HABERLER
Dini Haber
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
din etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

PASCAL'IN KUMARI

Yazan: Kirpi


PASCAL'IN KUMARI


Ünlü Fransız matematikçi Blaise Pascal 19 haziran 1623 tarihinde Fransa'nın Auvergne-Rhône-Alpes bölgesindeki Clermont-Ferrand şehrinde doğmuş. Matematiğin yanı sıra fizikle ve müzikle ilgilenen yazar ve Katolik bir ilahiyatçıydı. İlahiyatla ilgilenmeye başlamasının nedeni babasının başına gelen talihsiz bir kazaydı. 1646 yılının soğuk bir kış günü Pascal'ın babası sokakta yürürken kayarak düştü ve kalça kemiğini kırdı. Dönemin tıbbını göz önünde bulundurursak bu çok ciddi bir kazaydı. O dönemde Rouen, Fransa'nın en iyi iki doktoruna ev sahipliği yapıyordu: Dr. Mösyö Deslandes ve Doktor de La Bouteillerie. Bu iki ünlü doktor onun babasını 3 ay boyunca tedavi ettiler ve Pascal'la samimi bir arkadaşlık kurdular. Fakat bu iki doktor Jansencilik olarak bilinen Katolik öğretisinden parçalanmış bir grubun savunucusu olan Jean Guillebert'in takipçileriydi. Pascal onlardan Jansenist yazarların eserlerini ödünç aldı. Kısa zamanda katı bir Augustinizm'i benimsedi.

Babasının ölümünden ve kız kardeşinin Port-Royal'in Jansenist manastırına bir postulant olarak katılmasından sonra 1656 ve 1657 yılları arasında takma isimle “Louis de Montalte” isimli kitabını yayınladı. Dönemin Katolik ilahiyatçılarının ahlaki felsefesini sert bir dille eleştiren bu kitap Kral XIV Louis'i o kadar çok sinirlendirmiştir ki 1660 yılında kitabın toplatılarak yakılmasını emretmişti. Pascal, argümanlarında mizah, alaycılık ve kısır hiciv kullanarak milleti derinden etkilemişti. Bunun yanı sıra kendi görüşleriyle Hristiyanlığı ve İncil'i çok tutkulu bir şekilde savunmuştur. Teolojide en ünlü eseri, asıl ismi Apologie de la din Chrétienne ("Hıristiyan Dininin Savunması") olan 1662 yılında henüz 38 yaşında ölümünden sonra yayınlanan ve çokları tarafında Pensées ("Düşünceler") olarak bilinen eseriydi. Pascal'ın Pensées'i bir başyapıt ve Fransız nesirlerinde bir dönüm noktası olarak kabul edilir . Sainte-Beuve eser hakkında yorum yaparken onu Fransızca'nın en iyi sayfaları olarak över. Will Durant da Pensées'i "Fransız nesirindeki en etkili kitap" olarak nitelendiriyordu.

Pascal Pyrrhonism ve Stoicism (şüpheciler, inanmayanlar) felsefi akınlarına katılan insanları Tanrıyla buluşturmak için bir tez üretiyordu. Günümüz modernist Müslümanlarında sıkça kullandığı ve sonraları Pascal'ın Kumarı olarak isimlendirilen bu teolojik tez özetle şu şekildedir:

“Tanrı'nın yokluğuna dair olasılıklar ne kadar yüksek olursa olsun, bu konudaki yanlış bir varsayımda bulunmanın cezası devasa boyutta olacaktır. TANRI'ya inanırsanız bu sizin için iyi olacaktır. Çünkü eğer haklı iseniz; sonsuz mutluluğa sahip olacaksınız. Ancak eğer yanılmış iseniz; zaten bir şey değişmeyecektir. Diğer yandan, eğer TANRI'ya inanmayıp haksız çıkarsanız sonsuza kadar lanetleneceksiniz. Ama haklı iseniz; yine bir şey değişmeyecektir.”

Müslümanlar bu tezin hilafetin son halifesi olan Ali bin Ebu Talibe ait olduğunu savunuyorlar. Genellikle bu tezi Agnostik ve Ateist felsefeye sahip insanlara karşı kullanıyorlar. Şimdi bu tezi daha detaylı bir şekilde inceleyeceğiz ve gerçekten Tanrıya inanmanın bir artı mı yoksa eksi mi olduğunu hep birlikte göreceğiz.

Öncelikle söylediğim gibi bu tez Hristiyanlığı ve İncil'i savunmak için ortaya atılmış. Bu durumda sormamız gerek: Pascal Tanrıya inanları bu kumarda kazanan taraf olarak görüyorsa o zaman Hristiyanlığın tam olarak hangi tanrısını kast ediyor? Zira Hristiyanlıkta Tanrının 3 kimliği var. 1-Baba (Peder). 2- Oğul ve 3-Kutsal Ruh

Müslümanlar bu tezi kendi Allahlarına uyarlamışlar ve “Allah'a inanmazsam cehennemde yanma riskim var o yüzden benim için Allah'a inanmak daha karlı” diyorlar. Yani cehennem korkusu olmasa Allah'a inanmaları için de bir neden kalmayacak. Biz yıllardır Müslümanlar cehennem korkusuyla dinde kalıyor derken bize kızanlar bu gün bunu kendi dilleriyle bu gerçeği itiraf ediyorlar. Kusura bakmayın da ben Tanrıyla kumar oynamam. Sizin gibi menfaatlerim çıkarlarım için de inanmış gibi rol yapmam.

Öncelikle şunu belirtmem gerek ki Ateistler “Ben Tanrıya inanmıyorum” derken mevcut dinlerdeki yaratıcı sıfatı taşıyan Tanrılardan bahsediyorlar. Mevcut dinlerin Tanrı anlatımlarına bakarak bunu mantık süzgecinden geçiren Ateister bu anlatımların doğru olmadığını düşündükleri için Tanrıya inanmıyoruz derler.

Şimdi sizinle küçük bir hesap kitap yapalım. Bakalım siz Tanrı olsanız Müslümanları yoksa ateistleri mi cennetinize alırsınız?

ALLAH
MÜSLÜMANLAR ATEİSTLER
Cehennem korkusuyla inanmak Dürüstçe, kanıt olmadığı için inanmamak
Cehennem korkusuyla iyi işler yapmak Hiç bir baskı olmadan iyilik yapmak
Doğduğu toplumun ona dayattığına inanmak Özgür düşünceyle, kendi mantığıyla karar vermek
Allah'tan gelmiş denilen kitapların içinden körü körüne birini seçmek ve diğerlerini okumadan dahi reddetmek Kur'an'ın da diğerleri gibi nakil yoluyla geldiğini ve toplumların çıkarlarının yazılı metinleri şekillendirdiğini bildikleri için kesin kanıt olmadan hiç birine inanmamak
Kötülük yaptığında şeytanı günah keçisi yapmak Tüm yaptıklarının sorumlusu olarak kendini görmek ve işlediği suçları başkalarına yüklememek
Kendi gibi düşünmeyenleri kafir ilan edip malını canını kendine helal saymak İnsanlara insan olduğu için değer verip yalnızca ahlaki değerler üzerinden ayrım yapmak
Küçük çocuklarla evliliğe din kılıfı giyindirerek sübyancılık yapmak Çocuklara tecavüzleri önlemek için protestolar yapmak
İslamı siyasallaştırarak toplumu kafir-mümin diye ayırıp kutuplaştırmak Eşit haklara sahip toplumlar inşa ederek kardeşçe yaşamak için elinden ne geliyorsa yapmak
Dinini kutsalını eleştirenleri kafir ilan ederek öldürmek Eleştirel toplumların yaranması için her türlü fedakarlığı yapmak
Kadını çarşafa kapatarak kocasına kul yapmak Kadınlarında en az erkekler kadar toplumsal haklarının olduğunu savunmak
Hayatını camilerde namaz kılarak oruç tutarak zekat vererek yaşamak. 1000 senedir eli açık mı kapalı mı namaz kılınır diye bir birinin kafasını kesmek Üniversiteleri kapatıp imam-hatip açmak. “Ben cahil halkın ferasetine güveniyorum” “Bilim insanları fuzuli işlerle uğraşıyor” demek. Bilimde, teknolojide dünya lideri olmak için kaliteli eğitimin şart olduğunu savunmak. Çocuklara küçük yaşlarında din dersi dayatarak onların özgür düşüncelerini kısıtlayanlara karşı çıkmak. Hayatın her alanında en iyisi olmak için elinden geleni yapmak. Yaptıklarıyla içinde bulunduğu topluma yararlı birer vatandaş olmak.

Bu listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Fakat meselenin önemli kısmı bu değil. Pascal kendi tezini üretirken zaten kazanan tarafa Hristiyanlığı kaybeden tarafa ise inançsızlarla beraber diğer dinlere inanan insanları da koymuş oluyor. Buna İslam'a iman etmiş Müslümanlar da dahil.

Pascal Hristiyanlığın tarif ettiği Tanrıyı kabul edenleri kumarın kazanan tarafı diğerlerini ise kaybeden olarak nitelendiriyor. Bunu nereden anlıyoruz?  Çünkü siz bir kumar oynarken  kazanırsanız eğer bu elinizde olan kartların sayesinde oluyor. Dolayısıyla Pascal'ın kumarında her bir inançlı insan kendi inandığı Tanrı kavramını doğru kabul ederek bu kumar masasına oturuyor.  Pascal'da zaten öyle yapmıştı. Hristiyanlığın anlattığı Tanrı kavramını doğru diye kabul ederek kendini kazançlı, farklı tanrıları kabul eden yahut hiç inancı olmayanları da kaybeden olarak gösteriyordu.
 
Hiç bir dini inancı olmayan bir kuruluş olan Adherents'a göre dünyada yaklaşık 4.300 din vardır. Şimdi siz Müslüman olarak Pascal'ın kumar masasına oturduğunuzda elinizde olan Allah kartıyla diğer 4299 Tanrıya karşı kumar oynamış oluyorsunuz. Ve bu 4299 Tanrının çeyreği hakkında bile doğru düzgün bilginiz yok. Ya bu 4299 Tanrının içinden biri veyahut bir kaçı doğruysa?  Kumarda yalnız biri kazanacak diye bir kural yok değil mi?
 
Aslına bakarsak bu kumar masasında Ateistlerin, Agnostiklerin, Deistlerin vs. şansı daha fazla. Zira Tanrı hakkında kesin bilgi olmadığı için bizim dinlerin dayattığı tanrıyı veya ona atfedilen din, sıfat ve ideolojileri inkar etmemizin mantıklı bir gerekçesi olmuş oluyor. Biz yarın ahirette Allah'ın karşısına çıkarsak kesin bilgi olmadığı için onunla beraber hiç bir Tanrıya inanmadığımızdan veya sadece tanrının varlığına inanıp ona çeşitli sıfatlar ve insani özellikler yükleyen dinlerin tanrılarına inanmadığımız için bağışlanma şansımız vardır. Ya siz Müslümanlar yarın ahirette Allah değilde Zeus ile karşılaşırsanız ne olacak? O zaman onu değilde başka bir dinin tanrısını kabul ettiğiniz için cehennemde yanacaksınız. Veya 4300 Tanrı içinde Allah yalancı ve geri kalan 4299 Tanrı doğruysa? O zaman cehennemde o 4299 Tanrının azap fantezilerini deneyeceksiniz. Fakat ben bir Tanrıyı inkar ettiğim için o cehennemden çıkma şansım var.

Gözünüzün önünde daha iyi canlanması için şöyle bir örnek vereyim.
Örneğin siz 10 kişilik bir  kumar masasına oturdunuz. 9 kişinin hepsi size resti çekmiş. Herkes resti çekmişse demek ki herkes elindeki kartların kazanma şansı olduğuna emin durumda. Şimdi başkalarının elindeki kartların ne olduğunu bilmeden “restinize rest ulan”  demek mi daha mantıklı yoksa  kazanacağına dair kesin bilgi olmadığı için “pass” demek mi? Sizi bilmem ama ben “gereğinden fazla cesaret aptallıktır” diye düşünenlerdenim.

Burada şöyle bir itirazda bulunabilirsiniz: “Allah'a inanırsam en fazla ne kaybedebilirim ki?” Çok şey kaybedersin. Kaybedeceğin şeylere bir tane örnek vereyim.
Karamanda çocuklarını yatılı Kur'an kursuna bırakan ebeveynler de ellerindeki Allah ve cennet kartlarıyla Pascal'ın kumar masasına oturmuşlardı. Ama çocuklarının yüzündeki tebessümü, sevinci kaybederek kalktılar o kumar masasından. Ne kazandılar biliyor musunuz? Ömürleri boyu hiç unutamayacakları psikolojik travmalar.
İşte bu gibi nedenlerden dolayı bizler elimizde kazanacağımıza dair kesin bilgi olmadığı sürece kumar masasına oturmamalıyız diyoruz.

"RICHARD DAWKINS "TANRI YANILGISI" (The God Delusion) isimli yazısında şunları aktarıyor:
"Eğer Tanrı'yı hoşnut etmek istiyorsan yapmak zorunda olduğun tek şey ona inanmaktır" fikrini neden bu kadar kolay kabul ederiz? İnanmayı bu kadar özel yapan şey nedir? Tanrı'nın iyiliği, cömertliği ya da alçak gönüllülüğü ödüllendirmesi de inanmayı ödüllendirmesiyle aynı olasılıkta değil midir? Ya da dürüstlüğü? Ya eğer TANRI gerçeği içtenlikle aramayı en yüksek erdem sayan bir bilimci ise? Cidden, evrenin tasarımcısı bir bilimci olmak zorunda değil midir? Bertrand Russell'a öldükten sonra karşısında TANRI'yı bulduğunda ve onun Russell'a neden ona inanmadığını sorduğunda ne cevap vereceği sorulmuştu. "Yeterli kanıt yoktu TANRI, yeterli kanıt yoktu," cümlesi Russell'ın (neredeyse ölümsüz diyebileceğim) cevabıydı. Ödlek bahisçiliği için TANRI'nın PASCAL'a duyacağından çok daha fazla saygıyı cesur kuşkuculuğu için (hapse düşmesine neden olan, Birinci Dünya Savaşı'nda gösterdiği cesur vicdani reddi bile boş verirsek) Russell'a göstermesi daha olası değil midir? Ve TANRI'nın ne karar vereceğini bilemesek bile Pascal'ın Bahsini çürütmek için TANRI'nın hangi yönde karar vereceğini bilmeye ihtiyacımız yoktur. Unutmayın ki bir bahisten bahsediyoruz ve Pascal bu girişiminin yalnızca ve yalnızca çok düşük olasılıklarda işe yarayacağını iddia etmiyordu. TANRI'nın ahlaktan yoksun, sahte inancı (ve hatta dürüst inancı) açık yürekli kuşkuculuktan daha değerli bulacağına bahse girer miydiniz?

Siz nasıl düşünüyorsunuz? Eğer bir Tanrı varsa o Tanrı cehennem korkusuyla ona iman edeni mi yoksa dürüstçe kesin bilgi sahibi olmadığı için iman etmeyen birisini mi ödüllendirirdi? 
Fakat size yani Müslümanlara yalnız bir şey söyleyebilirim. Dua edin de Allah'ın her şeyden haberi olmasın. Zira sizin kendi çıkarlar ve kaygılarınız yüzünden ona inandığınızı öğrenirse haliniz perişan olabilir.. 

İSA ve MUHAMMED

Yazan: Serdar Kaangil


İSA ve MUHAMMED


Kanaldaki videolardan ve internet sitesindeki makalelerden de bildiğiniz üzere zaman zaman Hristiyanlık ve Musevilik hakkında da eleştirel yayınlar yapıyorum. Tıpkı en son hazırladığım İncildeki Çelişkiler videosu gibi. O yüzden lütfen takacağınız etiketleri ve atacağınız iftiraları kendinize saklayınız.
Benim gözümde tüm dinler ve peygamberler aynıdır, hiçbirine inanmam. O yüzden dini metinlerden bildiğimiz 2 farklı karakter olan İsa ve Muhammed'i yine kendi dinlerine ait metinler üzerinden tarafsızca kıyaslayacağım. 

İsa ve Muhammed’in hayatlarını genel olarak biliyoruz. Bazı hatırlatmalar yaparak konuya giriş yapalım.

İsa’nın hayatı İncillerde anlatılır. Matta ve Luka hem Hz.İsa’nın soy kütüğünü verirler, hem de doğum öncesi olayları ve doğumunu anlatırlar, çocukluğundan bahsederler. Markos ile Yuhanna da ise İsa’nın şeceresi yoktur, doğumundan ve çocukluğundan bahsedilmez.
İsa’nın gençlik yılları ile ilgili hiçbir bilgiye de yer verilmez.

Benzer durumu Muhammed’in hayatında görsek de, az da olsa gençlik yılları ile ilgili bilgiye rastlayabiliriz. Çocukluk yıllarında bolca mucizelerden bahsedilirken gençlik yılları sade anlatımlıdır. İsa’nın ise hemen hemen tüm hayatı mucizelerle doluymuş gibi anlatılır.

Hem İncillerde hem de Kur’an’da İsa’nın annesi Meryem’in hiçbir erkekle ilişki kurmaksızın bakire iken Allah tarafından melek vasıtasıyla döllendirilerek İsa’ya hamile kaldığı ifade edilir.

Muhammed’e cinsel yönden sıkıntıya düşmemesi için ayetle evlilik serbestliği getirilmişken, İncilde İsa’nın cinsel hayatı ile ilgili olarak hiçbir ifadeye rastlanmamaktadır.

Muhammed’in 15-16 eşi ve cariyeleri bilinirken, 6 çocuğu ve küçük yaşta ölen oğulları hakkında bilgi mevcutken, İsa’nın evliliği ve çocuğu olup olmadığı hakkında bilgi mevcut değildir.

İsa’nın gerçekten yaşayıp yaşamadığı dahi tartışmalıdır. Yaşamı ile ilgili tek kaynak İncillerdir.
Muhammed’in yaşadığı ile ilgili olarak ise dönemin Hristiyan kayıtlarında bilgi bulunmaktadır.

Kur’an ve Muhammed İsa’yı doğruladığına göre, yani İslam’a göre İsa’yı da Muhammed’i de elçi olarak gönderen aynı Allah olduğuna göre yaşam tarzlarındaki bu uçurumun nedeni nedir?
Neden Muhammed çok eşli bir yaşam sürmüşken, İsa hiç evlenmemiştir?
İsa hiç evlenmemişse, yaşamı boyunca cinsel ilişkide bulunmamış mıdır?
Cinsel ihtiyacı olmamış mıdır? Yoksa iradesiz midir?

İsa 33 yıl yaşar. Sahneye çıkışı ise takriben 30 yaşındadır.
20’li yaşlarda İsa ne yapmıştır?
30 yaşında iken “Hadi başla!” emri mi almıştır da bayrak açmıştır?
Bunlar İncillerde belirtilmez.

Muhammed’e vahiy ise Kur’an ve hadislerde belirtilmiştir.

Ama efsanevi anlatımlarda benzerlik vardır.
Muhammed’in annesi Amine’ye de, İsa’nın annesi Meryem’e de müjde verilmiştir.
Her ikisinin de doğumlarında mucizevi olaylar öne sürülür.
Fakat belli bir yaşa kadar ikisi de ortaya çıkmaz.
İsa 30’unda, Muhammed de 40’ında çağrıya başlar.

İsa’nın cinsellikten uzak oluşunun etkisi Hristiyan din adamlarına da yansımış ve onlar da İsa gibi cinsellikten ve evlilikten el çekmişlerdir.
Bu ne derece doğrudur?
Mesele dünya zevklerinden kaçınmaksa Muhammed neden tersini yapmıştır?
İsa gerçekten cinsel yaşamdan ve kadınlardan kopuk muydu?

İsa kadınlardan pek kopuk değildir aslında.
Örneğin İncillerde Mecdelli Meryem olarak anlatılan günahkar fahişe kadın için İsa ile evli olduğu, ondan hamile kaldığına dair kurgular da vardır. Bir başka Meryem’in İsa’nın ayaklarını yıkadığı, saçlarıyla kurladığı, öpüp okşadığı yazılıdır. Daha sonra bu kadın İsa’nın öğrencileri arasına katılır.

Luka / 7. 36-39:
Ferisiler’den biri İsa’yı yemeğe çağırdı. O da Ferisi’nin evine gidip sofraya oturdu.
O sırada, kentte günahkâr olarak tanınan bir kadın, İsa’nın, Ferisi’nin evinde yemek yediğini öğrenince kaymaktaşından bir kap içinde güzel kokulu yağ getirdi. İsa’nın arkasında, ayaklarının dibinde durup ağlayarak, gözyaşlarıyla O’nun ayaklarını ıslatmaya başladı. Saçlarıyla ayaklarını sildi, öptü ve yağı üzerlerine sürdü.
İsa’yı evine çağırmış olan Ferisi bunu görünce kendi kendine, “Bu adam peygamber olsaydı, kendisine dokunan bu kadının kim ve ne tür bir kadın olduğunu, günahkâr biri olduğunu anlardı” dedi.

İncillerde İsa’nın dirildikten sonra Mecdelli Meryem’e göründüğü yazılır.
Bu kadın Da Vinci’nin kurgusundaki Maria Magdalena’dır ve İsa’dan Sarah isminde bir kız çocuğu doğurur. İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra çocuğunu korumak amacıyla Fransa’ya kaçar ve oradaki yahudilere sığınır.

Fransa’da 22 temmuz Meryem günü olarak kutlanır ve ilk olarak onun manastırında yapıldığına inanılan Madeleine çörekleri o gün kutsal bir yiyecekmiş gibi tüketilir.

Yuhanna 11-2:
Meryem, Rab’be güzel kokulu yağ sürüp saçlarıyla O’nun ayaklarını silen kadındı. Hasta Lazar ise Meryem’in kardeşiydi.

Bu kadınla İsa’nın dostluğu daha sonra ilerledi öyle ki başbaşa bile kalıyorlardı:

Luka 10:39-42:
39. Marta’nın Meryem adındaki kızkardeşi, Rab’bin ayakları dibine oturmuş O’nun konuşmasını dinliyordu.
40. Marta ise işlerinin çokluğundan ötürü telaş içindeydi. İsa’nın yanına gelerek, “Ya Rab” dedi, “Kardeşimin beni hizmet işlerinde yalnız bırakmasına aldırmıyor musun? Ona söyle de bana yardım etsin.”
41. Rab ona şu karşılığı verdi: “Marta, Marta, sen çok şey için kaygılanıp telaşlanıyorsun.
42. Oysa gerekli olan tek bir şey vardır. Meryem iyi olanı seçti ve bu kendisinden alınmayacak.”

Bu noktada İsa’nın bu kadar çok kadına ayaklarını yıkatmış, okşatmış olması düşündürücü gelebilir.

İsa ile Maria Magdalena’nın evliliğinin kurgu olarak ileri sürüldüğünü yazmıştım.
İncil’de Mecdelli Meryem olarak geçen Magdalena fuhuş suçu nedeniyle recmedilirken İsa tarafından kurtarılan kadın olarak sunulur.
Buna karşın bu kadının ezoterik bir tarikat üyesi olduğu öne sürülür.

Şimdi gelelim karşılaştırmaya. Siz karar verin İsa ile Muhammed’in tanrısı aynı olabilir mi?

6 Asırda Bu Ne Değişiklik:

İsa Diyor ki: ( Tanrıdan esinlendiği rivayetiyle)

Matta 5/ 39: Ama ben size diyorum ki, kötüye karşı direnmeyin. Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin.

Muhammed diyor ki: (vahiy rivayetiyle)

Bakara 178: Ey iman edenler! Öldürmede kısas size farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Ama her kim, ölenin kardeşi tarafından bir şey karşılığı bağışlanırsa, o zaman örfe uyması, ona diyeti güzellikle ödemesi gerekir. Bu, Rabbiniz tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Her kim bunun arkasından yine saldırırsa, artık ona acı veren bir azab vardır.

Merhamet Farkı

İsa, Yahudilerin recmetmek istedikleri bir kadını taşlanarak öldürülmekten kurtarır.

Muhammed ise, aralarındaki zina yapan kadın ve erkeğe dayak cezası vermek isteyen Yahudilere recmi emreder ve taşlatarak öldürtür.

İsa’nın Recmi Önlemesi:

Yuhanna 8:3-9:
3. Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler.
4. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya, “Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı” dediler.
5. “Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?”
6. Bunları İsa’yı denemek amacıyla söylüyorlardı; O’nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu.
7. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve, “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın!” dedi.
8. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya başladı.
9. Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar.

Muhammed’in Recme Zorlaması:

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:
“Yahûdilerden bir kadınla bir erkek zinâ yaptılar. Birbirlerine: ‘Bizi şu peygambere götürün. Çünkü bir kısım hafifletmeler getiren bir peygamberdir. Bize recm dışında fetvâlar verirse kabul eder, Allah indinde O’nun hükmünü kendimize delil kılarız ve: ‘Peygamberlerinden bir peygamberin bize verdiği fetvâlar(la amel ettik, hevâmıza uymadık) deriz’ dediler. Mescidde ashâbıyla birlikte oturmakta olan Hz. Peygamber (s.a.s.)’e gelerek: ‘Ey Ebû’l-Kasım, zinâ yapan kadın ve erkek hakkında kanaatin nedir?’ dediler. O, onlara tek kelime söylemeden Beyt-i Midrâslarına geldi. Kapıda durarak: “Hz. Mûsâ (a.s.)’ya Kitabı indiren Allah aşkına söyleyin, muhsan olan birisi zinâ yapacak olursa bunun Tevrat’taki hükmü nedir?” diye sordu. “Yüzü siyaha boyanır, eşek üzerine ters bindirilir ve dayak atılır.”
Hadiste geçen tecbiye: Zânileri, enseleri birbirine bakacak şekilde bir eşeğe bindirilip, bu halde sokaklarda dolaştırılmasıdır.
Râvi devamla der ki: “Yahudilerden bir genç (bu cevaba katılmayap) susmuştu. Rasûlullah (s.a.s.) onun suskunluğunu görünce sualinde ısrar etti. Bunun üzerine genç: “Madem ki sen bize Allah’ın adına yemin veriyorsun (gerçeği söyleyeceğim): “Biz Tevrat’ta recm emrini görüyoruz” dedi. Rasûlullah (s.a.s.): “Allah’ın emrini hafifletmenizin başlangıcı nasıl oldu?” diye sordu. (Genç) şu cevabı verdi: ‘Krallarımızdan birinin bir yakın akrabası zinâ yaptı. Kralımız, recmi ona tatbik etmedi. Sonra halka mensup bir aileden bir erkek zinâ yaptı. Bunu recmetmek istedi. Ancak adamın kavmi buna mâni olup: ‘Sen yakınını getirip recmetmedikçe biz de adamımızın recmedilmesine müsâade etmeyeceğiz!’ dediler. Bunun üzerine, aralarında şimdiki cezâyı vermek üzere anlaşıp sulh yaptılar.’ (Bu açıklama üzerine) Rasûlullah (s.a.s.): “Ben Tevrat’taki âyetle hükmediyorum!” dedi ve onların recmedilmelerini emretti ve recmedildiler.
(Ebû Dâvud, Hudûd 26, h. no: 4450, 4451)

Hümanist İsa’ya karşın Savaşçı Muhammed

Muhammed, Müslüman olmayanların yurtlarını, mallarını yağmayı, onlara karşı savaşı, cihatı, fethi emretmiş, teslim olmayanların öldürülmesini istemiştir.

Ahzab 27: Allah sizi onların topraklarına, yurtlarına, mallarına ve henüz ayak basmadığınız topraklara varis kıldı. Allah her şeye hakkıyla gücü yetendir.

Saff  11: Allah’a ve Resulüne inanırsınız, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihat edersiniz. Eğer bilirseniz sizin için en iyisi budur.

Fetih 1: Biz sana doğrusu apaçık bir fetih ihsan ettik.

Tevbe 5: Haram aylar çıkınca putperestlerin gelip geçecekleri bütün yolları tutun, onları kuşatın, bulduğunuz yerde öldürün, yakalayın hapsedin. Fakat tövbe ederler, namaz kılarlar ve zekat verirlerse bırakın onları, şüphe yok ki Allah suçları örter, rahimdir.

İsa’nın ise şiddetten uzak durduğu, savaş, cihat, fetih çağrısı yapmadığı, yayılmacı bir din anlayışında olmadığı görülür.
Buna karşın “Ben barış değil, kılıç getirdim”, ” Abanızı satın, kılıç alın” dediği gibi,
“Kılıç kullanan kılıçtan geçirilir” sözleri mecazi anlamları itibarıyla tartışmalıdır.

Bir genelleme yapacak olursak İsa’nın daha barışçı ve hümanist, Muhammed’in ise daha savaşçı ve daha katı olduğunu söyleyebiliriz.

Muhammed Çalışmayı Öğütlerken İsa Tersini Söylüyor:

Muhammed, ayet ve hadislerde boş durmamayı, çalışmayı, ticareti öğütlemiştir.
İsa’nın ise çalışma, üretme konusunda bir teşviki olmadığı gibi tersini ima eden söylemleri vardır.

Necm 39-40: İnsan ancak çalıştığını elde eder, şüphesiz karşılığını da görecektir.

“Hiç ölmeyecekmiş gibi çalış, yarın ölecekmiş gibi ibadet et.”
“Çalışmak ibadetin yarısıdır.”
“Çalışanın hakkını alın teri kurumadan verin.”
“Ticaret yapın! Çünkü rızkın onda dokuzu ticarettedir.”

Hadislerde çalışma ve ticaretle ilgili başka örnekler de çoktur.

İncil'de ise İsa kaygılanmamayı öğütleyerek şöyle der:

Matta 6:25-26:
25. Bu nedenle size şunu söylüyorum: `Ne yiyip ne içeceğiz?` diye canınız için, `Ne giyeceğiz?` diye bedeniniz için kaygılanmayın. Can yiyecekten, beden de giyecekten daha önemli değil mi?
26. Gökte uçan kuşlara bakın! Ne eker, ne biçer, ne de ambarlarda yiyecek biriktirirler. Göksel Babanız yine de onları doyurur. Siz onlardan çok daha değerli değil misiniz?

İsa Komüncü, Muhammed Sadakacıydı

İsa, Muhammed’e göre dünya nimetlerine, zenginliğe, ganimete, mala-mülke düşkün değildi.
İsa, insanların tasarruf etmesine, mal ve para biriktirmesine kesinlikle karşıydı.
Bu mülkiyet karşıtı dünya görüşüyle onu bir komünist olarak tanımlayamasak da o döneme göre dinsel bir komün yaşamını savunan biri olarak görebiliriz. Zaten içinde yetiştiği Esseniler bu yapıdaydı.

Söylemlerinden bazı örnekler:

Markos 10:21-25:
21 Ona sevgiyle bakan İsa, “Bir eksiğin var” dedi. “Git neyin varsa sat, parasını yoksullara ver; böylece gökte hazinen olur. Sonra gel, beni izle.”
22 Bu sözler üzerine adamın yüzü asıldı, üzüntü içinde oradan uzaklaştı. Çünkü çok malı vardı.
23 İsa çevresine göz gezdirdikten sonra öğrencilerine, “Varlıklı kişilerin Tanrı Egemenliği’ne girmesi ne güç olacak!” dedi.
24 Öğrenciler O’nun sözlerine şaştılar. Ama İsa onlara yine, “Çocuklar” dedi, “Tanrı’nın Egemenliği’ne girmek ne güçtür!
25 Devenin iğne deliğinden geçmesi, zenginin Tanrı Egemenliği’ne girmesinden daha kolaydır.”

Muhammed ise Müslüman olmayanlara karşı yayılmacı, Müslümanlar için de sosyal adaletçiydi. Sadaka ve zekatı, yoksulların doyurulmasını, komşusu açken tok olunmamasını Müslümanlığın şartları arasına koymuştu.
Ama zenginlere, zenginliğe karşı değildir. Der ki “Allah zengindir, dilediği kullarına da zenginlik verir.” Muhammed, Halil İbrahim zenginliğine erişmek ister ve bunun için Müslümanlardan kendisi için salavat ister. Hala Müslümanlar bunun için dua eder, salavat getirirler.

MASONLUĞUN KISA TARİHİ

Yazan: HERMES Trismegistos

MASONLUĞUN KISA TARİHİ

Masonluk veya farmasonluk , kökenlerini 14. yüzyılın sonlarından itibaren taş ustalarının niteliklerini ve yetkililer ve müşterilerle etkileşimlerini düzenleyen yerel taş ustalarının kardeşliklerine kadar izleyen kardeş örgütlerden oluşur . Masonluk, yıllar boyunca çok sayıda komplo teorisinin konusu olmuştur . [1] Modern Masonluk genel olarak iki ana tanıma grubundan oluşur:

Düzenli Masonluk , çalışan bir kulübede bir kitap kitabının açık olması, her üyenin bir Yüce Varlığa inandığını iddia etmesi ve hiçbir kadının kabul edilmemesi konusunda ısrar eder (ancak bazı yargı alanlarında, başlatıldıktan sonra kadına geçiş yapanlar kalabilir din ve siyaset tartışmasının yasaklanmasıdır.

Kıta Masonluğu artık bu kısıtlamaların bir kısmını veya tamamını kaldıran yargı bölgeleri için genel bir terimdir.
Masonluğun temel, yerel organizasyon birimidir loca . Bu özel Localar genellikle bölgesel düzeyde (genellikle bir eyalet, il veya ulusal sınırla aynı anda) bir büyük loca veya büyük organizasyon tarafından denetlenir . Tüm Masonluğu denetleyen uluslararası, dünya çapında bir Büyük Loca yoktur; her Büyük Loca bağımsızdır ve birbirlerini meşru olarak kabul etmeleri gerekmez.

Masonlar dünya üzerinde farmasonlar olarak ta bilinir mason ismini almalarının sebebi rivayete göre Süleyman tapınağının yapımında bulunan taşçı ustalarıdır.

Masonluk; pek çok ülkede dışa kapalı bir örgüt olarak etkinlik gösteren, özgürlük, eşitlik, kardeşlik ve dayanışma temeline dayalı, ilkeleri ve kuralları ancak üyelerince bilinen, üyeleri arasında büyük bir dayanışma bulunan, 6 veya 7 üyeden oluşan ve lonca denilen bölümlere ayrılan, üyelerinin birbirlerini masonluğa özgü imlerle, simgelerle tanıdığı, gizliliğe önem veren bir tür örgüt, dernektir.

Masonlar gizli bir örgüt değildir aksine mason olan biri mason olduğunu rahatlıkla dile getirebilir fakat her tarikatta olduğu gibi onlarında sırları vardır ve bu sırların dışarı sızdırılmaması gerekir

Masonluğun en bilinen ve eski sembolü budur;



Görüldüğü gibi bir pergel ve cetveldir. En eski sembolün bu şekilde olmasının sebebi ise tanrının muhteşem bir düzenle yaratmış olduğu evrenin yüce mimarı sıfatına vurgu yapmak istemeleridir.

Ayrıca asla tanrı inancı olmayan biri mason olamaz zira bir mason kendisinden daha üstün bir güce inanmak zorundadır. Dini önemli değildir. Yahudi Müslüman yada Hristiyan olması önemli değilken ilahi varlığa, kutsal saatçiye inanması yeterlidir. Mason felsefesi bu biçimiyle deizmle de benzerlik gösterir. Tanrıya inanırlar fakat bir ibadet biçimleri yoktur.

Masonluğun 33 kademesi vardır ve her kademenin de kendi selamlaşma biçimi vardır. Masonlar dini inançtan çok kardeşlik sevgi saygı gibi erdemlere önem verirler.

Mason olmanın şartları şunlardır;
  • Katılmayı özgür iradeyle istemek.
  • Evrenin bir yaratıcısı olduğuna inanmak.
  • 18 yaşından büyük olmak. (Bazı durumlarda masonların çocukları daha erken yaşlarda kabul edilmektedir.)
  • Ahlaklı olmak ve iyi bir itibara sahip olmak.
  • Zihinsel ve bedensel olarak sağlıklı olmak. (Bu, eskilerde daha çok rastlanan kurallardandır.)
  • Özgür bir insan olmak. (Bu da köleliğin hüküm sürdüğü eski dönemlere ait bir kuraldır.)
  • Bir ya da birkaç masonun referansına sahip olma

Bunlar üstünden yapılacak yorum şudur ki masonlar yoldan geçen avare insanı almazlar. Bir iyi itibarı ve zihnen ergin olması gerekir tabi birde yaratıcıya inanması var garip mason yeminleriyle bunu tescillerler. Gerçekliği bilinmeyen zira masonlar açık tarikat olmasına rağmen gizlidir bir ayine göre bir kasede şarap vererek yalancılık yada öteki suçların içinde olup tarikata girmek isteyenlere şarabın içen ve tarikata yeni katılmak isteyen kişiye zehir olmasını dileyip şarabı içmesini buyuruyorlar. Gelelim kuzey Amerika ve masonluğa.

Kuzey Amerika Masonluğu

Masonluk tahmin edilebileceği gibi Kuzey Amerika'ya İngiltere'den gelmiştir, koloniler mason geleneklerini taşımış ve localar oluşturmuştur.

1700'lerin başında Britanya çok hızlı bir şekilde büyüyordu. Önce iç savaştan başarı ile çıktı. Bunu kralın tahttan indirilmesi izledi ve başarılı bir devrim gerçekleşti. 1714'de Hanover'li George'un tahta çıkışı ile Britanya hızlı bir dinamizm yakaladı. Devrin süper gücü Fransa bu büyümeyi engellemek için 1800'lerin sonuna kadar ne kadar uğraştıysa da başarılı olamamıştı. Bütün bu gelişmeler Londra'yı dünyanın merkezi haline getirmişti.

Daha sonra ise masonluk bu bölgeden kolonicilerle birlikte Amerika'ya taşınmış ve Amerikan kültürü özellikle kuruluş döneminde masonlukla oldukça kaynaşmıştır.



Amerika'nın kurucusu George Washington'ın masonik anıtına dair tarihsel resimler bulunmaktadır. Fakat sadece Washington değil Jefferson Ulysses S. Grant gibi büyük Amerikan başkanları da masondur. Hatta Amerika kongre binasının tavanında Washington’un göğe yükselişinin resmi vardır ve resmin içinde Latince olarak çoğun birliği yazar. Çoğun birliği çok derin bir kavramdır, yani hepimiz tanrının tecellisiyiz ve tüm insanlık tanrıyı oluşturur anlamı taşır. Tanrıdan geldik tanrıya döneceğiz şekliyle İslam'da bile bulunan bu kavramın bizdeki adı kötüye çıkmış olsa da bu bir devir kuramıdır. Eski Ahit'te insanı kendimize benzer yaratalım diyen tanrı fizikselliği kastetmiyordu, aklen insanı kendine benzer yaratmak ona kendinden bir şeyler katma anlamında kullanılmıştı. Masonlarda ve Türk tasavvufunda olan bu kavramın demin bahsettiğim gibi bizim tanrıdan parça olduğumuzu savunması şirk gibi karşılanır. Hatta bir örnek vermek gerekirse Hallac-ı Mansur bir gün tasavvufa dalmışken şiirinde şu sözleri kullanır: "En el hak" yani "tanrı, Allah benim". Abbasi halifesi bu sözün içindeki devir kuramından habersiz olduğundan ne demek istediğini bile anlamadan Hallac-ı Mansur'u astırmıştır.

Masonların illuminati gibi örgütlerle ilişkisi yoktur, onlar gibi yer altı örgütü de değildir. Defalarca dile getirdiğimiz gibi elbette sırları vardır fakat gayet meşrudur. Masonlar mistisizme, özellikle de rakam, biçim ,geometri mistisizmine düşkünlerdir. Bunun üyelerinin çoğunun bilim insanı olmasından ve evrenin ilahi düzenine saygı duyuyor olmalarından ileri geldiğini düşünebiliriz. Bu sayı mistisizminin en güzel örneği ise büyük usta Dürer'in Melankolya 1 adlı eseridir.

Bu eserde düşünen bir karakter ve etrafında sayısız bilgi unsuru vardır. Bu, insanlığın derin sırları ve mistisizmi anlamada zorlanmasını temsil eder. En önemli unsur ise düşünen meleğin tam kanadının üstündeki karedir.



İşte bu kare de bulunan metaforlar şunlardır;

En alt satırdaki 15 ve 14 eserin tarihidir.
Sihirli sabitimiz 34'tür ve 86 farklı kombinasyon vardır.

Örnek
Saat yönünde: (3 + 8 + 14 + 9)
İlk satır soldan sağa: (16 + 3 + 2 + 13)
Son satır yukarıdan aşağı: (13 + 8 + 12 + 1)
Köşeler: (16 + 13 + 4 + 1)
İki dış sütun ve sıranın ortadaki iki girdisi: (5 + 9 + 8 + 12)
Dörtlülerin her biri, merkez dört kareler, köşe kareleri, dört dış sayı ve aynı şekilde: (2 + 8 + 9 + 15 ve 3 + 5 + 12 + 14)

Ancak burada bulunacak daha fazla şifre var. Bu kareyi dört hücrenin dört grubuna bölmek için on üç farklı yol vardır. Dört hücrenin her bir grubunun toplamı 34'dür.
Dürer karesindeki pozisyonlar sonlu vektör uzayı olarak görülebilir; burada dört hücrenin dört grubunun her biri bir dizi paralel afin düzlemdir.

Bunlar üstünden anlatmak istediğim ana konu masonluğun çok eski tarihlere dayanan, meşru ve açık olduğu kadar gizemli ve köklü bir tarikat olduğudur. Her bir kolu bir köktür ve incelemeye çalıştığımızda Dürer'in gravüründeki düşünen kişi gibi kalırız ve yüzeyden ileri geçemeyiz.

PAGAN VE PAGANİZM TERİMLERİNİN TARİHİ

Hazırlayan: A.Kara


PAGAN VE PAGANİZM TERİMLERİNİN TARİHİ 

Paganizm ilk kez dördüncü yüzyılda erken Hristiyanlar tarafından Roma İmparatorluğu'nda çok tanrıcılığı uygulayan insanlar için kullanılan bir terimdir. Bunun nedeni ya Hristiyan nüfusuna göre daha kırsalda yaşayan taşralılar olmaları ya da Mesih'in askerleri olmamalarıdır. [1] [2] Hristiyan metinlerinde aynı grup için alternatif olarak Helen yani Yunan, gentile yani Yahudi olmayan ve putperest terimleri de kullanılmıştır. [3] Kurban törenleri eski Yunan-Roma dininin [4] ayrılmaz bir parçasıydı ve bu yüzden bir kişinin pagan mı yoksa Hristiyan mı olduğunun bir göstergesi olarak kabul edilirdi. [4]

Paganizm aslen çok tanrıcılığı aşağılayıcı, küçültücü bir terimdi ve bu inancın aşağılık olduğunu ifade ediyordu. Paganizm geniş anlamda "köylülerin dini" anlamına gelmektedir. [3] [5] Orta Çağ boyunca ve sonrasında paganizm terimi alışılmadık dinleri anlatmak için uygulanıyordu ve bu terim sahte tanrı veya tanrılara inancı varsayıyordu. [6] [7] Günümüzde var olan modern yani neopaganizm gibi modern pagan inançlarının çoğu [8] [9] panteist, çok tanrılı veya animist bir dünya görüşünü ifade eder; ancak bazıları tek tanrılıdır. [10]

Pagan teriminin çok tanrıcılığa uygulanmasının kökeni tartışılmaktadır. [11] 19. yüzyılda paganizm antik dünyadan esinlenen çeşitli sanatsal grupların üyeleri tarafından kendilerini tanımlamakta kullanıldı. 20. yüzyılda ise Modern Paganizm, Neopagan hareketleri ve çok tanrılığı yeniden yapılandıranlar tarafından kendilerini tanımlayıcı bir terim olarak uygulanmaya başlandı. Modern pagan gelenekleri çoğunlukla büyük dünya dinlerinden farklı olan doğaya tapınma gibi inançları ve uygulamaları içerir. [12] [13]

Pagan inançlarına ait sahip olduğumuz bilgiler antropolojik saha araştırma kayıtları, arkeolojik eserlerin kanıtları ve Klasik antik çağda bilinen kültürlerle ilgili eski yazarların tarihi kayıtları dahil olmak üzere çeşitli kaynaklardan gelir.

İsimlendirme ve Etimoloji

Pagan

"Başlangıçtan itibaren 20. yüzyıla kadar insanların (paganların) uyguladıkları dini tarif etmek için kendilerine putperest demediklerini vurgulamak çok önemlidir. Bugün genel olarak anlaşıldığı şekliyle Paganizm kavramı ilk olarak Hristiyan Kilisesi tarafından yaratılmıştır. Bu, Hristiyanların kendini tanımlama sürecinde zıttı olan diğerlerine uyguladığı bir etiketti. Bu nedenle de tarih boyunca genellikle aşağılayıcı anlamda kullanılmıştır."
- Owen Davies, Paganism: A Very Short Introduction, 2011 [14]

Pagan terimi Rönesans döneminde canlanan Geç Latin paganus teriminden türetilmiştir. Başlangıçta 'işaretlerle sınırlandırılmış bölge' anlamına gelen klasik Latince pagustan türetilen paganus terimi aynı zamanda 'kırsallıkla ilgili', 'taşra sakini', 'köylü', 'cahil', 'hödük' anlamları kazanmıştı ve Roma askeri jargonunda 'savaşçı olmayan', 'sivil', 'vasıfsız asker' anlamında kullanılıyordu. [15]

Paganus teriminin Latin Hristiyanlar tarafından müşriklere dair her şeyi kapsayan aşağılayıcı bir terim olarak benimsenmesi, dini bir grup içinde başlangıçta dini anlamdan yoksun olan bir Latin argo kelimesinin garip bir biçimde uzun süreli ve öngörülemeyen biçimde kalıcı kullanımı bu terimin zaferini temsil eder. Kelimenin bu evrimi yalnızca Latin batıda ve Latin kilisesi ile bağlantılı olarak gerçekleşti. Helen ve gentile (etnikler [ethnikos]) terimleri bazı yerlerde pagan kelimesinin yerini alırken paganos sözü 'aşağı ve sıradan' olanı ima eden tamamen seküler bir terim olarak kullanılmaya devam etti.
- Peter Brown, Late Antiquity, 1999 [16]

Bazı ortaçağ yazarlarına göre paganus sözcüğü Hristiyan terminolojisindeki anlamını daha çok Roma askeri jargonu aracılığıyla kazanmıştır. İlk Hristiyanlar askeri motifleri benimsemiş ve kendilerini Milites Christi (Mesih'in askerleri) olarak görmüşlerdir. [15] [17] Hristiyanların paganus yani 'sivil' olarak anıldığı Tertullian'ın De Corona Militis'inde (XI.V) paganusu hala dini bağlamda kullananlar için iyi bir örnek vardır [17] :

Apud hunc [Christum] tam miles est paganus fidelis quam paganus est miles fidelis.[18]
O'nun (mesihin) yanında sadık vatandaş da askerdir, tıpkı sadık askerin de vatandaş olması gibi. [19]

Paganus dini çağrışımlarını 4. yüzyılın ortalarında edinmiştir. [17] 5. yüzyılın başlarında paganos sözcüğü mecazi olarak Hristiyan cemaatinin sınırları dışındaki kişileri belirtmek için kullanılırdı. I. Theodosius döneminde Hristiyanların bayramlarını yasaklamak, tapınaklarını yıkmak gibi çeşitli eylemlerle paganlara karşı uyguladığı zulümden 15 yıl sonra Roma Vizigotlar tarafından yağmalanınca hemen ardından [20] insanlar arasında eski tanrıların şehri Hristiyan tanrısından daha çok koruduğunu söyleyen mırıltılar yayılmaya başladı. Augustinus bu duruma cevap olarak 'De Civitate Dei Contra Paganos' u ('Paganlara Karşı Tanrı'nın Şehri') yazdı. İçinde, düşmüş "İnsan şehri" ile tüm Hristiyanların nihai olarak vatandaşı olduğu "Tanrı şehri" ni karşılaştırdı. Bununla yabancı işgalcilerin şehirden veya kırsaldan olmadığını vurguluyordu. [21] [22] [23]

İngiliz dilinde ise pagan terimi 17. yüzyıla kadar onaylanmamaktadır. [24] Hristiyanların kullandığı gavur ve kafir sözcüklerine ek olarak Yahudilikte gentile (גוי / נכרי) İslamiyet'te kafir (كافر, 'inançsız') ve müşrik (مشرك, 'putperest') gibi birkaç aşağılayıcı terim kullanılmıştır. [25]

Helen

Yeni Hristiyanlaşan Roma İmparatorluğunun Latince konuşan Batı Roma İmparatorluğu'nda, Koini Grekçesi Antik Yunan'ın geleneksel çok tanrılı diniyle ilişkilendirildi ve batıda yabancı bir dil (lingua peregrina) olarak görüldü. [26] 4. yüzyılın ikinci yarısında Yunanca konuşulan Doğu İmparatorluğu'nda paganlar genellikle Helenler (Ἕλληνες, lit. 'Yunanlılar') olarak adlandırılıyordu. Kelimenin kültürel anlamda kullanılmasına neredeyse tamamen son verildi. [27] [28] Fakat bu anlamını aşağı yukarı Hristiyanlığın ilk bin yılı boyunca korudu.

Bu terim Hristiyanlığın Yahudi olan ilk üyelerinden etkilendi. Zamanın Yahudileri kendilerini yabancılardan etno-kültürel standartlardan ziyade din açısından ayırıyorlardı ve ilk Yahudi Hristiyanlar da aynısını yapardı. Roma'nın doğusundaki baskın pagan kültürü Helen kültürü olduğu için paganlara Helen adı verdiler. Hristiyanlık Yahudi olmayanlar için Yahudi terminolojisini miras aldı ve temas halinde oldukları Hristiyan olmayan toplumlara atıfta bulunmak için bunu uyarladı. Bu kullanım Yeni Ahit'te de kayıtlıdır. Pavlus'un mektuplarında gerçek etnik kökene bakılmaksızın neredeyse Yahudi olmayan herkes için kullanıldığı görülür. [28]

Helen'in dini bir terim olarak kullanılması başlangıçta yalnızca Hristiyan terminolojisinin bir parçasıydı ancak bazı Paganlar meydan okurcasına kendilerini Helen olarak adlandırmaya başladılar. Hatta diğer paganlar kelimenin dini gruplaşmaya yönelik geniş kapsamlı kültürel anlamı yerine daha spesifik olan dar anlamını tercih ettiler. Bununla birlikte terminolojinin evrimine şiddetle karşı çıkan birçok Hristiyan ve pagan da vardı. Örneğin Konstantinopolis Başpiskoposu Nazianzus'lu Gregory, Helen kültürünü (özellikle sözlü ve yazılı Yunanca konusunda) bastırmak için uğraşan imparatorluğa karşı çıkarak imparatoru açıkça eleştirdi. [27]

Helenizmin dini yönden damgalanmasının artışı 4. yüzyılın sonlarında Helen kültürü üzerinde caydırıcı bir etki yaptı. [27]

Bununla birlikte geç antik çağda kendini Helen olarak algılamadan da ana dil olarak Yunanca konuşmak mümkündü. [29] Yunancanın hem Doğu Roma İmparatorluğu içinde hem de çevresinde uzun süre boyunca ortak dil olarak kullanılması ironik bir şekilde Hristiyanlığın yayılmasını sağlamada merkezi hale gelmesine olanak tanıdı. Örneğin Pavlus'un Mektuplarında Yunanca kullanımının görülmesi gibi. [30 ] 5. yüzyılın ilk yarısında piskoposların iletişim kurduğu standart dil Yunanca idi [31] ve "Kilise Konseylerinin İşleri" (Acta Conciliorum) orijinal olarak Yunanca dilinde hazırlandı ve daha sonra diğer dillere çevrildi. [32]

Kafir

Kafir, eski İngilizcede Hristiyan veya Yahudi olmayan anlamındaki hæðen'den kelimesinden gelir ve eski İskandinav dilinde bu kelime heiðinn'dir. Terimin bu anlamı İncil'in Cermen diline ilk çevirisi olan Wulfila'nın İncil'indeki Helen'i (çapraz başvuru Markos 7:26) tercüme etmek için kullanılan ve Gotların Yahudi olmayan kadın anlamında kullandığı haiþno teriminden kaynaklanıyordu. Paganlar için kullanılan bu kelime zamanın Yunanca ve Latince terminolojisinden etkilenmiş olabilir. Eğer öyleyse Got dilindeki haişi'den (fundalıkta ki mesken) türetilmiş de olabilir. Ancak bu kanıtlanmamıştır. Hatta Yunancadaki etnik (ἔθνος - ethnos) kelimesi Ermeni dilindeki hethanos ödünç alınmış bile olabilir. [33]

Bir süre sonra bu terim, taraftarlarının kendilerini Kafir olarak tanımlayabilecekleri Germen neo-pagan hareketinin alternatif isimleri olan Heathenry ve Heathenism olarak yeniden canlandırıldı.

TANIM

[Devrin] başlangıcında (yani Milattan Sonra) paganizm gibi bir din olduğunu söylemek belki de yanıltıcı olabilir... Putperestlerin Hristiyanlıkla rekabet etmeden önce hiçbir dine sahip olmadıklarını söylemek de daha az kafa karıştırıcı olabilir. Aileleri ve siyasi bağlamları dışında ritüel veya dini konular hakkında söylem gelenekleri, kendilerini adamaları istenen organize inanç sistemleri, dini alana özgü otorite-yapıları, her şeyden önce belirli bir grup insana veya fikir kümesine bağlılıkları yoktu. Eğer pagan yaşamı hakkındaki doğru görüş buysa paganizme oldukça basit bir şekilde MS 2. ve 3. yüzyıllar arasında Hristiyanlar, Yahudiler ve diğerleriyle rekabet ve etkileşim için icat edilmiş uyduruk bir din olarak bakmamız gerektiği sonucu ortaya çıkar.
- North 1992, 187–88, [34]

Putperestliği tanımlamak sorunlu olduğu gibi ilgili terminolojinin bağlamını anlamak da önemlidir. [35] İlk Hristiyanlar kolaylık olması nedenleriyle çevrelerindeki çeşitli tarikatlardan tek bir grup olarak bahsetmişlerdir. [36] Paganizm genellikle çok tanrıcılığı ima ederken, klasik paganlar ile Hristiyanlar arasındaki temel ayrım tektanrıcılığa karşı çoktanrıcılık değildi. Putperestler genellikle tarih boyunca yüce bir tanrıya inandı. (Bununla birlikte bu tür putperestlerin çoğu ikincil tanrılar / iblisler sınıfına - bkz. Henoteizme - ya da ilahi varlıklara inanıyordu.) [10] Hristiyanlar için en önemli ayrım kişinin tek gerçek Tanrı'ya tapıp tapmadığı idi. Bunu yapmayanlar ister çok tanrılı veya tek tanrılı olsun ister ateist, kiliseye yabancı olmalarından dolayı putperestlerdi. [37] Benzer şekilde klasik paganlar grupları takipçilerinin saygı duyduğu tanrıların sayısına göre ayırmayı garip bulurlardı. Rahip heyetlerini (Pontifler Koleji veya Epulones gibi) ve kült uygulamalarını daha anlamlı ayrımlar olarak değerlendirirlerdi. [38]

Paganizme Hristiyanlık öncesi yerli dinler olarak değinmek de aynı derecede savunulamazdır. Tüm tarihsel pagan gelenekleri Hristiyanlık öncesine ya da onların ibadet yerlerine özgü değildi. [35]

Paganizm, terminolojisinin tarihi nedeniyle geleneksel olarak klasik dünyanın içinde ve çevresindeki Hristiyanlık öncesi ve dışı Greko-Romen, Kelt, Germen, Slav kabilelerininkiler de dahil olmak üzere kolektif kültürleri kapsar. [39] Bununla birlikte folklorcuların ve özellikle çağdaş paganların dili, ilk Hristiyanlar tarafından kullanılan asıl dört bin yıllık alanı tarih öncesine kadar uzanan benzer dini gelenekleri içerecek şekilde genişletmiştir. [40]

Paganizm Hristiyanlar tarafından şehvetli, materyalist, kendine düşkün, geleceğe ilgisiz ve daha ana akım dinlere ilgisiz olanları temsil eden bir hedonizm duygusuyla eşitlendi. Paganlar genellikle dünyevi klişeleri tanımlamak için de kullanılmıştı. [41] 
Bu nedenle G. K. Chesterton şöyle yazmıştır: "Pagan, takdire şayan bir duyguyla kendisinden zevk almaya koyuldu. Uygarlığının sonunda bir insanın kendisinden zevk alamayacağını ve başka bir şeyden zevk almaya devam edemeyeceğini keşfetti."

KÖTÜLÜKLERİN TANRISI

Yazan: Kirpi


Kötülüklerin Tanrısı
Madalyonun Öteki Yüzü


Tanrı(Allah) her şeyi yaratmadı mı? İyiliği, kötülüğü, sevgiyi, acıyı. Peki nasıl olur da iyi şeylerin Tanrıdan olduğunu kötü şeylerinde kendi nefsimizden olduğunu iddia edebiliriz? Gerçi bizim de neden olduğumuz çok büyük kötülükler vardır fakat o kötülüklerin nedenlerinin köküne indiğimizde hep bir cevapla karşılaşıyoruz: “Tanrı”

Din adamları genellikle mensubu oldukları dinlerin hep iyi tarafını anlatırlar. Tanrı iyilerin en iyisi, merhametlilerin en merhametlisi, cömertlerin en cömerti gibi. Kötülüklerden kimse konuşmaz. Ancak Tanrı iyilerin en iyisi ise o zaman kötülerinde en kötüsü olmuyor mu? Zira var olan her şeyin sahip olduğu özelliklerin binlerce kat daha fazlasına sahiptir Tanrı. Biri bize tuzak kurduğunda ona nasıl bir tavır sergileriz? Peki ya o kurnazların kurduğu tuzaklardan daha iyisini kuran ve kurduğu tuzakların hiç boşa çıkma ihtimalinin olmadığı birinin olduğunu söylesem size? Evet var öyle biri. İsmi de Allah..

Enfâl Suresi 30. Ayet:
وَاِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذ۪ينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ اَوْ يَقْتُلُوكَ اَوْ يُخْرِجُوكَۜ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ
Onlar tuzak kuruyorlar. Allah da tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en iyisidir.


Müslümanlar bu ayeti eleştirilerden kurtarmak için ayetin sonunu “Allah hilekarları cezalandıranların en hayırlısıdır.” diye çeviriyorlar. Oysa ayet (خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ tuzak kuranların en iyisidir) şeklindedir. Nitekim bu kelime (خَيْرُ en iyisidir) başka ayetlerde de "en iyisi" şeklinde  kullanılmıştır.

Araf 87. …O hakimlerin en iyisidir. ( خَيْرُ)
Araf 155 … Sen bağışlayanların en iyisisin! ( خَيْرُ)

Bilmeyenler için söyleyeyim bu ayet Muhammed'in hicret ettiği dönemi anlatan bir ayettir. Muhammed hicretinden kısa süre önce Dâru`n-Nedve`de toplanan Mekke müşrikleri Muhammed'i ya yakalayıp bir yere bağlamak ya Mekke dışına çıkarmak ya da öldürmek üzere görüşler ortaya atmışlardı. Abdullah bin Abbas`ın bildirdiğine göre şeytan da, tecrübeli bir ihtiyar görünümünde Mekke müşriklerinin karşısına çıkarak kendisinin Necidli olduğunu ve toplantılarına katılmak istediğini bildirir. Müşrikler bunu kabul ederler. Necidli ihtiyar, Muhammed'in yakalanıp bağlanması veya Mekke dışına çıkarılması görüşlerine itiraz ederek bunların olumsuz sonuç getireceğini söyler. Bu sırada Ebu Cehil şöyle bir fikir ortaya atar: "Her kabileden güçlü bir genç alın. Sonra her bir gence keskin bir kılıç verilsin. Sonra onlar bir tek adamın öldürmesi gibi onu öldürürler. Böylece onun kanının sorumluluğu bütün kabilelere dağılmış olur. Bu durumda Haşim oğullarından şu küçük mahallenin bütün Kureyş halkıyla savaşa gireceğini sanmıyorum. Onlar bu durumu görünce diyet almayı kabul ederler. Böylece rahata kavuşmuş ve bize verdiği sıkıntıyı gidermiş oluruz."
Necidli ihtiyar da bu görüşü kabul eder. Sonuçta bu görüşü kabul edip dağılırlar. Ancak Cibril Muhammed'e gelerek planı kendisine haber verir ve ondan, o gece daha önce yattığı yatağında yatmamasını ister. Muhammed bunun üzerine o gece (yatağında Ali`yi bırakarak) hicret için yola çıkar. Böylece müşriklerin tuzaklarından kurtulmuş olur.
[İbn-i Hişâm, II, 93-95; İbn-i Hişâm, II, 95; İbn-i Hişâm, II, 95, 98; Belâzürî, 2011, I, 220; İbn Hişâm, ts, I-II, 480-481; İbn sa’d, 1990, I, 176-177; Taberî, 1997, I, 565-566; İbnü’l-Esîr, 1979, II, 102-103; İbn Sa’d, 1990, I, 175-176; Belâzürî, 2011, I, 220; Taberî, 1997, I, 566-567; İbnü’l-Esîr, 1979, II, 102; İbn Kesîr, 1994, III, 218-219]

Allah tuzak kuranların en iyisidir ayetini bu şemayla daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum.

Yani Allah bir kader yazıcı olarak müşriklere Muhammed'i öldürme eylemini kader olarak yazıyor, sonra Muhammed'i haberdar ederek o müşriklerin günah işleme özgürlüklerini elinden alıyor. Üstelik Muhammed'i koruyarak ona torpil yapıyor (imtihan dünyasında bu ne kadar doğru siz düşünün) Son olarak kendini kader olarak yazıp yine kendinin bozduğu tuzaktan müşrikleri ve şeytanı sorumlu tutuyor. Bunu makalenin ilerleyen kısımlarında daha iyi anlayacaksınız.

Konumuza dönecek olursak dindarların kendi dinlerini insanlara daha şirin daha cezbedici göstermek için sürekli kullandığı ve madalyonun sadece bir yüzü olan İyilikler Tanrısının öteki yüzünü sizlere göstereceğim: Kötülüklerin Tanrısını.

NOT: Eski bir Müslüman olduğum için bu yazımda da İslam üzerinden eleştiri yapacağım.
İslam dininde iyilik ve kötülük kavramı kimler için geçerli ona bakacağız ve onları belli kategoriler halinde detaylı bir şekilde inceleyeceğiz. Kur'an'a baktığımızda iyilik ve kötülük yapmaya muktedir  varlıkları şu şekilde sıralayabiliriz.

1.Mutlak olarak hayır işleme üzerine yaratılmış (özgür iradesi olmayan) kötülük işleyemeyen Melekler ve özgür iradeye sahip kötülük işleyebilen İblis. 

Yalnız burada küçük bir sorunumuz var. Melekler özgür iradeye sahip değillerse ve Allah'ın söylediklerini yapmakla yükümlüler ise o zaman meleklerin Allah'ın hiç bir kararını sorgulayamaması gerek. Yalnız Kur'an'a baktığımızda bunun tam aksini görüyoruz:

Bakara suresi 30. Ayet   
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلاَئِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُواْ أَتَجْعَلُ فِيهَا مَن يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاء وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لاَ تَعْلَمُونَ
Düşün ki, Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim." dediği vakit, "Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?" dediler. "Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!" buyurdu.

Ayette melekler Allah'ın verdiği bir kararı sorguluyorlar. Meleklerin bu sorgulamasına gösterdiği toleransı her ne hikmetse şeytana göstermiyor. Zira şeytan Adem'e secde etmeyerek böbürlendiği zaman o da tıpkı meleklerin yaptığı gibi gerekçesini anlatmıştı.

Bakara Suresi 34. Ayet
وَاِذْ قُلْنَا لِلْمَلٰٓئِكَةِ اسْجُدُوا لِاٰدَمَ فَسَجَدُٓوا اِلَّٓا اِبْل۪يسَۜ اَبٰى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِر۪ينَ
Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.

Şeytan Adem'e secde etmekten imtina ediyor ve buna gerekçe olarakta şunları söylüyor.

Sâd Suresi 76. Ayet
قَالَ اَنَا۬ خَيْرٌ مِنْهُۜ خَلَقْتَن۪ي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ ط۪ينٍ
İblis: "Ben ondan daha üstünüm. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" dedi.

Fakat Allah meleklerin sorgulamasını ve gösterdikleri gerekçeleri olgunlukla karşılarken İblisin sorgulamasına sert tepki gösteriyor ve onu cennetinden (kendi katından) kovuyor. Enteresan ve bir o kadarda doğru olan şu ki İblis kendi isyanından Allah'ı sorumlu tutuyor ve ondan bir şey istiyor.

Hicr Suresi 39. Ayet
قَالَ رَبِّ بِمَٓا اَغْوَيْتَن۪ي لَاُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْاَرْضِ وَلَاُغْوِيَنَّهُمْ اَجْمَع۪ينَۙ
 (İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!

Hicr Suresi 36-37. Ayetler
36- قَالَ رَبِّ فَاَنْظِرْن۪ٓي اِلٰى يَوْمِ يُبْعَثُونَ  (İblis:) Rabbim! Öyle ise, (varlıkların) tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver, dedi.
37- قَالَ فَاِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَر۪ينَۙ  (Allah) buyurdu ki: “Öyleyse, sen vakti (yalnızca benim tarafımdan) bilinen (kıyamete) gün(ün)e kadar mühlet verilenlerdensin.”

Ayetten göründüğü gibi İblis bu azgınlığından Allah'ı sorumlu tutuyor. Peki nasıl? 
Burada iki seçenek var. Ya Allah İblisin secde etmekten imtina edeceğini bilmiyordu yada bunu bildiği halde secde etmesini istedi.
Çünkü Allah her şeyi bildiği için İblise secde et dediğinde secde etmeyerek büyüklük taslayacağını önceden biliyordu. İblis de bunu bildiği için Allah'ı sorumlu tutuyor. Sorumlu tutmakta da hakkı var tabi ki. Örneğin siz bir arkadaşınıza bir şeye karşı tikinizin olduğunu söylersiniz ve o arkadaşınız sürekli olarak bu zafınızı size karşı kullanır. Bir süre sonra bu bir şaka olmaktan çıkar ve kasıtlı olarak yapılan, sizi küçük düşürmeye yönelik bir hareket algısı yaratır. İşte İbliste Allah'ın bilerek ondan secde etmesini istemesinden dolayı bu isyanından Allah'ı sorumlu tutuyor. Ve Allah'tan bu  karşılığında bir şey istiyor. “Bana mühlet ver diyor”  Allah'ta bunu kabul ediyor ve kabul etmesiyle de bir nevi İblisin azmasındaki sorumluluğunu kabul etmiş oluyor. Bunu bir örnekle daha iyi anlatmamız gerekirse örneğin patronunuz size borç para veriyor ve ertesi gün sizi işten kovuyor. Kovarken de yarın borç verdiği parayı geri vermenizi istiyor. Fakat siz parayı veremeyeceğiniz için ondan mühlet istiyorsunuz ve buna gerekçe olarak ta işten kovulduğunuzu, dolayısıyla çalışmadığınız için paranızın da olmadığını söylüyorsunuz. Fakat patronunuzun size mühlet vermesi demek aynı zamanda onun sizi işten kovarak parasız bıraktığı gerekçesini de kabul etmesi demektir.

2. Ne hayır işlemeye nede kötülük yapmaya kabiliyeti olmayanlar: HAYVANLAR

Kur'an'a baktığımızda vahşi hayvanların ahirette mahşere çıkarılacağı belirtilmiş (Tekvîr Suresi 5 ayet) fakat onların sorgu sual olunacağı yahut cennet ve cehenneme gideceği yönünde her hangi bir şey yoktur. Bunun için İslam alimleri hayvanların her hangi bir şeyde sorumluluk taşımadığı üzerinde ittifak etmişler. Buna gerekçe olarak ta hayvanlarda aklının olmadığını göstermişler. Oysa bugün hayvanlar alemine baktığımızda (biz insanlarda biyolojik olarak taksonomi sınıflandırmasındaki hayvanız) sevgi, gazap, merhamet gibi duyguların olduğunu ve hatta kendilerine karşı yapılmış bir saldırının karşılığını aldıklarına dair çok enteresan gözlemler var. Bununla ilgili çok ilginç belgeseller dahi yapıldı, izlemenizi tavsiye ederim.
Meselenin bir başka tarafıysa hayvanların, insanların hayatına direk müdahalesinin olmasıdır. Örneğin bir yaban hayvanı bir insanı öldürdüğünde Allah karşısında her hangi bir sorumluluk taşımıyor. Hukuki ve ahlaki bakımdan da bir sorumluluğu yok. Ama aynı şeyi insanlar yaptığında hem ahlaki hem hukuki hemde Allah karşısında günahkar pozisyonuna düşüyor.

3.Hem iyilik hemde kötülük yapma kabiliyetine sahip olan ve bilinçli olarak yaratılan İnsanlar.
 
 Mülk Suresi 2. Ayet
اَلَّذ۪ي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًاۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْغَفُورُۙ
O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.

Bu ayeti esas alan İslam alimleri Allah'ın insanı yaratma sebeplerinden birinin de güzel amel işlemesi olduğunu söylüyorlar. Fakat bu güzel amel işlemenin yanı sıra insanlara günah işleme özgürlüğü de verilmiş.
 
39/ Zümer, 53  “De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım!...
24/ Nur 31 “Ey müminler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki, felaha edesiniz.”

Ayetlerden insanların günah işleye bileceği fakat tövbe ederlerse affedilebilecekleri belirtilmiş. Fakat burada küçük bir sorunumuz var. 

Sorun şu ki işlenen günahlar önceden belirlenmiş: Kader

Yunus Suresi, 49. ayet:  De ki: "Allah'ın dilemesi dışında, kendim için zarardan ve yarardan (hiçbir şeye) malik değilim…
Kamer Suresi, 52. ayet:  Onların işlemiş oldukları her şey kitaplarda (yazılı)dır.
Kamer Suresi, 53. ayet:   Küçük, büyük her şey satır satır (yazılı)dır.
Tegabün Suresi, 11. ayet:  Allah'ın izni olmaksızın hiçbir musibet (hiç kimseye) isabet etmez

Ayetlerde belli oluyor ki bizim yarar (iyilik) ve zarar (kötülük) dediğimiz şeyler Allah'ın dilemesi üzerine oluyor ve yine  zararlar ve yararlar önceden yazılmış durumda. İyiliklerin Allah'tan olması takdire şayan fakat kötülükler kimden geliyor?  Bu konuda Kur'an'da iki cevap var ve ilk bakışta cevaplar birbiriyle çelişkili durumda.

1. Nisâ Suresi - 78: …bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de…

Ayette hem iyiliğin hemde kötülüğün Allah'tan geldiği söyleniyor. Fakat bir sonraki ayette bunun tam aksi söz konusu.

2. Nisâ Suresi - 79: Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.

Burada da iyiliğin Allah'tan kötülüğün ise kendi nefsimizden kaynaklandığı söyleniyor. O zaman sormamız gerek. 5 yaşında küçücük bir çocuğun hangi günahından dolayı başına tecavüze uğrama ve öldürülme musibeti geliyor? Müslümanlar genellikle bu ayetlerin Muhammed'e ait olduğunu iddia ediyorlar. Bunu söylerken de kendi peygamberlerini günahkar çıkardıklarının farkında değiller. Zira Muhammed'in başına gelen kötülükler kendi nefsinin sonucuysa o zaman Mekke'li müşriklerin Muhammed'e yaptığı kötülüklerin sorumlusu da Muhammed'in kendisi olmuş oluyor. Bu ayetler her ne kadar çelişkili olsa da Kur'an'ın diğer ayetlerine baktığımızda insanların başına gelen her musibetin önceden yazıldığını görüyoruz.

Hadîd Suresi 22. Ayet
مَٓا اَصَابَ مِنْ مُص۪يبَةٍ فِي الْاَرْضِ وَلَا ف۪ٓي اَنْفُسِكُمْ اِلَّا ف۪ي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ اَنْ نَبْرَاَهَاۜ اِنَّ ذٰلِكَ عَلَى اللّٰهِ يَس۪يرٌۚ
Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.

Bu şu anlama geliyor. Yani 5 yaşında bir çocuk tecavüze uğruyorsa bunun olacağı önceden Allah tarafından yazılmış. O zaman tecavüz edenin bir suçu kalmıyor ki. Nitekim Kur'an'da küçük çocuklara tecavüz etmeyle ilgili her hangi bir ceza belirtilmemiş. Müslümanlar genellikle zinayla ilgili ayetlerin çocuk tecavüzlerini kapsadığını söyleseler de zinanın taciz olmadığını biliyoruz. Zina genellikle birbirine mahrem olmayan kadın ve erkeğin cinsel birlikteliğine verilen isimdir. Kur'an'da da bunun cezası 100 sopa olarak belirtilmiş. Şimdi çocuğa tecavüzü zina kabul edip 100 sopa atarak o sapıkları bırakacak mıyız? Gerçi bu tecavüz olaylarıyla ilgili medeni kanunların da pek yeterli olduğunu söyleyemeyiz. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Allah her şeyi biliyorsa o zaman İblisin Ademe secde etmeyeceğini ve isyan edeceğini bildiği halde bunu ondan istemiş. İblisi yaratan kendisi, ona isyan edecek kaderi yazan da kendisi. Bu durumda kötülüklerden dolaylı olarak iblis sorunlu olsa da direk olarak Allah sorumludur. Zira iblisin Adem'e secde etmeyerek kötü olmasının nedeni onun secde etmeyeceğini bildiği halde ona bu emri veren Allah'tır. Dolayısıyla Şeytanı başımıza musallat ederek bizi doğru yoldan saptırmasına neden olan da Allah'tır. Yani Allah ne kadar iyiliklerin Tanrısıysa bir o kadar da kötülüklerin Tanrısıdır diyebiliriz. İskoç filozof  David Hume kötülük kavramını Din Üstüne Diyaloglar adlı eserinde Philo’nun ağzıyla şöyle ifade ediyor:

Tanrı kötülüğü önlemek istiyor da gücü mü yetmiyor?
Öyleyse o güçsüzdür.
Yoksa gücü yetiyor da kötülüğü önlemek mi istemiyor? 
Öyleyse o iyi niyetli değildir.
Hem güçlü, hem de iyi ise, bu  kadar kötülük nasıl oldu da var oldu?  

Müslümanlar (ve neredeyse tüm inançlı insanlar) kötülük problemini Tanrının imtihanının bir parçası ve iyiliğin anlaşılması için bir vasıta olarak izah ediyorlar. Bir Tanrı imtihan etmek için yahut iyilik anlaşılsın diye küçük çocuklara tecavüz ettirir mi? Bunun cevabını sizlere bırakıyorum..    

KUSURSUZ TASARIM VE HASSAS AYAR

Yazan: Kirpi

KUSURSUZ TASARIM VE HASSAS AYAR

Uyarı: Bu yazıda yer alan tüm fikirler benim kendi mantığıma dayalıdır. Katılmak zorunda değilsiniz. Benim düşüncelerim Din ve Mitoloji sitesinin yahut Ateistlerin genel görüşünü ifade etmemektedir. 

İnançlı insanlar, dini inancı olmayan insanlarla tartışmalarında hep muhteşem tasarım, hassas ayar gibi argümanlar getiriyorlar. Eleştirel düşünmüyorlar. Bunun nedeni de çocukluklarından beri iliklerine kadar işlemiş cehennem korkusudur. Zaten karşılarında  “Allah vardır” diyen bir insan  varsa eleştirmek dahi ebedi cehenneme gidiş bileti almak anlamına geliyor. Şimdi kusursuz tasarım ve hassas ayar konusunu ele alalım.  

Muhteşem tasarım

Bazı Müslümanlar şöyle der: “İnsan bildikleri şeyler üzerinden kıyas yaparak yeni şeyler anlar”  Aslında bu cümle bile tek başına muhteşem tasarım hipotezini çürütmüş oluyor. Peki nasıl? Şimdi öncelikle bu söylemi matematiksel bir düzeye getirelim.

“İnsan bildikleri şeyler üzerinden kıyas yaparak yeni şeyler anlar”  

Burada insanların bildikleri şeylere – x  ve yeni anlayacağı şeylere de –y diyelim.

Yeni gördüğümüz bir  “y”i anlamak için önceden gördüğümüz ve bildiğimiz “x”  üzerinden kıyas yapmamız gerek. Örneğin biz yeni bir arkadaş edindiğimizde onu eski arkadaşımıza anlatmak için eski arkadaşlar üzerinden kıyas yaparız ve “senden bir az uzun” “senden bir az kilolu” gibi cümleler kurarız ki yeni edindiğimiz arkadaş hakkında eski arkadaşımızda bir fikir oluşsun. O bizim yeni arkadaşımız daha önce hiç görmediği için ona bildiği bir şeyler üzerinden örnek vererek anlatmamız gerek. Bu evren içinde geçerli. İnançlı insanlar muhteşem yaratılmış evren dediğinde aslında yalan söylüyorlar. Çünkü muhteşem olmayan başka bir evren görmediler ki bunun üzerinden kıyas yaparak bu evrenin daha muhteşem, en muhteşem  olduğunu anlaya bilsinler. Aslında burada sorun bir azda son ürüne bakarak bir sonuca varmaktan kaynaklanıyor. Bunun kafanızda daha iyi canlanması için  bir örnek verelim. Örneğin biz günümüz akıllı telefonlarına bakarak muhteşem diyoruz. Bide bu olmadığı dönemde insanlar ne yapıyordu diye eleştiriyoruz. Fakat telefon olmadığı dönemde insanlar atlı ulaklarla haberleştiği zaman bunun başka bir alternatif yoktu ki ona bakarak ne kadar geri olduklarını anlayabilsinler. Aksine atlı elçilerle bir günde ulaştırdıkları haberi yaya olarak bir haftada yapıyordular. At üstündeki ulaklarla haber göndermeye bakıp bu sefer kendinden öncekileri yaya olarak haberleştikleri için eleştiriyordular. Kısacası bu yaklaşım aslında yanlış. Yani siz bu gün elinizde olana bakıp muhteşem tasarım dediğiniz şeyin yarın bir gün daha iyisi olacağını hiç düşünmüyorsunuz. 

Bu düşünceyi evren için de geçerli sayabiliriz. Evren için örneklememiz gerekirse, biz şimdi gördüğümüz evrene bakıp muhteşem yaratılış derken önceleri her şeyin patladığı, yüksek sıcaklıkların olduğu dönemleri göz ardı ediyoruz. Derler ya tamamına bakmak gerek. İşte tamamına bakarak bir sonuç çıkarmak daha mantıklı olacak. Burada inançlı insanlar “iyide şimdi var olan koşullar bizim yaşamamız için en ideali” diye eleştiri yapabilirler. Peki nereden biliyorsun en ideal evrenin bu olduğunu? Hiç insan olmayan ve olması için hiç bir olumlu koşulların mevcut olmadığı başka bir evren gördün mü? Hayır. Veya bu evrende yalnız olduğumuzu nereden biliyorsun? Zira sonsuz dediğimiz evrenin tamamını bilmediğimiz için bizden başka kimse yok dememiz mantık hatası olur. Sonsuz evrende yalnız olmadığımızı iddia etmek ne kadar mantıksızsa yalnız olduğumuzu iddia etmek o kadar mantık dışıdır. Ancak her hangi bir farklı canlı türleriyle karşılaşmadığımız için yalnız olduğumuzu varsayıyoruz. Burada “peki biz neden varız, niçin buradayız”  gibi sorular sorula bilir fakat bunlar başka bir yazımızın mevzusu. 

İnançlı insanlar bizim bu argümanlarımıza karşı genellikle “Hassas Ayar” gibi eleştiriler getiriyorlar. Örneğin Caner Taslaman ve birçok Müslüman bunu sıklıkla kullanıyor. Fakat bu hassas ayarlar argümanının Allah'ın sonsuz kudret sahibi sıfatını inkar ettiğinden haberleri yok. Tam olarak haberleri yok dememizde mantıklı olmaz. Şimdi bu hassas ayarlar argümanının neden sıkıntılı olduğunu  daha detaylı bir şekilde  inceleyelim.

Hassas Ayar

Mevcut evrenin ve yaşamın hassas ayarlar üzerine kurulu olması ve bu hassas ayarların azıcık oynaması sonucu canlılığın var olamayacağı fikri Allah'ın sonsuz kudretini belli bir sınır içine sokmak demektir. Ben buna “Kırılgan Tanrı” tezi diyorum. Nedir bu Kırılgan Tanrı tezi. Yani belli hassas ayarlarla Tanrının canlılık yaratması ve bu hassas ayarların dışında Tanrının hiç bir şey beceremediği anlamına geliyor. Dolayısıyla Tanrının canlıları (insanlarda buna dahil) yaratabilmesi için hassas ayarların olması gerek. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Allah hiç bir şeye benzemiyorsa o zaman hiçliğe benziyor demek gibi bir şey aslında. Yani hassas ayarlarla yarattı demek, Tanrı hassas ayarları bilmeseydi hiç bir şey yaratamazdı demekle aynı. Bunlar genel bir biçimde paradoks olarak nitelendirilebilir. Hassas ayarlar gibi argümanlar üretenlerin yanılgısı da aslında mevcut olana bakarak sonuca varmaktır. Örneğin Caner Taslaman “Evrenin Oluşumundaki Hassas Ayarlar ve Tasarım Delilleri” isimli videosunda şunları söylüyor: Big Bang'de çok düzenli bir patlama olduğunu görüyoruz. Eğer ki BigBang patlaması çok hızlı olsaydı madde o kadar hızlı bir şekilde yayılırdı ki gezegenlerin, galaksilerin oluşması mümkün olmazdı. Bu çok hızlı olmasıyla patlamanın çok yavaş olması arasındaki kritik ayar çok çok ince bir dilim. Katrilyon çarpı katrilyon çarpı katrilyon çarpılarla, birlerle ifade edile bilecek bir olasılık….

Şimdi burada Caner beyin düştüğü iki felsefi yanlış var.

1.Caner bey hızlı patlamayla (aslında bu hızlı genişleme) ortaya çıkan Big Bang sonucu galaksiler ve gezegenler oluşturamayan bir evren modeli görmediği için bizim evrenimiz bu hassas patlama ayarı sonucu oluştu diyemez. Yani var olanın muhteşem olduğunu söylemesi için bunun zıttını görmesi gerek. Örneğin gece (karanlık) diye bir şey yok fiziksel olarak. Ama biz onu algılaya biliyoruz. Peki nasıl? Çünkü ışığın fiziksel varlığından haberdarız ve ölçebiliyoruz.

Örneğin öğretmen öğrencilerinden Ahmet'in yazısının kötü olduğunu diğer öğrencilerinin düzgün bir şekilde yazdıkları metinlere bakarak anlıyor. Kısacası canlılara ev sahipliği yapan bu evrenin hassas ayarlar üzerine kurulu olduğunu anlamak için hassas ayarlarla yaratılmamış ve canlılık oluşması için ortam mevcut olmayan bir alt modeli (buna kötü taslakta diyebiliriz) görmüş olması gerek. Aslında hassas ayarın mevcut olduğunu görmek için hassas ayarın olmadığı bir evreni görme zorunluluğu bir tek felsefi açıdan gerekmiyor. Bilimde bunu emrediyor. Peki nasıl? Bunu anlamamız için “Pareidolia” terimini bilmemiz gerek.

Örneğin siz gece aya dikkatlice bakarken onun yüzeyinde farklı şekiller gördünüz mü? Genellikle bunu insan yüzüne benzetiriz değil mi?



İşte buna Lunar Pareidolia deniliyor. Bunun nedeniyse önceden insan yüzünü gördüğümüz ve insan yüzüyle alakalı bilincimiz olduğu için ayın görüntüsü gözlerimizin yardımıyla beyine ulaştırıldığında bilinçaltımız bunun aydan başka neye benzediği konusunda çıkarımlar yapıyor ve en uyumlu şekli size gösteriyor. Bu şekiller insanlara göre değişir. Genellikle insan yüzü ve tavşan siluetleri şeklinde algılanıyor. Yani daha önce hiç insan veya tavşan görmeseydik ayın yüzeyindeki bu karanlık ve gölgeli bölümleri birleştirerek bilinçaltımız bir insan veya tavşan silueti çizemezdi. Dolayısıyla hassas ayarları ve muhteşem tasarımları olmayan evrenleri görmedikçe evrenimiz hakkında muhteşem tasarlanmış yahut hassas ayarlarla yapılmış şeklinde argümanlar söyleyemeyiz.

2. İkinci yanılgısıysa mevcut evrendeki olasılıklara kendi algılaya bildiği mekan ve zaman diliminde bakması ve kıyas yapması. Bu ne anlama geliyor? Yani sonsuz bir evrende katrilyon kez katrilyon üzeri bir olasılık, aslında bizim yazı tura atarken yazı ya da tura gelme olasılığının %50-%50 olmasıdır. Bunu daha iyi anlayabilmeniz için bir örnek vereyim. Örneğin zaman ve mekan sınırlarını algıladığımız dünyada önceden randevulaşmadığın halde her gün aynı arkadaşını görme olasılığın, atıyorum 30/1. Dünyadan çıkıp samanyolu galaksisi kadar bir mekanda aynı olasılığın olma ihtimali, atıyorum milyon çarpı milyon çarpı üzeri bir. Samanyolundan çıkıp Andromeda'ya geçtiğinizde bu olasılığın payı milyar kere milyar kere milyar kerede bir. Yani mekan büyüdükçe olasılıkların olma ihtimalleri küçülüyor. Fakat sonsuz evrende olamayacak diye bir ihtimal söylemeniz mümkün değil. Caner beyin söylediği olasılığı 10 kere kendiyle çarparak mega bir sayı alsa dahi, bu olamayacağı anlamına gelmiyor.

Meselenin diğer tarafıysa bu hassas ayarlar argümanını söyleyerek Allah'ın sonsuz kudretini sınırlamış olması. Yani Allah Big Bang patlamasını hızlı yapsaydı bugün bu galaksiler ve gezegenleri oluşturamayacaktı. Bu neye benziyor biliyor musunuz. Yani 2+2=4 ise Allah bunu 5 yapamaz. Dolayısıyla Allah her şeyi hassas ayarlarla yaptı, bu ayarların dışında hiç bir şey yapamaz anlamına gelir. Burada “Allah her şeye kadir, istediği gibi yaratabilirdi” gibi bir eleştiri yapa bilirsiniz. Üzgünüm bu da mantık dışı oluyor. Zira bildiğimiz bir tane evren olduğu için ve farklı yöntemlerle yaratılan başka evrenler görmediğimiz için "Allah her türlü yaratırdı" diyemeyiz. Çoklu evrenler teorisine hiç girmeyin zira o evrenlerin nasıl olduğunu kimse bilmiyor, üstelik bu kesin olarak kanıtlanmış değildir.

Hassas ayarların Allah'ın sonsuz kudret sıfatıyla çeliştiğini umarım anlayabilmişsinizdir. Hassas ayarlar tezini Allah'ın sonsuz kudret sıfatlarını inkar etmeden (sınırlamadan) doğru çıkarmanın üç yolu vardır.

1.Allah canlılığı yaratmak için sürekli evrenler yarattı ve en sonunda ancak şuan içinde bulunduğumuz evrende canlılığın oluşabileceği hassas ayarları tutturabildi.

Bu teori kendisi dahi sıkıntılı. Albert Einstein'in dediği gibi “Tanrı zar atmaz”  Deneme yanılma yöntemiyle yaratılan bir canlılığı kabul etmeniz demek evrimi kabul etmeniz demektir. Üstelik Tanrının her şeyi bilmediğini, her şeye gücünün yetmediğini de kabul etmeniz gerek.
 
2.İkinci teoriyse Tanrı sürekli bu hassas ayarları tutturabilmek için faaliyette. Yani olan biten her şey Tanrının iradesiyle oluyor, bu makaleyi yazmam, sizin  onu okumanız Tanrının devamlı kontrol ettiği hassas ayarın bir parçası.

Yalnız bu teoriyi kabul etmek ise özgür irade kavramını inkar etmek demektir. Zira her an her şeye müdahale eden Tanrı demek benim bir özgür irademin olmadığı anlamına gelir. Tanrı zar zor tutturabildiği hassas ayarları koruyabilmek için ve benim bir sakarlık yaparak o ayarları bozmamam için  her an bana müdahale ediyorsa o zaman yaptığım her şey Tanrının iradesidir ve ben hiç bir şeyden sorumlu değilimdir. Dolayısıyla imtihan edilmem için de bir neden bulunmamaktadır.

3.Tanrı BigBang'i (Büyük patlamayı) yaptı ve gerisine karışmadı. Maddeye mevcut evreni düzenleyecek bilinci verdi.

Bu teoride aslında pek mantıklı değil. Zira ilk önce her şeyin kendi kendine var olduğunu kabul etmeniz gerektir ki buda Tanrının varlığını gereksiz kılıyor. Üstelik bu gün peygamber, kutsal kitap diye kabul ettiğiniz şeylerin gereksiz olduğunu da kabul etmeniz gerek. Bu teori imtihan ve özgür iradeyi geçerli kılsa da bu sefer benim insan olarak bu dünyada, bu evrende var olmamı gereksiz hale getiriyor. Zira beni oluşturan maddeler bir bilince sahipse o zaman benim bilincimin kendisi o bilinçli maddelere dayalı olduğu için karar verip, eylem yapanın ben olup olmadığım tartışma konusu oluyor. 

Gördüğünüz gibi muhteşem yaratılış, hassas ayar gibi argümanlar Tanrının varlığını, yahut evrenin Tanrı tarafından yaratıldığının kanıtlayacak kesinliğe sahip bilgiler, görüşler değillerdir. Burada yapılabilecek bir eleştiriye daha cevap vermek istiyorum.

“BigBang” dan önce ne vardı?

Bilim insanları evrenin oluşma sürecini izah ederken genellikle büyük patlama üzerinde dururlar. Fakat inançlı insanlar Big Bang'den önce ne vardı ve Big bang'in olmasına neden olan şey neydi gibi sorular üretiyorlar. Bunun nedeni de kendilerini Tanrıya inanma üzerine programladıkları için nihai nedenin olduğuna ve onunda Tanrı olduğuna inanıyor olmaları.  Gerçi bu konuda tam bilgimiz olmasa da teorik olarak bazı öngörülerimiz mevcut. Ancak big bang'den önce ne vardı sorusu zaten mantıksal olarak yanlış. Yanlış olma nedeni de zamandır. Önce sonra kavramları zamanla ilgilidir. Fakat zaman maddeye bağlı ve maddenin hareketi sonucu ortaya çıkan bir şey. Zaman fiziksel bir şey değildir. Zaman bizim maddenin hareketini algılama şekline verdiğimiz matematiksel bir isimdir. Tabi zamanın ne olduğunun bilimsel tarifleri var fakat ben meseleyi zorlaştırıp kafanızı karıştırmamak için zamanı şu şekilde tarif edeceğim. Kendinizi bir madde olarak düşünün. Farz edelim ki Siz A noktasından B noktasına gitmek için 60 adım attınız. İşte zaman dediğimiz şey o 60 adımdır. Fakat bunu algılayan  siz değil sizi gözlemleyen başka birisidir. Zira zaman bir gözlemcinin referans noktasına bağlıdır. Bu nedenle zamanı madde kendisi değil onu gözlemleyen bizler algılıyoruz. Dünyamızda zaman tek yönlü geleceğe doğru akar. Zamanda ileri sıçrama olayı doğada gerçekleşen bir şey olsa da geçmişe gidemememizin sebebi ışık hızına ulaşamadığımızdan kaynaklanıyor. Örneğin Uzay istasyonundaki astronotlar, dünyaya döndüklerinde ve istasyondaki durumlarına göre daha yavaş hareket ettiklerinde zamanda ileri atlamış olurlar. Bir madde teorik olarak ışık hızına ulaştığında zaman durur ve ışık hızını aştığında zaman geriye (geçmişe) doğru akar.

Zamanın maddeyle ve hareketle  alakalı olduğu anladığımıza göre gelelim bunun büyük patlamayla olan ilişkisine. Önce ve sonra kavramlarının zamansal kavramlar olduğunu belirttim. Zamanın varlığı maddenin ortaya çıkması nedeniyle olan bir şeyse ve evrenimizdeki madde Big Bang ile ortaya çıktıysa o zaman Big Bang'den önce ne vardı diye sormak mantık hatası olur. Zira Big Bang'den önce madde olmadığı için "önce" diye tabir ettiğimiz zamansal kavram da geçersiz oluyor. Bu her şeyi Allah yarattı peki Allah'ı kim yarattı demeye benziyor. Yani siz Big Bang'den önce ne vardı sorusuna cevap bekliyorsanız önce Allah'ı kim yarattı sorusuna cevap vermeniz gerek. Dolayısıyla bilim insanları Big Bang'den önce ne vardı sorusuna kesin olarak cevap veremiyor diyemezsiniz çünkü sorunuz zaten yanlış.

Fakat bugün Big Bang'den önce ne vardı sorusuna deneysel olmasa da teorik cevaplar vardır. Konuyla alakalı Aleksandr Fridman, Georges Lemaitre gibi bilim insanları bazı matematiksel formüller geliştirmesine rağmen tam olarak bunu izah edememişlerdir. Benim kendi düşünceme göre bu konuyla ilgili en mantıklı açıklamalardan birini George Gamow, 1950’li yıllarda yayınladığı “Evrenin Yaratılışı” (Creation of the Universe) adlı kitabında yapmıştır.

Sonuç olarak muhteşem tasarım hassas ayarlar argümanları kendi içlerinde bir sürü tutarsızlıklara sahip. Ve bu tutarsızlıkların  hem felsefi hem de bilimsel açıdan bir sürü nedeni vardır.