HABERLER
Dini Haber
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

RUH'UN KANITI NEREDE?

DP,din,Ruhun kanıtı nerede?,Ruh var mı?,Ruh gerçek mi?,Ruhlar var mı?,Ruh kavramı,Ruh nedir?,Ahiret kavramı ve ruh, Kabir azabı, Azrail var mı?
Ruhunu şeytan ele geçirmiş… Yuh ruhsuz herif… Hacı bir takım bu kadar mı ruhsuz olur ya… Ben onun ruhuna âşık oldum… Ey ruh geldiysen 3 defa tıkla… Ruh ikizimi buldum sanırım… Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla… Onun arabası var güzel mi güzel, maalesef ruhu yok (Mustafa SANDAL Araba şarkısı)… Ruh… Ruh… Ruh…

Hayatımızda o kadar çok kullanıyoruz ki bu kelimeyi. Dindar insanlara göre Ruh var, Dinsizlere göre yok.

Ruh kavramı ve konusu neredeyse insanlık tarihi kadar eski. Ruh kavramını ortadan kaldırırsanız zaten din dediğiniz şey uçar gider. Felsefe ve bilim o kadar çok uğraştı ki bu Ruh mevzusuna. Hepsi farklı bir açıdan yaklaştı olaya. Ruh neydi? Nasıl bir şeydi?

Ahiret inancından hareketle bilinç beyinde olamayacağına göre Ruh’ta olmalıydı. Beden fani dünya hayatı sonunda çürüyordu. Ruh baki kalıyordu. Ahiret hayatında Cenabı Allah’ın emri ile ruha tekrar beden giydiriliyordu. Oradan da ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukur bizleri bekliyordu.

Fakat bu inanışı çökerten husus sonradan gelişen akıl rahatsızlıkları idi. Madem bilinç beyinde değil Ruh’ta, o halde bazı hastalık ve travmalar bilince zarar vermemeli ve düşünce yetisini etkilememeliydi. O halde beyin-ruh ilişkisi nasıl gelişiyordu?

Ya akıl hastaları? Onların durumu?

Akıl hastalığından vazgeçtim. Hiç şizofreni bir birey gördünüz mü? Vakti zamanında zehir gibi aklı ve hafızası olan bireyler bir anda çok farklı tavırlar takınabiliyor, düşünceler üretebiliyor ve bunları gerçek gibi anlatabiliyor. Eğer bilinç, zekâ, akıl dediğimiz unsurlar beyinde değil ruhta olsaydı tüm bu rahatsızlıkların yaşanmaması gerekirdi. Eğer yaşanıyor ise Bilinç, zekâ ve akıl ruhta değil beyinde demektir. E beyin ölünce çürüyor?


Kabir azabı ve berzah âlemini kim yaşıyor? Ruh. Akıl, bilinç ve zekâ nerde? Beyinde. Beyin nerde? Çürüdü. Ruh nerde? Kabirde. Kabir azabı ve berzah âlemini kim yaşıyor? Ruh. Akıl, bilinç ve zekâ nerde? Beyinde. Beyin nerde? Çürüdü. Ruh nerde? Kabirde… Farkındaysanız dönüp duruyoruz bir paradoksun içinde. Yılmaz ERDOĞAN’ ın Organize İşler filmindeki “Araba Nerde? Para Nerde?” repliğinin bir benzeri söz konusu.

Ölünce beden mezara girdiğinde azap çeken fiziksel beden değil, ruh idi. Ahirete ruh gidiyordu. Azrail ruhumuzu alıyordu. Bu dünyadan göç eden Ruh idi. Beden tabiri caizse bir avatar görevi görüyordu.

Efendim daha önce “Kabir Azabı ve Berzah Âlemi Mitleri” adlı bir yazı yazmıştım. Bu yazıda Türk Tipi İslam Modelinde ölünce neler olduğuna dair inançlar ve kökenleri üzerinde durmuştum. Açıkçası inananların bile kendince sorduğu soruları sormuştum. Yani Kuran ayetlerine bakıldığında ne kabir azabı var ne de berzah âlemi. Ancak hadis külliyatı temel alındığında kabir azabı ve berzah âlemi hakkında bilgiler bol.

Kuran-ı Kerimde olmayan kavramlar bütünü nasıl olurda başka yerlerde İslam adı altında yer alır? Haşa Allah Kuran-ı Kerim’i eksik bırakır mı? Şüphesiz o (Kuran-ı Kerim) apaçık açıklayıcı bir kitap alarak eksiksiz bir şekilde resulü vasıtası ile bize indirilmişti.

Peki, bizi kıyamete kadar geçen süreçte alternatif bir yaşam modeline iten sebepler ne idi? Neden Kabir azabı ve berzah âlemine ihtiyaç duyduk? Bu bahsettiğim yazıyı okursanız çelişkiler yumağı zaten yazılı.

Önceki yazılarda olduğu gibi size maalesef bu yazıda da cevapları sunmayacağım. Cevap sunmak ve bilgi vermek Bilim insanları ve aydınların işi. Benim işim – aklı karışık cahil bir vatandaş olarak- sadece soruları sormak.

Öncelikle belirtmem gerekir ki bu yazıda ne Kurandan bir ayet, ne Tevrat, ne İncil ne de Sümer tablet bilgisi bulamayacaksınız. Kaynak ve alıntı olmayacak. Sadece mantığınızı çalıştırdığınızda soruları sizde keşfedeceksiniz.

Ruhun varlığının kanıtı nedir? Sakın bana “Efendim Japon bilim insanları, Alman bilim insanları, Rus Bilim insanları…” gibi başlayan cümleler kurmayın. Zaten İslam âleminden bir icat çıkmadığından, bilimsel bir çalışma olmadığından bütün icatları o kâfir dediğiniz adamlar yapıyor. Savunma cümlelerinizin referansları bile İslam dışı ülkelerden.

Bilim dünyasında maalesef Ruh kanıtlanmadı. O nedenle bu hususu pas geçebiliriz. Uğraşan bilim insanları var, ancak teorilerden ve varsayımlardan oluşan bir takım makaleler yayınlıyorlar.

Peki, ruhun kanıtı nedir? Yok. Ruh kanıtlanamıyor. Görülemiyor. Zamanında şöyle bir anti tez ile karşılaşmıştım: “İyi de elektrikte görülmüyor. Ama varlığını biliyoruz!”. Elektrik görülmüyor. Ancak varlığını ölçebiliyorsunuz. Bir enerji biçimi. Sizi çarpabiliyor. Nakledip depolayabiliyorsunuz. Üretebiliyorsunuz. Ya ruh?

Ruh hem bilim dünyası hem de felsefecilerin en büyük açmazlarından. Cevap yok. Hakkında ancak teoriler üretebiliyorsunuz.

Kısacası Ruh’un varlığının hiçbir ispatı ve delili yok. Ölçemiyorsunuz, test edemiyorsunuz, kontrol edemiyorsunuz.


Eğer siz inanmak istiyorsanız inanabilirsiniz. İsterseniz Uzaylılara ya da Pamuk Prenses ve Yedi Cücelere de inanın. Bana ve hayatıma karışmadığınız sürece sorun yok.

Bilim ve Din ekseninde incelemeye kalktığımızda çuvallıyoruz. Dini kitapların hiç birisinde bilimsel bir veri yok. Zaten din kitapları Bilim ve Fen kitabı da değiller. Size evrenin gizemli sırlarını ve ya işleyişi anlatmıyor. Yok, “Yanlış söylüyorsun! Anlatıyor!” diyorsanız o halde hiçbir “kutsal” kitabı okumadınız diyebilirim.

“Kutsal” kitaplarda bahsedilen -bilimsel- konular zaten o döneme değin hemen herkesçe bilinen şeyler. Yani yeni bir şey yok.

Aklıma gelmişken vakti zamanında nasılda hararetli hararetli savunuyordum: “ Efendim aslında İslam âlemi çok ileri gedecekti ama biz okuyup anlamadığımızdan böyleyiz. NASA’da eski bir Kuran varmış, Amerikanyalı bilim insanları Kuran’ı okuyup çözümleyerek teknoloji üretiyormuş. Hatta Ruslar ve Almanlar hep Kuran okuyup yeni icatlar yapıyormuş. Yaaaaa! Biz anca uyuyalım!”

“Kutsal” kitaplar sadece sizin yaşama ve inanma biçiminizi şekillendirip belirler. Ayrıca başkalarını, sizin inandığınız dine nasıl inanmalarını sağlamanız gerektiğini, inanmazlarsa yapmanız gerekenleri anlatır o kadar. Arada peygamberlerin özel hayatı da var ama olacak o kadar.

Ruh mevzusuna geri dönersek daha önce değim gibi Ruhu ne test edebiliyorsunuz ne de ölçebiliyorsunuz. Din size var diyor sizde var diyorsunuz. Aklınıza sorular geldiğinde de “Aman tövbe de! Hiç şüphesiz Allah en doğrusunu bilir.” Diye kendi kendinize içlenirsiniz.

Başkasına siz sorsanız aldığınız cevaplar aynı: “Kardeşim bu soruları ne sen ne de ben cevaplayamayız. Zamanın müceddidi hoca efendi hazretlerimize soralım. O bize doğru yolu gösterir!”

İyi de sorular o kadar basit, açık ve net ki.
1.   Ruhun kanıtı nedir?
2.   Ruhu nasıl ölçebiliriz?
3.   Ruhu nasıl test edebiliriz?

Bu soruların cevabını bulabilirseniz insanlık tarihinin en büyük gizemlerinden birisini aydınlattınız demektir.

Eğer cevabı hoca efendi hazretlerinizin web sitesinden alıntılar yaparak verecekseniz hiç kasmayın. O cevapları zaten biliyorum. O cevapların tatmin edici olmadığını mantığınız size de söylüyor. Korkmayın. O cevapların gerçek olmadığını size söyleyen şeytan veya onun uşakları değil. Bizzat öz benliğiniz.

Ruh konusu da aynı Din gibi inanç işidir. İnanabilirsiniz ve bunda bir sorun yok. Size saygı duyarım. Ancak bu hususu bilimsel bir tabana oturtmaya çalışmayın. Olmuyor.

Basitçe üç tane soru sordum ki bu sorular açıkçası inançlı veya inançsız herkesin kafasını kurcalıyor. Kurcalamasaydı Ruhu kanıtlamak için bu kadar bilimsel ve felsefi çalışma, bu kadar dini tartışma olmazdı.

Dinden sıyrılan bazı insanlarda da şöyle bir yaklaşımla karşılaşıyorum, onlara göre de ruh var ama bir enerji formu. Aslında doğada ki her şeyin bir enerjisi var. Bu enerjiler hayatı etkiliyor. Peki, bu etkileşime dair kanıt var mı? Yok. Ölçülebiliyorlar mı? Hayır? Kusura bakmayın ama siz de bir inancın peşindesiniz. Sadece semavi inançtan çıkıp başka bir inanca geçmişsiniz o kadar.

Beyinde keşfedilen bir enerji elbette ki var çünkü bilimsel olarak beyindeki elektriksel dalgalar kanıtlandı. Neden? Çünkü test edildiler ve ölçülebildiler. Ancak beyin faaliyetleri durduğunda onlarda duruyor. Sakın buna ruhun kanıtı demeyin. Adı üstünde elektriksel dalgalar. Şimdi buradan hareketle siz Ruha kılıf bulmaya çalışırsınız. Öyle olsaydı bu elektrik dalgalarının beyin ölümü gerçekleştiğinde durmaması gerekirdi.

Ona da cevabınız hazır. Beyin ölünce beyindeki elektrik dalgalarının, yani ruhun gitmesi normal çünkü ruhu-canı Azrail aleyhisselam gelip alıyor.


Yine çuvalladınız efendim… İslamiyet’e göre Azrail diye bir melek yok. Kuran-ı Kerim’ e göre “Ölüm meleği veya ölüm melekleri” var. Ama Azrail ismi yok. “İyi de Hadis-i Şeriflerde bahsediliyor!” demeyin sakın çünkü sahih olmayan hadislerde dahi Azrail ismi geçmiyor.

Sadece bazı “Haber” diye nitelendirilen rivayetlerde geçiyor.

Azrail ismi ve meleği İsrailliyattan geçmedir ki bunu “Gerçek” ilahiyatçı veya medrese eğitimi görmüş dindar arkadaşlar daha iyi bilirler.

Kısacası biz “Ey Ruh geldiysen üç kere tıkla!” demeye devam. Ne zaman gelecekse artık.

Cahil bir vatandaş olarak, cahilce sorularımı ve aklımdaki çelişkileri sıraladım. Aydın ve ileri görüşlü okurların bu sorularımı kolaylıkla cevaplayacağından; özellikle dindar arkadaşlarımın ustaca cevap vereceğine inancım tam.

İş dönüyor dolaşıyor ve o kadim soru paradoksuna takılıp duruyor. Bana soruyorlar “Olmadığını kanıtla o halde!”. O zaman bende size soruyorum “Olduğunu kanıtlayın!”

Bu arada konudan ayrı olarak geçenlerde başıma gelen küçük bir olayı paylaşmak istiyorum:

Bir alış veriş merkezinde sakarlığımdan ve dikkatsizliğimden dolayı yürüyen merdivenin son kısmında, taşıdığım alış veriş arabasının tekerleği takıldı. Eşim ya da hiçbir arkadaşım yanımda yoktu. Kendimi kurtarmaya çalışırken birisi apar topar yanıma koştu ve hemen yanı başımda duran ancak paniklediğimden fark etmediğim acil durdurma butonuna basarak bana yardım etti. Bu arkadaşın kafasında takkesi, üzerinde cübbesi vardı. Teşekkür ettim. O yoluna gitti ben yoluma gittim. Ben bu salaklığımı kimse yaşamasın, dikkatli olsun diye hikâyemi anlattığımda bir arkadaşım “O cüppeliler de bu kafa var mıymış!” diye kahkahalı bir cümle kurdu. Kanımın çekildiğini hissettim. Ulan kulağımda küpe, üzerimde Black Sabbath t-shirt’ü ile alenen ondan farklı şekilde düşündüğüm belliyken adam bana yardım etmiş senin verdiğin tepkiye bak. “En azından sendekinden daha iyi bir kafa varmış!” diye cevap verince ortam buz kesti. Üsteleseydi resmen o tanımadığım, belki de hiç görmeyeceğim takkeli ve cüppeli adamın avukatı olacaktım. Gerekirse arkadaşlığım sona erecekti. Konu uzamadı. Çaylar içildi ve konu kapandı.

İnsanlık veya iyilik inançlarla ya da kılık-kıyafet ile ölçülmez. Kimse kimsenin inancına veya hayatına karışmadığı sürece sorun yok.

Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu: Uzunca bir süre yazılarıma ara vermek durumunda kaldım. Bir terslik olmadıkça her hafta en az bir kez olmak kaydıyla burada olmaya çalışacağım. Bu süreçte bana sabır gösteren sevgili dostum site başyazarı ve yöneticisi A.KARA’ ya teşekkürlerimi sunuyorum.

Yazan: Demon Product

YEŞİL YOL MU? AKLIN YOLU MU?

Aydın nedir?, Aydın ve din, Aydınlanma nedir?, Batı inançsız mı?, Bilim ve dinler, din, DP, Gazali, İbnü'r Ravendi, İnanç ve bilim, İnançlı biri, Pamuk ve ateş, islamiyet,
Yeşil Yol filmini izlemişinizdir. Tom HANKS’in başrolünü oynadığı bu film hemen hepimizin hafızalarına kazındı. John COFFEY o masumluğu ile hepimizi ağlattı. Finalde o şirin fare Mr. Jingles’in yaşadığını görünce mutlu olmuştuk. John COFFEY bize mucizelerin var olabildiğini göstermişti. Bu mucizelerin kaynağı ise filmde yoktu. Belki bir yaratıcı, belki de başka bir güç John COFFEY’e güçler bahşetmişti. Mucizelerin günlük hayatta olabildiğini gösterdi bu film bize. Hiç izlemediyseniz mutlaka izlemenizi tavsiye ederim.

Peki, bu mucizeler akla ne kadar yatkın? Bilim ile ne kadar uyuşuyor? Mucizelere inanarak yaşarsak medeniyet gelişir mi? Çözümü ve bilgiyi sadece kutsal metinlerde ararsak, gerisine kafa yormaz isek dünya nasıl bir yer olurdu? Sanırım kafamızda şekillendiremedik. Bir vakitler insanlar bu şekilde hiçbir şeyin yürümediğinin farkına vardılar. “Aydınlandılar”

Aydınlanma terimi basit olarak inanç ve varsayımsal hayattan sıyrılarak, bilimin ve aklın ön plana alındığı düşünce yapısına denir. Tüm önyargılar, rivayetler ve vahye dayalı sistemler reddedilir.

Peki, inançlı bir insan için “Aydın” tabiri kullanılabilir mi? Belirli çevrelerde en çok tartışılan konulardan biridir bu. “Hem inançlı olacaksın hem de aydın olacaksın. İmkânsız!” derler. Aslında bu hususta en güzel cevabı Prof. Dr. A. Celal ŞENGÖR hocamız veriyor. Bilindiği üzere kendisi ateisttir ve bunu kendisi de ifade eder. Ancak katıldığı bir programda ilginç bir konuşması vardır: “… Sevgili dostum Xavier Le PICHON dünyanın saygı duyduğu büyük bir Jeofizikçi. Kendisi büyük bir bilim insanı. Ancak aynı zamanda koyu bir Katolik. Ben bunu anlayamıyorum!” demişti.

Xavier Le PICHON dünyanın sayılı Jeofizikçilerinden birisi. Japon Bilim Ödülü ve Fransız Bilimler Akademisi Legion of Honour ödülü başta olmak üzere birçok ödül sahibi. Ülkemiz deprem araştırmalarında da bulunmuş önemli bir akademisyen aynı zamanda. Bu bilim insanı için “Aydın değildir!” demek en basitinden büyük bir cahilliktir.

Önemli olan inançları ve gerçek gözleme dayanan evreni birbirinden ayırabilmektir. Adam inançlarını ayrı yaşıyor, bilimi ayrı yaşıyor. Önyargılardan sıyrılmış, sadece gözlem ve deneye dayanan bir sistemi kabul etmiş, ancak kendi içerisinde Tanrısı ile barışık ve inançlı birisi.


Kısaca İnançlı birisi Aydın olarak nitelenebilir mi? Cevap evet. Eğer ateşli bir inançsız iseniz, diğer yazılarıma karşıt teori geliştirmeye çalışıp çuvallayan Tatlısu Müslümanları ve Yobaz Pokemonlar gibi bana reddiyeler düzebilirsiniz. Onlara da söylediğim gibi… Gerçek ortada duruyor. Ya kabul edersiniz ya da reddeder ve bu ret âleminde yaşar gidersiniz. Benim görüşümü kabul etmek zorunda değilsiniz. Xavier Le PICHON sadece bir örnek idi. Ancak tüm dünyanın kabul ettiği Bilim insanlarını ve aydınlarını sırf “İnançlılar” diye yok sayarsak işte o zaman biz de yobaz oluruz.

Şimdi eğer bu adamlar, inançları gereği sizi “kâfir, gâvur, şeytan uşağı, Siyonist, mason, illuminati iti, İngiliz-Amerikan ajanı” gibi komik adlandırmalar ile ötekileştirse ya da din ayrımcılığı üzerinden ayrıştırsalar haklısınız. Bu insanlar buna bakmıyor. Önemli olan sizin fikirleriniz. Gerisi onların umurunda değil. İsterseniz sokaktaki kediye tapın ya da Allaha inanın veya inanmayın.

Kısacası Aydın olmak için dinsiz olmak diye bir ön koşul yoktur. Daha önce belirttiğim gibi. Tersini iddia ediyorsanız, yani inançlılar eğer “Aydın” olamaz diyorsanız kusura bakmayın ama “YOBAZSINIZ!”

Neyse, ana konum aydın insanlar inançlı mı inançsız mı değil.

Avrupa’da bir Aydınlanma yaşandı. Bu aydınlanma ile insanlar dini pratik hayattan çıkartarak sadece mabetlere ve evlere kapattı. Yani olması gereken yere. Sosyal yaşamda genel hukuk kuralları çalışmaya başladı. Gözleme ve deneye dayalı bir yaşamı tercih ettiler. Sonuç? Sonuç koskoca İslam âleminden çıkan bir tek icat yok. Ama büyük deccal, şeytanın yeryüzündeki gölgesi olan “BATI” günümüzdeki tüm ilerlemenin ve icatların, kısaca modernliğin merkezi oldu.

BATI dediğimiz güruh inançsız mı? Hayır, geniş ölçekte inançlılardan oluşuyor.

Peki, neden aydınlanma orada oldu da bizde olmadı? Neden tüm icatlar Batı’da? Neden tüm Müslüman mülteciler İslam ülkelerinde Allah’ın emirlerini yaşamak yerine “Kâfir” Batı’yı tercih ediyor? Neden bizim “Yerli ve Milli” politikacılarımız çocuklarımız için İmam-Hatip nesli olsun diye buraları tavsiye ederken kendi çocukları “Kâfir” Batı okullarında? Neden hep “Kâfir” Batı’yı işaret ediyoruz?

Sanırım Aydınlanma trenini biz çoktan kaçırdık. Aydınlanma bizim için yapı marketlerde çalışan gençlere sorduğumuz “Kardeşim pardon, bu ampul ne kadar Aydınlatıyor? Oda iyi aydınlanır mı?” gibisinden soru cümlelerinde geçen kelimeden ibaret olacak.

Kısaca hayır. Biz “Aydınlanmayacağız.”

Yazının başında Aydınlanmayı tanımlarken basit olarak bilim ve aklın ön plana alınması demiştim.

Peki, bilim ve akıl bize ne söylüyor? İbnü’r Ravendi ismini duydunuz mu bilmiyorum. Turan Dursun’un da etkilendiği bu zat zamanında büyük bir İslam Âlimi. Ona göre zamanın kendisi tanrıdır. Madde sonsuzdur; sadece şekil ve biçim değiştirir. Yoktan var edilmemiştir. Her şey zaman içerisinde kendiliğinden var olur.

İbnü’r Ravendi, Dehriyyun adı verilen İslam tarihindeki materyalist bir felsefenin kurucusu sayılır. Görünen dünya haricindeki her şeyi reddederler. Görünen haricinde bir gerçek yoktur. Gerçek, ancak gözlem ve deneyle tecelli eder. Bu yönüyle peygamberleri eleştirir ve kitapları tanımazlar. Zaman veya evren bir bakıma Tanrı’dır görüşü üzerinde durduklarından dönemlerinin Deistleri kabul edilebilirler.

Büyük bir İslam Âlimi iken İbnü’r Ravendi ve onun takipçilerini tevhid’den koparan neydi? Neden klasik İslam anlayışını, hatta muhalif mezhepleri dahi terk edip “Zındık” kategorisine girdiler? Kişisel varsayımıma göre sanırım Turna Dursun ile benzer sebepler.

Maalesef İslam tarihindeki 3 büyük zındıktan birisi kabul edilen İbnü’r Ravendi hakkında detaylı bilgilere ve onun eserlerinden bir kısmına tahrip edildiklerinden ve yakıldıklarından dolayı sahip değiliz.

Elimizdeki verilere baktığımızda İbnü’r Ravendi’ de bir Tanrı inancı var. Aklı ve Deneyi ön plana almasına rağmen bir yaratıcıya inanıyor. Ancak inandığı yaratıcı onun hayatına karışmıyor. Öğrene geldiğimiz klasik Tanrı inancından daha farklı bir inanç. (Bkz. Site Başyazarı ve Yöneticisi A.Kara "Benim Tanrım" adlı makalesi)


Madem akla, gözleme ve deneye dayanan bir inanç felsefesi ile karşı karşıyayız, neden bir Yaratıcı ihtiyacı var? Bunun birçok sebebi olabilir. Bazen her gözlem aynı fikri vermeyebiliyor. Burada atıf yaptığınız sebep-sonuç ilişkisi çok önemli.

İşte tam bu noktada karşımıza Gazali çıkıyor. Hani şu Meşhur Gazali. Gazali için sakın Gerici, Yobaz gibi adlandırmalarda bulunmayın. Gazali hali hazırda dünyanın çoğu saygın üniversitesinde tüm felsefe bölümlerinde anlatılıyor. Adam müthiş zeki. Gelin ondan biraz alıntı yapalım:

"Alışılmışlığın sonucu olarak birinin sebep diğerinin netice olduğuna inanılan iki şeyden birinin, diğerinin yanında bulunması bize göre zaruri değildir. Hatta yan yana bulunan iki şeyin biri sebep diğeri netice değildir. Bunlardan birinin ispatı diğerinin ispatını içermediği gibi, birinin nefyi de diğerinin nefyini içermez. Bunun için, birinin vücudu diğerinin vücudunu gerektirmediği gibi, birinin yokluğu da diğerinin yokluğunu gerektirmez. Bunlardan birinin, diğerinin yanında bulunması, aslında biri diğerinden ayrılmayacak şekilde zaruri değil, yüce Allah’ın takdiri neticesinde olur. Bir tek misal ele alalım: Ateşe yaklaştırılınca pamuğun yanması. Pamukta siyahlık yaratmak, cüzlerini dağıtmak ve onu yanmış kül haline getirmek suretiyle yanma fiilini yapan yüce Allah’tır. Bunu ya melekler vasıtası ile veya vasıtasız yapar. Ateş, kupkuru bir maddedir. Hiçbir fiil meydana getiremez.

Şu halde ateşin fail olduğunun delili nedir? Onların pamuğun ateş yanında bulunması sırasında yanmanın meydana geldiğini müşahede etmelerinden başka bir delilleri yoktur. Bu müşahede ise, yalnızca pamuğun ateşin yanında yandığını gösterir; ateş sebebi ile yandığını ifade etmez. Yanmasının da ateşten başka bir sebebi bulunmadığını ispatlamaz. Şu halde, bir şeyin, imkânı ile birlikte bazı vakitlerde Allah’ın ilminde onu yapmayacağının geçmiş olması ve bu vakitte bunu yapmayacağına dair bizde bir ilim meydana getirmesiyle, o şeyin Allah’ın makdurları cümlesinden bir mümkün olması arasında bir mani yoktur."
Gazali
“Tehâfüt el-Felâsife”
Onyedinci Mesele Ahsen Yay.02 s.181-2-6

Gazali’nin Felsefecileri eleştirdiği Tehâfüt el-Felâsife adlı yapıtında konu ettiği "Pamuk ve Ateş" arasındaki ilişki çok önemlidir. Gazali, Nedensellik ilkesi içerisinde Ateşin Pamuğu yakmasını ilahi kudrete bağlar. Filozoflara göre ki deney ve gözleme de göre ateşin yanına getirilen pamuk yanar. Bu gözleme göre, eğer sebep-sonuç ilişkisi içerisinde irdelersek, sebep ateştir, sonuç ise yanmadır (pamuğun yanması). Gazali’ ye göre ateş sebep değildir. Bu gözleme göre pamuk sadece ateşin yanında yanar. Ama bu ateş sebebiyle yandığını ifade etmez ve bu anlama gelmez. İşte bu noktada Gazali’ye göre ilahi kudret devreye girer. Bu sistemi Allah kurmuştur. İsterse ateşin yanında pamuk yanmaz. Tamamen onun iradesine bağlıdır. Böyle olmalıdır. Yoksa İbrahim peygamberin ateşte nasıl olup da yanmadığı açıklanamaz.

Kısacası pamuğu ateşin yanın getirdiğinizde Allah’ın izni olursa, meleklerin de aracı/vesile olması ile pamuk yanar. Aynı her kar tanesini ve yağmur damlasını da meleklerin indirdiği gibi. Öyle şey olmaz mı diyorsunuz? İşte Gazali’nin fiziksel olaylarda Allah’ın izni ve Meleklerin vesile olduğuna inanmasını gerektiren faktörlerden bir diğeri, bir hadis:

Gazali, müspet bilime inanıyordu. Fakat sorun mucizelerde idi. Eğer müspet bilimi kabul edersek mucizeleri, dolayısı ile Allah’ın mucizelerini reddetmek gerekirdi. O halde müspet bilimin x faktörü Allah’tır şeklinde bir düşünce yapısı geliştirdi. Daha önce yazdığım üzere eğer pamuğun yanmasına sebep ateş ise, ateşe atıldığında İbrahim’in de yanması gerekirdi. Demek ki yakan ateş değil. Sebep ateş değil. Ateşin yakabilmesi Allah’ın iznine bağlı.

Ancak her ne hikmetse günümüzde (İbrahim peygamber olayı hariç) ateşin yakabildiğini görüyoruz.

Olayı farklı bir örnek ile zenginleştirelim. Bir zaman makinemiz olsa ve 500 yıl öncesine gitsek. Yanan odunları, içerisinde Karbondioksit bulunan bir yangın söndürme tüpü ile söndürsek bizim için ne düşünürlerdi? Onların gözlemi şu olurdu: “Birisi geldi, demir bir silindir getirdi, sonra bu silindir içinden ateşe beyaz bir duman attı, bu duman alevi söndürdü, sonra bu duman dağılıp gitti.” Gazali ilkesine göre bu nokta da insanlar bende ve olayda bir hikmet arardı. Hikmette sual olunmazdı. Şüphesiz bu söndürme işi Allah’ın izni ile olacaktı.


Ancak akılcı yaklaşan insanlar merak eder ve ateşin neden söndüğü ile ilgili varsayımlarda bulunurular, bu sayede gerçeğe ulaşmak için deney ve gözlemler yaparak basınç altında depolanmış Karbondioksiti keşfederlerdi.

Daha sonra keşfettikleri basınç altında depolanmış karbondioksiti, diğerlerine, yani hikmet arayanlara satarlardı. (Anladınız siz onu).

Gazali, açıkçası büyük bir düşünürdür. Takıldığı tek husus, anlayamadığı ya da açıklayamadığı durumları direk vahiylerde aramasıdır.   

Bilim ve gözlemi o da savunur. Ancak bilim ve gözlemi ön plana alırsa o halde Allah’ın kudretini ve mucizelerini inkâr etmek zorunda kalacaktır.

Allah merkezci bir yaklaşım ile her hususa yaklaşır. Temel terazisini ya da mihenk noktasını Allah teşkil eder.

Peki, Gazali’ nin tabiri caiz ise bir antidot’u yani karşıtı var mıdır? Evet var. İbn Rüşd. İbn Rüşd, Gazali’ nin eserlerine ve varsayımlarına öylesine reddiyeler dizmiştir ki, Gazali’nin en ateşli savunucuları dahi susmak zorunda kalmıştır.

İbn Rüşd tam bir Aristo’cudur. Antik Yunan felsefesini okumuş, özümsemiş ve gerçek hayat ile ilişkilendirebilmiştir. İbn Rüşd’e göre Gözlem ve Deney’e dayalı olmayan hiçbir unsur Kuran’a da uygun değildir. Doğada var olan her şey, her türlü deney ve gözlem Kuran ile uyuşmalıdır. Gazalinin tıkanıp kaldığı Pamuk örneğine İbn Rüşd şöyle bir yaklaşım sergiler, mucizelerde gözleme dayalı gerçek aranmaz. Çünkü var olan dünya yasalarını da Allah belirlemiştir. Eğer ateş İbrahim peygamberi yakmamış ise Allah öyle istemiştir. Ancak normal şartlarda ateş her halükarda yakıcıdır. Bu hali ile Gazali’nin yaklaşımı İbn Rüşd’e göre bir nevi küfürdür. Ona göre birey akılla Tanrı’ya ulaşılabilir.

İbn Rüşd’ün sergilediği bu tarz bir yaklaşım, yani aklın ön plana alınması, farklı akımların etkisi ile çok sonraları Aydınlanma çağının motor gücünü oluşturan faktörlerden birisi halini almıştır.

Ancak İslam âlemi İbn Rüşd yerine Gazali’yi tercih edince gerisi malum. Batı bir kutup, İslam Âlemi bir kutup halini aldı.
  • Bir taraf Aklı, Gözlemi, Deneyi merkeze aldı, bir taraf ise vahyi merkez aldı.
  • Bir taraf Bilimi merkeze aldı, bir taraf inancı merkez aldı.
  • Bir taraf gördüğü dünyayı ve onun kurallarını merkez aldı, bir taraf görmediğini merkez aldı.
  • Bir taraf sorgu ve şüpheyi merkez aldı, bir taraf biat etmeyi merkez aldı.
  • Bir taraf kendini aramayı merkez aldı, diğer taraf hiç görmediğini ve göremeyeceğini aramayı merkez aldı.
İster inançlı olun, ister inançsız olun. Hayatınızın merkezini oluşturan faktörlere dikkat edin. Hayatınızda bir kez olsun. Sadece bir kez olsun dünyaya ve çevrenize bir bakın. Kaç İslam ülkesi ile aynı İslamiyet’i yaşıyorsunuz?  Tüm İslam ülkelerinin, hatta aynı ülkede birbirinden farklı mezheplerin de hem inançları hem ibadetleri birbirinden farklı. Peki, cenneti kim hak edecek? Cehennem yakıtı kim olacak?

Sadece İslamiyet’i eleştirmeyelim. Kaç Hristiyan ülkesi aynı şekilde inanıp, aynı şekilde ibadet ediyor? Minicik İsrail’de bile Yahudiler mezheplere bölünmüş durumda.

Yazıda önce Xavier Le PICHON’dan bahsettim ki inançlı bir bilim adamı ve aydın. İbnü’r Ravendi’den bahsettim ki inançlıydı; sadece bana göre Deizme yakındı. Gazali ve İbn Rüşd’den bahsettim. Onlar da inançlıydı. Kısacası sorun inanıp inanmamakta değil.

Sorun, sizin hayatınızın merkezine neyi aldığınızda. Eğer hayatınızın merkezine bilimi, aklı, gözlemi, deneyi ve sorgulamayı alırsanız inançlı bile olsanız “AYDIN” olursunuz.

Ancak hayatınızın merkez noktasına vahyi ve onun düşünce sistemini koyarsanız “KARANLIK/YOBAZ” olursunuz.

Ve yine ancak hayatınızın merkezine kör bir şekilde inançsızlığı koyarsanız yine “KARANLIK/YOBAZ” olursunuz.

Aydın olmak inancı nereye koyduğunuz ile alakalıdır. Kendi içinizde neye inanıyorsanız inanın ya da inanmayın. Evinizde ne istiyorsanız onu yaşayın.

Ancak ortak yaşamda aklı, bilimi, gözlemi ve deneyi; kısaca “İlim ve Fen’i” merkez alarak yaşayın.
İnancınız ya da İnançsızlığınız size kalsın.

Ben mi? Ben hayatımın merkezine “Elimin altındaki cariyelerle (!) seks yapabilmeyi…” öngören bir inancı koymuyorum. Ailemle çok mutluyum.

Ancak yakın çevrem ve arkadaşlarımın büyük çoğunluğu hayatlarının merkezine “Elinin altındaki cariyelerle (!) seks yapabilmeyi…” öngören bir inancı koyuyor. Bu onları cahil yapmaz veya Karanlık/Yobaz yapmaz. Ben onları böyle seviyorum. Varsın Tatlısu Müslümanı olsunlar.

Dünyaya bakın, bilim insanı yetiştiren ülke ve sistemlere bir bakın. Büyük icatları yapan bilim insanlarına bakın. Büyük filozoflara bakın. Kendi ülkelerinden kaçan Müslümanların sığındığı ülkelere bir bakın.


Hastalandığınızda sizi kurtaran ilaç ve makinelere bir bakın. Tüp bebek ile çocuğunuz olmasını sağlayan sistemi icat edenlere bir bakın. İletişimi sağlayan her şeye bakın. Günümüz teknolojisine bir bakın.

O zaman anlayacaksınız. Sizce merkez ne olmalı?
Maalesef gerçek hayatta ne mucizeler var ne de John COFFEY gibiler.
Batı dediğimiz dünya, John COFFEY’ vari mucizeleri kendileri bulma yoluna gitti. Akıl ile ulaşma yoluna gitti.

Ama bize göre öyle mi? Batı uçak yapıyor, “Allah istemese uçmaz” diyoruz. Batı tüp bebek ile çocuk yapmayı buluyor, “Allah istemese olmaz” diyoruz. Batı cep telefonu yapıyor, “Allah istemese konuşturmaz” diyoruz. Batı ağrı kesici yapıyor, “Allah istemese iyileştirmez” diyoruz. Batı araba yapıyor, “Allah istemese gitmez” diyoruz.

Oluyor yahu oluyor. Yapınca oluyor. İcat edince oluyor. Düşününce oluyor. Akıl edince oluyor. Oluyor kardeşim hem de çok güzel oluyor.

Sen oturduğun yerde 70 huriyi nasıl idare edeceğini, cennet şarabını hangi meyveler ile tadacağını düşünmeye devam et.

Bu arada pardon. Cennet ve huri demişken, Senin hatun ya seni değil de başka bir erkeği isterse ne olacak? Sen bir mümin, o da bir mümine, sen istiyorsun ama o seni istemiyor ve başka bir erkeğe veriliyor. Belki o erkek senden daha mümin olduğu ve o da senin hatunu istediği için senin hatunun da rızası ile alıyor. Ne yapacaksın? Onlar kendi cennet arsasında meşk ederken sana yine eller günahkâr. Artık huriler ile ne kadar olacaksa…

Ah yine pardon bilmiyorum diş ağrısı çekiyor musunuz? Ben bir ara çok uğraştım. Bilin bakalım o dişçi koltuğunu, diş tıbbını, o alet edevatı, dolguyu, implant malzemelerini ve diğer tüm zerzevatı kim icat etti? Doğru ya çağlar öncesinden tüm bilgiler ve bilimsel veriler kutsal kitapta var. Oradan biz icat ettik (!)

Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu: Yazıda mümkün olduğu kadar felsefe tarihi ve felsefe konularından uzak kalarak, sınırı fazla aşmamaya gayret ettim. Israrla Mitoloji ve Felsefe konularından uzak kalmayı tercih ediyorum. Bu konular uzmanlarının işi. Peki, ben yazdığım konular hakkında uzman mıyım? Değilim. Öyle bir iddia da bulunmuyorum. Okumazsınız olur biter. Madem uzman değilim neden yazıyorum? Sebebi açık: Aklı kullanmak için uzman olmaya gerek yok.

Bu mesajımda malum çevreye: Bana hep “Olmadığını Kanıtla!” diye çağrıda bulunuyorsunuz. Madem öyle sizde “Olduğunu Kanıtlayın!”

Yazan: Demon Product

PAMUK PRENSESİN ÖLÜMÜ

Yazan: Demon Product
DP,din, islamiyet, İslamda çocukla evlenme geleneği,Çocuk gelinler ve İslamiyet,Pamuk prensesin ölümü,Çocuk istismarı,Artan çocuk tecavüz haberleri, Talak suresi 4.ayet,Tecavüz sınavı
Yazıma Jeanne COLDELIER’ in harika kitabının adı ile başlamak istedim "Pamuk prensesin Ölümü". Bu kitabı okumanızı şiddetle tavsiye ediyorum. Sebebi mi? Sebebi azda olsa yazımla alakalı da ondan.

Çocuk istismarı konusunda hit yapmaya başladık. Tabi bir grup ki ülkemizde çoğunluk olan bir grup hemen çıktı ve öne atıldı: "Hep İlluminati ve Masonların yapıyor. Yahudiler tezgâhlıyorlar bu işi. İngiliz ve Amerikan emperyalistlerinin planları bu. Amaçları bizi bölmek!..."

Diğer bir grup ki bunlar daha akılcı bir yaklaşım sergiliyorlar: "Eskiden de vardı ama bilinmiyordu, televizyon ve internet yoktu yayılmıyordu. Şimdi her şey yayılıyor tez zamanda!..."

Ağrımıza gitti, gururumuza dokundu, insanlığımıza sığdıramadık, mantığa oturtamadık. O küçücük bedenlere yapılanları bir türlü yakıştıramadık kendimize.

Bir KIZ ÇOCUĞU olmalı… Sokakta özgürce oynaması gereken, komşu Okan abisinden terleyince su isteyebilen, rahatça bakkal muhittin amcadan çikolata alabilen, Annesi ve Babası bir yere gittiğinde Melahat Teyze ve Mehmet Amcaya emanet edilebilen. Başı sıkıştığında mahallenin Semih abisine gidebilen, Merak ettiklerini rahatlıkla öğretmenine sorarak öğrenebilen, korkusuzca, güvenle, insanlıkla yaşayabilen…

Bilmiyorum çocuğunuz var mı? Benim var. Elinizden öper minik bir kızım var. Bana göre minik. Kendine göre genç kız. Hani tabiri caizse gözümden sakındığım.

Bir grup soracak şimdi : "Kendin gibi dinsiz, imansız mı yetiştiriyon la çocuğu?" diye. Yok, öyle değil. Öğrensin. İslamiyeti de öğrensin, diğer dinleri de öğrensin. İsterse inançla yaşasın, isterse inançsız yaşasın. Net bir cevap mı lazım: Evet Kur'an kursuna da gitti. Bilsin. Öğrensin. Kendisi sorgulasın. Ne hoca söylediği için dindar olsun ne de ben dedim diye dinsiz olsun.


İnancını veya inançsızlığını kendi seçsin. Eşini kendi seçsin. Hayatını kendi seçsin. İşini kendi seçsin. Okulunu kendi seçsin. Korkularını ve sevinçlerini kendi seçsin. Ne benim doğrularımla yaşasın ne de başkalarının doğrularıyla. Kendi doğrularını yaşasın.

Elbette ebeveynlerin görevi doğruyu ve yanlışı öğretmek. Peki, hangi doğruları veya hangi yanlışları?

Eğer Afganistan’da Taliban rejimi altında, Etiyopya’da, Yemen’de, Arabistan’da, İran’da, Malezya’da, Endonezya’da, Suriye’de bir baba olsaydım kızımı daha 9 yaşındayken benden dahi yaşlı bir adamla evlendirecektim. (Sakın yok diye iddia etmeyin, Ülkemiz yargı sistemi ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlıklarımız güneydoğu başta olmak üzere Suriyeli çocuk gelinlerin hukuki durumunu tartışıyor. Çünkü Suriye yasalarına göre 16 yaş yasal. Daha küçük yaşlarda hoca izni ile evlenilebiliyor. Bir sağlık görevlimiz Suriyeli çocuk annelerin dramını daha birkaç ay önce medyaya taşımıştı. Tabi tüm bunlar dış güçlerin oyunu. Yok aslında böyle şeyler.)

Devlet izin vermese de şeriat mahkemesi veya izni ile verecektim. Öyle bilecek, öyle öğrenecektim. Belki de cennetle müjdelenmek için kendi ellerimle teslim edecektim kızımı. Ağlayacaktım, üzülecektim ama içimi buruk bir sevinç kaplayacaktı. Cennetle müjdelenecektik. Sünnet’i tamamlıyorduk. Ayşe’de o yaşta evlenmemiş miydi? Kızını Peygambere veren Ebu Bekir edası ile mutlu olmayacak mıydım? O cennetlik sahabe gibi kızımı sanki Ayşe’ymişçesine vermeyecek miydim?

Ya ben? Belki de eşimle 9 yaşında evlendirilecektim. Daha aşkı hiç tanımadan, görmeden dünyayı, gençliği hiç yaşamadan… Ama hiç olur mu? Kız kızmısı başıboş bırakılır mı? Hemen evlendireceksin. O-ospu olur yoksa. Ya ben? Diyelim ki o yaşlarda evlenmek istemedim. “Gız mı olcen la sen? Çalışmıyor mu makine? Hehehe!” gibi soğuk, anlamsız, buram buram cahillik kokan kelimelere maruz kalacaktım.

(Bu arada o yaşlarda evlenerek hayata adım atanların bu dünyadaki sınavı bu mu? O yaşlarda zorla ve sapıkça bir şekilde cinsellik ile tanıştırılmak ne gibi bir sınav olabilir? Hani bu Dünya sınavdı ya? Şu an bu dünyada sınava tabi tutuluyorduk ya. O bakımdan. Düşünsenize, daha çocukken cinsellik ile beni sınava tabi tutan bir yaratıcım var.)

Bulunduğum ülke, yaşadığım toplum, inandığım din, kurallar bunu gerektiriyordu. O yaşlarda evlenmeliydim. Normali buydu. Cinsellik mi? O da ne? Zevk? Yok, be gardaş, biz normal ürüyoruz o kadar. Varsayalım öyle bir yaşa geldim ki artık cinselliğin zevkini aldım. Eşim? O hep aynı. Peki ya diğer kadınlar?

E param var, o halde "bakabilmek kaydı ile", "cariye olaraktan" alırım birkaç tane olur biter. Şimdi diyeceksiniz ki bakabilmek veya zengin olmak önemli değil. Hanımının rızası da önemli. Öyle ya tüm dünyada ikinci-üçüncü-dördüncü eşini almak isteyenler diğer hanımlarından helallik istiyor. Yersen. Bu arada kaç kadın kocasına ikinci-üçüncü-dördüncü eş için izin verir bu da ayrı bir merak konusu. Neyse diyelim ki aldım birkaç hatun. Hak geçmesin diye sıraya sokarım onları. Kimsenin hakkını çiğnemem. Hepsinin bir sırası olacak. Boşanmak? O var olabilir. Mehir hakkını veririm olur biter. Yalnız ben “One Night” istiyorsam ne olacak? Kolayı var. Basarsın bir Muta nikâhı olur biter. Yeter ki helalinden ve caiz olsun. Kadınlar helal olduktan sonra bizim tarlamızdı. Dilediğimizce sürebilirdik.

Sakın bana o dönemin şartları, yok savaş hali, yok erkek nüfusu azaldı diye komik komik savunmalar ile gelmeyin. Bunların safsata olduğu artık cümle âlem öğrendi. Örneğin o sırada cariye yapılan kadınlar sayesinde mi nüfus arttı? Eğer kadın yoksul ve kocasız kalmış ise illa yatağına mı alacaksın? Yatağa almadan bir kadına yardım edemiyor musun? Böyle bir kaide mi var? Kaide var tabi. Ayetlere bakınca cariye de yapıyorsun eş de yapıyorsun.

Konu çok dağıldı. Ayşe’den, pardon Hz. Ayşe’den bahsediyordum. 9 yaşında evlenmişti.

Pardon. Bu hurafe idi. Dine atılan bir iftiraydı. Ayşe 16 idi. Pardon 18. Yok 19. Aman efendim olur mu öyle şey o dönemin şartları, bilmem ne Hoca efendinin hesaplarına göre 23. Olmadı değil, şimdi o dönemin Arap kültürüne ve Arap coğrafyasında iken evlilik yaşı 17 idi, Yalancılar, Ayşe annemiz 20 yaşında evlendi.

Eeeeehhhh bir karar verin be!. Kabul edin. Kıvırmayın, bükmeyin.

(Bu konuda site yazarı Gregoire De Fronsac’ın "AİŞE MUHAMMED’LE EVLENDİĞİNDE KAÇ YAŞINDAYDI" adlı makalesine göz atabilirsiniz.)

Ayşe 9 yaşında evlendi sevgili Tatlısu Müslümanları. Bunu o vicdanınıza ve beyin kıvrımlarınıza iyice yerleştirin. İster kabul edin ister etmeyin. İsterseniz saçınızı başınızı yolun. Gerçek bu. Sadece sizin gibi Tatlısu Müslümanları inkâr ediyor. Diğer Müslümanlara ve İslam ülkelerine bakın neyi kabul ediyorlar.

Özür dilerim. Benim sapkınlığıma ve cahilliğime verin. Hiç esenlik ve barış üzerine olan dinimizde böyle şeyler olur mu? Uydurma hadisler üzerinden dinimize saldırma diyorsanız ki saldırmıyorum. Şu ayete bir göz atın. Bu ayeti ben uydurmadım. Hatta bu sitede yer alan makalelerde o kadar çok yer aldı ki sayısını unuttum:

Talak Suresi 4. Ayet:
"Kadınlarınızdan âdetten kesilmiş olanlarla, henüz âdet görmeyenler hususunda tereddüt ederseniz, onların bekleme süresi üç aydır. Hamile olanların bekleme süresi ise, doğum yapmalarıyla sona erer. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona işinde bir kolaylık verir."

“… henüz adet görmeyenler…” cümlesinden ne anlıyorsunuz? Hatta bu surenin tamamını okuyun. Tüm eski İslam âlimlerinin tefsirlerine bir bakın. Kendi gözlerinizle görün. Kimler için henüz adet görmemiş tabiri kullanılır? Menopoz dönemindeki kadınlar için mi? Hamileler için mi? Zaten adetten kesilmek tabiri kullanılmış ayetin başında. Yani, hamile ve menopoz dönemi kadınları kapsamış Burada anlatılmak istenen başka bir şey var görün artık. Dedim ya bana da güvenmeyin. Eski tefsirlere göz atın. Tatlısu hocalarına kanmayın.


Amacım dinciler çocuklara tecavüz ediyor. Dinsizler sütten çıkmış ak kaşık imajı yaratmak değil. Sapkınlığın dini inancı olmaz. Ateist sapık ta olabilir. Bu yazıda sapıklardan ya da tecavüzcülerden bahsetmedim/bahsetmiyorum.

Sadece şunu sormak istiyorum, yeğeninizi, kızınızı, kardeşinizi, ne bileyim küçük bir kız çocuğunu gözünüzün önüne getirin. 9-12 yaş civarı. Onu evlendirmek, yaşlıca birinin koynuna sokmak vicdanınıza ve insanlığınıza sığıyor mu? Sanmıyorum. İnançlı, hatta şu an bana küfür eden inançlı okurlarımızın dahi vicdanına sığmıyor biliyorum. Hadi beni ve size göre sapkın fikirlerimi boş verin. Kendi hocalarınızın – ama eski sağlam tefsircilerin ve âlimlerin- bilgilerine ve yazdıklarına göz atın. Cevaplar pek hoşunuza gitmeyecek.

Hele ki kadınlar hakkında ki ayetlere bir bakın. O "SAĞLAM" hadislere bir göz atın. Tabi göz atmaya ve araştırmaya cesaretiniz varsa. Bakın bakalım kadınlar hangi statüde. Sizin savunmanızı size karşı kullanacağım: "Kurandan cımbızladığınız ayetlerle kalkıp kendi fikrinizi savunmayın!". Bakın bakalım Kuran’ın ve sahih hadislerin geneline; kadın hakları ne durumda. Tabi "The Last Ayet Bükücü" hocalarınız buna zaten cevap geliştiriyorlar.

Çocuk gelinler alenen bir istismardır. Kusura bakmayın ama eğer bir inanç minicik bir kızın bedenini bir erkeğin yatağına uygun görüyorsa o inancı reddediyorum.
Sizin mideniz kaldırıyorsa size de eyvallah.

Bu arada geçenlerde Minik Eylül Ankara/Polatlı’da uğradığı istismarın ardından hunharca öldürüldü. Aklıma Site Baş Yazarı ve Yöneticisi A.KARA dostumun birkaç yıl önce bir makalesinde sorduğu soru geldi: Bu güleç yüzlü güzel Kız’ın bu dünyada ki sınavı bu muydu? Artık sınavını tamamladığı için cennete mi gitti? Yüce yaradan O’ na bu sınavı mı reva gördü? Ya da bu istismarcının mı sınavıydı? Madem istismarcının sınavıydı, küçük Eylül sadece bir sınav sorusu muydu? O’ nun var olma sebebi bir sınav sorusu olmak mıydı?

Gelin Pamuk Prensesleri Öldürmeyelim.

Yazımın başlığını Jeanne CORDELIER’ in kitabının başlığından almıştım. Bu kitap gerçi sadece çocuk istismarını ele almıyordu. Aile içi istismar söz konusuydu. Neyse detaya girmeyeyim. Şimdi o kitabın arka kapağındaki yazıyı size aktarmak istiyorum:

"Masanın üstünde anne. Yemek yediğimiz masanın üstünde. Bütün pislikler masada çıkıyordu anne, sen alışverişini yaparken, 'Arala bacaklarını,' derdi babam, ' Rahibeler duadan başka ne öğrettiler?. Ve sen çarşıda gün geçtikçe daha çok zaman harcadığından, bir pazar, mutfak masasının üzerinde en büyük aralamayı yaptım. Yürüyüşümün değiştiğini fark etmemiştin bile. Bana bakmıyordun artık. Gerçekte, bütün gerçeği sana bugün söylesem neye yarardı? Bir çocuğun dilinden anlamasını bilmediğine göre. Körsün. Bana vurduğunda gözlerinin içinde bunu görebiliyordum. Bunun için bakışlarımı indirmemi istiyordun.
... Babam neden bunu yapıyor? Annem neden izin veriyor? Sanki tahtaya şunları yazsam ne olur? Babam oramı elliyor. Sınıfta kaç kişinin oraları artık kendilerine ait değil?"