yaratık Güneş ve Ay'dan intikam alarak onları yer. Bu dev yaratık bazen yıldızları ağzında çiğneyip parçalara ayırıp tükürürdü. Bu yüzden yıldızlar ondan uzaklaşarak göğe kaçardı. Tanrı Ülgen onu durdurmak için yaratığa oklarını fırlatırdı. Bu inanıştan dolayı Ay tutulması gerçekleştiğinde Altay Türkleri "7 başlı dev Yelbegen yine Ay'ı yedi" derlerdi. [1] [2] [3]

* Diğer adları: Yilbegan, Yilbeğen, Yelbeğen, Cilbeğen'dir. Tatar dilinde Cilbegan'dır. Yegen ya da Yeken olarak kısaltılır.

Doğu Asya ve Çin Mitolojisi

Çeşitli Doğu Asya efsanesinde Güneş'in veya ayın bir hayvan tarafından yendiği düşüncesi vardır. Suç genellikle köpek, 3 ayaklı dev bir kurbağa, jaguar ve diğer çeşitli canlılar üzerine atılırdı. Çin kültürü de aynı düşünceye sahipti. Çince'de tutulma için en temel kelime (日食) re shi'dir ve "Güneşi yemek" anlamına gelir.

Antik Çin'de Güneş tutulmalarının genellikle göksel bir ejderhanın Güneş'le yüz yüze gelip onu yutmasıyla gerçekleştiğine inanılıyordu. Bu yüzden eski Çin'de tutulmadan bahseden kayıtlarda "Güneş yendi" yazdığı görülür. Bu inanıştan dolayı insanlar ejderhayı korkutup Güneş'i kurtarmak için tutulma boyunca davul çalıyor, bağırarak yüksek sesler çıkarıyorlardı.

Çeşitli Çin toplumlarında insanlar bir ejderha veya vahşi hayvanlar Ay'ı yiyemesin diye çan çalıyorlardı. Bu inanç sadece sıradan halk arasında uygulanmıyordu. Örneğin 19.yy'da gerçekleşen bir ay tutulması sırasında Çin donanması toplarını ateşleyerek ejderhayı korkutmaya çalışmıştı. Güneş bir süre sonra aynı göründüğünden bu taktiğin işe yaradığına inanıyorlardı.

Tutulma sırasında davul çalınması ve yüksek ses çıkarılması Vietnam gibi diğer Doğu Asya kültürlerinde de görülüyor olsa da onlar bunun için farklı bir neden sunarlar. Onlara göre tutulmalar efendisi uyumakta olan bir kurbağanın güneş ve ayı yutması ile gerçekleşir. Bu yüzden gürültü çıkararak kurbağanın efendisini uyandırmaya çalışırlar. Böylece uyanan sahip, kurbağasını öksürterek Güneş ve Ay'ı serbest bırakır.

Fakat belirtmekte fayda var ki eski Çin halklarının çoğu Güneş tutulmaları hakkında olduğunun aksine Ay tutulmalarından rahatsız değildi, hatta bazı kaynaklarda yazanlara göre bu sıradan bir olaydı. Ancak istisnalar olabiliyordu. Örneğin Zhou Hanedanlığı döneminde kırmızı Ay'ın yaklaşmakta olan bir kıtlık veya felaketin habercisi olduğuna inanılırdı.

Japon Mitolojisi

Japonlar tüm yaşamın, bereketin ve mahsulün kaynağı olarak kabul ettikleri Güneş tanrıçası Amaterasu'ya taparlardı. Onlara göre tanrıça gittiği zaman tutulma yaşanıyordu. Göz kamaştırıcı güzelliğinin, tatlılığının ve ne kadar faydalı olduğunun anlaşılması için ona aynaların gösterilmesi gerekiyordu. Bu farkındalık onu tekrar ortaya çıkarak dünyaya fayda sağlamaya teşvik edecekti.

Yerli Avustralya Mitolojisinde

Avustralya'da yüzlerce Aborjin grubu olduğundan tutulmaların gerçekleşme nedenlerine dair farklı anlayışlar ortaya çıkmıştır. Bunlar o kadar fazladır ki hepsini tek bir çalışmada ele almak mümkün değildir. Aralarından bazılarına özet olarak değinelim:

* Birkaç Avustralya yerli grubuna göre Güneş kadın, Ay ise erkektir. Kadın olan ve Yhi olarak adlandırılan Güneş'in Bahloo adındaki Ay'ı takip ettiğine inanırlar. Bunlar tıpkı insanlar gibi zaman zaman birbirleri ile kavga ederler. Örneğin Bahloo yani erkek Ay, kadın olan Güneşin ona sırnaşıp yaklaşmasından hoşlanmadığında, rahatsız olduğunda kavgaya tutuşurlar. Bundan rahatsız olan Yhi, Bahloo'yu öldürerek intikam almaya çalışır. Ancak Bahloo göksel olaylarla ilgilenen birtakım ruhlar tarafından kurtarılır. Bazı efsanelerde ikisi de birbirine aşık çifttirler.

* Yolngu (Yolŋu) halkına göre tutulma, güneş ile ay arasındaki cinsel birlikteliğin sonucudur. Güney Avustralya'daki Virangu (Wirangu) halkı da benzer bir inanışa sahiptir. Hatta onlara göre karı koca olan güneş ve ay cinsel birliktelik yaşarken bir ruh gelerek onların mahremiyetini insanlardan gizlemek için güneş ve ayı perdeler.

* Bir diğer Aborjin inanışı tıpkı Araplarda da görüldüğü gibi tutulmaların yaklaşmakta olan bir felaketin, kötü alametin, hastalık ve ölümlerin habercisi olduğudur. Hatta kara büyünün bile işareti sayılmıştır. İnsanlar tutulmada yaşanacak kötülükleri önlemek için reçeteler yazmış, ilahiler söylemiş, güneşe kutsal taşlar ve bumeranglar fırlatmışlardır. [4]

* Başka bir Aborjin grubu olan Vardaman halkı tutulma gerçekleştiğinde bir şeyin güneşin üzerini kapadığını biliyorlardı. Ama onlara göre bunu yapan Tia [5] adında devasa bir karatavuktu. [6] Diğer Aborjin gruplarına göre bu olayın nedenleri arasında pelerinlerini güneşin üzerine koyan ya da güneşin önünü kapamak için dağları ve tepeleri hareket ettiren büyücüler [7] , güneşi eli veya vücuduyla kapatan bir adam (vaddingga) yer alır. [8] [9]

* Bazı rivayetlere göre Ay yiyecek çalan ve ihtiyacından fazlasını tüketen bir varlıktır. Bu onu daha da şişman yapar. Çaldıkları yüzünden cezalandırılarak kesilir; böylece ölene kadar giderek incelir. Aynı döngü bu şekilde devam eder. Bu inanış insanlara açgözlülüğün kötü sonla sonuçlanabileceğini anlatan bir ibret olarak kabul edilir. [9]

* Yirkle kabilelerine göre tutulmalar Ay'ın hastalanmasının sonucudur.

* Bir diğer görüşe göre tutulmaların nedeni çeşitli kötü ruhların güneş üzerine yerleşmeleri, onu karanlığa boğmalarıdır. [9]

Maya ve İnka Mitolojisinde

Maya ve İnka mitolojisine göre Ay tutulmasının ve ayın kırmızıya bürünmesinin nedeni bir jaguarın ayı yutmasıdır. [10] İnkalar Ay'ı yiyen jaguarın dünyaya inip tüm hayvanları yemesinden korkarlardı. Onun bunu yapmasını engellemek için jaguarı korkutmak amacıyla mızraklarını, silahlarını çıkarıp Ay'a doğru bağırırlardı.

Mezopotamya ve Mısır Mitolojisinde

Mezopotamyalılara göre Ay tutulmasının nedeni 7 iblisin saldırısıydı. Bu saldırı sadece gökyüzü ile sınırlı kalmıyor aynı zamanda eş zamanlı olarak yeryüzündeki kralın saldırıya uğraması şeklinde algılanıyordu. [10] Kralı saldırıdan kurtarmak için sahte bir kral ilan eder ve bu zavallı adama saldırırlardı. Tutulma bittikten sonra kukla kral zehirlenir veya öldürülürdü.

Babilliler de tutulmanın kötü alamet ve işaretler olduğuna inanmış, krallarının ölümünün bir göstergesi olabileceğini düşünmüşlerdi. [11] Bu yüzden tutulma gerçekleşirken kralı korumak gerekirdi. Asıl kralın yerine kral gibi giyinmiş sahte bir kral yerleştirirdi. İblislerin sahte kralı gerçek kral zannedecekleri ve eğer herhangi bir felaket olacaksa bunu yaşayacak olanın sahte kral olduğuna inanıyorlardı.

Öte yandan erken Mısır tarihlerine ait bazı kayıtlar onların göklerin tanrıçası olarak kabul ettikleri Nut* adlı bir tanrıçaya tapındıklarını göstermektedir. Her gece güneşi yediğine ve ertesi sabah onu tekrar doğurduğuna inanılıyordu. [12] Tutulmalar onunla ilişkilendiriliyordu.

* Diğer adları Nu ya da Nuit'dir.

Arap Mitolojisinde

İslam öncesi Araplara göre tutulmalar biri öldüğünde veya doğduğunda gerçekleşiyordu. [13] Gökler onların dünyadaki olaylarla ilgili duygu ve hislerini gösterme yoluydu.

Eskimo Mitolojisinde

Inuit (Eskimo) halkları Grönland, Kanada ve Alaska'nın arktik bölgelerinde yaşayan bir dizi yerli halktır. Kültür olarak benzer oldukları kabul edilir. Onların inanışlarına göre tutulmalar erkek ve kız kardeş olan iki tanrı [14] arasındaki kavga sonucu gerçekleşir. Güneş tanrıçası Malina'nın erkek kardeşi olan Ay tanrısı Anningan'a kızarak uzaklaştığına inanırlar. Ancak her defasında abisi onu yakalamayı başarıyordu. Bu da bir tutulmaya neden oluyordu. İnanışa göre bu tanrılar birbirleri ile iyi anlaşamadığından her yıl tutulmalar olmaya devam ediyor.

Kızılderili Mitolojisinde

Birçok Kızılderili toplumu olduğundan tutulmalara karşı çeşitli inanışları vardır. Örneğin Pomo halkına göre tutulmalar bir kavganın sonucuydu ama bu kavga dev bir ayı ile güneş ve ay arasındadır. [15] Ayı kavgadan dolayı kızgındır ama Güneş değildir. Duruma öfkelenen ayı Güneş'i ısırır. Daha sonra Ay'ı da ısırır. Bu yüzden Pomo dilinde "tutulma" için kullanılan kelime "ısırılmış" anlamına gelir. Bazı düşünürlere göre ay tutulmasının neden güneş tutulmasından iki hafta sonra gerçekleştiğini ancak bu şekilde açıklayabilmişlerdi.

Çoktav halklarının inanışına göre kötü bir sincap Güneş'i kemirerek Güneş tutulmasına neden olur. [16] İnsanların çığlık atarak ve feryat ederek sincabı korkutup uzaklaştırması gerektiğine inanırlar.

Ojibva ve Kri efsanelerine göre için için yanan bir cüce Güneş'ten intikam almak ister. Güneşi tuzağa düşürüp yakaladığında dünyada bir tutulma görülür. [17] Birkaç hayvan yakalanan Güneş'i kurtarırlar ancak bunların arasında ipleri keserek güneşi serbest bırakacak dişlere sahip olan hayvan faredir. Onun ipleri kesmesi ile tutulma bittikten sonra güneş tekrar serbest kalır.

Başka bir Kızılderili kabilesi olan Çippeva halkı sönen güneşi yeniden tutuşturmak için gökyüzüne yanan oklar atardı. [18]

Perulular aynı uygulamayı güneşi engelleyen hayvanı korkutup uzaklaştırmak için yapıyorlardı.

Hupa ve Luiseno kabileleri tutulma sırasında Ay'ın hastalandığına, eşleri veya kabile halkı tarafından iyileştirilmesi gerektiğine inanıyorlardı. Bu nedenle iyileşmeyi kolaylaştırmak için şiirler ve ilahiler söylerlerdi.

Afrika Mitolojisi

Togo'da yaşayan Karaçi halkı güneşin ay ile evlendiğine inanır. Bu ikisinin birlikteliğinden birçok yıldız doğar. Ancak ikili bir süre sonra anlaşamaz ve birbirlerinden ayrılırlar. Gökyüzünde görülen çoğu olay onların etkileşimlerinin sonucudur. Ay Güneş'in alanına girdiğinde Güneş ile birlikte kalan yıldızlar eski anneleriyle ve onunla birlikte giden yıldızlarla savaşırlar. Bunun sonucunda yağışlar ve fırtınalar meydana gelir. Kavganın uzamasını istemeyen anne onlara çok renkli dokuma bir kumaş olan gökkuşağını gönderir.

Bazen ise Güneş eski karısının alanına girerek onu yakalar ve yemeye çalışır. İnsanlar bunu bir güneş tutulması olarak görür. Bu yüzden güneşi korkutmak ve Ay'ı yutmasını engellemek için davul çalarlar.

Afrika'da yaygın olan başka bir efsaneye göre tanrıçanın doğurduğu ikiz tanrı vardır. Dişi olan Mavu, erkek olan Lisa'dır. Bu ikiz kardeşler sevişmek için bir araya geldiklerinde tutulma gerçekleşir.

Hint Mitolojisi

Bhagavad Gita (Rabbin Ezgisi) ve Vişnu Puranalarında yer alan hikayelere göre Svarbhanu adlı iblisin kopmuş başı Güneş'i yer. O kopmuş başın kutsal kitaplardaki adı ölümsüz olduğu düşünülen Rahu'dur. Hindu kutsal kitaplarındaki hikayeye göre Rahu, ölümsüzlük içeceğine engel oldukları için Güneş ve Ay'dan intikam alacağına yemin eder. Sonunda ölümsüzlük içeceğini elde etse de intikam hırsıyla Güneş ve Ay'ı yakalayarak zaman zaman onları yutar. İnanışa göre bunun uzun sürmemesinin nedeni Rahu'nun bir bedeni olmamasıdır. Yani yuttuklarını aslında gerçek anlamda yutamaz, Ay ve Güneş ağzının arkasından çıkarak serbest kalırlar. Bu yüzden Güneş ve Ay'ın eski yerlerine dönmesi çok zaman almaz.

Hindular Güneş tutulması sırasında bazı şeyleri yapmazlar. Peki bu sırada uzak durdukları şeyler nelerdir, bakalım:
  • Tapınaklarda ibadet etmek ve putlara dokunmak yasaktır. Tutulma sırasında tapınak kapıları genellikle kilitli tutulur. Tutulma bittikten sonra putlar Ganj nehrinden gelen suyla yıkanırlar.
  • Bazı dindar Hindular gökten inen zararlı şeyler yüzünden o gün yemek pişirilmemesi gerektiğine inandıkları için günü oruç tutarak geçirirler.
  • Tutulma sırasında uyumak, işemek, boşaltım yapmak ve cinsel ilişki gibi temel insani ihtiyaçlar yasaktır.
  • Şeytanların özellikle bu zamanlarda hamile kadınları aradığına inanılır. Bu nedenle dışarı çıkmamalı ve mutfakta iş yapmamalıdırlar. Bazıları bağdaş kurup oturmalarını bile yasaklar. Tutulmanın hamile kadınlar ve bebekleri üzerinde etkili olduğu yönünde bilimsel bir dayanak olmasa da başka kültürlerde de benzer inanışın var olduğu görünür.

Güneş tutulması sırasında yaptıkları ise şunlardır:
  • İlahiler, şarkılar ve mantralar söyleyerek kendilerini tutulmanın kötü etkilerinden korumaya çalışırlar.
  • Eğer tutulmadan önce yemek artıkları bitirilemezse üzerlerini kapaklarla kapatır ve yanlarına bazı yapraklar koyarlar. Genellikle fesleğen ve tulsi yaprakları kullanılır.
  • Ganj nehrinin arındırıcı olduğuna inandıkları için Hindu rahipleri insanların bu nehirde yıkanmasının onları tutulmanın kötü etkilerinden arındıracağını söylerler. Bazı ev eşyalarına da Ganj nehrinden aldıkları sudan serperler. 

Yunan Mitolojisi

Greklere göre Güneş tutulmasının nedeni tanrının kızgın olduğunun işaretiydi. Bunu kıyamet ve yıkımın başlamak üzere olduğunun göstergesi olarak görmüşlerdi. Bu yüzden tanrıyı kızdıracak eylemlerden kaçınmalıydılar.

Yunan tarihçi Heredot'un kayıtlarına göre bir zamanlar iki azılı düşman olan Lidyalılar ve Medler Anadolu'nun kontrolünü ele geçirmek için savaşmaktayken Güneş tutulması olur. Gündüz aniden günün karardığını görüp tanrının kızdığını düşünerek savaşın sona ermesini isterler. Her iki taraf da hemen silahlarını bırakınca tutulma savaşı olarak bilinen Halys savaşı sona ermiş oldu. [19]

Viking Mitolojisi

Viking irfanında ve İskandinav Cermen mitolojisinde tutulmaların gerçekleşmesinin nedeni Skoll (Sköll) ve Hati adlı iki büyük kurdun Ay ve Güneş'i yemeye kalkmalarıdır. [20][21] Biri Ay veya Güneş'i kovalamaya çalışırken diğeri göksel avını avlayıp yemeye çalışır. Bunu başarırlarsa tutulma gerçekleşir.

Diğer birçok kültürde olduğu gibi göklerdeki bu kavganın son bulması için insanların aralarındaki anlaşmazlıkları ve kavgaları çözmeleri gerektiğine inanırlar. Birbirleriyle barışık olmalıdırlar. Bazı savaşlar bu inançtan dolayı sona ermiştir.

Hristiyan Mitolojisi

Hristiyanlar tutulmaların insanların yaşam ve ölümleri nedeniyle gerçekleştiğine inanırlar. İsa'nın doğumu nedeniyle Beytüllahim (Bethlehem) yıldızının ortaya çıktığına, ölümü ile güneşin karardığına inanıyorlar. [10] Tarih boyunca tutulmaları tanrıdan bir mesaj olarak gördükleri birçok durum vardır. Örneğin Haçlı seferleri sırasında tutulma nedeniyle kan kırmızısı olan Ay'ı gördüklerinde bunu Tanrı'nın düşmanlarını helak ettiğinin bir işareti olarak kabul etmişlerdi. [22] Ay'ın aksine Güneş tutulmasını ise kendi yıkımlarının göstergesi olarak kabul ediyorlardı.

Yahudi Mitolojisi

Musevilik genel olarak doğa olaylarını Tanrı'nın büyüklüğünün ifadesi olarak görse de [23] bazı Talmud pasajlarına göre güneş ve ay tutulmalarının kötü bir zamanın işaretleri olduğuna dair paralel bir inanç var gibi görünmektedir. [24]

Talmud, güneş tutulmasını tanımlamak için "Güneşe çarpmak" terimini kullanır. Şu ifade bunu daha detaylıca açıklamaktadır:

"Güneş tutulması tüm dünya için kötü bir işarettir. Tıpkı bir insan kralın tebaası için bir şölen yapıp önlerine bir fener koymasına benzer. Onlara kızdığı zaman hizmetçisine 'Feneri çıkar ve onları karanlıkta bırak!' der". [Sukkah 29a]

Ayrıca Talmud, güneş tutulmalarının 4 nedenden dolayı gerçekleştiğini açıklar :

"Hahamlarımız öğretti, güneş tutulması dört şey yüzünden olur:
1: Bir "Av Bet Din" yani Haham Başkanı öldüğünde ve gerektiği gibi methedilmediğinde;
2: Nişanlı bir kız şehirde yüksek sesle bağırırsa ve onu [tecavüze uğramaktan] kurtaracak kimse yoksa;
3: Eşcinsellik nedeniyle;
4: İki kardeş aynı anda öldürülürlerse." [Sukkah 29a : 13]

Günümüzde güneş tutulmasının gerçek nedeni bilindiği için Yahudi bilginler bahsedilen Talmud  metinlerini mecazi anlam barındırıyorlar diyerek geçiştirdiler. Bazı hahamlara göre ise gelecekte gerçekleşecek ilahi fikir ve mesajlar taşımaktadırlar. 

Gördüğünüz gibi farklı toplumların tutulmalara dair inanışları onların yerel inanışlarını yansıtmasının yanı sıra çoğu zaman halkların yaşam biçimlerinin ve coğrafi şartlarının izlerini taşımaktadır. Hayal gücü büyük olan insan yaşadığı her çağda elindeki imkanlar dahilinde türlü olaylara açıklama getirmeye çalışmış, geçerliliğini yitirenler mitoloji olmuştur.

HAVVA'NIN KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILIŞININ KÖKENİ

Yazan: A.Kara

HAVVA'NIN, KABURGA KEMİĞİNDEN YARATILMASININ KÖKENİ
ENKİ VE NİNHURSAG MİTOSU

İslam, Hristiyanlık ve Musevilik gibi bir çok dinin kökenlerinin Sümer, Babil, Akad ve Antik Mısır dinlerine dayandığı, bu efsanelerin, efsaneyi alan toplumlar tarafından değiştirilerek kendi din ve kültürlerine uyarlandığı açıktır. Bunların en büyük delilleri elde edilen arkeolojik kanıtlardır. Tabletler, kabartmalar, mezar metinleri, parşömenler, büyü kapları, put ve heykeller, tapınak metinleri gibi yüzbinleri geçen elle tutulur deliller bu durumu kanıtlamaktadır.

Kendinden önceki çok tanrılı toplumların dininden alınan ve uyarlanan bu efsanelerin en önemlilerinden biri de kaburgadan yaratılış efsanesidir. Kur'an ve kutsal olarak görülen diğer kitaplara Havva'nın Adem'in kaburgasından yaratıldığı şeklinde geçen söz konusu efsane insanları değil de tanrıları konu edinen bir cennet mitidir. Olayın geçtiği yer Sümer tanrılarının cenneti ve İbrahimi dinlerdeki Aden bahçesinin öncülü olan Dilmun'dur. Nuh Tufanı efsanesinin kökeni olan Gılgamış Destanı'nda Sümerlilerce cennet bahçesi olarak tanımlanan bu yer aynı zamanda Sümer halkının kutsal topraklarıdır. [1][2]

Dilmun öyle bir ülkedir ki temizlik, saflık ve aydınlık hakimdir, hayvanlar birbirlerine saldırmaz, zarar vermez, insanlar yaşlanmaz, kimse hasta olmaz. Dünyanın her yerinden ahşap, taş, değerli mineraller, yün, baharat gibi zenginliklerin bulunduğu kentsel bir alışveriş merkezi gibidir. Tahılları, hurmaları ve konutlarıyla övünülmektedir. Hiçbir genç kız yıkanmaz çünkü kirlenmek yoktur, hiçbir erkek nehre yelken açmaz çünkü avlanma, yemek için uğraşma ihtiyacı yoktur, hiçbir haberci dolaşmaz, ne sevinç şarkısı ne de feryat vardır. [3] Fakat tüm güzelliklerine rağmen Dilmun diyarının bir kusur vardır, içme suyundan mahrumdur. Enki, Dilmun tanrıçası Ninsikila'nın (= Ninhursag) yakarması üzerine içme suyu (tatlı su) getirilir.

Enki üreme organıyla bataklıkta kanallar kazar ve sazlıkları “sular-döller”. Öyle ki organı elbisesinden dışarı çıkar (Güç, verimlilik göstergesi). Daha sonra Enki, bu bataklıklara girmeyi yasaklar ve Ninhursag'ı onunla yatmaya davet eder. [14]

Ninhursag (Nintu, Ki, Ninmah, Damgalnuna) ile Enki birleşince bitki tanrıçası Ninsar, diğer adıyla Ninmu'ya hamile kalır. Zaman tanrıların katında farklı akmaktadır; tıpkı İbrahimi dinlerde olduğu gibi. Ninhursag'ın hamileliği şöyle anlatılır:

Ninhursag’a “yürek suyu”nu akıttı,
O da “yürek suyu’nu, Enki’nin tohumunu aldı.
Bir gün ona bir aydır,
İki gün ona iki aydır,
Üç gün ona üç aydır,
Dört gün ona dört aydır,
Beş gün (ona beş aydır,)
Altı gün (ona altı aydır,)
Yedi gün (ona yedi aydır,)
Sekiz gün (ona sekiz aydır,)
Dokuz gün ona dokuz aydır, “kadınlık” ayıdır,
... kaymak gibi, ... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,
Ülkenin anası Nintu, ... kaymak gibi, (... kaymak gibi, leziz tereyağı gibi,)
Ninsar’ı doğurdu.

Ninsar "Yeşilliğin Kadını" demektir. Kızı Ninsar dünyaya gelip büyüdüğünde Enki karaya çıkarak onu gebe bırakınca Ninkura, onu da gebe bırakınca başka bir bitki tanrıçası Uttu dünyaya gelir (Dikkat: Güneş tanrı Utu değil; Uttu. Uttu giysi tanrıçasıdır.). Tüm bu birleşmeler için Enki'nin kayığa binip karaya çıktığı yazar. Dolayısıyla bunlar suyun karaya taşıp bitkilere temasının, setler oluşturmasının ve tarımsal verimliliğin devam etmesinin erotik anlatılarıdır. Bu doğumların ve cinsel birleşmelerin tümünün ağrısız olduğuna özellikle vurgu yapılmış, hatta kaymak gibi oldu, yağ gibi oldu gibi ifadelere yer verilmiştir.

Farklı bir arkeolojik eser parçasında yazan 20 satırlık metine göre ise Ninkura'yı gebe bırakınca Ninimma doğmuş, Ninimma'da gebe bırakılınca Uttu dünyaya gelmiştir. Yani Enki "cennetteki hileci" tabletine göre 3 kızıyla birlikte olmuştur. Bağımsız parçacıkta yazan da eklenirse bu sayı 4 olur. [4]

Hal böyle olunca Enki'nin Uttu'yu da gebe bırakacağını öngören Ninhursag onu uyararak Enki ona yaklaşırsa nasıl davranacağına dair öğütler verir. Bu tavsiyeler sonrası Uttu, Enki'den elma, üzüm ve salatalık gibi bazı hediyeler ister. [5] Bu istenenler muhtemelen düğün hediyeleridir. Enki hediyeleri hazırlayıp getirir ve Uttu ile birleşirler. Fakat diğer tanrıçaların aksine Uttu ile birleşmelerinde Uttu'nun ağrıları olmuş, canı yanmıştır:

Uttu munus sag-ga a ḫaš-ĝu im-me a bar-ĝu a ša-ba-ĝu im-[me]
Güzel kadın Uttu "oy uyluğum" dedi, "oy dışım (bedenim)" dedi, "oy içim (rahmim)" dedi.

Tanrıça ah vah edince Ninhursag gelip Enki'nin menisini/sularını onun uyluğundan siler ve ortaya sekiz adet bitki çıkarır. [6] Bu kısım okunamaz durumda olduğundan 8 bitkiyi nasıl yarattığı bilinmese de Uttu'dan aldığı Enki'nin suları ile kendi toprağını suladığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle böyle söylüyorum çünkü unutmayın ki cinsel görünen bu ifadeler doğanın canlandırılması, suyun toprakla buluşması ve bitkilerin yeşermesini anlatmaktadır.

Bataklıktaki Enki, Ninhursag'ın yarattığı yasaklı bitkileri gözetler ve onlar hakkında ulağı tanrı İsimud'a danışır. İsimud her bitkiye isim verir, köklerinden keser veya çeker ve sırayla her birini yiyen Enki'ye verir. Metinin bir kısmına bakalım:

Enki, bataklıklarda, bataklıklarda çevresine bakınır,
Ulağı tsimud’a şöyle der:
“Bu (bitki) nedir, bu (bitki) nedir?”

Ulağı İsimud yanıt verir;
“Kralım , bu “ağaç-bitkisi”dir, der ona.
O nu Enki için keser, o da yer.

Enki: “Bu nedir, bu nedir?”
İsimud: “Kralım, bu bal-bitkisidir.”
Onu Enki için keser, o da yer.

Bu şekilde Enki, her bitkinin “kalbini bilir” ve “kaderini belirler”. Bunun sonucunda Ninhursag çılgına döner ve "hayat veren gözünü" ondan çekerek Enki'yi lanetler. [13]

Tanrıçanın lanetini duyan tanrılar dehşete kapılırken lanetlenen Enki 8 farklı yerinden hastalığa yakalanır ve adeta ölüye dönüşür. Sonra efsanede bir tilki belirir. Tilki, Enlil'e Ninhursag'ı geri getirmeyi teklif edince Enlil'de karşılığında ona şehrinde bir ağaç ve şöhret vaat eder. Tilki zanaatıyla kendini süsler ve kurnazca Ninhursag'a yaklaşır. Ninhursag iyileştirmeye ikna olunca Enki'yi vulvasının (dişilik organı) yanına oturtur. Enki'ye ağrıyan-hastalanan yerlerini sorar. Bunlar baş, saç, burun, ağız/diş, boğaz, kol, kaburga ve kalçasıdır. Tanrıça ağrı içindeki her bölge için şifa tanrıları doğurur; bu tanrı ve tanrıçalar Enki'yi sağlığına kavuşturur, yaşama döndürür. Bu tanrılar özünde Enki'nin ağrıyan yerlerine atıfta bulunmaktadır. İsimleri doğrudan bu bölgelerin ismidir.

Önemli olan kısım da işte tam burasıdır. Hastalanan yerlerden biri kaburgaydı. Hasta olan her bölge için tanrıların çağrıldığı şiirin kaburga ile ilgili kısmı şöyledir:

šeš-ĝu a-na-zu a-ra-gig
"Kardeşim, neren hastalandı?"
ti-ĝu ma-[gig]
"Kaburgam hastalandı."
nin-ti im-ma-ra-an-[tu-ud]
Ninti’yi orasından doğurdu. / Ninti'ye yaşam verdim senin için.

Ti (𒋾) "kaburga", Nin (𒊩𒌆) ise "hanım, kadın" demektir. Yani Ninti (𒊩𒌆𒋾) "Kaburga Hanımı" demektir. [7] Kaburga kemiği ile var olmuştur. [11] Tevrat'ta Adem'in eşinin Adem'in kaburgasından, Kur'an'da ise Havva'nın Adem'den yaratıldığı anlatılır. Kur'an'da yaratılan kadının adı geçmezken Tevrat'taki adı Havva'dır (חַוָּה). Diğer adı Eve'dir.

Yaratılış 2: 21-25: RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi.
Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi,
“Ona ‘Kadın’ denilecek,
Çünkü o adamdan alındı.”
Bu nedenle adam annesini babasını bırakıp karısına bağlanacak, ikisi tek beden olacak. Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.

Nisa 1: Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının...

A'raf 189: Sizi bir tek candan yaratan, kendisiyle mutlu olsun diye ondan da eşini yaratan O’dur...

Nisa 1: "...Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan, ikisinden birçok erkek ve kadın üretip yayan rabbinize itaatsizlikten sakının."

İbranilerin onca organ varken kadının yaratılışı anlatılarında kaburgayı tercih etmişlerinin nedenlerini biraz açalım. Kitab-ı Mukaddes'e göre Havva adı anlam olarak aşağı yukarı "yaşatan dişi", "yaşam kaynağı" gibi anlamlara gelir.

Tevrat'a göre herkesin annesi olduğuna inanılan ve Adem'e eş olarak kaburgasından yaratılan kadına Havva ismini veren kişi Adem'dir.

Tekvin 3:20'de şöyle yazar:
Adem karısına Havva adını verdi. Çünkü o bütün insanların annesiydi.

Kitab-ı Mukaddes yazarı Havvâ adını "yaşamak, yaşatmak" anlamına gelen "hâyah" ın kökünden türediği ile [8] veya "hayat" anlamına gelen "hayya" [9] kelimesine dayandığı şeklinde açıklar.

Sümercede kaburga kemiğine de "ti" denir ve Dilmun şiirinde Enki'nin hasta organlarından biri kaburgasıdır. Fakat Sümercede "ti" aynı zamanda "yaşatmak" anlamına geldiğinden kaburga kemiğini iyileştiren kadın sadece "Kaburga Kemiğinin Hanımı" değil aynı zamanda Kitabı Mukaddes'teki gibi "Yaşatan Hanım" anlamına da gelir. [10] Yani Sümer dilinde bu iki anlam özdeş hale gelmiştir; -ti hem yaşam hem kaburgadır.

Enki'den bahsedilen söz konusu Dilmun şiiri Tevrat'taki Havva kıssasının temelini oluşturmuş [12], buradan da diğer dinlere geçmiştir. İbrahimi dinler üzerindeki etkisini oldukça fazladır. Birkaç örnek vereyim.

Efsanede güneş tanrısının* topraktan tatlı su çıkarmasını anımsatır şekilde Tekvin 2:6'da şöyle yazar:
"Ve yerden buğu yükseldi ve bütün toprağın yüzünü suladı".

* Enki'nin ricası üzerine içme suyunu getiren Güneş-Tanrı Utu'dur.

Efsanede yazana göre tanrıçalar ağrı ve sancı çekmeden, yağ gibi doğum yapmaktadır. Bu durum İbrani geleneğinde Havva'ya edilen lanetin arka planına, kaderinde çocuklarını çile çekerek taşıyıp ağrı içinde doğurmak olduğu inancına ışık tutar.

Enki yasak olan 8 bitkiyi yediği için lanetlenirken Adem ile Havva bilgi ağacının yasak meyvesini yediklerinden dolayı lanetlenmişlerdir.

Ulağı İsimud 8 bitkiye isim verip yemesi için Enki'ye uzatırken Enki onun bitkileri isimlendirmesine engel olmamış, onaylamış dolayısı ile yeni yaratılan bitkilere birlikte isim vermişlerdir. Benzer şekilde Tevrat'ın yaratılışı anlatan Ruhban metnine ait bölümünde (Tekvin 1:27; 5:2) ilk insanın erkek ve dişi olarak yaratıldığı, Yahvist metne ait başka bir bölümde (Tekvin 2:18-23) önce erkeğin, daha sonra kadının yaratıldığı vurgulanır. Buna göre ilk olarak yaratılan erkek aynı zamanda varlıkların isim babasıdır. Tanrı'nın onun için yarattığı kır hayvanlarına ve kuşlara isimlerini verir. Tıpkı Enki ve İsimud'un bitkilere isim vermesi gibi. 

Havva'yı kaburgasından yaratmadan önce Adem'e derin bir uyku verildiğinden bahsedilir. Aynı şekilde Ninti yaratılmadan önce Enki de derin bir uyku halindedir.

Kısacası Enki ve Ninhursag efsanesinin değişime uğrayarak Tevrat'a oradan da ufak değişiklikler ile Kur'an'a geçtiği açıktır. Sümer efsanesinde kaburgadan yaratılan tanrıça figürü İbrahimi dinlerin tek tanrıcı ilkelerinin etkisi ile sıradan, ölümlü bir insan haline getirilmiş ve çamurdan yaratılan Adem'e eş yapılmıştır. Tüm bunların ışığında, tanrısal mesajlar denen bu metinler gerçekten de eskilerin masallarıdır.

ANUBİS, KALBİN TARTILMASI İNANCI VE İSLAM'A ETKİLERİ

Yazan: A.Kara

ÇAKAL BAŞLI ANUBİS

Anubis; Batılıların İlki, Kutsal Toprakların Efendisi, Kutsal Dağının Üzerinde Olan, Dokuz Yayın Hükümdarı, Milyonları Yutan Köpek, Köpeklerin Efendisi, Sırların Efendisi, Mumyalama Yerinde Olan, İlahi Mahfazanın En Başı ![10][11]

Antik Mısırda Anpu veya Inpu adıyla bilinen tanrının Yunancası Anubis'tir. [8][9] Anpu adının kökü eski Mısır dilinde "Kraliyet çocuğu" iken Inpu'nun kökü olan "inp" çürümek anlamına gelmektedir.

Antik dönem insanlarının doğayı, hayvanları gözlemleme sonucu oluşmuş tanrılardan biridir. Eski Mısır'da çakalların ölüler ve mezarları etrafında dolaştığı, insan cesetlerini çıkarıp yedikleri görüldüğünden ölüm ve ölü bedenler çakal ile ilişkilendirilmiştir.[18] Böylece Antik Mısır'da tamamen çakal ya da çakal başlı insan biçimindeki ölüm, cenaze, ahiret, yeraltı dünyası, mezarlıklar ve mumlayama ile bağlantılı olan Anubis var olmuştur.

Kutsal hayvanı Mısır köpeklerinden biri olan altın Afrika kurdudur. Bu hayvanın eski* ismi "altın Afrika çakalıdır". [2][3][4]

Mezarların başında dolaşan çakalın ölüleri koruduğu düşünülmüş ve bu bağlamda Anubis de ölüleri koruyan, kollayan yücelten bir tanrı halini almış, hatta tanrı Osiris'i bile mumyaladığına dair inanç türemiştir.

Mezarları kazarak ölüleri çıkaran, parçalayıp yiyen çakal nasıl olur da onları koruyan bir figür haline dönüştü diyebilirsiniz. Buradaki mantık şöyle işliyordu. Cesetlerinin bir çakal ya da civardaki köpek türleri tarafından parçalanacağından endişe eden insanlar ölülerinin ya da öldüklerinde kendi bedenlerinin korunması umuduyla kendi türleri ile savaşarak insanları koruyacak bir çakal seçmişlerdi. Yani endişe duydukları çakallardan onları koruyacak olan yine bir çakaldı.

Özellikle Erken Hanedanlık döneminde, Hor-Aha, Djer ve diğer 1. Hanedanlık firavunlarının taş yazıtlarında tamamen hayvan görünümüyle yani büsbütün bir çakal olarak tasvir edilmiştir. [12][17]

Karısı yine kendisi gibi çakal olan Anput, kızı ise yılan tanrıça Kebeçet'tir. Fakat Anubis'in soyu konusunda farklılıklar mevcuttur. Örneğin erken mitolojide Ra'nın oğlu iken [14] 1.Ara Dönem'e (MÖ 2181-2055) ait tabut metinlerinde inek tanrıça Hesat ya da kedi başlı tanrıça Bastet'in oğludur. [23] Başka bir gelenek onu Ra ve Neftis'in oğlu olarak tasvir ederken [14] Yunan tarihçi Plutarhos, O'nun Neftis ve Osiris'in gayri meşru oğlu olduğunu fakat Osiris'in karısı Isis tarafından evlat edinildiğini belirtmiş ve şöyle yazmıştır: [24]

Isis, Osiris'in kız kardeşini sevdiğini ve onunla ilişki içinde olduğunu öğrenip, bunun kanıtı olarak Osiris'in Neftis'e bıraktığı bir yonca çelengini gördüğünde etrafta bir bebek arıyordu. Çünkü Set'ten korkan Neftis bebek doğduktan sonra onu terk etmişti. Köpekler büyük zorluklar içinde Isis'e yardım ederek bebeği bulmasını sağlamışlardı. Isis onu bulunca bebeği büyüttü, [büyüyen bebek] Anubis adıyla onun koruyucusu ve müttefiki oldu.

Köpek başlı ya da tamamen köpek şeklinde tasvir edilen ve Anubis'ten farklı olarak gri ya da beyaz kürklü olan Vepvavet, Anubis'in erkek kardeşiydi. Tarihçiler zamanla bu iki figürün birleştiğini varsaymaktadırlar. [7]

Her toplumda tanrıların zaman zaman farklı roller üstlendiği ya da rollerinin tamamen değiştiği görülür. Anubis'e de farklı roller yüklenmiştir. Örneğin; 1. Hanedanlık döneminde (MÖ 3100-2890) mezarların koruyucusu ve kralların mumyacısı olan çakal başlı Anubis, Orta Krallık döneminde (MÖ 2055-1650) yer altı dünyasının efendisi olan Osiris'in rolünü devralınca Anubis'in görevleri arasına ruhları öbür dünyaya yönlendirmek eklenmişti. [32]

Benzer görev bazen inek başlı tanrıça Hathor tarafından uygulanmış olsa da bu görevi yerine getiren kişi olarak daha çok Anubis tercih edilmiştir. Firavun döneminin sonlarına doğru (MÖ 664-332) Anubis genellikle insanları canlılar dünyasından öteki dünyaya yönlendirirken tasvir edilmiştir. [20][33]

Böylece Anubis diğer tanrılarla birlikte bir ruhun öteki aleme gitmeye uygun olup olmadığının test edildiği "Kalbin Tartılması" adlı uygulamada yer alır hale gelmişti. Ahirete kimin gideceği konusunda Osiris'e yardım ediyor ve ölülere rehberlik yapıyordu [5][11]

İnanışa göre "İki Gerçeğin Salonu" adlı yerde, ölüp yer altına gelen ruhun kalbi terazide tartılırdı. [11] Anubis terazinin dilini kontrol ettikten sonra teraziye konan ölünün kalbi iyi, adaletli ve dengeli bir yaşamı simgeleyen Ma'at tüyüne veya gerçeğe karşı tartılırdı; ki Ma'at denge ve adalet tanrıçasıydı. Anubis'in genellikle ayakta ya da diz çökmüş vaziyette altın bir terazi tutarken tasvir edilmesinin sebebi bu inanıştı. [10]

Ma'at tüyü karşısında tartılan kalp eşit ya da hafif gelirse kişinin "Ka" sı yani ruhu tekrar doğması için Duat adlı ölüler aleminden cennete yani Aaru'ya gönderilirdi. Eğer kalp ağır gelirse, kişinin kötülük yaptığı, dengeli, adaletli bir yaşam sürmediği anlamına gelirdi ve kalbi, "ölü yiyici", "kalplerin yiyicisi", "insan yiyen" sıfatları ile anılan bir yaratık olan timsah başlı Ammit tarafından yenerek yok edilir ve kalbin sahibi Duat'ta kalmaya mahkum edilirdi. Tanrıların katibi Thoth ise tartma işleminin sonucunu yazardı. [6][23][24][25]

Bir diğer geleneğe göre Anubis, ruhu kalbini tartacak olan Osiris'in önüne getirir. Kalp tartıldıktan sonra, merhumun Maat'ın Müfettişleri ona bakarken Ani papirüsünde yazanları diğer adıyla 42 Saflık Beyanı, 42 Olumsuz İtirafı okuması gerekir. [6][5] 

Antik Mısır dinindeki "Kalbin Tartılması" uygulaması ilerleyen süreçte İbrahimi dinlere "günah ve sevapların tartılması" şeklinde geçmiştir. Dönem insanının düşünme ve duygusal eylemlerin yöneticisi yani akıl etmeyi sağlayan organ olarak inandığı kalp aynı şekilde İslam'a geçmiş ve ayetlerde düşünme eylemini yapan organ olarak yer almıştır.

Antik Mısır'da sıvılaştırılarak kafatasından dışarı akıtılan beyin önemsiz görülürken, önemli görülen organlar çıkarılıp kanopik kaplarda saklanırdı. Ruhun parçası olarak görülen kalp öyle önemliydi ki asla bedenden çıkarılmazdı. Yani kalp en önemli organ iken beyin değersiz bir çöptü.

Fakat bazen önemli görülen kalp ve bağırsaklar çıkarıldıktan sonra ölüleri koruduğuna inanılan 4 tanrının balmumundan yapılmış kapları içine konarak mumyanın bedenine geri yerleştirilirdi. [21][22] 

Mumyalama süreci nasıl işler? Merak ediyorsanız okuyunuz: Antik Mısır'da Mumyalama


Eski Mısır'dan İslam'a geçen bu inanışın izlerini ve bilimsel yanlışının üzerini örtmek isteyenler ise "kalp" kelimesini meal ve tefsirlerde ısrarla beyin olarak çevirmiş ve hiçbir ispatı olmamasına rağmen "kalp burada mecaz olarak kullanılmıştır" açıklamasını getirmişlerdir.

"Kur'an bir biyoloji kitabı olmadığından tüm organları ve işlevlerini açıklamak zorunda değildir. Kur'an'da defalarca akıldan, akıl etmekten bahsedilmiştir." diyenler olsa da bu bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü akıl etmekten, düşünmekten yani beynin sorumlu olduğu işlerden bahsederken sürekli kalpten bahsedilmekte ve bir tanecik ayette bile beyin kelimesi geçmemektedir. Bu durum tıpkı eski Mısır'da olduğu gibi İslam'da da beynin işlevlerini yerine getiren organın kalp olduğuna inanıldığının ispatıdır. Duygusal davranmak ya da saldırgan bir tavır almak bu gerçeği değiştirmeyecektir.

Anubis özellikle hanedanlık dönemi başlarından siyah bir köpek olarak tasvir ediliyordu. [12] Fakat onun siyah rengi sembolik anlamlar taşıyordu; Mumyalamadan önce natron tuzunda günlerce bekletilip suyu iyice çekilen insan cesetleri kararıyor, rengi değişiyor ve mumyalama işlemi sırasında kullanılan sargılar reçineden yapılan maddeye bulaşıyordu. [14]

Ayrıca Mısır için oldukça önemli olan ve ilahlaştırılan Nil nehrinin bereketli alüvyonları siyahtı. Tüm bu nedenlerden dolayı siyah renk doğurganlığı ve öbür dünyada yeniden doğma olasılığını simgeliyordu. [28]

Mumyalama ile olan ilişkisinden dolayı ölen kişiyi mumyalamakla görevli olan kişiler yüzlerine ölüler kentinin efendisi ve ölülerin koruyucusu Anubis'in maskesi takarlardı.[1]

Özellikle terazi başında diğer tanrılarla birlikte görev aldığı Orta Krallık döneminde çakal başlı bir adam olarak tasvir edilmeye başlanmış olan Anubis'in tamamen insan formuyla ortaya çıktığı nadir bir yer vardır; ki bu da Abidos'ta bulunan II.Ramses'in mezarıdır. [14][9]

Genellikle kolunda şerit, elinde bir harman döveni tutarken tasvir edilen Anubis'in özelliklerinden biri, onun mumyalayıcı rolünü belirten Imiut fetişiydi (jmy-vt). [29]

Eski Mısır'ın dini nesnelerinden biri olan Imiut fetişi doldurulmuş, kafasız bir hayvan derisiydi. Bu hayvan genellikle kedi ya da boğa olurdu. Bu fetişler kuyruk kısımlarından bir direğe bağlanır, bir nilüfer tomurcuğu ile son bulur ve ayakta duran bir direk üzerine yerleştirilirdi. Kökeni ve amacı tam olarak bilinmeyen bu dinin nesnenin varlığı 1. Hanedanlığa kadar uzanmaktadır. 

Cenaze ile ilgili konularda ölünün mumyası ile ilgilenen ya da mezarının tepesinde oturup onu korur şekilde tasvir edilen Anubis'in Yeni Krallık müdürlerinde düşmanları üzerindeki egemenliği simgeleyen dokuz yayın üzerinde oturduğu görülmektedir. [30]

Orta Krallık döneminde (MÖ 2000-1700) Osiris rolünü devralan Anubis, MÖ 30'larda başlayan Roma dönemindeki mezar resimlerinde ölen kişinin elini tutarak Osiris'e gitmesi için rehberlik ederken tasvir edilmiştir. [20][13]

Anubis'in sıfatlarından biri olan "Kenti-Amentu" (Khenty-Amentiu) Batılıların İlki ya da Önde Geleni anlamına geldiği gibi aynı zamanda başka bir köpek cenaze tanrısının adıydı. Bu sıfata sahip olmasının nedeni koruduğuna inanılan ölülerin genellikle Nil'in batı yakasına gömülüyor olmasıydı. [14]

"Dağının Üzerinde Olan" (Tepy-djuef (tpy-ḏv.f)) sıfatı onun ölüleri koruduğunu gösteren bir başka sıfattı ve O'nun mezarları yukarıdan koruduğunu anlatırken "Kutsal Toprakların Efendisi" (Neb-ta-djeser (nb-t3-ḏsr)) sıfatı Anubis'i Nekropolis çölünün tanrısı olarak tanımlıyordu. [31][17] 

Bu yönlerinden dolayı çoğu antik mezar üzerinde Anubis'e edilen dualar yazılmıştı.

Bir Papirüs metninde yazanlar Anubis'in, Osiris'in cesedini Set'ten koruduğunu anlatır. Bu efsaneye göre Set bir leopara dönüşerek Osiris'in vücuduna saldırmaya çalışır. Anubis, Set'i durdurur, boyun eğdirir ve Set'in derisini kızgın demir buçukla dağlar. Daha sonra Set'i n derisini yüzer ve ölülerin mezarına saygısızlık edecek, kötülük yapacak olanlara karşı bir uyarı mesajı olması için bu deriyi giyer. [18]

Yani çakal olan Anubis'in düşmanı leopar olan Set'ti.

İşte bu yüzden ölülerle ilgilenen rahipler Anubis'in Set'e karşı kazandığı zaferin simgesi olarak leopar derisi giyerlerdi. Leoparların derisindeki siyah beneklerin varlığı, Anubis'in onu (Set'i) dağladığını anlatan bu efsaneye bağlanıyordu. [19] 

"Mumyalama Yerinde Olan" sıfatı Anubis'in bir Imiut ya da Imiut fetişi olarak mumyalama ile olan ilişkisini vurguluyordu. Aynı zamanda "tanrının kabinini yöneten kişi" olarak da anılıyordu; ki buradaki "kabin" muhtemelen mumyalamanın yapıldığı yer ya da firavunun mezar odası anlamlarına geliyordu. [31][17]

Osiris efsanesinde Anubis, Isis'in Osiris'i mumyalamasına yardım eder. [20] Nitekim Osiris efsanesi ortaya çıktığında Osiris, Set tarafından öldürüldükten sonra organlarının Anubis'e hediye edildiği söylenmiştir. Bu efsaneden dolayı Anubis mumyalayıcıların da koruyucu tanrısı haline gelmiştir. Ölüler Kitabı'nda Mumyalama ayinleri sırasında genellikle dik duran mumyayı tutan çakal maskeli bir rahip olarak yer almıştır.

Ölüler Kitabı, 151. bölümde Mumyalama odasında Anubis, Isis, Neftis ve Horus'un 4 çocuğu bulunur. Her biri kendi sözlerini söylerler. Bunlardan Anubis'in sözleri şöyledir:

İlahi çadırın önde gelenlerinden Anubis tarafından konuşulan sözler [şunlardır]
O ellerini hayatın efendisinin (tabutun) üzerine koyduğu zaman
Şu sözler söylendi:
Selam sana güzel yüzlü, görüşün efendisi, Ptah-Sokar'a bağlı, Anubis tarafından büyütülen
Tanrılarda olan güzel yüz, kime Şu'nun (Shu)*** sütunları verildi
Sağ gözün Akşam Teknesi, sol gözün Sabah Teknesi
Kaşların Dokuz Tanrı, kaşın Anubis
Kaşın Horus, parmakların Thoth
Saçların Ptah-Sokar
Osiris N'nin önündesin, seni görebilir
Onu doğru yola ilet ki Set'in çetesini senin için cezalandırsın
Iunu'daki büyük tapınaktaki Ennead'ın** önünde düşmanlarını senin için düşürsün
ve soyluların efendisi Horus'un önünde Büyük [Beyaz] Tacı al

Aynı bölümde yer alan Anubis'in figürü şöyle der:

Uyan, izle, ey dağ olan
Anın def edildi
Saldırgan anını geri püskürttüm
Ben Osiris N'nin koruyucusuyum 

ANUBİS + HERMES = HERMANUBİS

MÖ 350-30'da Ptolemaios döneminde Mısır, Yunan firavunlar tarafından yönetilen Helenistik bir krallık haline gelmişti. Bu etkileşim sonucu antik Mısır tanrısı Anubis, Yunan tanrısı Hermes ile birleşmiş ve ortaya Hermanubis adlı tanrı çıkmıştı. [26][27] Bu birleşimin en büyük nedeni iki tanrının da ruhları öbür dünyaya yönlendirdiğine olan inanışa yani benzer olmalarına dayanıyordu. [13]

Döneme ait, cenaze sanatında Anubis, Yunan kıyafeti giymiş erkek veya kadınları, o zamana kadar çoktan yeraltı dünyasının hükümdarı konumuna gelmiş olan Osiris'in huzuruna götürürken temsil ediyordu.

Mısırdaki Roma döneminde Yunan tarihçiler Anubis'in ruhlara yol gösteren bu yönünü Yunan dininde de aynı rolü oynayan kendi tanrıları Hermes'e atıfta bulunmak için kullandıkları "ruhların rehberi" anlamına gelen bir Yunan terimi olan "psychopomp" olarak tanımlamışlardı. [13]

Yunanlılar ve Romalılar, Mısır'ın hayvan başlı tanrılarını tuhaf buluyor, ilkel olduklarını söyleyerek küçümsüyorlardı. Hatta Anubis'e taktıkları alaycı bir isim vardı : "Havlayan".

Fakat Hermes ile birleşmesine rağmen çakal yönü ağır basmış olmalıydı çünkü bu tanrının tapınma merkezi, Yunanca adı "köpekler şehri" anlamına gelen Cynopolis'ti (uten-ha / Sa-ka) ve çakal başına sahipti. Gökteki Sirius ve yeraltı alemindeki Cerberus ve Hades ile ilişkilendirildiği olmuştu. [15]

İki tanrının birleşmesi ile oluşan yeni tanrı Mısırlı değil de Yunanlı gibi giyiniyordu. Roma'da bu tanrıya tapınma 2. yy boyunca devam ettiğinden Hermanubis'in adı Rönesans'ın simya ve hermetik literatüründe de yer almaktaydı.

Platon yazdığı Diyaloglar adlı eserinde "köpek adına", "köpek hakkı için", "Mısırlıların tanrısı olan köpek adına" gibi sözlerle hem ettiği yeminlerini güçlendiriyor hem de yeraltı dünyasının hakemi olan Anubis'e başvuruyordu [16]:

Sokrates'in Savunması:
22a: ... Atinalılar, köpek hakkı için size doğruyu söylemek boynumun borcu, aşağı yukarı şöyle bir
durumla karşılaştım.

Gorgias:
c: Sokrates - Köpek aşkı için Polos, bana bir soru mu soruyorsun, yoksa bir düşünceni mi söylüyorsun, anlamıyorum.

482a: Yoksa Mısırlıların tanrısı köpek hakkı için Kallikles, derim ki, Kallikles hiçbir zaman
kendisiyle bağdaşamayacak, yaşadığınca çelişik bir durumda kalacak.

Kratylos:
b: Sokrates - Köpek hakkı için! Adları kuran en eski çağ kişilerinin, günümüz bilgelerinin çoğunun yaptığı gibi davranışlarının kökten bir olduğunu düşünerek, biraz önce gösterdiğim biliciliği hiç de kötü bulmuyorum... 

DİPNOTLAR
* 2015 yılında yapılan genetik çalışmalar sonrası taksonomi güncellemesi yapılınca kurt sınıflandırmasında yer almıştır.

** Ennead, Heliopolis'te tapılan 9 tanrının oluşturduğu gruptur.
*** Şu, antik Mısır'da kuru hava tanrısıdır ve gökyüzünün dayanağıdır.


ZEYTİN !

Yazan: A.Kara

ZEYTİN !

Birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış, kültürel geçmişi kadar toprakları da zengin olan yurdumun zeytinlik alanları zamanla katledilirken bir umut belki birileri zeytinin değerini daha iyi kavrar diyerek eski toplumlarda zeytine dair efsanelerden, ona nasıl önem verdiklerinden bahsetmek istiyorum.

Belki böylece kendini eski toplumlardan fazlasıyla gelişmiş, onların ötesinde gören bir kısım insan, konu toprak, doğa, üretim, zeytine verilen değer olduğunda ne kadar geri kaldığını, altın veya betonun zeytin ağacı karşısında değersiz olduğunu fark eder.

ANTİK MISIR

Eski Mısır halkının en meşhur ürünlerinden biri zeytin yağıydı. Mısır sanatında zeytinyağı üretimi tasvirlerini görmek mümkündür. Aynı zamanda mezar eşyaları arasında çok kez zeytin sıkıp yağ üretmeye yarayan aletler, yapraklarından yapılmış çelenk ve gerdanlıklar bulunmuştur. Tasvirlerde Tutankhamun'un zeytin yapraklarından dokunmuş bir taç taktığı, III.Ramses'in bir aydınlanma sembolü olarak güneş tanrısı Ra'ya zeytin dalları sunduğu görülür. [1]

ANTİK YUNAN

ATHENA'NIN AĞACI

Efsaneye göre bilgelik ve savaş tanrıçası Athena ile deniz ve deprem tanrısı Poseidon arasında bir mücadele vardır. İkisi de Atina ve çevresini kapsayan Attika adlı bölgeye sahip olmak isterler. Bir yarışma düzenlenir. Zeus'un karşısında en iyi hediyeyi kim sunarsa bölgenin koruyucusu da o olacaktır.

Poseidon üç başlı çatalı ile yere vurarak bir tuzlu su pınarı yaratır. Efsanenin başka bir varyantına yüce tanrı Zeus'a uzak diyarlara hızlıca gidebilen ve savaşta yenilmez olan bir at sunar. Athena ise ilk zeytin ağacını teklif eder, insanlığa faydalarını açıklar. Dünyanın en uzak diyarlarına gidebilen bir savaş atı mükemmel bir hediye olsa da zeytin ağacı çok daha mükemmeldir. Zeus ve diğer tanrılar zeytin ağacının büyüklüğü ve kutsallığı karşısında donup kalırlar. Kazanma hırsıyla yanıp tutuşan Poseidon bile zeytin ağacından öyle etkilenir ki, üstünlüğünü kabul eder.

Hediyeler oylandığında zeytin ağacının insanlık için üstün bir hediye olduğuna karar verilir ve bölgenin hakimi olan Athena zeytin ağacından bir dal koparıp bunu Poseidon'a verir. Böylece aralarındaki husumet son bulur.

Kentin ve bölgenin koruyucu tanrıçası olan Athena şehre kendi adını (Atina) verir. İlk zeytin ağacını kutsal tapınağının inşa edildiği Akropolis'e diker. Bu yüzden Antik Yunan'da Athena zeytin ile ilişkilendirilmiştir. [2]

Bu efsane Yunan uygarlığı için zeytinin ne kadar büyük bir nimet olduğunu gösterir. Zaten Mikenliler ve Minoslular da dahil olmak üzere Akdeniz uygarlıkları için zeytin hayati bir gıda olmuştur. Besleyici olmasının yanı sıra ilaç yapımında ve kozmetikte kullanılıyordu. Dinde de önemli bir yere sahipti.

HERAKLES'İN ZEUS'A HEDİYESİ

M.Ö. 518-438 aralığında Antik Yunanistan'da yaşamış Tebai'li (İstefe) bir şair olan Pindaros, babası Zeus'un tapınağına giden Herakles'in burayı ağaçtan yoksun gördüğünü, bu nedenle seyahate çıkarak Hyperboreios* ülkesine gittiğini söyler. Bu efsanevi ulusun topraklarını ziyaret eden Herakles oradaki zeytin ağaçlarını görür, onlardan alıp babası Zeus'un tapınağına dikmek için geri döner.

* Hyperboreios'lar kuzey yelinin ilerisinde yaşayan efsanevi bir ulustur.

Döndüğünde zeytin ağaçları ile yeşillendirdiği alanda babası Zeus'un onuruna olimpiyat oyunlarını düzenler. Zeytin ağaçlarının gölgeleri olimpiyata katılan sporcuların güneşten sığınabileceği bir serinlik alanı olur. [3]

Bu Olimpiyat oyunlarında galip gelen yarışmacılar Zeus tapınağının dışında büyüyen zeytin ağaçlarından ritüel amaçlı kesilerek hazırlanmış zeytin çelenkleri ile taçlandırılırdı. Yani zeytin dalı tanrı Zeus'un kişiyi kutsayıp korumasının sembolü haline gelmişti.

Baş tanrı Zeus genellikle zeytin dallarından yapılmış bir taç takarken ya da zeytinden yapılmış yarım bir çelenk içindeyken tasvir edilirdi.  

ARİSTAEUS'DAN İNSANLIĞA

Zeytinyağı ve zeytin günümüzde olduğu gibi eski Akdeniz beslenme düzeninin temelini oluşturuyordu. Yaprakları şifalı çay olarak tüketiliyor ve çeşitli rahatsızlıklar için kullanılıyordu. Vücut ve saç için nemlendirici olarak kullanılıyordu.

İnanışa göre insanlığa zeytin yetiştirme yöntemlerini, bunun yanında arıcılık ve peynir yapımını öğreten kişi yarı ilahi bir insan olan Aristaeus'du. [4] Aynı zamanda bunların koruyucusuydu.

Efsaneye göre periler Aristaeus'u tanrı Apollo adına yetiştirmiştir. Ona sütten kaymak, tereyağı, yoğurt, peynir yapımını, tavukların nasıl yumurtlayacağını, tanrıçanın arılarını** nasıl evcilleştirilip kovanlarda tutacağını, yabani iğde ağacının zeytin vermesi için nasıl evcilleştirileceğini, bunlardan nasıl zeytin ve yağ elde edilebileceğini öğretmişlerdir.

Dolayısıyla Aristaeus zeytin ağaçlarının ve tarlalarının koruyucusudur. 

** Arıların sahibi arı tanrıça Thriae'dir.

ZEYTİN DALINDAN TANRILARA

Yunanistan'da Ekim ayına denk gelen bağbozumu sırasında her kabileden seçilen oğlanlar ve Atinalı oğlanlar, asma tanrısı Dionysos'un tapınağında toplanırdı. Onlara olgun üzümlerle dolu asma dalları verilir ve onları ellerinde tutarak Athena'nın kutsal alanına koşarlardı. Kazanan kişiye zeytinyağı, şarap, bağbozumu, bal, peynir ve kabuğu çıkarılmış tane arpa karışımı içeren bir kase hediye edilirdi. Bu erkek koşucuların her birinin ebeveynlerinin ikisinin de hayatta olması gerekiyordu. [5]

Aynı festivalde anne ve babası hayatta olan, tören alayı içinde görev alan Atinalı çocuk bayram günü beyaz ve mor yünle kaplanmış, çeşitli meyvelerle süslenmiş bir zeytin dalı taşırdı. Bu sırada bir koro onlara eşlik ederek çocuğun taşıdığı dalda incir, bal, yağ, şarap ve yağlı somunlar olduğunu söylerdi. Apollon tapınağına gittiklerinde çocuk tapınak kapısına kutsal dalı bırakırdı. Atinalıların uyguladığı bu tören kıtlık mevsimi geldiğinde tanrının yardım edeceğini söyleyen bir kehanet ile ortaya çıkmıştı. [6]

Benzer şekilde her Atinalının evinin kapısına meyve ve somunlarla yüklü dallar asılır, bir yıl boyunca asılı kaldıktan sonra yenileriyle değiştirilirlerdi. Dal kapıya asılırken anne ve babası hayatta olan bir çocuk törende okunan, incir, yağlı ekmek, bal, yağ ve şarap bulunan dal hakkındaki aynı sözleri tekrarlardı. Bu gelenek de kıtlığa son vermek amacıyla ortaya çıkmıştı. [7]

SPORCULARIN TEMİZLİK MALZEMESİ

Antik Yunan'da zeytinyağı banyo yaparken temizleyici olarak kullanılıyordu. Bunun örneğini antik Yunan sanatında görmek mümkündür. Sporcular vücutlarını çeşitli yabani otlar ve aromatik bitkilerle tatlandırılmış kaliteli zeytinyağı ile kaplıyor, ardından kiri atabilmek için "strigil" veya "stlegida" adı verilen kavisli bir alet kullanarak vücutlarındaki kir, yağ karışımını sıyırıyorlardı.

Zeytinyağı ayrıca kas gevşetici görevi görüyordu. Sporcular yarışma öncesinde vücutlarını zeytinyağı ile kaplıyor, böylece esnekliklerini korumuş, sakatlıkların önüne geçmiş oluyorlardı. Egzersiz bittikten sonra ise yorgunluk gidermede kullanıyorlardı. Laktik asit birikimini ve kas yorgunluğunu ortadan kaldırmak için zeytinyağı ile masaj yapıyorlardı. [8]

Yarışmayı kazanan kişinin görkemini simgelemek için de zeytin ağacı kullanılıyordu. M.Ö. 776'da Olympia kentinde yapılan Olimpiyat Oyunları'nda kazanan sporcular zeytin dalı ve yapraklarından yapılan çelenkler ile onurlandırılmıştı. Bu çelenkleri M.Ö. 5.yy'da Atina şehrinin koruyucusu Athena'yı onurlandırmak için 4 yılda bir düzenlenen Panathenae Oyunları'nda da kullanıyorlardı. Festivaldeki oyunları kazananlara ödül olarak içi zeytinyağı ile doldurulmuş süslü testiler (amfora) veriliyordu. [9] [10]

ANTİK YUNAN DİNİNDEKİ ROLÜ

Zeytinyağı ile kişinin sağlık, sıhhat üzerine olması insanların zeytin ağacına kutsallık atfetmesine neden olmuştur. Bu yüzden zeytin ağacı özellikle Akdeniz uygarlıklarındaki dini yapılarda merkezi role sahiptir. Minoslular tanrıları için toprağa zeytinyağı ve şarap dökerken Atinalılar zeytin ağaçlarını kutsal kabul edip yasalarla korumuşlardır. Zeytinyağı böyle kutsal yönlere sahip olunca sürüldüğü cismin  tanrılar tarafından korunacağı yönünde inançlar ortaya çıkmıştır. Böylece insanlar kendilerini, tanrılarının heykellerini ve sunaklarını zeytinyağı ile yağlamaya başlamışlardı. Tanrılara verdikleri adakların ana malzemeleri arasında zeytinyağına yer verilirdi.

Zeytin ağacı oldukça ilginç bir şekilde, defin ritüellerinde önemli rol oynamıştır. Tarihçi Plutarhos'un kayıtlarında yazdığına göre büyük Sparta kralı Likurgus ölülerin zeytin ağacı dalları üzerinde gömülmesini zorunlu kılmıştı. [11] Kireneli Kallimakhos'un iddiasına göre bu uygulama o dönemde Yunan topraklarında oldukça yaygındı.

Bu anlatılara göre ölünün altına zeytin ağacı yaprakları ve dalları özenle yerleştirilirken törene katılan ölü yakınları zeytin dallarından yapılan taçlar takarlardı. Zaman zaman kötü ruhlardan korunması amacıyla ölülerin de bu şekilde taçlandırıldığı olurdu.

Defin ritüellerinde zeytin ağacı kullanılmasının yer altı dünyasının sahibi Hades ile ilişkili olduğuna inanılır. Yeraltı alemine uğurlanan kişi yolculuğuna çıkmadan önce zeytin ağacı sayesinde arınmış olacaktır. Definlerde zeytin ağacı kullanımı o kadar büyük öneme sahipti ki onları kutsal gören ve koruma altına alan Atina yasaları bile kutsal zeytin ağaçlarının defin amaçlı kesilmesine karşı çıkmıyordu.

ROMA

Zeytin eski Roma'da da önemli görülen gıdalardandı. Doğa bilimci, filozof ve Roma İmparatorluğu komutanı olan Yaşlı Plinius Roma Forumu'nun ortasına 3 ağaç dikildiğini söyler. Bunlar incir, asma ve zeytin ağacıdır. Zeytin ağacı özellikle gölge sağlaması için dikilmişti. [12]

Basit bir beslenme şekline sahip olduğunu anlatan Romalı şair Horatius şöyle der: "Bana gelirsek, zeytinler, hindibalar ve ebegümeci besleyicidir" [13]

Uzun ömürlü, kuraklığa dayanıklı olan ve az bakım gerektiren zeytin ağacı Romalılar için tercih nedeniydi. Zeytin yetiştiricileri eğer o yıl mahsul alamazlarsa az da olsa gelir elde edebilmek için onları meyve ağaçlarının arasına dikerek hayvan yetiştirir, bu sayede yabani hayvanların içeri girmesini engellemiş olurlardı. Ezilerek elde edilen zeytinyağından kalan artıklar domuzlar için yem olarak kullanılırdı.

Antik dünyanın en büyük zeytin üreticileri Yunanistan, İtalya, Afrika, İspanya ve Suriye idi. MS.1 yy'dan 3.yy'a kadar zeytin yetiştiriciliği Tunus ve Libya gibi alanlara yayılmıştı. İmparatorluk genişledikçe zeytinyağına olan talep artmış, böylece İstanbul en büyük ithalatçılardan biri haline gelmişti. Zeytinyağına olan yoğun talebi karşılamak için Suriye ve Kilikya'da çok sayıda zeytin çiftliği kurulunca 3-5.yy'da bölgesel bir ekonomik patlama yaşanmıştı. Yani zeytinin önemini anlayan Roma ona yatırım yaparak büyük kazanç sağlamıştı.

Aradan geçen yüzlerce yıla rağmen bizler hala zeytin ağacının, tarımın, toprağın değerini anlayabilmiş değiliz. Eğer anlaşılmış olsaydı halkın büyük bir kesimi partizanlık yaparak yıllardır yapılmakta olan yıkıma sessiz kalmaz, çıkar ve koltuk sevdası uğruna yanlışı alkışlayan, susup hesabına yatan maaşına bakan sözde millet vekillerine sahip olmazdık. 

Zeytini koruma altına alan Atinalılardan, ona önem verip üretim alanlarını kat ve kat artırarak refahına refah katan Roma'dan hiçbir şey öğrenilmemiş. Ya da tüm bunlar biliniyor ama kısa zamanda ele geçecek bir miktar maden için binlerce yıl katkı sağlayabilecek ağaçlar katlediliyor. Bu ağaçlar katledilmese ve yaygınlaşsa ülkenin ekonomisine, halkın cebine ve mutfağına, soluduğu havasına öyle bir katkı sağlar ki altının yüzüne bile bakmazsın...

KERUBİM MELEKLERİ (KERUBİYYUN)

Hazırlayan: A.Kara

KERUBİM (KERUVİM) MELEKLERİ

İzlediğimiz birçok Hollywood filmi ve okuduğumuz sayısız kitap çeşitli melek türlerine ev sahipliği yapsa da insanların yüzyıllardır inandığı birçok melek ve bunların kökenleri çoktan unutulmuştur. Bu tür varlıklara olan inanç her ne kadar öznel olsa da, sorgusuz sualsiz inanılıyor olması ilginçtir.

Bu makalede meleklerin ve insanın doğasını, insanlığın neye inandığına ve İbrani metinlerinin neye işaret ettiğini irdeleyeceğiz. Yani hem bu varlıkların gerçek olup olmadığına, hem de kökenlerine odaklanacağız.

Melek kelimesi, "haberci" anlamına gelen Eski İngilizcedeki "engel" den, bu terim de Latin kiliselerinde kullanılan Yunanca "angelos" teriminden gelir. Orta İngilizcedeki kullanımını da Eski Fransızca terim olan "angele" den almıştır. [1]

İbranice'de ise melek için kullanılan terim "măl'k" (מַלְאַ֧ךְ) yani bildiğimiz melektir (İbranice okunuşu "melah" ya da "malakh"tır).

Melek ve ruh kelimeleri zaman zaman birbirinin yerine geçebilir. Ancak melek teriminin ruhsal bir varlıkla hiçbir ilgisi olmadan kullanıldığı birkaç duruma da dikkat etmek gerekir. İncil'de bağlamına bağlı olarak "melek" aynı zamanda bir insan yani ilahi olmayan sıradan bir "haberci" de olabilir. Örnek olarak Malaki 1:1'e bakabiliriz:

RAB’bin Malaki aracılığıyla İsrail halkına bildirisi.
מַשָּׂ֥א דְבַר־יְהוָ֖ה אֶל־יִשְׂרָאֵ֑ל בְּיַ֖ד מַלְאָכִֽי׃

Fakat bu ayrı bir konu. Ele alınması gereken soru şudur: Bu kadar insanın inandığı bu göksel varlıklar esasında nedirler? Nereden gelmişlerdir ve neye benzerler?

Cevap aramaya Tevrat'tan İslam'a geçen melek anlatılarından yani "Rabbin meleği" sözünün yer aldığı ve insanlara göründüğünün anlatıldığı İbrani metinlerinden başlamak gerekir. Önce bu meleklerin İbrahimi dinlerdeki hatlarınızı çizmeliyiz ki ilerleyen süreçte mitolojik kökenlerini daha kolay bulalım.

Yaratılış 16:7–14'de Hacer'e, 22:11–15'de İbrahim'e,  Mısırdan Çıkış 3:2–4'de ateşin içinden Musa'ya, Çölde Sayım 22:22–38'de Yahudi peygamberi Balam'a, Hakimler 2:1–3'de İsrailliler'e, 6:11–23'de Gidyon'a, 13:3–22'de Manoah ve karısına görünür.

Mısır'dan Çıkış 3: 2-4'ü bir okuyalım:
RAB’bin meleği bir çalıdan yükselen alevlerin içinde ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyor. “Çok garip” diye düşündü, “Gidip bir bakayım, çalı neden tükenmiyor!”
RAB Tanrı Musa’nın yaklaştığını görünce, çalının içinden, “Musa, Musa!” diye seslendi.
Musa, “Buyur!” diye yanıtladı.

Yani metne göre, yanan çalıdan önce bir melek Musa'ya görünür, akabinde Rab konuşmaya başlar. Ne kadar insani bir fikir olduğunun farkında mısınız? Hani kral, kraliçe halkın veya başka bir liderin önüne çıkmadan önce onun gelişini duyuran haberciler vardır ya, işte buradaki durum da tam olarak budur.

Keruvlara dair sayısız tasvir vardır ki bunlar arasında "Cennet Bahçesinin Girişini" korumak ta yer alır. [2]

Tanrı, Adem'le karısını yasak meyveden yedikleri ve artık iyiyle kötüyü bildikleri için ölümsüz olmalarına izin vermez. Adem ve karısını Aden'den kovar ve tekrar giremesinler diye Yaşam Ağacı'nın yolunu denetlemeleri için bahçenin doğusuna Keruvlar ve her yana dönebilen alevli bir kılıç yerleştirir. (Yaratılış 3:21-24)

Yaratılış 3:21-24: RAB Tanrı Adem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. Sonra, “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu” dedi, “Artık yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. Onu kovdu. Yaşam ağacının yolunu denetlemek için de Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.

Ayrıca Tevrat'ta, Ahit Sandığı üzerine altından yapılmış iki adet Keruv figürü koyulduğu anlatılır. (Çıkış, 25:17-22; 37:6-9). Buna benzer şekilde, bazı bölümlerde Keruvlardan cansız varlıklar, figürler olarak bahsedilir.

Keruvlar, Yahudi melek hiyerarşisinde, Musa bin Meymun'un Mişna Tora'sında dokuzuncu ve Berit Menuşah gibi Kabalistik eserlerde üçüncü sırada yer alır. De Coelesti Hierarchia adlı eser Keruvim meleklerini Serafim ve Thron (Throne) melekleri ile birlikte en üst sıraya yerleştirir. [3]

Keruvim adlı bu melekler Hezekiel Kitabı'nda ve bazı Hristiyan ikonlarında, tanrının tahtını tutan (Hezekiel 10:1-20), dört kanatlı ve dört suratlı varlıklar olarak tasvir edilmiştir. Bu dört surat, tüm vahşi hayvanların temsilcisi olan aslan, yerli ve evcil hayvanların temsilcisi olan öküz, muhtemelen gökselliği simgeleyen kartal ve son olarak insanlığın temsili olan insandır. [4][5] Bacakları düzdür ve ayak tabanları tıpkı parlatılmış pirinçten yapılmış boğa toynakları gibi ışıltılıdır.

Hezekiel'in vizyonlarında bu meleklere dair metinlere bakalım.

Hezekiel 1:4-14:
4 Kuzeyden esen kasırganın göz alıcı bir ışıkla çevrelenmiş, ateş saçan büyük bir bulutla geldiğini gördüm. Ateşin ortası ışıldayan madeni andırıyordu.
5 En ortasında insana benzer dört canlı yaratık duruyordu;
6 her birinin dört yüzü, dört kanadı vardı.
7 Bacakları dimdikti, ayakları buzağı ayağına benziyor ve cilalı tunç gibi parlıyordu.
8 Dört yanlarında, kanatların altında insan elleri vardı. Dördünün de yüzleri, kanatları vardı.
9 Kanatları birbirine değerek dosdoğru ilerliyor, ilerlerken sağa sola dönmüyordu.
10 Her yaratığın dört yüzü vardı: Önde dördünün yüzü insan yüzüne, sağda dördünün aslan yüzüne, solda dördünün öküz yüzüne, arkada dördünün kartal yüzüne benzer bir yüzü vardı.
11 Yüzleri böyleydi. Kanatları yukarıya doğru açılmıştı. Her yaratığın iki kanadı yanda öbür yaratıkların kanadına değiyor, iki kanatla da bedenlerini örtüyordu.
12 Her biri dosdoğru ilerliyordu. Ruhları onları nereye yönlendirirse, sağa sola sapmadan oraya gidiyorlardı.
13 Canlı yaratıkların görünüşü yanan ateş közleri ya da meşale gibiydi. Ateş yaratıkların ortasında hareket ediyordu; ışık saçıyor ve içinden şimşekler çakıyordu.
14 Yaratıklar şimşek çakar gibi hızla ileri geri gidip geliyorlardı.

Hezekiel 10:1-20:
Baktım, Keruvlar'ın başı üzerindeki kubbenin üzerinde laciverttaşından tahta benzer bir nesne gördüm.
2 RAB keten giysili adama, "Keruvlar'ın altındaki tekerleklerin arasına gir. Avuçlarını Keruvlar'ın arasındaki ateş közleriyle doldurup kentin üzerine közleri saç" dedi. Adamın oraya girdiğini gördüm.
3 Adam oraya girdiğinde, Keruvlar tapınağın güney tarafında duruyordu. Bulut tapınağın iç avlusunu doldurdu.
4 RAB'bin görkemi Keruvlar'ın üzerinden ayrılıp tapınağın eşiğine gitti. Tapınak bulutla doldu. Avlu RAB'bin görkeminin parıltısıyla doluydu.
5 Keruvlar'ın kanatlarının sesi dış avludan bile duyuluyordu; tıpkı Her Şeye Gücü Yeten Tanrı'nın sesi gibiydi.
6 RAB keten giysili adama, "Keruvlar'dan ve tekerleklerin arasından ateş al" diye buyurunca, adam oraya girip bir tekerleğin yanında durdu.
7 Sonra Keruvlar'dan biri aralarındaki ateşe elini uzattı, biraz ateş alıp keten giysili adamın avuçlarına koydu. Adam ateşi alıp oradan ayrıldı.
8 Keruvlar'ın kanatları altında insan eline benzer bir şekil göründü.
9 Baktım, her Keruv'un yanında birer tane olmak üzere dört tekerlek gördüm. Tekerlekler sarı yakut gibi parıldıyordu.
10 Dördü de birbirine benziyor, iç içe girmiş bir tekerleği andırıyordu.
11 Hareket edince Keruvlar'ın baktıkları dört yönden birine doğru, sağa sola dönmeden ilerliyordu. Ön tekerlek nereye yönelirse, öbür tekerlekler de onun ardınca gidiyordu.
12 Keruvlar'ın bedenleri - sırtları, elleri, kanatları - ve dördünün de tekerlekleri çepeçevre gözlerle doluydu.
13 Tekerleklere "Dönen tekerlekler" dendiğini duydum.
14 Her Keruv'un dört yüzü vardı: Birinci yüz öküz yüzüne, ikincisi insan yüzüne, üçüncüsü aslan yüzüne, dördüncüsü kartal yüzüne benziyordu.
15 Keruvlar yukarıya doğru yükseldi. Bunlar daha önce Kevar Irmağı kıyısında gördüğüm canlı yaratıklardı.
16 Keruvlar hareket edince, yanlarındaki tekerlekler de hareket ediyor, Keruvlar yerden yükselmek için kanatlarını açınca, tekerlekler de yanlarından ayrılmıyordu.
17 Keruvlar durduğunda onlar da duruyor, Keruvlar yerden yükseldiğinde onlar da yükseliyordu. Çünkü yaratıkların ruhu tekerleklerdeydi.
18 RAB'bin görkemi tapınağın eşiğinden ayrılıp Keruvlar'ın üzerinde durdu.
19 Ben bakarken Keruvlar kanatlarını açıp yerden yükseldi, tekerlekler de onlarla yükseldi. RAB'bin Tapınağı'nın Doğu Kapısı'nın girişinde durdular. İsrail Tanrısı'nın görkemi onların üzerindeydi.
20 Kevar Irmağı kıyısında, İsrail Tanrısı'nın altında gördüğüm ve Keruvlar olduğunu anladığım canlı yaratıklar bunlardı.

Mezmurlar 18:6-10'da ise keruv meleği tanrı için binek görevi görmektedir:

Sıkıntı içinde RAB’be yakardım,
Yardıma çağırdım Tanrım’ı.
Tapınağından sesimi duydu,
Haykırışım kulaklarına ulaştı.
O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı,
Titreyip sarsıldı dağların temelleri,
Çünkü RAB öfkelenmişti.
Burnundan duman yükseldi,
Ağzından kavurucu ateş
Ve korlar fışkırdı.
Kara buluta basarak
Gökleri yarıp indi.
Bir Keruv’a binip uçtu,
Rüzgar kanatlar takarak hızla geldi.

Hezekiel anlatılarının dışında bir başka gelenek onlara farklı fiziksel görünümler atfetmiştir. [4] Bu melekler batı Hristiyan geleneğinde, Klasik mitolojideki ve Yunan mitolojisindeki aşk tanrıları Cupid/Eros'dan türetilen "putto" adlı melekler ile ilişkilendirilince, küçük, tombul, kanatlı çocuklar-bebekler olarak tasvir edilmeye başlandılar. [6]

İslam'da Kerûbiyyûn adlı bu melekler Tanrı'ya en yakın meleklerdir. Doğu bilimleri uzmanı Joseph von Hammer-Purgstall, İslam'daki Ruḥü'l Kudüs'ü (روح القدس), Keruvim meleklerinin en asillerden biri olarak ele almıştır. Diğerleri ise Allah'ın tahtını taşıyanlar veya baş meleklerdir [7] ve Kur'an ayetlerindeki Allah'ın tahtını taşıyan melek motifleri Hezekiel'deki anlatılarla paralellikler gösterir. Fakat mealciler Kur'an'daki bu pagan inanışın izlerini örtmek için taht anlamına gelen "arş" kelimesini [8] "gök" diye tercüme etmişlerdir. Halbuki göğün Arapçası "sema"dır ve çoğulu "semavati"dir.

"Gök yarılmış ve o gün bitkin bir hale gelmiştir. Melekler onun çevresindedir. Ve o gün Rabbinin Arş'ını, onların da üstünde sekiz tanesi yüklenir." (Hâkka 16,17)

Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır. Artık aralarında adaletle hükmolunmuş ve «alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun» denilmiştir. (Zümer 75)

Bu ayetlerdeki arş (عَرْشَ) bizim gök anlamında kullandığımız, kullanmaya alıştırıldığımız anlama sahip değildir. Arş (عَرْشَ) tahttır. [8] Meleklerin taşıdığını anlattığı şey Allah'ın tahtı değil de gök olsaydı o halde kullanması gereken kelimeler "sema" سماء ya da "semavati" olmalıydı.

"Arş'ın" taht anlamına geldiğinin onlarca örneğinden biri de Neml 41'dir:

Süleyman, “Tahtını tanınmaz hâle getirin. Bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayacaklardan mı olacak?” dedi.

قَالَ نَكِّرُوا لَهَا عَرْشَهَا نَنْظُرْ اَتَهْتَد۪ٓي اَمْ تَكُونُ مِنَ الَّذ۪ينَ لَا يَهْتَدُونَ

Dolayısı ile burada da tahtı taşıyan melekler inanışının izleri açık bir şekilde ortadadır fakat insanları İslam dininde tutmak isteyenler ısrarla kelime oyunları yaparak taht anlamına gelen kelimeyi arş yada gök olarak çevirmiştir. Halkımızdan Kur'an'ı Arapça okuyarak anlayabilen kişi sayısı elin parmakları kadar olduğundan, bunlardan anlayanlar da dini kurumlarda üst mevkilere sahip olduğundan bu pagan inanışın izlerini kasıtlı olarak örtmektedirler.

Hatta bu inanışı destekleyen rivayetler de vardır.

Peki Yahudiliğe, Hristiyanlığa ve İslam'a geçen bu Keruvim meleklerinin İbrahimi dinler öncesi kökenleri neye dayanıyordu?

Mitolojik melez varlıklar, Mezopotamya sanat ve inancında yaygındır. Bu tür varlıklara örnek olarak, Sümer-Akad mitolojilerinde kartal kanatlarına, aslan vücuduna ve kral başına sahip, görünüşüyle sfenkse benzeyen, koruyucu bir ruh olan Lamassu veya Şedu verilebilir.

Bu tür varlıklara olan inanış Fenikeliler tarafından da benimsenmişti. Kanatlar, sanatsal güzelliklerinden dolayı kısa sürede popüler hale geldi ve çeşitli hayvanlar kanatlarla resmedildi. Sonucunda insanlara da kanatlar verilince [2] melek figürünün kabataslak şekli de oluşmuş oldu. [9] William F. Albright gibi araştırmacılara göre Fenike ve Kenan'da, Geç Tunç Çağı'nda bulunan "insan başlı kanatlı aslan" figürünün diğer kanatlı yaratıklardan çok daha yaygın olduğunu, bu yüzden Kerub melekleriyle özdeşleşmesinin kesin olduğunu" savunur. [4]

Kerubim meleklerinin griffonlar ile, özellikle de Hitit griffonları ilgili olduğu düşünülür. Hitit griffinleri diğer griffinlerin aksine genellikle yırtıcı olarak görünmeyen ve koruyucu bir yapıya sahip gibi sakin ve asil şekilde oturan insan gövdeli bir yaratıktır. [2][9]

Griffin (γρύψ) kelimesinin Keruvim ile aynı kökenli olabileceğini iddia edenler olmuştur. [10][11] Yahudi geleneğinde bu meleklerin Cennet Bahçesi'nin Girişini koruduğuna dair kavrayış, görevi tanrıları temsil etmek ve davetsiz misafirleri geri püskürterek tapınak gibi kutsal alanları koruduğuna inanılan, insanüstü güçlere sahip ve insan duygularından yoksun Semitik varlıklara dair eski inanışlar tarafından desteklenmiştir. Bu kavramlar Musul'un 30 km, Salamiyah köyünün 5 km güneyinde yer alan antik Süryani kenti Nimrud'da bulunan 9.tablet metinlerindeki anlatıma oldukça benzer. [2]

Büyük olasılıkla, Kerubim meleklerine fırtına rüzgârları olarak inanılmış olması, Hezekiel'in vizyonlarında, daha sonraki Samuel Kitaplarında [12], onlarla paralellik gösteren Tarihler Kitaplarında [13] ve Mezmurlar'ın erken bölümlerindeki [2] metinlerdeki: "bir melek üzerine bindi ve uçtu: ve rüzgarın kanatlarında görüldü." şeklinde bahsedilen Yahve'nin göksel arabasına dair anlatıların kaynağıdır. [14][15]

İsrail'in Megido Bölgesi'nde Nasıra'nın güneyinde bulunan ve yaklaşık 25 metre yüksekliğe olan Medigo Dağı'ndaki bir metinde Hezekiel'in rüyasına oldukça benzeyen, melek benzeri melez kanatlı yaratıklar tarafından tahtına taşınan isimsiz bir kral tasvir edilir. [9]

Delitzch (Asur Elyazmaları Kitabı), eski Asur'daki kanatlı varlık Şedu'nun adlarından biri olan "kirubu" ile "büyük, güçlü" anlamlarına gelen "karabu" terimlerini birleştirir. Karâbu adını "güçlü" yerine "merhametli" olarak nitelendirenler olduğu gibi [2][16] İbranice Kerubim adını, insanlık adına tanrılara yalvaran şefaatçi varlıklara ve bu tür varlıkların heykellerine atıfta bulunmak için kullanılan bir Asur terimi olan kāribu'ya bağlayanlar da vardır. [17] Tanrının savaş arabasını yada tahtını taşıyan Keruvim ile Asur'un boğa ve aslandan oluşan devi aynıdır. [16]

Eşaraddon, metinlerinde kapsamlı bir şekilde tapınağı yeniden inşa edişini anlatır. Tavana seferlerden elde ettiği sedir kirişleri koyduğunu ve bu süslü kapıların altın tokmaklı, hoş kokulu kapıları olduğunu, ve içerde yer alan küçük tapınak alanını komple altınla kaplattığını söyler. 

Sonra kral şöyle devam eder:
(il) Laḫ-me (il) ki-ru-bi ša za-ri-ri ru-uš-šu-u idi anu idi ulziz.
'Her iki tarafına da pirinçten yapılmış kutsal bir Lamu ve Ku-ri-bu diktim.' 

Agumkakrime heykelinin tapınağa dikildiği Lahmu kutsallığı, Anu, Enlil ve Ea'nın öncülerinden biriydi. Dolayısıyla kutsallıktan söz ederken bahsettiği Kuribu da büyük ihtimalle Babil dininde benzer bir yere sahipti.

Musul'daki Fransız Konsolosu Botta ilk Asur sarayını ortaya çıkarmıştı. Bu saray İşaya Kitabı'nda bahsedilen, Sanherib'in babası olan güçlü hükümdar Sargon'un ikametgahıydı. Dikkat çekici bir unsur vardır. O da buradaki kapıların üzerlerinde, önlerinde ve saray duvarları gibi çok sayıda yerde kanatlı aslan ve boğa figürlerinin yer alıyor olmasıdır. Bu figürler öylesine yapılmamıştır, sahip oldukları muazzam boyutları onların tanrılar veya ilahi kahramanlarla ilişkili olduklarını anlamak için yeterlidir.

Sargon kalesi Horsabad'daki (Dur-Şarrukin) kanatlı boğalar 1 ila 5 metre yüksekliğindeydi. Asurlular özellikle kapı girişindeki kanatlı boğaları çoğaltmışlardı ve bazıları kapı köşelerine kemer alnını desteklemek için konuyordu.

İkisi duvar düzleminde, kapının iki yanında birbirine bakacak şekilde, diğer ikisi ise içeri giren ziyaretçilere yüzleri dönük olacak şekilde yerleştirilmişlerdi. Böylece içeri girecek olan biri hem ilk iki heykelin yan açıdan vücudunu hem de diğer iki heykelin ön cepheden yüzünü görüyordu. Bu da bir yanılsamaya yol açıyor; sakallı, göğsünde kalın yelesi olan, boynu saç tutamları ile kaplı, tüy dizilerinden oluşan dev kanatları kemer alnına kadar yükselerek bir yelpaze gibi uzayan yaratık görüntüsü oluşturuyordu. 

Asurluların kanatlı boğalarının farklı formları vardı. 1845'de Ninova'da yapılan kazılarda insan şeklinin bele kadar devam ettiği, insan kollarının olduğu, kanatlı, insan başlı aslan heykelleri keşfedilmişti. Giriş alanlarında kullanılan 3,5 metre yüksekliğindeki bu figürlerin gücü simgeleyen abartılı kasları, geniş omuzların arkasından çıkan devasa kanatları, bellerinde düğümlenmiş püsküllü kuşakları vardı. [17]

Keruvların biçimi hakkında belirsiz olan pek çok şey olsa da temelinde yatan şeyin vahşi kara hayvanları olduğu rahatlıkla söylenebilir. Erken Semitik dinlerde, Musevilikte animizme dair izler görmek mümkündür (Örn: Yeşaya,13:21; 34:14; Luka, 11:24).

Hangi yönden ele alınırsa alınsın bu meleğin kökenlerinin Mezopotamya topluluklarının antik dinlerine, efsanelerine, animizme ve Asur, Akad ve Babil'in dev yapıtlarına dayandığı ortadadır. Üzerlerinde yapılan ufak oynamalarla İbrahimi dinlere geçmişlerdir.