HABERLER
Dini Haber
Bilimsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Bilimsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

İÇGÜDÜ VE AKIL

Yazan: Kirpi

İÇGÜDÜ VE AKIL

Deniz kaplumbağaları tüm hayatları boyunca genellikle suda bulunurlar. Dişi deniz kaplumbağası yalnızca yumurtlama döneminde kumsallara çıkar. Yumurtadan çıkan kaplumbağaların ilk işi denize doğru ilerlemek ve kendini bir an önce suya atmak olur. Peki kıyıda yumurtadan çıkan yavru kaplumbağalar denize doğru gitmeleri gerektiğini nerden anlıyorlar? Bilim insanları buna iç güdü diyorlar. Peki nedir içgüdü? Bu yazıda içgüdü ve aklın bilimsel tariflerini anlatarak sizleri yormayacağım. Genellikle bu iki kavramın felsefi yönlerini ele alacağım. Öncelikle şunu söylemem gerekir ki ben içgüdü ve aklı aynı şey olarak kabul ediyorum. Bunun nedenlerini biraz sonra açıklayacağım.

Türk dil kurumunun (TDK) içgüdü için yaptığı açıklama şu şekildedir:

- Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranış, insiyak, sevkitabii

- Organizmayı o türe özgü olan bir amaca ulaşmaya sürükleyen davranış eğilimi


Açıklamada kullanılan “akıl ve düşünceden bağımsız olarak” ifadesi yanlıştır. Genellikle bu tarz izahlar yüzünden insanlar aklın ve içgüdünün farklı şeyler olduğunu zannediyorlar. Peki bu neden yanlış? Çok basit. İnsanlar kendi türlerine (yani etrafında bulunan insanlara) bakarak akıl ve düşünce diye tabir ettikleri şeyin tüm canlılarda yalnızca kendilerinde bulunduğu şekilde bulunması gerektiğini düşünüyorlar. Bu yüzden insanlar deniz kaplumbağasının yavrusunun yumurtadan çıktıktan hemen sonra denize doğru gitmesinin akılla verilen bir karar olmadığını aksine bunun içgüdüsel bir şey olduğunu düşünüyorlar. Doğru ya bir kaplumbağa denizde dolaşırken balıkçının av için bıraktığı yemin tuzak olduğunu anlamayarak balık toruna yakalanıyorsa onda akıl ne arar. Tıpkı kolay yoldan zengin olmak için parasını saadet zincirine yatıran insanlar gibi. Saadet zincirine inanmayan insanlarda var diyorsanız o zaman balıkçı toruna yakalanmayan kaplumbağalarda var derim. Mesele şu ki insanlar kendilerinin daha üstün olduğuna inanmak için hayvanların yaptıklarına iç güdü kendi yaptıklarınaysa akıl diyorlar. Esasında bunların her ikisi de aynı şey. Fark yalnızca içgüdü ve akıl dediğimiz şeyin işleyişi kısmındadır. Bu farklılığı yaratan en önde nedenler çevresel faktörler ve türüne göre gelişim sürecidir. Bunu daha iyi anlamanız için kendi hayatınız boyu yaptığınız her şeyi her hangi bir hayvan dediğimiz farklı türden olan canlının yaptıklarıyla kıyaslayın. Örneğin bizler yani insanlar yaşamımız boyunca 3 ana yoldan yürürüz. 1-Beslenme 2- Hayatta kalma 3-Üreme Bunu yapmayan her hangi bir canlı türü biliyor musunuz? Tabi ki hayır. Tüm canlılar bu 3 şeyi bire bir yada dolaylı yollarla kendi yaşamları boyunca yapıyorlar. Fakat bazı sivri akıllı arkadaşlarımız bir takım örnekler vererek insanı diğer tüm canlılardan farklı yapan bir şeyin olduğunu iddia ediyorlar. Söyledikleri argümanların zaten saydığımız 3 esas kolun birer parçaları olduğunu ise unutuyorlar. Şimdi o örneklerden bir kaçına hep birlikte bakalım.

1. Örnek: İnsanlar Hayvanlardan Farklı Olarak Konuşabiliyor

Sıradan bir örnek fakat bazı kesimler bu örneği insanla hayvanları ayırt eden en net argüman hesap ediyorlar. “Hayvanlar koklaşa koklaşa insanlar konuşa konuşa anlaşır” atasözü boşuna söylenmemiş. Argümanın yanlış yahut doğru olduğunu eleştirmeden önce önemli bir şeyi dikkatinize sunmak isterim. Öncelikle insan türünün bilimsel sınıflandırılması nasıldır ona bakalım.

İnsanın bilimsel sınıflandırması:
  • Âlem: Animalia
  • Şube: Chordata
  • Sınıf: Mammalia
  • Takım: Primates
  • Alt takım: Haplorhini
  • İnfra takım: Simiiformes
  • Familya: Hominidae
  • Alt familya: Homininae
  • Oymak: Hominini
  • Cins: Homo

Yani insanların hayvanlar aleminin bir parçası olarak memeliler sınıfına ait olması nedeniyle insanları ayırt etmek için kullanılan her türlü örnek bizzat hayvanlar aleminin kendisine aittir. Bu örnekler farklı türlerin farklı evrim süreçlerinde edindikleri bir takım becerilere verilen isimlerdir. Hayvan ve insan ayrımı yapmak bilimsel olarak bir hata olsa da bu yazımda öne sürülen örnekleri tek tek ele alacağız. 

Lafı fazla uzatmadan konumuza dönecek olursak insanın konuşabilmesi onun hayvanlardan daha üstün olması yahut hayvanda olmayan akla sahip olması anlamına gelmez. Bir yunusun yahut bir maymunun çıkardığı seslerin aslında onların konuştuğu diller olmadığının kanıtı nedir? İlla senin yahut benim gibi birbiriyle karşılaştığında selam vermesi, naber-nasılsın demesi mi gerek?
Yer yüzünde farklı dilleri konuşan milyonlarca insan var. Neden konuşma dediğimiz eylemin bir tek bizim çıkardığımız seslerden ibaret olduğunu düşünelim ki? Türkçe bilmeyen bir İngilizin önünde saatlerce konuşursak onun bizim söylediklerimizi anlama oranı bir kedinin miyavlamasını anlayacağı kadardır. O zaman bir kuşun bize bakarak ötmesi bir Türkün kendi dilinde bir İngiliz'e bir şeyler anlatmaya çalışmasından farkı ne? Aslında hiç bir şey sadece kendisine hayvan denilince bunu hakaret olarak kabul eden insanlar kendilerini üstün ırk yapmak için “konuşmayı yalnızca biz beceriyoruz” diye yalanlar uydurup kendilerini avutuyorlar. Kendisinden zayıf olan ve ona bir şeyler anlatabilmek için sürekli miyavlayan yahut havlayan kedi köpekleri öldürerek susturabilme yetkisini de üstün ırklarının temel hakları ilan etmeyi unutmamışlar. Kim bilir belki sokak köpekleri de insanların konuşmasından rahatsız olup onları sustura bilmek için saldırıyordur, olamaz mı?

Peki konuşabilme becerisi bir ayrıcalık mı? Konuşma eyleminin nasıl ortaya çıktığı hala kesin olarak bilinmiyor. Fakat bazı teoriler vardır. Dilleri dolayısıyla konuşma tarihimizi iki döneme bölebiliriz:
  1. İşaretleşme dönemi
  2. Yazı dönemi (sözel iletişim)

İnsanların yazılı iletişim döneminin genellikle yerleşik toplumların oluşmasıyla ortaya çıktığı düşünülüyor. Avcı ve toplayıcı topluluklarda (ilk insansı türlerde) genellikle işaret yöntemiyle konuşuluyordu. Nitekim günümüzde bile konuşurken kendimizi el kol hareketleri ve mimiklerimizle ifade etme yöntemi o dönemlerden kalan içgüdülerdir diyebiliriz. Dini kesim insanların konuşmasının Tanrı tarafından verilen bir şey olduğunu düşünüyor. Örneğin Rahman suresi 4. ayet.
Bu yüzden konuşmanın insanları diğer tüm canlılardan ayırt eden ve onu Tanrı katında özelleştiren bir şey olduğu kanısındalar. Tanrı insanlarla konuşarak kendini ifade ediyor ve harflerden oluşan kutsal kitaplar gönderiyor. Peki ya hayvanlar?
Ben insanların konuşmaya çevresinde olup bitenleri sesli olarak yansıtma yaparak başladıklarını düşünüyorum. Nitekim modern dillere baktığımızda bu sesli yansıtmayı tasdikleyen fosil kelimelerin hala yaşadığını görüyoruz. Örneğin İngilizcede var olan boom, bang gibi kelimeler. Bu kelimeler duyulan gürültülerin sesli yansımalarıdır. 

Örneğin sizin bir çocuğunuz oluyor ve çocuğunuzun ilk sözü anne oluyor. Peki anneyi neden İngilizce yahut Almanca değil de Türkçe söylüyor? Çünkü onun çevresinde konuşulan dil Türkçe ve duyduğu Türkçe sesleri yansıtmaya yani taklit etmeye çalışıyor. Nitekim taklit yöntemiyle insanlarla konuşan hayvanlar dahi olmuştur.

1971 yılında San Francisco Hayvanat Bahçesi'nde doğan Koko isimli bir goril Amerikan İşaret Dilinin (ASL) değiştirilmiş bir versiyonundan birçok el işareti öğrenerek insanlarla iletişim kurabiliyordu. Hatta bu goril bir yavru kediyi evcilleştirerek ona isim bile vermişti. Eğitmeni ve bakıcısı Francine Patterson Koko'nun "Goril İşaret Dili" (İngilizce: Gorilla Sign Language=GSL) olarak adlandırdığı 1000'den fazla işaretten oluşan aktif bir kelime dağarcığına sahip olduğunu söylemişti. Bu kadar kelime bilen bir goril 3 yaşında bir çocukla aynı konuşma düzeyine sahip demektir. Koko'nun çevresinde küçük yaşlardan itibaren İngilizce konuşulduğu için işaretlere ek olarak yaklaşık 2.000 İngilizce kelime anlayabiliyordu.

Dolayısıyla konuşma bir tek bizim yaptığımız şekilden ibaret değil, tüm canlılar kendi evrim süreçlerinde kendilerine has olan iletişim becerisi kazanmıştır. İnsanlarınki bu iletişim şekillerinden sadece birisidir. Bu yüzden konuşma örneği hayvanları içgüdü, insanları akıl sahibi olarak ayırmamız için yeterli değildir.

2. Örnek: İnsanlar Hayvanlardan Farklı Olarak Sanat Yapabiliyor ve Zevke Sahip.

Şimdi sizlere resim yapan bir kaç hayvan fotoğrafı göstereceğim. Bu fotoğraflara bakıp düşünmenizi istiyorum.


İlk bakışta “bu ne ya, böyle resim mi olur!” dediğinizi duyar gibiyim. Bunu söylemenizdeki neden resmin yalnızca sizin anladığınız ve sizin hoşunuza gidecek tarzda olması gerektiği önyargısıyla yaklaşmanızdan kaynaklıdır. Örneğin siz bir resim galerisine giderek hoşunuza giden bir resim alıyorsunuz. Fakat sizden önce o resme bakarak beğenmediği yada anlamsız bulduğu için satın almayan insanların olduğunu hiç düşündünüz mü? O zaman neden bir maymun yahut bir fil sizin hoşunuza gidecek resim çizmek zorunda olsun ki? Ya bu fotoğraftaki hayvanların çizdikleri resimleri anlayacak kadar gelişmediysen, yada onların gözüyle bakamıyorsan? Sonuçta senin anlamsız dediğin resimlere binlerce lira para veren insanlar var. Size çok basit bir örnek daha vereyim.
Sevdiği kadını etkilemek için hoşuna giden bir müzisyenin yaptığı aşk şarkısını söyleyen herhangi bir erkek de aslında o şarkıcıyı taklit ediyor değil mi? Peki kendi dişi türünü etkilemek için duyduğu tüm sesleri taklit eden Lir kuşunun insandan farkı ne? Kuşlar insanlar gibi şarkı bestesi yapamıyor diyorsanız yanılıyorsunuz. Şu resme iyi bakın.


1 numaralı görsel kuş melodilerinin zamana bağlı frekans değişimini göstermektedir. 2 numara kuşun melodilerinin notaya dökülmüş halidir. 3 ve 4 numaraysa insanlara ait bestelerdir.

Lir kuşu da duyduğu sesleri taklit ederken zaten bir nevi o duyduğu sesleri kendi enstrümanıyla notalara dökmüş oluyor, tıpkı insanlar gibi. Zaten müzisyenlerde yaptıkları tüm müziklerini notaları farklı kombinasyonlarda kullanarak oluşturdukları farklı dizilimler sonucu ortaya çıkarmıyor mu?

Örneğin sivrisineklerin vızıltısı sizi rahatsız edebilir fakat bir dişi sivrisineğin çıkardığı ses bir erkek sivrisinek için aşk şarkısı gibi bir şey. Önemli olan kimin hangi şekilde algıladığıdır.

Bir başka müzik yapan hayvansa Manakin kuşlarıdır. Tırtıklı, tarak benzeri tüylere sahip bu kuş kanatlarını bir sinekkuşundan bile daha hızlı titreştirerek kemana benzer bir müzik sesi çıkarır. Manakin'in kanatlarında diğer kuşlarda bulunmayan, müzik yapmaya yarayan kemikler vardır.

Dolayısıyla bizim hayvan ve insan diye ayırdığımız tüm canlılar kendi beden yapıları ve evrimsel süreçlerinde edindikleri beceriler sayesinde seslerden ve renklerden ibaret olan, sanat dediğimiz şeyi yapabiliyorlar. Yaptıkları sanatın sonunda ödül olarak bir dişiyle çiftleşmek varsa emin olun yaptıkları sanattan zevk te alabiliyorlar. Nitekim biz insanlar da sanatı ya birilerini etkilemek yada maddi anlamda hayatımızı sürdürebilmek için yapmıyor muyuz?.

3. Örnek: Hayvanlarda Duygu Yok

Dindar insanların genellikle duygu ile kast ettikleri şey, hayvanların insanlar gibi dini inanca sahip olamayacağıdır. Enteresan olan şu ki bunu Müslümanlar da iddia ediyor. Fakat her ne hikmetse secde yapan kuş, Kur'an'a basmayan kedi, Allah diyen aslan videolarını mucize diye paylaşmayı da ihmal etmiyorlar.
Gelelim asıl anlamıyla var olan duygunun hayvanlarda olup olamayacağına. Duyguya bir örnek olarak intikamı gösterebiliriz. Birisi bize kötü bir şey yaptığında ondan intikam alma duygusuyla yanıp tutuşuruz değil mi? Hatta tek bir kişinin intikam duygusu yüzünden koca devletler savaşlar dahi yapmıştır. Şimdi sizlere kısas duygusuyla ordu toplayıp savaş yapan hayvanları, hatta bu hayvan savaşının Türkiye'de yapıldığının tarihini anlatacağım.

Kuşların İlk Dünya Harbi 
 

Olay 1934 yılında Aydın, Trakya ve Bursa'yı da kapsayan geniş bir arazide gerçekleşmiş. Bursa'nın Orhangazi ilçesinde 6 kartal bir leylek yuvasına saldırıyor. Anne ve baba leylek te dahil tüm yavrularını öldürüyorlar. Bu olaydan bir kaç gün sonra kartallar saldırmak için yeni leylek yuvaları aramaya başlıyorlar. Fakat buldukları yuvaların hepsi boş durumunda. Çünkü leylekler bir gün önceden yavrularını korunaklı bir bölgeye taşımıştılar.
Fakat asıl ilginç olan kısmı çok başka. İnsanların savaş zamanı devletin her bölgesinden kendi rızasıyla orduya katılması gibi Türkiye'nin dört bir tarafından leylekler Orhangazi'ye gelmeye başlamıştı. Büyük bir kalabalık şeklinde kartalları aramaya başlayan leylekler sonunda onları bulup kanlı bir savaşa girişmişler. Bu savaş öyle bir merak uyandırmış ki çevre halkı yaralanmış leylekleri tedavi edip yeniden savaşa gönderiyordu. Bunun yanı sıra leyleklere yardım için av tüfekleriyle bir kaç kartalı dahi vurmuşlar. 18 Ağustos 1934 yılında The Times'ın İstanbul muhabirinin haberine göre çevre halkı dönemin Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’ya haber göndererek savaşa müdahale etmelerini rica etmişler.

1934 yılının gazete kupürlerinde bu olay şöyle anlatılmış:
Üç gündür süren leylek ve kartallar savaşında bugün leylekler üstün duruma geldiğinden leylekler yuvalarına gelip yavruları ile meşgul olmuşlardır. Aldıkları yaralarla yuvalarına gelen leylekler ölen yavruları yuvadan atmışlar sonra dönüp tekrar savaşa gitmişlerdir. Halk yavru leylekleri gözetip kolluyor. Menderes yakınında çalışan çiftçiler 2000 kadar leyleğin takviye birlik olarak savaşa geldiğini bildirmişlerdir.

Savaşın sonucunda 29 leylek ve 33 kartal hayatını kaybetmiş ve savaş leyleklerin kazanmasıyla sonuçlanmıştı.

Aklı ve duyguları yok dediğimiz hayvanlar yavrularının öldürülmesi nedeniyle ordu toplarcasına organize olarak savaşa tutuşabilir mi? Leyleklerin eğer savaşmazlarsa kartalların geri kalan yavrulara da zarar vereceğini düşünmesi gerçeklik değilse nedir? Soruyorum sizlere; Çocuğunu öldüren insan anne ve babalar mı akıllı yoksa ölmüş yavrusu için ordu toplayıp savaş yapan leylekler mi?

Sonuç olarak insana özgü dediğimiz her şeyin karşılığı diğer tüm canlılarda dolaylı yahut birebir aynısı olarak mevcuttur. Zira insanın kendisi hayvanlar aleminin bir parçası olduğu için sizin "insana has" dediğiniz her türlü beceri aynı zamanda hayvanlar aleminin bir parçası olmuş oluyor. Fakat insan türünün yaptığı şeyleri göstererek başka canlılar bunu yapamıyor, onun için tek akıllı biziz diyemeyiz. Zira her türün kendine özgü bir evrim süreci vardır. Siz buna ister içgüdü deyin ister akıl. Sonuçta hem içgüdü hem de akıl canlıların hayatta kalma, beslenme ve üremesi için gerekli olan unsurların ve bu çabalarının birleşmiş halidir.

KUSURSUZ TASARIM VE HASSAS AYAR

Yazan: Kirpi

KUSURSUZ TASARIM VE HASSAS AYAR

Uyarı: Bu yazıda yer alan tüm fikirler benim kendi mantığıma dayalıdır. Katılmak zorunda değilsiniz. Benim düşüncelerim Din ve Mitoloji sitesinin yahut Ateistlerin genel görüşünü ifade etmemektedir. 

İnançlı insanlar, dini inancı olmayan insanlarla tartışmalarında hep muhteşem tasarım, hassas ayar gibi argümanlar getiriyorlar. Eleştirel düşünmüyorlar. Bunun nedeni de çocukluklarından beri iliklerine kadar işlemiş cehennem korkusudur. Zaten karşılarında  “Allah vardır” diyen bir insan  varsa eleştirmek dahi ebedi cehenneme gidiş bileti almak anlamına geliyor. Şimdi kusursuz tasarım ve hassas ayar konusunu ele alalım.  

Muhteşem tasarım

Bazı Müslümanlar şöyle der: “İnsan bildikleri şeyler üzerinden kıyas yaparak yeni şeyler anlar”  Aslında bu cümle bile tek başına muhteşem tasarım hipotezini çürütmüş oluyor. Peki nasıl? Şimdi öncelikle bu söylemi matematiksel bir düzeye getirelim.

“İnsan bildikleri şeyler üzerinden kıyas yaparak yeni şeyler anlar”  

Burada insanların bildikleri şeylere – x  ve yeni anlayacağı şeylere de –y diyelim.

Yeni gördüğümüz bir  “y”i anlamak için önceden gördüğümüz ve bildiğimiz “x”  üzerinden kıyas yapmamız gerek. Örneğin biz yeni bir arkadaş edindiğimizde onu eski arkadaşımıza anlatmak için eski arkadaşlar üzerinden kıyas yaparız ve “senden bir az uzun” “senden bir az kilolu” gibi cümleler kurarız ki yeni edindiğimiz arkadaş hakkında eski arkadaşımızda bir fikir oluşsun. O bizim yeni arkadaşımız daha önce hiç görmediği için ona bildiği bir şeyler üzerinden örnek vererek anlatmamız gerek. Bu evren içinde geçerli. İnançlı insanlar muhteşem yaratılmış evren dediğinde aslında yalan söylüyorlar. Çünkü muhteşem olmayan başka bir evren görmediler ki bunun üzerinden kıyas yaparak bu evrenin daha muhteşem, en muhteşem  olduğunu anlaya bilsinler. Aslında burada sorun bir azda son ürüne bakarak bir sonuca varmaktan kaynaklanıyor. Bunun kafanızda daha iyi canlanması için  bir örnek verelim. Örneğin biz günümüz akıllı telefonlarına bakarak muhteşem diyoruz. Bide bu olmadığı dönemde insanlar ne yapıyordu diye eleştiriyoruz. Fakat telefon olmadığı dönemde insanlar atlı ulaklarla haberleştiği zaman bunun başka bir alternatif yoktu ki ona bakarak ne kadar geri olduklarını anlayabilsinler. Aksine atlı elçilerle bir günde ulaştırdıkları haberi yaya olarak bir haftada yapıyordular. At üstündeki ulaklarla haber göndermeye bakıp bu sefer kendinden öncekileri yaya olarak haberleştikleri için eleştiriyordular. Kısacası bu yaklaşım aslında yanlış. Yani siz bu gün elinizde olana bakıp muhteşem tasarım dediğiniz şeyin yarın bir gün daha iyisi olacağını hiç düşünmüyorsunuz. 

Bu düşünceyi evren için de geçerli sayabiliriz. Evren için örneklememiz gerekirse, biz şimdi gördüğümüz evrene bakıp muhteşem yaratılış derken önceleri her şeyin patladığı, yüksek sıcaklıkların olduğu dönemleri göz ardı ediyoruz. Derler ya tamamına bakmak gerek. İşte tamamına bakarak bir sonuç çıkarmak daha mantıklı olacak. Burada inançlı insanlar “iyide şimdi var olan koşullar bizim yaşamamız için en ideali” diye eleştiri yapabilirler. Peki nereden biliyorsun en ideal evrenin bu olduğunu? Hiç insan olmayan ve olması için hiç bir olumlu koşulların mevcut olmadığı başka bir evren gördün mü? Hayır. Veya bu evrende yalnız olduğumuzu nereden biliyorsun? Zira sonsuz dediğimiz evrenin tamamını bilmediğimiz için bizden başka kimse yok dememiz mantık hatası olur. Sonsuz evrende yalnız olmadığımızı iddia etmek ne kadar mantıksızsa yalnız olduğumuzu iddia etmek o kadar mantık dışıdır. Ancak her hangi bir farklı canlı türleriyle karşılaşmadığımız için yalnız olduğumuzu varsayıyoruz. Burada “peki biz neden varız, niçin buradayız”  gibi sorular sorula bilir fakat bunlar başka bir yazımızın mevzusu. 

İnançlı insanlar bizim bu argümanlarımıza karşı genellikle “Hassas Ayar” gibi eleştiriler getiriyorlar. Örneğin Caner Taslaman ve birçok Müslüman bunu sıklıkla kullanıyor. Fakat bu hassas ayarlar argümanının Allah'ın sonsuz kudret sahibi sıfatını inkar ettiğinden haberleri yok. Tam olarak haberleri yok dememizde mantıklı olmaz. Şimdi bu hassas ayarlar argümanının neden sıkıntılı olduğunu  daha detaylı bir şekilde  inceleyelim.

Hassas Ayar

Mevcut evrenin ve yaşamın hassas ayarlar üzerine kurulu olması ve bu hassas ayarların azıcık oynaması sonucu canlılığın var olamayacağı fikri Allah'ın sonsuz kudretini belli bir sınır içine sokmak demektir. Ben buna “Kırılgan Tanrı” tezi diyorum. Nedir bu Kırılgan Tanrı tezi. Yani belli hassas ayarlarla Tanrının canlılık yaratması ve bu hassas ayarların dışında Tanrının hiç bir şey beceremediği anlamına geliyor. Dolayısıyla Tanrının canlıları (insanlarda buna dahil) yaratabilmesi için hassas ayarların olması gerek. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Allah hiç bir şeye benzemiyorsa o zaman hiçliğe benziyor demek gibi bir şey aslında. Yani hassas ayarlarla yarattı demek, Tanrı hassas ayarları bilmeseydi hiç bir şey yaratamazdı demekle aynı. Bunlar genel bir biçimde paradoks olarak nitelendirilebilir. Hassas ayarlar gibi argümanlar üretenlerin yanılgısı da aslında mevcut olana bakarak sonuca varmaktır. Örneğin Caner Taslaman “Evrenin Oluşumundaki Hassas Ayarlar ve Tasarım Delilleri” isimli videosunda şunları söylüyor: Big Bang'de çok düzenli bir patlama olduğunu görüyoruz. Eğer ki BigBang patlaması çok hızlı olsaydı madde o kadar hızlı bir şekilde yayılırdı ki gezegenlerin, galaksilerin oluşması mümkün olmazdı. Bu çok hızlı olmasıyla patlamanın çok yavaş olması arasındaki kritik ayar çok çok ince bir dilim. Katrilyon çarpı katrilyon çarpı katrilyon çarpılarla, birlerle ifade edile bilecek bir olasılık….

Şimdi burada Caner beyin düştüğü iki felsefi yanlış var.

1.Caner bey hızlı patlamayla (aslında bu hızlı genişleme) ortaya çıkan Big Bang sonucu galaksiler ve gezegenler oluşturamayan bir evren modeli görmediği için bizim evrenimiz bu hassas patlama ayarı sonucu oluştu diyemez. Yani var olanın muhteşem olduğunu söylemesi için bunun zıttını görmesi gerek. Örneğin gece (karanlık) diye bir şey yok fiziksel olarak. Ama biz onu algılaya biliyoruz. Peki nasıl? Çünkü ışığın fiziksel varlığından haberdarız ve ölçebiliyoruz.

Örneğin öğretmen öğrencilerinden Ahmet'in yazısının kötü olduğunu diğer öğrencilerinin düzgün bir şekilde yazdıkları metinlere bakarak anlıyor. Kısacası canlılara ev sahipliği yapan bu evrenin hassas ayarlar üzerine kurulu olduğunu anlamak için hassas ayarlarla yaratılmamış ve canlılık oluşması için ortam mevcut olmayan bir alt modeli (buna kötü taslakta diyebiliriz) görmüş olması gerek. Aslında hassas ayarın mevcut olduğunu görmek için hassas ayarın olmadığı bir evreni görme zorunluluğu bir tek felsefi açıdan gerekmiyor. Bilimde bunu emrediyor. Peki nasıl? Bunu anlamamız için “Pareidolia” terimini bilmemiz gerek.

Örneğin siz gece aya dikkatlice bakarken onun yüzeyinde farklı şekiller gördünüz mü? Genellikle bunu insan yüzüne benzetiriz değil mi?



İşte buna Lunar Pareidolia deniliyor. Bunun nedeniyse önceden insan yüzünü gördüğümüz ve insan yüzüyle alakalı bilincimiz olduğu için ayın görüntüsü gözlerimizin yardımıyla beyine ulaştırıldığında bilinçaltımız bunun aydan başka neye benzediği konusunda çıkarımlar yapıyor ve en uyumlu şekli size gösteriyor. Bu şekiller insanlara göre değişir. Genellikle insan yüzü ve tavşan siluetleri şeklinde algılanıyor. Yani daha önce hiç insan veya tavşan görmeseydik ayın yüzeyindeki bu karanlık ve gölgeli bölümleri birleştirerek bilinçaltımız bir insan veya tavşan silueti çizemezdi. Dolayısıyla hassas ayarları ve muhteşem tasarımları olmayan evrenleri görmedikçe evrenimiz hakkında muhteşem tasarlanmış yahut hassas ayarlarla yapılmış şeklinde argümanlar söyleyemeyiz.

2. İkinci yanılgısıysa mevcut evrendeki olasılıklara kendi algılaya bildiği mekan ve zaman diliminde bakması ve kıyas yapması. Bu ne anlama geliyor? Yani sonsuz bir evrende katrilyon kez katrilyon üzeri bir olasılık, aslında bizim yazı tura atarken yazı ya da tura gelme olasılığının %50-%50 olmasıdır. Bunu daha iyi anlayabilmeniz için bir örnek vereyim. Örneğin zaman ve mekan sınırlarını algıladığımız dünyada önceden randevulaşmadığın halde her gün aynı arkadaşını görme olasılığın, atıyorum 30/1. Dünyadan çıkıp samanyolu galaksisi kadar bir mekanda aynı olasılığın olma ihtimali, atıyorum milyon çarpı milyon çarpı üzeri bir. Samanyolundan çıkıp Andromeda'ya geçtiğinizde bu olasılığın payı milyar kere milyar kere milyar kerede bir. Yani mekan büyüdükçe olasılıkların olma ihtimalleri küçülüyor. Fakat sonsuz evrende olamayacak diye bir ihtimal söylemeniz mümkün değil. Caner beyin söylediği olasılığı 10 kere kendiyle çarparak mega bir sayı alsa dahi, bu olamayacağı anlamına gelmiyor.

Meselenin diğer tarafıysa bu hassas ayarlar argümanını söyleyerek Allah'ın sonsuz kudretini sınırlamış olması. Yani Allah Big Bang patlamasını hızlı yapsaydı bugün bu galaksiler ve gezegenleri oluşturamayacaktı. Bu neye benziyor biliyor musunuz. Yani 2+2=4 ise Allah bunu 5 yapamaz. Dolayısıyla Allah her şeyi hassas ayarlarla yaptı, bu ayarların dışında hiç bir şey yapamaz anlamına gelir. Burada “Allah her şeye kadir, istediği gibi yaratabilirdi” gibi bir eleştiri yapa bilirsiniz. Üzgünüm bu da mantık dışı oluyor. Zira bildiğimiz bir tane evren olduğu için ve farklı yöntemlerle yaratılan başka evrenler görmediğimiz için "Allah her türlü yaratırdı" diyemeyiz. Çoklu evrenler teorisine hiç girmeyin zira o evrenlerin nasıl olduğunu kimse bilmiyor, üstelik bu kesin olarak kanıtlanmış değildir.

Hassas ayarların Allah'ın sonsuz kudret sıfatıyla çeliştiğini umarım anlayabilmişsinizdir. Hassas ayarlar tezini Allah'ın sonsuz kudret sıfatlarını inkar etmeden (sınırlamadan) doğru çıkarmanın üç yolu vardır.

1.Allah canlılığı yaratmak için sürekli evrenler yarattı ve en sonunda ancak şuan içinde bulunduğumuz evrende canlılığın oluşabileceği hassas ayarları tutturabildi.

Bu teori kendisi dahi sıkıntılı. Albert Einstein'in dediği gibi “Tanrı zar atmaz”  Deneme yanılma yöntemiyle yaratılan bir canlılığı kabul etmeniz demek evrimi kabul etmeniz demektir. Üstelik Tanrının her şeyi bilmediğini, her şeye gücünün yetmediğini de kabul etmeniz gerek.
 
2.İkinci teoriyse Tanrı sürekli bu hassas ayarları tutturabilmek için faaliyette. Yani olan biten her şey Tanrının iradesiyle oluyor, bu makaleyi yazmam, sizin  onu okumanız Tanrının devamlı kontrol ettiği hassas ayarın bir parçası.

Yalnız bu teoriyi kabul etmek ise özgür irade kavramını inkar etmek demektir. Zira her an her şeye müdahale eden Tanrı demek benim bir özgür irademin olmadığı anlamına gelir. Tanrı zar zor tutturabildiği hassas ayarları koruyabilmek için ve benim bir sakarlık yaparak o ayarları bozmamam için  her an bana müdahale ediyorsa o zaman yaptığım her şey Tanrının iradesidir ve ben hiç bir şeyden sorumlu değilimdir. Dolayısıyla imtihan edilmem için de bir neden bulunmamaktadır.

3.Tanrı BigBang'i (Büyük patlamayı) yaptı ve gerisine karışmadı. Maddeye mevcut evreni düzenleyecek bilinci verdi.

Bu teoride aslında pek mantıklı değil. Zira ilk önce her şeyin kendi kendine var olduğunu kabul etmeniz gerektir ki buda Tanrının varlığını gereksiz kılıyor. Üstelik bu gün peygamber, kutsal kitap diye kabul ettiğiniz şeylerin gereksiz olduğunu da kabul etmeniz gerek. Bu teori imtihan ve özgür iradeyi geçerli kılsa da bu sefer benim insan olarak bu dünyada, bu evrende var olmamı gereksiz hale getiriyor. Zira beni oluşturan maddeler bir bilince sahipse o zaman benim bilincimin kendisi o bilinçli maddelere dayalı olduğu için karar verip, eylem yapanın ben olup olmadığım tartışma konusu oluyor. 

Gördüğünüz gibi muhteşem yaratılış, hassas ayar gibi argümanlar Tanrının varlığını, yahut evrenin Tanrı tarafından yaratıldığının kanıtlayacak kesinliğe sahip bilgiler, görüşler değillerdir. Burada yapılabilecek bir eleştiriye daha cevap vermek istiyorum.

“BigBang” dan önce ne vardı?

Bilim insanları evrenin oluşma sürecini izah ederken genellikle büyük patlama üzerinde dururlar. Fakat inançlı insanlar Big Bang'den önce ne vardı ve Big bang'in olmasına neden olan şey neydi gibi sorular üretiyorlar. Bunun nedeni de kendilerini Tanrıya inanma üzerine programladıkları için nihai nedenin olduğuna ve onunda Tanrı olduğuna inanıyor olmaları.  Gerçi bu konuda tam bilgimiz olmasa da teorik olarak bazı öngörülerimiz mevcut. Ancak big bang'den önce ne vardı sorusu zaten mantıksal olarak yanlış. Yanlış olma nedeni de zamandır. Önce sonra kavramları zamanla ilgilidir. Fakat zaman maddeye bağlı ve maddenin hareketi sonucu ortaya çıkan bir şey. Zaman fiziksel bir şey değildir. Zaman bizim maddenin hareketini algılama şekline verdiğimiz matematiksel bir isimdir. Tabi zamanın ne olduğunun bilimsel tarifleri var fakat ben meseleyi zorlaştırıp kafanızı karıştırmamak için zamanı şu şekilde tarif edeceğim. Kendinizi bir madde olarak düşünün. Farz edelim ki Siz A noktasından B noktasına gitmek için 60 adım attınız. İşte zaman dediğimiz şey o 60 adımdır. Fakat bunu algılayan  siz değil sizi gözlemleyen başka birisidir. Zira zaman bir gözlemcinin referans noktasına bağlıdır. Bu nedenle zamanı madde kendisi değil onu gözlemleyen bizler algılıyoruz. Dünyamızda zaman tek yönlü geleceğe doğru akar. Zamanda ileri sıçrama olayı doğada gerçekleşen bir şey olsa da geçmişe gidemememizin sebebi ışık hızına ulaşamadığımızdan kaynaklanıyor. Örneğin Uzay istasyonundaki astronotlar, dünyaya döndüklerinde ve istasyondaki durumlarına göre daha yavaş hareket ettiklerinde zamanda ileri atlamış olurlar. Bir madde teorik olarak ışık hızına ulaştığında zaman durur ve ışık hızını aştığında zaman geriye (geçmişe) doğru akar.

Zamanın maddeyle ve hareketle  alakalı olduğu anladığımıza göre gelelim bunun büyük patlamayla olan ilişkisine. Önce ve sonra kavramlarının zamansal kavramlar olduğunu belirttim. Zamanın varlığı maddenin ortaya çıkması nedeniyle olan bir şeyse ve evrenimizdeki madde Big Bang ile ortaya çıktıysa o zaman Big Bang'den önce ne vardı diye sormak mantık hatası olur. Zira Big Bang'den önce madde olmadığı için "önce" diye tabir ettiğimiz zamansal kavram da geçersiz oluyor. Bu her şeyi Allah yarattı peki Allah'ı kim yarattı demeye benziyor. Yani siz Big Bang'den önce ne vardı sorusuna cevap bekliyorsanız önce Allah'ı kim yarattı sorusuna cevap vermeniz gerek. Dolayısıyla bilim insanları Big Bang'den önce ne vardı sorusuna kesin olarak cevap veremiyor diyemezsiniz çünkü sorunuz zaten yanlış.

Fakat bugün Big Bang'den önce ne vardı sorusuna deneysel olmasa da teorik cevaplar vardır. Konuyla alakalı Aleksandr Fridman, Georges Lemaitre gibi bilim insanları bazı matematiksel formüller geliştirmesine rağmen tam olarak bunu izah edememişlerdir. Benim kendi düşünceme göre bu konuyla ilgili en mantıklı açıklamalardan birini George Gamow, 1950’li yıllarda yayınladığı “Evrenin Yaratılışı” (Creation of the Universe) adlı kitabında yapmıştır.

Sonuç olarak muhteşem tasarım hassas ayarlar argümanları kendi içlerinde bir sürü tutarsızlıklara sahip. Ve bu tutarsızlıkların  hem felsefi hem de bilimsel açıdan bir sürü nedeni vardır.

KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA FOTOSENTEZ MUCİZESİ İDDİASI

Müslümanlar hiç bıkmadan ve usanmadan Kur'an'dan mucizeler üretmeye çalışıyorlar. Ben de hiç bıkmadan bu mucizeleri çürütmeye devam edeceğim. Bu yazımda Kur'an'da fotosentezi anlattığı iddia edilen ayetleri ele alarak bu sözde mucizenin aslında Allah'ın gelecekten haberinin olmadığının kanıtı olduğunu göstereceğim. Öncelikle ayete bir göz atalım:

Tekvîr Suresi 17-18. Ayetler:
17 وَالَّيْلِ اِذَا عَسْعَسَۙ  Andolsun kararmaya başlayan geceye
18  وَالصُّبْحِ اِذَا تَنَفَّسَۙ  Ve nefes almağa başlayan sabaha

Modernist Müslümanlar 18. Ayette kullanılan تَنَفَّسَۙ teneffes(e) kelimesinin fotosentezi anlattığını ve Kur'an'ın 1400 yıl önceden Güneş ışınlarının bir nefes verdiğini haber verdiğini iddia ediyorlar. Öncelikle Kur'an meali yapan insanların çoğu (%90) bu kelimeyi  “aydınlandığı zaman sabaha” olarak çevirmişler. Fakat şunu da söylememiz gerekir ki ayetin doğru çevirisi  “nefes almaya başlayan sabaha” şeklindedir.  Yani modernist Müslümanlar bu ayeti geleneksel Müslümanlara kıyasla daha doğru bir şekilde çevirmişlerdir. Lakin ayetin tefsirini geleneksel Müslümanlar daha doğru şekilde, Kur'an'ın tamamını göz önünde bulundurarak yapmışlardır.
Örneyin El-Mu'cem El-Müfehres'de تَنَفَّسَۙ teneffes kelimesinin Kur'an'da cümle içindeki yapısına göre aynı formda (aynı kökten) fakat farklı harekeli (Kur'an'da harekeleme ve noktalama işlemi çok daha sonraları yapılmıştır. Orjinal metinde böyle bir uygulama yoktur) şekilde kullanıldığı ayetlere baktığımızda bunun günümüzdeki "nefes alma" fiiliyle uzaktan yakından alakası olmadığını görüyoruz. En yaygın işlenme şekliyse نَفْسٍ nefsin şeklindedir ve nefis (can) anlamına gelir. Örneğin Tarık suresi 4 ayette bunu görebilirsiniz.

Şimdi Diyanet İşlerinin bahsi geçen sureyle ilgili açıklamalarına bakalım:
Kıyametin kopmasını ve Kur’an’ın vahiy ürünü oluşunu konu alan Tekvîr sûresinde Allah tarafından konulan tabiat kanunlarının değiştirilerek güneşin, yıldızların, dağların, denizlerin, vahşi hayvanların tersine çevrileceğine temas edilir; ardından büyük hesap gününün kısa tasviri yapılır ve o gün kişinin ebedî hayat için önceden neler hazırladığının bilincinde olacağı belirtilir (âyet 1-14). Tabiatın işleyişine dair birçok âyette görüldüğü üzere yıldızların çeşitli görünümlerdeki seyrine, kararmaya yüz tutan geceye ve ağarmaya başlayan sabah vaktine yemin edilerek Kur’an’ın vahiy eseri olduğu ifade edilir, onun değerli ve itibarlı bir elçi (Cebrâil) tarafından Resûlullah’a getirildiği bildirilir. Ardından “arkadaşınız” diye nitelendirilen Hz. Muhammed’in inatçı inkârcıların iddia ettiği gibi bir mecnun olmadığı, gayb âlemine ait gerçekleri gizlemediği, bildirdiği tebliğin şeytandan gelmediği vurgulanır (âyet 15-25). Sûrenin son dört âyeti, “Bu açık gerçeklere rağmen siz nereye gidiyorsunuz?” sorusuyla başlar ve Kur’an’ın doğru yola girmek isteyen herkes için bir uyarıcı ve öğütçü olduğu vurgulanır; ancak doğru yola girme talebinin ilâhî irade doğrultusunda yapılmasının şart koşulduğu belirtilir. Rivayete göre, sûrenin son âyetlerinde dileyen kimsenin doğru yola girebileceğinin ifade edilmesi üzerine Ebû Cehil, “Bu husus kendi isteğimize bağlıdır, uygun görürsek bu yola gireriz, görmezsek girmeyiz” demiş, bundan dolayı sûrenin ilâhî iradeyle ilgili âyeti inmiştir (Taberî, XXX, 105; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, VII, 230)

Gördüğünüz gibi Diyanet İşleri de sureyi tefsir ederken 18. ayeti "ağarmaya başlayan sabah" olarak tanımlamıştır. Şimdi ayetin nefes alma şeklindeki çevirisine dönelim. Bir grup Müslüman 18. ayetin fotosentezle alakalı olduğunu iddia ediyor. Bu ne kadar doğru hep birlikte göreceğiz.

Fakat ilk olarak fotosentez nedir onu inceleyelim.

FOTOSENTEZ

Fotosentez basit tabirle bitkilerin ve diğer organizmaların ışık enerjisini kimyasal enerjiye dönüştürme eylemlerine verilen isimdir. Fotosentez kelimesi, Yunanca phōs (ışık) ve sentez (bir araya getirmek) kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulmuştur.

Fotosentez yapan organizmalara fotoototroflar denilir. Fotosentez zamanı oksijen bir yan ürün olarak salınır. Farklı türlerde farklı şekillerde yapılıyor olmasına rağmen fotosentez genellikle ışıktan gelen enerjiyi yeşil klorofil pigmentleri içeren reaksiyon merkezleri olarak adlandırılan proteinler yardımıyla emildiğinde başlar. Bitkilerde bu proteinler yaprak hücrelerinde bulunan kloroplast adı verilen organellerde bulunurken, bakterilerde plazma zarına gömülürler. Bu ışığa bağımlı reaksiyonlarda su gibi uygun maddelerden elektronları almak için bir miktar enerji kullanılır. Sudan elektron alınmasının sonucu olarak su oksijen ve hidrojene parçalanmış olur. Suyun bölünmesiyle salınan hidrojen kısa süreli enerji kaynağı olarak hizmet veren iki başka bileşiğin oluşturulmasında kullanılır; indirgenmiş nikotinamid adenin dinükleotid fosfat (NADPH) ve adenosin trifosfat (ATP-hücrelerin "enerji para birimi"). Kabaca söylemek gerekirse Fotosentez yapabilen her canlı bu yolla kendi yaşamı için gereken besini ve dolayısıyla enerjiyi sağlıyor.

Şimdi farkındaysanız fotosentezi tarif ederken hiç bir yerde güneş kelimesi kullanmadım. Bunun nedeni fotosentezin doğrudan güneşe değil ışığa bağlı olması. Peki bu ne anlama geliyor? Şu anlama geliyor ki fotosentez güneş olmadan bile yapılabiliyor. Eğer siz su, karbondioksit ve mor yada kırmızı ışık sağlayan bir alete sahipseniz güneş olmadığı zaman bile bitkilerin fotosentez yapmasını sağlayabilirsiniz. Günümüzde artık bu üç etkeni bir araya getirerek yerin 30 metre altında kurulan seralarda sebze ve meyve yetiştirebiliyoruz.



Peki güneş olmadan fotosentez nasıl oluyor? Bunu daha iyi anlamak için Kalvin döngüsü, Aydınlık Evre Reaksiyonları, Karanlık evre reaksiyonları gibi kavramları anlamamız gerek.
Fotosentez tek kademede gerçekleşen büyük bir reaksiyon değildir. Bazıları ışığa doğrudan bağımlı olan, bazıları da  ışığa bağımlı olmadan iki kademede gerçekleşir. Bu kademelerden 1.si aydınlık evre, 2.si ise karanlık evredir.
Işık enerjisinin soğurulmasıyla başlayan fotosentezde iki önemli olay vardır. Bunlardan birincisi aydınlık evrede gerçekleşen ışık enerjisinin kimyasal enerjiye çevrilmesi, ikincisi de karanlık evrede gerçekleşen CO2 nin organik bileşiklere dönüşmesidir.

Aydınlık Evre Reaksiyonları

Fotosentezin aydınlık evre reaksiyonları ışık varlığında gerçekleşir. Kloroplastın granasında ışık enerjisi yardımıyla ATP sentezlenir. Bu olaya fotofosforilasyon denir. Aydınlık evrede görev alan enzimler ferrodoksin, plastokinon,sitokrom ve NADP dir. Aydınlık evre reaksiyonları devirli ve devirsiz fotofosforilasyon olmakla  iki kısımda incelenir. Kısacası aydınlık evre  reaksiyonları doğrudan ışıkla etkileşime bağlıdır. 

Karanlık  Evre Reaksiyonları

Karanlık evre reaksiyonlar ise fotosentezde ışığa ihtiyaç duymadığı halde ışıklı devre reaksiyonlarının ürünlerine ihtiyaç duyan kimyasal reaksiyonlardır. Işık direkt olarak kullanılmadığı için bu evreye “karanlık” denmiştir. Bu evre sıcaklık değişimlerinden etkilenir. Aydınlık evrede sentezlenen ATP, NADPH2 ler ve H2O ların bir kısmı karanlık evrede tüketilir.
Bu aşama kloroplast stromasında gerçekleşir. Tepkimeleri için ışığın enerjisine ihtiyaç duyulmaz, bu nedenle sadece ışıkta değil karanlıkta da meydana gelirler. Karanlık faz reaksiyonları, glikoz ve diğer organik maddelerin oluşumuna yol açan (havadan gelen) ardışık karbondioksit dönüşümleri zinciridir. Bu zincirdeki ilk reaksiyon karbondioksit fiksasyonudur. Akseptör karbon beş karbonlu şeker ribuloz bifosfattır ve ribuloz bifosfat karboksilaz enzimi tarafından katalize edilir. Ribuloz bifosfatın karboksilasyonunun bir sonucu olarak, hemen iki fosfogliserik asit (FHA) molekülü  halinde ayrışan kararsız altı karbonlu bir bileşik oluşur. Daha sonra, fosfogliserik asidin bir dizi ara ürün yoluyla glikoza dönüştürüldüğü bir reaksiyon döngüsü gerçekleşir. Bu reaksiyonlar, hafif fazda oluşan ATP ve NADPH2 enerjilerini kullanır. İşte bu reaksiyonların döngüsüne "Kalvin döngüsü" denir. (6CO2 + 24H + + ATP → C6H12O6 + 6H2O.)
Glikoza ek olarak, fotosentez sürecinde amino asitler, gliserol, yağ asitleri ve çeşitli karmaşık organik bileşiklerin diğer monomerleri oluşur.
 
Karanlık evrede gerçekleşen olaylar;
  • CO2 kloroplasta girince 5 C lu ribulozdifosfatla (RDP) birleşir ve 6 C lu kararsız ara bileşik oluşur.
  • Bu bileşik H2O yardımıyla hemen ikiye ayrılır ve iki molekül 3 C lu fosfogliserik asite (PGA) dönüşür.
  • PGA lerin her birine aydınlık evrede oluşan ATP lerden birer tanesinin fosfatı bağlanır ve 3 C lu difosfogliserik asit (DPGA) oluşur.
  • Aydınlık evrede oluşan NADPH + H+ lerin hidrojenleri DPGA ya bağlanır ve 3 C lu fosfogliseraldehit (PGAL) oluşur.
  • PGAL lerin bir kısmı 6 C lu bir şeker olan fruktoza dönüşür.
  • Fruktoz daha sonra izomeri olan glikoza dönüşür.
  • PGAL lerin bir kısmı da aydınlık evrede oluşan ATP lerin geri kalanlarının fosfatlarını alarak ribuloz difosfata (RDP) dönüşür.
  • RDP molekülleri yeni bir karanlık evreyi başlatır.
  • Karanlık evredeki dönüşümler için gerekli enerji  aydınlık evre reaksiyonlarında fotofosforilasyonla sentezlenen ATP den, hidrojenler ise devirsiz fotofosforilasyonda fotoliz olan H2O nun hidrojenlerini taşıyan NADP H2 den sağlanır.  Özetleyecek olursak karanlık evre reaksiyonlarında direk işığa gerek duyulmaz.

Kalvin döngüsüyse fotosentez sırasında kloroplast'ta gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar kümesidir. Bu döngü karanlık evre reaksiyonları içindedir çünkü Güneş ışığından enerji sağlandıktan sonraki bölgede yer alıyor. Kelvin döngüsünü en etkili kullanan bitkiler Crassulaceae familyası üyesi olan bitkilerdir. Bunlara CAM bitkilerde deniliyor. CAM- Crassulacean Asit Metabolizması. Bu bitkilere genellikle kurak bölgelerde yetişen sukkulent (su depolayan) türlerini örnek verebiliriz (kaktüs gibi). Bu bitkiler stomalarını gece açar ve gündüz kapatır. Gece boyunca açılan stomalar karbonu solarak depolar. Gündüzleri stomaların kapanması su kaybını önler, aynı zamanda karbon solumunu da önlemiş olur. Bu tür bitkiler geceleri açık stomalardan CO2 alırlar ve onu bir dizi organik aside dönüştürürler. Organik asitler sabah saatlerine kadar vakuollerde biriktirilirler. Gündüz Kalvin döngüsü için ATP ve NADPH üretilince bir gece önceden oluşturulan organik asitlerden CO2 serbest bırakılır. Onun için doktorlar yatak odalarında kaktüs gibi bitkilerin bulundurulmasını şiddetle tavsiye ederler zira geceleri karbonla nefes alan bu bitkiler bir nevi  fotosentez yapmış oluyorlar.  
Doğru diye bilinen başka bir yanlışta insanların dünyamızın oksijen kaynağının ağaçlar olduğunu zannetmesidir. Genellikle dünyanın akciğerleri ormanlardır deniliyor. Oysa bu doğru değildir.  Dünyanın oksijen kaynaklarının oranları şu şekildedir:
  • Fitoplanktonlar ve Denizel Bitkiler: %70
  • Ağaçlar/Ormanlar, Otlar, Çimler ve Diğer Karasal Bitkiler: %28
  • Diğer Kaynaklar: %2

Görüldüğü üzere dünyamızın oksijen üretiminin büyük çoğunluğunu sularda yaşayan canlılar karşılıyor.  Karasal bitkilerin oksijen üretme oranındaki düşük rakamlara sahip olma nedenlerinin başındaysa karasal bitkilerin bütün hücrelerinin fonksiyonlarını sürdürebilmesi için kendi ürettikleri oksijeninin önemli bir kısmını solumak zorunda kalmaları geliyor. İşte bu nedenle sürekli atmosfere oksijen pompalanmasına rağmen aşırı oksitlenme dediğimiz (gereğinden çok fazla oksijen üretme) şey yaşanmıyor. Zira bitkiler kendi ürettikleri oksijenin büyük bir kısmını yine kendileri tüketiyorlar. Yapılan bazı bilgisayar simülasyonlarının verileri gösteriyor ki tüm, ama tüm, aklınıza gelebilecek karasal bitkileri organizmaları yok etsek dahi dünyanın oksijen seviyesinde keskin inişler yaşanmaz ve bizler yani insanlar hiç bir solunum problemi (havasızlık) yaşamayız.

Wisconsin Üniversitesi jeologu Shanan Peters şöyle diyor:
Tüm canlılık yok olsaydı bile neredeyse hiçbir değişim yaşanmazdı. Geriye sadece insanlar kalsaydı, solunum konusunda hiçbir problem yaşamadan varlığımızı sürdürmeye devam ederdik. Muhtemelen besin kaynağı bulmakta zorlanırdık; ancak hava bulmakta zorlanmazdık.

Pennsylvania Üniversitesi'nde misafir akademisyen olan jeokimyacı Dick Holland şöyle diyor:
"Öyle görünüyor ki, oksijen ilk olarak 2,7 ila 2,8 milyar yıl önce üretildi. Yaklaşık 2,45 milyar yıl önce atmosferde ikamet etmeye başladı. Oksijen üreten organizmaların ortaya çıkışı ile atmosferin gerçek oksijenlenmesi arasında önemli bir zaman aralığı varmış gibi görünüyor."

Peki aşırı sıcak ve süper yoğun kitlelerin çekirdeğinde ortaya çıkan oksijen dünyamızda nasıl oluştu? Cevap, fotosentez yapabilen siyanobakteriler veya mavi-yeşil algler olarak bilinen küçük organizmalardır. Peki Pennsylvania Eyalet Üniversitesi'nden yerbilimci James Kastingin dediği gibi "Neden yüzde 10 veya 40 yerine yüzde 21'de dengelendi?” Aslında bunu anlamak için birazda oksijenin dünyamızdaki oluşum sürecine bakmamız gerek.
 
Büyük Oksijenlenme Olayı öncesinde yani günümüzden 3.85 ila 2.45 milyar yıl önce tüm canlılık anaerobikti. Bu anaerob canlılık içinde yalnızca oksijene tolerans gösterebilen türler yaşayabildi. 2.4 milyar yıl önce hiç oksijen yoktu. 2.4 milyar yıl sonrasından kalma kayaçlara baktığımızda ise, artan oksitlenme olayını görebilmekteyiz. Sadece 500 milyon yılda atmosferik oksijen oranları %5 dolaylarına çıktı. Günümüzden 500 milyon yıl kadar önce %19 seviyesine, 350 milyon yıl kadar önce %32 seviyesine ulaştı. Bu dönemden kalma canlılar %32 oksijen bulunması nedeniyle devasa boyutlara ulaşabilmeyi başardılar. Çünkü dokularının  bol miktarda oksijene erişimleri vardı. Ancak bu iri canlıların sayısının hızla artması ve ekolojik değişimlere bağlı olarak bu seviyeler inmeye başladı ve o gün bugündür azalma sürüyor. Şu anda atmosferimizdeki oksijen oranı %21 dolaylarındadır. Yani anlayacağınız dünyamızdaki oksijen düzeyi sabit değildir, aksine azalmaya doğru ilerlemektedir. Tabi bunun en büyük nedenlerinden biri de bizleriz, yani insanlar. Kısacası İklim, volkanlar, levha tektoniği, canlılığın farklı boyutlarda fazla oksijen tüketimi gibi çeşitli etkenler uzun zaman dilimlerinde oksijen seviyesinin düzenlenmesinde kilit bir rol oynamış olabilir. Fakat yine de hiç kimse, jeolojik kayıttan herhangi bir zamanda atmosferin kesin oksijen içeriğini belirlemek için kaya gibi sağlam bir test yapmış değildir.

Sonuç olarak bitkiler ve organizmaların fotosentez yapabilmesi için direk olarak güneşe değil ışığa gerek duyar. Zira güneş olmadan da yerin metrelerce altında yapılan ışıklandırma yardımıyla bitkiler fotosentez yapabiliyor. Bu nedenle Tekbir suresinin 17 ve 18. ayelerinde sabahın (dolayısıyla güneş ışınlarının) nefes getirmesi fikri fotosenteze bağlanamaz zira güneş ışınlarına (sabaha) gerek duymadan da fotosentez yapılabileceğini artık biliyoruz. Demek ki Kur'an'ın Allah'ı 1400 yıl önce ayet gönderirken günümüzde güneşe gerek duymadan fotosentez yapılabileceğini bilmiyordu. Boşuna demiyoruz bilim ve teknoloji geliştikçe Tanrılar gücünü kaybediyor diye..