HABERLER
Dini Haber
Bilimsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilimsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

ANTİK MEDENİYETLERDEN GÜNÜMÜZE "DEPRESYON"

Yazan: A.Kara

ESKİ TOPLUMLAR DEPRESYONU NASIL ALGILIYORDU?

Depresyon ciddi bir ruhsal bozukluktur ve tüm dünyada birçok insanı rahatsız eden bir haldir. Hafife alınacak bir durum değildir. İnsanı aşırı derecede ağırlaştırır, isteksiz birine dönüştürür hatta can bile alabilir. Kişinin yavaş yavaş ve kontrolsüzce içine battığı bir bataklık gibidir. Bu durumdan çıkmak bazen çok zor olabilir. Ama en azından üstesinden gelinebilecek bir zorluktur. Peki sizce antik dönem insanları ve eski medeniyetler depresyonu nasıl anlıyor, yorumluyor ve nasıl tedavi ediyorlardı?

Günümüz bilimi ve tıbbı bu ciddi duruma çok fazla ışık tutmuştur. Üzüntü hali normal bir insan duygusu ve yaşamın bir parçası olsa da, depresyon öyle değildir. Depresyon kısa süreli nöbetler halinde gelebilen önemli bir klinik rahatsızlıktır. Her iki durumda da böyle bir durum tehlikelidir. Tedavi ve dikkat gerektirir. Dünyada 160 milyondan fazla insanın ciddi seviyedeki depresyondan muzdarip olduğu tahmin ediliyor.

ESKİ UYGARLIKLARIN GENEL BAKIŞI

İlk uygarlıklar hastalıkları tedavi etmek için şamanlara, büyücülere, sihirbazlara, mistiklere, rahiplere ve diğer şifacılara güveniyordu. İnanışa göre ritüeller, büyüler ve adaklar kullanılarak hastalık önlenebilir veya iyileştirilebilirdi. Beyin cerrahisinden farklı olan bedensel tedavilerin izleri Fransa'da MÖ 6500, Çin'de MÖ 5000'lere tarihlenen arkeolojik bulgular ile ortaya çıkmış oldu. Depresyonla ilgisi olmasa da belirgin kafatası anormallikleri ve travmaları olan çocuklara ait olan bu iskelet kalıntıları insanların 77.000 yıl önce zihinsel engelli çocuklara nasıl baktığının göstergesidir. [1]

Bazı eski halklar hastalıkların ruhun kaybından kaynaklandığına inanıyorlardı. Bu yüzden inanışa göre Şamanlar transa girerek ruhlara ruhlar dünyasına bazen ise yeraltı dünyasına yolculuk etmeleri için yol gösteren şifacılardı. [2] Şamanlar yolculuk sırasında ölülerin ruhlarına, çalınmış ya da başıboş dolaşan ruhlarla irtibata geçerdi. Kendi ruhlarını kaybetmeden iblisler ve kayıp ruhlarla etkileşime girerek hastayı iyileştirirlerdi. Dolayısıyla şaman hem rahip hem de şifacıydı.

MEZOPOTAMYA (BABİL, SÜMER VS.)

Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak “korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [3]

Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca libbu) önemli bir rol oynuyordu. [4] Çünkü inanışa göre duyguların ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar vardır. [5]

Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:

Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın. Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak, birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat, kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [6]

Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [7]

Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla dikkat çekicidir. [8]

Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak yorumlanmıştır. [9]

Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.

Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [8] Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine bakalım:

Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun, köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir "zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un üzerinedir.

Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:

(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın. Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş yünden bir kuşak bağlayacaksın.

Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.

Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):

Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile parantez içinde belirtilmiştir.

(Büyü)

Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [8]

ANTİK YUNAN & ROMA

Bazı mitolojik anlatı ve resimlendirmelerin de depresyonu ifade ettiği düşünülür. Örneğin MÖ 400'den kalma bir vazo üzerinde ezilmiş ve kasvetli bir Yunan kahramanı olan Orestes'in durumu resmedilmiştir. Annesini öldükten sonra peşini bırakmayan Erinyelerden yani adaletsizliğin intikamını almak isteyen ruhlardan kurtulmak için bir arınma törenine katıldığı resmedilmiştir. Şair Euripides, trajedinin kahramanı Orestes'i depresyonun birçok belirtisine sahip olarak tasvir eder. Bunlar iştahsızlık, aşırı uyku, banyo yapmak için bile isteksiz olma, sürekli ağlama, kronik yorgunluk ve çaresizlik hissidir. [10]

Melankolik bireylerle ilgili daha fazla betimlemeyi diğer popüler Yunan eserlerinde de bulabiliriz. Örneğin bir Argonot olan Jason normalde zorluklar karşısında eylem ve kararlılıktan başka hiçbir şey göstermeyen büyük bir Homeros kahramanıydı. Ancak gemileri Libya kıyılarında enkaza dönüştüğünde tamamen çaresiz ve somurtkan hale gelir. [11]

Yunan tapınak rahipleri depresyon ve cinnetin tanrılardan gelen ruhsal bir lanet olduğuna inanıyorlardı. Bunu tedavi etmenin tek yolu tanrılardan yardım istemekti.

Yunan medeniyeti bilimsel, zihinsel konular dahil birçok alanda öncü olmuştur. Ve şaşırtıcı şekilde, yaşadıkları o eski dönemde bile hastalığı oldukça doğru bir şekilde tanımlamışlardır.

MÖ. 5.yy'da Klasik Yunanistan'da filozoflar insan kaderini belirleyen tanrılar ve iblisler inancının aksine doğa yasalarının dünyamızı şekillendirdiği inancı olan “natüralizmi” öğretiyorlardı. Örneğin bir hekim olan Krotōnlu Alkmaiōn "düşünce organı"nın kalp değil de beyin olduğuna inanıyordu. Bu düşüncesini ruhsal hastalıklarını ve onların tedavilerini sınıflandırmak için uygulamaya koymuştu. [12]

Ünlü Antik Yunan doktoru Hipokrat bu ağır ruhsal durumu ayrı bir hastalık olarak tanımlamıştı. Buna Eski Yunanca'da "melankoli" adını vermişti. “Melas” yani siyah [13], ve safra anlamına gelen “kholé χολή” [13] sözcüklerinin birleşiminden türetmişti. Uzun süren korku ve umutsuzlukların olağan melankoli belirtisi olduğunu söylemişti.

Melankoliye ilişkin anlayışı bugün olduğundan çok daha genişti ve artık doğrudan depresyonla ilişkili olmayan birkaç başka semptomu da içeriyordu. Bunlar öfke, korku, takıntılı davranışlar ve sanrılardı.

Yunanlılar bin yıldan fazla bir süre sonra insan rahatsızlıklarını daha iyi kavramışlardı ancak anlayışları yine de hamdı. Yunanlılar teşhislerinin çoğunu dört vücut sıvısı olan sözde "salgılara" dayandırmışlardı. Hipokrat'a göre bu dört salgı kan, sarı safra, kara safra ve balgamdı. İnsan vücudu bu dört maddeden oluşuyordu. Vücuttaki herhangi bir rahatsızlık veya hastalık bu sıvılardan birinin aşırı miktarda olmasının sonucuydu. Melankolinin dalaktaki aşırı siyah safradan kaynaklandığını iddia ediyordu.

Yunan ve Romalı doktorların tedavi için uyguladığı yöntemler kan alma, diyet, boşaltım, egzersiz, sıcak veya soğuk duş yaptırmaktı. Amaç vücuttaki bu sıvıları tekrar dengelemekti. Aynı zamanda haşhaş özütü ve eşek sütü içeren bir ilaç kullanıyorlardı. [14]

Hipokrat'ın teorisine gülebilirsiniz ama en azından bir şeyi doğru yapmıştı: Şiddetli melankoli gibi rahatsızlıkların beyinle bir ilgisi olduğu sonucuna varmıştı. Şöyle diyordu: “Bizi deli eden veya çılgına çeviren, bize korku ve ilham veren beyindir. Korku, ister gece olsun ister gündüz, uykusuzluk, yersiz hatalar, amaçsız kaygılar, dalgınlık ve alışılmışın dışında davranışları beraberinde getirir. Acı çektiğimiz tüm bu şeyler sağlıklı olmayan beyinden, onun anormal derecede sıcak, soğuk, nemli veya kuru olmasından kaynaklanır.”

İkinci yüzyılda Romalı bir doktor olan Galen depresyon tedavisi üzerinde kalıcı bir etkiye sahip olacaktı. Hipokrat gibi Galen de melankolinin ve bağlantılı diğer rahatsızlıkların salgı kaynaklı bir dengesizliğin sonucu olduğuna inanıyordu. Yine de bazı kişileri onları bu duruma iten şeyin doğuştan sahip oldukları mizaç olduğunu ve tıbbın bu bireyler için çok az şey yapabileceğini söylemişti. Galen ayrıca depresyonun kansere neden olduğuna inanıyordu. [15]

Romalı devlet adamı, bilgin ve yazar olan Cicero melankolinin korku öfke ve hepsinden de önemlisi keder kaynaklı olduğunu söylemişti. Ancak sonraki yüzyıllarda bu rahatsızlığın tedavisi gelişmemişti.

Platon şaşırtıcı olmayan bir şekilde meseleye daha felsefi bir bakış açısına sahipti. Ona göre depresyon insan ruhunun üç bölümünü dengeleyerek tedavi edilebilecek bir rahatsızlıktı: akıl, arzu ve thumos'du.

Peki thumos neydi? Yunanlılar hayvanlarda, insanlarda ve tanrılarda thumos (thymos) bulunduğuna inanıyorlardı. Thumos bazı eylemlerin arkasında bir eşlik, araç veya motivasyon olarak sizden ayrı veya sizinle işbirliği içinde hareket edebiliyordu. O sizin ayrı bir parçanız olduğu için onunla konuşabilir, ona dayanmasını, güçlü olmasını ya da genç olmasını söyleyebilirdiniz. Çünkü thumos gençliğin tutkusu ve gücüyle ilişkilendiriliyordu. Ama yaşlı insanlar da thumos'a sahip olabilirdi. [16] İlyada'da endişeli olan Akhilleus'un "yürekli thumosuna" konuştuğu, lir çalarak thumosunu sevindirdiği görülür.

HİNDİSTAN

Hindistan'da Yoga Sutra hakkındaki eski ders kitabı nasıl sağlıklı olunabileceğini ve hastalığa yol açan dinamikleri anlatıyordu. Daha sonraki yüzyıllarda ruhsal problemlerin nedeni hastaların şimdiki veya önceki hayatlarında işledikleri günahlara bağlanmıştı. Örneğin ölmüş önemli kişileri, insanüstü kişileri, hayaletleri, tanrıları ve göksel varlıkları dikkate almamak, hangi ruhların bundan rahatsız olduğuna bağlı olarak çeşitli semptomlara neden olabiliyordu. [17]

ORTA ÇAĞ'DAN AYDINLANMA ÇAĞINA DÜNYA ÇAPINDA DEPRESYONA BAKIŞ

Dünya çapında depresyon için uygulanan garip ve acımasız “tedavi” yöntemleri vardı. Genel olarak klasik sonrası ve erken ortaçağ toplumlarında depresif insanlar dışlandı ve zayıf olarak görüldü. Bu nedenle de çoğu zaman suistimal edilmişlerdi. Depresyonda olan insanların zindanlara atıldığı, zincire vurulduğu ve dövüldüğü yüzlerce belge sayesinde bilinen bir gerçektir. Cornelius Celsus'un (MÖ 25 - MS 50) bu tarz vakalarda hastaların aç bırakılması, zincirlenmesi ve dövülmesi gibi çok sert yöntemler önerdiği görülür. [18]

Zaman ilerledikçe depresyon anlayışımız ve acı çekenlere yardım etme ihtiyacı da artmıştı. Bu tedavinin öncülerinden biri İranlı doktor Muhammed ibn Zekeriya el-Razi idi. Razi depresyonun beyinden kaynaklandığını söylemişti. Beyindeki kan akışının değişmesinden kaynaklanan bu duruma “melankolik obsesif-kompulsif bozukluk” adını verdi. Tüm doktorları hastalarına nazik ve özel bir özenle davranmaya çağırdı ve olumlu yönde desteklemelerini, uygun davranış için hastayı ödüllendirmelerini vurguladı.

Başarılı tedavilerin ardından el-Razi hastayı taburcu eder ve onlara bir miktar para verirdi. Bu, hastaların acil ihtiyaçları konusunda onlara yardımcı olacak ve duygusal geçişlerine yardımcı olacaktı. Bu, psikiyatrik bakım sonrası kaydedilen ilk vaka olarak kabul edilmiştir.

Fakat ne yazık ki o zamanlar birbiriyle yarışan pek çok teori vardı ve depresyonun olumlu tedavisi pek tutmamıştı. Yaklaşan ortaçağ dönemiyle birlikte Avrupa'ya depresyondan muzdarip olanları dışlayan bir “Karanlık Çağ” çökmüştü. Hristiyanlık depresyon tanısını etkilemiş ve onun şeytan veya iblisler tarafından ele geçirilme vakası olarak görülmesine neden olmuştu.

Tedavi olarak genellikle kaba yöntemler kullanılırdı, bunların başında da şeytan çıkarma gelirdi. Elbette bir kişiyi ona sahip olduğuna inanılan “iblis”ten kurtarmak umuduyla Hristiyan dualarını zikretmek klinik depresyon için etkili bir tedavi değildi.

Ne yazık ki bu görüşler yüzden depresyon hastaları zulme uğramış, istismar edilmiş veya öldürülmüştü. Depresyon ve diğer ruhsal sorunlar genellikle büyücülük belirtileri olarak görülüyordu ve birçok masum insan Hristiyan din adamlarının elinde acımasız ölümlere, işkencelere maruz kalmıştı.

17.yy boyunca cadı teması ön plandaydı. Çoğunluğu kadın olan on binlerce cadı şüphelisi öldürülüştü. Üstelik cadılıkla suçlananlar arasında bugün akıl hastalığına örnek sayılabilecek anormal davranışlar sergileyen ya da sadece depresyonda olanlar olduğu gibi suçlananlardan bazılarının hiçbir rahatsızlık belirtisi bile yoktu. [19]

Orta Çağ'da depresyonun kişinin tanrının gözünden düşmesi ile oluştuğu düşünülüyordu. Bu sefer başrol Yunan panteonundan ziyade Hristiyanlığın tanrısıydı. Ortaçağ Avrupası'ndaki din adamları için melankoli, kişinin günah içinde yaşadığının ve tövbeye muhtaç olduğunun bir işareti sayılmıştı. Şiddetli melankolinin bazen şeytani bir ele geçirme işareti olarak görüldüğü oluyordu. Mistik yazılarıyla tanınan bir keşiş olan John Cassian, Mezmurlar 91'e dikkat çekmiş ve melankoliyi "öğle iblisi" olarak adlandırmıştı. Depresyon hastalarının günahlarının cezası olarak ailelerinden ve arkadaşlarından uzaklaşmalarını ve yalnız bir hayat sürerek ağır işler yapmalarını tavsiye etmişti.

Tabi depresyon yalnızca günahkârlığın işareti olarak görülmekle kalmamış aynı zamanda depresif bir durumda olmak bile başlı başına günah olarak kabul edilmişti. Tembelliğin ölümcül günahı için Latince "acedia" terimi kullanılıyordu ve tembellikten melankoliye kadar her şeyi içeriyordu.

Hristiyan hareketinin keşişleri ve kendini izole eden dindarlar dünyevi yaşamdan kaçınmak isteyerek tamamen yalnızlığın hüküm sürdüğü, kendilerini duaya ve iç benliklerine adandıkları uzak bölgelere gidiyorlardı. Tabi böyle bir yaşam şekli anormal olduğundan akıl ve ruh sağlığı üzerinde üzerinde derin etkileri oluyordu.

Orta Çağ boyunca birçok keşiş keder, ilgisizlik ve büyük bir ruhsal rahatsızlık olarak tanımlanan “acedia” adlı bir durumdan muzdarip olarak tanımlanmıştı. Bu durum toplumdan uzun süre uzak yaşamanın ve inzivaya çekilen dindarların katlandığı katı yoksunluktan kaynaklanıyordu.

Zaten acedia hastası bireyler hakkında yazan din adamlarının çoğu, aslında depresyon nöbetlerini olarak tanımlamıştı. Örneğin, Cassian “tembel” bir keşişi şu şekilde tanımlıyordu:

"Endişeyle bir o yana bir bu yana bakıyor ve kardeşlerinden hiçbirinin onu görmeye gelmediğini, sık sık hücresine girip çıktığını ve sanki çok yavaş batıyormuş gibi sık sık başını kaldırıp güneşe baktığını söylüyor. Bu yüzden bir tür mantıksız kafa karışıklığı onu iğrenç bir karanlık gibi ele geçirir." [20]

14. yüzyılda yazılan Canterbury Masalları benzer şekilde tembel insanı umudunu yitirmiş ve “aşırı keder” ile dolu biri olarak tanımlar. Bu aşırı düşük ruh halini, tembellik ve hayata karşı genel bir ilgisizlik takip edeceği için bu durum tembel kişinin iyi işler yapmasını engelleyecektir. Dolayısıyla tövbe edilmezse bu tembellik hali Kutsal Ruh'a karşı işlenmiş bir günah sayılır. 

Depresyon 14. yüzyıldan itibaren bugün de kullandığımız adını almıştı. Latince "basmak" anlamına gelen "deprimere" fiilinden türetilmiş ve iyi olmayan ruh halini belirtmek için "depress" terimi kullanılmıştır.

16. yüzyıldaki Rönesans ile birlikte felsefi, bilimsel ve tıbbi düşünce bir kez daha ön plana çıkmıştı. 1665'te ünlü bir İngiliz yazar bu durumu "ruh halinde büyük depresyon" olarak nitelendirmişti.

Rönesans'ın sonundan Aydınlanma'nın sonuna kadar Klasik Çağ depresyon ve tedavilerine yeni bir ışık tutar. Depresif  kişiler boşluk, anlam yokluğu ve büyük üzüntü hisseden bireyler olarak kabul edildi.

O dönem için depresyon üzerine en önemli çalışma 1621'de yayınlanmıştı. Adı “Melankolinin Anatomisi” idi. Oxford Üniversitesi'nde akademisyen, öğretmen ve vekil olan Robert Burton tarafından yayınlanıştı. Robert “Melankoliye” tamamen ve derinlemesine bakan, birçok teoriyi ele alan ve ilk elden deneyimleri anlatan öncülerden biriydi. Depresyonla tüm makul ve olumlu çözümlerle mücadele edilmesi gerektiğini öne sürmüştü. Bunlar bol uyku, sağlıklı beslenme, müzik, sanat, anlamlı işler yapmak ve bir arkadaşla sorunu hakkında olumlu konuşmalar yapmaktı. [21]

Sonraki yüzyıllarda, hala yaygın olarak kullanılan adıyla “melankoli” kavramı sürekli araştırılmaya devam edildi. Antik toplumun “salgı” teorisi kusurlu ve yanlış olarak görülmeye başlanınca yeni öncü tıbbi ve psikolojik çalışmalar ortaya çıktı.

Aydınlanma Çağı olarak da adlandırılan 18. ve 19. yüzyıllarda depresyon, kalıtsal olarak aktarılan ve değiştirilemeyen bir mizaç zayıflığı olarak görülmeye başlandı. Bunun sonucunda bu durumdaki kişiler dışlanmaya veya kilit altına alınmaya başlanmıştı. Aydınlanma Çağı'nın ikinci yarısında ise doktorlar, durumun kökeninde saldırganlık olduğu fikrini öne sürmeye başlamıştılar. [22]

Artık egzersiz, diyet, müzik ve ilaç gibi tedaviler savunuluyor ve doktorlar hastanın sorunlarını arkadaşları veya bir doktorla konuşmasının önemli olduğunu öne sürüyorlardı.

Yine de birçok doktor bu durumun fiziksel nedenlerini belirlemeye çalışıyordu. Bu dönemdeki tedaviler ise hastayı suya daldırarak boğulmadan durabildiği en uzun süre boyunca tutmak ve beynin içindekileri doğru konumlarına geri getirmek için dönen bir tabure kullanmaktı. İzlenen diğer tedaviler arasında beslenme değişiklikleri, lavman ve kusma vardı. Hatta Benjamin Franklin bu süre zarfında erken bir elektroşok tedavisi geliştirmişti. [23]

Alman doktor Johann Christian Heinroth (1773-1843) bu durumu, hasta içindeki ahlaki çatışmadan kaynaklanan ruhsal rahatsızlık olarak tanımlamış ve depresyonu psikolojik bir durum olarak görmüştü. Daha sonra dönemin birçok bilgili insanı ve doktoru, melankoliyi, rahatsızlıklara bağlı olarak farklı alt gruplara ayırmaya başladı.

Zamanla depresyon terimi daha sık kullanılmaya başlandı ve sonunda modası geçmiş “melankoli” teriminin yerini aldı. Bir Alman psikiyatrist olan Emil Kraepelin (1856-1926) muhtemelen depresyonu kapsayıcı bir terim olarak ilk kullanan ve manik depresyonu ayırt ederek ve bipolar bozukluğu tanımlayan ilk kişiydi. [24]

Bu süre zarfında Sigmund Freud depresyonun kayıptan kaynaklanabileceğini ve standart yastan daha şiddetli bir şekil aldığını öne sürerek depresyon konusunu ele aldı. Objektif kaybın sübjektif kayıpla sonuçlandığını belirterek karmaşık bir teori önerdi. Örnek olarak değerli bir romantik ilişkinin kaybından kaynaklanan depresyonu ele aldı. Depresif kişinin bilinçsizce sevgi nesnesiyle özdeşleştiğini ve kaybın yastan daha derin psikolojik etkileri olduğunu iddia etmişti. [25]

20. yüzyılda felsefe ve psikoloji iç içe geçmişti ve ikisi de depresyon için bir açıklama arıyordu. Depresyon tedavisi ile ilişkili en önde gelenler varoluşçu felsefe ekolleriydi.

Avusturyalı varoluşçu psikiyatrist Viktor Frankl (1905-1997) depresyonu aşırı güçlü bir önemsizlik, yararsızlık ve anlamsızlık duygusuna bağlamıştı. Bu duyguların ürettiği “varoluşsal boşluğun” anlamlı şeylerle doldurulması gerektiğini öne sürüyordu.

Bir başka benzersiz teori Amerikalı varoluşçu psikolog Rollo May'den (1909-1994) gelmişti. Depresyonun “bir gelecek inşa edememe” hissi olduğunu ve bundan muzdarip kişinin “geleceğe doğru şekilde bakamadığını” savunmuştu. Böyle bir durum genellikle anlam eksikliği ile bağlantılıydı.

Psikologların çoğu depresyonun toplumun baskıları ve standartları ile bireyin tam potansiyeline ulaşmak ile doğal ihtiyaçları arasındaki boşluktan kaynaklandığını savunmuştu. Çünkü ne yazık ki  modern dönemde topluma çok yüksek standartlar biçiliyor ve insanlar özellikle de ergenlik dönemlerinde kendilerini bu imkansız standartlara ulaşamayacak durumda buluyorlar.

Kendine acıma, değersizlik ve anlamsızlık duygularının tümü bundan kaynaklanır. Bir anlamda toplumun kendisi de yüksek depresyon oranlarından sorumludur. 1950'lerde Albert Ellis depresyonun irrasyonel “olması gerekenler” ve “zorunluluklar”dan, toplumun imkansız standartlarından ve ihtiyaçlarından kaynaklandığını iddia etmiş, bunun, gereksiz yere kendine acıma hissine ve kendini suçlamaya yol açtığını belirtmişti.

1960'larda ve 1970'lerde depresyonun bilişsel teorileri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bilişsel davranışçı Aaron Beck insanların olumsuz olayları yorumlama biçiminin depresyon belirtilerine katkıda bulunabileceğini öne sürmüştü. Olumsuz otomatik düşüncelerin, olumsuz benlik inançlarının ve bilgi işlemedeki hataların depresif belirtilerin kaynağı olduğunu söylüyordu. Ona göre depresif insanlar olayları otomatik olarak olumsuz şekilde yorumlama ve kendilerini çaresiz, yetersiz görme eğilimindedir. [26]

19. yüzyılın sonlarında şiddetli depresyon için uygulanan tedaviler hastalara yardım etmek için yeterli değildi, hatta hayatlarını karartıyordu. Çaresiz kalan birçok insan "lobotomiye" yani beynin prefrontal lobunu yok etmek için yapılan ameliyatlara yönelmişti. Sakinleştirici etkiye sahip olduğu söylense de lobotomi operasyonları kişilik değişikliklerine, karar verme yeteneği kaybına, muhakeme güçlüğüne, hatta bazen ölüme bile neden oluyordu. [27]

Kafa derisine uygulanan bir elektrik şok olan elektrokonvülsif terapinin (ECT) de kullanıldığı oluyordu.

1950'lerde doktorların isoniazid adı verilen tüberküloz ilacının bazı depresyon hastalarında işe yaradığını fark etmeleri sonrası depresyon tedavisinde önemli bir süreç başlamıştı. Depresyon tedavisi daha önce sadece psikoterapiye odaklanıyordu fakat artık ilaç tedavileri geliştirilmeye başlamıştı. [28]

SİSMOGRAFIN MUCİDİ ve ODOMETRENİN BABASI ZHANG HENG

Yazan: A.Kara

ÇAĞININ ÖTESİNDE BİR ADAM : ZHANG HENG

MS. 78-139 Aralığında yaşamış olan Zhang Heng astronomiye ve depremlere merak duyan biriydi. Nan Yang şehrinde dünyaya gelen adam seçkin bir aileye sahipti ama varlıklı değillerdi. Kumandanlık valisi olan büyükbabası, Zhang 10 yaşındayken ölmüş ve onu annesi ile büyükannesinin bakımına bırakmıştı. [1]

Zhang büyüdüğünde öyle başarılı olmuştu ki MS. 112'de İmparator An'ın altındaki Han sarayında Baş Gökbilimci olarak terfi etmişti. Göksel olayları gözlemleyerek alametleri kaydediyor, takvim hazırlıyor ve hangi günlerin daha uğurlu olacağını bildiriyordu.

Takvimi düzenleyerek mevsimlerle uyumlu hale getirmiş, 54 yaşındayken tarihteki ilk sismografı icat ederek depremleri ölçmeyi başarmış ve bu icadına Toprak Hareket Aleti anlamına gelen Di Dong Yi (Dìdòngyí 地動儀) adını vermişti. Deprem ölçümü konusunda öyle başarılı olmuştu ki icat ettiği makinesi 500 km uzaklıktaki depremin konumunu bile tespit etmişti. Bunların yanı sıra şiir ile ilgilenmiş ve kendinden sonraki yazarlar tarafından onun şiirlerinden övgüyle bahsedilmişti. [2]

DÜNYAYI İNCELEME ÇALIŞMALARI

Doğu Han Hanedanlığına mensup olan Çinli bilgin her ne kadar matematik, astronomi, edebiyat gibi alanlarda eğitim almış olsa da en başarılı olduğu alan coğrafyaydı. [3] İmparatorluk tarihçisi olarak görev aldığı sıralarda coğrafyaya özel bir ilgi duymaktaydı. Çin çok fazla deprem yaşanan bir coğrafyaya sahipti ve halk bu depremlerin öfkeli tanrıların gazabı olduğuna inanıyordu. Zhang bu batıl inançları kabul etmiyordu. Eğer sarsıntılarla ilgili bilimsel kayıtlar tutarsa yaşanacak depremleri tahmin edebilir bu sayede hazır olarak geçirdikleri depremleri daha az can kaybı ile atlatabilirlerdi. İşte bu amacı doğrultusunda adına Di Dong Yi adını verdiği, tarihteki ilk sismografı icat etmişti.

SİSMOGRAF

Zhang'ın icat ettiği bronzdan yapılmış sismograf devasa bir aletti ve yaklaşık iki metre çapındaydı. Bulunduğu döneme göre icat ettiği toprak hareket aletinin çalışma prensibi ve tutarlılığı gerçekten inanılmazdı.

Ortasında yer alan şaftın ucuna 8 adet ince bakır çubuk yerleştirilmişti, diğer uçta bunlara tekamül eden aynı sayıda ejder başı vardı. Her birinin ağzında bakır birer top bulunan bu 8 ejder, pusuladaki 8 ana yönü temsil ediyordu. Her birinin altında ağzı açık şekilde bekleyen kurbağa figürleri bulunuyordu. Eğer bir sarsıntı olursa bunun yaşandığı yönde bulunan ejderhanın ağzındaki bakır top altında bekleyen kurbağanın ağzına düşüyor, bu sırada bir zil çalarak kraliyet yetkililerine haber veriyordu.

Basit bir örnek verecek olursak, Çin'in kuzeydoğusunda bir deprem yaşanırsa kuzeydoğuya bakan ejderhanın ağzındaki bronz top hemen altındaki kurbağanın ağzına düşüyor ve zili çaldırarak sarsıntıyı haber veriyordu.

Bu cihaza dair meşhur bir hikaye vardır. Hikayeye göre MS. 138'de aletin batı yönüne bakan ejderin ağzındaki top düşer. Adam bu durumu imparatora rapor eder fakat iki gün boyunca başka hiçbir şey yaşanmaz ve imparatora yeni rapor gitmez. Bunun üzerine Zhang'ın aletinin çalışmadığını, işe yaramadığını düşünenler olur. Fakat at sırtındaki haberciler gelip 500 km batıda şiddetli bir deprem olduğunu bildirince icadının düzgün çalıştığı ortaya çıkar. [4]

YILDIZLARI GÖZLEMLEMESİ

Astronomiye meraklı olan Zhang sürekli gökyüzünü gözlemliyordu ve bu sayede ay ışığının görünmesinin güneşten kaynaklandığını fark etmişti. Ayrıca ay tutulmasının dünyanın gölgesinin ay yüzeyine düşmesi ile gerçekleştiğini söylemişti.

Oldukça detaylı bir gökyüzü haritası çıkarmıştı. Yunan astronom Hipparkos'un yıldız fihristinden 850, Batlamyus'un (Klaudios Ptolemaios) yıldız fihristinden binlerce fazla yıldız içeren bir gökyüzü gece haritası çizmişti. Gökyüzünün gece haritasını oldukça detaylı şekilde çıkardığı çalışmasında 124 takımyıldızı, 2500 "parlak" yıldız tespit etmişti. Çok küçük yıldızların varlığı ile birlikte tahminen 11.520 yıldız var olduğunu söylemişti. [5]

Astronomi alanında Lin Xian gibi birçok kitap yazmıştı. Hun-i-chu adlı eserinde gökyüzünün bir tavuk yumurtası gibi olduğunu yazmıştı. Yunan düşünürler, örneğin Anaksimandros, Anaksimendres gibi Zhang de dünyanın küre biçiminde, evrenin merkezinde olduğuna inanıyordu. Yaylı tüfeğin misketi kadar yuvarlaktır dediği dünyanın tıpkı yumurtanın sarısı gibi tek başına ve evrenin merkezinde olduğunu belirtmiştir. Ona göre gökyüzü çok büyük, dünya ise oldukça küçüktür. [6]

Bu dünya görüşünden dolayı dünyanın 3 boyutlu maketini, su gücüyle dönen göksel bir küre yapmıştı. Bu küre yılda bir kez dönüşünü tamamlayarak ve yıldızların konumlarının nasıl değiştiğini gösteriyordu.

Pİ SAYISI

Matematik alanındaki uğraşları ile kendinden önceki Çinli bilim insanlarının Pi formülünü geliştirmişti. MS. 130'da gökküre ile dünyanın çapını birbirleri ile kıyaslamış, göksel daireyi 736, dünyayı ise 232 olarak ele almış, bu oranlama sonucunda Çinlilerin yıllar boyunca 3 olarak hesapladıkları Pi sayısını 3,1724 olarak yenilemişti. Daha sonraki hesaplamalarında günümüzdeki pi değerine (3.142) daha yakın olan 3,162 sayısına ulaşmıştı.

Çağının dört büyük ressamından biri olarak kabul edilen adam aynı zamanda bisiklet, araba gibi araçların gittiği mesafeyi ölçmeye yarayan ilk tutarlı odometreyi de icat etmişti. [7][6]

EBERS TIP PAPİRÜSÜ

Hazırlayan: A.Kara

EBERS PAPİRÜSÜ

Ebers Papirüsü, Mısır tıp tarihinin en eski ve en kapsamlı kayıtlarından biri olarak kabul edilir. Antik Mısır'ın tıp dünyasına bir pencere açarak hem bilimsel (rasyonel yöntemler) hem de büyü içeren dini (irrasyonel yöntemler) metotların karışımını yansıtır. Neredeyse beş kez kapsamlı bir şekilde incelenmiş ve yeniden çevrilmiştir. Eski Mısır'ın M.Ö.14-16. yüzyıllarının kültürel yapısına dair çok fazla fikir verdiği için önem kazanmıştır.

Ebers papirüsü hastalıklar ve yaralanmalar için 842'den fazla tedavi içeren eski bir tıbbi belgedir. Bu metinler özellikle kalp, solunum sistemi ve diyabet odaklıdır.

Bu papirüs 21 metre uzunluğunda ve 30 cm genişliğindedir. 22 satıra bölünmüştür. Adını ünlü Mısırbilimci Georg Ebers'dan almıştır. Bu papirüsün MÖ 1550-1536 yılları arasında, I. Amenopis döneminde hazırlandığı tahmin edilmektedir. Şu anda Almanya'da Leipzig Üniversite'sinin kütüphanesinde bulunmaktadır.

Ebers Papirüsleri pek çok tıbbi bilgiyi kapsıyor olsa da bu tedavilerin nasıl keşfedildiğine dair sadece bir avuç belge bulunmaktadır. Georg Ebers tarafından satın alınmadan önce Teb'in Tıbbi Assasif Papirüsü olarak biliniyordu. Georg Ebers'in eline nasıl geçtiğinin hikayesi ise, papirüsün bahsettiği tıbbi ve ruhsal tedaviler kadar harikadır.

Efsaneye göre 1872'de Georg Ebers ve zengin yardımcısı Herr Gunther,  Luksor'da (Teb) nadir bulunan bir koleksiyon mağazasına adım attı. Mağaza sahibi Edwin Smith adlı bir koleksiyoncuydu. Mısırbilim camiasında dolaşan söylenti Ebers'in bu papirüsü esrarengiz bir şekilde elde ettiği yönündeydi.

Ebers ve Gunther geldiğinde Smith onlara mumya bezine sarılı tıbbi metinler içeren bir papirüs sundu. Bu papirüsün Nekropolis'in El-Assasif semtinde, bir mumyanın bacakları arasında bulunduğundan bahsetti. Ebers ve Gunther bu papirüsü satın aldı ve ilk olarak 1875'te Faksimile adıyla yayınladı.

Ebers, bu tıbbi bilgiler içeren papirüsleri çoğaltarak hiyerogliflerin İngilizce ve Latince'ye çevirileri de dahil olmak üzere iki farklı cilt renkli fotoğraf ile yayınladı. Yayınlanmasından kısa bir süre sonra, 1890'da Joachim bunların Almanca çevirisini çıkardı ve ardından 1917'de H. Wreszinski tarafından rahip sınıfına ait metinlerin hiyerogliflere çevirisi yapıldı.

Papirüsler 4 kez daha farklı bilim insanları tarafından İngilizceye çevrildi. İlk çeviriyi 1905'te Carl Von Klein, ikinciyi 1930'da Cyril P. Byron, üçüncüyü 1937'de Bendiz Ebbel, dördüncü ve son çeviriyi doktor ve bilim insanı Paul Ghalioungui'ni yaptı. Tüm bu çeviriler sayesinde antik Mısır'ı anlamak biraz daha kolaylaştı.

Antik Mısır'da tıbbın iki kategoriye ayrıldığını, birinin bilimsel, akılcı yöntemler, diğerinin ise muska, büyü, mısır tanrılarına yazılmış büyülü sözler gibi dini-büyülü inançlara yönelme olduğunu belirtmiştim. Toplumda sihir, din ve tıbbi sağlık yöntemleri arasında güçlü bir ilişki vardı. Bakteri, virüs gibi kavramlar yoktu, bunların boşluğunu tanrıların kin ve öfkesine olan inanç doğuruyordu. Hastalığın temel nedeni bu sayılıyordu.

Ebers Papirüsü MÖ 16. yüzyıla (MÖ 1550-1536) tarihlendirilse de, metnin MÖ 1995-1775 aralığındaki 12. Mısır Hanedanlığı'na tarihlenen daha eski kaynaklardan kopyalandığına dair dil bilgisel kanıtlar bulunmaktadır. Ebers Papirüsü, hiyerogliflerin kısaltılarak el yazısı ile yazıldığı hiyeratik biçiminde yazılmıştır. Kırmızı mürekkeple yazılmış 877 bölüm başlığı bulunur ve kalan kısımları siyah ile yazılmış metinleri içerir.

1 den 110'a kadar numaralandırılmış olan Papirüs 108 sütun içerir. Her sütun ise 20 ila 22 satırlık metin içerir. Papirüs metni I.Amenophis dokuzuncu yılında yazıldığını gösteren bir takvimle sona erdiği için, MÖ 1536'da yazılmış olması da muhtemel.

Papirüs, anatomi, fizyoloji, toksikoloji, büyüler ve diyabetle nasıl başa çıkılacağı hakkında pek çok bilgi barındırır. Ek olarak hayvan kaynaklı hastalıkların, bitki kaynaklı tahrişlerin ve mineral toksinlerin nasıl tedavi edileceğinden de bahseder.

Metinlerden görülen o ki dönem insanları lapa, krem ve çeşitli yollarla hastalıkları tedavi etmeye odaklanmışlar. 842 sayfada bitkisel ilaçlar ve bunların reçeteleri yazılmıştır. Bunlar farklı rahatsızlıklar için kullanılabilecek 328 karışımdan bahseder. Bununla birlikte bu karışımların yönergeleri yazılmadan önce test edilip edilmediğine dair neredeyse hiç kanıt yoktur. Ayrıca söz konusu karışımların tanrılarla ilişkili belirli bileşenlerden oluşmuş olabileceğine dair spekülasyonlar var.

Arkeolojik, tarihsel ve tıbbi kanıtlar antik Mısırlı şifacıların hastalarını bilimsel yöntemlerle tedavi etmek için bilgi ve beceriye sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ancak rasyonel yöntemlerin yanında büyülü-dini uygulamaları dahil etme ihtiyacının da var olduğu görülmektedir. Bu belki de kültürel bir gereklilikti. Bilimsel yöntemler işe yaramadığında şifacıları uyguladıkları tedavinin neden işe yaramadığını açıklamak için dine-maneviyata güveniyorlardı. Soğuk algınlığı için uygulanan, günümüzce oldukça komik olarak algılanacak sözler içeren bir şifa büyüsünün çevirisi buna güzel bir örnektir:

"Dışarı ak, kokuşmuş burun, dışarı ak, burnu kokuşmuşun oğlu! Kemikleri kıran, kafatasını yok eden ve kafanın yedi deliğini hasta eden sizler dışarı akın!" (Ebers Papirüsü, 763.satır)

Mısırlılar, kalp ve kardiyovasküler sisteme de önem veriyorlardı. Çünkü kan, gözyaşı, idrar ve meni gibi vücut sıvılarının düzenlenmesinden ve geçişinden kalbin sorumlu olduğuna inanıyorlardı. Ebers Papirüsü, insan vücudunun her yerine bağlanmış kan sağlayıcıları ve damarları kapsayan “kalpler kitabı” adı verilen tam bir bölüm içerir. Ayrıca kalbi etkileyen depresyon ve bunama gibi zihinsel rahatsızlıkları da listeler.
Şaşırtıcı gelebilir ama Ebers Papirüs'ü ayrıca doğum kontrolü, gebelik teşhisi, jinekoloji, gastrit, parazitler, cilt problemleri, göz problemleri, kanserli tümörlerin cerrahi tedavisi ve kemik yerleşimi gibi konularla ilgili çeşitli bölümleri de içeriyor.

Birçok hastalığı tanımlayan papirüsün bir bölümü akademisyenlere göre diyabetin tespitini anlatmakta. Bendix Ebbell gibi bilim insanları Ebers Papirüsünün 19. başlığındaki semptomların diyabet ile paralellik gösterdiğine inanıyorlar. İlgili Ebers metninin tercümesi şöyledir:

"Varlığının merkezinde hasta olan birini incelerseniz ve bedeni hastalıktan sınırlarına kadar küçülmüşse; Eğer onu muayene etmezseniz ve vücudunda, kaburgalarının yüzeyi dışında hap gibi olan bir hastalık bulursanız o zaman evinizde hastalığa karşı (büyülü sözler) bunu okumalısınız; daha sonra onu tedavi etmek için gerekli malzemeleri de hazırlamalısınız: Elephantine'in kan taşı, toprak, kırmızı tahıl ve keçiboynuzunu yağ ve balda pişirin. Susuzluğunu bastırmak ve ölümcül hastalığını iyileştirmek için dördüncü sabah bunları yemelidir." (Ebers Papirüsü, 197.Başlık, 39.Sütun, 7.Satır)

Papirüsteki metinlerde yazan birkaç tedaviye daha bakalım.

Doğum kontrolünü sağlamak için hurma, akasya ve bal karışımını bir yüne sürerek bunu rahim ağzına yerleştirmek; ki günümüzde benzeri sayılabilecek yöntemler vardır.

Gine kurdu hastalığının tedavisi şöyle yazılmış:
"Solucanın çıkan ucunu bir çubuğun etrafına sarın ve yavaşça dışarı çekin." 3,500 yıl sonra bile bu rahatsızlık aynı şekilde tedavi ediliyor.

Ebers Papirüsünden bazı bölümler bazen bir büyülü şiir olarak okunsa da, modern tıp metinlerine benzeyen ilk teşhis girişimlerini de içerdiği açıktır. Ebers Papirüsü gibi diğer birçok papirüs metni teorik dualar olarak değil eski Mısırlıların kültürü ve zamanıyla ilgili pratik rehberler olarak görülmelidir. Neticede bu metinler insanların acı çekmesine tanrıların neden olduğu düşünülen bir dönemde, hastalık ve yaralanmaların tıbbi tedavileri olarak yazılmıştı.

Bu ve benzeri çeşitli belgeler olmasaydı bilim insanları ve tarihçiler yalnızca mumyalara, sanat eserlerine ve mezar kalıntılarına sahip olacaklardı. Fakat belgeye dair bazı şüpheler de var.

Bu şüphelerden biri hatalı çeviri ihtimalidir. Keşfedildiği günden bu yana Ebers Papirüsünü tercüme etme girişimleri göz önüne alındığında, yazıların çoğunun her çevirmenin önyargısı nedeniyle yanlış yorumlanmış olabileceğinden şüphelenenler de vardır.

Bununla birlikte, antik Mısır şifacılarının çok yetkin olduğuna dair daha fazla kanıt ortaya çıkarmak için Mısır mumyaları üzerinde anatomik ve radyolojik çalışmalar yapılmıştır. Bu çalışmalar antik Mısır cerrahlarının ameliyat ve amputasyona, yani uzuv kesmeye yatkın olduğunu doğrulayan iyileşmiş kırıklar ve uzuvlar ortaya çıkardı. Ayrıca Mısırlıların ayak başparmakları için yaptıkları antik protezler onların bu konuda ile de uğraşmış, kendilerini farklı alanlarda gelişmiş olduklarını ortaya çıkardı. Sandalete benzeyen bu başparmak protezlerinin amacı belliydi, genetik olarak yada bir kaza sonucu ayak parmağı olmayan kişilerin yürümesini sağlamak.

[Üçüncü Ara dönemden (yaklaşık MÖ 1070-664) bir mumyanın dibinde bulunan kartonajdan* yapılmış protez ayak parmağının ahşaptan yapılmış kopyası.]

Mumyalardan alınan doku, kemik, saç ve diş örnekleri, dokubilimi (histoloji), bağışıklık göze kimyası (immünsitokimya) testleri ile incelenmiş, ayrıca antikor-enzim bağlantısını incelemeyi amaçlayan ELISA** testine tabi tutulmuş ve DNA analizleri yapılmıştır. Bu testler, mumyalanmış bireyleri etkileyen bazı hastalıkların belirlenmesine yardımcı oldu. Kısa süre sonra keşfedilen şey şu oldu; Mezardan çıkarılan mumyalarda bulunan bazı hastalıklar, papirüslerin tıbbi metinlerinde listelenen ilaçlarla tedavi edilebilmişti. Bu durum Ebers Papirüsü gibi metinlerde listelenen tüm ilaçların olmasa da en azından bazılarının etkili olabildiğini kanıtlamış oldu.

Böylece Ebers Papirüsü gibi tıbbi papirüsler, Mısır tıp biliminin kökenlerine dair kanıtlar sağlamış oldu. Onların sahip olduğu işe yarayan yada yaradığı zannedilen tüm bu bilgiler nesilden nesile aktarılıyordu.

Ebers Papirüsünün ve var olan diğer birçoklarının daha ileri düzeyde incelenmesi, bilim insanlarının eski Mısırlıların erken tıbbi bilgilerindeki maneviyat ile bilim ilişkisini fark etmelerine, detaylandırmalarına olanak tanıyacağı gibi geçmişte bilinen ve nesiller boyunca aktarılarak devam eden bilgilerin anlaşılmasını sağlar. Neticede her şeyin 21. yüzyılda yaratıldığını ve daha önce benzer alanda hiçbir uğraş verilmediğini varsaymak mantıksız olurdu; ki arkeolojik keşifler de zaten bunu gösteriyor.

Zaten sizlerin de bildiği üzere kocakarı ilacı dediğimiz her tedavi yöntemi tamamen bilimdışı değildir. Bunlar içinde bulunulan dönemin şifa arayışlarının sonucudur. O yüzden bazı istisnalar dışında eski insanların tıbbi ilaçlarını görmezden gelmek pek mantıklı değildir. İçinde bulunduğumuz dönemde en kötü hastalıkların bile birçoğu tedavi edilebiliyor. Ancak tedavi edemediklerimiz de var. Üstelik uyguladığımız bilimsel yöntemler 21. yüzyılda yaşayan insanlar için harika olarak görünse de 45. yüzyılda yaşayacak olanlar muhtemelen geriye dönüp baktığında bizim bugünkü yöntemlerimizi çok basit bulacaktır.

Bir düşünsenize 2000 yıl sonra günümüz tıbbı hakkında şöyle bir açıklama yapılıyor:

"Keşke 21.yy insanları dalak ve apandisin vücudun en önemli parçaları olduğunu bilselerdi. O zaman onları acemi tıpçılar olarak görmezdik."

NOTLAR
*Kartonaj, Mısır'da mumyaların maske ve tabutlarının yapıldığı, tutkallı keten veya papirüsten oluşan malzemedir.
**ELISA, Enzyme-Linked ImmunoSorbent Assay testinin İngilizce kısaltmasıdır. Antijen-antikor ilişkisini, antikora bağlanmış bir enzimin aktivitesini araştırmak temeline dayanan kantitatif ölçüm yöntemidir.