HABERLER
Dini Haber
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KABİR AZABI VE BERZAH ALEMİ MİTLERİ

DP, islamiyet, din, Kabir azabı, Berzah alemi, Kabir azabı var mı?, Dini uydurmalar, Hurafeler, Kuranda yazmayanlar, Kur-an ölüm sonrası, Kur-an'da kabir, İsra, Bakara, Mümin, Taha, Mü-minun,
Biraz beyin kıvrımlarımızı yoklayalım. Belki kendi ailenizde, belki de mahallenizde ya da iş yerinizden bir arkadaşınızın cenazesi olduğunda o ortamı gözünüzün önüne getirin. Eğer yaz aylarında vefat gerçekleşmiş ise erkek konuklar dışarıda konulan sandalyelere otururlar. Hanımlar ise içeri. Yaşça büyük olanlar veya ailenin ileri gelenleri merkezi bir konumda otururlar. Diğer gelenler onların çevresine yerleşirler. Samimiyet derecesine göre içten dışa bir kümeler silsilesi oluşur. Sohbetin gereğinde dolayı arada gülümsemeler olsa da aşırıya kaçılmaz. Neticede cenaze evi. Cenaze beklenir. Peki, nerede cenaze? Gasilhane’ de yıkanıyor. Bazı gençler sokak başında bekler cenaze aracını. Büyüklerin yanında sigara içmek sıkıntılıdır çünkü. Çocuklar pet bardak veya şişede su dağıtırlar. Ailenin ileri gelenlerinden bazıları pide-lahmacun türü basit hamur işleri dağıttırırlar ayran ile birlikte konuklara. Bu dağıtım işini de ya çocuklar ya da gençler yürütürler. Hanımlar ise içeridedir. Gelen konuk hanımlar arasında eşarp/başörtüsü getirmeyi unutan varsa onlara da biraz yaşlıca olanlar yanlarında getirdikleri fazla eşarpları verirler. Ah bir de iğne oyası ile etrafı işlenenler, onlar hemen dikkat çeker. Nerede yaptırıldığı sorulur fısıltılar ile. Kızın çeyizi için yaptırılacaktır. Hanımların içerisinde ağlayan birinci derece yakınların yanında teselliciler grubu bulunur. Bu grup değişkendir. Voleybol servisi kullanan oyuncunun dönmesi ve değişmesi gibi değişirler. Unutulmaması gereken ağır bir misafir daha vardır ki bu misafirde ya aileden ya da aile dışından gelen, Kuran-ı Kerim’e hâkim bir hanımdır. Önüne bir sehpa konur. Sehpa üzerine de kristal kesme bir bardak içerisinde soğuk su. Suya toz gelmesin diye üzerine kâğıt peçete kapatılır. Dışarıdan gelen bir çocuğun sesi bozar bu iç ortamın hüşu içerisindeki ambiansını. Pideler gelmiştir. Genç kızlar hemen bir koşu pideleri alıp mutfağa geçerler. Servis yapılmalıdır. Hemen küçük bir görev paylaşımı ile bu da hallolur.

Cenaze kış ayında ise erkeklerin yeri komşu dairedir. Burada gençler çay demler, içeride sohbet ile birlikte dualar okunur. Dini bilgiler konusunda üst seviye de bulunanlar arada hadis, siyer, sahabelerin hayatı üzerine bilgiler aktarır. Ana tema ölümdür. Ölümden sonra berzah âlemi, kabir azabı gibi kavramlar öncelikle anlatılır. Kıyametin gelmesine daha çok vardır sanki onlara göre. Sorsanız şu cevap gelir “aslında kıyamet nefes kadar yakın belki hemen bu cumu’a.” Neden, büyük alametlerin hepsi hemen hemen gerçekleşmiştir. Ancak bu sohbeti araya giren bir başka din uzmanı bozar :”İyi de daha Deccal gelmedi, daha yecüc ve mecüc gelecek. Mehdi aleyhisselam onları defedecek.”. Birden konukların gözleri fal taşı gibi açılır. Konular öyle bir seviyeye çıkmıştır ki dikkat kesilinir. Herkes sus pus olup bu kişileri dinlemeye koyulur.

“Kıyamet öncesi daha Melhame-i Kübra (Hristiyanlarda Armageddon) savaşı meydana gelmedi. Ama o savaşta çok yakın. Bakın? Ortadoğu kan gölü. Haç ile Hilal’in o kadim savaşı gerçekleşecek. Yahudiler Tel-Aviv’de ve bütün İsrail’de Gargat ağacı dikiyor. Neden? O ağaç müjdelenmiş olan ağaçtır. Bütün dağ taş dile gelecek ve diyecek ki benim arkamda Yahudi var. Onlar bile Yahudilerden yaka silkecek Allahu Teâla’nın izni ile… Hatta Google Earth’ a bakın. Tüm İsrail de Gargat fidanları ekilmiş. Ama saklıyorlar. Önce Yahudilerin sonu gelecek. Arkadan büyük savaş vereceğiz ama Mehdi aleyhisselam’ın öncülüğünde Allah’ın izni ile Hristiyanları ve tüm müşrikleri bozguna uğrayacak ve bütün dünya Müslüman olacak. İşte o zaman kıyamet kopacak.”

İşte bu sohbet sessizce ve pür dikkat dinlenirken, 8-10 yaşlarında bir çocuk, o derin sessizliği bozarak şöyle sorar: “E peki kıyamete kadar mezarda nasıl bekleyeceğiz?”. Mükemmel bir kritik sorudur bu. Cevap yine din uzmanı konuktan gelir:” Eğer inançlı isen Münker ve Nekir gelir evladım. Sana kimsin? Necisin? Dinin ne? Kimin yolundan gidiyorsun? Kime inanıyorsun gibi sorular soracaklar. Sen diyeceksin ki: - Elhamdülillah Müslümanım. Hiç şüphesiz Allah birdir ve tektir ve Muhammed hiç şüphesiz onun Resuludür. O melekler sana der ki: Evet bunu zaten biliyorduk. Eğer gerçekten müminsen o mezar, yani kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Eğer günahkâr isen kıyamete kadar o kabir cehennem çukurlarından bir çukur olur!”

Çocuk sorar: “E iyide hani ödül ve ceza kıyametten sonra olacaktı? Bedenimiz çürümüyor mu? Azab ya da ödülü kim hissedecek?”

Cevap gelir: “Sen şimdi bu yaşta anlamazsın. Ruha ödül veya azab vardır.”

Konuklardan farklı bir görüşe sahip olan devreye girer:” Tam öyle değil kardeşim. Bedeni çiyanlar, yılanlar ve türlü mahlûkat sarar. Kabir mevtayı sıkar. Öyle sıkar ki kaburgaları adeta birbirine geçer. İşte günahkârlar için kabirde böylesine bir azap ve acı vardır. Rabbim hepimizi muhafaza eylesin”.

Pek karşı çıkılacak bir sav olmadığından diğer tartışmacı bu açıklamayı yalanlamaz ve ekler : ”Aynen kardeşim. İşte Rabbim, bedenimiz çürürken dahi bizi imanlılardan eylesin inşallah. Kabir azabından muhafaza eylesin inşallah…” gibi temennilerin arkasından tekbir eşliğinde Fatihalar okunur.

Tam sohbet kapanacakken başka bir din uzmanı aile yakını gelir. O kişi, sohbetin sonlarına denk gelmiştir. Sabırla sırasını bekler. Tam ortam sessizleştiğinde devreye girer:” Ammaaaa!... Cenab-ı Allah o berzah âlemini hepimize hayırlı kılsın inşallah. O âlem ki müminler için mutluluk, müşrikler ve kâfirler için azap doludur!”

İlk soruyu ortaya atan çocuk yine o aynı merakla devreye girer: “ Berzah ne amca? Kabir azabı yok muydu?”

“Elbette ki var evladım. Ama kıyamete kadar berzah âlemindeyiz. Kuran-ı Kerimde buyruluyor ki: Onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim” der. Hayır; bu, onun söylediği bir sözdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah (engel) vardır.“ (müminun 99-100) İşte berzah âlemi bu engel olan âlemdir. Orada bekleyeceğiz.

Çocuk yine sorar: “Bu âlem nerededir? Nasıl bir yerdir?”

Cevap hemen arkadan yetişir: “ Bilmiyoruz evladım. O kadarını âlimler bilir. Haşa biz bilmeyiz. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.”

Konu burada kapanır. Herkesin içini bir korku alır. Önceki akşam içilen biradan, evvelsi hafta yapılan zinadan, birkaç gün önce oynanan at yarışı kuponundan pişmanlık duyulur. Hemen imanlı, doğru bir Müslüman olunmalıdır. Kılınmayan namazların kazası eda edilmeli, biran önce başlanarak dinin temel farzı (!) yerine getirilmelidir.

Yazımızın buraya kadar olan kısmında anlatılan senaryo, ufak tefek farklılıklar veya yöresel farklılıklar olmakla birlikte üç aşağı beş yukarı aynıdır. Hele ki cenaze namazı kılınmadan hemen önce hocanın söylediği :”İşte en büyük ders, en büyük sınav, en büyük ibret önümüzde kefenlenmiş yatıyor!” cümlesi…

Peki, bu berzah âlemi ve kabir azabı kavramları ne kadar gerçekçi? Kesin olan şu ki bu kavramlar kesinlikle Kuran dışı ve pagan öğeler içeriyor.

Berzah ve Kabir Hayatı ile Kuranda hiçbir ayet yoktur. Berzah kelimesi az önce bahsettiğimiz Müminun 99-100’de yer alır ki kelimenin anlamı engeldir. Herhangi bir âlem, ortam, ara yaşam alanı manalarını taşımaz.

Berzah âlemini savunanların en büyük kanıtı Mümin-11’ dir: “Onlar: “Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?” derler.“

Burada ki iki defa diriltme veya iki defa öldürme berzah âleminin kanıtı değildir. Öyle olsaydı bu hususun açık bir biçimde belirtilmiş olması gerekirdi. Hacc-16: “Böylece biz Kur’an’ı apaçık âyetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir.” Kısacası açıklanmak istenen her husus, bir mümin için açıklanmıştır. Ayetleri yan yana, üst üste koyarak bir mana vermeye çalışmak, eğip bükerek bir anlamlandırma yapmak Kuran’ a göre yanlıştır. Bu şekilde istediğiniz anlamı, istediğiniz şekilde ortaya koyabilirsiniz.

Peki, Kabir azabı ile ilgili Kuran-ı Kerim ne diyor? Cevap: Hiçbir şey!
Gelin şu ayetlere bir göz atalım:

“Siz dünyada on gün eğleştiniz diye aralarında gizli gizli konuşurlar… En akıllıları ‘Sadece bir gün kaldınız’ der.” [Taha, 20/103-4]

“Allah inkârcılara ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. Onlarda, ‘Bir gün, ya da bir günden daha az’ derler…” [Mü'minun, 23/112-3]

“Sûr'a üflenince, kabirlerinden Rablarına koşarak çıkarlar. 'Vah halimize! Yattığımız yerden /merkadimizden bizi kim kaldırdı ?” [Yasin, 36/51-2]. (merkad: uyunan, uyuklanan yer anlamına gelir.)

“Ona bir daha üflenince, onlar bir anda ayağa kalkıp etraflarına bakarlar” [Zümer, 39/68]

“Sûr'a üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür. Her can kendisi ile beraber bir sürücü ve birde şahit (melek) olduğu halde gelir. Ona 'And olsun ki sen bundan gâfildin. Şimdi gaflet perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir.' (denir)” [Kaf,50/20-2]

Sizi çağırdığı gün, O2na hamdederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız. [İSRÂ – 52]

Kıyametin kopacağı gün suçlular, (dünyada) bir andan fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada haktan) işte böyle döndürülüyorlardı. [RÛM – 55]

“Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz.” [Bakara, 2/28] 

Şimdi bu noktada kabir Azabını savunanların en büyük delili olan Mümin-11 tekrar dönelim: “Onlar: “Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?” derler.“

İnsanların ölü hali Bakara 2/28’ e göre anne karnındaki hal’dir. Ölü iken diriltilen birey, “sonra öldürüleceksiniz” tabiri ile dünya hayatında ölecektir; tekrar diriltilme mahşer ve döndürülme ise yargılanmadır. Eğer Mümin -11 Kabir hayatını veya berzah âlemini tasvir ediyor olsaydı diriltme ve ölüm süreci iki değil 3 defa olacaktı. Bu durumda doğal olarak Kuran ayetine terstir.

Bu noktaya kadar bahsettiğimiz ayetlerde durum gayet açıktır. Eğer inançlı bir Müslüman iseniz reddetme şansınız yoktur. Yine Kuran inanan biri için şüphesiz apaçık açıklayıcı ve nettir. İma etmez, dolaylı cümleler yoktur. Ne kastedilmek istenmiş ise bu husus aynen aktarılmıştır.

Bu makaleye inanmak istemeyip, istediğiniz kaynakta istediğiniz araştırmayı yapın. İstediğiniz kadar eğip bükmeyi, anlam kazandırmaya çalışın. Kabir azabı ve berzah âlemi hakkında hadisler dışında hiçbir delil yoktur. Kabir hayatı ve Berzah âleminden bahseden hadislerin sahihliği de ayrı bir araştırma konusudur. Bu durum günümüzde kendini “İslami Aydın” gören ilahiyat profesörlerinden bağımsız olarak, İslam peygamberinin ölümünden yaklaşık 250-300 yıl sonra tartışılmaya başlanmıştır. Hatta peygamberin ölümünden çok sonraları farklı kollar dahi bu kavramları şiddetle reddetmişlerdir (Mutezile, hariciler vb.).

Kısacası İslam âleminde dahi bu konuda sağlam bir ittifak yoktur. Sebebi Kuran’da olmayan bir kavramlar silsilesinin İslamiyet’ e eklenme çabasıdır.

Peki, bu çabalar nereden geliyor? Kuran’ da dahi bahsedilmeyen, anlatılmayan kavramlar neden İslamiyet’ e eklenmeye çalışılıyor? Sebebi Aristo’nun meşhur eseri Metafizik’ te yatıyor. Ne demişti Aristoteles: “İnsan doğası gereği bilmek ister”.

Ölüm zaten başlı başına tüm insanlık için bir merak konusudur. Ölüm, ölüm sonrası hayat gibi kavramlar hemen her toplum ve dinde, hatta dinlere inanmayanlarda dahi bir araştırma konusu olmuştur. Açıkçası İslamiyet’ te ölüm ve sonrası çok açık belirtilmiştir. Kuran-ı Kerim’ e bakıldığında insan öldükten sonra cesedi çürür. Mahşer günü geldiğinde tekrar diriltilir ve sorgu beklenir. Sonra muhakeme sonucuna göre de ya cennete ya da cehenneme gönderilir.

Ancak insanlar ölümden sonra ne olduğunu öğrenmek isterler. İçlerindeki “acaba?” sorusunu yenemezler. Çünkü mantıksal olarak çürüyen bir bedenin nasıl tekrar bir araya geleceğini tasavvur edemezler. Önceki ölenlerin adeta “yok olduğunu” gören insanoğlu, yok oluş kavramıyla karşı karşıya kalır. Bu durum ile hiçbir “düşünen” insan karşı karşıya kalmak istemez.

İnanılan din, mahşere kadar bir nevi uyku halini ön görür. Mahşerde herkes diriltilecektir. Diriltilme için bedenin korunmuş olması gerekmektedir. Beden madem çürüyor ise o halde Ruh denilen kavram yeniden dirilecektir. Ruh bir bedene sahip değildir (Bilimsel olarak ta zaten Ruh diye bir şey yoktur.). Ruh tarif edilemez bir formdadır. İslami açıdan ruh üflenerek birey can bulur. O halde Ruh bir nevi enerji veya ona benzeri bir formdadır. Bedensizdir. Dolayısı ile beden olmadığı için çürümez ve yok olmaz. O halde Ruh yeniden dirilecek ise ölümden sonra mahşere kadar bir yerde beklemelidir. Bunu açıklayabilmek için ayetler eğilip bükülerek, amacı dışında anlamlar kazandırılarak Berzah Âlemi ve Kabir Hayatı gibi “Kuran dışı” kavramlar türetilmiştir.

Yani insanoğlu beynindeki “zaman” faktörünü aşamadığından bu durum ile karşılaşılmıştır. Mesela insan gece uyku durumunda iken sabah uyanır. Bu durum Kuran’ da bireyin öldürülmesi ve yeniden diriltilmesi ile betimlenir. “O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır). Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır. Sonra O, işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.” [ En’am-60]. Bu aşamada bireyin bedensel bütünlüğü korunmaktadır. Aradan belirli bir zaman dilimi geçmiştir. Ancak mahşere kadar uyku ve bedenin çürüyerek yok olması gibi kavramlar insanoğlunu korkuttuğundan, bu süreyi tanımlayabilecek, “Dine uygun” bir senaryoya/hikâyeye ihtiyaç duyulmuştur. Öncelikle bu senaryo için Kurandan ayetler cımbızla ayıklanıp kaynak oluşturulmalıdır. Daha sonra diğer semavi dinlerden ve pagan dinlerden hikâyeler sentezlenerek, uydurma hadislerle de desteklenerek Kabir Hayatı ve Berzah Alemi kavramları yaratılmıştır.

Daha önce belirttiğimiz üzere Berzah kelimesi engel/engelleme manası taşır. Berzah kelimesinin kullanıldığı bir başka ayete göz atalım:

“Birinin suyu tatlı ve serinletici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip, aralarında da karışmalarını önleyen bir (Berzah) perde koyan, Allah’tır.” [FURKAN-53]

Furkan-53 de temel alındığında berzah kelimesi engel manası taşır. Başka bir manası da yoktur. Arapça da kelimelerin tam anlamı vardır ki edebi açıdan Arapçanın iyi ve zengin bir dil olmasının sebebi de budur. Kelime bulunduğu cümleye göre anlam kazanmaz. Farklı anlamlar barındırmaz. Berzah kavramına “Engel Âlemi” demek asıl olarak inanan birisi için küfürdür.

Kısacası çürümeyen ve bozulmayan “Ruh” için bir bekleme salonu tasarlanmıştır.

En önemli unsuru sona sakladım. Madem insanların yargılanma ve ceza süreci “Hiç Şüphesiz” Allah tarafından onun huzurunda olacak, onun yargılaması veya ödül-ceza mekanizmasını işleten başkaca varlıklar var ise, kendilerini O’nun yerine koydukları için cezalandırılmaları gerekir. Allah karar vermeden birey cezalandırılamaz veya ödüllendirilemez. O halde kabir hayatında ceza veya ödül olamaz çünkü birey hakkında daha hüküm verilmemiştir.

Yusuf-40: “Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Daha da Berzah Âlemi ve Kabir Hayatı için ayetleri birbiri ile çaprazlayıp eğip bükenler, açıkça Kuran-ı Kerim’de belirtilmediği halde varmış gibi anlam kazandırmaya çalışanlar şu ayeti hiç okumadılar mı: “Allah size Kitap’ı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?” [Enam-114]

Tüm bunların haricinde, tüm melekler insanoğluna secde etmek için emir almış ise, Allah’ın hüküm kararı olmadan hangi melek/melekler secde etmeleri gereken insanoğluna ödül ya da ceza verebilir?

Bunların haricinde Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir kürsüsü öğretim üyelerinden Prof. Mehmet Okuyan, İbnü’l-Cevzi’yi referans göstererek kabir azabıyla ilgili hadislerin sahih olmadığını belirtmiştir. Yine o, ölünün kabirde ezanı duyacağını bildiren hadislerin, ölen peygamberlerin 40 gün ruhlarının kendilerine iade edildiği veya ana babasının veya birisinin kabrini Cuma günü ziyaret edip Yasin okuyanın günahlarının bağışlanacağını veya kabirde birbiriyle konuşmalar olacağını bildiren rivayetlerin uydurma olduğunu belirtmiştir. (İbnü’l-Cevzi, Kitabul’l-Mevdû’ât, s.237-238-239) (Prof. Mehmet Okuyan, s.160-161)

Maalesef sevgili inanan kardeşlerim, Berzah Âlemi veya Kabir Hayatı diye bir şey yok. Sen inanabilirsin ve buna saygım sonsuz. İnancın beni ilgilendirmiyor. Ancak neye inandığını bil. Araştırmaların sonucu bu âlemlere inanmayı seçersen eyvallah. Yeter ki araştır. Onun bunun lafı ile inanma. Okuduğuna ve araştırdığına inan. Ancak bu kadar Kurani (Kuran-ı Kerim kaynaklı) kanıta rağmen hala hadis vs. diye tutturuyorsan seçim senin.

Ancak tüm bu tartışmalar içerisinde, asıl olarak bu kavram ve düşünce farklılıklarının oluşma sebebi din içi çelişkiler. İnsanlar gördükleri, yaşadıkları ve kanıtlanmış olan kavramlar ile inandıkları kavramlar arasında çelişki görüyorlar. İnanılan din buna cevap veremiyor. Durum böyle olunca da bir savunma mekanizması olarak “Uydurma Âlemler” devreye giriyor.

Kendi içlerinde ortada bir çelişki olduğunun farkındalar. Bir şeylerin ters olduğunu biliyorlar. Ancak bunu kabul etmek o bireyler için o kadar zor ki… Düşünsenize inandığınız, uğruna yaşadığınız nice kavramlar aslında yok. Birisi öldüğü zaman yaptığınız davranış ve ritüellerin hiç birisi İslami değil. Aksine birçoğu İslamiyet öncesi Tengricilik döneminden kalma. Kısacası eğer inanmak istiyorsanız, yani kendinizi “inandırmak istiyorsanız”. Eğip bükmek suretiyle size kanıt çok. Siz doğruyu görüyor ve biliyorsunuz.

Biz mi? Bizler size göre kâfir, gâvur, müşrik, domuzdan farksız, her akşam içip içip ona buna sarkan, yozlaşmış, inançsız olduğundan her türlü ahlaksızlığı kendine mubah sayan, karısını-kızını kimseden kıskanmayan, hırsız, ikiyüzlü, çıkarı için vatanını bile satabilen, ülkeyi içki masalarında kurmuş yığınlarız.

O yüzden bu yazıyı kafası bir milyon, Allah’ın sevgisinden mahrum olmuş, öteki dünyanın sonsuz nimetlerini kaybetmiş, sapkın bir beynin ürettiği saçmalıklar olarak nitelendirip mutlu mesut yaşamaya devam edin. Unutmadan; eğer vicdanlı iseniz olur da bir gün bulunduğumuz bu gaflet uykusundan uyanmamız ümidiyle de “Allah Islah Etsin” talebinizi göndermeyi de unutmayın lütfen. (Bakınız: Site Başyazarı ve Yöneticisi A.KARA’nın bu sitede yer alan “Sıradaki Islah Talebi Lütfen” başlıklı yazısı)
Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu:
  1. Objektif olarak inançlı, vicdanlı ve açık yürekli okurlarımıza tavsiyem bu yazıma reddiye geliştirmeden önce ölüm sonrası yaşam ile ilgili Tengricilik dönemi, Şamanizm, Yahudilik ve Hristiyanlık kaynaklarını ve inançlarını iyi inceleyip öyle beni eleştirsinler. Özellikle İslami kaynakları iyi okuyun. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. O kadar çok bilgi ve kaynak var ki ibadullah mevcut. Bu yazıda sadece kısa notlar ve özetler ile bilgilendirme yapmaya çalıştım.
  2. Konudan ayrı olmakla beraber, başta Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, VATAN uğrunda ölen tüm “Vatan ve Görev Şehitlerini” saygıyla ve minnetle anıyorum. Atamız zamanında biz bu gaflet uykusundan uyanalım diye çok uğraştı ama nafile… Layık olamadık… Sahip çıkamadık…
Yazan: Demon Product

DİN VE BİLİM 3 | NAMAZ ÇELİŞKİLERİ

din, din ve bilim, DP, Enam 38, İslamda namaz uygulaması, islamiyet, Kutuplarda namaz, Nahl 89, Namaz çelişkileri, Namaz saatleri, Namaza dair çelişkiler, Sorularla İslamiyet,
Toplumumuzda yer alan hemen her kesimin (ister inançlı ister inançsız), hatta dünya İslam aleminin aklına takılan bir husus vardır: “Kutuplarda namaz nasıl kılınır, Mars’ ta namaz kılmak zorunda kalırsak vakitleri nasıl belirleyeceğiz ve yönümüz ne olacak?”. Bu yazımda, daha önce bazı makalelerimde olduğu gibi, mümkün olduğunca kişisel yorum yapmayacağım. Önünüze karşılaştırma yapabileceğiniz verileri koyacağım ve mukayeseyi size bırakacağım. Bu konuya daha önce bazı yazarlar değinmişti. Toplumumuzda ve dünyada da buna açıklamak isteyenler oldu. Ancak ya kimse cevap bulamadı ya da cevaplar kimseyi tatmin edemedi. Gerçi inançlılar için sorun yok, “Hoca efendiler” onlara zaten her şeyi açıklayabiliyor.

Hepimizin bildiği üzere kutuplarda 6 ay gündüz, 6 ay gece yaşanır. Mars gezegenini ele alalım. Orada kıble elbette Dünya olacak çünkü Kâbe Dünyada. Peki, oraya gelen güneş ışını açısı? Vakitler nasıl belirlenecek? Sakın takvim - saat demeyin çünkü Dünyada kullanılan saatler ve takvim orada işlemeyecek. Nedeni, marsın yörünge süresi 687 dünya günüdür. Dünya gibi 365 gün değildir. 1 gün orada 24 saat 39 dakika 35.2 saniyedir. Bir Mars yılı 1.8809 Dünya yılıdır, yani Dünya zaman birimiyle tam olarak 1 yıl, 320 gün ve 18,2 saattir. 1 dünya günü orada yoktur. Mars günü SOL diye adlandırılır. Marsta bir gün, “1 SOL” diye geçer.

Ya gelecekte uzayda seyahat eden bir Mümin’in durumu? Güneş ışını yok, vakitler yok, takvim yok.
Bu noktada “Her şey Kuran’da yazmaz. Sen mantık ile bulacaksın. Allah akıl vermiş” dersen kâfir olursun. İnançlı biri için Kuran apaçık ve eksiksizdir. Bunun için kanıt isteyenler şu iki ayete baksınlar:

Enam 38: "Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler." (Diyanet İşleri)

Nahl 89: "(Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Diyanet İşleri)

Kısacası aslında orada anlatılmak istenen diye başlayan cümleler kurup inandığınız dinden çıkıp kâfir olmayın.

Yazıda konuyu 3 ayrı başlıkta inceleyerek bu bilgileri karşılaştıracağız:
1. İslami Açıdan Namaz Vakitlerinin Belirlenmesi (Kuran-ı Kerim).
2. Kutuplarda Namaz Vakti Belirlenmesi.

a) Kutuplarda Namaz, www.sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntı:
b) Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, http://www.milliyet.com.tr/kutuplarda-namaz-saatleri-sorununa-yanit-bulundu-gundem-1403243/ sitesinden alıntı:

3. Daha Önce Bahsedilen 2 Başlığın Karşılaştırılması.
Yazıya giriş yapmadan önce, eğer daha önce okumadıysanız, aşağıda verilen namaz ile ilgili bazı ayetleri anlayarak okuyun. Herhangi bir yanlış anlamaya yer açmamak için bu ayetleri daha sonra içerisinde bulundukları sureler ile okuyun ki kimse “cımbızla ayıkladıkları ayetler ile yanlış bilgi veriyorlar” demesin. Hatta lütfen kendinizde bununla ilgili araştırma yapın ki bir kısım tarafından şahsımıza yapılan “milleti yönlendiriyorlar” suçlaması ile karşı karşıya kalmayalım.

1. İSLAMİ AÇIDAN NAMAZ VAKİTLERİNİN BELİRLENMESİ (KURAN-I KERİM)

11:114 - Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. Bu ise, düşünebilenlere bir öğüttür.

17:78 - Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.

17:79 - Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur'ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.

24:58 - Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz.) İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

73:20 - Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

2. KUTUPLARDA NAMAZ VAKTİ BELİRLENMESİ
a) Kutuplarda Namaz, www.sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntı:
Namazların kutuplarda nasıl kılınacağına dair bilgiler bizzat Hz. Peygamber (a.s.m)’den gelmiştir. Deccal hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber (asv),
“Deccal yeryüzünde kırk gün kalacaktır. Bu kırk günün bir günü bir yıl gibi, bir günü bir ay gibi, bir günü bir hafta gibi, diğer günleri ise normal günleriniz gibi olacaktır.” deyince ashab, uzun günlerde bir günlük namazın yeterli olup olmadığını sormuşlar, bunun üzerine Hz. Peygamber “Hayır bir günlük namaz yeterli değildir; namaz vakitlerini takdir edersiniz.” buyurmuştur (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20).
Bu hadis, vakitlerin oluşmamasının namazı düşürmeyeceğini ve vakit oluşmayan bölge ve zamanlarda vakitlerin takdir edilerek namazın kılınması gerektiğini açıkça göstermektedir. İlâhî hitabın gereği bütün Müslümanlar, günde (24 saatte) beş vakit namazı kılmakla mükelleftirler. Dünyada, bazı bölgelerde bazı vakitler tam olarak oluşmasa da, kutuplara yakın bölgelerde günlerce, hatta aylarca güneş doğmasa veya batmasa da bir gün yirmi dört saattir ve tarih değişimi de buna göre olmaktadır.
Bu sebeple, bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veya tam olarak belirlenemiyorsa, takdir yapılarak namazlar kılınır. Oruç da namaza kıyas edilir, o da kutup bölgesine en yakın olan yerlerin normal saatlerine göre ayarlanır.
Bu hadiste on dört asır öncesinden, dünyanın bazı bölgelerinde altı ay gündüz, altı ay gece ve bu iki bölge arasında kalan bazı yerlerde de bir ay veya bir hafta güğneşin doğup batmadadığına işaret edilmiştir. Bu husus başlıbaşına bir mucizedir. Çünkü on dört asır önce böyle bir bilginin “b”sinden bile bahsedilemezdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutacak mahiyettedir:
“Alâmet-i Kıyametten olan Deccal hakkında Hadis-i Şerif de "Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı sâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Hâşâ, şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve'l-ilmu indallâh, hakikati şu olmak gerektir ki: Alem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimaliye (kuzey kutbu) yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. "Deccalın bir günü bir senedir." O daire yakınında zuhuruna işarettir. "İkinci günü bir aydır" demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazen olur yazın bir ayında güneş gurub etmez (batmaz). Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal’e isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulû’ ve gurub (gün doğumu-gün batımı) ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı…”(Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Asıl.)

b) Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, http://www.milliyet.com.tr/kutuplarda-namaz-saatleri-sorununa-yanit-bulundu-gundem-1403243/ sitesinden alıntı:
Bayındır, Süleymaniye Vakfında yaptığı basın toplantısında, kutup bölgelerinde güneş hareketlerinin namaz ve oruç konusunun tartışılmasına neden olduğunu belirterek, Ocak ayında vakıftan bir heyetin Norveç’e gittiğini ve heyetin buradaki gözlemlerinin ardından, 5 vakit namazın 5’inin de Türkiye’deki derin vadilerde olduğu gibi tespit edilebildiğini kaydetti.
Kutuplarda binlerce Müslüman’ın bulunduğunu ifade eden Bayındır, "Norveç’in Tromso kentinde yaptığımız çalışmalar, bize kutuplarda güneş batmasa da gece, güneş doğmasa da gündüzün olduğunu gösterdi. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman da bunu destekleyen ayetler görüyoruz" dedi. Enbiya Suresi’nin "Geceyi, gündüzü ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir" mealindeki 33’üncü ayetini hatırlatan Bayındır, gece ve gündüzün güneşe bağlı bir varlık olmadığını, ikisinin de güneşten ayrı bir varlık olarak hareket ettiğini söyledi.

Prof. Dr. Bayındır, şunları kaydetti: "Kur’an-ı Kerim şunu da gösteriyor ki Dünya’yı, Güneş aydınlatmıyor.
Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasıdır. Resim ve belgeseller üzerinde yaptığımız çalışmalarda da güneşin tepede olmasına rağmen karanlık olduğunu, Güneş’in yok olmasına rağmen gündüz denilen varlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Güneş’ten yansıyan ışınları gündüze çeviriyor." "Kutuplarda namaz vaktinin girmemesi gibi bir şey söz konusu değildir. Vakitler çıplak gözle bile anlaşılabiliyor" diyen Bayındır, 22-26 Haziran’da Norveç’in Tromso kentinde ikinci bir çalışma yapacaklarını ve bunun kamuoyuna duyurulacağını anlattı. Bayındır, Kur’an-ı Kerim’de namazın ilk peygamberden son peygambere kadar kesintisiz kılındığının anlatıldığını belirterek, bu vakitlerin herkesi kapsadığını kaydetti.
İÜ Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Ökten’in bu çalışmalar sonucunda yeni bir takvimin yapılabileceğini söylediğini aktaran Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, namaz vakitlerinin bölgesel nitelikte hazırlanması gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Bayındır, havadaki bütün ufukların aynı karanlığa dönüştüğünde yatsı namazı vaktinin bittiğini anlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde yatsı ezanının okunduğu vakitte namaz vakti doluyor. Yani o ezan, yatsı namazının bittiğini ifade ediyor. İnsanlar başladığını zannediyor. Mezhepler üzerine yaptığım çalışmada, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerini kuran âlimlerin tamamı hava karardığı zaman yatsı vaktinin bittiğine tamamen ittifak ediyor. Çünkü ilgili hadis ve ayetler kesindir. Sonra ne olduysa Maliki mezhebi hariç, diğer mezhepler yatsı namazını sabah vaktine kadar uzatmış. Bu konuda da herkes, Kur’an-ı Kerim’in İsra Suresi’nin 78. ayetine bakarsa namazın vaktinin bittiğini görür."

3. DAHA ÖNCE BAHSEDİLEN 2 BAŞLIĞIN KARŞILAŞTIRILMASI
İlk başlıkta bahsettiğimiz üzere namaz vakitleri Kuran’da ayrıntılı olarak verilmiştir. Gece ve Gündüz kavramları ile sabah, öğle ya da geceden önce gibi kavramlar ayetlerde açık bir biçimde yer almaktadır. Yani Kuran-Kerim saat ve takvime yer vermemiş, aksine sadece Güneş ışınlarına ve Gece-Gündüz kavramlarına atıf yapmıştır. İlkokul Fen Derslerine girdiyseniz daha o dönem bu bilgiler ile tanışıyoruz. Gece ve Gündüz olayını güneş ve dünyanın o anki konumu belirler. Dünya üzerinde Gece ve Gündüz farklı zaman dilimlerinde ve farklı şekillerde yaşanır. Gündüzden kasıt güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlattığı periyot, Geceden kasıt ise güneş ışınlarının artık ulaşmadığı periyottur. Sabah-Öğle-İkindi-Akşam gibi vakitler, yeryüzünün herhangi noktasında denk gelen güneş ışınının açısı ile bağlantılıdır. Dolayısı ile bu noktada eğip bükmek, “aslında şu denmek isteniyor” gibi kıvırmalar yersizdir. İnanan için ayetler açık seçik ortadadır. İkini başlık olan “2. Kutuplarda Namaz Vakti Belirlenmesi” altında, iki farklı görüşe yer verilmiştir. Bu hususta verilen bilgiler, çoğu İslami çevrenin kabul ettiği 2 farklı görüşü sunar. Birbirlerine paralel olmakla birlikte küçük nüanslar ile ayrılırlar. Açıkçası objektif olarak incelendiğinde her iki görüşte de doyurucu ve net açıklanan bir durum yoktur. Hemen her mezhep, İslami görüş veya hoca farklı açıklamalar getirmektedir. Çünkü ortada bilimsel bir kesinlik vardır. Madem namaz vakitleri için için saat-dakika-takvim kavramı değil, coğrafi kavramlar (güneş ışınlarının geliş açısı/ gece ile gündüz) geçerlidir, o halde 6 ay gündüz ve 6 ay gece olan bölgeler için durum nedir? Diğer gezegenlerde durum ne olacak? Uzayda seyahat ederken vakitleri nasıl belirleyeceğiz? Maalesef hiçbir İslami açıklama buna yanıt verememektedir.

Acaba namaz vakitleri ve zamanları belirlenirken kutuplar gibi yeryüzü bölgeleri veya diğer gezegenler (Hatta ay, oraya gidildi neticede) bilinmediği için bunlara yer verilmemiş olma olasılığı var mı? Yani kutsal kitabı yazanlar veya derleyenler bilmediği için olabilir mi? Yok, yazının başında bahsedildiği üzere Enam 38 ve Nahl 89’da Kuran-ı Kerim’in apaçık açıklayıcı ve eksiksiz olduğu yazılı. Böyle sapkın düşüncelere girip imanımı sakatlamak istemem (!). Demek ki kutuplarda namaz kılınmayacak. Ya da 6 ay gündüzün ilk başlangıcını sabah kabul edip kılacağız, Güneşin tam o noktaya doğrudan açı yaptığı 3 ay sonra öğle kılacağız, 2 ay sonra ikindi, 1 ay sonra akşam ve tam geceye dönüldüğünde de yatsı kılınacak. O halde günlük vakitler kaçmış oluyor? Pardon hocalar nasıl bir kıvırma metodu geliştirmişti? En yakın yerleşim birimi… Ya en yakın yerleşim birimi de Kutup dairesi içerisindeyse? Yok Kutup çemberi dışında bir yeri baz almalıyız diyorlarsa bu noktada Kuran-ı Kerim ile çelişildi? Daha önce bahsedildiği üzere Kuran’da herhangi bir nokta için gece-gündüz kavramı ile güneş ışınları baz alınıyor.

Şu an diğer gezegenlerde hayatın olmadığını ve gezegenler arası yolculuğu hayal kabul edip günümüz gerçeklerine dönelim. Kutupları ne yapacağız? Namaz vakitleri hakkında ayetler bu bakımdan yeryüzünün tamamını kapsamamaktadır.

İstediğiniz kaynağa başvurun, istediğiniz bilimsel kaynaklara gidin, istediğinizi hocaya danışın. Hatta İlahiyat Profesörlerine danışın. Bilgi alın. Aldığınız bilgileri karşılaştırın. Bakın bakalım sonuç ne çıkacak. Bu yazıyı deli saçması olarak görüp dikkate almayın. Hatta bu yazıyı tamamen zırva olarak nitelendirin. İyi de çelişkiler ortada duruyor? Bir açıklama getirsenize?

Birkaç yıl önce Ramazan programında, astronomik rakamlarda para alıp program yapan “Alim” olan hocaya şöyle bir soru gelmişti: “Hocam ayda veya kutuplarda namaz nasıl kılacağız?” Cevap şöyleydi: “Hele sen bir oraya gitme işini hallet, o zaman cevap veririm”. Böylesine alaycı ve sığ bir biçimde cevap verilen genç şaşkınlık içerisinde yerine otururken hocanın vermiş olduğu “mükemmel” cevapla tatmin olan seyirci kitlesi dalga geçer gibi gence bakıyordu.

Dini Bilim ile açıklamak ya da Bilimi Din ile bağdaştırmak. İster semavi olsun ister olmasın hemen her dinde bu çaba vardır. Basit anlamda Din, inanç işidir. İnanç, elle tutamadığınız, gözle göremediğiniz, test edemediğiniz, ölçemediğiniz, değerlendiremediğiniz, kanıtlayamayacağınız bir unsurdur. İslamiyet’ in ilk şartı olan kelime-i şehadet getirirken dahi ilk olarak “Eşhedü” kelimesini kullanırsınız. Eşhedü kelimesi, “şehadet ederim ki, yemin ederim ki, şahit olurum, tüm benliğimle inanırım” manaları taşır.

İnsanlar, inancı kullanarak gözlemlediği ve karşılaştığı, ancak anlayamadığı durumları açıklamaya çalışır. Örneğin eski çağlarda kuyruklu yıldız gören birisi, uzay, meteor gibi kavramları bilmediğinden bu hususu doğaüstü/metafizik unsurlara dayandırarak açıklamaya çalışmıştır. Evrenin, yeryüzünün ve insanın yaradılışı, gökyüzü, afetler, doğa olayları gibi daha birçok karşılaşılan ya da açıklanamayan (örneğin yaradılış) gibi unsurlar hep inanç temellidir.

Özellikle 16. Yüzyıldan itibaren bilimde gözlemlenen gelişmeler sayesinde evrenin oluşma ve çalışma mekaniğine dair kuramlar oluşturulabilmiş; evrenin, yeryüzünün ve insanın yaradılışına dair gizemlerin büyük bölümü çözülmüştür. İnsanoğlu’nun gözü önünde cereyan eden bu gelişmeler, dini metinler ile çelişki oluşturmaya başlamıştır. Bir tarafta kesin kanıtlar, bir tarafta da inançlar. Bu durumdan rahatsız olan dini çevreler, dini kitaplarda yer alan söylevleri, tespit edilen bilimsel buluşlar ile izah etmeye çalışma gayreti içine düşmüşlerdir. Doğal olarak her bilginin semavi kitaplarda yer alması ya da açıklanmış olması gerekmektedir.

Daha önce yayınlanan “Din ve Bilim 1” ve “Din ve Bilim 2” başlıklı makalelerimde bu konuya yer vermeye çalışmıştım.

Din ile Bilim’i yan yana koymaya, hele hele onları birbirleri ile örtüştürmeye çalışmayın. Ya dininizi ya da bilimi kaybedersiniz. Yok, “ben ikisini de yürütüyorum. Din ve Bilim birbiri ile çelişmiyor” gibi bir düşünce yapısı içerisindeyseniz, bu ütopik dünyanızda size iyi yolculuklar dilerim.

Son olarak namazı 5 vakit olarak söylerken bu Sünni İslam anlayışına göredir. Şia’ya göre namaz 3 vakit kılınır. Onlara göre 3 vakit kılınması gerektiğini bizzat Kuran-ı Kerim söylemektedir ve bu konuda ayetler vardır. Bu da ayrı bir konu.

Yine soruları ortaya koyup hiçbirine cevap bulamadığım için özür dilerim. Bunca Bilim insanı ve Din Âlimi’ nin cevap bulamadığı veya cevapta müttefik olamadıkları bir konuda benim bir açıklama bulmamı elbette beklememelisiniz. Sağlıcakla kalın.

DİN, GÜÇ VE İTAAT OLGUSU

Celal Şengör, din, Dinlerin çıkış amacı, Dinlerin ortaya çıkışı, DP, Stanford hapishane deneyi, Tapınma ve emir alma güdüsü, İtaat olgusu,Din ve güç,İlkel insanın tapınma isteği
Daha önce “İnanç Tarihi ve Sınav Üzerine Bazı Teoriler” adlı yazımda bahsetmiştim Sineklerin Tanrısı adlı kitaptan. Adaya düşen bir grup çocuğun başlarında yetişkin olmadan yaşadıklarını anlatıyordu. Çocuklar arasında liderlik ve yönetim hırsı baş gösteriyor bu da aralarında gruplaşmaları ve rekabeti getiriyordu. Sonunda bu rekabet aralarında cinayet ve öldürmeye kadar ulaşıyordu. Bunu yapanlar daha çocuktu. İktidar ve güç için tanrısal ögeleri ve canavarları devreye sokuyorlardı. Kafalarında oluşturdukları varlıklara çeşitli güçler yüklüyor ve onlara ya tapıyorlar ya da korkuyorlardı. William GOLDING tarafından 1950’lerde kaleme alınan bu kitap oldukça iyi bir satış grafiği tutturmuştu. Sürükleyici ve macera içeriği yoğundu.

Romanı kafamda yoğurdum. Bu çocukların yaşadıkları bizle yani günümüz toplumları ile fazlasıyla örtüşüyordu. Liderlik, iktidar hırsı, gruplaşmalar, ötekileştirmeler, güç için ilahi varlık tasarlama ve kullanma, şefaat isteme ya da korkma hatta bunların cezalandırmasından örnek vererek grupları korkutmak)

İster yaratıcı olmadığını, bir mutasyon ve evrim sonucu primat kökenli bir yaratık olduğumuzu, diğer hayvanlardan bizi ayıran tek ve en önemli özelliğin zekâ ve akıl olduğunu ya da Allah’ın/Tanrı’nın/Yaratıcı’nın var olduğunu, tüm evreni ve yaratılmışları onun yarattığına inanın. Neye inandığınız ya da inanmadığınız çok önemli değil.

İnsanoğlu güce tapar ve boyun eğme içgüdüsü ile hareket eder. Daima Alfa’sını, dominant türdeşini veya sosyal yapı içerisinde liderini arar. Bunu yapmayan tek bir insanoğlu yoktur. Kesinlikle peşinden gittiği bir güç vardır.

İlkel, gelişmemiş beyninin bir köşesinde hep tapınma, saygı duyma, emir alma güdüsü vardır. Sosyal statünüz veya yaşantınız her ne olursa olsun bu sabittir. Bu tapınma hiyerarşisi içerisinde bulunduğunuz statüler sadece astlarınıza hükmetmenizi sağlar. Ancak hükmettiğiniz çoğunluğa rağmen kesinlikle bir üstünüz vardır. Nihai üst ister doğa, ister evren, ister yaratıcı olsun. Bazen bu üstü siz yaratırsınız. Çünkü ihtiyacınız vardır.

Herhangi bir güç hiyerarşisine inanmayan insanlarda dahi hayatının bir noktasında bu durum vardır. Yorgun düşüldüğünde metabolizmayı ele geçiren bir mikrop gibi vücutta parazit olarak yaşar. Ne zamanki ruhsal veya bedensel bir dengesizlik yaşanır, işte o noktada bu parazit mikrop devreye girer ve bir güçten yardım istersiniz. Bu güç bazen ruhani bir varlık, bazen de bir insan olur. Talimat dinlersiniz. Sığınacak bir güce ya da varlığa ihtiyacınız vardır.


Tüm yaratılmışlar bir şeyin peşinden koşar. İşte bu “Şey” sizi şekillendirir. Biçime sokar. Yön verir. Amaç sağlar. Evrildiğinden/Yaratıldığından bu yana bu sistem hiç değişmemiştir. Bazen gücü seçebilirsiniz. Bu sayede bir çoğunluk/sosyal yapı içerisinde liderinizi belirlersiniz. Bu güç bazen site yöneticisi, bazen siyasi parti lideri, bazen takım kaptanı olabiliyor.

Her ne kadar amaç özgür iradeniz ile yapıyı idare edecek bir beyin seçmek gibi gözükse de aslında Alfa’nızı seçersiniz.

Bazen doğduğunuzda tapınılacak güç, dominant birey, lider otomatik olarak önünüze konur. Koşulsuz biat etmeniz istenir. Sizde sistem içerisinde biat edersiniz. Oradan sizin çocuğunuza, o da onun çocuğuna, o da onun çocuğuna…

İnsanoğlu denen primat, ilk jenerasyonlarına ait kalıtsal özelliklerinin bir kısmını halen barındırır. Sosyal olarak yaşar. Avlanır, çoğalır, genlerini sonraki jenerasyonlara aktarmak ister. Sosyal yapı içerisinde kendisine biçilen görevi üstlenir. Tabii biat edeceği lideri ile birlikte. Bu lider bazen “En Güçlülerin Savaşı” ile belirlenir. Aynı günümüzde de olduğu gibi. Doğada sosyal yaşayan hemen hemen tüm türlerde lider, güçlülerin savaşı ile belirlenir.

Bu fikirleri radikal, gerçekten uzak, fantastik veya zırva olarak nitelendirebilirsiniz. Okumadığı bir kitabın dinine sıkı sıkıya bağlı çoklarımız gibi…

Şöyle yapalım. Stanford Hapishane Deneyi’ni duydunuz mu? Eminim birçoklarınız biliyor, belki makalelerden, belki kitaptan, belki filmden belki de arkadaş ortamından.

Kısaca hatırlayalım. 1971 yılında Philip Zimbardo isimli bir sosyal psikolog, insanların sosyal rollere nasıl tepki verdiğine dair bir deney düzenleme kararı aldı ve Stanford Üniversitesi'nin Psikoloji Departmanı'nın bodrum katına inşa edilen sahte bir hapishanede, gardiyanlar ve mahkumlar olarak davranmalarını sağlayacak şekilde, 2 hafta sürecek olan deneyi için 24 kişiden oluşan bir grup erkek, üniversite öğrencisini deneyinde kullandı. Fakat Zimbardo deneklerine hangi role sahip olacaklarını, onların haberi olmaksızın belirledi. Deneklere, önceden bunun 2 haftalık bir deney olacağı, bir hapishanenin simüle edileceği ve gün başına 2012 parasıyla 85 dolar alacakları bildirildi.

Mahkumlara deney süresince gardiyanların emirlerini dinleme zorunluluğu yükledi. Gardiyanlara ise mahkumlara sözlerini geçirebilmek için olabildiğince sert davranmalarını; ancak şiddete kesinlikle başvurmamalarını tembihledi. Zimbardo, sonradan yayınlanan görüntülerde, deney öncesinde gardiyanları eğitirken şunları söylüyordu:
"Mahkumlar üzerinde can sıkıntısı hissi yaratabilirsiniz, bir dereceye kadar korku yaratabilirsiniz ve onların hayatlarını tamamen rastgele güçler tarafından, sistem tarafından, sizler ve bizler tarafından kontrol edildiği hissine kapılmalarını sağlayabilirsiniz. Ve kesinlikle özel hayatları olmayacak. Onların bireyselliklerini çeşitli yollarla ellerinden alacağız. Genellikle bunun sonucunda, kendilerini güçsüz hissederler, bunu bekliyoruz. Yani bunun sonucunda, biz tüm güce sahip olacağız, onlarsa hiçbir güce..."

Gardiyanlar, tıpkı gerçek gardiyanlar gibi giydirildi, ellerine tahta sopalar verildi ve tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratılmaya çalışıldı. Göz temasına engel olması amacıyla aynalı gözlükler verildi. Mahkûmlaraysa, tıpkı gerçekte olduğu gibi, oldukça rahatsız edici bir mahkûm kıyafeti giydirildi ve bileklerine birer zincir vuruldu. Gardiyanlara, mahkûmları onlara atanmış ve mahkûm kıyafetlerine işlenmiş numaralar ile çağırmaları tembihlendi. Böylece tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratıldı.

Zimbardo, 14 Ağustos 1971 günü, "mahkum" konumunda olacakları kendi evleri önünde ansızın, beklenmedik bir zamanda tutuklayarak deneye dâhil etti. Tutuklamaları Palo Alto polisi, Zimbardo ile anlaşmalı olarak yaptı ve mahkûmları silahlı soygun suçuyla suçladı. Mahkumlar, tüm gerçek tutuklanma prosedürlerinden geçirildi, parmak izleri alındı ve profil fotoğrafları çekildi. Polis karakolundan sonra, sahte hapishaneye gerçek bir mahkûm taşıma aracıyla transfer edildiler.


Hapishanedeki her bir hücre, 3 mahkûma ev sahipliği yapmaktaydı. Hücreler oldukça dardı; mahkûmlar için bir hapishane bahçesi yaratılmıştı ve gardiyanlar içinse geniş, rahat alanlar kurulmuştu. Gardiyanlar, üçlü gruplar halinde, 8 saatlik vardiyalarla çalıştılar. Gardiyanların görev sonrası hapishane alanında bulunmaları gerekmiyordu.

Deney bu şekilde başladı ve göreceli olarak sorunsuz bir ilk günden sonra, daha ikinci günden ortalık karışmaya başladı. İkinci gün, 1. Hücre'de kalan mahkûmlar kapılarını yataklarla bloke ederek, kıyafetlerini çıkardılar ve gardiyanları dinlemeyeceklerini söyleyerek emirleri reddettiler. Olaylar bu şekilde başladı ve sonuçlar oldukça rahatsız edici düzeydeydi.

Sıradan ve normal sayılacak üniversite öğrencileri sadece birkaç gün içerisinde vahşi düzeyde sadist gardiyanlar ve gitgide korkaklaşan mahkûmlara dönüştüler. Her geçen gün, her biri, rollerine daha da bağlı hale geldiler. Günler geçtikçe, gardiyanlar giderek şiddetlenen psikolojik kontrol taktikleri geliştirmeye başladılar. Örneğin isyanlara katılmayanları aldıkları özel bir hücre yarattılar ve burada onları ödüllendirmeye başladılar. Benzer şekilde, mahkûmların yatak çarşaflarını ve süngerlerini alarak onları metal yataklarda uyumaya zorladılar. Kısa süre içerisinde gardiyanlar, mahkûmlara önce gizli, sonrasında ise açık şiddet uygulamaya başladı. Yemeklerini yemeyenler için gardiyanlar tarafından karanlık bir oda yaratıldı ve oraya hapsedilme cezası uygulanmaya başlandı. Sadece 36 saat içerisinde, 8612 numaralı "mahkum", Zimbardo'nun tanımıyla "çılgın" tavırlar sergilemeye başladı. Zimbardo, olayları şöyle anlatıyor:
"8612 numaralı mahkûm delice davranmaya başladı, bağırıyor, çığlık atıyor, küfrediyor ve kontrolsüz öfke nöbetleri geçiriyor. Onun gerçekten bu psikolojik durumda olduğunu kabullenmemiz epey bir zaman aldı ve sonunda onu salma kararı verdik."

Deneyin başlamasından sonra sadece 6 gün geçmesine ve deneyin içeriği tamamen rol olmasına rağmen sosyal ilişkilerin gerçekliğinden ötürü mahkûmlar ile gardiyanlar arasındaki ilişki o kadar sadist ve vahşi bir hale gelmişti ki, Zimbardo beklediği süreyi tamamlayamadan deneyini sona erdirmek zorunda kaldı.

Deneyin ilk günlerinden itibaren gardiyan konumundaki öğrenciler, sözlerini mahkûmlara dinletebilmek için giderek şiddetli hale gelen yöntemler uygulamışlardır. Mahkûmlar da, ilk günlerde gardiyan konumundakilerin gerçek hayatta "kendileri ile aynı düzeyde" olduğunu bildiklerinden inatçı ve "zoraki" bir şekilde rollerini üstlenen bir tablo çizmişler, ancak her geçen gün bu inatlaşmaya bağlı olarak artan gardiyan şiddeti, onları giderek uysal ve korkak bir hale getirmiştir.

Zimbardo, deneyden kendisinin bile etkilendiğini belirtmiştir, çünkü kendisi de deneyde "hapishane müdürü" rolüne sahipti ve tamamen rol yapması gereken gardiyanların, tamamen rol yapması gereken mahkumlara uyguladıkları şiddeti sürdürmesine izin verecek kararlar almıştır.

Bu deney, toplumun onlara biçtikleri rolleri farkında olmadan nasıl sahiplendiğini ve o rolün etkisinden çıkamadan, kontrolsüz bir şekilde yerine getirdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu deney aslında “GÜÇ” denen olgunun yanlış ellerde, yanlış fikirler ile birleştiğinde neye dönüşebileceğini, “GÜÇ”e sahip olmayan bireylerin ise karşılaştıkları durumu mükemmel derecede açığa çıkartmıştır.

Dinlerin ortaya çıkışı da tam olarak bu şekildedir. Kastettiğim semavi dinler değil. Tüm inançlar. “İlkel insan yıldırımı görmüş, gücünden etkilenmiş ve ona Zeus demiştir. Denizin gücünü görmüş ve onu Poseidon ile tanımlamıştır. Patlayan volkan ve yer hareketlerini görerek Hades demiştir (Prof. A.M. Celal ŞENGÖR).”

İnsan tanımlayamadığı, açıklayamadığı bu gibi durumlarda bir tanrı sistemi oluşturmuştur. Bu tanrılara hikâyeler atfetmiş, karşılaştığı her şeyi bu ilahi varlıklar ile açıklamaya çalışmıştır. Eğer toprak ürün vermezse tanrı/tanrıça kızmıştır. Eğer verirse duaları/sunulanları kabul etmiştir.

Hemen her toplum birbirinin mitolojisinden/dinlerinden etkilenmiş ve günümüz dinleri oluşmuştur. En ilkel, medeniyetin ulaşmadığı kabilelerde dahi bir tapınma/tanrı mekanizması oluşturulmuştur. Totemler vb. yapıtlar insan ile tanrı arasındaki bağı kurmuştur.

Günümüzde bu inanç sistemi öyle sağlam temellere oturtulmuştur ki, adeta kusursuz işlemektedir.

İster devlet başkanı olun, ister ayakkabı boyacısı. İnançlı iseniz bir tanrınız var. Yani, edinilmiş öğretiler size yön veriyor. Ateist bir devlet başkanını ele alalım. Ülkesinin refahı için başka ülkelere avuç açmak zorunda. Ancak burada ayırıcı bir faktör var. Eğer bu ateist devlet başkanı GÜÇ piramidinin en üstünde ise o zaman kendini Tanrı görmeye başlıyor. Tüm güç onda. Ol derse olur. Günümüz Kuzey Kore liderlik sistemine bakın. Peki, bu “Tanrı” oyunu ne zamana kadar işliyor? Hastaneye düşene kadar. İşte orada Tanrı’lık gidiyor. Doktor ne derse ve yaparsa o. Bazen bu Tanrı Asker olabiliyor. Sizi kurtarırsa en ala. Kurtarmazsa gitti güzelim Tanrı’lık.

Bazı inançlı ülkelerde Din, güç piramidinin en üstündeki kişi/yapı için en önemli yönetim silahı. Kitleleri bir anda yönlendirebiliyorsunuz. Papa’nın tüm bölünmüş Avrupa’yı bir parmak hareketi ile nasıl Haçlı Seferlerine gönderdiğini hatırlayın. Selahaddin Eyyubi nasıl topladı ordusunu Hristiyanlığa karşı? Emeviler Türkleri nasıl kılıçtan geçirdi? Yahudiler nasıl diğer insanları kendilerinin kölesi görüyor? Katolik Adolf HITLER, ilk dönemlerinde halkı dindarlığı ile kandırmadı mı (Gott Mit Uns posterleri…) ? Engizisyon cadı diye kızları/kadınları yakıp infaz etmedi mi? Endüljans kâğıtları ile cennet toprağı satmadı mı? Bizim Hocalar televizyonlarda peygamber terliği, bilmem ne düası diye milletin dini duygularını sömürüp para kazanmıyorlar mı?

Sadece “inançlı biri başımızda olsun” mantığı ile ülke yönetiminin teslim edildiği toplumlara bakın.

Yazının ilk paragraflarını okuduğunuzda benimle aynı görüşü paylaşmadığınızı, hatta belki gülünç bulduğunuzu biliyorum. Ancak inanıyorum ki şu an fikirleriniz az da olsa değişti.

İstesek te istemesek te, kabul etsek te etmesek te bir “GÜÇ” hep olacak. Bazen bu gücü biz yaratacağız, bazen önümüze hazır olarak konulacak ve “aha bak ben inanıyorum çünkü bu doğru, hadi sende inan. Sonra çocuklarına da söyle onlarda böyle inansınlar. Bu sayede cennetlik olursun” denecek.

İşte dinler bu nedenle var. Çünkü bir şeylere inanmak istiyoruz. Yaradılışımızdan/evrimleşip “akıllandığımız” andan beri bir lider peşindeyiz. Çünkü başka türlü açıklayamıyoruz. Gerçekler suratımıza çarptığında da öfke nöbetleri geçirip sağa sola saldırıyoruz. Bazen bu gerçekler bizi öyle ele geçiriyor ki Ateist olunduğunda birey kendisini aydınlanmış hissedip kendisini diğerlerinden üstün sayıyor ve farkında olmadan bu düşüncesini bir “DİN” haline getirip bir ayrıştırma unsuru olarak kullanabiliyor.

Bu noktada bireyler için tek çıkış var. Sorgulamanın özünü de bu teşkil ediyor. Daima “GERÇEĞİN” peşinde olun. Bilimden ayrılmayın. Gözlemlenebilir, test edilebilir, toplumsal ve bireysel yararlar sağlayan düşüncelere zaman ayırın ve araştırın. Ötekileştiren, ayrıştıran ve acımasız bir biçimde sınıflandıran her düşüncenin karşısında olun. Hayatınızı mutlu yaşayın ve mutlu yaşatın.


Yazılı ve gözlemlenebilir insanlık tarihi incelendiğinde her inancın ötekileştirdiği, ayırdığı görülmüştür. Orta doğu din geleneğinin damıtılması ile elde edilip insanlığa farklı zaman aralıklarında servis edilen semavi dinler bile “insanlık için kurtuluş ve huzura erme” mottosu ile ortaya çıkmış, ancak kendisinden olmayanları ölüme mahkûm etmiştir. Hem bu dünya’ da hem de varsayılan ölümden sonraki yaşamda.

Dinlerin ortaya çıkmasının amacı GÜÇ oluşturma ve bu GÜÇ ile yönetmektir. İnsanoğlu yönetmek-yönetilmek ve hükmetmek-hükmedilmek ister. İşte bu primat kökenlerinden gelen açlığını doyurmak için de hiç görmediği, kanıtlayamadığı, sadece inanca dayalı sistemler geliştirmiş. Evet, şu an bu yazıyı okuyan sen. Sen de bu kategoriye dâhilsin. Sadece ya farkında değilsin ya da şiddetle reddediyorsun. Hatta şu an bana küfürler yağdırarak “zırvalamış” ya da “Allah ıslah etsin” diyebilirsin. Ancak gece uyurken yastığa başını koyup kendinle baş başa kaldığında bunların aslında doğru olduğunu görecek ve kabul edeceksin, bunun cevabı sende. Daha önce bahsettiğim gibi, zaten bu güdü beynimizin en ücra noktalarında var. O halde gelin bu açlığımızı “GERÇEKLER ve BİLİM” ile doyuralım.

Eğer gerçeklerden ve bilimden uzaklaşırsanız. O zaman Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi kendi tanrılarınızı yaratırsınız. Bugün olduğu gibi… Sineklerin Tanrısı adlı romanı okuyun ve ya filmini izleyin. Musa’dan, İsa’dan, Muhammed’den… Daha da önemlisi kendinizden bir şeyler bulacaksınız.

Zamanında bu arayış için ne kitaplar okuduk. Ne ayetler büktük. Semavi din kitaplarının her kelimesini araştırdık. Dünya inanç tarihinde ve mitolojilerde girmediğimiz delik kalmadı. Daha da detay mı istiyorsunuz. Site Başyazarı ve Yönetici dostum A. KARA’ nın şu dört yazısını sırası ile okuyun ve bunların üstüne yazımı tekrar okuyun.

Neden Deist Oldum – 1
Neden Deist Oldum – 2
Neden Deist Oldum – 3
Benim Tanrım

O zaman anlayacaksınız.
Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu:
İş yoğunluğumdan bayağıdır bu yazımı bitiremiyordum. Arada takip ettiğim bazı gruplar var. Gerçek hayat bir yana sanal ortamda dahi kin kusuluyor. Her nedense din savunucuları hep karşımızda oldu. Zalim olan bizdik, sapkın olan bizdik, elimizden şarap düşmüyordu, her gece eğlencedeydik, marjinaldik, eşimizi/partnerimizi kıskanmayan varlıklardık, kötüydük, Allah ’sız Kitapsızdık, elimizden gelse dünyayı kaosa sürükleyecektik… İyi de biz böyle değiliz ki? Olur da bir misafirim eve geldiğinde namaz kılacak diye seccade var benim evimde. Bu ülke de yaşıyorum sonuçta. Kimsenin malına ve ırzına göz dikmiyoruz, hiç kimsenin malı, karısı ve kızı bana caiz değil, eşimin üstüne başka bir kadın/kadınlar getirip onları sıraya sokmak istemiyorum. Ben eşimi seviyorum. Evde alkol alıyorsam bardağım belli, olur da inancı gereği alkol alınan bardağı kullanmayan dostlarım için. Okumak isteyene her dinin kutsal kitabı var evimde. Arada (maalesef sadece aklıma geldiğinde) sokak hayvanları için marketten mama alıp onlara veriyorum. Vergimi veriyorum. Taksitlerimi ödüyorum. Evet? Tek kusurum gerçeğin ve bilimin koşmak mı? O halde ben bu kusurla yaşamaya razıyım. Varsın ben cehennemlik olayım.

Sineklerin Tanrısı kitabındaki çocuklar gibi olmak istemiyorum. Kimseyi, hiçbir canlıyı sınıflandırmak ve ötekileştirmek istemiyorum. İyilikleri ve düşünceleri dışında onların hiçbir şeyini istemiyorum. Kimin neye inandığı da zerre umurumda değil. Bana dokunmadıkları sürece...

Prof. Celal ŞENGÖR hocamdan bir alıntı: “Uzaydan Dünya’ya en ufak bir yok edici tehlike belirsin, bakın bakalım sınıf, millet, ülke, ötekileştirme kalıyor mu? Nasıl tüm insanlık birleşiyor. İşte o zaman Dünyalı olduğumuzu anlarız. Çünkü genlerimiz böyle.”

Kaynak (Stanford hapishane deneyi): Şeytan Etkisi Philipp G. Zimbardo - Haney, C., Banks, W. C., & Zimbardo, P. G. (1973). Study of prisoners and guards in a simulated prison. Naval Research Reviews, 9, 1–17. Washington, DC: Office of Naval Research

Yazan: Demon Product

KUKLALARIN EFENDİSİ

DP, din, Kuklaların efendisi, Koşulsuz biat, Sorgulamamak, Öğrenme güdüsü, Dinden çıkış, Nonteist, Dinsiz, İnkar edenleri aşağılama, Dine inanmayanları aşağılama, Dindarların hoşgörüsüzlüğü, İslam hoşgörüsü, Müslüman tahammülsüzlüğü, islamiyet,
Kuklaların Efendisi ya da orijinal adı ile ”Master of Puppets”. Metallica grubunun 1986 yılında çıkardığı albümün aynı adlı şarkısı. Her nedense bu şarkı takıldı ağzıma birkaç gündür. Eğer bu müzik tarzına meyilli iseniz melodisi kulağınıza hoş gelecektir. Ancak önemli olan bu şarkının sözleri. İnanılmaz anlamlıdır benim için.

Bazı mısralarına bir göz atalım :
“Kendini adamışsın sen
Seni öldürüş şeklime
Daha hızlı gel sürünerek
İtaat et efendine
Yaşamın daha hızlı tükeniyor
İtaat et efendine
Efendine
Kuklaların efendisiyim ben ipleri yöneten
Zihnini bulandıran ve düşlerini yok eden
Seni körelttim, hiç bir şey göremiyorsun
Yalnızca çağır beni ismimle, çünkü haykırışlarını işiteceğim”

Peki, Kuklaların Efendisi kim? Sizce bu şarkı sözleri neyi anlatıyor ya da size göre nasıl bir mesaj içeriyor? Buradan hareketle insan farklı şeyler düşünmeye başlıyor.

İnsanların temelde hep iyi ve kötü diye iki ayrı kategoriye ayrıldığı söylenir. Aslında insanları ayırmak için kullanılacak o kadar çok parametre var ki. İnanç, siyasal düşünce, din, dil, ırk, sosyal statü, meslek grubu vs.

Aslında bu parametrelere eklenecek güzel bir örnek daha vardır. “Öğrenmek İsteyenler/Sorgulayanlar” ve “Koşulsuz Biat Edenler”.


Ateist, Deist, Agnostik, Panteist, Pandeist, Panenteist, Panendeist, bilmemneist vs. hangi fikre sahip olursanız olun. Dinlerden sıyrılanların büyük çoğunluğu sorgulama ve öğrenme güdüsü ile hareket edenlerden çıkmıştır. Mesela, aslında dinine sıkı sıkıya sarılmak için detaylıca öğrenmek için araştıran, öğrenen ve sorgulayan bireylerde de sık rastlanır bu durumla. Kişi aslında dinini kaynağından doğru öğrenmek ister. Ancak karşılaştığı düşünce ve pratik çelişkileri arasında bocalar ve dini inançlarda ciddi bir sarsılma meydana gelir.

Tüm semavi dinlerde, dini yaymaya yönelik söylev ve pratiklerden çok savunmaya dayalı bir yaklaşım söz konusudur. “İnkâr edenler, zalimler, sapmışlar, sapkınlar, müşrikler, maymundan-eşekten daha aşağı varlıklar vb.” benzetme ve yakıştırmalar ile sorgulayanların veya inanmayanların düşünceleri ve fikirleri aşağılanır. Alt sınıf insan kategorisine itilirler. Eğer dini sorgular veya inkâr ederseniz, yeryüzünde hayatınız alt üst olur. Canınız ve Malınız onlara helaldir. Karınız ve kızlarınız onlara helaldir. Şunu düşünebilirsiniz: “Ülkemizde böyle bir şey olması imkânsız sayın yazar. Saptırma yapıp insanların beynini bulandırma!”.

Çevrenize, ailenize, iş ortamınıza, arkadaşlarınıza dinden sıyrıldığınızı bir söylesenize? Hadi bir düşünün.

Sosyal anlamda rahat bir ortamda yaşayanları kastetmiyorum. Bir fabrika çalışanı olan siz… Tezgâhtar olan siz… Öğrenci olan siz… Simitçi olan siz… Ev hanımı olan siz… Polis olan siz… Doktor olan siz… Mühendis olan siz… Ayakkabı boyacısı olan siz…

Hadi? Diyelim ki dinden sıyrılmış veya sorgulama aşamasında olan, yani aslında dinine bağlı ancak dine ait pratikleri ve verileri sorgulayan bir kişisiniz. Etrafınızda nasıl tepkiler aldınız? Herkes size pozitif mi yaklaştı ya da yaklaşır?

  • “Aman ne demek bu da senin görüşün be biraderim, sana saygım sonsuz” mu dediler ya da,
  • “ Boş ver kız biz inanıyoruz sen inanmıyorsun, ne var yani? Biz seni seviyoruz önemli olan bu!”

Şeklinde ifadeler le karşılaştınız mı ya da karşılaşır mısınız?

Birçoğunuz düşüncesini en yakınına bile açamıyor. Mesela, bir yerde mevlit okunacaksa “El Fatiha” dendi mi sizin de elleriniz semaya açılmak zorundadır. Hristiyan iseniz kilise de cenazeye gittiğinizde ölen yakınınıza mum yakarak gerekli ritüellerde birkaç kelam da siz etmek zorundasınız. Yahudi iseniz ve cumartesi sinagoga gittiyseniz o kippayı takacaksınız.

Alacağınız tepkilerin şiddetinden o kadar korkarsınız ki adeta kişilik bölünmeleri oluşur beyninizde. Bir ev hanımı düşünün; eşi ve çocukları dinlerine sıkı sıkıya bağlı. Sizce o ev hanımı ne yapabilir ya da bir fabrika işçisi ele alalım. Eşi kapalı ve dini bütün. Fabrikadaki tüm arkadaşları milliyetçi muhafazakâr. Patronu da dâhil. Sizce bu kişi düşüncelerini özgür bir biçimde dile getirebilir mi? Koşulları ve imkânı rahat olanlar hemen “Sayın yazar hayata bir kez geliyoruz. Zaten bir yaratıcı da yok. Mutlaka birey inancını dışa vurmalı” diyebilir. Peki, ya sosyal gerçeklerimiz? Sizce toplumumuzda ne kadar gizli ateist, deist vs. vardır bir fikriniz var mı? Cevap mı istiyorsunuz? İnanılmayacak kadar fazla. Kimse ülkemiz sosyal ve düşünsel yapısından dolayı kendini dışa vuramıyor.

Birçoğu kendi içinde yaşıyor düşüncelerini. Aslında dinden sıyrılmış bir birey. Ancak “Elalem ne der? Ailem ne der? İşyerimde ne olur? İşten atılır mıyım?” korkusu ile kiliseye de gidilir, camiye de gidilir, sinagoga da gidilir. O namaz da kılınır, o eller semaya da açılır.


Toplumda çok fazla dinden sıyrılan var dediğim için benden kanıt mı istiyorsunuz? Etrafınıza bir bakın. Ayna da kendinize bir bakın. Aslında farkında olmadan herkes bir sorgu âleminde. Özellikle internet ve TV kullanımının yaygınlaşması, okuma potansiyelinin genç nüfusta artması ile bu sorgulayan toplulukta muazzam bir artış olmaya başladı. Özellikle Ramazan ayında TV lere çıkan hocalara gelen sorular ülkemiz durumunu gayet iyi gösteriyor. Herkes sorgulama periyodunda. Artık her bilgiye kolaylıkla ulaşılabiliyor. Elbette ki her yazılan doğru bilgi anlamına gelmiyor. Kaynağı olmayan, kaynağı olsa da doğru gözlem ve ölçmeye dayanmayan, test edilmemiş hiçbir bilgiyi de kabul etmeyin. Bu şekilde ulaşılan veriler dahi inanç dünyanızı şekillendirmeye yetiyor. Ancak bu durum yazının başında bahsettiğim üzere sadece “Sorgulayanlar” için geçerli. “Koşulsuz biat edenler” için durum gerçekten vahim.

Maalesef ülkemizde dinden sıyrılanlara bakış açısı çok kötü. Ailenizden reddedilme riskiniz var. Sevdiğinizin sizi terk etme olasılığı var. Boşanma olasılığınız var. İşinizden olma olasılığınız var. Çevrenizden aforoz edilme olasılığınız var. Hemen “vatan, devlet, millet, bayrak düşmanı, Gâvur” ilan edilirsiniz. Sakın, “E madem sana saygı duymuyorlar, zaten seni sevmemişler demektir. Oh iyi olmuş, boş ver, aydın ve ilerici bir çevren olur” gibi sığ bir yaklaşıma girmeyin. Bazı pozitif vakaları bu tasnifin dışında tutuyorum.

Hiç kimseye karamsar bir tablo sunmak istemedim. Birçoğunuz zaten bu halde. Peki, ya bizim gerçeklerimiz? Kendimden örnek vermem daha doğru olacak. Birçoğunuz gibi benimde etrafımdaki çoğu kimse dinlerden sıyrıldığımı bilmiyor. Peki, korkak biri olduğumdan mı açığa vurmuyorum? Belki. Bunu tartışmayacağım. En yakınımdakiler ve sevdiklerim biliyor bu da bana yeter. Ancak ben (özellikle Site Baş Yazarı ve Yöneticisi dostum A. KARA’nın katkısını inkâr edemem. Onun fikirlerinden çok faydalandım.) özellikle son 2,5-3 yıldır;

  • Daha çok kitap okuyorum.
  • Çevreme ve topluma daha saygılı biri haline geldim.
  • Dünya kültürlerini ve coğrafyalarını araştırmaya koyuldum.
  • Kimseyi ötekileştirmiyorum ve ya inancından dolayı kimseyi yargılamıyorum.
  • İnanılmaz tarih okumaya başladım. Çünkü başka tarihler bana dikte ettirilmiş.
  • Mitolojileri adeta su gibi yutuyorum (Bu site ve yazar arkadaşlar sağ olsun)
  • Tüm dinlerin kutsal kitaplarını ve metinlerini çok defa okudum ve araştırdım. (Doğrusu Hristiyan Kitabı Mukaddes sadece 1 kez, ancak kanonik İncil'ler birkaç defa elimden geçti, Talmud’u da midem kaldırmadı)
  • Nasıl Tayland’a gittiğinizde bir tapınak ziyareti yaptığınızda oranın ritüelleri ile saygı gösteriyorsanız, bu durum ülkemiz içinde geçerli. Mevlitlere çağrıldığımda gidip bir ayran içiyorum. Tanıdığım ve sevdiğim birisi ise gerçekten gözyaşı döküp üzülüyorum ve eski günleri yad ediyorum. Tam bu esnada birisi cennet ve cehennemden bahsettiğinde bende çelişkilerini dışa vurup karşımdakine “404 Not Found” yaşatıyorum.
  • Kimseyi cehennemlik ve ya cennetlik addetmediğimden dolayı insanları kendimce, iyi ve kötü davranışları ile yargılıyorum.
  • Deve sidiğinden ve sineğin öteki kanadındaki pan zehirden uzak duruyorum.
  • Nuh’ un gemisinin Nükleer teknolojiye sahip olduğunu ve oğluyla mobil telefon ile konuştuğunu düşünenleri daha dikkatli izliyorum.
  • Arkadaş ortamlarında bazı çelişkileri ve aykırılıklardan bahsederek fikirlerini almaya çalışıyorum. Daha önce belirttiğim gibi “404 Not Found” yaşıyorlar. Amacım onları küçük görmek veya bilgisiz farz etmek değil. Sorgulamalarını sağlamak. (Sanırım Deccal benim : ) )
  • Dinleri bilimsel bir tabana oturtmak için bir tarafımı yırtmayıp daha faydalı işlere vakit harcıyorum.
  • “Nereden geldik, nereye gidiyoruz” gibi düşünceleri artık çok takmıyorum. Mutlu yaşamaya ve mutlu yaşatmaya çalışıyorum.
  • Cinlerin musallat olmasını ya da bedenimi şeytanın ele geçirmesi fikrini pek te sallamıyorum : )
  • Doğal evrimim gereği çok eşli değil, tek eşli olmam gerektiğinden sadece sevdiğim insan ile hayatımı paylaşıyorum. (Bir zamanlar inandığım din bana daha fazlasına sahip olabileceğimi söylüyordu ki insan doğasına ve FITRATINA aykırı.)
  • Kadınların benim kaburga kemiğimden yapılmasına çok takmıyorum çünkü buna inanmıyorum. (Bir zamanlar inandığım din kadınların böyle yaratıldığını söylüyordu).
  • Kutu gibi bir taş yığınının kutsal olduğunu düşünmüyorum.
  • Bilginin, doğruluğun, iyiliğin, yardımlaşmanın ve saygının yegâne din olduğuna inanıyorum.
  • İlla bir lider arıyorsam veya Rol Model peşindeysem, artık bu şahsın kesinlikle Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olduğuna daha net kanaat getirdim.

Peki, dinlerden sıyrılanlara veya farklı düşüncelere bu toplum hoşgörü sahibi mi? Madımak.... Başbağlar… Çorum… Kahramanmaraş… Malatya… Konca KURİŞ… Turan DURSUN…

Yazımızın başına geri dönelim. Kuklaların Efendisi… Kim ya da kimler? İpler kimin elinde? Zihnini bulandıran ve düşlerini yok eden… Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product

CİN MUSALLAT OLMASI VE ŞEYTAN ÇIKARMA

DP, din, Cin çıkarma, Şeytan çıkarma, Paranormal olaylar, Paranormal manyaklıklar, Cin musallat olması, Bilinçaltı ve paranormal olaylar, Karabasan, islamiyet, hristiyanlık, yahudilik,

PARANORMAL MANYAKLIKLAR | CİN MUSALLAT OLMASI VE ŞEYTAN ÇIKARMA


Şeytan, orijinal adıyla “The Exorcist” filmi hemen hepimizin hafızalarında derin izler bırakmıştır. William Peter BLATTY’ nin aynı adlı kitabından, 1973 yılında William FRIEDKIN tarafından sinemaya aktarılan filmde doğaüstü olaylara tanık olmuştuk. Linda BLAIR tarafından canlandırılan 13 yaşındaki REGAN adlı kız çocuğunun içine şeytan giriyor ve onu ele geçirip hayatını zindan ediyordu. Filmde, o döneme değin kullanılmamış birçok sinema ve makyaj tekniği kullanılmış, insanlar dehşete kapılmış, bazı ülkelerde yasaklamalar dahi getirilmişti. İlk defa çok farklı bir konu, çok farklı bir biçimde ele alınıyordu. Şeytan kavramının korkutuculuğu daha önce Roman POLANSKI’ nin çektiği ve Mia FARROW’un baş rolünü oynadığı, 1968 tarihli “Rosemary’s Baby” filminde karşımıza korkutucu bir şekilde çıkmıştı. Şeytan filminde özellikle Regan’ın salonun ortasına yeşil renkte işediği, kafasını çevirdiği, yataktan havalandığı ve ters örümcek yürüyüşü ile merdivenlerden indiği sahneler ciddi korku travmalarına neden olmuştu. Tabi her filmde olduğu üzere kahramanlara ve kurtarıcılara ihtiyaç vardı. Usta Oyuncu Max Von SYDOW’un canlandırdığı PEDER MERRIN karakteri, yardımcısı ile kızı şeytandan kurtaracaklar, ancak bu olayı canları ile ödeyeceklerdi. Filmde kızın annesi ateistti. O da bu durumdan dolayı ciddi travma yaşayarak inançlı hale geliyordu. Bu filmin gösterdiği yüksek başarı, ardında muazzam bir Hristiyanlık pompalaması yapıyordu. Bunu Yeşilçam kaçıramazdı. Regan karakterine Canan PERVER, Asıl Hoca rolünü Agâh HUN ve yardımcı hocalığı ise Cihan ÜNAL üstleniyordu. Bu filmde kullanılan İslami öğelerden dolayı (Kuran ve dualar ile şeytanı kovma vs.) “Yerli Şeytan” kopyalandığı “Yabancı Şeytan’dan” daha etkili ve korkutucu olmuştu. Bu film hemen hemen yeni bir sinema türünün doğmasını sağladı. Arkasından gelen Poltergeist ve Evil Death filmleri bu kültün en önemli başyapıtları haline geldiler. Günümüzde bu akımın bayrağını “Paranormal Activity”, “The Conjuring” ve “Annabelle” filmleri başarı ile sürdürüyorlar.

Peki, Exorcism, yani şeytan çıkarma ayinini gerektiren bu “alıkoyma” fenomeni neyin nesi? Birisinin bedeni, yabancı ve şeytani bir güç tarafından ele geçiriliyor. Kişi kendinde olduğu zamanlarda etrafındakilerden yardım istiyor. Bedenini hiç tanımadığı kötü bir ruhun ele geçirdiğini, hemen çıkartılmaz ise daha kötü şeylerin olacağını ve öleceğini söylüyor. Bazen birey kendini kaybettiğinde istemsiz kasılmalar ve iniltiler oluşuyor. Bu fenomende en radikal durumlar, yönlendirici ve komut veren bir bireyin, alıkoyan ruh ile yaptığı diyaloglardır. Komut veren yönlendirici birey, bu kişiye çeşitli sorular sorar. Kişi, dinsiz şeytani bir varlık olduğunu, o bedenden çıkmak istemediğini ifade eder. Farklı ve gırtlaktan gelen bir ses tonu kullanırlar. Eğer yanında birileri kutsal kelimeler okursa buna tepki gösterir. Hemen durdurulmasını ister. Yoksa alıkoyduğu bedene zarar verecektir. Bunu ağlamalar ve kasılmalar izler. En sonunda Yönlendirici-Dominant birey, telkin ve ilahi ritüeller eşliğinde şeytani varlığı kovar.

Bu noktada sorun şu ki Bu fenomen hemen her toplumda, hatta semavi olmayan pagan dinlerinde bile olmaktadır. Örneğin pagan bir kabilede meydana gelen alıkoyma hadisesinde kabilenin büyücüsü, tütsü ve davul eşliğinde kutsal ruhlar ile işbirliği yaparak şeytani varlığı kovar. Şeytandan/Kötü ruhtan arınan birey ağlamaya ve teşekkür etmeye başlar. Etrafındakiler de bu ilahi mucizeye tanık olarak dinlerine daha sıkı bağlanırlar.


Exorcism fenomeni dışında benzeri bir fenomen’de Cinlerin, İfritlerin, Kötü Ruhların musallat olma hadisesidir. Bu fenomende bireyin bedeni “alıkoyma” fenomeninde olduğu gibi ele geçirilmez. Kişinin yaşam akışı ele geçirilir. Kişi birileri ile konuştuğunu iddia eder. Evde istemsiz ışıkların açılıp kapandığını, bazen bir varlığın kendisini odaya kilitlediğini, cisimleri hareket ettirdiğini ve bazen kendisine gözüktüğünü iddia eder. Yabancı form genelde kişiye zarar vermez. Ancak bazı hallerde kötü varlık tarafından tecavüzler iddia edilir. Genelde bayanların maruz kaldığını iddia ettiği bu durumlarda Ruhani Varlık, alenen birey ile cinsel temasta bulunur. Nadir de olsa dişi kötü varlıkların erkeklere de benzer yaklaşımları sergilediği iddia edilmiştir.

Bu fenomende de ilginç bir şekilde o bireyin dini inançlarına ait ritüeller gereklidir. Örneğin bir Müslümanın maruz kaldığı durumu Hristiyan veya pagan büyücü çözemez. Pagan birinin durumunu papaz, hoca, haham gideremez ya da bir Hristiyan'ı hocalar iyi edemez. Bu durum ile Yahudilerin karşılaşma olasılığı daha düşüktür. Onlara göre Tanrı (ya da Yehova) onları üstün kıldığı için hiçbir ruh veya cin onlara zarar veremez ya da musallat olamaz. Yahudilerde bu durum nadiren rapor edilir.

Konuya farklı bir pencereden bakalım. Eğer son hak din İslamiyet ise, bu alıkoyma durumlarında sadece İslami ritüeller geçerli olacaktır. Yani “alı konan” veya “musallat” olunan insanları sadece İslamiyet kurtarmalıdır. Ne papazlar, ne hahamlar ne de paganlar da büyücüler ya da şamanlar bireylere yardımcı olamamalıdırlar.

Bu noktada özellikle İslami çevrelerde hemen bu sava reddiye oluşturulur. Hristiyan cinler özellikle inançsız Hristiyanları seçerler. Onlara şeytani bir şekilde musallat olurlar. Eğer Hristiyan papaz cini çıkartırsa kişi inançlı bir Hristiyan olacaktır. Eğer Hristiyan papaz çıkartamaz ise bu sefer kişi cini çıkartanın dinine tabi olacaktır. Eğer Müslüman çıkartırsa, birey Müslüman olur. Bu nedenle Hristiyan cinler bir “kumpas” kurmuşlardır. Bu sayede insanları Hristiyanlığa çekerler. Papazlar da ilahi güçlere sahip “ruhban sınıfı” oluştururlar ve güçlenirler.

Ülkemizde de durum farklı değildir. Youtube ve benzeri sosyal medya video kanallarında birçok şeytan çıkartma-cin kovma ritüelleri düzenlenmektedir. Bu videoları izlediğinizde akıl almaz durumlarla karşılaşırsınız. Kişiler cin ya da şeytan olduklarını iddia ederler. Küfürler ve benzeri abuk subuk sözleri söylerler. Hoca da dualar eşliğinde cini çıkartır. Sonra gelsin paralar.

Günümüzde din pazarlamanın ve satmanın en kolay ve etkili yoludur bu inli-cinli ve şeytanlı hikâyeler... Yok, incir ağacı altından gece geçme, gece tırnak kesme, 3 harfli de ve isimlerini zikretme gibi saçma sapan adetlerimizin kökeni budur. “Düğünlerine denk geldim ayakları tersti” “Beni çağırdılar gitmedim, bir vardı bir yoktu”, “Hala oğlunun amcasının kuzeninin yeğeninin arkadaşının askerdeki komutanının kız kardeşinin arkadaşının gittiği bakkalın yengesinin bilmem nesi görmüş böyle gözleri tuhafmış ayakları tersmiş, ona musallat olmuşlar, su cinleri çarpmış” gibi saçma sapan hikâyeler özellikle kültürümüzde derin bir yer oluşturmuştur.

Hristiyanlıkta, özellikle Engizisyon döneminde bu psikolojik arıza, çıkarlar doğrultusunda kullanılmıştır. Bazen halka açık yapılan exorcism ayinleri sayesinde halkın gözünde kilisenin değer yükseltilmiş, muhtaç olunan kurum haline dönüştürülmüştür. Bu fenomen ile halk korkutulmuş, cinlerin ve ifritlerin kol gezdiği, ancak kilise sayesinde bunlardan korunulacağı fikri geliştirilmiştir.

Halk arasında en çok yaygın olan teoriye göre doktorlar bu olaya çözüm bulamıyorlardır. Ne kadar doktora gidilse de çare bulunamamıştır. Bilim çaresiz kalmıştır. İlaçlar fayda etmiyordur. Bu işi sadece hocalar çözebilmektedir. Bu fikir o kadar yaygındır ki, neredeyse hemen her kültür seviyesinden insanlar bu hocalara gitmektedir. Medyum özelliği de olan bu hocalar, bazen “Müslüman” cinlerinde desteğini alarak gereğini yaparlar.

Son olarak bir fenomenden daha bahsetmek istiyorum ki birçoğumuzun. Özellikle ergenlik döneminde mutlaka karşılaştığı bir durumdur. “Karabasan Cini…” Gece kalktığınızda hareket edemiyorsunuz. Sesinizi duyuramıyorsunuz, bazen göz kapağınızı bile açamıyorsunuz. Gözünüzü açabilseniz de etrafınızda uyuyanlar, hatta yanınızda uyuyanlara dahi ses çıkartamıyorsunuz. Elleriniz ve ayaklarınız kitli. Üstünüzde oturan bir Cin var. Ağırlığını hissediyorsunuz. Bir sür sonra dualar eşliğinde onu kovuyorsunuz. Sabah kalktığınızda bunu anlatmaya korkuyorsunuz. İnsanların sizde deli diyeceğini sanıyorsunuz. Bir yakın arkadaş grubunuz var ise onlarla paylaşıyorsunuz. Onlarda benzeri deneyimleri yaşadıklarını söylediklerinde ise tamam diyorsunuz. “Bize uğradılar”. Bu durum sizi daha da korkutuyor. Ailenize açılıyorsunuz ya da bir hocaya. Onlarda bu durumun aslında normal olduğunu bazen imandaki bir zayıflıktan, eğer imanlı iseniz sizin imanınızı sakatlamak isteyen ifritlerin-cinlerin yaptığını söylerler.


Bu noktaya kadar hemen herkesin bildiği ortak bilgileri paylaştım. Hatta bazen yazıyı okumaya ara verip, Youtube’dan video bile araştırıyor olabilirsiniz. Makaleler okuyup kendinizi kandırıp korkutmak isterseniz, size hayal dünyanızda başarılar dilerim.

Kendi çevremde dahi o kadar çok bu fantastik hikâyeler ile kendini kandıran var ki inanamıyorum.

Şimdi gerçek dünyaya dönelim. Bu olayların gerçek iç yüzü ne?
  1. Exorcism ayini gerektiren “Alı konma” Fenomeni aslında Obsesif bir bozukluktur. Obsesyon’ un (Takıntı) bir türüdür. Her toplumda da görülür. Çünkü insani bir psikolojik hastalıktır. Bilimsel olarak ta çaresi vardır. Sadece bu durumun iyileştirilmesi birkaç seans ile gerçekleşir. Nadiren ilaç desteğine ihtiyaç duyulur. Yani, bilimsel olarak bu hastalık kanıtlanmış, teşhis edilebilmekte ve tedavi edilebilmektedir. Ancak cahil ve geri kalmış toplumlarda veya bireylerde (ki bu cahillerden kastım bazı okumuş cahilleri de kapsıyor) hasta yakınları tedaviyi kendi inanç dünyalarından dolayı reddediyor ve üfürükçülere bel bağlıyorlar. Bu hastalıklarda nadiren tedavi “telkin” ile gerçekleşiyor (Her toplumda ve dinde neden büyücülerin, hocaların ve papazların işe yaradığını daha iyi anlarsınız). Kısacası bu hastalığı ilahi güçlere bağlamak ve onlarla ilişkilendirmek tümden temelsizdir. Kanıt olduğu iddia edilen bazı doküman ve kayıtların bilimsel hiçbir değeri yoktur. Bunlar hiçbir zaman kanıtlanamamış ve kanıtlanamayacaktır. Gerçekçi olunursa bu hususa inanmak ile Noel Babaya inanmak arasında hiçbir fark yoktur.
  2. Musallat olunma fenomeni de aynı hastalığın bir farklı versiyonudur. Yani Takıntı’dır. Bilimsel olarak bu hastalık kanıtlanmış, tespit edilmiş, bu hastalığa neden olan faktörler ortaya çıkartılmış ve tedavi yöntemleri ortaya konmuştur. Eğer aklınızı internette saçma sapan hikayeleri araştırmaya vermeyip. Gerçek, akademik ve bilimsel makaleleri araştırmaya yönlendirirseniz görürsünüz.
  3. Nazar diye bir şey yoktur. Göz değmesi diye bir olay yoktur. Sadece Türk İslamiyet’inde olması dahi bu hususun kaynağını ev gelişimini bize gösteriyor. Şamanizmden-Tengricilikten geçme adetten başka bir şey değildir.
  4. Karabasan cini diye bir şey yoktur. Bu fenomen “Geçici Uyku Felci”dir. Bu rahatsızlıkta kanıtlanmış, sebep ve sonuçları ortaya konmuştur. Düzensiz uyku, stres ve gece ağır yemek yerseniz düzenli olarak karabasan cini ile müşerref olabilirsiniz.
İnsanlar inanmak istediklerine inanırlar, görmek istediklerini görürler. Ancak ortada bir de gerçekler vardır. Ailenizde, arkadaşlarınız arasında, belki de kendiniz bu durumlar ile karşılaşmış veya karşılaşıyor olabilirsiniz. Eğer bu hususu bir hastalık olarak görüyor ve ona göre hareket ediyorsanız doğru yoldasınız. Yok, bu durumu şeytani kötü güçlere bağlıyorsanız size daha önce de söylediğim gibi hayal dünyanızda başarılar dilerim. Güç sizinle olsun. Muskalarınızı asın, Cevşeni eksik etmeyin. Başucunuza sarımsak asın. Hoca efendinin size verdiği tılsımları üzerinizde taşıyın.

Etrafımda bu hikâyeleri o kadar çok duydum ki, artık kusasım geliyor. Üzülerek belirtiyorum ki yok. Şeytani güçler yok. İfritler yok. Noel Baba yok. Musallat olma yok. Ele geçirme yok. Süperman yok. Wolverine yok. Caillou bir çizgi film. Heidi hiç Alplerde var olmadı. Jedi’ lik sadece Star Wars filmindeki karakter. Tusubasa asla Türkiye’de oynamayacak.

Bu arada, evrene pozitif enerji yollamayı bırakın. Negatif enerjiler de sizi etkilemiyor. Jüpiter sizi kafasına takmıyor. Venüs’ün etkisi sizi bu yıl etkilemeyecek. Mars nedeniyle aşk hayatınızda sıkıntı olmayacak. Merkür gezegeninin geçişi size maddi sıkıntılar oluşturmayacak. Günümüzde yeni moda olan şu “Evren Dini”ni atın çöpe. Eski moda Semavi Dinlerden sıyrılacağım diye soytarı olmaya da gerek yok. Fallardan, yıldızlardan, gezegenlerden etkilenip hayatınızı çizmeyin. Hepsi fantastik hayal ürünü. Güzel vakit geçirdiğinizi sanıyorsunuz o kadar.

Hayatınızı gerçekler ile şekillendirin ve ona göre çaba harcayın. İyi insan olun. Herkese yardım edin. Eve giderken sokak hayvanlarına mama alıp verin. Kardan yiyecek bulamayan kuşlar ve sokak hayvanları için yiyecek istasyonu yapın. Mama alacak paranız yoksa ki olabilir, artık yemek ve ekmekler ile onları besleyin. Örnek kişi olmaya çabalayın. Herkese eşit olun. Herkesin fikrine saygı duyun. Saygı ve sevgi çerçevesinde yaşayın. Haksızlıkların karşısında, hukuk sınırları içerisinde durun. İşte asıl “Din” budur.

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ten birkaç alıntı yapmak istiyorum:
  • Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.
  • Biz cahil dediğimiz zaman, mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de hakikati gören gerçek âlimler çıkabilir.
  • Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, başarı için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemeleri zamanında takip etmek şarttır.
  • Yükselmiş, ilerlemiş medenî bir millet olarak medeniyet düzeyinin üzerinde yaşayacağız. Bu hayat ancak ilim ve fenle olur. İlim ve fen için kayıt ve şart yoktur.
Sağlıcakla ve Aklınızla kalın.

Yazan: Demon Product

KUTSAL KİTAPLARI PEYGAMBERLER Mİ YAZDI?

DP, islamiyet, din, yahudilik, hristiyanlık, Kutsal kitapları peygamberler mi yazdı?, Kutsal kitaplar, Kur-an'ı kim yazdı, İncil'i kim yazdı?, Tevrat'ı kim yazdı?, Kuran ne zaman kitap haline getirildi?, “Bütün İnsanlar Doğal Olarak Bilmek İsterler” cümlesi ile başlar Aristoteles’in ünlü kitabı “Metafizik”. Geliştiği ve büyüdüğü ortamdan bağımsız bir şekilde her birey öğrenme güdüsü ile hareket eder. Öğrenme sayesinde edinilen bilgiler bireyin hayat sürecini şekillendirir. “Öğrenme ihtiyacın bir sonucu mudur?” sorusuna verilecek cevap hayır olacaktır. İstemsiz öğrenimler de hayat süreci dâhilindedir. Bazı veriler isteseniz de istemeseniz de önünüze konulur ve koşulsuz kabul etmeniz istenir. Etrafınızdaki çoğunluğun dinamikleri ile “aykırı” olmamak adına sunulan bilgileri koşulsuz kabul edersiniz. Test etmeden, ölçülmeden, kanıtlanmadan önünüze konulan bu bilgiler ile siz de hayat sürecinizi biçimlendirirsiniz.

Pek, Aristoteles’ in dediği gibi gerçekten bütün insanlar doğal olarak bilmek isterler mi? Cevap evet olacaktır. Önemli olan bu bilgi açlığının nasıl karşılandığıdır. Burada ki en önemli parametre, bilgi kaynağıdır. Bilginin test edilir, ölçülür ve ya kanıtlanmış olup olmamasını büyük çoğunluk önemsemez. “Bilme” nin karşılanması, yani bilgi açlığının ortadan kaldırılabilmesi için insanlar kendilerine test edilebilir, kanıtlanabilir veya ölçülebilir bir kaynak bulamadıklarında “Yalan” söyleme eylemini gerçekleştirirler. Prof. Dr. A. Celal ŞENGÖR, “Birbirini Yalanlayan İnançlar ile Bilim Yapılabilir mi?” başlıklı konferansında bu eylemi şu şekilde özetliyor: “İnsanoğlu açıklayamadığı durumlarda YALAN söylemeyi öğrenir. Mesela Antik Yunan’ da şimşek çaktığında bunu açıklayamadığından, görmediği, duymadığı, hissetmediği bir varlığa, yani ZEUS’a atıfta bulunmuşlardır. Zeus kızmıştır. Derhal onun kızgınlığının giderilmesi gerekmektedir. Peki, bir insanın kızgınlığı nasıl giderilir? Hediyeler vererek. O da Tanrısını kendisi ile özdeş tutarak ona avını ve yiyeceğini sunar tapınaklar aracılığı ile. Bu şekilde Din İzah işlevi görür.” (Bu konferansın detayı Youtube’da mevcuttur)

İnsan merak ettiği ve araştırdığı sürece gelişir. Dünyanın yaklaşık %51’i bir yaratıcıya inanıyor. Bu yüzdelik dilimin yaklaşık %40’ ı ise semavi dinlere inanıyor. Fakat insanlar inandıkları dinin dinamiklerini sorgulamıyor ve koşulsuz kabul ediyor. Bu sorgulanamaz katı yapı nedeni ile Hristiyan Avrupa, Kilise Engizisyonunun baskısı altında ezilmiştir. Tüm semavi dinler sorgulanamaz yapıyı öngörürler. Bu noktada parantez açmak gerekirse, 2013 yılında yayınlanan, Ali KIRCA’ nın sunduğu, “Din-Bilim-Darwin” konulu Siyaset Meydanı programında konuşmacı olan İlahiyatçı Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, İslam’ın kutsal kitabı Kuran’ ın sorgulamaya açık ve kendisinin sorgulanmasını-test edilmesini isteyen, bu şekilde kabul edilmesini isteyen bir kitap olduğunu ifade etmiştir. Ancak aynı programda İslam’da yaratıcıya ve onun elçisine koşulsuz ve sorgusuz biat etmenin gerekliliği de belirtilmiştir. Bayındır’a göre Kelime-i Şehadet “Eşhedü” kelimesi ile başlar ki eşhedü kelime anlamı olarak, yemin ederek tanık olmak anlamı taşır. Kısacası Yaratıcı ve Elçisi sorgulanmaz, ancak kutsal kitap test edilerek inanılmalıdır ki iman tamamlansın.

Peki, hiç inanılan dinlerin kutsal kitapları sorgulandı mı? Dinler ve kutsal kitaplar her dönem sorgulanmıştır. Fakat sorgulayanlar din dışı aykırılar olarak nitelendirildiğinden ne kitapları basıldı ne de söylevleri aktarıldı. İnsanlar bu kitapları basmaktan veya yaymaktan dahi korktular.

Bu site de bir yazar tarafından İslam Peygamberi Muhammed’in varlığı sorgulandı ortalık ayağa kalktı. Bu noktada bir bilgi paylaşıldı. Ya bu bilgiyi okur kabul edersiniz ya da okur reddedersiniz. Reddetme yolunu seçerseniz karşıt kaynaklar ile karşıt hipotez geliştirmek zorundasınız. Yoksa bu hipotez geçerliliğini korur.

Hiç yaydığı dinin kutsal kitabını insanlara bırakan bir peygamber gördünüz mü? Eğer cevabınız hayır, tüm peygamberler kitap üzerinedir ve onlarla kitap indirilmiştir. Onların kitapları Allah’ ın sözleridir ve her peygamber kitabını insanlığa sunmuştur der iseniz sizleri bu derin cahilliğiniz ile baş başa bırakmak isterim. 2017 yılının Ekim ayında Haber Türk kanalında Teke Tek Özel programında konuşan Prof. Dr. Celal ŞENGÖR, “Her kitap okuduğumda ne kadar cahil olduğumu görüyorum ve bu cahilliğim beni korkutuyor” diyerek bizlere adeta ders vermiştir.

  • Tevrat ilk ne zaman yazıldı ve kitap haline getirildi?
  • İncil ilk ne zaman yazıldı ve kitap haline getirildi?
  • Kuran ilk ne zaman yazıldı ve kitap haline getirildi?
  • (Zebur konusuna girmiyorum bile)

Tevrat kısaca hikâyeler barındırır. Tevrat’ ın yazımı ile ilgili iki hipotez vardır ki 1800’lere kadar kabul edilen hipotez Belgesel Hipotezi idi. Belgesel hipoteze göre Tevrat’ı oluşturan beş bölüm farklı zamanlarda, birbirinden bağımsız fakat paralel hikâyelerden oluşmuştur. Düzenleyiciler vasıtası ile son şekilleri verilmiştir. Fakat günümüzde de kabul gören Wellhausen Hipotezi ile Belgesel Hipotezi son bulmuştur. Wellhausen hipotezi ile Tevrat, antik İsrail inançlarından laik bir biçimde “akıl” süzgecinden geçirilerek düzenlenmiştir.

Tevrat, M.Ö. 2000 yıllarda yazılmış olması gerekirken, bazı hikâyelerin daha önceki dönemlerde oluşturulduğu görüşü hâkimdir. Günümüzde en eski ibrani Tevrat metinleri M.Ö. 1. yüzyıla ait Ölü Deniz parşömenleridir. Bu kitabın bir peygamberin elinden çıkmış olma olasılığı –metinler incelendiğinde- imkânsızdır. Tevrat’ ta bulunan çelişkiler, eksiklikler ve çarpıklıklar nedeni ile Mişna (Talmud) oluşturulmuş ve Yahudilik dini bir standarda oluşturulmaya çalışılmıştır.

Hristiyanlık ise durum biraz daha karmaşıktır. Kanonik tabir edilen ilk inciller (Hristiyanlık dininde 4 müjde-Gospel olarak geçer) Matta, Markos, Luka, Yuhanna İsa’dan en erken 20-30 yıl sonra yazılmışlardır. Hristiyanlık dünyasında hala tartışmalı bir kişilik olan Pavlus, Yeni Ahitteki Pavlus’un Mektupları bölümünü yazmıştır. Kimi tarihçiler Pavlus’u, Hristiyanlığı dejenere etmeyi kendine görev edinmiş ve bunu başarmış bir Yahudi din adamı olduğunu savunur. Bu konuda da bazı kaynaklar mevcuttur.

Hristiyanlık’ ta İsa bir kitap yazmamış ve yazdırmamıştır. Kitabı oluşturan bilgiler bir kısım havarilerden derlenmiştir. Kanonik İncil yazarlarından Matta ve Yuhanna havarilerdendir. Bu konuda Hem Yahudi hem de Hristiyan kaynakları sabittir.

Bu noktaya kadar, “Yahudilik ve Hristiyanlığa dair kutsal kitaplar peygamber sözleri mi yoksa onlara atfen, onların ölümlerinden çok sonra başkaları tarafından mı yazıldı?” Sorusunu çok kısa olarak açıklamaya çalıştım. Bu konuda yazılı ve görsel çok sayıda kaynak mevcut. Özellikle Yeni Ahit, adeta Nasıralı İsa’ya atfen hadis külliyatı olarak görülebilir. Aslında İsa, Tanah’ta bahsedilen (Tanah Yahudiliğe göre Tevrat ve Zebur’un bütünü) ve Yaratıcının (Elohim) insanlığın uyarıcısı olarak göndereceği son kişidir (Mesih). Kısacası İsa Yahudilik için gelmişti. Hristiyanlık ilk zamanlarında Yahudiliğin kendi içinde aykırı bir mezhep durumundaydı. Hali hazırda Hristiyanlığın kutsal kitabı olan Kitab-ı Mukaddes’in ilk bölümü olan Eski Ahit, hemen hemen Tanah’ın ta kendisidir. Hristiyanlar için Tanah, Tanrı’nın insanlar ile yaptığı ilk anlaşma olduğundan dolayı İlk Ahit (eski ahit), Yeni ahit ise, 27 kitapçıktan oluşur. İlk dört kitapçık İncil'i oluşturur. Ardından Resullerin İşleri ve Pavlus'un on dört mektubu gelir. Bu mektupların sonuncusu olan "İbranilere mektup" kimilerince Pavlus'a atfedilmez. Son olarak havarilerin yedi mektubu ve Yuhanna'nın kaleme aldığı kabul edilen ve Vahiy gelir.

Yahudilere göre İsa, aykırı bir Yahudi idi ve Hristiyanlar aslında aykırı bir Yahudi mezhebiydi. Hristiyanlığı ayrı bir din haline getiren Pavlus’un ta kendisidir ki Pavlus günümüz Hristiyan ortak pratiklerinin mucidi de sayılır.

İslamiyet’ te peki durum nedir? Bu noktada tarafsız ve yalın bir biçimde İlahiyatçı Prof. Dr. Süleyman ATEŞ’ in makalesinden alıntı yapalım:

Kuran Ne Zaman Derlendi?
Kur’ân, birinci Halîfe Ebubekir ve üçüncü Halîfe Osman zamanında olmak üzere iki kez derlenmiştir.

A- Birinci Derleme:

Hz. Peygamber (s.a.v.) devrinde vahiy devam ettiği için Kur’ân-ı Kerîm toplanıp bir kitâb haline getirilmemişti. İnen âyetleri, bazı sahâbîler, ezberliyorlar, kürek kemiklerine, hurma kabuklarına, ince beyaz taşlara ve zamanın yazı malzemesine yazıyorlar ve yazdıklarını saklıyorlardı. Fakat henüz vahiy devam ettiği için vahiy parçalarını içeren malzeme bir araya getirilip bir kitap halinde bağlanmamıştı.

Hz. Ebubekir zamanında vukubulan Yemâme Savaşında yedi yüz sahâbî şehîd düşünce, Kur’ân-ı Kerîm’in sonucundan endişe duymaya başlayan Ömer ibn Hattâb, Halîfe Ebubekir’i, Kur’ân’ı yazdırmaya ikna etti. Bu işle görevlendirdikleri Zeyd ibn Sâbit, yorucu bir çalışmadan sonra Kur’ân’ı, sûrelerinin tertîbini gözönünde bulundurmadan derledi.

Rivâyet böyledir. Fakat biz, bazı âyetlerin işaretinden, Kur’ân’ı bizzat Peygamber’in kendisinin yazdırdığı kanısındayız. Çünkü Hz. Peygamber gelen vahiyleri yazdırıyordu. Nitekim: “Dediler: Öncekilerin masalları, onları yazmış, sabah akşam onlar kendisine yazdırılıyor." (Furkan: 42/5) âyeti de Peygamber’in, Kur’ân’ı yazdırdığını gösterir. Elbette Kur’ân’ı yazdıran Peygamber’in, bu yazılanları başkaları için değil, önce kendisi için yazdırmış olmalıdır. Zaten âyetten de müşriklerin, yazılanların, Peygamber’in yanında olduğunu ve sabah akşam kendisine okunduğunu söyledikleri anlaşılıyor. Demek ki Kur’ân’ın tamamı, Peygamber’in hayatında bir nüsha halinde yazılmıştı, fakat belki de bunlar, ayrı sûreler halinde biraz dağınık duruyordu. İşte Ebubekir zamanında görevlendirilen Zeyd ekibi, bunları gözden geçirerek bir cilt haline getirip bağlamıştır. Zeyd demiş ki:

"Kur’ân’ı araştırmağa, hurma dallarından, yassı taşlardan ve insanların belleklerinden derlemeğe başladım. Tevbe Sûresinin sonu olan: “Andolsun, içinizden size öyle bir Elçi geldi ki sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü’minlere şefkatli, merhametlidir. Eğer yüz çevirirlerse de ki: ‘Allâh bana yeter! O’ndan başka tanrı yoktur. O’na dayandım, O büyük Arş’ın sâhibidir!’” âyetini yalnız Ebû Huzeyme el-Ensârî’nin yanında buldum.” (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân: 3, 4 ncü bâblar; İbn Hanbel, Müsned: 1/13; İbn Ebî Dâvûd, Kitâbu’l-Mesâhif, s. 6-7)

Tirmizî’nin rivâyetine göre de Zeyd, Bu iki âyeti, Huzeyme ibn Sâbit’in yanında bulmuştur. Yine Tirmizî’nin başka bir rivâyetine göre de Zeyd, Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyetini Huzeyme ibn Sâbit’in veya Ebû Huzeyme’nin yanında bulmuştur (Tirmizî, Tefsîr, sûre: 10, h. 3103, 3104). Tirmizî’nin bu rivâyetleri tered¬düdlüdür fakat Buhârî’nin ve Ahmed ibn Hanbel’in rivâyetlerine göre Huzeyme’nin yanında bulunan âyet, Berâe Sûresinin son iki âyeti değil, Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyetidir:

Zeyd, Osman zamanında Kur’ân’ı ikinci kez yazarken Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyetini Huzeyme ibn Sâbit’in yanında bulmuştur (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân: b. 2, h. 9; İbn Hanbel, Müsned: 5/188; el-Fethu’r-Rabbânî: 18/33-34). Kurtubî’nin de işaret ettiği gibi, demek ki birinci derlemede Berâe Sûresinin sonundan iki âyet, sadece Ebû Huzeyme’nin, ikinci derlemede de Ahzâb Sûresinin 23’ncü âyeti sadece Huzeyme ibn Sâbit’in yanında bulunmuştur.

Fakat biz, Hz. Peygamber’in, kendisinin Kur’ân’ı yazdırdığı ve evinde muhafaza ettiği kanısındayız. Ancak Berâe Sûresi, iniş tarihi bakımından sondan bir önceki sûre olduğu için belki son iki âyeti, Peygamber’in nüshasına yazılmamıştı ve o âyetler, Ebû Huzeyme’nin nüshasında bulunmuştur.

Zeyd’in derlediği bu resmî Devlet Mushafı, Ebubekir’in yanında kalmış, onun vefatıyla Ömer’e intikal etmiş, onun vefatından sonra da kızı Hafsa’nın eline geçmiştir.

B- İkinci derleme:
Hz. Osman’ın halîfeliği sırasında İslâm devletinin sınırları genişlemiş ve çeşitli dilleri konuşan insanlar Müslüman olmuşlardı. Ana dilleri yabancı olan Müslümanların, Kur’ân’ı Arap gibi okumaları elbette çok güçtü. Bunlar içinde de Kur’ân’ı ezberleyenler çoktu ama bunların telaffuzu ile Arabın telaffuzu arasında farkların bulunması doğal idi. Ayrıca Arabistan’ın birbirinden uzak bölgelerinde yaşayan Arap kabîlelerinin lehçe ve şîveleri arasında da –bugün olduğu gibi– büyük farklar vardı. İşte gerek çeşitli Arap kabîlelerinin, gerek yeni Müslüman olmuş yabancıların okumaları arasında beliren farklar, Müslümanlar içinde birbirlerini küfürle suçlamaya kadar varan derin ayrılıklara yol açtı. Özellikle Ermîniyye (Ermenistan) Savaşında baş gösteren bu ayrılıklardan endişe eden komutan Huzeyfe ibn el-Yemân, dönüşte, henüz evine gitmeden Halîfe Osman’ın huzuruna girdi:

– Bu ümmet helâk olmadan önce yetiş de onu kurtar! dedi.

Irak’tan, Şam’dan, Hicaz’dan insanların toplandığı o savaşta askerlerin birbirlerini tekfîr etmelerine neden olan kırâat ayrılıkları gördüğünü anlattı:

– Ben Yahudi ve Hıristiyanların ihtilâfa düştükleri gibi bu ümmetin de Kitaplarında ihtilâfa düşeceklerinden tasalanıyorum! dedi.

Konuyu arkadaşlarıyla görüşen Hz. Osman:

– Benim kanâatime göre insanların bir kırâatte birleşmeleri gerekir. Zira siz, bugün ihtilâfa düşerseniz, sizden sonrakiler daha çok ihtilâfa düşerler, dedi.

Ve Hafsa’dan, tekrar geri verilmek üzere ilk Mushafı aldı. Kur’ân’ı yeniden yazmakla görevlendirdiği Zeyd ibn Sâbit, Abdullah ibn ez-Zübeyr, Sa‘îd ibn el-Âs ve Abdu’r-Rahmân ibn el-Hâris ibn Hişâm’dan oluşan komisyona gönderdi. Komisyonun Kureyşli olan üç üyesine:

– Siz ve Zeyd ibn Sâbit, Kur’ân’dan bir şeyde ihtilâfa düşerseniz onu Kureyş diliyle (lehçesiyle) yazınız. Çünkü Kur’ân, onların diliyle inmiştir, dedi (Buhârî, Menâkıb: b. 4, h. 15; Beyhakî, es-Sunen: 2/4).

Buhârî’nin rivâyetinde komisyon üyelerinin hepsi Ensârlıdır: Übeyy ibn Ka‘b, Mu‘âz ibn Cebel, Zeyd ibn Sâbit ve Zeyd’in babası Sâbit (Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân: b. 7, h. 24).

Yazım işi bittikten sonra, Hz. Osman, Hafsa’dan aldığı Mushafı kendisine iâde etti. Çoğunluğun rivâyetine göre dört, diğer bir rivâylete göre de yedi nüsha yazılan Mushaflardan biri Irak’a, biri Şam’a, biri Mısır’a gönderildi. Dört nüsha yazılmış olması, Kurtubî’nin görüşüdür. el-Fethu’r-Rabbânî yazarına göre Mushaflar: Mekk’eye, Basra’ya, Kûfe’ye, Şam’a, Yemen’e gönderilmiş, biri de Medîne’de bırakılmıştır (el-Fethu’r-Rabbânî: 18/34).

Bu noktaya kadar Kuran’ın derlenmesi ile ilgili İlahiyatçı Prof. Dr. Süleyman ATEŞ’in makalesinden alıntı yaparak cevapladık ki malum çevreler hemen bize reddiyeler sıralamasın. Bu makaledeki kaynaklar özellikle belirtilmiştir; bu kaynakların sağlamlığı İslami çevrelerde malumdur.

Peki, Yahudilik ve Hristiyanlık kutsal kitaplarında ki bu durum İslami çevrelerde nasıl karşılandı? Elbette karşıt görüş geliştirildi. Aslında Musa ve İsa’ya kitap indirildi ve yazdılar, sonrakiler sapıttılar ve uydurdular. Günümüzde Yahudilik için bu sav kısmen kabul edilebilirken Hristiyanlık için kabul edilmesi zordur. Pavlus’u devreden çıkarttığımızı var sayalım. Hadi Eski Ahit’ i de devreden çıkartalım. Hatta Kanonik İncilleri de ayırıp sadece Havari Matta ve Yuhanna İncillerini kabul edelim. İyi de Matta ve Yuhanna İncilleri de sadece söylevlerden oluşuyor ve bizzat İsa’nın söylevleri. O halde bu İncilleri İslami çevrelerin de kabul etmesi lazım. Neden? Bu havariler İsa’dan yaklaşık 15-20 yıl sonra kitapları derlediler. Peki, İslamiyet’ te nasıl ve ne şekilde derlendi? Yöntem aynı. Peygamber öldükten sonra Ebubekir tarafından toparlatıldı. Yani İslam peygamberi yazılı ve dizili bir kitap bırakmadı. Bu husus aklı başında tüm İslam çevrelerinde sabit. Madem Peygamberlerden sonra onları dinleyenlerin sözleri muteber, o halde Matta ve Yuhanna İncilleri’ de aynı mantıkla İslami çevrelerce kabul edilmelidir.

Özet olarak hiçbir peygamber tamamen kitaplaştırılmış bir vahyi insanlığa sunmadı. Kitaplaştıranlar onların öğrencileri ya da havarileri-sahabeleridir. Tüm bu yazıma reddiye geliştirmek isteyen okurlar olursa bu yazımı zırva olarak nitelendirebilirler ve yorum kısmında kaynak göstererek karşıt görüşlerini saygı ve mantık çerçevesinde sunabilirler.

Son soru: “Madem kitapları derleyenler, yazanlar ve oluşturanlar peygamber haricinde onların yanındakiler o halde neden tüm dinler kitap indirilen ve onu insanlığa sunan elçilerden bahsediyor?”

Yazıya Aristoteles’in bir cümlesi ile başlamıştım: “Bütün İnsanlar Doğal Olarak Bilmek İsterler”. O halde Bilin… Ancak doğru ve kesin kaynaklardan öğrenin. Araştırın, sorgulayın ve kesin bilgiye ulaşın. Test edin, ölçün ve değerlendirin.

Bu sitede kutsal kitapların kimler tarafından ne şekilde, kimlerin tesiri ile yazıldığı ile ilgili birçok yazı-makale yayınlandı. Bu yazı sadece bunlara bir ilave. Olaya farklı bir pencereden bakmaya çalıştık. Konu hakkında farklı bilgilere ulaşmak isterseniz, sitede biraz araştırma yapmanız yeterli olacaktır. Sağlıcakla kalın.

Yazan: Demon Product