HABERLER
Dini Haber
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DP etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KABİR AZABI VE BERZAH ALEMİ MİTLERİ

DP, islamiyet, din, Kabir azabı, Berzah alemi, Kabir azabı var mı?, Dini uydurmalar, Hurafeler, Kuranda yazmayanlar, Kur-an ölüm sonrası, Kur-an'da kabir, İsra, Bakara, Mümin, Taha, Mü-minun,
Biraz beyin kıvrımlarımızı yoklayalım. Belki kendi ailenizde, belki de mahallenizde ya da iş yerinizden bir arkadaşınızın cenazesi olduğunda o ortamı gözünüzün önüne getirin. Eğer yaz aylarında vefat gerçekleşmiş ise erkek konuklar dışarıda konulan sandalyelere otururlar. Hanımlar ise içeri. Yaşça büyük olanlar veya ailenin ileri gelenleri merkezi bir konumda otururlar. Diğer gelenler onların çevresine yerleşirler. Samimiyet derecesine göre içten dışa bir kümeler silsilesi oluşur. Sohbetin gereğinde dolayı arada gülümsemeler olsa da aşırıya kaçılmaz. Neticede cenaze evi. Cenaze beklenir. Peki, nerede cenaze? Gasilhane’ de yıkanıyor. Bazı gençler sokak başında bekler cenaze aracını. Büyüklerin yanında sigara içmek sıkıntılıdır çünkü. Çocuklar pet bardak veya şişede su dağıtırlar. Ailenin ileri gelenlerinden bazıları pide-lahmacun türü basit hamur işleri dağıttırırlar ayran ile birlikte konuklara. Bu dağıtım işini de ya çocuklar ya da gençler yürütürler. Hanımlar ise içeridedir. Gelen konuk hanımlar arasında eşarp/başörtüsü getirmeyi unutan varsa onlara da biraz yaşlıca olanlar yanlarında getirdikleri fazla eşarpları verirler. Ah bir de iğne oyası ile etrafı işlenenler, onlar hemen dikkat çeker. Nerede yaptırıldığı sorulur fısıltılar ile. Kızın çeyizi için yaptırılacaktır. Hanımların içerisinde ağlayan birinci derece yakınların yanında teselliciler grubu bulunur. Bu grup değişkendir. Voleybol servisi kullanan oyuncunun dönmesi ve değişmesi gibi değişirler. Unutulmaması gereken ağır bir misafir daha vardır ki bu misafirde ya aileden ya da aile dışından gelen, Kuran-ı Kerim’e hâkim bir hanımdır. Önüne bir sehpa konur. Sehpa üzerine de kristal kesme bir bardak içerisinde soğuk su. Suya toz gelmesin diye üzerine kâğıt peçete kapatılır. Dışarıdan gelen bir çocuğun sesi bozar bu iç ortamın hüşu içerisindeki ambiansını. Pideler gelmiştir. Genç kızlar hemen bir koşu pideleri alıp mutfağa geçerler. Servis yapılmalıdır. Hemen küçük bir görev paylaşımı ile bu da hallolur.

Cenaze kış ayında ise erkeklerin yeri komşu dairedir. Burada gençler çay demler, içeride sohbet ile birlikte dualar okunur. Dini bilgiler konusunda üst seviye de bulunanlar arada hadis, siyer, sahabelerin hayatı üzerine bilgiler aktarır. Ana tema ölümdür. Ölümden sonra berzah âlemi, kabir azabı gibi kavramlar öncelikle anlatılır. Kıyametin gelmesine daha çok vardır sanki onlara göre. Sorsanız şu cevap gelir “aslında kıyamet nefes kadar yakın belki hemen bu cumu’a.” Neden, büyük alametlerin hepsi hemen hemen gerçekleşmiştir. Ancak bu sohbeti araya giren bir başka din uzmanı bozar :”İyi de daha Deccal gelmedi, daha yecüc ve mecüc gelecek. Mehdi aleyhisselam onları defedecek.”. Birden konukların gözleri fal taşı gibi açılır. Konular öyle bir seviyeye çıkmıştır ki dikkat kesilinir. Herkes sus pus olup bu kişileri dinlemeye koyulur.

“Kıyamet öncesi daha Melhame-i Kübra (Hristiyanlarda Armageddon) savaşı meydana gelmedi. Ama o savaşta çok yakın. Bakın? Ortadoğu kan gölü. Haç ile Hilal’in o kadim savaşı gerçekleşecek. Yahudiler Tel-Aviv’de ve bütün İsrail’de Gargat ağacı dikiyor. Neden? O ağaç müjdelenmiş olan ağaçtır. Bütün dağ taş dile gelecek ve diyecek ki benim arkamda Yahudi var. Onlar bile Yahudilerden yaka silkecek Allahu Teâla’nın izni ile… Hatta Google Earth’ a bakın. Tüm İsrail de Gargat fidanları ekilmiş. Ama saklıyorlar. Önce Yahudilerin sonu gelecek. Arkadan büyük savaş vereceğiz ama Mehdi aleyhisselam’ın öncülüğünde Allah’ın izni ile Hristiyanları ve tüm müşrikleri bozguna uğrayacak ve bütün dünya Müslüman olacak. İşte o zaman kıyamet kopacak.”

İşte bu sohbet sessizce ve pür dikkat dinlenirken, 8-10 yaşlarında bir çocuk, o derin sessizliği bozarak şöyle sorar: “E peki kıyamete kadar mezarda nasıl bekleyeceğiz?”. Mükemmel bir kritik sorudur bu. Cevap yine din uzmanı konuktan gelir:” Eğer inançlı isen Münker ve Nekir gelir evladım. Sana kimsin? Necisin? Dinin ne? Kimin yolundan gidiyorsun? Kime inanıyorsun gibi sorular soracaklar. Sen diyeceksin ki: - Elhamdülillah Müslümanım. Hiç şüphesiz Allah birdir ve tektir ve Muhammed hiç şüphesiz onun Resuludür. O melekler sana der ki: Evet bunu zaten biliyorduk. Eğer gerçekten müminsen o mezar, yani kabir cennet bahçelerinden bir bahçe olur. Eğer günahkâr isen kıyamete kadar o kabir cehennem çukurlarından bir çukur olur!”

Çocuk sorar: “E iyide hani ödül ve ceza kıyametten sonra olacaktı? Bedenimiz çürümüyor mu? Azab ya da ödülü kim hissedecek?”

Cevap gelir: “Sen şimdi bu yaşta anlamazsın. Ruha ödül veya azab vardır.”

Konuklardan farklı bir görüşe sahip olan devreye girer:” Tam öyle değil kardeşim. Bedeni çiyanlar, yılanlar ve türlü mahlûkat sarar. Kabir mevtayı sıkar. Öyle sıkar ki kaburgaları adeta birbirine geçer. İşte günahkârlar için kabirde böylesine bir azap ve acı vardır. Rabbim hepimizi muhafaza eylesin”.

Pek karşı çıkılacak bir sav olmadığından diğer tartışmacı bu açıklamayı yalanlamaz ve ekler : ”Aynen kardeşim. İşte Rabbim, bedenimiz çürürken dahi bizi imanlılardan eylesin inşallah. Kabir azabından muhafaza eylesin inşallah…” gibi temennilerin arkasından tekbir eşliğinde Fatihalar okunur.

Tam sohbet kapanacakken başka bir din uzmanı aile yakını gelir. O kişi, sohbetin sonlarına denk gelmiştir. Sabırla sırasını bekler. Tam ortam sessizleştiğinde devreye girer:” Ammaaaa!... Cenab-ı Allah o berzah âlemini hepimize hayırlı kılsın inşallah. O âlem ki müminler için mutluluk, müşrikler ve kâfirler için azap doludur!”

İlk soruyu ortaya atan çocuk yine o aynı merakla devreye girer: “ Berzah ne amca? Kabir azabı yok muydu?”

“Elbette ki var evladım. Ama kıyamete kadar berzah âlemindeyiz. Kuran-ı Kerimde buyruluyor ki: Onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim! Beni geri çevir, belki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim” der. Hayır; bu, onun söylediği bir sözdür. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir berzah (engel) vardır.“ (müminun 99-100) İşte berzah âlemi bu engel olan âlemdir. Orada bekleyeceğiz.

Çocuk yine sorar: “Bu âlem nerededir? Nasıl bir yerdir?”

Cevap hemen arkadan yetişir: “ Bilmiyoruz evladım. O kadarını âlimler bilir. Haşa biz bilmeyiz. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.”

Konu burada kapanır. Herkesin içini bir korku alır. Önceki akşam içilen biradan, evvelsi hafta yapılan zinadan, birkaç gün önce oynanan at yarışı kuponundan pişmanlık duyulur. Hemen imanlı, doğru bir Müslüman olunmalıdır. Kılınmayan namazların kazası eda edilmeli, biran önce başlanarak dinin temel farzı (!) yerine getirilmelidir.

Yazımızın buraya kadar olan kısmında anlatılan senaryo, ufak tefek farklılıklar veya yöresel farklılıklar olmakla birlikte üç aşağı beş yukarı aynıdır. Hele ki cenaze namazı kılınmadan hemen önce hocanın söylediği :”İşte en büyük ders, en büyük sınav, en büyük ibret önümüzde kefenlenmiş yatıyor!” cümlesi…

Peki, bu berzah âlemi ve kabir azabı kavramları ne kadar gerçekçi? Kesin olan şu ki bu kavramlar kesinlikle Kuran dışı ve pagan öğeler içeriyor.

Berzah ve Kabir Hayatı ile Kuranda hiçbir ayet yoktur. Berzah kelimesi az önce bahsettiğimiz Müminun 99-100’de yer alır ki kelimenin anlamı engeldir. Herhangi bir âlem, ortam, ara yaşam alanı manalarını taşımaz.

Berzah âlemini savunanların en büyük kanıtı Mümin-11’ dir: “Onlar: “Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?” derler.“

Burada ki iki defa diriltme veya iki defa öldürme berzah âleminin kanıtı değildir. Öyle olsaydı bu hususun açık bir biçimde belirtilmiş olması gerekirdi. Hacc-16: “Böylece biz Kur’an’ı apaçık âyetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir.” Kısacası açıklanmak istenen her husus, bir mümin için açıklanmıştır. Ayetleri yan yana, üst üste koyarak bir mana vermeye çalışmak, eğip bükerek bir anlamlandırma yapmak Kuran’ a göre yanlıştır. Bu şekilde istediğiniz anlamı, istediğiniz şekilde ortaya koyabilirsiniz.

Peki, Kabir azabı ile ilgili Kuran-ı Kerim ne diyor? Cevap: Hiçbir şey!
Gelin şu ayetlere bir göz atalım:

“Siz dünyada on gün eğleştiniz diye aralarında gizli gizli konuşurlar… En akıllıları ‘Sadece bir gün kaldınız’ der.” [Taha, 20/103-4]

“Allah inkârcılara ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. Onlarda, ‘Bir gün, ya da bir günden daha az’ derler…” [Mü'minun, 23/112-3]

“Sûr'a üflenince, kabirlerinden Rablarına koşarak çıkarlar. 'Vah halimize! Yattığımız yerden /merkadimizden bizi kim kaldırdı ?” [Yasin, 36/51-2]. (merkad: uyunan, uyuklanan yer anlamına gelir.)

“Ona bir daha üflenince, onlar bir anda ayağa kalkıp etraflarına bakarlar” [Zümer, 39/68]

“Sûr'a üfürülür. İşte bu geleceği söz verilen gündür. Her can kendisi ile beraber bir sürücü ve birde şahit (melek) olduğu halde gelir. Ona 'And olsun ki sen bundan gâfildin. Şimdi gaflet perdeni açtık, artık bugün gözün keskindir.' (denir)” [Kaf,50/20-2]

Sizi çağırdığı gün, O2na hamdederek davetine uyarsınız ve kabirlerinizde pek az bir müddet kaldığınızı sanırsınız. [İSRÂ – 52]

Kıyametin kopacağı gün suçlular, (dünyada) bir andan fazla kalmadıklarına yemin ederler. Onlar (dünyada haktan) işte böyle döndürülüyorlardı. [RÛM – 55]

“Ölü idiniz sizleri diriltti, sonra öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve sonunda ona döndürüleceksiniz.” [Bakara, 2/28] 

Şimdi bu noktada kabir Azabını savunanların en büyük delili olan Mümin-11 tekrar dönelim: “Onlar: “Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı iti­raf ettik, buradan çıkmaya bir yol var mıdır?” derler.“

İnsanların ölü hali Bakara 2/28’ e göre anne karnındaki hal’dir. Ölü iken diriltilen birey, “sonra öldürüleceksiniz” tabiri ile dünya hayatında ölecektir; tekrar diriltilme mahşer ve döndürülme ise yargılanmadır. Eğer Mümin -11 Kabir hayatını veya berzah âlemini tasvir ediyor olsaydı diriltme ve ölüm süreci iki değil 3 defa olacaktı. Bu durumda doğal olarak Kuran ayetine terstir.

Bu noktaya kadar bahsettiğimiz ayetlerde durum gayet açıktır. Eğer inançlı bir Müslüman iseniz reddetme şansınız yoktur. Yine Kuran inanan biri için şüphesiz apaçık açıklayıcı ve nettir. İma etmez, dolaylı cümleler yoktur. Ne kastedilmek istenmiş ise bu husus aynen aktarılmıştır.

Bu makaleye inanmak istemeyip, istediğiniz kaynakta istediğiniz araştırmayı yapın. İstediğiniz kadar eğip bükmeyi, anlam kazandırmaya çalışın. Kabir azabı ve berzah âlemi hakkında hadisler dışında hiçbir delil yoktur. Kabir hayatı ve Berzah âleminden bahseden hadislerin sahihliği de ayrı bir araştırma konusudur. Bu durum günümüzde kendini “İslami Aydın” gören ilahiyat profesörlerinden bağımsız olarak, İslam peygamberinin ölümünden yaklaşık 250-300 yıl sonra tartışılmaya başlanmıştır. Hatta peygamberin ölümünden çok sonraları farklı kollar dahi bu kavramları şiddetle reddetmişlerdir (Mutezile, hariciler vb.).

Kısacası İslam âleminde dahi bu konuda sağlam bir ittifak yoktur. Sebebi Kuran’da olmayan bir kavramlar silsilesinin İslamiyet’ e eklenme çabasıdır.

Peki, bu çabalar nereden geliyor? Kuran’ da dahi bahsedilmeyen, anlatılmayan kavramlar neden İslamiyet’ e eklenmeye çalışılıyor? Sebebi Aristo’nun meşhur eseri Metafizik’ te yatıyor. Ne demişti Aristoteles: “İnsan doğası gereği bilmek ister”.

Ölüm zaten başlı başına tüm insanlık için bir merak konusudur. Ölüm, ölüm sonrası hayat gibi kavramlar hemen her toplum ve dinde, hatta dinlere inanmayanlarda dahi bir araştırma konusu olmuştur. Açıkçası İslamiyet’ te ölüm ve sonrası çok açık belirtilmiştir. Kuran-ı Kerim’ e bakıldığında insan öldükten sonra cesedi çürür. Mahşer günü geldiğinde tekrar diriltilir ve sorgu beklenir. Sonra muhakeme sonucuna göre de ya cennete ya da cehenneme gönderilir.

Ancak insanlar ölümden sonra ne olduğunu öğrenmek isterler. İçlerindeki “acaba?” sorusunu yenemezler. Çünkü mantıksal olarak çürüyen bir bedenin nasıl tekrar bir araya geleceğini tasavvur edemezler. Önceki ölenlerin adeta “yok olduğunu” gören insanoğlu, yok oluş kavramıyla karşı karşıya kalır. Bu durum ile hiçbir “düşünen” insan karşı karşıya kalmak istemez.

İnanılan din, mahşere kadar bir nevi uyku halini ön görür. Mahşerde herkes diriltilecektir. Diriltilme için bedenin korunmuş olması gerekmektedir. Beden madem çürüyor ise o halde Ruh denilen kavram yeniden dirilecektir. Ruh bir bedene sahip değildir (Bilimsel olarak ta zaten Ruh diye bir şey yoktur.). Ruh tarif edilemez bir formdadır. İslami açıdan ruh üflenerek birey can bulur. O halde Ruh bir nevi enerji veya ona benzeri bir formdadır. Bedensizdir. Dolayısı ile beden olmadığı için çürümez ve yok olmaz. O halde Ruh yeniden dirilecek ise ölümden sonra mahşere kadar bir yerde beklemelidir. Bunu açıklayabilmek için ayetler eğilip bükülerek, amacı dışında anlamlar kazandırılarak Berzah Âlemi ve Kabir Hayatı gibi “Kuran dışı” kavramlar türetilmiştir.

Yani insanoğlu beynindeki “zaman” faktörünü aşamadığından bu durum ile karşılaşılmıştır. Mesela insan gece uyku durumunda iken sabah uyanır. Bu durum Kuran’ da bireyin öldürülmesi ve yeniden diriltilmesi ile betimlenir. “O, geceleyin sizi ölü gibi kendinizden geçirip alan (uyutan) ve gündüzün kazandıklarınızı bilen, sonra da belirlenmiş eceliniz tamamlanıncaya kadar gündüzleri sizi tekrar diriltendir (uyandırandır). Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır. Sonra O, işlemekte olduklarınızı size haber verecektir.” [ En’am-60]. Bu aşamada bireyin bedensel bütünlüğü korunmaktadır. Aradan belirli bir zaman dilimi geçmiştir. Ancak mahşere kadar uyku ve bedenin çürüyerek yok olması gibi kavramlar insanoğlunu korkuttuğundan, bu süreyi tanımlayabilecek, “Dine uygun” bir senaryoya/hikâyeye ihtiyaç duyulmuştur. Öncelikle bu senaryo için Kurandan ayetler cımbızla ayıklanıp kaynak oluşturulmalıdır. Daha sonra diğer semavi dinlerden ve pagan dinlerden hikâyeler sentezlenerek, uydurma hadislerle de desteklenerek Kabir Hayatı ve Berzah Alemi kavramları yaratılmıştır.

Daha önce belirttiğimiz üzere Berzah kelimesi engel/engelleme manası taşır. Berzah kelimesinin kullanıldığı bir başka ayete göz atalım:

“Birinin suyu tatlı ve serinletici, diğerininki tuzlu ve acı olan iki denizi salıverip, aralarında da karışmalarını önleyen bir (Berzah) perde koyan, Allah’tır.” [FURKAN-53]

Furkan-53 de temel alındığında berzah kelimesi engel manası taşır. Başka bir manası da yoktur. Arapça da kelimelerin tam anlamı vardır ki edebi açıdan Arapçanın iyi ve zengin bir dil olmasının sebebi de budur. Kelime bulunduğu cümleye göre anlam kazanmaz. Farklı anlamlar barındırmaz. Berzah kavramına “Engel Âlemi” demek asıl olarak inanan birisi için küfürdür.

Kısacası çürümeyen ve bozulmayan “Ruh” için bir bekleme salonu tasarlanmıştır.

En önemli unsuru sona sakladım. Madem insanların yargılanma ve ceza süreci “Hiç Şüphesiz” Allah tarafından onun huzurunda olacak, onun yargılaması veya ödül-ceza mekanizmasını işleten başkaca varlıklar var ise, kendilerini O’nun yerine koydukları için cezalandırılmaları gerekir. Allah karar vermeden birey cezalandırılamaz veya ödüllendirilemez. O halde kabir hayatında ceza veya ödül olamaz çünkü birey hakkında daha hüküm verilmemiştir.

Yusuf-40: “Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanızı emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Daha da Berzah Âlemi ve Kabir Hayatı için ayetleri birbiri ile çaprazlayıp eğip bükenler, açıkça Kuran-ı Kerim’de belirtilmediği halde varmış gibi anlam kazandırmaya çalışanlar şu ayeti hiç okumadılar mı: “Allah size Kitap’ı ayrıntılı kılınmış bir halde indirmişken, Allah’ın dışında bir hakem mi arayayım?” [Enam-114]

Tüm bunların haricinde, tüm melekler insanoğluna secde etmek için emir almış ise, Allah’ın hüküm kararı olmadan hangi melek/melekler secde etmeleri gereken insanoğluna ödül ya da ceza verebilir?

Bunların haricinde Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi, Tefsir kürsüsü öğretim üyelerinden Prof. Mehmet Okuyan, İbnü’l-Cevzi’yi referans göstererek kabir azabıyla ilgili hadislerin sahih olmadığını belirtmiştir. Yine o, ölünün kabirde ezanı duyacağını bildiren hadislerin, ölen peygamberlerin 40 gün ruhlarının kendilerine iade edildiği veya ana babasının veya birisinin kabrini Cuma günü ziyaret edip Yasin okuyanın günahlarının bağışlanacağını veya kabirde birbiriyle konuşmalar olacağını bildiren rivayetlerin uydurma olduğunu belirtmiştir. (İbnü’l-Cevzi, Kitabul’l-Mevdû’ât, s.237-238-239) (Prof. Mehmet Okuyan, s.160-161)

Maalesef sevgili inanan kardeşlerim, Berzah Âlemi veya Kabir Hayatı diye bir şey yok. Sen inanabilirsin ve buna saygım sonsuz. İnancın beni ilgilendirmiyor. Ancak neye inandığını bil. Araştırmaların sonucu bu âlemlere inanmayı seçersen eyvallah. Yeter ki araştır. Onun bunun lafı ile inanma. Okuduğuna ve araştırdığına inan. Ancak bu kadar Kurani (Kuran-ı Kerim kaynaklı) kanıta rağmen hala hadis vs. diye tutturuyorsan seçim senin.

Ancak tüm bu tartışmalar içerisinde, asıl olarak bu kavram ve düşünce farklılıklarının oluşma sebebi din içi çelişkiler. İnsanlar gördükleri, yaşadıkları ve kanıtlanmış olan kavramlar ile inandıkları kavramlar arasında çelişki görüyorlar. İnanılan din buna cevap veremiyor. Durum böyle olunca da bir savunma mekanizması olarak “Uydurma Âlemler” devreye giriyor.

Kendi içlerinde ortada bir çelişki olduğunun farkındalar. Bir şeylerin ters olduğunu biliyorlar. Ancak bunu kabul etmek o bireyler için o kadar zor ki… Düşünsenize inandığınız, uğruna yaşadığınız nice kavramlar aslında yok. Birisi öldüğü zaman yaptığınız davranış ve ritüellerin hiç birisi İslami değil. Aksine birçoğu İslamiyet öncesi Tengricilik döneminden kalma. Kısacası eğer inanmak istiyorsanız, yani kendinizi “inandırmak istiyorsanız”. Eğip bükmek suretiyle size kanıt çok. Siz doğruyu görüyor ve biliyorsunuz.

Biz mi? Bizler size göre kâfir, gâvur, müşrik, domuzdan farksız, her akşam içip içip ona buna sarkan, yozlaşmış, inançsız olduğundan her türlü ahlaksızlığı kendine mubah sayan, karısını-kızını kimseden kıskanmayan, hırsız, ikiyüzlü, çıkarı için vatanını bile satabilen, ülkeyi içki masalarında kurmuş yığınlarız.

O yüzden bu yazıyı kafası bir milyon, Allah’ın sevgisinden mahrum olmuş, öteki dünyanın sonsuz nimetlerini kaybetmiş, sapkın bir beynin ürettiği saçmalıklar olarak nitelendirip mutlu mesut yaşamaya devam edin. Unutmadan; eğer vicdanlı iseniz olur da bir gün bulunduğumuz bu gaflet uykusundan uyanmamız ümidiyle de “Allah Islah Etsin” talebinizi göndermeyi de unutmayın lütfen. (Bakınız: Site Başyazarı ve Yöneticisi A.KARA’nın bu sitede yer alan “Sıradaki Islah Talebi Lütfen” başlıklı yazısı)
Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu:
  1. Objektif olarak inançlı, vicdanlı ve açık yürekli okurlarımıza tavsiyem bu yazıma reddiye geliştirmeden önce ölüm sonrası yaşam ile ilgili Tengricilik dönemi, Şamanizm, Yahudilik ve Hristiyanlık kaynaklarını ve inançlarını iyi inceleyip öyle beni eleştirsinler. Özellikle İslami kaynakları iyi okuyun. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. O kadar çok bilgi ve kaynak var ki ibadullah mevcut. Bu yazıda sadece kısa notlar ve özetler ile bilgilendirme yapmaya çalıştım.
  2. Konudan ayrı olmakla beraber, başta Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere, VATAN uğrunda ölen tüm “Vatan ve Görev Şehitlerini” saygıyla ve minnetle anıyorum. Atamız zamanında biz bu gaflet uykusundan uyanalım diye çok uğraştı ama nafile… Layık olamadık… Sahip çıkamadık…
Yazan: Demon Product

DİN VE BİLİM 3 | NAMAZ ÇELİŞKİLERİ

din, din ve bilim, DP, Enam 38, İslamda namaz uygulaması, islamiyet, Kutuplarda namaz, Nahl 89, Namaz çelişkileri, Namaz saatleri, Namaza dair çelişkiler, Sorularla İslamiyet,
Toplumumuzda yer alan hemen her kesimin (ister inançlı ister inançsız), hatta dünya İslam aleminin aklına takılan bir husus vardır: “Kutuplarda namaz nasıl kılınır, Mars’ ta namaz kılmak zorunda kalırsak vakitleri nasıl belirleyeceğiz ve yönümüz ne olacak?”. Bu yazımda, daha önce bazı makalelerimde olduğu gibi, mümkün olduğunca kişisel yorum yapmayacağım. Önünüze karşılaştırma yapabileceğiniz verileri koyacağım ve mukayeseyi size bırakacağım. Bu konuya daha önce bazı yazarlar değinmişti. Toplumumuzda ve dünyada da buna açıklamak isteyenler oldu. Ancak ya kimse cevap bulamadı ya da cevaplar kimseyi tatmin edemedi. Gerçi inançlılar için sorun yok, “Hoca efendiler” onlara zaten her şeyi açıklayabiliyor.

Hepimizin bildiği üzere kutuplarda 6 ay gündüz, 6 ay gece yaşanır. Mars gezegenini ele alalım. Orada kıble elbette Dünya olacak çünkü Kâbe Dünyada. Peki, oraya gelen güneş ışını açısı? Vakitler nasıl belirlenecek? Sakın takvim - saat demeyin çünkü Dünyada kullanılan saatler ve takvim orada işlemeyecek. Nedeni, marsın yörünge süresi 687 dünya günüdür. Dünya gibi 365 gün değildir. 1 gün orada 24 saat 39 dakika 35.2 saniyedir. Bir Mars yılı 1.8809 Dünya yılıdır, yani Dünya zaman birimiyle tam olarak 1 yıl, 320 gün ve 18,2 saattir. 1 dünya günü orada yoktur. Mars günü SOL diye adlandırılır. Marsta bir gün, “1 SOL” diye geçer.

Ya gelecekte uzayda seyahat eden bir Mümin’in durumu? Güneş ışını yok, vakitler yok, takvim yok.
Bu noktada “Her şey Kuran’da yazmaz. Sen mantık ile bulacaksın. Allah akıl vermiş” dersen kâfir olursun. İnançlı biri için Kuran apaçık ve eksiksizdir. Bunun için kanıt isteyenler şu iki ayete baksınlar:

Enam 38: "Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler." (Diyanet İşleri)

Nahl 89: "(Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şahit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şahit olarak getireceğimiz günü düşün. Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama, doğru yolu gösteren bir rehber, bir rahmet ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik." (Diyanet İşleri)

Kısacası aslında orada anlatılmak istenen diye başlayan cümleler kurup inandığınız dinden çıkıp kâfir olmayın.

Yazıda konuyu 3 ayrı başlıkta inceleyerek bu bilgileri karşılaştıracağız:
1. İslami Açıdan Namaz Vakitlerinin Belirlenmesi (Kuran-ı Kerim).
2. Kutuplarda Namaz Vakti Belirlenmesi.

a) Kutuplarda Namaz, www.sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntı:
b) Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, http://www.milliyet.com.tr/kutuplarda-namaz-saatleri-sorununa-yanit-bulundu-gundem-1403243/ sitesinden alıntı:

3. Daha Önce Bahsedilen 2 Başlığın Karşılaştırılması.
Yazıya giriş yapmadan önce, eğer daha önce okumadıysanız, aşağıda verilen namaz ile ilgili bazı ayetleri anlayarak okuyun. Herhangi bir yanlış anlamaya yer açmamak için bu ayetleri daha sonra içerisinde bulundukları sureler ile okuyun ki kimse “cımbızla ayıkladıkları ayetler ile yanlış bilgi veriyorlar” demesin. Hatta lütfen kendinizde bununla ilgili araştırma yapın ki bir kısım tarafından şahsımıza yapılan “milleti yönlendiriyorlar” suçlaması ile karşı karşıya kalmayalım.

1. İSLAMİ AÇIDAN NAMAZ VAKİTLERİNİN BELİRLENMESİ (KURAN-I KERİM)

11:114 - Gündüzün her iki tarafında ve gecenin saçaklarında (gündüze yakın olan saatlerinde) namaz kıl! Muhakkak ki, iyilik kötülükleri giderir. Bu ise, düşünebilenlere bir öğüttür.

17:78 - Güneşin batıya kaymasından, gecenin karanlığına kadar (belirli vakitlerde) gereği üzere namazı kıl, bir de sabah namazını kıl. Çünkü sabah namazında, gece ve gündüz melekleri hazır bulunur.

17:79 - Gecenin bir kısmında da sadece sana mahsus bir nafile olmak üzere uykudan kalk, Kur'ân ile teheccüd namazı kıl, Rabbinin seni bir makam-ı mahmuda (şefaat makamına) göndermesi kesindir.

24:58 - Ey iman edenler! Ellerinizin altında bulunan (köle ve cariyeleriniz) ve içinizden henüz erginlik çağına girmemiş olanlar, sabah namazından önce, öğleyin soyunduğunuz vakit ve yatsı namazından sonra (yanınıza gireceklerinde) sizden üç defa izin istesinler. Bunlar mahrem halde bulunabileceğiniz üç vakittir. Bu vakitlerin dışında ne sizin için, ne de onlar için bir mahzur yoktur. (Birbirinizin yanına girip çıkabilirsiniz.) İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklar. Allah her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

73:20 - Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden daha azında, yarısında ve üçte birinde kalktığını, seninle beraber bulunanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını biliyor. Gece ve gündüzü Allah takdir eder. O, sizin onu sayamayacağınızı bildi de sizi affetti. Bundan böyle Kur'ân'dan size ne kolay gelirse okuyun. Allah, içinizden hastalar, yeryüzünde gezip Allah'ın lütfunu arayan başka kimseler ve Allah yolunda savaşan daha başka insanlar olacağını bilmiştir. Onun için Kur'ân'dan kolayınıza geldiği kadar okuyun, namazı kılın, zekatı verin ve Allah'a güzel bir borç verin (Hayırlı işlere mal sarfedin). Kendiniz için gönderdiğiniz her iyiliği, Allah katında daha hayırlı ve sevapça daha büyük olarak bulacaksınız. Allah'tan bağış dileyin. Kuşkusuz Allah bağışlayandır, merhamet edendir.

2. KUTUPLARDA NAMAZ VAKTİ BELİRLENMESİ
a) Kutuplarda Namaz, www.sorularlaislamiyet.com sitesinden alıntı:
Namazların kutuplarda nasıl kılınacağına dair bilgiler bizzat Hz. Peygamber (a.s.m)’den gelmiştir. Deccal hadisi olarak bilinen hadiste Hz. Peygamber (asv),
“Deccal yeryüzünde kırk gün kalacaktır. Bu kırk günün bir günü bir yıl gibi, bir günü bir ay gibi, bir günü bir hafta gibi, diğer günleri ise normal günleriniz gibi olacaktır.” deyince ashab, uzun günlerde bir günlük namazın yeterli olup olmadığını sormuşlar, bunun üzerine Hz. Peygamber “Hayır bir günlük namaz yeterli değildir; namaz vakitlerini takdir edersiniz.” buyurmuştur (Müslim, Kitabu’l-Fiten ve Eşrâtu’s-Sâat, 20).
Bu hadis, vakitlerin oluşmamasının namazı düşürmeyeceğini ve vakit oluşmayan bölge ve zamanlarda vakitlerin takdir edilerek namazın kılınması gerektiğini açıkça göstermektedir. İlâhî hitabın gereği bütün Müslümanlar, günde (24 saatte) beş vakit namazı kılmakla mükelleftirler. Dünyada, bazı bölgelerde bazı vakitler tam olarak oluşmasa da, kutuplara yakın bölgelerde günlerce, hatta aylarca güneş doğmasa veya batmasa da bir gün yirmi dört saattir ve tarih değişimi de buna göre olmaktadır.
Bu sebeple, bir bölgede herhangi bir namazın vakti gerçekleşmiyorsa veya tam olarak belirlenemiyorsa, takdir yapılarak namazlar kılınır. Oruç da namaza kıyas edilir, o da kutup bölgesine en yakın olan yerlerin normal saatlerine göre ayarlanır.
Bu hadiste on dört asır öncesinden, dünyanın bazı bölgelerinde altı ay gündüz, altı ay gece ve bu iki bölge arasında kalan bazı yerlerde de bir ay veya bir hafta güğneşin doğup batmadadığına işaret edilmiştir. Bu husus başlıbaşına bir mucizedir. Çünkü on dört asır önce böyle bir bilginin “b”sinden bile bahsedilemezdi.

Bediüzzaman Hazretlerinin şu ifadeleri konumuza ışık tutacak mahiyettedir:
“Alâmet-i Kıyametten olan Deccal hakkında Hadis-i Şerif de "Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü eyyam-ı sâire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer." rivayet ediliyor. İnsafsız insanlar bu rivayete muhal demişler. Hâşâ, şu rivayetin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve'l-ilmu indallâh, hakikati şu olmak gerektir ki: Alem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde tabiiyyûnun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı azîmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şahsın şimal tarafından çıkmasına işaret ve şu işaret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb-u şimaliye (kuzey kutbu) yakın dairede bütün sene, bir gece bir gündüzdür. Altı ayı gece, altı ayı gündüzdür. "Deccalın bir günü bir senedir." O daire yakınında zuhuruna işarettir. "İkinci günü bir aydır" demekten murad, şimalden bu tarafa geldikçe bazen olur yazın bir ayında güneş gurub etmez (batmaz). Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına tecavüzüne işarettir. Günü Deccal’e isnat etmekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele tulû’ ve gurub (gün doğumu-gün batımı) ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya'da esarette iken böyle bir yerde bulundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etmeyen bir yer vardı. Seyir için oraya gidiyorlardı…”(Sözler, Yirmi Dördüncü Söz, Üçüncü Dal, Asıl.)

b) Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR, http://www.milliyet.com.tr/kutuplarda-namaz-saatleri-sorununa-yanit-bulundu-gundem-1403243/ sitesinden alıntı:
Bayındır, Süleymaniye Vakfında yaptığı basın toplantısında, kutup bölgelerinde güneş hareketlerinin namaz ve oruç konusunun tartışılmasına neden olduğunu belirterek, Ocak ayında vakıftan bir heyetin Norveç’e gittiğini ve heyetin buradaki gözlemlerinin ardından, 5 vakit namazın 5’inin de Türkiye’deki derin vadilerde olduğu gibi tespit edilebildiğini kaydetti.
Kutuplarda binlerce Müslüman’ın bulunduğunu ifade eden Bayındır, "Norveç’in Tromso kentinde yaptığımız çalışmalar, bize kutuplarda güneş batmasa da gece, güneş doğmasa da gündüzün olduğunu gösterdi. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman da bunu destekleyen ayetler görüyoruz" dedi. Enbiya Suresi’nin "Geceyi, gündüzü ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir" mealindeki 33’üncü ayetini hatırlatan Bayındır, gece ve gündüzün güneşe bağlı bir varlık olmadığını, ikisinin de güneşten ayrı bir varlık olarak hareket ettiğini söyledi.

Prof. Dr. Bayındır, şunları kaydetti: "Kur’an-ı Kerim şunu da gösteriyor ki Dünya’yı, Güneş aydınlatmıyor.
Dünya’yı aydınlatan, Güneş ışınlarını aydınlığa çeviren gündüz dediğimiz varlıktır. Gündüz dediğimiz varlık ufkun altında da olsa, bunu aydınlığa çevirmektedir. Karanlığın oluşması, Güneş’in batmasından değil, gece denilen varlığın ortaya çıkmasıdır. Resim ve belgeseller üzerinde yaptığımız çalışmalarda da güneşin tepede olmasına rağmen karanlık olduğunu, Güneş’in yok olmasına rağmen gündüz denilen varlığın ortaya çıktığını görüyoruz. Güneş’ten yansıyan ışınları gündüze çeviriyor." "Kutuplarda namaz vaktinin girmemesi gibi bir şey söz konusu değildir. Vakitler çıplak gözle bile anlaşılabiliyor" diyen Bayındır, 22-26 Haziran’da Norveç’in Tromso kentinde ikinci bir çalışma yapacaklarını ve bunun kamuoyuna duyurulacağını anlattı. Bayındır, Kur’an-ı Kerim’de namazın ilk peygamberden son peygambere kadar kesintisiz kılındığının anlatıldığını belirterek, bu vakitlerin herkesi kapsadığını kaydetti.
İÜ Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Adnan Ökten’in bu çalışmalar sonucunda yeni bir takvimin yapılabileceğini söylediğini aktaran Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır, namaz vakitlerinin bölgesel nitelikte hazırlanması gerektiğini söyledi. Prof. Dr. Bayındır, havadaki bütün ufukların aynı karanlığa dönüştüğünde yatsı namazı vaktinin bittiğini anlatarak, konuşmasını şöyle sürdürdü: "Türkiye’de ve diğer İslam ülkelerinde yatsı ezanının okunduğu vakitte namaz vakti doluyor. Yani o ezan, yatsı namazının bittiğini ifade ediyor. İnsanlar başladığını zannediyor. Mezhepler üzerine yaptığım çalışmada, Hanefi, Şafii, Maliki ve Hanbeli mezheplerini kuran âlimlerin tamamı hava karardığı zaman yatsı vaktinin bittiğine tamamen ittifak ediyor. Çünkü ilgili hadis ve ayetler kesindir. Sonra ne olduysa Maliki mezhebi hariç, diğer mezhepler yatsı namazını sabah vaktine kadar uzatmış. Bu konuda da herkes, Kur’an-ı Kerim’in İsra Suresi’nin 78. ayetine bakarsa namazın vaktinin bittiğini görür."

3. DAHA ÖNCE BAHSEDİLEN 2 BAŞLIĞIN KARŞILAŞTIRILMASI
İlk başlıkta bahsettiğimiz üzere namaz vakitleri Kuran’da ayrıntılı olarak verilmiştir. Gece ve Gündüz kavramları ile sabah, öğle ya da geceden önce gibi kavramlar ayetlerde açık bir biçimde yer almaktadır. Yani Kuran-Kerim saat ve takvime yer vermemiş, aksine sadece Güneş ışınlarına ve Gece-Gündüz kavramlarına atıf yapmıştır. İlkokul Fen Derslerine girdiyseniz daha o dönem bu bilgiler ile tanışıyoruz. Gece ve Gündüz olayını güneş ve dünyanın o anki konumu belirler. Dünya üzerinde Gece ve Gündüz farklı zaman dilimlerinde ve farklı şekillerde yaşanır. Gündüzden kasıt güneş ışınlarının yeryüzünü aydınlattığı periyot, Geceden kasıt ise güneş ışınlarının artık ulaşmadığı periyottur. Sabah-Öğle-İkindi-Akşam gibi vakitler, yeryüzünün herhangi noktasında denk gelen güneş ışınının açısı ile bağlantılıdır. Dolayısı ile bu noktada eğip bükmek, “aslında şu denmek isteniyor” gibi kıvırmalar yersizdir. İnanan için ayetler açık seçik ortadadır. İkini başlık olan “2. Kutuplarda Namaz Vakti Belirlenmesi” altında, iki farklı görüşe yer verilmiştir. Bu hususta verilen bilgiler, çoğu İslami çevrenin kabul ettiği 2 farklı görüşü sunar. Birbirlerine paralel olmakla birlikte küçük nüanslar ile ayrılırlar. Açıkçası objektif olarak incelendiğinde her iki görüşte de doyurucu ve net açıklanan bir durum yoktur. Hemen her mezhep, İslami görüş veya hoca farklı açıklamalar getirmektedir. Çünkü ortada bilimsel bir kesinlik vardır. Madem namaz vakitleri için için saat-dakika-takvim kavramı değil, coğrafi kavramlar (güneş ışınlarının geliş açısı/ gece ile gündüz) geçerlidir, o halde 6 ay gündüz ve 6 ay gece olan bölgeler için durum nedir? Diğer gezegenlerde durum ne olacak? Uzayda seyahat ederken vakitleri nasıl belirleyeceğiz? Maalesef hiçbir İslami açıklama buna yanıt verememektedir.

Acaba namaz vakitleri ve zamanları belirlenirken kutuplar gibi yeryüzü bölgeleri veya diğer gezegenler (Hatta ay, oraya gidildi neticede) bilinmediği için bunlara yer verilmemiş olma olasılığı var mı? Yani kutsal kitabı yazanlar veya derleyenler bilmediği için olabilir mi? Yok, yazının başında bahsedildiği üzere Enam 38 ve Nahl 89’da Kuran-ı Kerim’in apaçık açıklayıcı ve eksiksiz olduğu yazılı. Böyle sapkın düşüncelere girip imanımı sakatlamak istemem (!). Demek ki kutuplarda namaz kılınmayacak. Ya da 6 ay gündüzün ilk başlangıcını sabah kabul edip kılacağız, Güneşin tam o noktaya doğrudan açı yaptığı 3 ay sonra öğle kılacağız, 2 ay sonra ikindi, 1 ay sonra akşam ve tam geceye dönüldüğünde de yatsı kılınacak. O halde günlük vakitler kaçmış oluyor? Pardon hocalar nasıl bir kıvırma metodu geliştirmişti? En yakın yerleşim birimi… Ya en yakın yerleşim birimi de Kutup dairesi içerisindeyse? Yok Kutup çemberi dışında bir yeri baz almalıyız diyorlarsa bu noktada Kuran-ı Kerim ile çelişildi? Daha önce bahsedildiği üzere Kuran’da herhangi bir nokta için gece-gündüz kavramı ile güneş ışınları baz alınıyor.

Şu an diğer gezegenlerde hayatın olmadığını ve gezegenler arası yolculuğu hayal kabul edip günümüz gerçeklerine dönelim. Kutupları ne yapacağız? Namaz vakitleri hakkında ayetler bu bakımdan yeryüzünün tamamını kapsamamaktadır.

İstediğiniz kaynağa başvurun, istediğiniz bilimsel kaynaklara gidin, istediğinizi hocaya danışın. Hatta İlahiyat Profesörlerine danışın. Bilgi alın. Aldığınız bilgileri karşılaştırın. Bakın bakalım sonuç ne çıkacak. Bu yazıyı deli saçması olarak görüp dikkate almayın. Hatta bu yazıyı tamamen zırva olarak nitelendirin. İyi de çelişkiler ortada duruyor? Bir açıklama getirsenize?

Birkaç yıl önce Ramazan programında, astronomik rakamlarda para alıp program yapan “Alim” olan hocaya şöyle bir soru gelmişti: “Hocam ayda veya kutuplarda namaz nasıl kılacağız?” Cevap şöyleydi: “Hele sen bir oraya gitme işini hallet, o zaman cevap veririm”. Böylesine alaycı ve sığ bir biçimde cevap verilen genç şaşkınlık içerisinde yerine otururken hocanın vermiş olduğu “mükemmel” cevapla tatmin olan seyirci kitlesi dalga geçer gibi gence bakıyordu.

Dini Bilim ile açıklamak ya da Bilimi Din ile bağdaştırmak. İster semavi olsun ister olmasın hemen her dinde bu çaba vardır. Basit anlamda Din, inanç işidir. İnanç, elle tutamadığınız, gözle göremediğiniz, test edemediğiniz, ölçemediğiniz, değerlendiremediğiniz, kanıtlayamayacağınız bir unsurdur. İslamiyet’ in ilk şartı olan kelime-i şehadet getirirken dahi ilk olarak “Eşhedü” kelimesini kullanırsınız. Eşhedü kelimesi, “şehadet ederim ki, yemin ederim ki, şahit olurum, tüm benliğimle inanırım” manaları taşır.

İnsanlar, inancı kullanarak gözlemlediği ve karşılaştığı, ancak anlayamadığı durumları açıklamaya çalışır. Örneğin eski çağlarda kuyruklu yıldız gören birisi, uzay, meteor gibi kavramları bilmediğinden bu hususu doğaüstü/metafizik unsurlara dayandırarak açıklamaya çalışmıştır. Evrenin, yeryüzünün ve insanın yaradılışı, gökyüzü, afetler, doğa olayları gibi daha birçok karşılaşılan ya da açıklanamayan (örneğin yaradılış) gibi unsurlar hep inanç temellidir.

Özellikle 16. Yüzyıldan itibaren bilimde gözlemlenen gelişmeler sayesinde evrenin oluşma ve çalışma mekaniğine dair kuramlar oluşturulabilmiş; evrenin, yeryüzünün ve insanın yaradılışına dair gizemlerin büyük bölümü çözülmüştür. İnsanoğlu’nun gözü önünde cereyan eden bu gelişmeler, dini metinler ile çelişki oluşturmaya başlamıştır. Bir tarafta kesin kanıtlar, bir tarafta da inançlar. Bu durumdan rahatsız olan dini çevreler, dini kitaplarda yer alan söylevleri, tespit edilen bilimsel buluşlar ile izah etmeye çalışma gayreti içine düşmüşlerdir. Doğal olarak her bilginin semavi kitaplarda yer alması ya da açıklanmış olması gerekmektedir.

Daha önce yayınlanan “Din ve Bilim 1” ve “Din ve Bilim 2” başlıklı makalelerimde bu konuya yer vermeye çalışmıştım.

Din ile Bilim’i yan yana koymaya, hele hele onları birbirleri ile örtüştürmeye çalışmayın. Ya dininizi ya da bilimi kaybedersiniz. Yok, “ben ikisini de yürütüyorum. Din ve Bilim birbiri ile çelişmiyor” gibi bir düşünce yapısı içerisindeyseniz, bu ütopik dünyanızda size iyi yolculuklar dilerim.

Son olarak namazı 5 vakit olarak söylerken bu Sünni İslam anlayışına göredir. Şia’ya göre namaz 3 vakit kılınır. Onlara göre 3 vakit kılınması gerektiğini bizzat Kuran-ı Kerim söylemektedir ve bu konuda ayetler vardır. Bu da ayrı bir konu.

Yine soruları ortaya koyup hiçbirine cevap bulamadığım için özür dilerim. Bunca Bilim insanı ve Din Âlimi’ nin cevap bulamadığı veya cevapta müttefik olamadıkları bir konuda benim bir açıklama bulmamı elbette beklememelisiniz. Sağlıcakla kalın.

DİN, GÜÇ VE İTAAT OLGUSU

Celal Şengör, din, Dinlerin çıkış amacı, Dinlerin ortaya çıkışı, DP, Stanford hapishane deneyi, Tapınma ve emir alma güdüsü, İtaat olgusu,Din ve güç,İlkel insanın tapınma isteği
Daha önce “İnanç Tarihi ve Sınav Üzerine Bazı Teoriler” adlı yazımda bahsetmiştim Sineklerin Tanrısı adlı kitaptan. Adaya düşen bir grup çocuğun başlarında yetişkin olmadan yaşadıklarını anlatıyordu. Çocuklar arasında liderlik ve yönetim hırsı baş gösteriyor bu da aralarında gruplaşmaları ve rekabeti getiriyordu. Sonunda bu rekabet aralarında cinayet ve öldürmeye kadar ulaşıyordu. Bunu yapanlar daha çocuktu. İktidar ve güç için tanrısal ögeleri ve canavarları devreye sokuyorlardı. Kafalarında oluşturdukları varlıklara çeşitli güçler yüklüyor ve onlara ya tapıyorlar ya da korkuyorlardı. William GOLDING tarafından 1950’lerde kaleme alınan bu kitap oldukça iyi bir satış grafiği tutturmuştu. Sürükleyici ve macera içeriği yoğundu.

Romanı kafamda yoğurdum. Bu çocukların yaşadıkları bizle yani günümüz toplumları ile fazlasıyla örtüşüyordu. Liderlik, iktidar hırsı, gruplaşmalar, ötekileştirmeler, güç için ilahi varlık tasarlama ve kullanma, şefaat isteme ya da korkma hatta bunların cezalandırmasından örnek vererek grupları korkutmak)

İster yaratıcı olmadığını, bir mutasyon ve evrim sonucu primat kökenli bir yaratık olduğumuzu, diğer hayvanlardan bizi ayıran tek ve en önemli özelliğin zekâ ve akıl olduğunu ya da Allah’ın/Tanrı’nın/Yaratıcı’nın var olduğunu, tüm evreni ve yaratılmışları onun yarattığına inanın. Neye inandığınız ya da inanmadığınız çok önemli değil.

İnsanoğlu güce tapar ve boyun eğme içgüdüsü ile hareket eder. Daima Alfa’sını, dominant türdeşini veya sosyal yapı içerisinde liderini arar. Bunu yapmayan tek bir insanoğlu yoktur. Kesinlikle peşinden gittiği bir güç vardır.

İlkel, gelişmemiş beyninin bir köşesinde hep tapınma, saygı duyma, emir alma güdüsü vardır. Sosyal statünüz veya yaşantınız her ne olursa olsun bu sabittir. Bu tapınma hiyerarşisi içerisinde bulunduğunuz statüler sadece astlarınıza hükmetmenizi sağlar. Ancak hükmettiğiniz çoğunluğa rağmen kesinlikle bir üstünüz vardır. Nihai üst ister doğa, ister evren, ister yaratıcı olsun. Bazen bu üstü siz yaratırsınız. Çünkü ihtiyacınız vardır.

Herhangi bir güç hiyerarşisine inanmayan insanlarda dahi hayatının bir noktasında bu durum vardır. Yorgun düşüldüğünde metabolizmayı ele geçiren bir mikrop gibi vücutta parazit olarak yaşar. Ne zamanki ruhsal veya bedensel bir dengesizlik yaşanır, işte o noktada bu parazit mikrop devreye girer ve bir güçten yardım istersiniz. Bu güç bazen ruhani bir varlık, bazen de bir insan olur. Talimat dinlersiniz. Sığınacak bir güce ya da varlığa ihtiyacınız vardır.


Tüm yaratılmışlar bir şeyin peşinden koşar. İşte bu “Şey” sizi şekillendirir. Biçime sokar. Yön verir. Amaç sağlar. Evrildiğinden/Yaratıldığından bu yana bu sistem hiç değişmemiştir. Bazen gücü seçebilirsiniz. Bu sayede bir çoğunluk/sosyal yapı içerisinde liderinizi belirlersiniz. Bu güç bazen site yöneticisi, bazen siyasi parti lideri, bazen takım kaptanı olabiliyor.

Her ne kadar amaç özgür iradeniz ile yapıyı idare edecek bir beyin seçmek gibi gözükse de aslında Alfa’nızı seçersiniz.

Bazen doğduğunuzda tapınılacak güç, dominant birey, lider otomatik olarak önünüze konur. Koşulsuz biat etmeniz istenir. Sizde sistem içerisinde biat edersiniz. Oradan sizin çocuğunuza, o da onun çocuğuna, o da onun çocuğuna…

İnsanoğlu denen primat, ilk jenerasyonlarına ait kalıtsal özelliklerinin bir kısmını halen barındırır. Sosyal olarak yaşar. Avlanır, çoğalır, genlerini sonraki jenerasyonlara aktarmak ister. Sosyal yapı içerisinde kendisine biçilen görevi üstlenir. Tabii biat edeceği lideri ile birlikte. Bu lider bazen “En Güçlülerin Savaşı” ile belirlenir. Aynı günümüzde de olduğu gibi. Doğada sosyal yaşayan hemen hemen tüm türlerde lider, güçlülerin savaşı ile belirlenir.

Bu fikirleri radikal, gerçekten uzak, fantastik veya zırva olarak nitelendirebilirsiniz. Okumadığı bir kitabın dinine sıkı sıkıya bağlı çoklarımız gibi…

Şöyle yapalım. Stanford Hapishane Deneyi’ni duydunuz mu? Eminim birçoklarınız biliyor, belki makalelerden, belki kitaptan, belki filmden belki de arkadaş ortamından.

Kısaca hatırlayalım. 1971 yılında Philip Zimbardo isimli bir sosyal psikolog, insanların sosyal rollere nasıl tepki verdiğine dair bir deney düzenleme kararı aldı ve Stanford Üniversitesi'nin Psikoloji Departmanı'nın bodrum katına inşa edilen sahte bir hapishanede, gardiyanlar ve mahkumlar olarak davranmalarını sağlayacak şekilde, 2 hafta sürecek olan deneyi için 24 kişiden oluşan bir grup erkek, üniversite öğrencisini deneyinde kullandı. Fakat Zimbardo deneklerine hangi role sahip olacaklarını, onların haberi olmaksızın belirledi. Deneklere, önceden bunun 2 haftalık bir deney olacağı, bir hapishanenin simüle edileceği ve gün başına 2012 parasıyla 85 dolar alacakları bildirildi.

Mahkumlara deney süresince gardiyanların emirlerini dinleme zorunluluğu yükledi. Gardiyanlara ise mahkumlara sözlerini geçirebilmek için olabildiğince sert davranmalarını; ancak şiddete kesinlikle başvurmamalarını tembihledi. Zimbardo, sonradan yayınlanan görüntülerde, deney öncesinde gardiyanları eğitirken şunları söylüyordu:
"Mahkumlar üzerinde can sıkıntısı hissi yaratabilirsiniz, bir dereceye kadar korku yaratabilirsiniz ve onların hayatlarını tamamen rastgele güçler tarafından, sistem tarafından, sizler ve bizler tarafından kontrol edildiği hissine kapılmalarını sağlayabilirsiniz. Ve kesinlikle özel hayatları olmayacak. Onların bireyselliklerini çeşitli yollarla ellerinden alacağız. Genellikle bunun sonucunda, kendilerini güçsüz hissederler, bunu bekliyoruz. Yani bunun sonucunda, biz tüm güce sahip olacağız, onlarsa hiçbir güce..."

Gardiyanlar, tıpkı gerçek gardiyanlar gibi giydirildi, ellerine tahta sopalar verildi ve tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratılmaya çalışıldı. Göz temasına engel olması amacıyla aynalı gözlükler verildi. Mahkûmlaraysa, tıpkı gerçekte olduğu gibi, oldukça rahatsız edici bir mahkûm kıyafeti giydirildi ve bileklerine birer zincir vuruldu. Gardiyanlara, mahkûmları onlara atanmış ve mahkûm kıyafetlerine işlenmiş numaralar ile çağırmaları tembihlendi. Böylece tamamen gerçek bir hapishane ortamı yaratıldı.

Zimbardo, 14 Ağustos 1971 günü, "mahkum" konumunda olacakları kendi evleri önünde ansızın, beklenmedik bir zamanda tutuklayarak deneye dâhil etti. Tutuklamaları Palo Alto polisi, Zimbardo ile anlaşmalı olarak yaptı ve mahkûmları silahlı soygun suçuyla suçladı. Mahkumlar, tüm gerçek tutuklanma prosedürlerinden geçirildi, parmak izleri alındı ve profil fotoğrafları çekildi. Polis karakolundan sonra, sahte hapishaneye gerçek bir mahkûm taşıma aracıyla transfer edildiler.


Hapishanedeki her bir hücre, 3 mahkûma ev sahipliği yapmaktaydı. Hücreler oldukça dardı; mahkûmlar için bir hapishane bahçesi yaratılmıştı ve gardiyanlar içinse geniş, rahat alanlar kurulmuştu. Gardiyanlar, üçlü gruplar halinde, 8 saatlik vardiyalarla çalıştılar. Gardiyanların görev sonrası hapishane alanında bulunmaları gerekmiyordu.

Deney bu şekilde başladı ve göreceli olarak sorunsuz bir ilk günden sonra, daha ikinci günden ortalık karışmaya başladı. İkinci gün, 1. Hücre'de kalan mahkûmlar kapılarını yataklarla bloke ederek, kıyafetlerini çıkardılar ve gardiyanları dinlemeyeceklerini söyleyerek emirleri reddettiler. Olaylar bu şekilde başladı ve sonuçlar oldukça rahatsız edici düzeydeydi.

Sıradan ve normal sayılacak üniversite öğrencileri sadece birkaç gün içerisinde vahşi düzeyde sadist gardiyanlar ve gitgide korkaklaşan mahkûmlara dönüştüler. Her geçen gün, her biri, rollerine daha da bağlı hale geldiler. Günler geçtikçe, gardiyanlar giderek şiddetlenen psikolojik kontrol taktikleri geliştirmeye başladılar. Örneğin isyanlara katılmayanları aldıkları özel bir hücre yarattılar ve burada onları ödüllendirmeye başladılar. Benzer şekilde, mahkûmların yatak çarşaflarını ve süngerlerini alarak onları metal yataklarda uyumaya zorladılar. Kısa süre içerisinde gardiyanlar, mahkûmlara önce gizli, sonrasında ise açık şiddet uygulamaya başladı. Yemeklerini yemeyenler için gardiyanlar tarafından karanlık bir oda yaratıldı ve oraya hapsedilme cezası uygulanmaya başlandı. Sadece 36 saat içerisinde, 8612 numaralı "mahkum", Zimbardo'nun tanımıyla "çılgın" tavırlar sergilemeye başladı. Zimbardo, olayları şöyle anlatıyor:
"8612 numaralı mahkûm delice davranmaya başladı, bağırıyor, çığlık atıyor, küfrediyor ve kontrolsüz öfke nöbetleri geçiriyor. Onun gerçekten bu psikolojik durumda olduğunu kabullenmemiz epey bir zaman aldı ve sonunda onu salma kararı verdik."

Deneyin başlamasından sonra sadece 6 gün geçmesine ve deneyin içeriği tamamen rol olmasına rağmen sosyal ilişkilerin gerçekliğinden ötürü mahkûmlar ile gardiyanlar arasındaki ilişki o kadar sadist ve vahşi bir hale gelmişti ki, Zimbardo beklediği süreyi tamamlayamadan deneyini sona erdirmek zorunda kaldı.

Deneyin ilk günlerinden itibaren gardiyan konumundaki öğrenciler, sözlerini mahkûmlara dinletebilmek için giderek şiddetli hale gelen yöntemler uygulamışlardır. Mahkûmlar da, ilk günlerde gardiyan konumundakilerin gerçek hayatta "kendileri ile aynı düzeyde" olduğunu bildiklerinden inatçı ve "zoraki" bir şekilde rollerini üstlenen bir tablo çizmişler, ancak her geçen gün bu inatlaşmaya bağlı olarak artan gardiyan şiddeti, onları giderek uysal ve korkak bir hale getirmiştir.

Zimbardo, deneyden kendisinin bile etkilendiğini belirtmiştir, çünkü kendisi de deneyde "hapishane müdürü" rolüne sahipti ve tamamen rol yapması gereken gardiyanların, tamamen rol yapması gereken mahkumlara uyguladıkları şiddeti sürdürmesine izin verecek kararlar almıştır.

Bu deney, toplumun onlara biçtikleri rolleri farkında olmadan nasıl sahiplendiğini ve o rolün etkisinden çıkamadan, kontrolsüz bir şekilde yerine getirdiğini net bir şekilde ortaya koymuştur. Bu deney aslında “GÜÇ” denen olgunun yanlış ellerde, yanlış fikirler ile birleştiğinde neye dönüşebileceğini, “GÜÇ”e sahip olmayan bireylerin ise karşılaştıkları durumu mükemmel derecede açığa çıkartmıştır.

Dinlerin ortaya çıkışı da tam olarak bu şekildedir. Kastettiğim semavi dinler değil. Tüm inançlar. “İlkel insan yıldırımı görmüş, gücünden etkilenmiş ve ona Zeus demiştir. Denizin gücünü görmüş ve onu Poseidon ile tanımlamıştır. Patlayan volkan ve yer hareketlerini görerek Hades demiştir (Prof. A.M. Celal ŞENGÖR).”

İnsan tanımlayamadığı, açıklayamadığı bu gibi durumlarda bir tanrı sistemi oluşturmuştur. Bu tanrılara hikâyeler atfetmiş, karşılaştığı her şeyi bu ilahi varlıklar ile açıklamaya çalışmıştır. Eğer toprak ürün vermezse tanrı/tanrıça kızmıştır. Eğer verirse duaları/sunulanları kabul etmiştir.

Hemen her toplum birbirinin mitolojisinden/dinlerinden etkilenmiş ve günümüz dinleri oluşmuştur. En ilkel, medeniyetin ulaşmadığı kabilelerde dahi bir tapınma/tanrı mekanizması oluşturulmuştur. Totemler vb. yapıtlar insan ile tanrı arasındaki bağı kurmuştur.

Günümüzde bu inanç sistemi öyle sağlam temellere oturtulmuştur ki, adeta kusursuz işlemektedir.

İster devlet başkanı olun, ister ayakkabı boyacısı. İnançlı iseniz bir tanrınız var. Yani, edinilmiş öğretiler size yön veriyor. Ateist bir devlet başkanını ele alalım. Ülkesinin refahı için başka ülkelere avuç açmak zorunda. Ancak burada ayırıcı bir faktör var. Eğer bu ateist devlet başkanı GÜÇ piramidinin en üstünde ise o zaman kendini Tanrı görmeye başlıyor. Tüm güç onda. Ol derse olur. Günümüz Kuzey Kore liderlik sistemine bakın. Peki, bu “Tanrı” oyunu ne zamana kadar işliyor? Hastaneye düşene kadar. İşte orada Tanrı’lık gidiyor. Doktor ne derse ve yaparsa o. Bazen bu Tanrı Asker olabiliyor. Sizi kurtarırsa en ala. Kurtarmazsa gitti güzelim Tanrı’lık.

Bazı inançlı ülkelerde Din, güç piramidinin en üstündeki kişi/yapı için en önemli yönetim silahı. Kitleleri bir anda yönlendirebiliyorsunuz. Papa’nın tüm bölünmüş Avrupa’yı bir parmak hareketi ile nasıl Haçlı Seferlerine gönderdiğini hatırlayın. Selahaddin Eyyubi nasıl topladı ordusunu Hristiyanlığa karşı? Emeviler Türkleri nasıl kılıçtan geçirdi? Yahudiler nasıl diğer insanları kendilerinin kölesi görüyor? Katolik Adolf HITLER, ilk dönemlerinde halkı dindarlığı ile kandırmadı mı (Gott Mit Uns posterleri…) ? Engizisyon cadı diye kızları/kadınları yakıp infaz etmedi mi? Endüljans kâğıtları ile cennet toprağı satmadı mı? Bizim Hocalar televizyonlarda peygamber terliği, bilmem ne düası diye milletin dini duygularını sömürüp para kazanmıyorlar mı?

Sadece “inançlı biri başımızda olsun” mantığı ile ülke yönetiminin teslim edildiği toplumlara bakın.

Yazının ilk paragraflarını okuduğunuzda benimle aynı görüşü paylaşmadığınızı, hatta belki gülünç bulduğunuzu biliyorum. Ancak inanıyorum ki şu an fikirleriniz az da olsa değişti.

İstesek te istemesek te, kabul etsek te etmesek te bir “GÜÇ” hep olacak. Bazen bu gücü biz yaratacağız, bazen önümüze hazır olarak konulacak ve “aha bak ben inanıyorum çünkü bu doğru, hadi sende inan. Sonra çocuklarına da söyle onlarda böyle inansınlar. Bu sayede cennetlik olursun” denecek.

İşte dinler bu nedenle var. Çünkü bir şeylere inanmak istiyoruz. Yaradılışımızdan/evrimleşip “akıllandığımız” andan beri bir lider peşindeyiz. Çünkü başka türlü açıklayamıyoruz. Gerçekler suratımıza çarptığında da öfke nöbetleri geçirip sağa sola saldırıyoruz. Bazen bu gerçekler bizi öyle ele geçiriyor ki Ateist olunduğunda birey kendisini aydınlanmış hissedip kendisini diğerlerinden üstün sayıyor ve farkında olmadan bu düşüncesini bir “DİN” haline getirip bir ayrıştırma unsuru olarak kullanabiliyor.

Bu noktada bireyler için tek çıkış var. Sorgulamanın özünü de bu teşkil ediyor. Daima “GERÇEĞİN” peşinde olun. Bilimden ayrılmayın. Gözlemlenebilir, test edilebilir, toplumsal ve bireysel yararlar sağlayan düşüncelere zaman ayırın ve araştırın. Ötekileştiren, ayrıştıran ve acımasız bir biçimde sınıflandıran her düşüncenin karşısında olun. Hayatınızı mutlu yaşayın ve mutlu yaşatın.


Yazılı ve gözlemlenebilir insanlık tarihi incelendiğinde her inancın ötekileştirdiği, ayırdığı görülmüştür. Orta doğu din geleneğinin damıtılması ile elde edilip insanlığa farklı zaman aralıklarında servis edilen semavi dinler bile “insanlık için kurtuluş ve huzura erme” mottosu ile ortaya çıkmış, ancak kendisinden olmayanları ölüme mahkûm etmiştir. Hem bu dünya’ da hem de varsayılan ölümden sonraki yaşamda.

Dinlerin ortaya çıkmasının amacı GÜÇ oluşturma ve bu GÜÇ ile yönetmektir. İnsanoğlu yönetmek-yönetilmek ve hükmetmek-hükmedilmek ister. İşte bu primat kökenlerinden gelen açlığını doyurmak için de hiç görmediği, kanıtlayamadığı, sadece inanca dayalı sistemler geliştirmiş. Evet, şu an bu yazıyı okuyan sen. Sen de bu kategoriye dâhilsin. Sadece ya farkında değilsin ya da şiddetle reddediyorsun. Hatta şu an bana küfürler yağdırarak “zırvalamış” ya da “Allah ıslah etsin” diyebilirsin. Ancak gece uyurken yastığa başını koyup kendinle baş başa kaldığında bunların aslında doğru olduğunu görecek ve kabul edeceksin, bunun cevabı sende. Daha önce bahsettiğim gibi, zaten bu güdü beynimizin en ücra noktalarında var. O halde gelin bu açlığımızı “GERÇEKLER ve BİLİM” ile doyuralım.

Eğer gerçeklerden ve bilimden uzaklaşırsanız. O zaman Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi kendi tanrılarınızı yaratırsınız. Bugün olduğu gibi… Sineklerin Tanrısı adlı romanı okuyun ve ya filmini izleyin. Musa’dan, İsa’dan, Muhammed’den… Daha da önemlisi kendinizden bir şeyler bulacaksınız.

Zamanında bu arayış için ne kitaplar okuduk. Ne ayetler büktük. Semavi din kitaplarının her kelimesini araştırdık. Dünya inanç tarihinde ve mitolojilerde girmediğimiz delik kalmadı. Daha da detay mı istiyorsunuz. Site Başyazarı ve Yönetici dostum A. KARA’ nın şu dört yazısını sırası ile okuyun ve bunların üstüne yazımı tekrar okuyun.

Neden Deist Oldum – 1
Neden Deist Oldum – 2
Neden Deist Oldum – 3
Benim Tanrım

O zaman anlayacaksınız.
Sağlıcakla kalın.

Yazar Notu:
İş yoğunluğumdan bayağıdır bu yazımı bitiremiyordum. Arada takip ettiğim bazı gruplar var. Gerçek hayat bir yana sanal ortamda dahi kin kusuluyor. Her nedense din savunucuları hep karşımızda oldu. Zalim olan bizdik, sapkın olan bizdik, elimizden şarap düşmüyordu, her gece eğlencedeydik, marjinaldik, eşimizi/partnerimizi kıskanmayan varlıklardık, kötüydük, Allah ’sız Kitapsızdık, elimizden gelse dünyayı kaosa sürükleyecektik… İyi de biz böyle değiliz ki? Olur da bir misafirim eve geldiğinde namaz kılacak diye seccade var benim evimde. Bu ülke de yaşıyorum sonuçta. Kimsenin malına ve ırzına göz dikmiyoruz, hiç kimsenin malı, karısı ve kızı bana caiz değil, eşimin üstüne başka bir kadın/kadınlar getirip onları sıraya sokmak istemiyorum. Ben eşimi seviyorum. Evde alkol alıyorsam bardağım belli, olur da inancı gereği alkol alınan bardağı kullanmayan dostlarım için. Okumak isteyene her dinin kutsal kitabı var evimde. Arada (maalesef sadece aklıma geldiğinde) sokak hayvanları için marketten mama alıp onlara veriyorum. Vergimi veriyorum. Taksitlerimi ödüyorum. Evet? Tek kusurum gerçeğin ve bilimin koşmak mı? O halde ben bu kusurla yaşamaya razıyım. Varsın ben cehennemlik olayım.

Sineklerin Tanrısı kitabındaki çocuklar gibi olmak istemiyorum. Kimseyi, hiçbir canlıyı sınıflandırmak ve ötekileştirmek istemiyorum. İyilikleri ve düşünceleri dışında onların hiçbir şeyini istemiyorum. Kimin neye inandığı da zerre umurumda değil. Bana dokunmadıkları sürece...

Prof. Celal ŞENGÖR hocamdan bir alıntı: “Uzaydan Dünya’ya en ufak bir yok edici tehlike belirsin, bakın bakalım sınıf, millet, ülke, ötekileştirme kalıyor mu? Nasıl tüm insanlık birleşiyor. İşte o zaman Dünyalı olduğumuzu anlarız. Çünkü genlerimiz böyle.”

Kaynak (Stanford hapishane deneyi): Şeytan Etkisi Philipp G. Zimbardo - Haney, C., Banks, W. C., & Zimbardo, P. G. (1973). Study of prisoners and guards in a simulated prison. Naval Research Reviews, 9, 1–17. Washington, DC: Office of Naval Research

Yazan: Demon Product