HABERLER
Dini Haber
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUTSAL KİTAPLARI PEYGAMBERLER Mİ YAZDI?

DP, islamiyet, din, yahudilik, hristiyanlık, Kutsal kitapları peygamberler mi yazdı?, Kutsal kitaplar, Kur-an'ı kim yazdı, İncil'i kim yazdı?, Tevrat'ı kim yazdı?, Kuran ne zaman kitap haline getirildi?, “Bütün İnsanlar Doğal Olarak Bilmek İsterler” cümlesi ile başlar Aristoteles’in ünlü kitabı “Metafizik”. Geliştiği ve büyüdüğü ortamdan bağımsız bir şekilde her birey öğrenme güdüsü ile hareket eder. Öğrenme sayesinde edinilen bilgiler bireyin hayat sürecini şekillendirir. “Öğrenme ihtiyacın bir sonucu mudur?” sorusuna verilecek cevap hayır olacaktır. İstemsiz öğrenimler de hayat süreci dâhilindedir. Bazı veriler isteseniz de istemeseniz de önünüze konulur ve koşulsuz kabul etmeniz istenir. Etrafınızdaki çoğunluğun dinamikleri ile “aykırı” olmamak adına sunulan bilgileri koşulsuz kabul edersiniz. Test etmeden, ölçülmeden, kanıtlanmadan önünüze konulan bu bilgiler ile siz de hayat sürecinizi biçimlendirirsiniz.

Pek, Aristoteles’ in dediği gibi gerçekten bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler mi? Cevap evet olacaktır. Önemli olan bu bilgi açlığının nasıl karşılandığıdır. Burada ki en önemli parametre, bilgi kaynağıdır. Bilginin test edilir, ölçülür ve ya kanıtlanmış olup olmamasını büyük çoğunluk önemsemez. “Bilme” nin karşılanması, yani bilgi açlığının ortadan kaldırılabilmesi için insanlar kendilerine test edilebilir, kanıtlanabilir veya ölçülebilir bir kaynak bulamadıklarında “Yalan” söyleme eylemini gerçekleştirirler. Prof. Dr. A. Celal ŞENGÖR, “Birbirini Yalanlayan İnançlar ile Bilim Yapılabilir mi?” başlıklı konferansında bu eylemi şu şekilde özetliyor: “İnsanoğlu açıklayamadığı durumlarda YALAN söylemeyi öğrenir. Mesela Antik Yunan’ da şimşek çaktığında bunu açıklayamadığından, görmediği, duymadığı, hissetmediği bir varlığa, yani ZEUS’a atıfta bulunmuşlardır. Zeus kızmıştır. Derhal onun kızgınlığının giderilmesi gerekmektedir. Peki, bir insanın kızgınlığı nasıl giderilir? Hediyeler vererek. O da Tanrısını kendisi ile özdeş tutarak ona avını ve yiyeceğini sunar tapınaklar aracılığı ile. Bu şekilde Din İzah işlevi görür.” (Bu konferansın detayı Youtube’da mevcuttur)

İnsan merak ettiği ve araştırdığı sürece gelişir. Dünyanın yaklaşık %51’i bir yaratıcıya inanıyor. Bu yüzdelik dilimin yaklaşık %40’ ı ise semavi dinlere inanıyor. Fakat insanlar inandıkları dinin dinamiklerini sorgulamıyor ve koşulsuz kabul ediyor. Bu sorgulanamaz katı yapı nedeni ile Hristiyan Avrupa, Kilise Engizisyonunun baskısı altında ezilmiştir. Tüm semavi dinler sorgulanamaz yapıyı öngörürler. Bu noktada parantez açmak gerekirse, 2013 yılında yayınlanan, Ali KIRCA’ nın sunduğu, “Din-Bilim-Darwin” konulu Siyaset Meydanı programında konuşmacı olan İlahiyatçı Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, İslam’ın kutsal kitabı Kuran’ ın sorgulamaya açık ve kendisinin sorgulanmasını-test edilmesini isteyen, bu şekilde kabul edilmesini isteyen bir kitap olduğunu ifade etmiştir. Ancak aynı programda İslam’da yaratıcıya ve onun elçisine koşulsuz ve sorgusuz biat etmenin gerekliliği de belirtilmiştir. Bayındır’a göre Kelime-i Şehadet “Eşhedü” kelimesi ile başlar ki eşhedü kelime anlamı olarak, yemin ederek tanık olmak anlamı taşır. Kısacası Yaratıcı ve Elçisi sorgulanmaz, ancak kutsal kitap test edilerek inanılmalıdır ki iman tamamlansın.

Peki, hiç inanılan dinlerin kutsal kitapları sorgulandı mı? Dinler ve kutsal kitaplar her dönem sorgulanmıştır. Fakat sorgulayanlar din dışı aykırılar olarak nitelendirildiğinden ne kitapları basıldı ne de söylevleri aktarıldı. İnsanlar bu kitapları basmaktan veya yaymaktan dahi korktular.

Bu site de bir yazar tarafından İslam Peygamberi Muhammed’in varlığı sorgulandı ortalık ayağa kalktı. Bu noktada bir bilgi paylaşıldı. Ya bu bilgiyi okur kabul edersiniz ya da okur reddedersiniz. Reddetme yolunu seçerseniz karşıt kaynaklar ile karşıt hipotez geliştirmek zorundasınız. Yoksa bu hipotez geçerliliğini korur.

Hiç yaydığı dinin kutsal kitabını insanlara bırakan bir peygamber gördünüz mü? Eğer cevabınız hayır, tüm peygamberler kitap üzerinedir ve onlarla kitap indirilmiştir. Onların kitapları Allah’ ın sözleridir ve her peygamber kitabını insanlığa sunmuştur der iseniz sizleri bu derin cahilliğiniz ile baş başa bırakmak isterim. 2017 yılının Ekim ayında Haber Türk kanalında Teke Tek Özel programında konuşan Prof. Dr. Celal ŞENGÖR, “Her kitap okuduğumda ne kadar cahil olduğumu görüyorum ve bu cahilliğim beni korkutuyor” diyerek bizlere adeta ders vermiştir.

  • Tevrat ilk ne zaman yazıldı ve kitap haline getirildi?
  • İncil ilk ne zaman yazıldı ve kitap haline getirildi?
  • Kuran ilk ne zaman yazıldı ve kitap haline getirildi?
  • (Zebur konusuna girmiyorum bile)

Tevrat kısaca hikâyeler barındırır. Tevrat’ ın yazımı ile ilgili iki hipotez vardır ki 1800’lere kadar kabul edilen hipotez Belgesel Hipotezi idi. Belgesel hipoteze göre Tevrat’ı oluşturan beş bölüm farklı zamanlarda, birbirinden bağımsız fakat paralel hikâyelerden oluşmuştur. Düzenleyiciler vasıtası ile son şekilleri verilmiştir. Fakat günümüzde de kabul gören Wellhausen Hipotezi ile Belgesel Hipotezi son bulmuştur. Wellhausen hipotezi ile Tevrat, antik İsrail inançlarından laik bir biçimde “akıl” süzgecinden geçirilerek düzenlenmiştir.

Tevrat, M.Ö. 2000 yıllarda yazılmış olması gerekirken, bazı hikâyelerin daha önceki dönemlerde oluşturulduğu görüşü hâkimdir. Günümüzde en eski ibrani Tevrat metinleri M.Ö. 1. yüzyıla ait Ölü Deniz parşömenleridir. Bu kitabın bir peygamberin elinden çıkmış olma olasılığı –metinler incelendiğinde- imkânsızdır. Tevrat’ ta bulunan çelişkiler, eksiklikler ve çarpıklıklar nedeni ile Mişna (Talmud) oluşturulmuş ve Yahudilik dini bir standarda oluşturulmaya çalışılmıştır.

Hristiyanlık ise durum biraz daha karmaşıktır. Kanonik tabir edilen ilk inciller (Hristiyanlık dininde 4 müjde-Gospel olarak geçer) Matta, Markos, Luka, Yuhanna İsa’dan en erken 20-30 yıl sonra yazılmışlardır. Hristiyanlık dünyasında hala tartışmalı bir kişilik olan Pavlus, Yeni Ahitteki Pavlus’un Mektupları bölümünü yazmıştır. Kimi tarihçiler Pavlus’u, Hristiyanlığı dejenere etmeyi kendine görev edinmiş ve bunu başarmış bir Yahudi din adamı olduğunu savunur. Bu konuda da bazı kaynaklar mevcuttur.

Hristiyanlık’ ta İsa bir kitap yazmamış ve yazdırmamıştır. Kitabı oluşturan bilgiler bir kısım havarilerden derlenmiştir. Kanonik İncil yazarlarından Matta ve Yuhanna havarilerdendir. Bu konuda Hem Yahudi hem de Hristiyan kaynakları sabittir.

Bu noktaya kadar, “Yahudilik ve Hristiyanlığa dair kutsal kitaplar peygamber sözleri mi yoksa onlara atfen, onların ölümlerinden çok sonra başkaları tarafından mı yazıldı?” Sorusunu çok kısa olarak açıklamaya çalıştım. Bu konuda yazılı ve görsel çok sayıda kaynak mevcut. Özellikle Yeni Ahit, adeta Nasıralı İsa’ya atfen hadis külliyatı olarak görülebilir. Aslında İsa, Tanah’ta bahsedilen (Tanah Yahudiliğe göre Tevrat ve Zebur’un bütünü) ve Yaratıcının (Elohim) insanlığın uyarıcısı olarak göndereceği son kişidir (Mesih). Kısacası İsa Yahudilik için gelmişti. Hristiyanlık ilk zamanlarında Yahudiliğin kendi içinde aykırı bir mezhep durumundaydı. Hali hazırda Hristiyanlığın kutsal kitabı olan Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Eski Ahit, hemen hemen Tanah’ın ta kendisidir. Hristiyanlar için Tanah, Tanrı’nın insanlar ile yaptığı ilk anlaşma olduğundan dolayı İlk Ahit (eski ahit), Yeni ahit ise, 27 kitapçıktan oluşur. İlk dört kitapçık İncil'i oluşturur. Ardından Resullerin İşleri ve Pavlus'un on dört mektubu gelir. Bu mektupların sonuncusu olan "İbranilere mektup" kimilerince Pavlus'a atfedilmez. Son olarak havarilerin yedi mektubu ve Yuhanna'nın kaleme aldığı kabul edilen ve Vahiy gelir.

Yahudilere göre İsa, aykırı bir Yahudi idi ve Hristiyanlar aslında aykırı bir Yahudi mezhebiydi. Hristiyanlığı ayrı bir din haline getiren Pavlus’un ta kendisidir ki Pavlus günümüz Hristiyan ortak pratiklerinin mucidi de sayılır.

İslamiyet’ te peki durum nedir? Bu noktada tarafsız ve yalın bir biçimde İlahiyatçı Prof. Dr. Süleyman ATEŞ’ in makalesinden alıntı yapalım:

Kuran Ne Zaman Derlendi?
Kur’ân, birinci Halîfe Ebubekir ve üçüncü Halîfe Osman zamanında olmak üzere iki kez derlenmiştir.

A- Birinci Derleme:

Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde vahiy devam ettiği için Kur’ân-ı Kerîm toplanıp bir kitâb haline getirilmemişti. İnen âyetleri, bazı sahâbîler, ezberliyorlar, kürek kemiklerine, hurma kabuklarına, ince beyaz taşlara ve zamanın yazı malzemesine yazıyorlar ve yazdıklarını saklıyorlardı. Fakat henüz vahiy devam ettiği için vahiy parçalarını içeren malzeme bir araya getirilip bir kitap halinde bağlanmamıştı.

Hz. Ebubekir zamanında vukubulan Yemâme Savaşında yedi yüz sahâbî şehîd düşünce, Kur’ân-ı Kerîm’in sonucundan endişe duymaya başlayan Ömer ibn Hattâb, Halîfe Ebubekir’i, Kur’ân’ı yazdırmaya ikna etti. Bu işle görevlendirdikleri Zeyd ibn Sâbit, yorucu bir çalışmadan sonra Kur’ân’ı, sûrelerinin tertîbini gözönünde bulundurmadan derledi.

Rivâyet böyledir. Fakat biz, bazı âyetlerin işaretinden, Kur’ân’ı bizzat Peygamber’in kendisinin yazdırdığı kanısındayız. Çünkü Hz. Peygamber gelen vahiyleri yazdırıyordu. Nitekim: “Dediler: Öncekilerin masalları, onları yazmış, sabah akşam onlar kendisine yazdırılıyor." (Furkan: 42/5) âyeti de Peygamber’in, Kur’ân’ı yazdırdığını gösterir. Elbette Kur’ân’ı yazdıran Peygamber’in, bu yazılanları başkaları için değil, önce kendisi için yazdırmış olmalıdır. Zaten âyetten de müşriklerin, yazılanların, Peygamber’in yanında olduğunu ve sabah akşam kendisine okunduğunu söyledikleri anlaşılıyor. Demek ki Kur’ân’ın tamamı, Peygamber’in hayatında bir nüsha halinde yazılmıştı, fakat belki de bunlar, ayrı sûreler halinde biraz dağınık duruyordu. İşte Ebubekir zamanında görevlendirilen Zeyd ekibi, bunları gözden geçirerek bir cilt haline getirip bağlamıştır. Zeyd demiş ki:

"Kur’ân’ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların belleklerinden derlemeğe başladım. Tevbe Sûresinin sonu olan: “Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü’minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Allâh bana yeter! O’ndan başka tanrı yoktur. O’na dayandım, O büyük Arş’ın sâhibidir!’” âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî’nin yanında buldum.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân: 3, 4 ncü bâblar; İbn Hanbel, Müsned: 1/13; İbn Ebî Dâvûd, Kitâbu’l-Mesâhif, s. 6-7)

Tirmizî’nin rivâyetine göre de Zeyd, Bu iki âyeti, Huzeyme ibn Sâbit’in yanında bulmuştur. Yine Tirmizî’nin başka bir rivâyetine göre de Zeyd, Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyetini Huzeyme ibn Sâbit’in veya Ebû Huzeyme’nin yanında bulmuştur (Tirmizî, Tefsîr, sûre: 10, h. 3103, 3104). Tirmizî’nin bu rivâyetleri tered¬düdlüdür fakat Buhârî’nin ve Ahmed ibn Hanbel’in rivâyetlerine göre Huzeyme’nin yanında bulunan âyet, Berâe Sûresinin son iki âyeti değil, Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyetidir:

Zeyd, Osman zamanında Kur’ân’ı ikinci kez yazarken Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyetini Huzeyme ibn Sâbit’in yanında bulmuştur (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân: b. 2, h. 9; İbn Hanbel, Müsned: 5/188; el-Fethu’r-Rabbânî: 18/33-34). Kurtubî’nin de işaret ettiği gibi, demek ki birinci derlemede Berâe Sûresinin sonundan iki âyet, sadece Ebû Huzeyme’nin, ikinci derlemede de Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyeti sadece Huzeyme ibn Sâbit’in yanında bulunmuştur.

Fakat biz, Hz. Peygamber’in, kendisinin Kur’ân’ı yazdırdığı ve evinde muhafaza ettiği kanısındayız. Ancak Berâe Sûresi, iniş tarihi bakımından sondan bir önceki sûre olduğu için belki son iki âyeti, Peygamber’in nüshasına yazılmamıştı ve o âyetler, Ebû Huzeyme’nin nüshasında bulunmuştur.

Zeyd’in derlediği bu resmî Devlet Mushafı, Ebubekir’in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer’e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa’nın eline geçmiştir.

B- İkinci derleme:
Hz. Osman’ın halîfeliği sırasında İslâm devletinin sınırları genişlemiş ve çeşitli dilleri konuşan insanlar Müslüman olmuşlardı. Ana dilleri yabancı olan Müslümanların, Kur’ân’ı Arap gibi okumaları elbette çok güçtü. Bunlar içinde de Kur’ân’ı ezberleyenler çoktu ama bunların telaffuzu ile Arabın telaffuzu arasında farkların bulunması doğal idi. Ayrıca Arabistan’ın birbirinden uzak bölgelerinde yaşayan Arap kabîlelerinin lehçe ve şîveleri arasında da –bugün olduğu gibi– büyük farklar vardı. İşte gerek çeşitli Arap kabîlelerinin, gerek yeni Müslüman olmuş yabancıların okumaları arasında beliren farklar, Müslümanlar içinde birbirlerini küfürle suçlamaya kadar varan derin ayrılıklara yol açtı. Özellikle Ermîniyye (Ermenistan) Savaşında baş gösteren bu ayrılıklardan endişe eden komutan Huzeyfe ibn el-Yemân, dönüşte, henüz evine gitmeden Halîfe Osman’ın huzuruna girdi:

– Bu ümmet helâk olmadan önce yetiş de onu kurtar! dedi.

Irak’tan, Şam’dan, Hicaz’dan insanların toplandığı o savaşta askerlerin birbirlerini tekfîr etmelerine neden olan kırâat ayrılıkları gördüğünü anlattı:

– Ben Yahudi ve Hıristiyanların ihtilâfa düştükleri gibi bu ümmetin de Kitaplarında ihtilâfa düşeceklerinden tasalanıyorum! dedi.

Konuyu arkadaşlarıyla görüşen Hz. Osman:

– Benim kanâatime göre insanların bir kırâatte birleşmeleri gerekir. Zira siz, bugün ihtilâfa düşerseniz, sizden sonrakiler daha çok ihtilâfa düşerler, dedi.

Ve Hafsa’dan, tekrar geri verilmek üzere ilk Mushafı aldı. Kur’ân’ı yeniden yazmakla görevlendirdiği Zeyd ibn Sâbit, Abdullah ibn ez-Zübeyr, Sa‘îd ibn el-Âs ve Abdu’r-Rahmân ibn el-Hâris ibn Hişâm’dan oluşan komisyona gönderdi. Komisyonun Kureyşli olan üç üyesine:

– Siz ve Zeyd ibn Sâbit, Kur’ân’dan bir şeyde ihtilâfa düşerseniz onu Kureyş diliyle (lehçesiyle) yazınız. Çünkü Kur’ân, onların diliyle inmiştir, dedi (Buhârî, Menâkıb: b. 4, h. 15; Beyhakî, es-Sunen: 2/4).

Buhârî’nin rivâyetinde komisyon üyelerinin hepsi Ensârlıdır: Übeyy ibn Ka‘b, Mu‘âz ibn Cebel, Zeyd ibn Sâbit ve Zeyd’in babası Sâbit (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân: b. 7, h. 24).

Yazım işi bittikten sonra, Hz. Osman, Hafsa’dan aldığı Mushafı kendisine iâde etti. Çoğunluğun rivâyetine göre dört, diğer bir rivâylete göre de yedi nüsha yazılan Mushaflardan biri Irak’a, biri Şam’a, biri Mısır’a gönderildi. Dört nüsha yazılmış olması, Kurtubî’nin görüşüdür. el-Fethu’r-Rabbânî yazarına göre Mushaflar: Mekk’eye, Basra’ya, Kûfe’ye, Şam’a, Yemen’e gönderilmiş, biri de Medîne’de bırakılmıştır (el-Fethu’r-Rabbânî: 18/34).

Bu noktaya kadar Kuran’ın derlenmesi ile ilgili İlahiyatçı Prof. Dr. Süleyman ATEŞ’in makalesinden alıntı yaparak cevapladık ki malum çevreler hemen bize reddiyeler sıralamasın. Bu makaledeki kaynaklar özellikle belirtilmiştir; bu kaynakların sağlamlığı İslami çevrelerde malumdur.

Peki, Yahudilik ve Hristiyanlık kutsal kitaplarında ki bu durum İslami çevrelerde nasıl karşılandı? Elbette karşıt görüş geliştirildi. Aslında Musa ve İsa’ya kitap indirildi ve yazdılar, sonrakiler sapıttılar ve uydurdular. Günümüzde Yahudilik için bu sav kısmen kabul edilebilirken Hristiyanlık için kabul edilmesi zordur. Pavlus’u devreden çıkarttığımızı var sayalım. Hadi Eski Ahit’ i de devreden çıkartalım. Hatta Kanonik İncilleri de ayırıp sadece Havari Matta ve Yuhanna İncillerini kabul edelim. İyi de Matta ve Yuhanna İncilleri de sadece söylevlerden oluşuyor ve bizzat İsa’nın söylevleri. O halde bu İncilleri İslami çevrelerin de kabul etmesi lazım. Neden? Bu havariler İsa’dan yaklaşık 15-20 yıl sonra kitapları derlediler. Peki, İslamiyet’ te nasıl ve ne şekilde derlendi? Yöntem aynı. Peygamber öldükten sonra Ebubekir tarafından toparlatıldı. Yani İslam peygamberi yazılı ve dizili bir kitap bırakmadı. Bu husus aklı başında tüm İslam çevrelerinde sabit. Madem Peygamberlerden sonra onları dinleyenlerin sözleri muteber, o halde Matta ve Yuhanna İncilleri’ de aynı mantıkla İslami çevrelerce kabul edilmelidir.

Özet olarak hiçbir peygamber tamamen kitaplaştırılmış bir vahyi insanlığa sunmadı. Kitaplaştıranlar onların öğrencileri ya da havarileri-sahabeleridir. Tüm bu yazıma reddiye geliştirmek isteyen okurlar olursa bu yazımı zırva olarak nitelendirebilirler ve yorum kısmında kaynak göstererek karşıt görüşlerini saygı ve mantık çerçevesinde sunabilirler.

Son soru: “Madem kitapları derleyenler, yazanlar ve oluşturanlar peygamber haricinde onların yanındakiler o halde neden tüm dinler kitap indirilen ve onu insanlığa sunan elçilerden bahsediyor?”

Yazıya Aristoteles’in bir cümlesi ile başlamıştım: “Bütün İnsanlar Doğal Olarak Bilmek İsterler”. O halde Bilin… Ancak doğru ve kesin kaynaklardan öğrenin. Araştırın, sorgulayın ve kesin bilgiye ulaşın. Test edin, ölçün ve değerlendirin.

Bu sitede kutsal kitapların kimler tarafından ne şekilde, kimlerin tesiri ile yazıldığı ile ilgili birçok yazı-makale yayınlandı. Bu yazı sadece bunlara bir ilave. Olaya farklı bir pencereden bakmaya çalıştık. Konu hakkında farklı bilgilere ulaşmak isterseniz, sitede biraz araştırma yapmanız yeterli olacaktır. Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

YALANIN DİĞER YÜZÜ "MEZHEPLER"

DP, din, islamiyet, Mezhepler, İslam mezhepleri, İslamiyet mezhepler, Şia, Sünni, Ruhban sınıfı, Mezhep çatışmaları, Mezhepler neden var, İslam mezhepleri, Mezhep şirk değil midir? Mezhepler… Önce “mezhep” kelimesinin tanımına bakalım: Bir dinin, anlayış ve görüş ayrılıkları dolayısıyla ortaya çıkan, belirli kuralları, kendi içinde tutarlı inanç ve davranış bütünlüğü bulunan büyük kollarından her biri.

Tüm semavi dinlerde istisnasız mezhepler bulunur. Bu mezheplerde, o dine ait temel öğeler çoğunlukla sabit olmakla birlikte pratikler ve yorumlar bakımından farklılıklar bulunur.

Müslümanlıkta halk arasında bilinen 2 ana kol vardır: Şia ve Sünni’ler. Sünnilik içerisinde 4 mezhep vardır, Hanefilik, Hanbelilik, Şafiilik ve Malikilik.

İslamiyet’ te ki yapıyı biraz daha detaylandıracak olursak, mezhepler aslında 2 ana kola ayrılır, bunlar: Fıkhi Mezhepler ve İtikadi Mezhepler. Fıkhi Mezhepler yukarıda bahsettiğimiz 4 mezhebi kapsar. İtikadi Mezhepler ise Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat olarak 2 kolda incelenir. Ehl-i Sünnet Mezhepleri Maturidiyye Mezhebi ve Eş’ariye Mezhebi olarak 2 kola ayrılır. Ehl-i Bidat Mezhepleri ise Cebriye, Mutezile, Mürcie, Haricilik, Şia ve Vehhabilik olarak 6 kola ayrılır. Burada bahsedilen her kol ayrı ayrı kendi içlerinde de farklı kollara ayrılırlar.

Hristiyanlarda 4 ana mezhep vardır ki bunlar kendi içlerinde de farklı fraksiyonlar bulundururlar: Ortodoksluk, Katoliklik, Protestanlık.

Yahudilerde de mezhepler bulunur. Bunlar, Ortodoks Yahudilik, Muhafazakâr Yahudilik, Reform Yahudiliği, Yeniden Yapılanmacı Yahudilik ve Reform Yahudiliği. Tabii ki bu mezhepler de alt fraksiyonlar barındırmaktadır.

Buraya kadar hepimizin bildiği, 3 semavi dine ait mezheplerden bahsettik. Biraz sorgulayan ve kafasını kaldıran insanlar (Hangi dine mensup olursa olsun) bu mezhepleri araştırmaya başlar. Mezhebi oluşturan o büyük kümenin duvarına gelindiğinde, yani artık neredeyse mezhep fikrini reddedecek duruma gelindiğinde şu cevaplar ile geldiği noktaya geri döner:
  • Bu mezhepler o coğrafyada dini kolaylaştırmak için meydana geldi,
  • Sünnetteki farklılıklardan oluştular. Yoksa hepsi Allah resulünün sünneti ve hadisine göre şekillendi.
  • Onlar öyle yorumladıkları için o şekilde yapıyor ve inanıyor. Biz farklı yapsak da onlarınki de bizimki de geçerli.
  • Bizler Kuran ve Sünnete bakarak yorum geliştiremeyiz. Bunun için İslam Âlimi olmak yani Müçtehidlik şartı vardır. Bizim ilmimiz yetmez.
  • Kılavuzun olmazsa dini öğrenemezsin. Bak? Sapmışsın işte…
Mezhepler kısaca bir Ruban sınıfı oluşturabilmenin en temel basamağıdır. Özellikle Müçtehit’ lik denen yapı ki buna İslam Âlimi adı veriliyor, inançlı bir Müslüman için şüphesiz şirk ve şeytan işidir. Allah ayetlerinde devamlı “Şüphesiz apaçık kurandır” diyor. “Anlayasınız diye” diyor. “Düşünüp tutasınız diye öğütler vardır” diyor.

Peki, bizim çakma Tatlısu Müslümanları ne yapıyor? Yok, bilmem ne hoca efendi, şöyle hoca efendi böyle hoca efendi diye kendilerini yırtıyorlar. Bilmiyorlar ki inandıkları dinin kitabına göre şirk ve bidat içerisindeler. Şu soruların cevabını versinler:
  • “İslam peygamberinin ve 4 halifenin mezhebi ne idi?”
  • “ Sahabelerin mezhebi neydi?”
  • “İslam peygamberi, 4 halife ve sahabe ile aynı dini ritüel ve inançları mı sergiliyorsunuz?”
  • “Emevilerin ve Abbasilerin mezhebi neydi? Peki, Ebu Hanife’ ye kimler zulüm etti? Onların mezhebi neydi?”
  • “İran ve Arabistan neden Ehl-i Bidat mezhebinden? Arabistan Kuranı kendi dilinde anlayarak okumuyor mu? Bizden daha mı az iyi biliyor ve yorumluyorlar Kuranı?”
  • “Hoplayıp zıplayarak sözde zikir yapan Death Metalcilerin mezhebi ne?”
  • “Kendini Müslüman gören, Ali’yi kendilerine önder yapan ve sazlı sözlü ibadet ettiğini sanan ışık insanlarının mezhebi ne?”
Bu sorulara cevap veremeyeceksiniz. Kalbiniz sözde cevap verecek ve hepsine evet diyerek bir mantığa oturtmaya çalışacak, aynı zamanda bu cevaplarınızı kin ve küfür ile birleştirerek adeta kusacaksınız. Kalbiniz “Evet” dese de sizin beyniniz aslında “Hayır” diyecek ve siz bu Hayır’ı şeytana-vesveseye bağlayarak mutlu ve inançlı hayatınıza devam edeceksiniz. Aslında o ses mantığınızdı, ne şeytan ne de vesvese. Beyniniz size ne zaman bir şeylerin yanlış olduğunu söylese hemen “Tövbeeeeee” deyip beyninizdeki sözde “vesveseden” Allaha sığınıyorsunuz. Bu noktada sevgili Din Âlimleri-Müçtehitler devreye girecek ve size diyecekler ki: “Sizin niyetiniz ve yolunuz inançlı ve gerçek olsun. Şüphesiz Allah görünmeyeni görür, duyulmayanı duyar…” İşte bu noktada inandığınız dinden çıktınız haberiniz yok maalesef. Allah indirdiği kitapta her şeyi “eksiksiz” anlatmış. Siz ne cüretle Allah’ın Resulü vasıtası ile size indirdiği ve açıkladığı kitabı yetersiz görürsünüz a Tatlısu Müslümanları?... Sizin niyetinizi ve yolunuzu soran veya isteyen yok inandığınız kitapta. Kendinizi kandırıyorsunuz.

Kusura bakmayın ama 12 imam, bilmem kaç hoca, bilmem ne tarikatı, hakikat kapısı, tasavvuf ehli, İslam âlimi, çağa düşen ışık, müjdelenen kişi, hoca efendi hazretleri, bilmem ne efendi, sır sahibi vs. vs. makamları ve düzenleri sizin beyinciğiniz üretiyor. Gerçekten kaçmanın basit bir yöntemi o kadar.

Bu yazıdaki amaç İslam içi çelişkileri ortaya dökmek değil. Zaten bu dinin, hatta semavi dinlerinin hepsi bir çelişki yumağı. Tuttuğunuz yer elinizde kalıyor. Neden? Çünkü bu dinlerin hepsi Ortadoğu din geleneğinden evrilen inançlar dizgesi. Önce nereden geldiği henüz net olarak bilinmeyen, Sami olmayan bir medeniyet olan Sümerler, oradan Babiller, oradan İsrail oğulları, Akadlar, mısırlılar derken her şey ortada. Sümerler ile başlayan Ortadoğu din geleneğinin geldiği son nokta. Çelişkiler yumağı.

İşte mezheplerin çıkışı da bu noktada başlıyor. Dinlerin kendisi akıl dışı, çelişkili ve kopuk olduğu için insanlar kendi akılları ile izah geliştirmeye çalışıyor ve neticede mezhepler oluşuyor.

Bu mezhepler sözde birbirlerine karşı “ortak bileşenlerden dolayı saygılıyız” mesajı vermeye çalışsalar da aklı biraz çalışan herkes bilir ki bu mezhepler birbirleri ile sıkıntılıdır. İslam’ın ilk dönemlerinde tüm İslam idarecilerinin cinayet ile öldükleri, hatta cinayeti işleyenlerin de Müslüman oldukları tarihsel bilgiler ile sabittir ki bu tarihsel bilgileri “Yahudi ve Hristiyanlar” yazmadı değerli Tatlısu Müslümanı kardeşim. Daha da ileri gidersek Arif TEKİN İslam Peygamberi Muhammed’in ölümünü bile cinayete bağlar ki çok ciddi -ÇÜRÜTÜLEMEYEN- deliller ile kitabında açıklar bu olayı.

Bu mezhep mevzusuna “Vahşi” Tatlısu Müslümanları Konca KURİŞ’i hunharca ve canavarca katletmişlerdir. Çünkü bu şeytani ruhban sınıfının radikal söze tahammülü yoktur. Farklı sesler yok edilmelidir.

Mezheplerin çıkış sebebi, o coğrafyadaki insanların farklı yaklaşım ve taleplerini karşılama konusunda sahabelerin veya mezhep kurucularının kuran ve sünnet ışığında kolaylık oluşturması değildir. Herkes kendi kolayına gelen bir formata kılıf uydurmuştur o kadar. Mesela bir mezhepte vücuttan çıkan kan abdesti bozarken başka bir mezhepte bozmaz. Bunun kolaylığı neymiş? Eğer su yok ise kan ile abdestin bozulmayacağı bir mezhebe tabi olursunuz. Böylece her kan aktığında su aramanıza gerek kalmaz. Peki, daha önce teyemmüm diye bir şey duydunuz mu?

İnancınızı sorgulamıyorum. İsterseniz balkondaki saksıya, sokaktaki kediye tapın. Ama inandığınız dini ve sistemi iyi öğrenin. Kaynağından öğrenin. Bu konuda lidere veya öğretmene ihtiyaç yok. Kitap ortada duruyor. Kedide öyle saksı da öyle. Neye inanıyorsanız ortada duruyor. Okuyun, bakın ve ona göre inanç dünyanızı şekillendirin.

Mezhepler kan, ölüm ve gözyaşından başka bir şey getirmemiştir. Dinlerin gerçekliği tartışılırken asıl sorun hep gözden kaçırılıyor. İnsanları dinlere bağlayan asli unsur o dinin dinamikleri değil. Dinsel dinamiklerden ziyade asıl sorun mezhepler. Adeta tutkal gibi insanların bilişsel ve duyuşsal merkezlerini paralize ederek her şeye bir kılıf uydurulmasını sağlıyor. Zaten mezheplerinde yaratılma amacı budur.

Maraş katliamını hangi düşünce yaptı? Çorum? Madımak? Başbağlar? Malatya? Sakın buradan hareketle “Kusurlu olan insanlar, mezheplerin veya dinlerin suçu yok” diye bir savunma geliştirmeye çalışmayın sevgili Tatlısu Müslümanları.

Sünnilik, Alevilik, Caferilik, Malikilik, Şiilik, Vahabilik ve daha adını sayamadığım birçok mezhep ve kol. Bunların hepsi dinleri akla ve mantığa oturtmak için “çok sağlam” uydurulmuş fantastik hikâyelerden başka bir şey değil.

Evet, Alevi okurlar bana kızacak ama objektif bakıldığında sizin de diğerlerinden farkınız yok. İnsani değerlere daha yatkın olmanız sizin de Ortadoğu din geleneğinden etkilenmiş fantastik inanç ürünü olduğunuz ve sınıflandırmanın bir ayağı olduğunuz gerçeğini değiştirmiyor.

Mezhepler koca birer yalandır ve inandığınız dinin kitabına ve sünnetine ya da ehl-i beyitine göre artık her neyse göre şüphesiz şirk ve bidattır. Bunun tersini iddia eden de (Hacı, dede, hoca, müçtehit vb.) İslamiyet’e göre şirk ehlidir. Madem Müslümansınız, Müslümanlık tekdir ve birdir. Mezhep diye bir şey yoktur. Tüm semavi dinler de Sümer kökenli Ortadoğu din ailesinden geldiğine göre….. Anladınız siz onu. Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

TÜRK TİPİ İSLAMİYET

DP, Türk tipi İslamiyet, islamiyet, Gerçek İslam, Türkiye'deki İslam, Türk müslüman, Türkiye'de dinleri sorgulama artıyor, Tatlı su müslümanlığı, Dini savunan, din, Sorgulamadan inanan müslüman, Kuranı Türkçe okumamış, İslamiyette Tengrizm izleri, Türk tipi İslamiyette Tengricilik,

TÜRK TİPİ İSLAMİYET


İster dini sorgulayın ister sorgulamayın. Bazı okurlarımız, Ateist, Deist, Agnostik, Pandeist vb. sistemleri savunan kişiler olduğu gibi, bazıları da dini sorgulayan ve dinden sıyrılma aşamasında olan kişilerden oluşuyor. Kimileri aydınlanmanın enginliğini yaşıyor, kimileri de aslında “düşlediği” İslam’a dayanak arayarak bir sebep bulma peşindeler. Bu sebep öyle bir sebep olmalı ki tekrar İslamiyet ile aydınlansınlar. Maalesef bulamıyorlar ve bu paradoks devam edip gidiyor. Çünkü yaşadıkları din ile, kitaplarda yazan ve pratikleri çağlar öncesinden belirlenmiş olan ibadet, ritüel ve standartlar birbiri ile bağdaşmıyor. Tüm bunlardan farklı olarak hiç hesaba katmadığımız bir okur kitlesi de var ki bu kişiler dinlerine sıkı sıkıya bağlı olup “Bu ateyizler, deistikler ne iş yapar, ne düşünür?” sorularına cevap bulabilmek için yazıları takip eder, imkân bulduklarında şahsımıza ve çevremize ettikleri küfürler ile psikolojik mastürbasyon yapma yolunu seçerler. Açıkçası seviyeli, saygıya dayalı tartışmalar ve eleştiriler doğruya giden yolda en önemli yapı taşlarıdır. Ancak, “zaten benim söylediğim ve düşündüğüm doğru olduğuna göre….” diye başlayan sorulardan, cevaplardan ve açıklamalardan ne yazık ki hiçbir sonuç çıkmayacağı gibi bunun devamında gelen olumsuz pekiştirme ve sözler tüm ortamı amacından çıkartabiliyor. Hatta her söylediklerine sağlam bir cevap verildiğinde şu benzetmeler ve ithamlar ile karşı karşıya kalırsınız:

“Aslında siz var ya beyniniz yıkanmış... Gâvur gibi yaşaya yaşaya gâvur olmuşsunuz… Yahudi-Mason tohumu… Siyonist uşağı… Amerikan özentisi… Allahsız kitapsızlar… Ahlaksız it soyları… Türk müsünüz lan siz… Soyunuza yunan karışmış… Deccal uşağı… vb. vb.”

Peki, ne oluyor da ülkemizde birçok insan ya sorgulama periyoduna giriyor, ya da dinlerden sıyrılıyor? Sadece normal sokaktaki vatandaşta değil, özellikle muhafazakâr kanattaki gençler arasında da deizme yönelik inanılmaz bir kayma var. Haber Türk kanalında yorumcu ve yazar Nihal Bengisu KARACA’ nın, ilgili kanalın web sitesinde 06.08.2017 tarihli yazısını sonuna kadar iyice okuyun. Bu husustan kısaca bahsetmiş.

Aslında cevap çok açık. Sorun, kimi çevrelerce “Tatlısu Müslümanlığı” olarak adlandırdığı bir kavram. Bu kavramın ana adı “TÜRK TİPİ İSLAMİYET”. Peki, nedir bu Türk tipi İslamiyet? Dinini savunan okurlar hemen bu noktada büyük harfler ile itirazlarını sıralayarak üst perdeden atağa geçecekler.

Öncelikle az da olsa toplumumuzun ve coğrafyamızın İslamiyet anlatışından ve tarihinden bahsetmek gerekiyor. Türk toplumunun asıl dini Tengricilik idi. Gök Tanrı’ya tapılan bu tek tanrılı dinde de doğaüstü varlıklar güç sahibiydi. Bu dinde çeşitli dini ritüel ve ibadet modelleri vardı ki hala toplumumuzda İslamiyet adı altında bu izleri görebilmekteyiz. Örneğin ağaca çaput bağlama, yatır kültürü ve ölünün arkasından yapılan haftası, kırkı, elliklisi ve yılı gibi pagan ritüelleri ile mevlitler. Toplumumuzun bu ilk dinini şekillendiren ana faktör vicdan ve eşitlik ilkesi idi.

Ülkemiz toplumu dünyada nadir toplumlardan. Çünkü hayatı boyunca inandığı dinin kitabını bir kez bile okumamış. Bilmiyor. Hocası bunun uygun olmayacağını söylemişte ondan. Eğer okursa şaşabilir ve yoldan çıkabilir. İlmi yetmez. Mutlaka hocadan öğrenmeli. Yoksa şeytan zihnine karışır ve kişiyi saptırır. Ne kadar komik değil mi? İnsanlarımız hatim indirme adı altında arapça kelimeler mırıldanıyor. Gece yolda ıssız yerde yürürken veya yatağında korktuğunda nas ve felak surelerini okuyor. Yatarken 3 İhlas ve 1 fatihayı eksik etmiyoruz. Peki ya anlamları? Ne söylediğimizin ve ne mırıldandığımızın bile farkında değiliz. Bu hususu dile getirdiğinizde ilk olarak yakın çevreniz size müdahale eder. Müdahale sistemi kusursuzdur: “aman tövbe deeee”. Eğer görüşlerinizde ısrarcı iseniz karşılaşacağınız durum şudur: “Cinlenmiş efsunlanmış buuuuuu, hemen X hocaya götürelim de okusun. Eyvahlar olsun Alllaahhhhh”. Cinci hocaya gidilir. Mümkünse içteki cin çıkartılsın diye dualar okunur. Muskalar, zemzemler… Tabii ki bunlarda bilinmedik bir dilde. Daha da ısrar ederseniz sorgulamada o zaman hastalığınıza teşhis konulur: “Gâvurlar beynini yıkamış zaaaaar. “

Kimse kimsenin beynini yıkamadı. Asıl beyni yıkanmış olan maalesef toplumumuz. Hiç kitabını anlayarak okumadığı bir dine inanılıyor. Çocuklar kuran kurslarına gönderiliyor ancak ne öğrendiklerini kendileri dahi bilmiyorlar. Sadece kendilerini cennete götüreceğine inandıkları bir takım fantastik yabancı kelimeler dizisini öğreniyorlar. Anlamlarını ve içeriklerini bilmeden… Sadece hoca dedi diye inanılıyor dine. Hoca ne öğrettiyse o. Gerisi yok. Hocaya da artık kim ne öğrettiyse sorgulayan yok.

Özellikle bu cinci efsuncu hocalara giden kitleyi bir bilseniz akıl tutulmasını asıl siz yaşarsınız. Her kültür ve bilgi seviyesinden insanlar, sanatçılar, futbolcular, akademisyenler, öğretmenler vs. vs. Siz zannediyor musunuz ki sadece mahalledeki Ayşe teyze ile Gülşen abla gidiyor onlara?

En basit örneği, ülkesine ve insanlarına ihanet eden, Pennsylvania’ da yaşayan ağlak soytarı imamın peşinde giden ve vakti zamanında ona tüm kapıları açıp her türlü imkânı sunan primatlar… Adamların cinsel dünyasını ve evliliğini bile bu ağlak imamlar tayin ediyor daha söyleyecek bir şey yok.

Uzun yazıları okumayan bir toplumuz ki bu hususu önceki yazılarımdan fazlası ile tecrübe ettim. Bu nedenle kısa tutarak Türk Tipi İslamiyet’i maddeler ile anlatacağım:
  • Türk Tengricilerde olduğu gibi haftası, kırkı, elli ikisi ve yılı anılır.
  • Türk Tengricilerde olduğu gibi yatır kültürü vardır.
  • Türk Tengricilerde olduğu gibi çaput kültürü vardır.
  • Türk Tengricilerde olduğu gibi korunma için ahşaba vurulur ve kulak çekilir.
  • Mevlit okunur ki İslamiyet te yeri yoktur. İbadete içtihat katıldığından da günahtır.
  • Ramazanda oruç aksatılırsa 61 gün tutulacak safsatası yoktur. Bu konuda kuranda ayet yoktur. Mevcut hadiste ilginç bir şekilde ramazanda oruçlu iken karısı ile cinsel ilişkiye giren kişiye atfen verilmiştir ve 61 güne daha birçok alternatifte vardır bu hadiste. Yani suç oruçlu iken karısını “zıhar” eden kişinin, zıhar etmesine rağmen eşiyle cinsel ilişki yaşamasıdır.
  • Türbanın altına tayt giyilir (Evet geyik ama doğru bir geyik)
  • Mezarlar süslenir ve ziyaret edilir.
  • Muskalar vardır.
  • Kuran kesinlikle anlamı bilinerek okunmaz yoksa okuyan sapkın olur.
  • Cumaya 3 kere gidilmez ise dinden çıkılır. Kesinlikle zırva ve uydurmadır.
  • Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.
  • Fantastik ürün satan hocalar vardır.
  • Araplarda dövme olmasına rağmen :) bize dövme yaptırmanın günah olduğu söylenir. Böyle bir ayet ve sahih hadis olmamasına rağmen.
  • Her türlü haltı yer ancak “tövbe istiğfar ettim” diyerek yırtacağını sanır.
  • Din ile siyaseti aynı kefeye koyar, din ile aldatır ve yönetir.
  • Atatürk’ün aslında Müslüman olduğunu savunur. Hatta ölmeden önce azraile “aleyküm selam” dediğine dair tarihi kaynak bulmak için bir yerini yırtar.
  • En doğru islamiyetin ülkemizde olduğunu savunur. Araplar sapkın ve cahildir. Ancak ironik bir biçimde okudukları dinin kitabını sadece onlar anlayarak okur ve pratiklerini hayata geçirir.
  • IŞID ya da DAEŞ her ne halt ise o örgütün Yahudi-İngiliz sermayeli Amerikan mahsulü olduğunu savunur. Aslında onların Kuran ve Sünnet emirlerini uygulamadıklarını iddia ederek inandıkları dinden çıktıklarını bilmezler. Tam aksine okusalar o örgütün aynen Kuran ve Sünnet uyguladığı açıktır.
  • Vicdanlarına yediremedikleri durumlarda Allaha havale ederler.
  • Azıcık dini bilgi edindiklerinde yalan yanlış arapça kelimeleri araya katarak sosyal statü elde etmeye çalışırlar.
  • Evde karılarını ve kızlarını kapatırlar ancak dışarıdaki bayanlara tacizde geri kalmazlar.
  • Ağızlarına alkol sürmezler ancak yurt dışında allah olmadığından şişenin dibine vururlar.
  • Türkiye de ahlak timsali kesilip farklı bölge veya ülkelerde genelev araştırmasına girişirler.
  • Çocukları istismar aracı olarak kullanmak için yatılı kuran kursu ve yurt kurup işletirler.
  • Sokaklarda ve sosyal medyada Türklük ve Din adına ahkâm kesip mini eteği veya dekoltesi var diye tahrik olup tecavüz ederler.
  • 6-12 yaş grubu tüm çocuklar kuran kursuna gönderilir ancak amaç kuran öğrenmelerinden çok Türk tipi İslamiyet’i öğrenmeleridir.
  • Vicdanı rahatsız eden bir ayet söylendiğinde: “o öyle değil, yanlış kavramışsın, kimden öğrendiysen yanlış öğrenmişsin, o hoca yalan söylemiş, aslında orada anlatılmak istene şu” gibi kıvırmalar geliştirilir. Bilinmez ki bu savunmalar o kişiyi inandığı dinden çıkartır. Sebebi yine inandığı dinin kitabında yazdığı üzere “o apaçık bir Kurandır.”
  • Azrail diye bir ölüm meleğine inanır ama ne Kuranda ne de hadislerde Azrail ismi geçmez ve bunu bilmez. Kurana göre Azrail diye bir melek yoktur. Hatta ölüm meleği demek bile kurana göre yanlıştır çünkü Kuran da –eğer okursanız- “ölüm meleklerinden de” bahsedilir. Yani çoğuldurlar.
  • Âdem’in eşinin adını Havva zanneder ama ne Kuranda böyle bir kişiden bahsedilmez. Havva ismi yoktur. Havva adı ile ilgili 2-3 hadis vardır ki sahih olup olmadıkları şüphelidir. İsrailliyattan geçtiği konusunda tüm islam uleması ortak fikirdedir.
  • Camii ler süslenip püslenirler. İçlerine renkli cam ve vitraylar konur. Ancak bu mimarinin kökeninin Ayasofya, yani Ortodoks kilise mimarisi olduğunu bilmezler. Tüm Türk-İslam coğrafyası camileri resmen ve alenen kopyalanmış Ortodoks kiliseleridir.
  • İslamiyette “Minare” diye bir yapı yoktur. Emeviler döneminde uydurulmuş, ancak Türkler geliştirmiştir.
  • Kızını “fahişe olmasın diye” okumaktan men eder, ama karısı veya kızı hastalandığında tırım tırım kadın doktor arar.
  • Eğer zengin ise oğlunu ve kızını yurt dışında okullarda okutur, ancak millete “İmam hatipler kapatılıyorrrr Hüloğğğğ dinsizler geliyorrrrr” diye akıl verir.
  • Kuranda alenen Hristiyan ve Yahudileri dost edinmeyin demesine rağmen onları dost edinmekle kalmaz, kız alıp verir. Onlarla iş yapmayın kuralını yok sayıp, ticaret sünnettir diye onlarla FAİZLİ iş yaparlar.
  • Açık saçık karılara erkeklere bakmak günahtır diye sokaklarda dolanıp ahkam keserler, ancak “cıbıldakların yarıştığı” Survivor izlemekten geri kalmazlar. (Ratingler ortada).
  • Bir ton tarikat ve hoca vardır, ama hepsi birbirini din dışı olmakla suçlar. Millet kimin peşine takılacağını şaşırmıştır.
  • Zikir yapacağız diye Death Metal müzik dinleyip kafa sallayan tipler veya Dubstep müzik eşliğinde zıplayan tipler gibi sağa sola atlarlar. Trans hale geçip hocalarına kendilerini badeletirler. Kendilerini badeletmeleri yetmezmiş gibi karılarını, kızlarını ve oğullarını da badeletirler.
  • Din ve Bilim’in aslında örtüştüğünü iddia ederler, Kuranda her şeyin yazdığını söylerler, aksi ispatlanınca “Hala inkar mı ediyorsun bu kadar kanıta rağmen” deyip kaçışa geçerler.
  • Kuranda yazan bazı bilimsel hususların ilk kez Allah kelamı olduğunu savunurlar. Ancak o bilgilerin, hatta fazlasının, daha önce Antik Yunan’da ve Sümerlerde zaten bilindiğini göz ardı ya da inkâr ederler.
Bunları çoğaltmak o kadar mümkün ki. Sadece sokağa çıkın ve etrafınıza bakın ama GERÇEKTEN BAKIN.

Peki, neden Türk Tipi İslamiyet? Çünkü site başyazarı ve yöneticisi A. KARA dostumun da belirttiği gibi toplumumuzda vicdanlı ve iyiliksever bir çoğunluk var. Bu çoğunluk İslamiyet te ve Kuran’da yer alan vicdan ve akıl dışı ibadet, ritüel ve söylevleri “aslında öyle yazmıyor” diye inkar ediyorlar. Matrix filmindeki kırmızı-mavi hap ikileminin bir benzerini yaşıyorlar. Gerçeğin farkındalar ama ya inkar ediyorlar ya da “aslın orada anlatılmak istenen şu…” diye bir savunma geliştiriyorlar. Kişisel olarak İlhan ARSEL kitaplarından seçtiğim birkaç ayeti arkadaş çevremde İncil’den ve Tevrat’tan alınma diye söyleyip okuduğumda aldığım tepkiler öylesine ilginçti ki… Sadece bir kaçını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu ayetleri söylediğimde aldığım tepkilerden bazıları:
  • Nasıl saptırmışlar Allah kelamını, hiç Allah öyle der mi?
  • Bu sebeple Kuran geldi. Bak, Tevrat ve İncil nasıl sapkın.
  • Bak işte Tevrat ve İncil’de kadın hakları yok ve köleler var.
  • Savaşlarda kadınlar nasıl köle olarak alınıp cinsel tema yapıyorlar. Vay kefereler. (cariye kelimesini “kadın köle” kelimesi ile değiştirip aktarmıştım)
  • İşte İslamiyet bu yüzden daha iyi, bu sebeple barış dini.
  • Hiç öyle şey mi olur nasıl da uydurmuş papazlar.
  • Ulan bizim kitabımız şefkati ve iyiliği emrediyor, adamların kitabına bak ne diyor. Yuh be nasıl da uydurmuşlar. Bir de buna mı inanıyorlar!
Siz de bu tip bir sosyal deney yapabilirsiniz. Ama şimdiden uyarayım, eğer inançlı iseniz ve Kuranın tamamını okuduysanız alacağınız cevaplar sizde travma yapabilir.

Yazı içerisinde özellikle ayet ve hadis kaynağından bahsetmedim. Sonra bizi, insanları “cımbızla seçip ayıkladığımız hadis ve ayetler” ile kandırmakla suçluyorlar. Kuranın tamamını “ANLAYARAK VE OBJEKTİF” bir şekilde okuyun. Bakın bakalım kimler sallıyor, kimler işkembe-i kübradan atıyor. Karar okuyucuların. Maalesef ülkemizde din diye bir yalan yaşanıyor. Hatta inançlı yaşamak isteyenler bile inandıkları dinin kitabını okumaktan imtina ederek bir cennet beklentisi içine giriyor.

Bob Dylan’dan bir alıntı yaparak yazımı bitirmek istiyorum:
Asla bir salakla tartışmayın. Çünkü dışarıdan bakanlar, hanginizin salak olduğunu anlayamayabilir...
Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

ALAK SURESİNİ KİM YAZDI? YAZDIRDI?

Yazan: Demon Product

Bu yazıda soruları soracak ama cevaplarını bulmayacağız. Öncelikle hiçbir otorite veya uzmanın –İslami otoriteler de dahil olmak üzere- ittifak edemedikleri hususlarda bir cevap sunabilmek elbette haddim değil. Hemen her İslami kesim, coğrafya, mezhep, tarikat, cemaat, oluşum, grup vs. kendi cevabını oluşturmuş. Yani her inananın kendine göre bu sorulara cevabı var; ancak, bu cevapları bir diğer kabul etmiyor. Onlara göre cevap daha farklı. Madem Allah’ın kitabı ve kelamı “Hiç Şüphesiz açık ve seçik”, nasıl oluyor da anlam ve kavram karmaşaları arasında boğulup gidiliyor? Ülkemizdeki İlahiyatçılar dahi farklı bir notadan cevap veriyor. Bu cevaplar verilirken diğerleri bilgisizlik ve yetersizlik ile suçlanıyor. Özellikle hiçbir Kurani bilgiye sahip olmayan, Arapça tek bir kelime dahi bilmeyen, tefsir-fıkıh-kelam-hadis gibi unsurları sadece bazı kitaplardan ve internetten öğrenen kimi felsefeci ve sosyologlar, insanların-toplumumuzun bu konudaki eksikliğini ve çelişkilerini tatmin ederek kapatmak adına saçma sapan yorumlar ile medya önünde açıklama yapmakta ve kendilerini otorite ilan edebilmektedirler. Hatta akademik ünvanlı bu kişiler bağlı oldukları saygın Üniversitelerin bile adlarını bu şekilde lekelemekten geri kalmamaktadırlar. Maalesef toplumumuz, bu insanların isim ve soy isimlerinin önünde yer alan akademik unvanlara saygıdan ötürü sunulan yanlış ve çarpık bilgileri kabul etmekte, bunları İslami kabul ederek kendi vicdan ve beyinlerinde tatmin olmaktadırlar. Bu şahısların para kazanmak ve toplumda haksız yer edinme adına yaptıkları bu çalışmaları maalesef ibretle izlemekteyiz.

Sayın Celal ŞENGÖR Hocamızın ülkemiz üniversitelerinin eğitim kalitesini ve evrensel niteliklerini olumsuz anlamda sorgulamada ne denli haklı olduğunu bu noktada anlayabiliyoruz.

Konumuza dönecek olursak hiçbir İslami kaynakta üzerinde uzlaşılamadığı (ki bu noktada herkes kendi hocaları ve bilgileri doğrultusunda bu yazıya reddiye geliştirecek ve küfürleri sıralayacak) soruları soracağız.

Öncelikle Alak Suresi ile küçük temel bilgilerimizi tazeleyelim. Alak Suresi Kuranı Kerimde geçen 96. Suredir ve 19 ayetten oluşur. Mekke döneminde inmiştir. Bu surenin ilk 5 ayeti ilk inen ayetlerdir.
  1. Yaratan Rabbinin adıyla oku!
  2. İnsanı bir alaktan (kan pıhtısından) yarattı! 
  3. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir.
  4. O Rab ki kalemle yazmayı öğretti.
  5. İnsana bilmediği şeyleri öğretti.
İslami kaynaklara bakıldığında bilgi şu şekildedir, İslam peygamberi Muhammed, Hıra dağında Ramazan ayının 27. gecesi “İnzivada yaratıcısını ve ibadetini İbrahim’i bir şekilde” düşünürken/yaparken tan yeri ağarmasından hemen önce bir Nur’un geldiğini görür. Bu noktadan sonrasını İslami bilgilere ters düşmemek adına hadislerden bakalım:

"Melek bana okumamı emretti. Kendisine okuma bilmediğimi söyledim. Beni kollarının arasına alıp kuvvetle sıktı; sonra 'Oku!' dedi. Ben yine, 'Okuma bilmem.' dedim. Beni tekrar kollarımn arasına aldı, kuvvetle sıktı ve 'Oku!' diye tekrar etti. Ben yine 'Okuma bilmem.' dedim. Üçüncü defa kollarının arasına alıp daha kuvvetlice sıktıktan sonra bıraktı ve şöyle dedi:

'Yaratan rabbinin adıyla oku; O, insanı alaktan yarattı. Oku! Rabbin sonsuz kerem sahibidir. O, kalemle öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretmiştir.'
 (bk. Buhârî, Bed'ü'I-vahy, 3; Müslim, İmân, 252)

Bu noktaya kadar verilen bilgilerde hangi inanca sahip olursanız olun –hatta inançsız dahi olsanız- herkes ittifak eder. Yani inanmayan bir kişi dahi, “Evet İslami hikâyeler bunu anlatıyor” der. İnanlar için zaten sorun yok. Özellikle ülkemizde yaygın olan Sünni İslamiyet ışığında bu bilgiler tartışmasızdır.

Şimdi bu noktadan sonra bazı soru işaretleri aklımıza geliyor. Sadece Alak Suresinin ilk inen 5 ayeti üzerine yöneleceğiz:
  • Cebrail “Oku!” demesine rağmen peygamber “Okuma Bilmiyorum!” diye cevap vermiştir. Arapça “Ikra” kelimesi Oku, yani gördüğün yazılı bir objeyi oku manası taşır. Cümle içerisinden aldığı yere göre anlamı değişmez. Mecaz anlam taşımaz. Önüne yazılı bir metin mi gelmiştir? . Bu durumda vahiy katiplerine ne ihtiyaç var? Neden bazı ilahiyatçılar ve İslami görüşler buradaki oku kelimesine “kalbinden geçeni oku” manası yüklemeye çalışmışlardır? Yoksa onlara da mı çelişkili gelen bir husus vardır? Madem önüne gelen yazılı bir metin yok, yani vahiy sözlü, o halde neyi okuması istenmektedir?
  • Madem vahiy yazılı metin olarak gelebiliyor, bunlara neden sahip değiliz?
  • Madem Cebrail O’ nu sıktıktan sonra peygamber okumaya başladı, Neden vahiy katiplerine ihtiyaç duydu? Okuma bilen bir insan doğal olarak aynı anda yazma yeteneğine de sahip olmuyor mu? Okuma bilirken yazma bilmeyen kaç insan var?
  • Melekler madem nurdan varlıklar, Meleğin sıkmak için kolları nasıl oluyor?
  • Melek peygambere “Oku!” derken neden kolları arasında sıkıyor? Neden fiziki baskı uyguluyor? Allah’ ın inayeti ve izni ile Peygamber okuyamaz mı?
  • “İnsanı Alaktan Yarattı” derken Alak ne? Embriyo mu? Kan pıhtısı mı? Kan mı? Askıda bir unsur mu ne? Hiç yaratıcı kelamı eksik ya da yoruma açık olur mu? Neden her İslami kesim farklı konuşuyor? Neden anlamlar farklı? Bu da mı Yahudilerin bir oyunu?
  • Allah insanı kan pıhtısından mı yarattı? Bu durum Biyoloji ve Bilim ile ters düşmüyor mu? İnsan kan pıhtısından değil, sperm ve yumurtanın bir araya gelmesi ile oluşuyor. Bunların birleşimi hiçbir zaman kan pıhtısı olmuyor. Madem bu “Alak” kan pıhtısı anlamına geliyor, neden daha birçok anlam daha yüklenmeye çalışılıyor? Allah kelamı hiç değişir mi? Değiştirilir mi? Değiştirilmesi teklif edilir mi?
  • Alak ilk medeniyetlerde kan pıhtısı olarak değerlendiriliyor iken neden daha sonra medeniyetin ilerlemesi ile Embriyo olarak değerlendirdi? Yaratılanlar yaratıcıdan daha mı bilgili ki onun kelamına devamlı yorum geliştiriyorlar? Neden bazıları ısrarla Embriyo kelimesini reddederek Kan Pıhtısı anlamında ısrar ediyor? Kimileri yanlış mı inanıyor? Kimler, hangi mezhepler ya da fraksiyonlar yanlış inanıyor? Madem Allah dilediğine iman veriyor, neden insanlar yanlış inanıyor? Allah neden düzeltmiyor?
  • “Ki O, kalem ile öğretti.” Ayetinden ne anlayacağız? Sadece kalem ile mi öğretim yapılıyor? Geçmiş jenerasyonlarda kalem yoktu? “Kalem ile öğretti” cümlesinde geçen kalem ilk çağlarda yoktu? Kalem yokken insanlar ilahi dinden bağımsız mı yaşıyordu? Gelecekte belki kalem kullanılmayacak, o halde kalem istisnasız tek eğitim ya da bilgi aktarım materyali mi? Madem kalemsiz de aktarım oluyor, yaratıcı neden “her çağa hitap eden” kitapta bundan bahsetmedi? “Eğer o dönem vahiylerde bilgisayar gibi yeni nesil teknolojiler anlatılsa idi insanlar anlamazdı ve kitabı reddederdi?” savunması ne kadar gerçekçi ve vicdanınıza uyuyor?
  • 5. Ayette bahsedilen “İnsanlara bilmediği şeyleri öğretti!” cümlesini yorumunuza bırakıyorum. Günümüz yeni teknolojilerini geliştirme ve üretme, icat etme yeteneklerini neden Allah sadece Yahudi ve Hristiyanlara vermiştir? Sadece Yahudi ve Hristiyanlara mı öğretmiştir? Yoksa bu yeteneklere ve akla sahip olmaları bizim ibret almamız için bir sınav mı? Onların icatları ile hayatımızı idame ettiriyor ve yaşıyor isek bunda nasıl bir ibret olabilir? Onların icatları ile yaşıyorken“adeta onlara mahuûm iken” nasıl Yahudi ve Hristiyanları Dost Edinmeyin ayetine uyuyorsunuz? Onları dost edinmeyen, ortaklık yapmayan bir tane İslam ülkesi var mı? Hani ayette yazdığı gibi “Onlar ile cizye alana kadar savaşacaktık?”Facebook paylaşımlarında yaptığımız klavye delikanlılığı gerçek hayatta sökmüyor mu? Yaratıcı sizi cesaret yoksunu mu yarattı? Madem kusur yönetimlerde, bizde değil, bu yönetimleri biz seçmiyor muyuz? Yani dolaylı olarak inandığınız dinin kitabında yer alan ayeti “Açıkça İnkâr Ederek!” Onları bilerek ve isteyerek dost edinmiyor musunuz? Bilal-i Habeşi gibi tüm sahabeler onları dost edinmiş miydi? Neden onların icat ettiği şeyleri kullanıyorsunuz? Neden onların icat ettiği ilaçları, cep telefonları, arabaları, uçakları, uzay teknolojilerini, biyokimya, fizik, astronomi, kimya, nükleer fizik, savunma sistemlerini, prezervatiflerini, kadın pedlerini, makyaj malzemelerini, bilgisayarlarını, donanımlarını, yazılımlarını, bilgilerini… Kısaca her şeylerini kullanıyorsunuz? Neden mi prezervatif ve kadın pedi örneğini verdim? Adamlar sizin uçkurunuza, namusunuza, cinsel organınıza kadar dokunuyor değerli Müslüman anlamadın mı hala?

O halde ya yaratıcı İslam aleminden ümidini kesti ve İslam alemi şüphesiz bir hıyanet içerisinde, Ya da yaratıcı baktı ki Müslümanlarda hayır yok, Yahudi ve Hristiyan aleminde gelecek görüyor…

Bir ihtimal daha var. O da yaratıcı yok mu dersin?

Var mısın? Yok musun?

Bilim hiçbir şey için var ya da yok demez. Kısacası var ya da yok demek tamamen insanın kendi inanç ve benliği ile alakalıdır.

Eğer dediğiniz gibi Allah var ve bizi gözetiyor ise, bu kadar İslami bilgi ile ayrıca biz ilk ayette söylendiği gibi “herhangi bir cennet vaadine uymaksızın, ceza olduğunu, yanacağımızı bile bile” –OKU!- kuralına uyarak okuduğumuz ve araştırdığımız, ayrıca sorguladığımız için sizin tabiriniz ile CENNETLİĞİZ. Ancak siz ilk ayete ters düşerek okuyup araştırmadığınız için, “Allah kelamına ters düştüğünüz için!” cehennemliksiniz.

Eğer yoksa zaten ne sizin ne de bizim kaybedecek bir şeyimiz yok demektir. Yani her halükarda kazanan biz, kaybeden siz.
Sağlıcakla kalın.
Yazan: Demon Product

PEYGAMBERE VE ALLAH’A ÖĞRETİLEN İBADET

Yazan: Demon Product
din, DP, Cuma günü, Cuma suresi, Cuma günü kutsal mı?, Cuma günü niye kutsal, Cuma namazı, Cuma, Öğretilen ibadet, islamiyet, Kuran, Hz Muhammed, Kutsal gün, İbadet günü, Ebu Hüreyre, Rivayet,

PEYGAMBERE VE ALLAH’A ÖĞRETİLEN İBADET (CUMA GÜNÜ & NAMAZI)


Her semavi din haftanın 7 gününden 1 tanesini kutsal kabul eder. Müslümanlar Cuma, Yahudiler Cumartesi ve Hristiyanlar Pazar. Günlerin tespitinde her din kendi iç emirleri ve yönlendirmeleri doğrultusunda hareket etmiş ve bir güne kutsallık yüklemiştir. Günümüzde ilk semavi din kabul edilen Yahudilik Cumartesi günü baz almış, Hristiyanlara da Pazar gününü. Müslümanlar ise Cum’a suresine atfen Cuma gününü kutsal kabul etmişlerdir. Toplumumuzda yaşanılan “Türkiye Tipi İslamiyet” e göre ki bunu “Tatlı su Müslümanlığı” olarak adlandırabiliriz, 3 kere Cumaya gitmeyen dinden çıkabilmektedir. Kimileri bunun hurafe olduğunu kabul eder ancak bu sayede insanların cumaya yöneldiğini düşünerek hurafeyi kaldırmayı istemez. Aslında Cuma günün Allah’a ve Peygamberine sonradan öğretildiğini kimse bilmez, bilse de konuşmaz. Yoksa temel kaideler kökünden sarsılacak ve devamı gelecektir.

Peki, Ne zaman çıktı bu Cuma olayı? Bir hatırlayalım. Cum'a Suresi (Arapça: سورة الجمعة ,Sūrat'ul Cumu'a), Kur'an'ın 62. suresidir. Adını 9. ayetinde geçen "cum'a" kelimesinden alır. Medine'de indirildiğine inanılmaktadır ve 11 ayettir. Surede insanlar cumaya çağrılır.

Cum’a Suresi 9. Ayet: “Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ın zikrine koşun ve alışverişi bırakın. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.”

Aslında Cuma denen ibadet Kuran ile indirilmeden de var olan bir dini ritüel idi. Hafta günlerine İslâm'dan önce verilen isimler şimdiki isimler olmayıp cum'a gününe "yevmu'l-arube" denirdi (Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99). Cum'a Arapça bir isim olup, "toplanma, bir araya gelme, toplu dostluk" anlamlarına gelir.

Şimdi Cuma ile ilgili İslami literatüre bir göz atalım:

“Süheylî'ye göre bu isim süryânîce olup "rahmet" manasına gelmektedir. Cum'a'dan sonraki günler de "şeyar: cumartesi", "evvel: pazar", "ehven: pazartesi", "cebar: salı", "debar: çarşamba", "mûnes: perşembe" idi. Araplar'da günlerin bu eski isimlerinin ne zaman değiştirildiği konusunda şu bilgiler vardır; Arûbe yerine cum'a adını veren, bir rivayete göre Hz. Peygamber'in (s.a.s.) dedelerinden Ka'b İbn Lüeyy'dir.

İbn Sîrîn'den gelen bir başka rivayete göre de bu ad cum'a namazı henüz farz kılınmadan evvel Medine'de bulunan Müslümanlar tarafından verilmiştir. İbn Sîrîn'in rivayeti şöyledir: "Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret etmeden ve cum'a ayeti nazil olmadan önce Medineliler cum'a namazı kılmışlardı." Ensâr: "Yahudilerin bir günü var, her yedi günde biraraya toplanıyorlar, hristiyanların da öyle. Bizim de bir toplanma günümüz olsun, o günde Allah'ı zikredelim; şükredelim." dediler. Bunun üzerine: "Sebt: Cumartesi günü Yahudilerin, Ahad: Pazar günü Hristiyanların, o halde bunu Arube: günü yapalım." demişlerdi. Bu suretle Es'ad İbn Zürâre'nin yanında toplandılar, Es'ad b. Zürâre (r.a.) onlara iki rekat namaz kıldırdı ve vaaz etti. Toplandıkları ana "Cum'a" adını verdiler. O da onlara bir koyun kesti, ondan kuşluk ve akşam vakti yediler. Daha sonraları da Cum'a ayeti nazil oldu (Cum'a Suresi, 62/9)”
(İbnu'I-Hümam, Fethu'l-Kadir, c. I, Mısır 1898, s. 409; İbn Sa' d, a.g.e., c. III, s. 118; Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, c. II, Beyrut 1967, s. 176; Hâkim, el-Müstedrek I/28l ; Ibn Mâce, Sünen I/344 (el-Ikâme 78)

Kısacası amaçlanan hedef Müslümanlara da kutsal bir gün bulmaktı. Asıl sıkıntı bu güne yönelik bir kutsallık olmamasıydı. Elbette ki inananlar “Cum’a suresinden önce, hatta Muhammed’den önce Es’ad İbn Zürâre bize bu namazı kıldırdı.” diyebilirlerdi. Bu durumda ne Muhammed ne de Allah’ ın inandırıcılığı kalmayacaktı. Kur'an'ın Allah ve Muhammed kelamı olmadığı ve başkalarının önermeleri ile oluştuğu görüşü hakim olabilirdi. Cumanın kutsallığının detaylandırılması gerekiyordu ki bu noktada can simidi gibi yetişen rivayetler devreye girdi.

Tekrar İslami literatüre geri dönelim:

“İbn Huzeyme'nin Selmân-ı Fârisî'den yaptığı bir rivayete göre, bir defa Peygamberimiz (s.a.s.) Selmân'a: "Selmân, sen Cum'ayı ne zannediyorsun?" diye sorunca o da: "Allah ve Rasûlü daha iyi bilir." der. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.) "Senin atan Âdem (a.s.)'in yaratılışı işte o gün oldu, yani vücudunun bütün parçaları o gün bir araya getirildi." buyurmuştur.

Ebu Hüreyre'den rivayet edilen başka bir hadiste de: "Üzerine güneş doğan günlerin en hayırlısı Cum'a günüdür: Âdem (a.s.) o gün yaratıldı, o gün Cennet'e girdi, yine o gün Cennet'ten çıkarıldı. Bir de kıyamet Cum'a günü kopacaktır." buyrulmuştur. (Müslim, Cuma 5, hadis 768; Nesâî, Cuma 4; Tirmizî, Cuma 353, 488; Sahih Müslim cilt 7, hadis 27)

Diğer bir rivayette de, yukarıdaki sözlere ilâveten şu cümleler yer almıştır: "..O gün tövbesi kabul olundu ve o gün vefat etti. Kıyamet de o gün kopacaktır. İns ve Cin'den başka hiçbir mahlûk yoktur ki, Cum'a günü tan yeri ağardıktan gün doğuncaya kadar -kıyamet belki bu gün kopar korkusu ile- kulak kabartmasın. Bir de o günün içinde öyle bir saat vardır ki, hiçbir Müslüman kul tesadüfen o esnada namaz kılıp Allah'tan bir hacetini dilemez ki, onu Allah O'na vermesin."
(Ahmed b. Hanbel, c. II, nşr. Çağrı Yayınevi, İstanbul 198.1, s. 311; Buhârî, Cuma 37; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/485; Sahih-i Müslim Muhtasarı, Cuma 4, hadis 766)

İnançlı okuyucular üstteki hadisler için yalan veya sahih değiller damgası vurmadan önce düşünsünler. Buradaki hadisçilerin hepsi hemen her mezhepte sahih kabul edilen hadislerin sahipleri. Kütüb-i Sitte’ den alınma ki eğer Sünni iseniz bu hadisleri kabul etmek zorundasınız. Cuma namazı kılarken okunan hutbelerde bile yukarıdaki hadislerden bahsediliyor.

Biz bu günler konusunda da aynı literatürden devam edelim:

Ebû Hüreyre (s.a.v.) rivayetle:
"Bir gün Resûlullah (s.a.v.) elimi tutarak şöyle buyurdu: “Allah, toprağı cumartesi günü yarattı. Oradaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü, sevilmeyen şeyleri salı günü, nûru çarşamba günü yarattı. Hayvanları yeryüzüne perşembe günü yayıp dağıttı. Âdem’i yaratılanların sonuncusu olarak cuma gününün son saatlerinde, ikindiyle akşam arasında yarattı."
(Müslim, Münâfıkîn 27. Ayrıca bk. Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 327)

Bu altı gün konusu hatta başka bir ayet ile de desteklenmişti: "Ant olsun biz, gökleri, yeri ve ikisi arasında bulunanları altı günde yarattık. Bize hiçbir yorgunluk çökmedi" [Kâf sûresi (50), 38]. 

Bu noktada konumuzdan ve yazımızdan bağımsız olarak ayette bahsedilen “BİZ” kaç varlığı anlatıyor diye aklınıza takılabilir. Bu farklı bir konu. Kuranda “De ki, Biz, Onlar” kelimeleri o kadar çok kullanılır ki, bu BİZ’ den kasıt kaç kişi, kaç yaratıcı var, madem buradaki BİZ melekler o halde Allah’tan habersiz melekler de vahiy mi bildiriyor gibi sorular aklınıza takılabilir. Asıl soru şu olmalı, bir üst paragrafta ki hadiste 7 gün söz konusu. Ancak ayet 6 gün diyor. Eğer Ebu Hüreyre gibi sahih hadis kelamcısı bu konuda yanlış hadis verdi ise diğer hadislere ve hadislerine nasıl güvenelim? Hadi bunu geçtik Hadis doğru ise Muhammed kendi mi 6 gün diye yalan uydurdu? Hadi diyelim Hadis te doğru ayette doğru. O halde Yaratıcının matematiği mi berbat? Biz konumuza geri dönelim.

Yani hem Âdem’in yaratılması hem de Kıyametin o gün kopacağı savı ortaya konarak Cuma gününe hemen “kutsal geçmiş” te eklenmiş oldu.

Peki, şu şekilde aklımıza soru gelebilir. Madem Âdem o gün yaratıldı ve Kıyamet o gün kopacak, Allah neden bu hususları daha önce bildirmedi? Neden ne Yahudiler ne de Hristiyanlar bu bilgiden habersiz? Hemen tahrif yalanına sığınmayalım. Çünkü tüm dinlerde kutsal ve ilk insan olan Âdem’in hangi gün yaratıldığı hususu ile özellikle her Semavi din için kaçınılmaz korku unsuru olan Kıyametin hangi gün gerçekleşeceği bilgisi nasıl tahrif edilmiş olabilir? Bu noktada inanlar Tevrat’ tan savunma yapılabilir ki, Tevrat Âdem'in 6. Gün yaratıldığını söylüyor. Kısacası onlara göre Allah 7. Gün dinlendiğine göre ve bu gün Cumartesi olduğuna göre Âdem Cuma yaratılmış olmalı. Pek neden İlk din olan Yahudilik Cuma’ nın Âdem’ in yaratılışından ötürü kutsal olması gerektiğini bilmiyor? Hiç kutsal olan bir gün değişir mi? Hiç bu tarz bilgiler silinir veya değiştirilir mi? Hadi bir kısım sildi, neden diğer kaynakları bahsetmiyor? Neden Tevrat ve İncil’ in ilk örneklerinde yok? Demek ki bu noktada insan eliyle üretilmiş bir hikâye veya hikâyeler zinciri var.

Netice olarak Cuma gününe dair bir ibadet formatı Muhammed’ den önce Es'ad İbn Zürâre tarafından ilk olarak bugünde bilindiği şekliyle uygulanmış ve hayata geçirilmiştir. Sebebi de aynı Yahudiler ve Hristiyanlar gibi kutsal bir güne sahip olma isteğidir. Bu sistemin gösterdiği başarı (!) ve ortak kabul nedeni ile Muhammed’de bu sistemi benimsemiş ve devamı yönünde vahiy ve kurallardan bahsetmiştir. Yani Allah tarafından vahiy edilmeyen ve Cebrail tarafından öğretilmeyen bir namaz usulü “daha Peygamber açıklamadan önce” insanlar tarafından üretilmiş ve yürürlüğe konmuştur. Kutsal yasası (vahiy) uygulamanın ardından gelmiştir. Bu haliyle, daha birçok örnekte olduğu gibi, ince olay ve uygulama ardından da kutsal onaylama (vahiy) gelmektedir. Bu da Allah’ ın şüphesiz geleceği ve olacağı bilme yeteneğini ortadan kaldırmaz mı?

Bu arada bu yazıda birkaç kelime ile bahsettiğim bir husus var.

“Cahiliye döneminde Ka'b b. Lüey'in Kureyşliler'i Cuma günü toplayıp, içinde bir de hutbe kısmı bulunan haftalık bir iba­det yaptığını daha önce kaydetmiştik. Bugüne Cuma, Maruzat (Açıklama), Yevmü'l-Arube (Araplık Günü) denilmekteydi” (Kaynak İ. SARI CAHİLİYE DÖNEMİ VE GÜNÜMÜZ CAHİLİYESİ) Ka'b b. Lüey, Muhammed’in 6 kuşak geriden dedesi olup PAGAN’ dır (Putperest). Yani bu noktaya kadar yazıda bahsedilen hususlar yalanlansa dahi (Veriler sabit olduğu için aslında imkansız), sadece burada bahsettiğim husus dahi Cuma günün kökeni hakkında bizlere sağlıklı bir bilgi sağlar.

KAYNAKLAR
Cum’a Suresi 9.ayet
Kaf suresi 38.ayet
Kurtubî, Tefsir, XVIII, 99
İbnu'I-Hümam, Fethu'l-Kadir, c. I, Mısır 1898, s. 409
İbn Sa' d, a.g.e., c. III, s. 118
Heysemi, Mecmau'z-Zevaid, c. II, Beyrut 1967, s. 176
Hâkim, el-Müstedrek I/28l
Ibn Mâce, Sünen I/344 (el-Ikâme 78)
Müslim, Cuma 5, hadis 768
Nesâî, Cuma 4
Tirmizî, Cuma 353, 488
Ahmed b. Hanbel, c. II, nşr. Çağrı Yayınevi, İstanbul 198.1, s. 311
Buhârî, Cuma 37
Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/485
Sahih-i Müslim Muhtasarı, Cuma 4, hadis 766
Müslim, Münâfıkîn 27
Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 327
Sahih Müslim cilt 7, hadis 27

İSLAM ÇELİŞKİLERİ VE BİD'AT'LAR

DP, din, islamiyet, İslam çelişkileri, Dini çelişkiler, Bidat, Bid'at, Yatır, Türbe, Kandil geceleri, İçtihat nedir, Müslümanların bid'atları, Tahrim suresi, Necm suresi, Kuran, Hacc suresi, Enfal suresi, Kur'an, Hz Muhammed, İslami ritüeller,
Aklı biraz çalışan ve bir nebze sorgulama yapan, güncel tabir ile “Tatlı su Müslümanı” diye adlandırılan bir çoğunluk var ülkemizde. Bu çoğunluk kenarından azıcık yaptıkları araştırmalar neticesinde karşılaştıkları çelişki ve çarpıklıkları fark ettiklerinde hemen bir kulp bulma yarışına girerler. Genel hatları itibari ile bu konuya Site Başyazarı ve Yöneticisi A. KARA “Neden Deist Oldum 3” adlı yazısında ayrıntılı olarak değinmişti.

Ülkemiz dini dinamikleri ile öyle bir oynanmıştır ki, diğer Müslüman ülkeleri ve Arap toplumu için Türkler, “kendi Yarattıkları İslam’ı Yaşayan Ülke” konumundadır. Bu hususta haksız oldukları söylenemez. Yatır ve Türbe kültürü, mezarlık kültürü, mevlit ve benzeri dine atfedilen ritüeller diğer Müslüman ülkelerde kutlanmaz.

Geçmişlerine ve ne zaman başlandıklarına göz atacak olursak, Kandil geceleri diye bilinen geceler; Mevlit, Regaip, Miraç, Beraat ve Kadir Gecesidir. Bu gecelere Kandil denmesinin sebebi Osmanlı padişahı 2. Selim (1566-1574) zamanında başlayarak, minarelerde kandiller yakılarak duyurulup kutlandığı için "Kandil" olarak anılmaya başlamıştır. (Nebi Bozkurt, “Kandil”; Halit Ünal, Berat Gecesi maddesi. Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), İstanbul, 2001, c. 24, s. 300)

Hicretten 300 yıl sonra ilk kez Mısır'da, Fatımiler döneminde Mevlit; 400 yıl sonra da Kudüs'te Miraç, Regaip ve Berat geceleri kutlanmaya, bu geceler camilerde toplu biçimde yapılan ibadetlerle geçirilmeye başlandı. Daha sonra bu kutlamalar İslam dünyasının bazı bölgelerine yayılarak gelenekleşti

Özellikle “Kandiller Hususu” ülkemizde en çok tartışılan hususlardan birisidir. Çok açık ifade edebiliriz ki mevlitler hakkında ilahiyat profesörleri dahi (!) kesin bir görüş belirtemezler. Bunun sebebi aslında İslami kültüre göre Kadir Gecesi haricindeki tüm geceler uydurmadır. İlahiyat uzmanları bunu bilmekte, ancak toplumsal ve çevresel baskı faktörlerini göz önünde bulundurarak susmayı yeğ tutarlar. İslami akademik çevrede sadece Mehmet OKUYAN, Mustafa İSLAMOĞLU ve Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi isimler bu konuda radikal sayılabilecek yorumlar geliştirmişlerdir.

Peki, neden diğer İslam ülkelerinin hiç kutlamadığı sadece önemsemekle yetindiği gün ve gecelere biz kutsallık katarak adeta din bayramı haline getiriyoruz? Asıl itibari ile dinleri sorgulayan bir sitede ve dinleri sorgulayan bir yazar nasıl olurda İslami anlamda yazı yazıyor diye düşünebilirsiniz. Yazının devamında sebebini anlayacaksınız.

Önce İslami literatür bu konuda ne diyor göz atalım:

“İbadette İçtihat Olmaz.” Peki, içtihat nedir? Kitabı tanımına bakmakta fayda var: “Kesin ve açık delillerle sabit olmayan öznel yargıları, şer’i delillere uygun olarak ortaya çıkarma konusunda bütün güç ve takatini sarf ederek çalışmaktır. Yani, Kur'an, hadis ve icma ile sabit olan şer’i delillerden hüküm çıkarmaktır. “ Bu tanımdan hareketle İslami anlamda ibadet usul ve esasları, Kuran ve Sünnet çerçevesinde çizilmiştir. Kısacası İlk cümlede bahsedilen İbadette İçtihat Olmaz hükmü gereği dinde yeni bir ibadet veya tapma formatı geliştiremezsiniz. Herhangi gün ve gecelere kutsallık atfedemez ve bunları kutlayamazsınız. Bunlar yapıldığı takdirde İslami açıdan bidat kabul edilir ve şirk koşmak olarak değerlendirildiğinden yapan için günah varsayılır; bu bid’atı dine sokarak uygulatan da ayetlerde belirtildiği üzere lanetlenir. Örneğin Ali İmran 78. Ayet hükmü açıktır: “Onlardan bir grup var ki, kitapta olmayan bir şeyi siz kitaptan sanasınız diye dilleriyle kitabı çarpıtırlar ve Allah'tan olmadığı halde "Bu Allah katındandır!" derler, böylece bile bile Allah hakkında yalanlar uydururlar”

Kısacası eğer Müslüman olarak yaşayan bir insansanız Kuran ve Sünnet dışında yaptığınız her türlü dini aktivite, ritüel, ibadet tümden şirk sayılacak ve günah işlemiş olacaksınız. Bunun tersini iddia etmeye çalışmak dahi bu dine inanan kişiyi –inandığı değerler ile- cehennemlik etmeye yetmektedir. Özellikle Nahl 116 kesin uyarıda bulunmaktadır ki: “Buna göre, artık, kendi yalanınızı Allah'a isnat ederek öyle dilinize geldiği gibi yalan yanlış "Bu helaldir şu haramdır" demeyin; çünkü haberi­niz olsun, Allah'a yalan isnat edenler asla kurtuluşa eremezler.”

Bu hususta bizi daha büyük bir paradoks beklemektedir ki, bu husus Kur'an’daki çelişkiler yumağı hakkında bize “apaçık” delil verir. Tahrim Suresi 1. Ayet: “ Ey Peygamber! Eşlerini memnun etmek için, neden Allah'ın sana helal kıldığı bazı şeyleri haram kılıyorsun?” Kısacası İnandığı Tanrının hükümlerine uymak ve vahiyleri insanlara açıklamak üzerine elçi kılınan Muhammed bile (!) -40 yaşında kalbi çıkarılıp melekler tarafından yıkanarak duru ve saf hale getirilmesine rağmen- keyfiyeti uğruna vahiyleri göz ardı ederek kendi nefsince helal-haram belirleme işine soyunmuştur. Bu noktada “E peygamberde insanoğlu, şaşar beşer, o da yanılabilir. Rabbim onu da uyarmış” diyebilirsiniz. Peki, daha önce belirttiğim üzere 40 yaşında kimin kalbi açılarak formatlandı da kusursuz bir şekilde güncellendi? Hani onun sözleri Allah kelamı idi? Allah kelamı şaşar mı? Hani o tüm kusur ve hatalardan bağımsızdı diye sormazlar mı adama? İşin özü İslam peygamberi dahi kendi bid'at üretebiliyorsa yani, Allah katından vahiy ile bildirilmediği halde helal- haram belirleme merci oluşturmuş ise, diğer Müslümanlardan beklememek tuhaf olur.

Şimdi Necm Suresi 3-4-5’e bir göz atalım: “O, nefis arzusu ile konuşmaz. (Size okuduğu) Kur'an ancak kendisine bildirilen bir vahiydir. (Kur'an'ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti.” Kısacası Kuran diyor ki: peygamber hata yapmaz, eksiksizdir, Kuran dışı konuşmaz ve hareket etmez. Sanırım bu konuda mutabıkız. Peki, yukarıdaki paragrafta yazdığımız Tahrim-1’i tekrar okuyun? Hatta şöyle örnekleri çoğaltalım:

Hacc 52’de :”Senden önce hiçbir resul ve nebi göndermedik ki, bir şey temenni ettiği zaman, şeytan onun bu temennisine dair vesvese vermiş olmasın. Ama Allah, şeytanın vesvesesini giderir. Sonra Allah, ayetlerini sağlamlaştırır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Yani şeytan peygambere dahi karışabilmektedir. Hemen ardından şu ayete bakalım: Nisa Suresi 113. Ayet
(Ey Muhammed!) Eğer Allah'ın sana lütuf ve merhameti olmasaydı, onlardan bir grup seni saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar, ancak kendilerini saptırırlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı (Kur'an'ı) ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğin şeyleri öğretmiştir. Allah'ın sana lütfu çok büyüktür.

Şimdi bu noktaya kadar ayetler birbirleri ile örtüşemedi. Hem şeytan hem de gruplar peygamberi saptırabiliyor. Allah pekiştirmese durum berbat. O halde daha önce yazdığımız Necm 3-4-5? Hatta Tahrim-1’ de olduğu gibi peygamberin kendi kendine helal-haram belirlemesi?

Kutsal gün ve ibadetlere ekleme hususuna geri dönecek olursak, bu hususta Kuran adeta dükkânı kapatarak yapılan ilaveleri geçersiz kılmakta ve kendisi haricinde yapılan ve söylenen her ibadeti, kutsallığı yok saymaktadır: En’am 59: “Gaybın anahtarları yalnızca O’nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir. Hiçbir yaprak düşmez ki onu bilmesin. Yerin karanlıklarında da hiçbir tane, hiçbir yaş, hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (Allah’ın bilgisi dâhilinde, Levh-i Mahfuz’da) olmasın.” Yani Kuran dışı yapılan ibadet, iş, yaşam vesaire her şey geçersiz ve İbadet ya da Kurana ait gibi gösterilirse şirk ve bid’attır. Yani doğruluğu şüpheli olan Peygamber sünnetinden sonra dahi kendini alim-ulema diyen bir grup dine –Kuranda şirk ve günah olduğu belirtilmesine rağmen- çıkarları uğruna ilave yapmaktan çekinmemişler ve geri durmamışlardır. Hiç bunları sorgulamayan ve koşulsuz uyan Tatlı su Müslümanları “E benim niyetim halis, suç onların, onlar beni kandırdı” diyerek inandıkları dinde cezadan kurtulduklarını mı sanıyorlar? Okudunuz mu? Sorguladınız mı? Hayır. Kusura bakmayın ancak sizlerde –inandığının dinin gereği- cehennemliksiniz.

Peki, neden kutsal gün ve geceler belirlenerek ilave ibadet işine soyunuluyor? Sebebi çok açık. İnsanları tek bir yolda ve doğrultuda sabit tutarak sorgulamaların ve yorumların önüne geçmek. Kısaca uyutma terapileri. Bu duruma ilk Emeviler döneminde rastlanılıyor. Günümüz “Tatlı su Müslümanlığının” temelleri o dönemde atılıyor. Ne zaman insanları bir arada koyun sürüsü gibi tutmak gerekiyor, o zaman hemen DİN alarmı çalıştırılıyor ve birlik beraberlik naraları altında uyuşturulma seansları devam ediyor. Zaten ülkemizde inandığı dinin kitabını bir kez dahi okumamış, başındaki hocası bir tarafını öptürmek istese sevap diye öpecek bir çoğunluk var. Din adına ne söyleseniz “Eyvallah” diyecek bu çoğunluk sistemi, ülkemizde mükemmel kurulmuş durumda. Bu durum öyle bir hal aldı ki neredeyse 5 vakit namaz kılmıyor diye mahalle bakkalından alış verişi kesen çoğunluklar türedi memlekette. Aksini iddia etmeyin şu zamana dek okuduklarımız ve yaşadıklarımız bunun kesin kanıtı. Neyse; konumuz doğru İslam değil, aksine çelişkiler.

Buraya kadar bahsettiğimiz hususlar bile İslam dininin ne kadar likit, değişken ve kişiden kişiye değişiklik gösterebildiğinin kanıtıdır. Hiçbir İslami toplum, ülke, coğrafya “apaçık” olduğu iddia edilen Kuran ve İslamiyet üzerinde uzlaşamazlar.

Kuran ve çelişkileri üzerine İlhan ARSEL ve Turan DURSUN, kitaplarında hali hazırda detaylıca irdelemiş ve örnekler sunmuşlardır. Bu noktada o kitapların okunmasını daha sağlıklı buluyorum.

Konudan ayrı ve bağımsız olarak bir ayet ile yazının sonuna geliyorum:
Enfâl Suresi 67. Ayet:
Yeryüzünde düşmanı tamamıyla sindirip hakim duruma gelmedikçe hiçbir peygambere esir almak yakışmaz. Siz geçici dünya menfatini istiyorsunuz, halbuki Allah ahireti (kazanmanızı) istiyor. Allah mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.
Birisi barış dini mi dedi?

Yazan: Demon Product

DİN YOK

din, DP, Din yok, Din insan uydurmasıdır, Semavi dinler, Semavi dinler arasındaki farklar, Dinlerin ortak yanları, Hz.Ali, islamiyet, Ya varsa diye inanmak, Hz. Ali ya varsa, Allah'ın dini olmaz, Aldatılma… Aldatılan insanlarda yaşanan ruhsal travmalarda intihar bile gözlemlenebiliyor. Kabul etmek o kadar güç bir hal alıyor ki iyileşme süreçleri uzun zaman alabiliyor. İnandığınız, sevdiğiniz değerlerin bir anda yıkılması sizde sonuçları ağır durumlara yol açıyor. Önceleri savunmalar başlıyor. Kanıtlara rağmen inanmak istemiyorsunuz. Yalan diyorsunuz, olamaz diyorsunuz. Bir süre sonra yerini öfkeye bırakıyor. Daha sonra da kabullenme periyodu.

Özellikle yeni bir aşk ya da heyecan sizi tekrar hayata bağlıyor. Yeniden dünyaya gelmiş gibi oluyorsunuz.

Peki ya tüm hayatınız bir aldatma ise? Ya sevdiğiniz, inandığınız, değer verdiğiniz her şey bir yalan üzerine kurulmuş ise? Hani şu Gazalinin Hazreti Ali’den rivayetle aktardığı gibi meşhur “Ya varsa” sözünün tam tersi geçerli ise? Hatta bunun kanıtları ortaya konuyorsa? Düşünsenize doğduğunuzdan bu yana bir yalana inandınız ve bu yalan içerisinde geliştiniz.

Normal şartlarda dinini araştırarak yaşamayan, okumadığı bir dine inanan, Arapça sözler mırıldanıldığında ne söylendiğini anlamayarak ağlayan bir topluma neyi kanıtlayabilirsiniz?

Aldatılma hissi ağır geldiği için olabilir mi? Neden insanlar dini pratiklerden ayrılıyor hiç düşündünüz mü? Etrafınıza bakın. Kim inandığı dinin gereklerini ve pratiklerini tam olarak uyguluyor? Aslında din kusursuz ve insanlar mı kusurlu? Madem öyle yeryüzünde neden dinini tam olarak yaşayan bir tane bile insan yok? Dışarı çıktığınız zaman bir gününüzü buna ayırın ve etrafınıza bakın. Dinini kim yaşıyor? Cevap basit: HİÇ KİMSE!

Dinlerin yaşanılamamasının sebebi ortaya çıktıkları toplumu ve çağı yansıtmaları. İnsanlara ağır geliyor Aldatıldıklarını düşünmek. Düşünsenize biri size dinlerin aslında yalan olduğunu ve insan yapımı olduğunu kanıtları ile anlatsa ne düşünürsünüz? Önce gülme ve alay etme, daha sonra şiddetle karşı çıkma ve karşıt kanıtlar sunma. Peki, bu karşıt kanıtları nereden buluyorsunuz? İnsanlık tarihindeki tüm dini kitaplara bir bakın. Hepsi savunma içerisinde. Hepsi kanıtlama derdinde. Madem kusursuz bir yaratıcı kelamı var ortada neden kanıtlama ihtiyacı duyuluyor? Çünkü herkes farkında bir şeylerin ters olduğunun. Birisi sizle tartıştığında hemen bu savunma tipi dini kitapları alıp onlardan örnek alıyorsunuz: “Aslında şu anlatılıyor… Orada anlatılmak istenen şu… Yaratıcı orada şunu söylüyor sen görmüyorsun…” bu örnekleri çoğaltmak o kadar mümkün ki.

Neden dini sorgulayan insanlara ses yükseltiliyor veya fiziki müdahalede bulunuluyor? Neden tehditler başlıyor? Madem bizde sorun var neden bahsedilen yaratıcı ceza vermiyor? Kutsal metinlerde yazıyor: “İstediğimizi doğru yola iletiriz.” Madem bahsedilen yaratıcı var neden beni doğru yola iletmiyor? Hepimizi doğru yola iletse de hepimiz mümin olsak? Madem sınavdayız daha önce bu sitede verilen örnekte olduğu gibi (Site başyazarı ve yöneticisi A. KARA’ nın DİN VE SINAV isimli makalesi) 5 yaşında tecavüz ile öldürülen çocuğun sınavı ne? Eğer çocuk tecavüz edenin sınavı ise çocuk basit bir sınav sorusundan mı ibaret?

Maalesef aldatıldık, aldatılıyoruz ve aldatılmaya devam edeceğiz. Peki, gözümüzün önünde alenen duran farklar neler? Bazılarına bir göz atalım:

SEMAVİ DİNLER ARASINDAKİ BAZI PRATİK FARKLARI

  • Her dinin kendi ibadet sistemi vardır. Semavi dinlerde bahsedilen yaratıcının istediği ibadet formatları ilk indirilen ile sabit olmalıydı. Her ibadet formatı farklı olduğuna göre demek ki bu mesajlar farklı yaratıcılardan ya da farklı insanlardan geliyor olmalı. Yani dini dizayn edenler buna uygun ibadet sistemlerini de icat ediyorlar.
  • Yaratıcıya ibadet edilen yerlerin tek olması gerekir. Neden yaratıcı her seferinde farklı bir ibadet evi istiyor? Ya semavi dinlerde bahsedilen yaratıcı her dönem farklı bir mimari zevke sahip ya da bu evleri biz yaratıyoruz.
  • Neden dinler içerisinde giyim-kuşam farkları var? Eğer yaratıcı yarattıkları arasında ayrım gözetmiyorsa neden kadınlar hep geri planda?
  • Her din, diğer dinleri yok edilmesi gereken, geçmişte kalmış yozlaşmış ve sapkın olarak nitelendiriyor. İslamiyet ise ikileme düşmüş durumda. Kimi ayetler diğer dinlere saygıyı emrederken, başka ayetler savaşmayı ve öldürmeyi öngörüyor.
  • Her dinin yasakları farklı. Yaratıcı bir seferde yasağı belirler ve yürürlüğe koyar. Bir kişi bu pratiği değiştirmeye kalktığında, diğerleri ona karşı çıkacağından her din aslında hiç yozlaşmamıştır ve sapkın değildir. Bir kişinin dini farklı yorumladığını var saysak neden diğerleri karşı çıkmadı? Çünkü ortada toplumsal öğreti söz konusu. Tanrısal hükümler ortada yok. Her din farklı hareket ettiğine göre demek ki bu dinleri yaratan unsur yaratıcı değil, insanoğlu.
  • Her dinin sosyal yaşama bakışı farklı. Yaratıcı sosyal standartları sabitler ve tüm insanlığa sunar. Sabit sosyal standartlar bulunmadığına göre mevcut standartları yaratıcı değil, bizzat insanlar koydu.
  • Birkaç istisna dışında tüm ülkeler dinsel olmayan sosyal ve ceza hukukları ile yönetiliyor. Din ile yönetilen ülkelerin de durumu gözümüzün önünde duruyor. Demek ki insanların hukuk sistemi semavi din kitaplarından daha üstün ve tercih edilebilir.
  • Her din kendi peygamberini ve kitabını “SON” kabul ediyor; ancak Muhammed’e kadar bitmiyor. Her din bir önceki kitapta kendinin müjdelendiğini söylüyor ama maalesef kanıt bulamıyorlar.
  • Her din farklı objelere kutsallık veriyor. Oysa yaratıcının kutsallık verdiği objeler standart olmalıdır.
  • Her dinde yaratıcı farklı bir profilde aktarılıyor. Hatta bir din onu “BABA” kabul edip oğlu olduğunu varsayıyor ve oğluna da peygamber diyor.
  • Her dinde yiyecek ve içecekler farklı şekilde sevap ya da günah. Alkol kimi dinde serbest, kimi dinde yasak iken domuz eti kimi dinde yasak, kimi dinde serbest. Demek ki yaratıcı her topluma farklı bilgiler veriyor. Yaratıcı insanlığı ve evrenselliği öğütlediğine ve tüm insanlığa mesaj gönderdiğine göre ya dinlerde bahsedilen yaratıcı yok ya da elçilerde sorun var.
  • Bir din kendinden önceki Sabi’lik dinini kabul ediyor ve caiz görüyor. Bu dinin peygamberi kim? Kitabı ne? Neden diğer dinlerin ve insanların bundan haberi yok?
Yukarıda bahsedilen farklardan sadece bir tanesinin varlığı bile ortada bir yanlışın olduğunun göstergesidir. Eğer insanlar yaratıcı kelamını değiştirebiliyorlarsa ondan üstünler. Eğer yaratıcı üstün ise emri evrensel ve standart olmalı, dolayısı ile değiştirememelidirler. Dinsel pratikleri insanlar değiştirebiliyorlarsa ya yaratıcıdan üstünler ya da bu dinleri kendileri yarattılar.

SEMAVİ DİNLERİN KENDİ İÇ PRATİKLERİNDEKİ BAZI FARKLAR
  • Eğer elçi tek bir kitap ve tek bir inanç sistemi getirmiş ise bunlar standart olmalı. Her dinin kendi içinde de farklı yapılar ve inanç sistemleri olduğuna göre demek ki ortada yaratıcı kelamı yok.
  • Farklı mezhepler var ise demek ki son din, son kitap, son peygamber hususları yalan.
  • Her dinin içindeki ibadet yöntemlerinde de farklılıklar olabiliyor. Demek ki elçi ya doğru öğretemedi ya da ona öğretilen bir şey yok.
  • Mezhepler arasındaki farklı günah ve sevaplar.
  • Mezhepler arası farklı ahiret inancı.
  • Mezhepler arası farklı sosyal yaşam.
  • Mezhepler arası farklı erkek-kadın statüleri.
  • Mezhepler arası sıcak ve soğuk çatışmalar. (Hristiyanlık ’ta ve İslamiyet’te)
  • Mezheplerin birbirlerinden MATRUŞKA bebeği misali doğması.
  • Bazı mezheplere göre diğer mezheplerin kanı ve canı caiz, kadınları ve kızları cariye. Yaratıcı adil ve sonsuz kudret sahibi ise böyle bir durum olamaz.
  • Her mezhebin kendi ibadethanesi var. (Farklı kiliseler, cem evleri, Şii camileri vb.)
  • Her mezhebin şeriatı farklı. (Din aynı olsa bile)
  • İnsanlar Din’ de farklı yorumların bu ayrıma neden olduğunu, ancak kaidelerin değişmediğini söylüyor. Ancak en basiti İslamiyet’te göz ardı edilen bir kavram vardır ki ibadette içtihat olmaz, olamaz. Yapan da uyan da kafirdir. Demek ki ortada yumuşak bir kafirlik durumu var.
SEMAVİ DİNLERİN BAZI ORTAK YANLARI
  • Kitabın yetersiz kalıp ilave insani söylevlere ihtiyaç duyulması (Yahudilik Talmud, Hristiyanlık İznik Konsül Toplantısı, İslamiyet Kütübi Sitte/Hadis ve Siyer)
  • Kadın peygamber hiç yok. Aslında bu husus farktan çok tüm dinlerde ortak kavram. Bazı semavi dinlerde kadınlar elçiye kendini hibe eden varlıklar. Elçiye hediye edilen mallardan farkları yok. Demek ki yaratıcı kadınları erkekler için yaratmış. Cariye olarak yarı fahişe bir yaşam tarzı layık görülüyor. Bir din, hayvanlar ile ilişkiye giren kadınların din adamları ile evlenebileceğini öğütlüyor. Oysa başka bir din bu husus lanetleniyor. Yaratıcının emri tek olmalıdır. Yaratıcı bu hususu dile bile getirmeyeceğine göre ortada ilahi bir mesaj yok. Uydurmalar var.
  • Her din ve kitap ötekilerini sapkın ve batıl ilan ediyor.
  • Her din fakirlere ve kölelere umut ışığı oluyor.
  • Her dinde zorunlu ve çileli bir hicret var (Mısırdan Çıkış, Hristiyanların diğer bölgelere gitmek zorunda kalması, Müslümanların Medine’ye hicreti).
  • Her dinin dönüşü muhteşem oluyor.
  • Her din evrensel medeniliği ve canlı severliği öğütlerken, diğerlerini ortadan kaldırmayı da öğütlüyor. Ancak bu gibi hususlar asla sesli olarak dile getirilmiyor veya göz ardı ediliyor.
  • Her din aslında çoğunlukla bir öncekini tekrar ediyor. Hatta bilinen ilk semavi din olan Yahudilik bile Sümer/Babil dinlerinden tekrar edilmiştir.
  • Semavi dinler, İbrahim’i ortak kutsal ata olarak belirler. O zaman İbrahim’ den öncesi kafir.
  • Her din insanların Adem ve Havva’dan çoğaldığını söylüyor. O halde ilk zamanlarda ensest ilişki serbest ve caiz. Yani tüm kutsal kitaplar atalarımızın maymun olmadığını ama ensest olduğunu söylüyor. Hangisini kabul etmek daha ağır?
  • Dinlere göre insanlık tarihi yaklaşık M.Ö. 7000’ li yıllara kadar gidiyor. O halde önceki dönemlerde yaşadığı kanıtlanan insanlar aslında insan değil. Günümüz modern insanının (Homo Sapiens) günümüzden 200.000 yıl önce yaşadığı artık sabit bir bilgi. Hatta 40.000 yıl ve daha öncelerine ait mağara resimleri var. Dasha da radikal bir kaıt şu ki yaklaşık 2,5 milyon yıl önce alet edevat yapıp kullanan insan toplulukları var. Eğer onlar insansa ki artık hem dini hem de bilimsel çevreler kabul ediyor, o halde yaratıcının kitaplarında çelişki var. Yüce yaratıcı çelişkili bilgi veremeyeceğine göre bu bilgileri veren elçiler yalancı.
  • Her din sadece kendi coğrafi çevresini anlatıyor. Yanardağlardan çıkan ateş ve lavlar nedeni ile cehennem yaratılıyor. İnsanların ateşten canı yanıyor. Ateş nerede yoğun ve kudretli? Yer altında. O halde sizi yeraltı ve oranın tasviri ile korkutabilirler.
  • Her din kendi çevresindeki hayvan ve canlıları örnek verebiliyor. Örneğin semavi dinlerin yaratıcıları ve elçileri kangurudan bihaber.
  • Kardan bahseden hiçbir kutsal metin yok. Demek ki semavi dinlerin yaratıcısı ve elçileri karı bilmiyor. Sadece Hristiyanlıkta Matta incilinde tasvir için kar beyazlığından bahsedilmiş ki bunun hiçbir kutsallığı yok. Matta elçi değil. Bununla ilgili her din savunucusu bir mantık geliştirmeye çalışmıştır; ancak yorumdan öteye geçemezler.
  • Galaksiler ve evrenler hiçbir kutsal metinde yok. O halde olmamaları gerekir. Varlar ise ya kutsal kitaplar yalan söylüyor ya da onları yazanlar.
  • Güneş sistemi, dönüşler, uzay hakkında hiçbir bilgi yok. Olan bilgilerde zaten o dönemde hemen her toplumda ortak astronomi bilgileri. Hiçbir kitap döneminin bilimsel verisinin ötesine geçememiştir. O halde ya yaratıcı bilimden uzak, ya da elçilerin bildiği kadarı yazıldı kutsal kitaplara.
  • Tüm peygamberler Orta doğu coğrafyasına gelmiştir. O halde diğer toplumlar seçilmemiş ya da lanetli.
  • Yaratıcı öfkeleniyor, kızıyor, seviniyor, üzülüyor… Bunlar insani duygular. Yaratıcı insani duygulara sahip olmayacağına göre ortada uydurulmuş bir şeyler var.
  • Yaratıcı hep şeytan ile yarışta ve bir şeyleri kanıtlama derdinde. Yüce yaratıcının hiçbir şeyi kanıtlamaya ihtiyacı yoktur. Eğer ortada kanıtlanmaya çalışılan bir şeyler var ise ya semavi dinlerde bahsedilen yaratıcı yok ya da “kanıtlamaya çalışmak” gibi insani bir duyguya sahip birileri tarafından yazıldı.
  • Gemilerin gitmesi için rüzgarı kullanan bir yaratıcı kavramı “motor” un icat edileceğini bilemez mi? “O dönem motor veya benzeri bir alet anlatılmak istenseydi insanlar kutsal metinler, saçma zannederdi” savunması ne derece doğru olabilir? Size bilineni söyleyen kitaplar mı daha hayranlık verici ya da size yeni bir şeyleri öğretenler mi?
  • Eğer her yaratılan hiç şüphesiz yaratanın bir lütfu ise neden bazı yaratılanlar bazı yaratılanları öldürme hakkına sahip olabiliyor?
  • Her dinin elçisine ait yaşam hikayesi oldukça fantastik ve gizemlidir. Bazı peygamberlerin yaşadığı bile şüphelidir. Olduğu söylenen mucizelere ait hiçbir veri yoktur. Örneğin, İsa’nın göre yükselmesine birkaç kişi dışında kimse tanık olmamıştır. Ay’ın yarıldığına yeryüzünde hiçbir medeniyet şahit olmamıştır. Orta doğu hariç hiçbir medeniyet tarihinde Nuh tufanına ait veri yoktur. Bazı kutsal kitaplardaki tanrısal metinlerde “o dönem…” diye başlayan cümleler vardır. Demek ki ilahi metinler, geldikleri peygamberden çok sonra kaleme alınmışlar.
Aldatılma gerçekten çok ağır. Bu ağırlığı kabullenmek zor. Yukarıda verilen maddelere reddiye geliştirebilirsiniz. Hatta bu reddiyeleri adeta kitap yazacak şekilde de genişletebilirsiniz. Maalesef kanıtlar ortada. 2+2 de 2x2 de her zaman 4 eder.

Yazan: Demon Product

İSLAM VE BİLİM, BİZ VE ONLAR

Yazan: Demon Product
DP, Gavur icadı, Yabancıların yaptığı her şey sayesinde yaşarken onları aşağılamak, din ve bilim, islamiyet, din, İslam ülkelerinde teknoloji ve refah, İslam ülkeleri neden geride?

İSLAM VE BİLİM, BİZ VE ONLAR


"Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım, ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki, bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katıldım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanı sıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesinde hedef olarak yaşadım." Giordano BRUNO

Sabah uyandığımda ilk işim elimi yüzümü için banyoya yönelmek oldu. Yabancı birinin elektriği kullanımımıza sunması sayesinde yabancı birinin icat ettiği lambayı yaktıktan sonra iyi göremiyor olduğumdan dolayı yabancı birinin icat edip ürettiği gözlüğümü taktım. Gözlüğü nasıl aldığım ayrı bir muamma;

Gözlerimin iyi görmemesi nedeniyle 2 hafta öncesinde doktora gitmiştim. Önce, yabancı birinin icat ettiği telefon ile randevu aldım. Yabancı birinin icat ettiği ve ürettiği otomobilime atladım. Yabancı birinin icat ettiği radyoyu açtım. Yabancı birinin bulduğu FM frekansında Türk musikisi çalan bir radyoya denk geldim. Müzeyyen SENAR o bülbül gibi sesi ile adeta şakıyordu.

O sırada yabancı birinin bulduğu benzin ışığımın yandığını fark ettim. Hemen yabancılar tarafından bulunan petrolün damıtılması ile elde edilen benzini aldım. Kredi kartı ile yabancılar tarafından bulunan bir alış-veriş sistemini kullandım. Aracımı otoparka çektikten sonra hastaneye girdim. Yabancılar tarafından icat edilen bir alet ile doktor beni muayene etti. Yabancılar tarafından icat edilen bir metot ile sorunum tespit edildi ve gözlüğüm yazıldı. Daha sonra yabancılar tarafından icat edilen asansör ile otoparka inerek hastaneden ayrıldım. O sırada yabancılar tarafından icat edilerek geliştirilen telefonuma mesaj geldi. Mesajı eşim göndermişti. Yabancıların bulup kullanımımıza sunduğu sosyal iletişim amaçlı kullanılan mesajlaşma programına eşim bana aldığı hediyeyi gösteriyordu. Bayılmıştım bu hediyeye. Yabancılar tarafından icat edilmiş bir tablet. (O zamanlar baya pahalı idi)

Her neyse günümün sabahına geri dönelim. Gözlüğümü taktıktan sonra yabancıların icat ettiği ve eşimin bana hediye ettiği tabletimi aldım. Yabancılardan satın aldığımız ve geliştireceğimiz sistemler ile ilgili bir haber dikkatimi çekti. Onların icat edip bulduğu bir sistemi “PARA VEREREK” satın alıyor, yerli ve milli yapıyorduk. Ne mutluluktu bu böyle? Bizimde yerli-milli sistemlerimiz olacaktı. Gerçi yabancılar icat etmişti ama olsun.

Bu sistemin çalışması için yabancıların icat ettiği roket sistemi kullanılarak yabancı bir ülkeden uzaya yabancıların icat ettiği bir uydunun gönderilmesi gerekiyordu. O da gönderilmişti. Yabancıların tayin ettiği bir yörüngeye yerleştirilen uydumuz hizmet veriyordu. Gururum kabarmıştı. O sırada havanın soğuduğunu hissettim. Yabancılardan satın aldığımız doğalgazı devreye almalıydım. Yabancılar tarafından icat edilen kombiyi çalıştırdım. Ancak içerisi hemen ısınmıyordu. Bende hemen yabancılar tarafından icat edilen klimamı açtım. Yeni kitabımı okumak için önümde hiçbir engel kalmamıştı. "Turgut ÖZAKMAN’ dan Şu Çılgın Türkler". Uzun zamandır bu kitabı okumadığımdan sebep kendimden utanıyordum.

Hemen mutfağa gittim. Yabancıların icat ettiği su ısıtıcısında su ısıtıp yabancıların icat ettiği çözülebilir hazır kahvemi de alıp koltuğuma kuruldum. Bu ne keyifti böyle. Kitabın sayfalarımı ilerledikçe tarihim ve toplumum ile bir kez daha gurur duydum. O sırada telefonum çaldı ona yönelirken kahvem kitaba döküldü. Hemen mutfağa koşup yabancıların icat ettiği kâğıt havlu ile temizledim. Tabii ki yerleri de yabancıların icat ettiği deterjanlar ile hallettim. Eşim akşam geldiğinde sorunla karşılaşmamalıydı. Benim izin günüm olduğundan ev benden soruluyordu. Kitap kuruyana kadar belgesel izlemeye karar verdim. Yabancı birinin icat ettiği Televizyonun başına kuruldum. Yabancı birilerin icat edip kullanımımıza sunduğu dijital platform cihazını çalıştırdım. Yabancı birinin hazırlayıp sunduğu belgeseli izlemeye koyuldum.

Canım sıkıldı. Yabancıların icat ettiği bilgisayarımı açtım. Yabancıların icat ettiği sosyal platformlara bir göz attım. Birkaç gruba üye idim sosyal platformda. Ülkemize ve dinimize giydirenlere cevap yazdım. Bunlar kimin tarafındaydılar? Gözleri hiç mi görmüyordu? Kulakları hiç mi duymuyordu? Beyinleri yok muydu? Bizim milletimiz tarihe nam salmış, iyilik ve doğruluk üzerine bir milletti. Nice bilim adamları yetiştirmiş, nice projelere imza atmış nesillerin torunları idik. Hele dinimiz? Barış ve Esenlik üzerine olan güzel dinimiz her şeyin en güzelini öğütlüyordu. Ayrılık ve ötekileştirme yasaktı. İnsan hakları her şeyin üstündeydi. Komşusu açken tok yatan bizden değildi. İbadetin ve iyiliğin gizli olanı sevaptı. Hele ki bilim ve Fen? İslam tarihi ve tarihimizde o kadar çok bilim insanı vardı ki yeryüzünde var olan hemen her şeyi biz “icat etmiş ve bulmuştuk”.

Buraya kadarki anlatımlar tamamen hayal ürünüdür; ancak büyük çoğunluğu kendi yaşamımdan kesitler içermektedir. Biliyorum ki sizin yaşantınızdan da kesitler içeriyor.

Neden kritik icatlar bize ait değildi? Neden kritik buluşlar bizde yapılmıyordu? Eminim birçoğunuzun kafasında bu sorular öyle veya böyle dolaşıyordur. Bu yazıda amacım sizin tabiriniz ile “Din Düşmanlığı” yapmak değil, aksine toplumumuza bir ayna tutmaya çalışmaktır. İnançlılar, inançsızlar, az inançlılar ya da az inançsızlar. Neye inandığınız, neye taptığınız umurumda dahi değil. İlgilendirmiyor da. Yeter ki inandığınız inanç veya değerleri iyi okuyup araştırın. Onun bunun etkisinde kalmayın. Zaten aklınız sizi doğru yola iletecek.

Yazıya Giordano BRUNO’ nun bir sözü ile başladım. Bruno değerli bir astronom ve filozof sayılabilir. Aynı zamanda rahip idi. Küçüklüğünden bu yana din içerisinde yoğrulmuş bir rahip. Tanrıya ulaşmanın yolunun bilimden geçtiğini savunuyordu. Tanrıya öyle bir aşk ile bağlıydı ki ona ulaşmanın tek yolunun bilim olduğunu düşündüğünden astronomiye merak sardı. Gezegenler, yıldızlar ve evren derken sonsuzluğu keşfetti. Kimileri panteist olduğunu düşündü, kimileri deist, kimileri de sapkın bir Hristiyan. Kimin ne düşündüğü önemli değil. Bruno, sadece kutsal metinleri okumanın yaratıcıya ulaştırmayacağını, bunula birlikte onun verdiği aklın ve bilimin mutlak suretle öne alınmasını ön görüyordu. Bu fikirleri onu ölüme dahi götürdü. 1600 yılında İtalya’ da Campo De’Fiori meydanında Engizisyon mahkemesi kararı ile yakılarak öldürüldü.

Deizmin fikir babalarından sayılan Thomas PAINE? Sizce inançsız birimiydi? Tam aksine inancı kuvvetli biri idi. Çağımızdan örnek verelim, ya Carl SAGAN? İnançsız mıydı? Dini bilgileri o kadar kuvvetliydi ki, din ve bilim tartışmalarında nice din adamı önünde yer almak istemiyordu. Onları zor duruma sokan hususlardan biri de Sagan’ın üslubu idi. Sert olmayan, nazik ve naif konuşmaları, karşısındaki insanlara sakin yaklaşımı gerginlikleri en baştan engelliyordu.

Belirli bir grubu saymaz isek çoğu bilim insanının çıkış noktası DİN’dir. Tarihte çok değerli İslami bilim insanları elbette ki vardır. Onların çalışmaları elbette ki yadsınamaz. Ancak onların çalışmalarının temelinde antik yunan bilgileri vardı ki artık bu husus tüm çevrelerce kabul görmüş durumda. Günümüz gelişmiş batı medeniyetinin temelinde İslam coğrafyası olduğu çok doğru. Çünkü onlar bir dönem sonra Hristiyanlaşma sonucu bilimi terk ettiler. Terk ettikleri bilimi onlara bizler verdik. Ama ilerletmeyi ihmal ettik. Bilim insanlarını tu kaka ilan ettik. Her şeyin Kuran da yazılı olduğunu, bu nedenle ilmi araştırmaların çokta gerekli olmadığını düşündük. Benim gibi bu görüşü savunanlara da “Olur mu canım öyle şey, bize inen ilk ayet OKU’ dur. Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum mantığını baz alıyoruz! Her şeyi gavur ajanlar yapıyor. Onlar bozuyor bizi!” demeye devam ederek kendimizi kandırdık.

Görünen köy kılavuz istemiyor. Hastalandığınızda kullandığınız ilacı kimler icat etti? Nükleer enerji? Elektrik? Otomobil? Uçak? Atom? Kimyasallar? Fırın, çamaşır ve bulaşık makinası, Televizyon, Cep Telefonu, gündelik eşyalarınıza bir göz atın. Daha o kadar çok örnek var ki, biz neyi icat ettik? Neyi bulduk?

En güzel yaptığımız şey eleştirmek. Bunu güzel icat ettik. Bilinçsizce, okumadan, bilgisizce ve desteksizce eleştirmek. Avrupa da yaşayan Türklere bir göz atın. Hiç kimse milliyetçilik masalları ardına saklanmasın. “Bu kefereler g.tünü bile yıkamıyor pis cenabetler!” iyi de suçlamadan önce iyi düşün: onların memleketinde onların parası ile ne işin var? Oradaki Türkler gayet güzel yaşıyorlar. Madem orada hayat berbat neden dönmüyorlar buraya? Oralara bir gidin, bizimkilerin yaşantısını bir görün sonra karar verin. Davulun sesi uzaktan hoş gelir masalının ardına saklanmayın. Mutlaka bu yazımı okuyan gurbetçilerimizden bazıları bana kızacak ve eleştirecek. Lütfen doğruyu söyleyin. Orada ki sağlık ve eğitim mi? Buradaki sağlık ve eğitim mi… Karar sizin. Ya ulaşım ve sosyal yaşam? Orada yaşayan vatandaşlarımızı kesinlikle eleştirmiyorum. Yaşamlarının gereği doğup büyüdükleri topraklardan ayrılıp gurbete çıktılar. Ancak şu an pişmanlar mı? İstisnalar dışında pek sanmıyorum.

Şöyle bir görüş ile de tartışmaya katılmayın: “Onlar terör destekçisi, bizdeki teröristleri besliyor ve kolluyorlar. Onları finanse edip silahlandırıyorlar, bizi karıştırıyorlar sayın yazar. Neden bu hususlardan bahsetmiyorsun? Onların adamı mısın yoksa?” Bu savda gerçeklik payı olmakla beraber (Ajan veya onların adamı değilim) o bahsedilen ülkeler ile müttefik, stratejik ortak, ekonomik partner ve “Kardeş Ülke” olduğumuz ironisine ne diyeceksiniz peki? Bu nedenle böylesine tartışma konusunu komik ve yetersiz buluyorum. Örneğin aramızın en bozuk olduğu dönemlerde bile İsrail ile yapmış olduğumuz ortak tatbikatlar ve ekonomik işbirliği anlaşmaları varken…

Bizler için ağır olsa da evet, o adamlar daha bilgili ve daha medeni. Kullandığımız ve kullandığınız her şey onların icadı. Bu gerçeği kabullenin artık. Burada suç ajanlarda değil, bizle uğraşan kimse yok, toplum mühendisliği diye bir şey yok. Kafanızı kaldırın artık. İllüminati, Masonlar ve Thule Tarikatı gibi fraksiyonlar sizle uğraşmıyor. Sen ilerlemek istedin de kim tuttu seni? Roket icat etmek istedin de kimler engelledi? Gündelik eşyalarını icat etmek istedin de kafana silah mı dayadılar? Hadi bizle uğraşıyorlar. Neden İslam coğrafyasında ilerlemiş tek bir toplum ya da ulus yok? Ki onlar inandıkları dinin kitabını anlayarak ve pratiklerini hayatlarına geçirerek uyguluyorlar. Madem her şey ilahi kitaplarda yazılı, onlara dayanarak yapılan bir tane keşif veya ilerlemeyi söyleyin?

Hiç düşündünüz mü? Batı neden vites attı 1500-1600’lerden sonra? Evet, o döneme kadar en parlak dönem bizde. Ya sonra? Ne oldu da hızlı bir gelişim gösterdiler. Yahudiler mi? Kabbala mı? Tapınakçılar mı? Kimler? Uzaylılar mı ilim öğretti batıya? Günümüz Roket teknolojisini Çin yaptı diyorsanız sınıfta kaldınız. Werner Von BRAUN ismini bir araştırın. Ya İstanbul’u fetheden toplar?

Çünkü bu tarihlerde Batı, din ve bilimi birbirinden söktü attı. Engizisyonun baskısını ortadan kaldırdılar. Neden, Niçin ve Nasıl soruları aranmaya başlandı. Onlardaki Din adamları bile sırf ateist ve deistleri ekarte edebilmek için Bilim ve Fen’e sarıldılar. En basitinden bizim camiada böyle sorulara gerek yok. Uzay araştırmalarına gerek yok çünkü “Göklerde” ne olduğu anlatılmış. Ne gerek var ki? Mesela insanının yaratılışı. Gerek yok incelemeye, Adem ve Havva’dan geldik bitti. Ne gerek var araştırmaya? Bir örnekle Cübbeli Ahmet Hoca 2013 yılında NASA için ne demişti, Milyarlarca dolar yatırım yapmanın cahillik olduğunu söyleyerek, "Mars'ta su var mı? Et var mı? But var mı? Manyak manyak işler... Ben sana söyleyeyim, sen oraya çıkamadan dünya kopacak. Masrafa değmez. Ver bana 100 bin dolar her şeyi söyleyeyim. Ne cahil adamsın. Kur-an'da var, hadiste var. Bakmıyorlar ki..."

Ya bu “Gavur” aleminin araştırmaları olmasaydı ne olacaktı? Bu araştırmalar sayesinde icat edilen unsurları kullanıyorsunuz. İlaçlar, günlük alet ve edevatlar… Her şey… Hadi şunu yapın. Kendinize 3 gün verin. Evdeki eşyalarınızın bir listesini çıkartın ve onların “icat” ettiği şeyleri 3 gün kullanmayın. Buna elektrik de, günlük ilaçlarınız da dahil. Bakalım kaç gün dayanabiliyorsunuz? Maalesef işimize gelince “İyide bu icatlar global/küresel icatlar. Neden kullanmayayım? Müslüman her şeyin en doğrusunu ve en güzelini kullanır. Onlar yapsın biz kullanırız.” diyebilirsiniz. Peki niçin bu “global/küresel” icatları biz yapmıyoruz? Kısaca AR-GE olarak adlandırılan Araştırma ve Geliştirme faaliyetleri bu ülkede neden geride? Ülkede az da olsa kurulmuş olan AR-GE birimlerinde görev alan bilim insanlarına dikkat edin. Hangi ülkelerde, hangi okul ve akademileri bitirmişler. İslami Coğrafyadan çıkan bir AR-GE çalışmasını veya icadı söyleyin. Amacım kimseyi ezmek veya rencide etmek değil. Sadece okumanızı ve sentezlemenizi istiyorum. Yazının başlarında söylediğim gibi neye inandığınız veya neye taptığınız umurumda bile değil. İnanç en önemli özgürlüklerden birisidir. Yaşama hakkı gibi. Herkes birey olarak kendi ölçeğinde istediği şeye inanabilir ve ibadet edebilir. Ya da inanmayabilir.

Bu toplumda beraber yaşıyoruz. Batıda bilim ve fen gelişirken kimse kimseye inancını sormadı. NASA Apollo projesinde çalışan Müslüman Bilim İnsanlarına bir bakın. Farouk El BAZ sadece bunlardan birisi. A.B.D. de Aziz SANCAR ile hepimiz gurur duyduk. Türkiye’de bu başarıyı gösterebilir miydi?

Maalesef İslam coğrafyası Din ve Bilim’ i yan yana koyamadı. Onların artıkçısı ve pazarıyız sadece. Onlar için alt segment insan grubuyuz. İslam coğrafyasını yönetenlere bir bakın. İdarecilerin ailelerine ve yaşantılarına. Onların ve çocuklarının okudukları okullara bir bakın. Bazılarının eşlerine ve giyim tarzlarına. Hatta yaşam tarzlarına. Maalesef onların aynadaki yansımalarıyız. Kendi ülkemize bir bakın. Amacım siyaset değil. Hiçbir zaman siyaset yapmadım ve bu yazımda da yapmayacağım. Ancak maalesef ülkemizdeki her siyasi yapı onlara iktidar hırsı ile göz kırpıyor.

Kimseye isyan edin, bayrak açın, devrim yapın, sokaklara dökülün demiyorum. Modern, çağdaş hukuk devletlerinde değişim EĞİTİM ile başlar. AKIL ve BİLİM ön planda tutulduğu sürece bu millet ne uşak, ne de artıkçı olur. Kimsenin oyun sahası olmaz. Kimsenin pazarlık konusu olmaz. Yön verilen değil, Yön veren oluruz.

Okuyun ve bilime önem verin. İnsana ve sanata önem verin. Kaç yaşında ve ne mezunu olduğunuz hiç önemli değil. Bir kursa yazılın. Gönüllü faaliyetlere katılın. Görün bakın değişim nasıl gerçekleşiyor. Çocukları gelecek olan görün. Potansiyel kaçak işçi değil. Kadınları insan olarak kabul edin. Seks objesi ve eve kapatılacak mal olarak değil. Bir grup erkek okuyucu için söylüyorum: Hiç kimse ikinci sınıf değil. Hiç kimse sizin sahip olacağınız malınız değil. Hiç kimse penisinizin zevk makinası değil. Hiç kimse sizin kaburga kemiğinizden üretilmedi. Hiç kimse şeytan tarafından kandırılan kadın nedeni ile dünyaya azap için gönderilmedi. Hiç kimsenin görevi evde oturup sizi tatmin etmek değil. Hiç kimsenin görevi kendisini elçilere bağışlamak ta değildi. Sizlere tavsiyem bilim anlamında Marie Curie’nin hayatını iyi okuyun.

Din faktörünü önceliğine alan ve almayan ülkelere bir bakın. Kimler önde, kimler arkada. Söylemek istediğim, din pratiklerinin bireylere indirgenmesi. İsteyen istediğine inansın; ancak kişisel düzeyde inansın. Devlet düzeni, eğitim, iş yaşamı ve sosyal yaşamdan bu pratikleri uzak tutun. Görün bakın neler oluyor.

Bu yazıda bahsettiğim unsurlar inançlı ya da inançsız tüm toplumumuzun ortak kabul ettiği hususlar. Yalnız Din faktörünü hayatının tam ortasına yerleştirenler, bu faktörde sorun görmediği için suçu başka yerlerde, komplo teorilerinde ve fantastik hikâyelerde aramaya devam edecek.

Bu yazıda önceki yazılarıma nazaran daha çok yorum kullanarak Durum Etüdü yaptım. Bunu yaparken karşılaşacağım eleştiri oklarını baştan kabul ediyorum. Bazı görüşlerim, birçoğunun reddedeceği, kaynaksız ve desteksiz bulacağı fikirler olmakla beraber aslında eleştirel yaklaşanların da aklında küçük soru işaretleri kalacağına eminim. Çünkü yazıda “BİZİ, KENDİMİZİ” anlattım. Kısacası kabul edemeyeceğiniz ya da reddedeceğiniz bir husus olduğunu pek de sanmıyorum.

“Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri harekete getirmek birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hakim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir. Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş düzene girer ve düzelir.

Gözlerimizi kapayıp, yalnız yaşadığımızı varsayamayız. Ülkemizi bir çember içine alıp dünya ile ilgilenmeksizin yaşayamayız. Tersine gelişmiş, uygarlaşmış bir ulus olarak uygarlık alanının üzerinde yaşayacağız: bu yaşam ancak bilim ve fenle olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için bağ ve koşul yoktur.” Mustafa Kemal ATATÜRK