HABERLER
Dini Haber
GF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
GF etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KUR-AN'DA BAŞ ÖRTÜSÜ VE BAŞ ÖRTÜSÜNÜN KÖKENİ

GF, din, islamiyet, Sümerlerde baş örtüsü, Tanrı adına seks yapanların baş örtüsü takması, Baş örtüsü kökeni, Sümer rahibeleri ve baş örtüsü, Kur-an'da tesettür,
İslam dünyasında çok sık tartışılan konulardan birisi de Kur'an-ın kadın müminlere başörtüsü zorunluluğu getirip getirmediği konusudur.. Gelenekçi Müslümanlar Kuran'da başörtüsünün kesin hüküm olduğunu ileri sürerlerken , reformist İslamcılar durumun böyle olmadığını iddia ederler. Bu yazıda Kur'an da ki başörtüsü meselesini ve türbanın kökeni hakkında ki bilgileri kısaca irdelemeye çalışıyoruz.

Kur'an da giyinmekle ilgili bir kaç ayet olmasına rağmen, başörtüsü ile ilişkilendirilebilecek tek bir ayet vardır , Nur Suresinin 31. ayeti .. Bakalım bu ayet ne anlatıyor bize.

وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاء بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُوْلِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاء وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِن زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَا الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ 

Ve kul lil mu’minâti yagdudne min ebsârihinne ve yahfazne furûcehunne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ mâ zahera minhâ, velyadribne bi humurihinne alâ cuyûbihinne, ve lâ yubdîne zînetehunne illâ li buûletihinne ev âbâihinne ev âbâi buûletihinne ev ebnâihinne ev ebnâi buûletihinne ev ıhvânihinne ev benî ıhvânihinne ev benî ehavâtihinne ev nisâihinne ev mâ meleket eymânuhunne evit tâbiîne gayri ulîl irbeti miner ricâli evit tıflillezîne lem yazharû alâ avrâtin nisâi, ve lâ yadribne bi erculihinne li yu’leme mâ yuhfîne min zînetihinn(zînetihinne), ve tûbû ilâllâhi cemîan eyyuhâl mu’minûne leallekum tuflihûn(tuflihûne).

Önce bu ayeti kelime kelime inceleyelim :
1. ve kul : ve de
2. li el mu'minâti : mü'min kadınlara
3. yagdudne : çeksinler, indirsinler
4. min ebsâri-hinne : (onların) gözlerinden, bakışlarından, bakışlarını
5. ve yahfazne : ve korusunlar
6. furûce-hunne : (onların) ırzları
7. ve lâ yubdîne : ve açmasınlar
8. zînete-hunne : (onların) ziynetleri
9. illâ : dışında, hariç
10. mâ : şey
11. zahera : zahir oldu
12. min-hâ : ondan
13. vel yadribne (ve li yadribne) : ve örtsünler - vursunlar
14. bi humuri-hinne : (onların) örtüleri
15. alâ : üzerine
16. cuyûbi-hinne : (onların) yakaları
17. ve lâ yubdîne : ve açmasınlar
18. zînete-hunne : (onların) ziynetleri
19. illâ : dışında, hariç
20. li buûleti-hinne : (onların) eşleri, kocaları
21. ev : veya
22. âbâi-hinne : (onların) babaları
23. ev : veya
24. âbâi buûleti-hinne : (onların) kocalarının babaları
25. ev : veya
26. ebnâi-hinne : (onların) oğulları
27. ev : veya
28. ebnâi buûleti-hinne : (onların) kocalarının oğulları
29. ev : veya
30. ıhvâni-hinne : (onların) erkek kardeşleri
31. ev : veya
32. benî ıhvâni-hinne : (onların) erkek kardeşlerinin oğulları
33. ev : veya
34. benî ehavâti-hinne : (onların) kız kardeşlerinin oğulları
35. ev : veya
36. nisâi-hinne : kadınlar
37. ev : veya
38. mâ meleket eymânu-hunne : (onların) ellerinin altında sahip oldukları, (cariyeler)
39. evit tâbiîne (ev et tâbiîne) : veya onlara tâbî olanlar, hizmetliler
40. gayri ulî el irbeti : kadına ihtiyaç duymayan
41. min er ricâli : erkeklerden
42. evit tıflillezîne : veya çocuklar ki onlar
43. lem yazharû : zahir olmaz, farkına varmaz
44. alâ avrâtin nisâ : kadınların avret yerlerine
45. ve lâ yadribne : ve vurmasınlar
46. bi erculi-hinne : (onların) ayakları
47. li yu'leme : bilinsin diye
48. mâ yuhfîne : gizlediklerini
49. min zîneti-hinne : (onların) ziynetlerinden
50. ve tûbû : ve tövbe edin
51. ilâllâhi (ilâ allâhi) : Allah'a
52. cemîan : topluca (hepiniz)
53. eyyu-hâ : ey
54. el mu'minûne : mü'minler
55. lealle-kum : umulur ki böylece siz
56. tuflihûne : felâha eresiniz

Bu incelemeye göre ayetin dilimize en yakın meali de şu şekilde oluyor :

Mü’min kadınlara de ki (söyle) , gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. görünen kısımlar müstesna, zîynet yerlerini göstermesinler. Örtülerini yakalarının üzerine örtsünler - vursunlar. Ziynetlerini, kocalarından, yahut babalarından, yahut kocalarının babalarından, yahut oğullarından, yahut üvey oğullarından, yahut erkek kardeşlerinden, yahut erkek kardeşlerinin oğullarından, yahut kız kardeşlerinin oğullarından, yahut Müslüman kadınlardan, yahut sahip oldukları kölelerden, yahut erkekliği kalmamış hizmetçilerden, yahut da henüz kadınların mahrem yerlerine vakıf olmayan erkek çocuklardan başkalarına göstermesinler. Gizledikleri ziynetler bilinsin diye ayaklarını yere vurmasınlar. Ey mü’minler, hep birlikte tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz!

Görüldüğü üzere ayette özellikle başı örtmek , saçı kapatmakla ilgili bir ibare bulunmuyor aksine ayet nerelerin örtülmesi gerektiğini açıkça belirtmiş. vel yadribne ifadesi örtmek , çapraz vurmak anlamı taşır. bi humuri-hinne ifadesi ise kadınların örtüleri demektir . Ayette açıkça kadınların ziynet yerlerini gizlemeleri için örtülerini yakalarına örtmeleri yani çapraz şekilde vurmaları salık veriliyor ayetin devamında ise yine ziynet yerlerini belli edecek şekilde ayaklarını yere vurarak yürümemeleri tavsiye ediliyor.. Burada ziynet yerleri sadece değerli takıların takıldığı yerler olarak algılanmamalı , ayette ziynet yeri olarak ifade edilen yerler , cinsel açıdan karşı cinsin ilgisini çekecek yerler olarak ifade ediliyor.
Bu ifadelerden başörtüsü anlamı çıkarmak için "örtmek" yani "hımar" kelimesinin yanına "baş" yani "re's" kelimesinin 'gelmesi gerekmektedir. Böylelikle ortaya hımarü-re's' ifadesi yani ‘başörtüsü’ çıkacaktır. Oysa ne ayette ne de Kur’an’ın herhangi bir yerinde 'hımarü-re's' diye bir tanımlama yoktur. Ayrıca Arapçada, kadınların başlarına örttükleri örtünün özel bir adı da vardır. Buna da ‘mikna’ ve ‘nasıfy denir. Hiç kimse Kur’an’ın herhangi bir yerinde ‘mikna’ ya da ‘nasıfy’ kelimelerinin geçtiğini gösteremez.. Kaldı ki iklim şartlarından dolayı erkeklerin bile başlarını örttükleri bir coğrafyada , sadece kadınlara özel olarak başın örtülmesi emri verilmesi formel mantık kurallarına da aykırı bir durum oluşturur..

Peki bu gelenek nereden geliyor ;
Türbanın yada baş örtmenin kökeni, eski Sümerler'deki tapınak fahişeleri'nin kendilerini diğer kadınlardan ayırt etmek için kullandıkları baş bağlama tarzına dayanır, zamanla onlardan Yahudilere ve Hristiyanlığa geçer ve nihayetinde İslam dünyasına sıçrar.
Sümer tapınaklarında rahibeler fahişe görevi yapıyorlardı. Bunlar Tanrı namına seks yaptıklarından kutsal sayılmış ve diğer kadınlardan ayrılmaları için başları örttürülmüştür.
Daha sonraları, M.Ö 1500 yıllarında Asurlular yaptıkları kanununlarla evli ve dul kadınları da başlarını örtmeye mecbur etmiştir. Fakat kızlar, cariyeler ve sokak fahişelerinin örtünmesi yasak tutulmuş, örtünürlerse cezai işlem uygulanması gerekli görülmüştür.
Böylece meşru seks yapan evli ve dul kadınları da mabet fahişeleri düzeyinde saymışlardır.
Bu gelenek Yahudilere geçmiş, dindar Yahudi kadınları evlenince saçlarını traş ettirip bir peruk veya başörtüsü ile başlarını örtmüşler. Hristiyanlıkta rahibeler aynı şekilde başlarını örtüyorlar. İlginç olanı Tevrat’ın son yazıldığı zamana kadar Yahudiler arasında Tanrı namına fuhuş yapan kadın ve erkekler varmış. Tevrat Tesniye 23:18′de “İsrailoğullarından ve kızlardan kendilerini fuhuşa vakdetmiş kimseler olmayacaktır. Kadınlar! Fuhuşun ücretini herhangi bir adak için Rabbin mabedine getirmeyeceksin, çünkü bunların ikisi de Rabbe mekruhtur.” şeklinde yazılıyor. Bunun yanında Yahudi fahişeleri yüzlerini ayrıca peçe ile gizliyorlardı.

Bugün dinin ve Kur'an-ın emri diye başlarını örtüp peçe takan müslüman kadınlar bu gerçekleri bilseler acaba bu uygulamayı terk ederler mi , yoksa bin yıldır tüm İslam aleminin sıkı sıkıya sarıldığı uydurulmuş geleneği yinede savunurlar mı ?
Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar

Yazan: Gregoire de Fronsac

NEFİLİM'LER VE DİN ODAKLI BİLİMİN RİYAKARLIĞI

GF, din, Nefilim, Neter, Sümer tabletlerindeki gözcüler, Tevratta nefilimler, İbrani mitolojisi, Krallar ve üstün yaratık nefilimler, yahudilik, Ölü Deniz Yazmaları, Enoch, din ve mitoloji,
İbrani mitolojisinde "Nefilim" , Mısır mitolojisinde "Neter" olarak adlandırılan ve ilk kez Sümer tabletlerinde karşımıza çıkan ve bir çok kültürde ortak anlatıya sahip olan bu "Gözcüler" gerçekten birer mit mi yoksa zamanın geçmiş dilimlerinde dünyayı ziyaret etmiş dünya dışı akıllı yaşam formları mı ?

Eski İbrani metinleri ve Tevratta bi kaç yerde onlara Nefilim deniyor , eski Mısır'da Neter , Sümer tabletlerinde ise Anunnakiler olarak karşımıza çıkıyorlar ve bir çok dilde ki anlamları aynı yani "Gözcüler".
Sümer sözcüğünün anlamı da zaten "Gözcülerin Ülkesi" dir.
Tüm eski kültürlerde ve mitlerde başrol Nefilim'lere aittir. Eski diller uzmanları , eski uygarlıkların kültürlerinde ve söylencelerinde kilit rol oynayan bu esrarengiz imgelerin neredeyse tüm eski dillerde "Gözcüler" olarak isimlendirildiklerini söylüyorlar.

Beş bin yıl öncesi yani geç neolitik dönem uygarlıklarının literatürlerine girmiş bu Gözcüler kimlerdir yada nedir , neyi yada kimleri gözlüyorlar ?
Tüm bunlar antik çağ insanının hayal güçlerinin birer ürünü mü , yoksa gerçekten , bugün anıları silinmeye yüz tutmuş , haklarında kısıtlı bilgiye sahip olduğumuz birileri atalarımızla içiçe bu dünyada yaşadılar mı ?

Hepimiz biliriz ki , bilginin yetersiz olduğu yada bir şekilde üzerinin örtüldüğü durumlarda spekülasyonların önüne geçmek mümkün değildir. Bilimsel yöntem , bilimsel şüphecilik ve somut bulgu - belge - delillerden başka şeylere itibar etmemek elbette en doğru ve en akılcı yaklaşımdır. Fakat aynı şüpheciliği şuan sahip olduğumuzu sandığımız alanlara da uygulamak gerekir . Bilim eğer gerçekten gerçeği aramak ve bilgiye ulaşmak gayesi taşıyor ise bu bizim bilimsel otokrasiye de karşı tavır almamızı gerektirir. Din odaklı bilimciler ve akademiler çoğu zaman bilimsel bürokrasinin bağlayıcı etkisinden dolayı , yeni , çığır açacak , ezber bozacak düşüncelere ve bulgulara karşı baştan olumsuz tepki vermeye hazırdırlar her zaman.
Özellikle 21. yüzyılın başlarından beri arkeoloji ve astronomi alanı bu sorunu sıklıkla yaşamaktadır. Sıradışı ve ezbere aykırı düşünceler ve iddialar dışlanıyor ve hatta dışlanmakla kalmayıp , aynı zamanda karalanıp , aşağılanıyor. Özellikle kendilerine bilimsel şüpheci diyen dini çevrelerde. Halbuki tarih uzun ve yavaş işler. Tarihi geniş zaman dilimlerine bölüp incelediğimizde dini çevrelerin büyük baskılarını ve engelleme çabalarını ve bunlara rağmen uzun vadede , sıradışı olarak görülen fikir ve iddiaların hala yaşadığını görürüz.

Nefilim'ler - Neter'ler yani Gözcüler konusu da 20. yüzyılın başlarından beri , bitmeyen tartışma konularından birisidir.


Dogmalarla kısıtlanmayan , açık fikirli insanlar ve araştırmacılar , mitoloji deyip geçtiğimiz anlatıların , bu denli geniş bir coğrafyada ve neredeyse birbirinin aynısı ayrıntılarla varolmasından yola çıkarak , bu metinlere ve kaynaklara , daha farklı bir bakış açısıyla bakmamız gerektiğine dikkat çekiyorlar.
Oysa din odaklı bilim çevreleri eski toplumları tamamen çözdüklerine inanıp , mitlerle , gerçek tarihsel olayları birbirine karıştırmayın diyorlar , bunu söylerken de bugünün egemen dinlerinin yörüngesinden çıkamıyorlar.
Bir yandan somut bilgiler dışında hiç bir şeye prim vermemekten bahsederken , bir yandan da yaşadıkları çevrenin egemen dinleriyle sürtüşmekten özenle kaçıyorlar. Eşine az rastlanır bir riyakarlık örneğidir bu !

Nefilim'ler sorunu Antik Çağ Tarihi ve modern arkeolojiye ilişkin kilit noktalardan biri aslında , felsefecileri , ilahiyatçıları ve dil bilimcileri de bu tartışma içinde düşünebiliriz.

Şimdi gelelim Nefilim'lerin eski metinlerde ki anlatımlarına ;
Tüm Antik Çağ metinlerinde , kendi tarihlerini derleyen toplumlardan kalmış belgeler , geriye doğru giden kronolojilerinin sıfır noktasına , tam olarak tanımlanıp , çözümlenemeyen bir tür başlangıç dönemi yerleştiriyorlar. Bu onların tarihlerinde , yönetimin Tanrılardan insanlara geçtiği bir ara dönemi belgeliyor.
Belirsiz bir başlangıç döneminden beri , Tanrılar tarafından yönetildiğini söyledikleri ülkelerinin , bu ara dönemde Gözcüler adı verilen üstün varlıklarca yönetildiğini ve sonuçta krallığın insanlığa devredildiğini anlatıyorlar. Bu Tanrılar - İnsanoğlu ilişkisini Hindu destanları Ramayana ve Mahabbarata'da da açıkça görebiliyoruz. Eski Mısır'da bu Gözcülerin adı Neter'ler. Son olarak Osiris'in oğlu Horus tarafından yönetilen ülke , belli bir Kral Yaratma Töreninden sonra insanlara bırakılıyor ve Neter'ler geri plana çekiliyorlar, sonra da izleri siliniyor.
Bu ilk insan kral , bugün arkeolojinin tartışmasız kabul ettiği Firavun Menes'dir. Mısır kronolojisi hakkında bildiklerimiz iki kaynağa dayanır. Bunlar Mısırlı tarihçi Manetho'nun yazdığı Krallar Listesi ve bugün Torino Papirüsü dediğimiz bir yazıt. Bu belgeler birbiriyle uyumlu oldukları için arkeologlar ve ejiptologlar Mısırın kronolojik gelişimini formüle edebiliyorlar.
Firavun Menes'le başlayan hanedanlar dönemi alt evrelere ayrılıyor. Eski krallık 1. ara dönem , orta krallık 2. ara dönem (hiksoslar devri) ve yeni krallık. Bugün okutulan tarih kitaplarında da kronoloji bu şekildedir. Arkeolojik bulguların da yardımıyla, yeni krallık ve sonrası nerdeyse tamamen tarihlenebilmiş durumdadır zira arkeolojik bulgular Manetho'yu ve Torino Papirüsünü doğruluyor.

Aslında bütün sorun da burada başlıyor çünkü Manetho'nun Listesi ve Torino Papirüsü yalnızca hanedanlar dönemini değil , çok daha öncesini de kronolojik sıraya sokuyor , yalnız burada yöneticiler insanlar değil , Neter'ler. Normal insanlara göre çok daha uzun yaşayan ve ülkeyi binlerce yıl yöneten üstün varlıklar.

Peki Ejiptologlar ve modern arkeoloji bunun üzerine ne yapıyor ?
Alt paragraflarını tartışmasız şekilde kabul ettikleri ve bulgularla doğrulanan tarihi bir yazıtın , üst paragraflarını ya yok sayıyorlar yada mitolojidir diyerek işin içinden sıyrılıyorlar.
Neden ?
Çünkü hayranlıkla benimsedikleri alt paragraflarda Krallar insan , üst paragraflarda ise ne oldukları tanımlanamayan üstün yaratıklar.
Böylece din odaklı bilim , aynı belge üzerinde işine gelen bölümü olgu diye benimserken , işine gelmeyen , dini inanışlara aykırı gelen bölümleri mitoloji diyerek ayıklıyor.
Buna elbette şaşırmamak gerekir zira Tanrı yada Tanrılar sandıkları şeylerin dünya dışı akıllı yaşam formları olma ihtimali onları ziyadesiyle korkutuyor.

Mezopotamya'da da aynı şeyle karşılaşıyoruz , Layard ve Wooley'in yaptığı araştırmalarda son derece kıymetli kil tabletler ele geçiyor. Bunlar Sümer Krallar Listesi olarak isimlendiriliyor.
Aynı Mısır da olduğu gibi , listenin en üst sırasında yani insan krallardan önce her birisi 10.000 - 15.000 yıl yaşayan krallardan bahsediyor. Mısır'da ki listeden farklı olarak bu kralların yönettikleri ülkenin bu dünyada değil başka bir gezegende hatta başka bir galakside olduğundan ve onların soylarının devamı olanların da bu dünyada yönetici olduklarından bahsediyor. Bu torunlar tufandan önce ülkeyi yönetmişler ve sonrasında insanlığa bırakmışlar. Babil metinleri bu olayı "krallık gökten indiğinde" diyerek tanımlıyor.
Yani bu metinler ve listeler dünyada ki kralları listeledikleri gibi , bu kralların dünyaya gelmeden önce yaşadıkları gezegendeki uygarlıktan ve krallardan da bahsediyor ve bunu bir zan olarak değil gayet açık şekilde aktarıyorlar.
Tüm mezopotamya'da aynı kült var aşağı yukarı ve tufan öncesi ülkeyi yöneten Tanrılar'dan bahsediyor , tek bir Tanrıdan değil.
Bu durumda din odaklı arkeoloji yine Mısır'da yaptığının aynısını yapıyor. Yani Sümer Krallar Listesinin normal insan ömrüne sahip krallarını kabul ediyorlar ve belgenin bu bölümünü somut bilgi sınıfına dahil ediyorlar ama tufan öncesi ülkeyi yönettiği anlatılan Tanrılar ve onların sonrasında ki ara dönemde , insanlara yönetimin geçişini denetleyen Gözcüleri mantıksız bularak mitoloji sınıfına dahil ediyorlar yani dinlerinin kökenini illa ki metafizik bir tanrıya bağlama çabası ile inkârcılığa ve riyakarlığa başvuruyorlar.


Benzeri durum, Tevrat'la ilgili incelemelerde de söz konusu. Mezopotamya bulgularından sonra, çok daha eski metinlerden esinlendiği belli olan Tevrat, bütün o eski metinlerdeki "Tanrılar" sözcüğünü tek bir "Tanrı" olarak düzeltmiş. Bu arada, Tanrı'ya verilen sıfat ve onun genel adı, "Efendi" ya da "Sahip" anlamına gelen "Lord" sözcüğünde somutlaşıyor. Yahudi toplumunun mesken tuttuğu bölgenin eski mitleri, büyük tanrı Baal'dan söz ediyor. "Baal'in sözlük anlamı da "Efendi" ve "Sahip". Aynı sıfatların, daha sonraki yıllarda bütün Batı toplumlarında yöneticiler için kullanılması ilginç. Ama daha ilginç olan, bütün o eski anlatıları ayıklayarak "Tanrılar" sözcüğünü "Tanrı" olarak tashih eden Tevrat'ın, birkaç yerde bunu unutması. "Elohim" sözcüğü, Tevrat'ta birkaç kez geçiyor. İbranicedeki anlamı, "ilahlar"; yani, "çoğul" bir sözcük. İlahiyatçılar bunun tartışma konusu yapılmasına bile karşı çıkıyorlar , arkeologlarsa, sessiz.

Ama bundan daha kafa karıştırıcı olanı var: Yaratılış (Genesis) bölümünün 6. Bab'ında "O günlerde ve sonrasında da, dünyada Nefilimler vardı." diye bir ifadeye rastlıyoruz. Sözü edilen zaman, Tufan'dan öncesi. "Nefilim" sözcüğü, İngilizce'ye "devler" diye çevriliyor. Oysa İbranicedeki fiil yapısına göre tam ifadesi, "yukarıdan aşağıya inmiş olanlar". Yaradılış'taki hikayede "devler'in hiçbir anlamı yok - daha sonra da Nefilim sözcüğüne rastlanmıyor zaten. Sanki "araya yanlışlıkla girmiş" gibi bir sözcük. İğreti duran, ne anlatmak istediği belli olmayan bir ifade. Oysa aradan yıllar geçip 1947'de Ölü Deniz yakınındaki bir mağarada orijinal el yazmaları (Kumran yazıtları) bulunduğunda, "Nefilim'in aslında son derece önemli, neredeyse kilit denebilecek bir kavram olduğu ortaya çıkıyor. Bunun yanı sıra, Tevrat'ın din adamlarınca değiştirildiğ de anlaşılıyor. Çünkü M.Ö. 4. yüzyıldan kalma yazıtlar arasında yer alan ve daha önce Etiyopya'daki Kutsal Kitap'ta rastlanmış olan kopyası "sahte" sanılan "Hanok'un Kitabı'nın orijinal nüshası da bulunuyor Ölü Deniz mağaralarında.
Yaradılış'ta yalnız birkaç satırda adı geçen ve "Tanrı'yla birlikte yürüdüğü" söylenen Hanok'un, aslında son derece ilginç bir hikayesinin olduğunu ve Tevrat'tan çıkarılan bu parçaların "Nefilim" sözcüğüne de açıklık getirdiğini fark ediyoruz. Boşluklar Hanok'un (Enoch) Kitabı'nda yazanlarla doldurulduğunda, Bap 6'nın aynı satırında sözü edilen "..ve Tanrı'nın oğullarını insanın kızlarını gördüler ve onlar güzeldi. Onları kendilerine eş seçip onlardan çocuk sahibi oldular." ifadesi de anlamlı hale geliyor. İlahiyatçıları, dilbilimcileri ve tarihçileri yıllardır uğraştıran "Tanrı'nın oğulları" ile insanın kızları arasındaki ilişki, Tevrat'ta yalnızca o cümlede geçiyor ve bir daha sözü edilmiyor. Ama Hanok'un Kitabı'nı okuduğumuzda, bunun müthiş sonuçlar doğuran bir olay olduğu ortaya çıkıyor.
Evinden, ailesinden ayrılan ve "Tanrı katında" yaşamını sürdüren Hanok, "Gözcülerden" söz ediyor anlatısında. Bunlar, Tanrı ile insanlar arasındaki ilişkinin bazen "ara halkası" olma görevini üstlenen, insanlara nezaret eden, üstün varlıklar. Ama hepsi, "emir kulu" sonuçta. Hanok'un ayrıntılı olarak anlattığı hikayede, bir gün bunlardan birinin dünya üzerindeki "gözcülük" görevi sırasında "insan kızları'nı arzuladığı ve bu fikrini diğer "gözcü'lere de söylediği belirtiliyor. Bir grup Gözcü (ya da Nefilim - "yukarıdan inen") aralarında karar alıyor ve yemin ediyorlar: Hepsi insan kızlarıyla sevişip onlardan birer karı alacak ve bu bir sır olarak kalacak. Çünkü öğreniyoruz ki, yapılan aslında "yasak". Sonuçta bu birleşmeden "melez" çocuklar doğuyor ve genetik sorunlar yüzünden bu çocuklar sağlıksız, vahşi, garip yaratıklar oluyorlar. Diğer yandan, "insan kızlarıyla" birlikte oldukları süre boyunca Nefilimler, onlara bilgi aktarıyor, bir şeyler öğretiyorlar ki, bu da çok büyük bir yasağı çiğnemek anlamına geliyor. Sonuçta Tanrı hem Nefilimleri cezalandırıyor, hem de yarattığı Tufan'la insanları.

Sümer ve Babil metinlerini bulmuş olmamız, Hanok'un kitabının da, Tevrat'ın diğer bölümleri gibi Mezopotamya anlatılarından esinlenilerek, daha doğru bir deyişle bunlar "revize edilerek" yeniden yazıldığını anlıyoruz. Ama bu, bir garip durumu fark etmemize engel değil: Çok eski zamanlarda "Gözcü'ler denen birilerinin dünya üzerinde dolaştığı ve yaptıklarıyla dünyadaki hayatı derinden etkilediğine ilişkin en az on toplumun kültüründen gelen tanıklıklar var elimizde. İşin en kafa bulandırıcı yanı, çok benzeyen anlatılara, Antik Yakın Doğu'yla fiziksel teması hiç bulunmadığı varsayılan eski İnka ve Maya folklorunda da rastlıyoruz!
Şimdi burada yapılması gereken doğru şey "Mitoloji" deyip konuyu geçiştirmek mi yoksa eski belge ve bulguları , farklı ve alternatif bir bakış açısıyla yeniden inceleyip "Kim bu Gözcüler" diye kendimize ve bilim insanlarına sormak mı ? Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

GEİ HİNNOM | CEHENNEM

GF, din, yahudilik, Cehennemin kökeni, Yahudilerden alınan cehennem, Hinnom vadisi, Tanrıya insan kurban eden İbraniler, Ölülerin yakıldığı vadi ve cehennem, Cehennem gerçeği, islamiyet, Gehenna,

GEİ HİNNOM
(Okunuşu Ce-Hinnam)

Korku dinler için hayati öneme sahip bir unsurdur. Özellikle semavî olduğu iddia edilen dinlerde , kendilerinden önce ki inançları öteleyip insanları tek Tanrı inancına yönlendirme ve güvenlik zafiyetinin önüne geçmek için korku temel unsurdur. Geçmiş dönemlerin tekinsiz atmosferini baz alınca , insanları sürekli gözetleyen , her yaptığını gören bir Tanrı ve yapılan kötülüklerin cezası olan bir cehennem fikri elbette o dönem için en mantıklı güvenlik sistemi olarak görülebilir. Aslında cehennem ve benzeri cezalandırma olgusu pagan inançlarda ve çok tanrılı dinlerde de görülmektedir. Örneğin , Gök Tengri inancında ki "Tamu" , Yunan mitolojisinde ki "Tartarus" , İskandinav mitolojisinde ki "Helheim" yada "Muspelheim" buna örnek gösterilebilir.

Orta doğu inançlarında ki cehennem olgusu ise bariz olarak mitolojik unsurların etkileşimi neticesinde şekillenmeye başlamıştır. İslamiyette ki cehennem fikri Yahudilikten devşirilmiş olmasına rağmen iddiayı bir adım ileriye götürerek sadece kötülük yapanların gideceği yer almaktan çıkararak Allah'a ve Peygamberine iman etmeyenlerin de gideceği yer olarak betimlemeye başlamıştır cehennemi..
Peki nereden geliyor bu cehennem kelimesi , kökeni nedir ?

Yahudilik inancı yaygınlaşmaya başlamadan önceki dönemlerde bugünkü Filistin ve Kudüs bölgesinde yaşayan ibraniler pagan bir inanca sahiptiler. Tanrılar adına insan kurban etmek onlar için sıradan bir ritüeldi.
Bugün Kudüs'ün güneyinde hala varlığını koruyan bir vadi bulunmaktadır , adı da Gei Hinnom yani Hinnom vadisi olarak bilinmektedir , günümüzde yeşil alan , bir tür mesire yeridir.
Gei Hinnom vadisi pagan ibranilerin Tanrı Moloh adına inşa ettirdikleri tapınma alanları ve sunaklar ile doluydu . Bu vadinin yine pagan İbraniler için ayrı bir önemi daha vardı. Vadiyi hem çöplük olarak kullanırlardı hem de büyük suçlar işleyip idam edilen suçluların cesetlerini atarlardı çünkü Yahudilik öncesi İbrani inancında öte dünya fikri pek yaygın değildi , inançları dünyevi anlayışları üzerine inşa edilmişti.

Zamanla vadiye atılan cesetlerin ve çöplerin kokusu dayanılmaz boyutlara ulaştıkça , bölge halkı dönem dönem vadiyi ateşe verip , çöpler ve cesetler tamamen yansın diye kükürt atarlardı ve böylece uzun süre sönmeden yanan ve suçluların nedenlerini yakan bir ateş elde ederlerdi.

Peki suçluların cesetlerinin sönmeyen ateşle yakıldığı bu vadi , ölülerin ruhlarının cezalandırıldığı cehennem kavramına nasıl dönüştü ?
Çok büyük ihtimalle pagan dönem sonrası Yahudilerin inanç yapılarında köklü değişikliklere sebep olan Babil sürgünü esnasında , Babilli rahipler Yahudi din adamlarını , geçmişte cesetlerin yakıldığı bu vadi hakkında uyarmış ve bu caydırıcı etkeni dini bir şekle sokup , mevcut inanca eklemeleri konusunda yardımcı olmuşlardı. Sonrasında ise Yahudi inancı üzerinden ilerleyen reform hareketleri yüzünden yeni bir inancın yani Hristiyanlığın ortaya çıktığını biliyoruz.
Elbette Yahudilikte şekillenen bu cehennem inancı , Hristiyanlığı da sirayet etmiş ve oradan da her ikisinden de etkilenen İslam öğretisine geçmiştir.

Gei İbranice de vadi anlamındadır , Hinnom ise gözyaşı olarak tercüme edilebilir , yani gözyaşı vadisi.
Bu ismin "Gehinnom" olarak geçtiği Aramice de G harfi C olarak okunduğundan Arapçaya "Cehinnom" Yunancaya da "Gehenna" olarak geçmiştir yani bugün bildiğimiz hali ile "Cehennem"

Ne tuhaftır ki özellikle Müslümanlar , cehennem kavramına ideolojik bakarlar. Müslüman olmayan herkesin ve bazı Müslümanların da gideceği yer olarak görürler fakat ne yazık ki pek çoğu cehennemin aslında eski bir çöplüğün adı olduğunu bilmezler.

Yani özetle geçmişte bir dönemde , pagan İbranilerin çöplerini ve ağır suçlar sebebiyle idam edilmiş suçluların cesetlerini yaktıkları ve kükürt atarak ateşini besledikleri Gei Hinnom vadisi semavî dinlere , günahkarların yanacağı cehennem olarak geçmiştir ve hem Hristiyanlar hem Yahudiler hem de Müslümanlarca sorgulamadan inanılan bir kavram halini almıştır. Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

MUSA EFSANESİ

GF, Musa efsanesi,Hz Musa,Hz Musa gerçekten yaşadı mı?,Hz Musa efsanesinin kökenleri,Musa ve Masesa,Amun-Masesa,Thutmose ve Musa,Musa'nın tek yumrukla öldürmesi, islamiyet, din, hristiyanlık, yahudilik,
Yahudi Peygamberi Musa kimdir , gerçekten yaşamış mıdır , yoksa o da İslam Peygamberi Muhammed gibi sadece bir literatür figürü müdür ? Musa'nın aşağı Mısır denilen bölgenin Goşen şehrinde doğduğuna M.Ö 1300 yılında , halkını yani İsrailoğullarını Mısır'da ki esaretten kurtardığına ve bugünkü Ürdün'ün Nibo dağında öldüğüne inanılır. Aslında Musa'nın hayatı ile ilgili referans alınan bilgi ve belgeler dini metinlerden ibarettir. Yani Tevratta ki "çıkış" , "leviler" , "sayılar" ve "tesniye" gibi bölümlerdir.

Tekvin ve Çıkışa göre İsrailoğulları Firavun'un köleleridirler ve Nil deltasının doğu kısmında en ağır işlerde çalıştırılmaktadırlar. Musa , Kahes ve Yahser'in torunu , İmran'ın oğlu olarak Levi kabilesinde doğmuştur , annesi Yocheved'dir , Meryem adında bir kız kardeşi , Harun adında bir erkek kardeşi vardır. Yine anlatılara göre Musa doğduğu yıllarda İsrailoğulları atalarının toprakları olan Kenan illerine gitmek istediler ise de Firavun onları bırakmaz. Kur'an ve Tevratın anlattıklarına göre Firavun gördüğü bir rüya üzerine yada bir kahinin uyarıları üzerine İsrailoğullarından doğan tüm erkek çocukların öldürülmelerini emreder ancak zamanla erkek sayısının azalması ve iş gücünün düşmesi üzerine Firavun çocukların birer sene arayla öldürülmelerinde karar kılar.Musa çocukların öldürüldüğü sene dünyaya gelir , Yocheved oğluna sadece üç ay bakabilir. Kur'ana göre Musa'nın annesine , Tanrı tarafından "çocuğu emzir , başına geleceklerden korktuğun zaman onu suya bırak. Korkma , üzülme. Biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" denildiği söylenir. Annesi Musa'yı otlardan ve küçük dallardan yapılma bir sepetin içinde Nil nehrine bırakır. Musevi kaynaklara göre Firavun'un kızı Thermuthis , Kur'ana göre ise eşi Asiye Musa'yı bulur ve saraya alır ancak kısa sürede çocuğun İbrani olduğu anlaşılır ve Musa'nın ablası onu emzirecek İbrani bir süt anne bildiğini söyler ve böylelikle Musa gerçek annesine geri götürülür. Musa büyüyüp yetişkin bir delikanlı olduğunda karıştığı bir kavga sonucu Mısırlı birini tek bir yumruk yada tokatla öldürür ve bunun neticesinde şehirden kaçmak zorunda kalır ve bir süre sonra gittiği yerde evlenerek bi aile kurar. Bir gün ailesi ile birlikte ana şehre geri dönerken Tur dağında bir ateş görür ve oraya gitmeye karar verir. Musa ateşin yanına geldiğinde , Tanrı Yehova ona bir çalıdan seslenir.
Bu durum Kur'an da Kasas suresinde "Ey Musa alemlerin Rabbi olan Allah benim" Taha suresinde "Gerçekten ben senin Rabbinim. Ayakkabılarını çıkar çünkü sen kutsal vadi Tuvadasın" "Ben seni seçmiş bulunuyorum , bundan böyle vahyolunanı dinle" diye bahsedilir.. Bu Musa'nın aldığı ilk vahiydir..


Tanrı bunun yanında Musa'ya İsrailoğullarını kölelikten kurtarma görevi verir. Ona bir asa verir ve Musa bu asa ile yılan , ejderha çıkarma , kızıl denizi ikiye ayırma , hastaları iyileştirme ve nehir sularını kan rengine çevirme gibi mucizevi (!) işler yapar. Gerisi herkesçe bilinen malum hikâye..

Peki bu hikâyeler tarihsel açıdan doğru mu? Musa'nın gerçek bir kişilik olup olmadığı tamamen spekülatif bir durumdur. Öncelikle doğumu ve büyümesi ile ilgili hikâye , Akad Kralı Büyük Sargon , Hinduların Karna'sı ve Oedipus'un hayat öyküleri ile neredeyse birebir benzerlik gösterir. Kendisi de Musevi olan Psikanalizin kurucusu Freud; Musa'nın , Aton dini mensubu olduğunu ve Museviliğin , Aton dininin izlerini taşıdığını söyler. Gerçekten de Akhenaton'un , Tanrı Aton için yazdığı düşünülen övgü şiiri ile Mezmurlar 105 arasında benzerlikler vardır. Erkek çocukların sünnet edilmesi geleneği de ilk kez Mısır da görülür. Mısırlı araştırmacı Ahmed Osman'a göre ise Musa, Akhenaton'un ta kendisidir.

Musa bazı araştırmalara göre , Thutmose ile de kıyaslanır. Bazı Mısır ve Yunan yazarlarına göre ise Musa , II. Ramses'in kız kardeşinin oğludur ve adı Rozarsif'tir. Bunun yanında tarihsel açıdan çok daha fazla önem teşkil ettiğini düşündüğüm Amun-Masesa isminde birinin varlığı keşfedildi eski Mısır kaynaklarında. Bir Mısırlıyı tek bir tokat yada yumrukla öldüren birinin kayıtlı hikayesi bu. Kaynaklara göre Amun-Masesa bu cinayetin ardından şehirden kaçar, gittiği yerde evlenir ve 10 yıl sonra Firavun'a karşı savaşmak üzere geri döner. Yukarıda bahsettiğim Kur'an ve Tevrat kaynaklı anlatılarla bu kayıtlı hikaye ciddi şekilde örtüşmektedir. Tabi arada bir fark var , Musa İbrani, Masesa Mısırlıdır. Uzman bilim çevrelerine göre Musa hikayesi , Masesa hikayesinin , Mısır'da köle olarak yaşayan İsrailoğulları tarafından dinselleştirilmiş şeklidir. Yani bugün milyarlarca Müslüman, Yahudi ve Hristiyan'ın Peygamber olarak kabul ettikleri Musa bir literatür figürü olarak sadece bir mitten ibarettir. Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.


Yazan: Gregoire de Fronsac

KOZMOLOJİK DELİL ELEŞTİRİSİ

GF, din,Bilim,Kozmolojik delil eleştirisi,Kelam kozmolojik argümanı,Evreni kim yarattı?,Evren yaratıldı mı?,Bir yaratan var mı?,Yaratılış argümanları,Kuantum fiziği,Hawking,Büyük patlama oldu mu?
Teistlerin evreni yaratan bir yaratıcının varlığını kanıtlamak için kullandıkları en meşhur argüman "Kelam Kozmolojik Argümanı" dır. Bu argüman kısaca evrenin var olmaya başlamasını sağlayan bir sebebin olduğunu ve bu sebebin Tanrı olması gerektiğini ileri sürer. Bu argüman temel mantığını Aristoteles'in "ilk hareket ettirici" argümanından alır. Bu argümanı ilk kez El-Kindi formüle etmiş ve ardından Gazalî , İbn Rüşd ve Thomas Aquinas gibi düşünürler çeşitli çalışmalarla sadeleştirip geliştirmişlerdir. Günümüzde ise bu argümanı en modern haline getiren kişi ise Evanjalist teolog William Lane Craig'tir.

Öncelikle bu argümanın klasik ve modern modellemelerine bakalım. Klasik argümanda ;
  1. Var olmaya başlayan her şeyin , var olmaya başlamasının bir sebebi vardır.
  2. Evren var olmaya başlamıştır.
  3. Evrenin var olmaya başlamasının bir sebebi vardır.

Modern argümanda ise , Craig iki argüman daha ekleyerek argümanı güçlendirdiğini düşünmüş ve kısaca şu şekilde özetlemiştir. Gerçek Sonsuzun İmkansızlığı ;
  1. Gerçek sonsuz var olmaz.
  2. Zamanda sonsuza kadar giden olaylar, gerçek sonsuzluk demektir.
  3. Dolayısıyla zamanda sonsuza kadar giden olaylar dizisi var olamaz.

Birbiri ardına eklenen olayların sonsuzluğunun imkansızlığı ;
  1. Birbiri ardına eklenen olaylar gerçekten sonsuz olamaz çünkü her zaman eklenene bir olay daha eklenebilir.
  2. Zamansal olarak geriye doğru giden olaylar , birbiri ardına eklenerek oluşurlar.
  3. Dolayısıyla bu tür bir gerçek sonsuzluk olamaz. Yani özetle diyebiliriz ki ; Var olmaya başlayan her şeyin bir sebebi vardır , evrende var olmaya başlamıştır ve onunda var olmaya başlamasının bir sebebi vardır.

Peki bu argüman gerçekten inandırıcı ve gerçekçi mi yada ne kadar inandırıcı ve gerçekçi ? İlk başta bu argüman , insan zihninin olayları algılamada kullandığı o vazgeçilmez nedensellik kalıbının direk kabulü ve buradan da yüce bir yaratıcının varlığını zorunlu olarak kabul etmek yanılgısı ile sallantıya düşüyor. Bunun yanında bu argüman sonsuza doğru giden bir olaylar dizisinin mantıksızlığı üzerine kurulmuştur. Burada yapılacak ilk eleştiri kuantum fiziği ve mekaniğinin klasik nedensellik anlayışına bağlı ve öncül bir nedene sahip olmadan gerçekleşen yada gerçekleşebilecek olan olayları öngörüyor olmasıdır.. Örneğin elektronların nereye gidecekleri , radyoaktif bozulmaların ne zaman ve hangi atomda gerçekleşebileceği gibi şeyleri bilmenin hiç bir yolu yoktur. Ayrıca elimizdeki modern teorilerinin pek çoğu , nedenlere bağlı olmadan kendiliğinden var olabilen sanal parçacıkları öngörmekte. Dolayısıyla ilk öncül biz gibi canlılar için gerçek ve gerekli gibi görünse de , fiziğin içine girdikçe aslında imkansız gibi görünmeye başlıyor. Bu argümanın bir diğer zayıf tarafı ise zaman tanımında yatıyor.

Craig zamana evrenden bağımsız aşkın bir gerçeklik atfediyormuş gibi görünür ama fizik dünyası böyle bir zaman algısının yanlış olduğunu görecelik kuramı ile gösterebilmektedir. Ayrıca Craig'in bu düşüncesi kesin bir zaman okunu da gerekli kılar fakat fizik yasaları bildiğimiz kadarıyla zamanın her hangi bir yönünü tercih etmez yani şuanda gerçekten zamanda geriye doğru gitmeye başlasaydık evren yinede genişlemeye devam edecekti ve bizler için hiç bir algısal farklılık oluşmayacaktı. Dolayısıyla nedensellik ve zaman okunun paralel olması gerekmez hatta bir zaman okunun olmadığı , zamanın sadece olaylarla ölçülebildiği ve özünde bir yöne sahip olmadığı söylenebilir. Craig'in bu argümanı ise sadece fizik yasalarının belirli bir yönünü bariz şekilde tercih etmesi durumunda geçerlidir. Yani Kelam Kozmolojik Argümanı"zamanın A teorisi" denilen zaman algısına dayalıdır.

Zamanın A teorisine göre , zaman gerçekten bir yöne doğru almaktadır , sezgisel olarak zamanın aktığı hissedilse bile buna dair kesin bir kanıt bulunmamaktadır. Zamanın A teorisi Albert Einstein'ın özel görecelik kuramı ile çelişmekte ve gene Einstein'dan sonra bilim dünyasında hakim olan uzay-zaman ayrılmazlığından farklı bir zaman algısı çizmektedir ve zamanın A teorisinin geçerliliği günümüzde oldukça azalmıştır. Zamanında A teorisi yerine önerilen "Zamanın B Teorisi"ne göre ise zaman gerçekten akmıyordur. Yalnızca gerçekleşen olaylar sırası yani kipler vardır. Zamanın B Teorisi doğru ise sonsuza kadar geriye gidiş mümkündür ve evrenin gerçek bir başlangıcı yoktur.Bu da Kelam Kozmolojik Argümanın geçersiz kalması demektir.

Ayrıca fizikçiler kuantsal boyuttaki denklemler de Zamanın B Teorisinin gerçekliğine göre hareket ederler. Bu hem Craig'in söylediği zaman içindeki sonsuzluğun saçmalıklarından uzaktır hemde gerçekten her yönde sonsuzluğa doğru çelişkisiz şekilde uzanabilir. Bu durumda evren bir başlangıca sahip olsa bile , evrenin içinde bulunduğu gerçekliğin bir başlangıcının olma zorunluluğu ortadan kalkar . Hawking gibi bilim insanları , kütle çekim diye bir yasa olduğundan evrenin kendini bir tür tekillikten var edebileceğini ileri sürerlerken , yeni yapılan çalışmalar ışığında Julian Neves , Surya Das , Ahmed Farag Ali gibi bilim insanları , büyük patlamanın aslında hiç gerçekleşmediğini , uzay ve zaman başlangıcında evrenin daha önce bir daralma hareketini yaşadığını ve faz değişiklikleri ile yeniden genişlemeye başladığı fikrini denkleme koyuyorlar.

Kısacası bugün ulaştığınız ve ulaşmaya devam ettiğiniz veriler Kelam Kozmolojik Argümanını geçersiz kılıyor ve evrenin var olması için bir ilk nedene ihtiyaç olmadığını ve hatta 18. ve 19. yy materyalist düşünürlerin dile getirdikleri gibi evrenin sonsuz olduğuna işaret ediyorlar. Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

ATEİZM VE AHLAK

ateizm, din, GF, islamiyet, Ateizm ve ahlak, Kim ahlaklı?, Sokrates, Marks, Thomas Hobbes, Din ahlak getirir mi?, Dinsiz ahlaksız mı demektir?, Gerçek ahlak, Samimi iyilik, Ahlak nedir?
Bu yazıda bazı mümin arkadaşların sıklıkla düştükleri bir mantık hatasından bahsetmek istiyorum. Bu arkadaşların iddiasına göre Ateistler tanrı kavramını reddedip , herhangi bir dine bağlı olmadıkları için ahlakı temellendiremezler ve kötü olanı yapma özgürlüğüne sahiptirler. Bakalım durum gerçekten öyle mi ? Konuya açıklık getirmeden önce bazı düşünürlerin gözünden ahlak nedir bunun tanımını yapmaya çalışalım.

Örneğin Thomas Hobbes'e göre ahlak ; Toplumun bir arada yaşamasına olanak sağlayan temel kurallar bütünüdür. Birlikte yaşayan toplum bu kurallara bağlı olmak zorundadır. Aslında toplum içinde bir birey olmak bu sözleşmeyi kabul etmek demektir.
Kant ise şu şekilde açıklar ahlakı ; İnsanda ki iyi ve kötü algısı insana duyulan saygı ile şekillenmelidir. Kant etiğinin temellerini ise şu şekilde açıklamak mümkündür ; Bizler bir eylemde bulunurken bunun sonuçlarını her zaman öngöremeyiz yani iyilik için yaptığımız bir eylem kötü bir sonuç doğurduğu da bu bizi kötü yapmaz. Eylemleri sonuçlarına göre ahlak açısından değerlendirmek hatadır. Örneğin sırf reklam yapmak için herhangi bir kuruma bir milyon dolar bağışlayan bir ünlü ile ayda bin lira kazanıp her ay belirli kurumlara 200 lira bağışlayan birinin eylemleri kıyaslanabilir mi ? Kant'a göre ahlaklı eylemin kaynağını sonuçlar değil amaçlar içerir.

Marks'ın ahlak teorisini de şu 4 ilke ile özetlemek mümkün görünüyor;
  1. Herkesin güvenlik ve geçimlik haklarına saygı gösterilmelidir.
  2. Azami bir eşit özgürlükler sistemi var olmalıdır.
  3. Toplumsal konumlara ve görevlere ulaşmak için , fırsat eşitliği ve bütün toplumsal karar oluşturma süreçlerine eşit katılım hakkı sağlanmalıdır.
  4. Toplumsal ve ekonomik eşitsizlikler ancak en az avantajlı olanların yararına ve adil tasarruf ilkesiyle tutarlı olması halinde haklı görülebilir ve bu eşitsizlikler , eşit özgürlük yada öz saygı değerlerini zayıflatacak düzeyi aşmamalıdır.
Sokrates'in görüşü ise özetle iki düşünceden ibarettir;
  1. Erdem bir bilgidir.
  2. Kimse bilerek kötülük yapmaz.
Sokrates insanların fiziki yapılarını değiştirmeyeceklerini fakat karakterlerini değiştirip geliştirebileceklerini belirtmiştir. İnsanların benliklerinde saklı halde bulunan ahlaksal yargıların varlığına inanır. Sokrates ve bunu sadece eğitim ortaya çıkartabilir , insanı kötülüğe sürükleyen bilgisizliğidir. Şimdi özetle ahlak dediğimiz kavramın genel tanımıyla toplumların bir arada yaşamasına olanak sağlayan kurallar bütünü olduğunu görebiliyoruz. Bu kurallar bütününü mevcut bir din belirleyebildiği gibi , dinin dışında belirleyen faktörler elbette ki vardır. İşte biz Ateistler hatta biraz daha geniş tanımıyla Nonteistler , ahlak anlayışımızı bu faktörlere göre temellendiririz. Mümin arkadaşların sürekli olarak görmezden geldikleri vicdan , bilgi , gelenek , görenek , anane , kültür gibi faktörlerdir bizim ahlak anlayışımızın temelleri. Merkezine metafizik bir ögeyi yani tanrıyı koydukları dinlerinin öğretileri ile bir ahlak anlayışı geliştirenlerin , kendi ahlak temellerine bahsettiğim rasyonel gerçekleri koyan bizleri anlamalarını açıkçası çokta beklemiyorum.


Burada konuyu biraz daha genişleterek mümin arkadaşların , bizlerin yapmamız konusunda bir engel göremedikleri ve yapmamızı meşru gördükleri bazı eylemlerden ve neden bunları yapmadığımızdan bahsedelim zira bizler onlara göre inançsız insanlarız ve bunları yapmakta özgürüz. Genellikle bu tür arkadaşların bizlere saldırdığı ilk nokta ensest ilişkidir ; Akraba evliliğinin sakat bebeklerin doğumuna yol açtığı bilimsel gerçeğini tüm dünya biliyor artık bundan uzun uzadıya bahsetmeye gerek bile yok , kardeş evliliğinin ise sakat çocuk ihtimalini kat be kat arttırdığı için insanlar çoğu içgüdülerine benzer şekilde aralarında kan bağı olan karşı cinslerine karşı iticilik duyacak şekilde evrimleşmişlerdir. Evet elbette cinsel yönden bu tür farklılıklara sahip insanlar vardır ama bu ahlaksızlık olarak nitelendirilemez zira nasıl ki eş cinsellik, pedofili ve hayvan sevicilik gibi farklı eğilimler tercih yada psikolojik hastalık olarak görülüyorsa bu durumda benzer nitelik taşır ama ahlaksızlık olarak görülemez çünkü ahlakın toplumsal kurallar bütünü olduğunu göz önünde bulundurunca bu durumun toplumu değil bireyleri bağladığını görürüz.

Bir diğer unsur da yalan söylemektir ; Allah'tan korkmayanın yalan söylemekten de korkmayacağını iddia ederler. Şahsen ben yalan söyleyerek karşımdaki insanın güvenini kalıcı olarak yitirmek istemem , aldığım eğitime ve benim onuruma aykırı bir durumdur ayrıca ve sadece bu bile yalan söylememem için yeterli bir sebep bence. Bir diğeri ise tecavüz ; Neden bir insana cinsel saldırıda bulunup onun özgürlüğünü kısıtlayayım ki , neden onun kişi haklarını ihlal edip , kanunen suç sayılan bir eylemi gerçekleştireyim , her şeyden önce bunu vicdanen kendime yedirememem ve inandığım değerlere de aykırı bir durumdur bu. Yukarıda verdiğim bazı örneklerden de anlaşılacağı üzere mümin arkadaşların yapmakta özgür olduğumuzu düşündükleri tüm eylemleri yapmamam için psikolojik , vicdani , kültürel , geleneksel , bilimsel ve ideolojik sebeplerim var ve bunların hiç birisi dinle bağlantılı değil.

Açıkçası arkadaşlar tüm dinler , şunu şöyle yaparsan cennetle ödüllendirilirsin, bunu böyle yaparsan cehennemle cezalandırılırsın önermeleri üzerinden bir ahlak anlayışı şekillendirmişler ve bu öteki dünya iddialarını kanıtlayamıyorlar , hepsi olmayan bir dünyayı vaat ediyorlar bizlere. Fakat bu yaşadığımız dünya fazlasıyla gerçek , açlıktan ölen insanlar , hastalıklar , savaşlar gerçek , her gün daha fazla mutsuzluğa sürüklenen insanlık gerçek. Her sabah insanlık böyle bir dünyaya uyanırken , bütün bu acımasızlık , yoksulluk , umutsuzluk gerçek iken , perdenin öteki tarafında olduğu iddia edilen cenneti hayal ederek yaşamayı ben kendime yediremem.

Ben iyiliği sadece iyilik olsun diye yapmayı seviyorum , kötü birisi olmadığım içinde kötülükten uzak tutmayı biliyorum , iyilik yaptığımda birinin ödül vermesi yada kötülük yaptığımda birinin beni cezalandırmasından korktuğum için değil . İyi olmak için bir efendiye ihtiyacımız yok , iyilikte kötülükte bizim içimizde , bizimle doğdu bizimle yok olacak , önemli olan yaşarken neyi seçtiğimiz hemde cennet ödülü yada cehennem cezası olmadan , hemde ölüp gideceğini bile bile , perdenin ötesi diye bir yerin olmadığını bilerek , üstelik senden sonrakileri kıskanmadan , biz göremesek de onlar daha mutlu , daha özgür yaşasınlar diye çaba sarf ederek , benim payıma düşünde buymuş diyerek . İşte yaşamak bu kadar heyecan verici , bu kadar güzel ve bu kadar basit, tüm mesele gerçekten alçak gönüllü olabilmekte. Şimdi mümin kardeşim kendine şunu sor; "Yaptığın eylemleri, ceza korkusu ve mükafat beklentisi içinde yapan sen mi daha samimisin, yoksa hiç bir beklenti içine girmeden iyiliği sadece iyilik olsun diye yapan, kötülükten de kötü olduğunu için sakınan bizler mi daha samimiyiz?" Yani sen mi gerçekten ahlaklısın yoksa biz mi ! Her daim sevgi ve umutla kalın dostlar.

Yazan: Gregoire de Fronsac

İSLAM PEYGAMBERİ MUHAMMED GERÇEKTEN YAŞADI MI?

Yazan: Gregoire de Fronsac


İSLAM PEYGAMBERİ MUHAMMED GERÇEKTEN YAŞADI MI?

İslam Peygamberi Muhammed hakkında bize aktarılan bilgilerin tamamı sadece hadisler ve Siyer-i Nebi kaynaklarından ibarettir.
Bilimsel veriler ışığında Muhammed isminde bir Peygamberin yaşadığına dair herhangi bir tarihi bilgi-bulgu-kaynak bulunmamaktadır. Hakkında ne biliyorsak rivayete dayalı muğlak kaynaklar vasıtası ile haberdar olabiliyoruz.
Kendisine isnat edilen doğum tarihi 570 , ölüm tarihi ise 632 ve bu tarihten 750-760 yıllarına kadar geçen süre zarfında Muhammed ve İslamiyet hakkında ne Bizans kaynaklarında , ne Acem kaynaklarında , ne Süryani kaynaklarında , ne de çevre medeniyetlerin kaynaklarında bir bilgiye rastlanılmamaktadır. Tüm hayatı ve sözleri 750 yılından sonra rivayete dayalı bilgiler dahilinde kayıt altına alınmaya başlanmıştır. İlk hikayelerin , kendisine isnat edilen ölüm tarihinden 120-130 sene sonra , İbn İshak'ın "es-sire" isimli eserinde yer almaya başladığı iddia edilir lakin bu eser ortada yoktur , bu eserden alıp alıntılayan kişi ise "Siret" isimli eserin yazarı İbn Hişam'dır lakin bu eserde ortada yoktur.
Tüm bunlar öğrendiğimiz kaynak ise tarihçi Taberî'nin "Tarih er-Rusül ve'l Muluk ve'l Hulefa" adlı eseridir. Taberî yine rivayetler zinciri ile kendisine ulaşan bu muğlak bilgileri kendi erken İslam tarihine aktarmış ve tüm islam dünyası da bu kaynaktan alıntılar yapmış ve İbn Mace , Tırmizi , Buhari gibi muhaddisler de bu bilgiler dahilinde Kütüb-ü Sitte'yi oluşturmuşlar ki Kur'an dan sonra en güvenilir kaynak kabul edilir islam dünyasında. Fakat bu kaynakların hiç birinin yazılı belgesi ve mesnedi yok !

Bütün bu bilgilerin ise dayandırıldığı tek bir isim var , Abdülmelik döneminde yaşadığı iddia edilen İbn Şihab ez Zühri.
Ravi silsilesinde metin-isnat analizi yapmak oldukça güç hatta imkansıza yakın olmasına rağmen ulaşılabilen ilk ravinin bu kişi olduğu iddia edilir lakin onun da yaşayıp yaşamadığı muğlak bir konudur. Yani kısacası Taberî ve Buhari'den öğreniyoruz Muhammed hakkında ne biliyorsak.
Oysa Kur'an kendisinden satır satır yazılı kitap olarak bahsediyor Tur suresinde. Şimdi burada hadis kaynaklarına bakıyoruz , nerede bu kitap ? Bu kaynaklara göre ayetlerin nüzul sırasına baktığımızda vahylerin bitmesine daha 15 sene var bu sure geldiğinde yani ortada ne bitmiş vahyler toplamı var , ne de satır satır yazılmış bir kitap. Kendi içinde bile çelişkili bir durum var ortada.
Taberî ve Buhari ile elimize ulaşan ve Muhammed'in hayatını anlatan bu rivayetlerde, Muhammed'in ayetleri kitaplaştırmak istemediğini , ölümünden yıllar sonra sahabelerin ellerinde ne varsa (tahta , kemik , deri vb materyaller) getirmelerini istediklerini görürüz ve tüm bunları derleme görevi verilen kişi ise , aslında Kureyş'li olmayan henüz 21 yaşındaki Yesrib'li Yahudi genci Zeyd'dir. Neresinden bakarsak bakalım kurmaca olduğu anlaşılan bir rivayetler zinciri.
Bunun yanında Muhammed'in , Bizans ve çevre Krallıklara gönderdiği iddia edilen mektuplar var ki üzerinde durmaya bile değmez zira sayıları dokuza kadar çıkan bu mektupların içeriği anlatılırken , bu mektupların orijinallerini kimse gün yüzüne çıkaramamaktadır.
Şimdi gelelim dönemle ilgili elimizde var olan somut bulgulara:
  • Ürdün'de bulunan Gadara kaplıcalarında ki Muaviye'nin yazıtı (664)
  • Mısır'da , Fustat'da bir köprü üzerinde ki yazıt (664)
  • Kudüs'de Abdülmelik tarafından yaptırılan Kaya Kubbesinin içinde ve dışında ki yazıtlar (693)
  • Yine Abdülmelik döneminde yaptırılan Şam-Kudüs yolu üzerinde bulunan bir dikit (695)
  • Şam'da Velid tarafından yaptırılan bir yazıt (708)
  • Suriye'de Humus kenti yakınlarında ki bir yazıt (732)
  • Medine'de , şimdiki ismi Peygamber Camisi olan yapıda ki yazıtlar (757)

Tüm bu somut eser ve bulguların hiç birinde İslamiyetten ve onun Peygamberi Muhammed'den kesinlikle bahsedilmiyor. Tarihlere baktığımızda bu son derece şaşırtıcı bir durum..

Ne demiştik yukarıda ; Bize aktarılan bilgilerin en eski kaynağı kabul edilen kişi Abdülmelik döneminde yaşadığı iddia edilen İbn Şihab ez Zühri'dir. Burada çok önemli bir detaya değinmek istiyorum ; ez Zühri'nin yaşadığı iddia edilen dönemden bize kalan ve Abdülmelik tarafından yazdırılan ve halihazırda somut şekilde elimizde bulunan Kaya Kubbesi yazıtlarında neler yazıyor:
  • Lütufkar ve merhametli Tanrının adıyla , Tanrıdan başka Tanrı yoktur , onun ortağı yoktur.
  • O verir yaşamı ve o öldürür , o her şeye gücü yetendir.
  • Övülmesi gereken , Tanrının hizmetçisi ve onun elçisidir.
  • Tanrı ve melekleri Peygambere rahmet diliyorlar.
  • Yazı sahipleri kararınızda yanlış olmayın ve Tanrı hakkında sadece doğruyu söyleyin çünkü İsa Mesih , Meryem'in oğlu, Tanrının elçisidir , onun Meryem'e yerleştirdiği sözdür . Tanrıya ve elçisine inanın ve üç demeyin ( teslis inancının reddi ) bunu bırakın , çünkü Tanrı birdir , övgüler ona , nasıl çocuk sahibi olsun ki , gökte ki ve yerde ki her şey onundur.
  • Mesih Tanrı hizmetçisi olmaktan gocunmayacaktır , Tanrıya yakın olan meleklerdir.
  • Rab , elçini Meryem oğlu İsa'yı kutsa , doğduğu günde , öldüğü günde , yeniden dirileceği günde sağlık , refah ona.

Bize İslam halifesi olarak dikte edilen Abdülmelik'in bu yazıtlarda İsa'yı övmesi şaşılacak bir durum değil midir ?
(Ayrıca bu yazıtlarda yazanları bugün Kur'an da ayet olarak okuyoruz) Bu yazıtta açıkça Abdülmelik , başta Bizans'a kendi Hristiyan Teolojisinin(Heretik inanç) doğru teoloji olduğunu anlatıyor ve meydan okuyor.
Dikkat ederseniz yazıtta İsa için sık sık Meryem'in oğlu olduğu vurgulanıyor bu İznik Konseyi öncesi yani 325 yılı öncesi Hristiyanlık ögesidir.
İsa'nın Allah'ın oğlu olduğu öğretisi yani teslis inancı İznik Konseyi ile Bizans Kilisesinin resmi doktrini oldu. Pers topraklarında ki kiliseler ise 410 da ki Tizpon Konseyi kararları ile zorla kabul etmek zorunda kaldılar fakat Pers topraklarının doğu kesiminde kalan özellikle çöl Hristiyanları bu doktrini kabul etmediler ve Heretik inancı devam ettirdiler. Bu Monofizit Arap Hristiyanlar yani "İsa'nın Tanrının oğlu değil sadece elçisi olduğuna inanan" kesim , en geç Abdülmelik döneminde kendi öğretilerini eski Pers topraklarına geri getirip Bizans'a ve kiliseye kafa tutuyorlar. Bu Kaya Kubbesi yazıtlarından anlaşılacağı üzere ; İsa Meryem'in oğludur , Mesihtir , Muhammad'dır yani seçilmiş , övülmüş olandır , Peygamberdir , Tanrının Meryem'e yerleştirdiği sözdür , Tanrının oğlu değildir.
Yaklaşık 8. ve 9 yüzyıllara kadar "Muhammad ( MHMD-MHMT) terimi Monofizitlerin İsa için kullandıkları ve seçilmiş , övülmüş anlamlarına gelen bi sıfattır ( bu konuya başka bir yazı da değinilecek)

Ayrıca burada değinmemiz gereken çok önemli bir detay daha var . Döneme ait Syriac belgeleri dönemle ilgili neler anlatıyor bizlere bir bakalım. 660-670 yıllarına ait Psikopos Sebeos'un bir kroniği.
Diyor ki Sebeos ; Bölgede İsmaili kabileleri birleştiren birinden bahsediyor. İsmaili kabilelerin bu kişiye Mamet yani seçilmiş kişi dediklerini , çok iyi bir vaiz olduğunu , İsmaili kabilelerin vaat edilmiş toprakları kurtarmaları gerektiklerini anlatıyormuş. Bu sahte Mesih İsmaili kabilelerin haricinde Heretiklerden de kendisine hatırı sayılır bir taraftar toplayarak on iki bin kişilik bir ordu kurduğunu aktarıyor.
Bir başka kronik ise Alphonse Mingana koleksiyonun da yer alan yazarı belirsiz 675-685 yıllarına tarihlenen bir belge. Bu belgede İsmaili kabileleri bir araya getiren MHMD (seçilmiş-övülmüş) bir Mesih-Lider'den bahsediliyor. Sasanilere karşı savaşmış ve muhtemelen Sasani başkenti Medain'i ele geçirmiş. İslam kaynaklarına göre Muhammed'e atfedilen ölüm tarihinden 5 yıl sonrasından bahsediliyor. Yine başka bir kroniğe bakıyoruz. Mingana koleksiyonu içinde yer alan Süryani Rahip Pankaye'ye ait bir belge bu. Diyor ki Pankaye ; Bu seçilmiş kişinin emrine Hristiyanların da girdiğini ve bu topluluğun içinde heretiklerin de olduğunu (Monofizitler den bahsediyor) anlatıyor.
Bir diğer önemli belge ise 634-640 yıllarına tarihlenen Doktrina Jacobi nuber Baptizati isimli bir belge. Bu belgede Sarezenlerin bir lideri-önderi olduğundan bahsediyor. Bu liderin insan kanı akıtmaktan başka bir şey yapmadığını, İsa peygamberin yolda olduğunu ve cennetin anahtarını elinde bulundurduğunu iddia ettiği aktarılıyor işin ilginç yanı bu belgenin yazıldığı tarihte bu sahte Mesih hala yaşıyor ve olaylar Arap yarımadasında değil bugün Tel-Avive 45 km mesafede ki Kayserya'da gerçekleşiyor. Bu kaynakların hiç birinde İslamiyetten ve onun Peygamberi Muhammed'den kesinlikle bahsedilmiyor.
Kısacası 8. yy ortalarına kadar İslamiyet adında bir din ve bu dinin uygulamaları ile Peygamberi olduğu iddia edilen Muhammed'e ait bir bilgi yoktur.

Tarihi kaynaklara baktığımızda , bölgede hakim olan inanç yapısının Roma kilisesinden bağımsız olarak teslis inancına karşı olduğunu ve bunun sonucu olarak Bizans'ın bölgede zayıfladığını ve bu esnada ortaya bir sahte Mesih'in çıktığını ve bu Mesih'in , Monofizit öğreti ile İsmaili Yahudi öğretiyi harmanlayıp bölgede ki Arap kabileleri bir araya getirdiğini görebiliyoruz.
Özetle tüm bu bulgu ve belgelerden , İslam Peygamberi Muhammad denilen mitolojik şahsiyetin , sahte Mesih Mamet'in hikayesinden devşirilmiş olduğunu ve bugün İslamiyet dediğimiz öğretinin ise vahiy yoluyla bildirilmiş bir din olmadığını aksine bölgede hakim olan Monofizit öğretinin , İsmaili Yahudi öğreti ile harmanlanmış ve yaklaşık 200 yıllık bir süreçte özellikle Abbasilerin devletleşme sürecinde yeni bir din şeklini aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yani Arap Peygamberi Muhammed hiç bir zaman yaşamadı . Muhammed ( Muhammad ) Hristolojik bir sıfattır. İsa için kullanılan seçilmiş , övülmüş anlamalarına gelen bir sıfat iken Arapların devletleşme sürecinde 8. yy. ortaları ve 9. yy. başlarında yüklenilen anlamla birlikte var olmuş bir literatür figürüdür.
İslamiyet ise 7. yy. dan , 8. yy. ortalarına kadar henüz mevcut değildir , İslamiyet'in öncülü bir Hristiyanlık mezhebidir. 
Bu mezhep 8. yy. ortalarına doğru bahsettiğimiz süreç dahilinde yeni bir din şeklini almaya başladı ve Gazalî'nin teorisyenliğinde bugünkü şeklini aldı..

Yalanlarla , kurgulanmış hikayelerle yaşamak müminleri mutlu ediyorsa buna bizim yapabileceğimiz hiç bir şey yok elbette ama bunları dile getirip uyuyanları uyandırmaktan da geri duracak değiliz.. Her daim umut ve sevgiyle kalın dostlar.
Yazan: Gregoire de Fronsac