HABERLER
Dini Haber
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
islamiyet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

KURBAN EDENİN BAYRAMI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kurban bayramı, Kurban edenin bayramı, Kurban geleneği, Hayvan kurban etmek, Kurban, Kurban kesmenin amacı, Kurban etmek,

KURBAN EDENİN BAYRAMI

Bu yazıma  İlâhiyatçılardan İhsan ELİAÇIK’ın bir televizyon programında,  Kurban bayramına yönelik yaptığı konuşmadan bir kısmını aktararak başlamak istiyorum.

R.İHSAN ELİAÇIK: “… Kurban bayramında her yer kıpkırmızı oluyor. Hatta bir ara kesilen hayvanların kanları İstanbul’un denizine akıtılmıştı ve denizin suyu kıpkırmızı olmuştu. Yahu bir düşünün, Allah böyle bir şeyi ister mi? Gençler, “hayvanları kesmeyin, onların kanını akıtmayın, bir Tanrı böyle bir şeyi istemez, isteyemez.  Bu kanlar Tanrıya ya da Allah’a felan gitmiyordur” diyorlar. Barış dini olan İslâm’a bu kan yakışıyor mu? Bu gençler, bu çocuklar haklıdır. “Hayvanları kesmeyin, öldürmeyin” diyen çocukların ruhunu dine, Tanrıya daha yakın buluyorum. Fakat bunu sorgulamayan, “yav böyle gelmiş, böyle gider, et yiyeceğiz işte” diyen, ayetlerin şurasına burasına parantez açıp içine kurban sokan insanlardan ve hatta şu çağda çeşitli nedenlerle insan kellesi kesen ve kestiği kelle ile kameralara poz veren, o kellelerle top oynayan zihniyetlerden hayvan hakları savunucuları dinin ruhuna daha yakındır. Hayvanların öldürülmesine göz yummak istemeyen bu gençler ya da insanlar dindar olmasalar bile, “biz Allah’a inanmıyoruz” deseler bile bazen Allah’ın sesi, dini olmayan muhitlerden, yerlerden, kimselerden çıkar. En dindarlık iddiasındaki adamın yaptığına bak, en dinden uzak olan ateist, deist, agnostik olan adamların yaptığına bak. Bunlar bayrama evet, hayvan kesmeye hayır diyor. “Hayvanın kesilmesi bayram değildir” diyor, bir buna bak, bunların aklına, düşüncesine, insanlığına bak, bir de bu kadar sakalıyla, sarığıyla cüppesiyle, konuşurken iki lafından birisi Elhamdülillah, İnşallah, Allah, Maşallah… diyenlerin zihniyetine, vicdansızlığına bak. Videoya bir bakıyorsunuz, Işit militanı, insan kesmiş ve dilinde sürekli Allah kelimesi… Kendisini dindar zannediyor. Şimdi düşünün, bu adam mı dindar yoksa “Ne olur hayvan öldürmeyin, kan akıtmayın…” diye yalvaran dinsizler mi dindar? Hangisi dinin sesidir? “hayvan kesmeyin” diyenlerin kökünde, içinde, dindar olmasalar bile merhamet ve adalet vardır…”

Aklın ve vicdanın yolu birdir. İhsan hoca ile aramızdaki tek fark dini inancımız ya da inançsızlığımız. Ben dinsizim, o ise dindar bir Müslüman. İslâm dininde kurban var mıdır? Yok mudur?  Kurban bayramı ile ilgili hangi ayetlerde ne emreder? Kesin mi der, kesmeyin mi der? Bu mevzulara hiç girmek istemiyorum fakat İhsan bey ile aramızdaki en ortak nokta sanırım aklımız ve vicdanımız. İhsan bey de diğer bazı Modernist denilen İlâhiyatçılar gibi İslâm dinini hoş göstertmeye çalışan ve dindarları yobazlıktan çıkartmak için çabalayan kişilerden birisi.  Çevrenizdeki üniversite mezunu Müslümanların arasına dalın ve deyin ki: “İslâm dininde kurban bayramının amacı kurban kesmek değilmiş. Garip guraba bayramı imiş. Amaç, ihtiyacı olan fakir fukarayı doyurup sevindirmek, onları mutlu etmek imiş..” Sizi ciddiye almazlar veya görmez tarafınızdan bir birlerine kaş göz işareti yapıp sessiz kalırlar ya da gülerler veya “o senin inancın” diyerek geçiştirirler. Geçmişte bizzat deneyimlediğim için söylüyorum. İslâm dininden çıkmış birisi olarak niyetim Dini bayramları çok güzel göstertip ya da “Siz yanlış kutluyorsunuz, aslen böyle kutlamak lazım” gibi şeyler söyleyerek inanmadığım bir dinin kullarına, neyi nasıl yapacaklarını tarif etmek değil. Böyle bir şeye haddim yok çünkü Müslüman değilim fakat Müslüman olmamam, Müslüman olanlarla hemen her konuda sonsuza kadar görüş ayrılığına girecek olmamı ve yine hemen her konuda onlarla zıt görüşlere sahip olmamı gerektirmez. Aynı havayı soluyoruz, aynı bayrağın altında toplanmışız, aynı parayı kazanıyoruz, aynı mağazalardan marketlerden alışveriş yapıyoruz, aynı şeyleri yiyoruz ve belki de bir çok konuda aynı programları seyredip aynı kitapları okuyoruz. Ortak olan o kadar çok yanımız var ki!

Bir yakınım tavuk etini yemez. Tavuk etine karşı alerjisi ya da tiksintisi yok. Çocukluğunda arkadaş edinip çok sevdiği Tavuğu, ailesi gözlerinin önünde kesip pişirmiş. Kırsal bir bölgeden, bir köy yerinden bahsediyorum. Bu tür yerlerde insanların, çocukların daha dayanıklı, duygusal olarak daha bir sağlam olduğuna inanılır ama gerçekte böyle değildir. Çocuk psikolojisi her zaman her yerde aynıdır. Bu kişi, çocukluğunda  çok sevdiği tavuğu, gözlerinin önünde kesilip pişirilip yendikten sonra bir daha tavuk eti yiyememiş. Kaz, ördek, hindi ve kırmızı eti yiyor fakat tavuk etini yiyemiyor. Okul yıllarımda bir arkadaşımız da hiç et yiyemiyordu. Onun hikayesi de benzerdi. Her kurban bayramı öncesinde kurbanlık için eve getirilip bahçeye bağlanan koyun veya inekleri sürekli olarak yemliyor, onları sevip okşuyor, “hayvan” denilen bu canlılarla  kendisi  arasında bir hafta gibi bir sürede sevgi bağı oluşturuyor ve ardından sevdiği hayvanların bayramın birinci günü çaresizlik içinde bağırtılarak kesilişini izliyor ve göz yaşlarını tutamıyor. Sonunda da her türlü etten tiksinmeye başlıyor. İSLÂM DİNİNDE PSİKOLOJİYE DAİR HİÇ BİR ŞEY YOKTUR. ÇOCUKLARLA İLGİLİ TEK ŞEY İSE ONLARIN KARNININ DOYURULUP GİYDİRİLMESİ VE DİNE İNANDIRILMASIDIR.

Kurban bayramına yönelik bazı sorularımı, Müslüman halkımıza sormayı isterim:
  • Kurban bayramında kestiğiniz hayvanın kanının ya da sizin o hayvanı kesme eyleminizin, inandığınız Allah katında bir sevap olduğuna gerçekten inanıyor musunuz? Bir Tanrı, yarattığı bir canlının, yarattığı diğer bir canlı tarafından boğazlanması ile ne elde edebilir?
  • Kurban bayramında, dondurucunuza kaç kilo et istifliyorsunuz?
  • İslâm dünyasındaki genel inanca göre kesilen bir kurbanın etinin tamamının fakire fukaraya dağıtılması gerek. Bu bilgi hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bilgi işinize geliyor mu?

Henüz vejeteryan değilim. Halen et tüketiyorum. Peki doğru mu yapıyorum? Şahsım adına konuşmam gerekirse hayır. Yıllar süren bir alışkanlığı bırakmak çok zor. Bir gün bu alışkanlığı bırakacağımı biliyorum. Çocukluğumda, kaçırmadan izlediğim yabancı bir dizi film vardı “Ziyaretçiler”. O günleri hatırlayanlar bilirler. Sanırım TRT 2 de yayınlanıyordu. Başka bir gezegenden gelen ve insan görünümüne girmiş olmalarına rağmen kertenkele cinsine benzeyen uzaylı yaratıkların insanlarla olan savaşı konu ediliyordu. Bu canlıların suya ve yiyeceğe ihtiyacı vardı. Kendi gezegenlerindeki su ve gıda kaynakları tükenmek üzereydi. Dünyada ise bol miktarda su ve bu kertenkele cinsi zeki varlıkların damak tadına uygun olan bol miktarda hayvan ve insan eti mevcuttu. Uzaydan gelen bu canlılar, karınlarını doyurmak için hayvan ya da insan eti ayırmıyor, hepsini rahatlıkla yiyorlardı. Bir an aklıma geldi. Acaba bir gün dünyamızı farklı bir tür canlı istila etse ve bizi, yiyebileceği bir tür olarak görse, bizler neler düşünür, neler hissederdik? Hayvanları yememizin tek sebebi, onların bizim gibi zeki olmaması ve kendilerini bizlere karşı savunamaması. Aslında onları yememizin asıl en büyük nedeni, halen ilkel bir dönemde olmamız. Uzmanlar, insanların bol miktarda proteine ihtiyacı olduğunu ve özellikle ilkel dönem insanlarının protein ihtiyacını karşılamak için bol bol avlandığını söylerler.  Peki protein, sadece et türü gıdalarda olan bir besin mi? Tabi ki de hayır. Kırmızı et, halen dünyanın bir çok yerinde pahalı bir yiyecek türü. İnsan nesli ise sürekli olarak bir artış içinde. Bu artış bu şekilde devam ederse yakın bir gelecekte yiyecek sıkıntısı bir çok insanı ve milleti vurmaya başlayacak. Yavaş yavaş suni et üretimi denemeleri yapılmaya başlandı. Amaç aslında et üretimini ucuza maal edebilmek. Bu yöntem henüz ilk denemelerde olduğu için ve yeni olduğu için insanların kulaklarına pek hoş gelmiyor ve sağlık açısından artıları ya da eksileri henüz tam olarak bilinmiyor çünkü sağlık üzerindeki sonuçlarının alınması yıllar sürebilir. Fakat bu sektör de eninde sonunda ilerleyecek, büyüyecek ve günü geldiğinde canlı öldürmeye yani hayvan etine artık ihtiyaç kalmayacak. Peki o dönemler geldiğinde Türkiye’mizdeki Müslüman kesim, “Bu bize Allah’ın kesin emridir” diyerek yine de senede bir kez hayvan kesmeye devam mı edecekler?

Ülkemizde ne diyanet ne de devletin bol bol televizyon ekranlarına çıkarttığı o meşhur zengin ilâhiyatçıların hiç birisi, kurban bayramlarındaki hayvan kesimlerine dur demeyecek, diyemezler. Aşağıdaki kısa haberi okuyalım:

THK'den kurban derisi önerisi
Türk Hava Kurumu (THK) Genel Başkanlığından yapılan açıklamada, ekonomik değeri 100 milyon liraya ulaşan kurban derilerinin, bayramın sıcak havaya denk gelmesi nedeniyle iyi şartlarda saklanması gerektiği, derilerin makbuz karşılığında gönül rahatlığıyla THK'ye verilebileceği belirtildi.”

Kurban derilerinin bir kısmı dini cemaatlere gidiyor. Kızılayın topladığı kurban paralarının da bir kısmının devletin kasasına ya da başka yerlere aktarıldığını  bilmeyen hâlâ bir sürü vatandaşımız var. Yani aslında, sadece kurban bayramı nedeni ile toplamda 1 milyar lira hayvan derisi geliri var. Böyle bir geliri, ülkemizin kolay kolay bırakacağını sanmıyorum fakat Müslüman bile olsa, aklı selim insanların artık bu anlamsız ve ülkemizi dünyaya rezil eden ve hatta İslâm’ın yıllardan beridir karaladığı ve putperestlik olarak tarif ettiği “Cahil insanların Tanrılarına kurban adamaları” adetini aratmayan bu saçma geleneğe son vermelerini  umut ediyorum.

Tedavisi zor ve pahalı olan hastalıklar  ve bu hastalıkların pençesinde kıvranan bir çok yurttaşımız var. Bunların bazıları da çocuk. Şöyle bir düşünün, bu kurban bayramında insanlar, kurbanlıklara verecekleri paraları, tedaviye ihtiyacı olan ve parasal durumu iyi olmayan hastalara verebilirler. Ya da işsizliğin hat safhaya ulaştığı şu dönemlerde maddi olanağı yerinde olan herkes kurban parasını, kendi belirlediği işsiz bir insana ya da aileye verse çok daha anlamlı olurdu. Bir ay sonra okullar açılacak. Devlet okulları parasız diye bir şey yok. Ülkemizde eğitim paralı, paralı, paralı,… Kurbanlıklara verilecek olan paralar, tadilata ya da malzemeye ya da ek binalara ihtiyaç duyan okullara veya fakir aile çocuklarının eğitim ihtiyaçlarına harcanabilir. Bir sürü fabrika ve şirket kapandı ve kapanmaya da devam ediyor. Geriye kalanlar ise küçülme kararı aldı. Kurbanlıklara harcanacak olan paralarla, iflas bayrağı çekmeye hazırlanan fabrikalardaki işçilere bir aylık maaşları verilse, bir çok aile maddi yönden rahatlar, ekonominin düzelmesine katkı sağlanır.

Yukarıda saydığım olasılıkları dinden bağımsız olarak düşünüyorum. Kurbana verilecek paraları bir kenara koyalım, Müslüman kesim, hacca giderken harcadığı onca parayı, hayır amaçlı kullansa, fakir Müslüman diye bir trajedi yaşanmazdı herhalde. Dediğim gibi, bu olasılıkları dinden bağımsız olarak düşünüyorum. Dinde öncelikli olan zaten başkalarına yardımda bulunmak ya da iyi insan olmak değildir. İslâm dininde en önemli şey, İMANdır. Yani Allah’ın var olduğuna inanmak. Sonrasında ibadet ve ibadetten sonra diğerleri  gelir. En önce,  inandığın Tanrıya tapınma görevini yerine getirmelisin. O yüzden, fakire fukaraya yardım amaçlı bile olsa, öncelikli olarak  Kurban bayramını da içine alan Hac vazifeni ömrün boyunca bir kez yerine getirmen gerek. Bunun için de epeyce bir para ayırmalısın. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kullarına, “ömrünüzde bir kez Kâbe’yi tavaf edin”  deyip milyonlarca Müslüman’ı masrafa sokmak yerine, “ömrünüzde bir kez ihramınızı giyinip en az yüz kişilik kalabalıkla size en  yakın caminin çevresinde veya içinde tavaf yapın, ve  fakir bir ailenin bir senelik yiyecek ihtiyacını karşılayın veya buna karşılık gelecek bir hayırda bulunun” diyemedi. Eğer iddia edildiği gibi adının Allah olduğuna inanılan İlâh, putlar gibi belirli bir yerde, belirli bir taşın içinde değil de zamandan ve mekândan münezzeh olarak her an her yerde mevcudu olan bir varlık olsa idi kullarına “Siz bana her yerde ulaşırsınız, iyiliğin ve temizliğin olduğu her yerde beni anın, ben sizi işitirim. Beni belirli yerlerde aramayın, putlara tapar gibi belirli bir yere toplanıp bir taş veya toprak parçasını kutsallaştırmayın” derdi, diyemedi. “Bana tapmak için veya bana ibadet için harcayacağınız maddiyatınızı, ihtiyacı olanlara harcayın” diyebilirdi, diyemedi.

Kurban bayramında, genel olarak ülkemize baktığınızda kesilmekte olan yüzbinlerce hayvanın kurban edildiğini  görürsünüz. Bense Türkiye’me baktığımda, atalarından gelen geleneklere, din adı altında inandırılmış ve hâlâ inandırılmaya çalışılan ve 1 milyar liralık deri için beyinleri, inançları, parasal varlıkları  kurban edilen milyonlarca insan  görüyorum.

RAHMAN SURESİ, TEKRARLARI VE KAFİYE UĞRAŞI

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Rahman suresi, O halde Rabbinizin, Spam ayetler, Kurandaki çelişkiler, Müslümanın ilk görevi, Çadırlara kapanmış huriler, Huri, Huriler, Tekrarlanan ayetler,

MÜSLÜMAN'IN İLK GÖREVİ RAHMAN SURESİNİ OKUMAKTIR

Her Müslüman, Rahman suresinin ayetlerini mutlaka Türkçe tercümesi ile birer kez okumalıdır. Rahman suresine İslâm dünyasının verdiği anlamdan ve önemden bahsetmeyeceğim. Madem Kur’an’ı adının Allah olduğuna inanılan İlâh, anlaşılır şekilde kolaylık yapıp göndermiş, biz de dümdüz yazılmış olan bu ayetleri dümdüz bir mantıkla inceleyelim. Rahman suresinin en dikkat çekici ayetleri, tam 31 defa tekrarlanan “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ifadesidir. Sayın dindar kardeşlerim, bir şeyi yalanlamak için o şeyin önce doğrusunun ne olduğunu iyi bilmeniz ve hatta doğru bildiğiniz şeyden emin olmanız gerekir. İnanmaktan bahsetmiyorum, bir olaya dümdüz tanıklık edip ya da bizzat içinde bulunup yaşayıp deneyim geçirdikten sonra o olayı bilmekten, kesin olarak bilmekten bahsediyorum. Bunu şuna benzetebiliriz. Farz edin  devletin önemli bir kademesinde çalışan bir bürokrata mikrofon uzatıyorlar ve “Efendim, falanca ihaleden rüşvet aldığınız söyleniyor, ne diyorsunuz?” diye soruyorlar. Bu bürokrat o falanca ihaleyi verdiği şirketten çok da güzel bir rüşvet aldı ama kendisine uzatılan mikrofona “Hayır, aslı yok, kimseden rüşvet almadım” diyor. Çok iyi bildiği bir şeyi yalanlıyor. Şimdi, Rahman suresinin ayetlerine geçelim. Kırmızı renkli olan yerler, ayetlerin orijinal metinleri olup siyah yazılı olan yerler de benim kendi değerlendirmeme yönelik ifadelerdir.

Rahman Suresi

1-2. Rahmân, Kur’an’ı öğretti.
3. İnsanı yarattı.
4. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.

Biz de bu surede düşünme işlevini gerçekleştiriyoruz.

5. Güneş ve ay bir hesaba göre hareket etmektedir.

Bunu bilmek için gökten ayet inmesine gerek yok ki! İslâm dininden binlerce yıl önce yaşamış olan kadim uygarlıklar da bunu biliyor ve bu bilgiye göre muhteşem takvimler geliştiriyor ve hatta bu bilgi doğrultusunda güneş ışınlarını istedikleri şekilde binanın içine konumlandıran çok güzel yapılar inşa ediyorlardı. Normal bir zekaya sahip olan her insan da bunu biliyor zaten.

6. Otlar ve ağaçlar (Allah’a) boyun eğerler.

Bu ayette bahsedilen şey, bana da çocukluğumdan belli öğretilen, boynunu bükmüş olan ağaç veya otların, “Allah’a ibadet ediyorlar” şeklinde yorumlanmasından kaynaklanan bir durumdur. Otların ve ağaçların Allah’a boyun eğdiğini nereden biliyoruz? Otların ve ağaçların boyunlarının eğmelerinin rüzgârdan tutun da susuz kalıp sararmalarına kadar bir sürü bilimsel nedeni vardır. Eğer konuyu döndürüp dolaştırıp “Allah’ın kâinatta oluşturduğu ve sizin de dediğiniz gibi bilimsel olan yasalara göre boyunlarını büküyorlar yani Allah’ın bilimsel yasalarına göre bükülüyorlar” diyecekseniz eğer, bu durum “Allah’a boyun eğerler” şeklinde ifade edilmez. O zaman her şeyi Allah’a ibadet ediyor şeklinde yoralım. Mesela saatte 200 kilometre hıza ulaşan ve evleri yıkıp insanların ölmesine neden olan ve hatta bir çok ağacın kökünden sökülmesine neden olan kasırgaları, “Allah’a doğru esiyorlar, Allah’a yürüyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da ne bileyim, koca bir köyü yok eden ve patlama esnasında binlerce kilometre yukarıya fırlayan  lavları “Allah’a  doğru  yükselip ibadet ediyorlar” şeklinde ifade edelim. Ya da yolda giden bir kamyonun üzerine devrilen ağacı “Ağaç secdeye kapandı” şeklinde tarif edelim.

7. Göğü yükseltti ve ölçüyü koydu.
8. Ölçüde haddi aşmayın.
9. Tartıyı adaletle yapın, teraziyi eksik tutmayın.

Bu ölçü ayetleri güzel, takdir ediyorum ne diyeyim!

10. Allah, yeri yaratıklar için var etti.
11. Orada meyve(ler) ve salkımlı hurma ağaçları vardır.
12. Yapraklı taneler, hoş kokulu bitkiler vardır.
13. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Evet orada yani Arap yarımadasında ve benzer iklime sahip bölgelerde salkımlı hurma ağaçları var. Dünyanın bir çok yerinde yapraklı hoş kokulu bitkiler var. Var olmasına var da ne malûm bunların hepsini adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığı? Bu bitkilerin, meyvelerin üzerinde nurdan ışıklı kalemle yazıyor mu “bizleri Allah ismindeki Tanrı  yarattı” diye? Sanki o kadar hoş kokulu bitki ve meyveyi adının Allah olduğuna inanılan İlâhın yarattığından kesin kes eminiz de sıra nimetleri yalanlamaya geldi.

14. Allah, insanı pişmiş çamur gibi bir balçıktan yarattı.
15. “Cin”i de yalın bir ateşten yarattı.
16. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bizler, pişmiş çamur gibi bir balçıktan yaratılmışız. Nasıl yani? İspatlandı mı? Cinler de yalın bir ateşten yaratılmış ve devamı yine “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”  Hani cinler nerede? Nereden biliyoruz cinler diye bir canlı gurubunun olduğunu. Gördük mü bu cinlerden bir tanesini? Madem görmedik o zaman görmediğimiz bilmediğimiz bir şeyi nasıl yalanlayacağız? Görelim, kesin olarak bilelim de iş nimet  yalanlamaya kalsın.

17. O, iki doğunun ve iki batının Rabbidir.
18. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İki doğu ile iki batı hususunda ne kast edilmek istendiği ile ilgili İslâm dünyasında sadece farklı tahminler vardır. Yani öyle kesin bir bilgi yoktur. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sen şu anlaşılsın diye ya da kolaylaştırdığını iddia ettiğin  Kur’an ayetinde belirtilen iki doğu ile iki batının ne olduğu konusunda İslâm Âlimlerine anlayabilmeleri için  bir ışık, bir fikir ve en önemlisi ortak bir görüş birliği nasip eyle de sıra  senin nimetlerini yalanlamaya ya da yalanlamamaya gelsin.

19. (Suları acı ve tatlı olan) iki denizi salıvermiştir; birbirine kavuşuyorlar.
20. (Fakat) aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.
21. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu ayetlerde anlatılan durum, bir çok dindarın iddia ettiği gibi okyanusun orta yerinde yoğunluğu farklı olan suların oluşturduğu çizgi değil, ırmak, nehir gibi tuz yoğunluğu farklı olan suların denize aktığı yerde oluşturduğu ve farklı renk tonlarında göründüğü  yerlerdir. İslâm’ın Peygamberi, tüccardı ve uzak bölgelere sık sık iş icabı yolculuk yapardı. Bu tür bilgiler o dönemin insanları tarafından zaten bilinen şeylerdi.

22. O denizlerin her ikisinden de inci ve mercan çıkar.
23. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Denizlerden inci ve mercan çıkmasının sebebi niye Allah’a bağlanır? Ne biliyoruz inci ve Mercanın çıkmasının Allah’a bağlı olduğunu? Farz edin öyle. Öbür maddeleri kim yapıyor? Allah niye “şunu ben yarattım, şu benim nimetim, şunu  şunu size verdim” diye teker teker izahat veriyor? “Yeryüzünde ne varsa hepsi benim nimetimdir” gibi kısa, öz ve anlaşılır bir tane ayet kullanmak yetmemiş galiba. Bir çocuğu inandırmaya çalışır gibi “Şöyle şöyle bir şey var, bir de şu var, bir de şu nimet var, hepsini ben verdim…” 
Ben şahsen bu nimetleri yalanlamıyorum. Ben şahsen bu nimetleri eğer bir Tanrı göndermiş ya da bir Tanrı oluşturmuş ise bu Tanrının adı Allah mıdır yoksa bu Tanrı, isim verilemeyecek bir yapıda mıdır? Kur’an isimli bir kitap göndermiş midir? Göndermemiş midir? Kısmını soruyorum. Bu inci ile mercanı Allah’ın yarattığından emin miyiz şimdi? Denizden mercan ve inci çıkması ile nimet yalanlamanın alakasını anlayamıyorum arkadaş!
Evet, denizden mercan çıkıyor, inci çıkıyor, petrol çıkıyor, İslâm dininden binlerce yıl evvelden kalma yapılar bile çıkıyor deniz altından, ee? Kimse bunları yalanlayamaz ki! Mercan diye bir şey var, inci diye bir şey var, midye var, petrol var, var da ne? Bütün bunları onca tanrının içinden Allah yarattığı ne malum?

24. Denizde akıp giden dağlar gibi yüksek gemiler de O’nundur.
25. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

İşte en güzel ayet! İnsan eli ile yapılan ve denizde akıp giden koca gemiler de Allah’ınmış. Gerçi Müslüman’a sorsanız insanın kendisi başta olmak üzere o insanın yaptığı her şey de zaten Allah’a aittir. E o zaman bu kadar geniş geniş yazı yazıp da “o halde nimetlerimi niye yalanlıyorsunuz” diye 31 ayet göndermeye ne gerek var? Sayın okurların 4-6 yaş arası çocukları varsa iyi bilirler. Kız çocuklarına prenses resimleri göstertin, erkek çocuklarına dinozor ya da araba resimler göstertin. Erkek çocukları, araba resimlerini izlerken beğendikleri arabaları parmakları ile işaret edip “o benim” der ve hemen sahiplenirler. Kız çocukları da en beğendikleri prenses resmini göstertip “evet evet, bu prenses benim, bu da benim, bu prenses de benim” diyerek sahiplenmeye çalışırlar. Öylesine aklıma geldi. Siyah iplikten kaşkol örmüştüm, o da Allah’ındır. Mühendislik harikası olan ve yolcu taşımada kullanılan devasa yolcu uçakları ve otobüsler de, hızlı trenler de hepsi hepsi Allah’ındır.

26. Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır.
27. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.
28. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Nereden biliyoruz adının Allah olduğuna inanılan bir İlâhın var olduğunu  ve nereden biliyoruz bu var olduğuna inanılan İlâhın sonsuza kadar bâki kalacağına. Onun sonsuza kadar var olacağını görebilecek miyiz ki yalanlayalım?

29. Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her an yeni bir ilâhî tasarruftadır.
30. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
31. Yakında sizi de hesaba çekeceğiz, ey cinler ve insanlar!
32. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz.

Demek bizi ve cinleri hesaba çekeceksiniz! Bu durumda sizin nimetlerinizi yalanlamamak için öte dünyaya gidip hesaba çekilmeyi beklememiz gerek. Ancak o zaman görür, bizzat deneyimler ve ancak ondan sonra nimetlerinizi yalanlamayız. Hem görmediğimiz hesap gününü, kesin olarak yani görecekmişiz gibi algılayıp da dünyada faydalandığımız nimetleri yalanlamak ne alaka, kafam basmıyor arkadaş! Bir çilek tarlasında çilek yetiştirmenin Zirai teknikleri vardır ve bütün dünyada bilinir. Ateist olan da deist olan da Yahudi olan da Müslüman olan da bu teknikleri kullanıp çilek yetiştirir, yer, reçelini yapar, satar, para kazanır bu nimetten. Ee? Tamamen inançsız olan kişiler de faydalanıyor bu nimetten. Madem öyle, adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu nimetini neden ayetlerini ve nimetlerini yalanlayanlara nasip ediyor? Bu nimetlerden en çok faydalananlar Müslümanlar değil ki? İnançsız olan milletler bu yalanlanmaması gereken nimetlerden daha fazla faydalanıyorlar.  Ama önemli değil çünkü Zeki ve Uyanık olan Allah, onların işini öte dünyaya yani bizim şu an ne bilimsel olarak ne de gözlemsel olarak kanıtlayamadığımız Cehennem diyarına bıraktı. Onlar yalanlasalar da yalanlamasalar da cehenneme gidecekler.

33. Ey cin ve insan toplulukları! Göklerin ve yerin uçlarından bucaklarından geçip gitmeye gücünüz yeterse geçip gidin. Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz.
34. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Haaaaa, burada duralım! Eğer bu ayette kast edilen şey, uzaya çıkmak ise güzel bir noktaya değinilmiş. Şu an için bunu yapmak, gerçekten de büyük bir güç gerektiriyor. Özellikle de para gücü ve tabi ki büyük bir enerji. Ama ilerleyen yıllarda bunu yapmak o kadar da büyük bir güç gerektirmeyecek. Hatta  bir uçak, otobüs veya araba yolculuğu gibi sıradan bir şey ve ucuz bir yolculuk  haline gelecek. Çünkü eski dönemlerin zorlukları, yerini yeni dönemlerin kolaylıklarına bırakır. İcat edilen ilk bilgisayarı hatta ilk hesap makinesini hatırlayın. Ne kadar devasa, karmaşık ve pahalı bir yapı idi. O devasa hesap makinesi ve o devasa bilgisayarın daha karmaşık hali, şu an küçücük cep telefonlarında ve en fakir insanın bile cebinde taşınıp insana hizmet ediyor. Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, uzaya çıkmak, kolay ve ucuz bir yöntem haline geldiğinde 33’üncü ayetindeki “Büyük bir güç olmadıkça geçip gidemezsiniz” ayetini yineleyip  “O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” diyecek misin?

35. Üstünüze ateşten yalın bir alevle kıpkızıl bir duman gönderilir de kendinizi koruyamazsınız.
36. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
37. Gök yarılıp da, yanıp kızaran yağ gibi kırmızı gül hâline geldiği zaman (hâliniz ne olur?)
38. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
39. İşte o gün ne insana, ne cine günahı sorulmayacak.
40. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bu  ayetlerde kıyamet gününden bahsediyor. İyi güzel, kıyametten bahsedilmiş ama o kıyamet ayetlerinin sonundaki “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” ayeti yine ne alaka? Biz kıyameti gördük mü? Alevleri gördük mü? Sanki kıyameti yaşadık, nasıl dehşetli bir sahne olduğuna şahit olduk, başımızdan geçti, bildik de İslâm’ın İlâhı olan Allah da hemen “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz” ayetini alnımızın ortasına yapıştırıverdi. İş, nimet yalanlamaya gelecekse hele bir bekleyelim, gözlerimiz görecekse şu kıyameti bir görelim. Gördükten sonra bir de bu kıyamet denilen ya da kıyamet olduğu tahmin edilen şey Allah’tan mıdır yoksa başka bir şeyden dolayı mıdır diye karar verelim. Ondan sonra nimetleri yalanlamaya geçelim.

41. Suçlular simalarından tanınır da, perçemlerinden ve ayaklarından yakalanırlar.
42. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
43. İşte bu suçluların yalanladıkları cehennemdir.
44. Onlar, cehennem ateşi ile yüksek derecede kaynar su arasında gider gelirler.
45. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

“O halde”! Yani “O halde” derken biz öte tarafa gittik geldik, suçluların cehenneme girip çıktığını gördük,  İslâm’ın İlahı olan Allah da dedi ki “O halde…” yani  “madem ki gördünüz, artık biliyorsunuz, O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”.

46. Rabbinin huzurunda (hesap vermek üzere) duracağından korkan kimseye iki cennet vardır.
47. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
48. İki cennet de (ağaçlar, meyveler, rengârenk bitkiler gibi) çeşit çeşit güzelliklerle bezenmiştir.
49. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
50. İçlerinde akan iki pınar vardır.
51. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
52. İkisinde de her meyveden çift çift vardır.
53. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
54. Onlar astarları kalın ipekten olan döşeklere yaslanırlar. Bu iki cennetin meyveleri (zahmetsizce alınacak kadar) yakındır.
55. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
56. Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.
57. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
58. Onlar sanki yakut ve mercandır.
59. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Astarı kalın ipek olan döşekler yani yataklar, Meyveler, bakışlarını eşlerine çevirmiş dilberler. O dilberlere daha önce ne bir cin ne bir insan dokunmuştur. Onlar yani o dilberler sanki yakut ve mercandır. Ah erkek olsaydım, “gidip de gördüm mü ki o el değmemiş dilberleri  iş yalanlamaya kalsın” diyecektim diyemedim. Erkeklere el değmemiş huriler, ya biz kadınlara nerede Nuriler? Görüyor musun adının Allah olduğuna inanılan sayın İlâh! Vakti zamanında çok zeki ve akıllı olmana rağmen aradan yıllar geçtikten sonra Ataerkil toplum yapılarının değiştikten sonra cinsiyet eşitliğinin artık hüküm sürmeye başlayacağını tahmin edemedin. O zamanın Arap erkekleri, parasal durumuna göre, 3-4 kadınla ömür geçirir, kadınlar da buna itiraz etmez, bir erkeğin üçüncü dördüncü hanımı olmayı kabul eder kıyamete kadar bu böyle devam eder zannettin. Bir kadın olarak ben senin cennetinden hiç haz etmiyorum, yanlış hesap yaptın. Bu Kur’an’ı yazan sen, bir fani değil de gerçekten bir Tanrı olsaydın, bu günleri hesap eder, önlemini alırdın. Her ne kadar bizim bazı ilâhiyatçılarımız  “efendim cennette adı geçen eşler hur diye ifade edilir ve cinsiyetleri yoktur yani hem kadın hem de erkek olabilirler” diye tarif etseler de anadili Arapça olan hiçbir Müslüman ülkede böyle iddialar yoktur. Ne de olsa bizim İlâhiyatçılarımız Arap gramerini Araplardan daha iyi bilirler.

Neyse, konudan fazla uzaklaşmayalım. Biz bu cennetleri ve cennetlerdeki  sayılanları  gördük mü? İş yalanlamaya geldi mi?

60. İyiliğin karşılığı, yalnız iyiliktir.
61. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Bak bu güzelmiş. Bana bunlarla gelin.

62. Bu iki cennetten başka iki cennet daha vardır.
63. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
64. O iki cennet koyu yeşil renktedir.
65. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
66. İçlerinde kaynayan iki pınar vardır.
67. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
68. İçlerinde her türlü meyve, hurma ve nar vardır.
69. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
70. Onlarda huyları güzel, yüzleri güzel dilberler vardır.
71. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
72. Onlar, çadırlara kapanmış hurilerdir.
73. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
74. Onlara, eşlerinden önce ne bir insan ne bir cin dokunmuştur.
75. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
76. Onlar yeşil yastıklara ve güzel yaygılara yaslanırlar, (nimetlenirler).
77. O hâlde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?

Yok artık! “Çadırlara kapanmış huriler” de nedir?. Yahu bu dini Araplar bize resmen kakalamış kardeşim. “Her tarafı Arap çölü, geleneği, yaşam biçimi ve hayali kokuyor”. Bunu deyince de kızarsınız.
Şuna bakar mısınız. Cennette çadırlara kapanmış huriler..!
Tabi burada şimdi cambaz bir Kur’an yorumcusu iseniz o çadırlar, nurdan yapılmış ve aslında insanın hayal edemeyeceği kadar güzel ve hurilerin içinde konakladığı özel bir evdir. Fakat Allah, bunu insanların anlayacağı bir dille izah etmek için “Çadır” ifadesini kullanmıştır. Böyle de yorumlayabilirsiniz. Nitekim, bizim ülkemizin son on yılında bu şekilde ayet yorumlama konusunda rekor kırılmaya başlandı. Kendilerini bu hususta daha da geliştiriyorlar efendim.

"O hurilere, eşlerinden önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur". sözü çok önemli. Cinsiyet eşitliğine inanmayan, ataerkil ve kadını mal zihniyetiyle gören bütün toplumlarda ve bu zihniyete sahip bütün erkeklerde kadının el değmemiş olması çok önemli bir husustur. Erkeğin aksine cinsel organı içeride olan kadına dokunulmamış olması gerekir. Sıfır ile ikinci el araba arasındaki fark gibi düşünülür. Kadının karakteri, niyeti, bacağının arasındaki deliğin durumu kadar önemli değildir. Arap geleneğinde de aşırı derecede önemlidir bu dokunulmamışlık mevzusu.

Eeeee Müslüman erkekler! Rabbiniz size iki cennet + iki cennet daha verdi. İçinde de  hurmalar, yeşil yastıklar, yataklar,  pınarlar, el değmemiş bakire huriler verdi. Sizler de gittiniz geldiniz gördünüz değil mi? Hatta o hurilere sizden önce başka bir insan ya da cin dokunmuş mu dokunmamış mı, yani o huriler bakire mi değil mi, kontrol edecek zamanınız da oldu. Gördünüz ve dünyaya geri döndünüz değil mi? “O halde Rabbinizin, hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?”

NOT: Eğer bu cennet ayetlerinde bahsedilen şey bir din değil de geçmiş zamanlarda Sümerlerdeki her biri 72 millete ait olan tapınak fahişelerinden ve bu tapınağın asma üzümlerine, yeşil çimenlerine benzeyen bahçesinden bahsedilseydi ve o dönemin erkeklerinden birisine bu sorular yöneltilseydi derdi ki “Ooooooo,  gittim o cennet diyarına, gördüm 72 huriyi, biriyle de beraber oldum. Dillere destan o güzel bahçede mest oldum, hangi birini yalanlayabilirim ki” diyebilir, demelidir de. Ama siz diyemezsiniz. Konu konuyu açıyor ve bazen tutamıyorum kendimi.

Haşhaşiler tarikatı ile tanınmış Hasan Sabbah’ın Cennet ile ilgili bir uygulamasına yönelik internetten okuduğum bir yazının bir kısmını paylaşmak istiyorum:
“…Haşhaşilerin militanları eğitirken kullandıkları yöntemler, dünya tarihine geçmiştir. Ailelerden seçilerek alınan gençler, Alamut kalesinde özel olarak yetiştiriliyorlardı.  Din eğitimi, halkla ilişkiler; insan psikolojisine göre davranma, Haşhaşilerin sırrını gizleme konusu önemliydi. Ve suikast konusu... Fedailer, özellikle hançerlerle yaptıkları suikastlerle ünlüydüler. Bazı olaylar; bunların zehir de kullandıklarını göstermektedir. Artık, düşman üstüne salınacak döneme geldiklerinde bunların yedikleri bala veya çöreklere haşhaş yağı katılıyordu. Bu uyuşturucuyu alan gençler götürülüp özel olarak kurulmuş cennete bırakılıyorlardı.
Bu cennetler; Kuran'da anlatılan cennete benzetiliyordu. İçinde ağaçlar, otlaklar, sular ve yarı çıplak kızlar dolaşmaktaydı. Bunlar; isteyenlere, Kevser şarabına benzetilen şaraplar sunuyorlardı. Bu şaraplara da afyon damlatıldığından şarabı içenler bu cennet içinde hurilerle birlikte olduklarını sanıyorlardı.
Bunlara daha sonra; dine hizmet eden ve Masum İmam'a sadık olanların hep böyle hurilerle dolu cennette yaşayacakları telkin ediliyordu. Onlar da kütür kütür memeli kızların bulunduğu cennete daha bu dünyada ulaşmış olmanın coşkusu ile ne denirse yapmaya hazır oluyorlardı…”

O eski dönemlerde bu dümenlere oyuncak edilen genç erkeklere de sorsanız herhalde o cennet diyarını görmüş olduklarını zannederekten Rablerinin hangi nimetlerini inkâr edebilirler?

Cennet diyarını delil niyetine göstertip sanki o cennete bütün Müslümanlar bu dünyadayken gidip gelmiş görmüş muamelesi yapar gibi ardından “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini” yalanlıyorsunuz ifadesini yapıştıran bir kitaptan çıkartacağınız iki  olası sonuç vardır:

Birincisi: Bu ayetleri kim yazdıysa hakikaten derdi insanları, özellikle de erkekleri kandırıp peşine takmaktır.

İkinci olasılık ise: Kur’an’da bahsedilen cennet diyarı, gerçek anlamda bir öte alem diyarı olmayıp geçmişteki Sümerlerin 72 hurisini ve bu hurilerin yaşadığı "Zevkler Evi" isimli tapınağın yeşil bahçesini  ziyaret edip tadan erkeklerin  yaşadıkları bu olayların  civarda anlatılırken değişime uğrayarak Araplar tarafından kutsal addedilen bir kitabın içine eklenmesinin  öyküsüdür.

Sizce hangi seçenek daha ağır basıyor?
Ya da Rahman suresini okuduktan sonra aklınıza farklı seçenekler de geliyor mu?
     
78. Azamet ve İKRAM sahibi Rabbinin adı yücedir.

Birçoğunu bu  hayatta göremeyeceğimiz, bilemeyeceğimiz şeyleri delil göstertip “O halde, Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” cümlesine bağlıyorsunuz  sonra da diyorsunuz ki “Bu ayetleri Tanrı gönderdi”. 

Ey İslâm’ın İlâhı olan ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh! Sen nasıl bir ilâhsın? Eğer bizi ve kâinatı sen yarattıysan, bizleri matematik hesabı üzerine kurulmuş olan bir sistemin içine gönderdiğinin farkında değil misin? Rüzgâr neden eser? Mevsimler neden oluşur?... Bu tür şeyleri gözlemleyip, araştırıp bilimsel temelle açıklayabileceğimiz bir sistemin içinde yaşıyoruz. Bize verdiğin akıl ve zekâ, sadece bu gözlemlere ve bilimsel temelli bilgilere inanabilmemizi olanaklı kılacak şekilde yaratılmış. Daha zeki olanlarımız dinden çıkıyor. Neden biliyor musun? İnsanoğlunu  hem akıl ve zekânın sınırlarını aşmayan bir kâinat sistemine göndermişsin hem de insan aklının veya duyu organlarının hiç algılayamayacağı bir boyutta bulunan aleme yani hiç gözlemleyemeyeceğimiz bir aleme inanmamızı bekliyorsun. Dalga mı geçiyorsun bizimle?

Yukarıdaki ayetleri bir Tanrının göndermiş olabileceğine şahsen inanmıyorum.

Atıyorum benim inandığım bir Tanrı var. Adı da “Yakari”. Ne büyük, ne güçlüdür benim Tanrım. Aslında kâinatın tek yaratıcısıdır benim Tanrım Ulu Yakari. Ama bilmezler, nankör insanlar. Hepsi de “Bizim Tanrımız gerçek olan Tanrı” diye bir türkü tutturmuşlar. Bir de Tanrılarına isim uydurmuşlar. Yok senin Tanrın yalan, bizim ki gerçek… Didişip duruyorlar. Kardeşim asıl gerçek olan benim Tanrım. Adı da Yakari. Kâinattaki her şeyi yaratan kâinatın asıl yaratıcısıdır Yakari. Bir gün tabiat  gezisine çıktım. Öyle şeylere tanık oldum ki ağzım açık kaldı.
  1. Yaban kazları “V” şeklinde dizilmişler gökyüzüne, öyle sistematik uçuyorlardı ki! Kazlara  o şekilde uçmayı kim öğretti sanıyorsunuz?
  2. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini, hangi sistemini  yalanlıyorsunuz?
  3. Küçücük arılarda, topladıkları çiçek tozlarından insanlara faydalı bal yapıyorlar.
  4. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  5. Rüzgâr eserken, çiçek ve bitki tohumlarını uzağa taşıyor. Böylelikle ait olduğu gövdeden kopan tohum, kendisini büyüten annesinden 50 metre uzaktaki  toprağa tutunup boy atıyor.
  6. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  7. Öte aleme gittiğinizde arşın yedi kat tepesinde Tanrı Yakari’ye iman koşusu düzenleriz. Bu iman koşusunda iyi derece alanlar tekrar Dünyaya gönderilir ve hepsi de zengin birer ailenin kucağında doğar.
  8. Yakari, kullarına 8 cennet vermiştir. Her birinde bir birinden çeşitli ve hoş kokulu çiçekler, kumsallar, tertemiz suyu olan denizler vermiştir.
  9. O halde Tanrı Yakari’nin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?
  10. Yüce YAKARİ, Kâinatın tek yaratıcısıdır.  Anlayabilene..

İSLAM'DA FARKLI İNANÇ ŞEKİLLERİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, İslam'da farklı inanç şekilleri, Farklı Müslüman inanışları, Peygamber mi Allah mı?, Allah dayatması, Hz Muhammed, İslamı sorgulamaya giden yol,

İSLAM'DA FARKLI İNANÇ ŞEKİLLERİ

Bu başlık altında ele alacağım konu, meshep ya da tarikatlarla, cemaatlerle ilgili değil.

Dindar olduğum dönemlerde, tanıdıklarla veya yeni tanıdığımız insanlarla bazen dini konuları içeren sohbetler yapardık. O zamanlar İslâm’ı modern şekilde yorumlamaya çalışan Yaşar Nuri ÖZTÜRK gibi İlâhiyatçılar çok popülerdi. Biz de ailecek, etrafımızdaki çok tutucu ve çok dindar olan dini yapıdan kendimizi bir parça ayırır ve Sosyete hocası denilen bu tür kişilerin görüşlerini dinler, hak verir ve etrafımıza da sohbet aralarında anlatmaya çalışırdık. Bu sohbetler bazen tartışmaya döner ve baktık ki işler kötüye gider,  bir birimize gireceğiz, karşılıklı olarak hemen konuyu kapatır, farklı şeylerden konuşmaya başlardık.

Yaşar Nuri ÖZTÜRK, hangi kanaldı hatırlamıyorum ama “Ayşe ÖZGÜN ile her gün” isimli bir programda Cuma günleri konuk olarak bulunuyordu. Ayşe hanım, Yaşar Nuri beyin, İslâm ile ilgili bir kitabını elinde bulunduruyor ve kendisine ilginç gelen konular ile ilgili sorular soruyordu. O günlerden hatırlayabildiğim şeyler, “İslâm’ın şartı 5 değildir, kadınlar Cuma namazı kılabilir, kadın başı açık şekilde namaz kılabilir, cenaze namazı sırasında kadınlar da erkeklerle  ön sırada saf tutup cenaze namazını kılabilir,…” gibi konular yer alıyordu. İnsanlar bu tür konuları dinlerken ve kendilerine öğretilen geleneksel din ile Kur’an’da var olan dinin farklı olduğunu fark edince şok oluyorlardı. Bu yönü ile kendisine bir çok taraftar toplamış olmasına rağmen bir çok kişiyi de karşısına almıştı. Yaşar Nuri bey, her ne kadar kendi çapında İslâm’ı,  yobaz  ve gerici bir din olmaktan çıkartıp modernleştirme çabasına girmiş olsa da (belki de öyle görünmeye çalışıyordu),  aslında bu ülke insanının bilincine çok güzel şeyler kattığına inanıyorum. Peki neler kattı?
  • Öncelikle geleneksel din ile Kur’an dini arasındaki farkları ve çelişkileri ortaya koyarak inançlı kesimin dikkatini uyardı. Buna, uyuklayan insanı omzundan tutup silkelemek de diyebiliriz.
  • Müslüman kesime, din ile ilgili bir ibadet veya bir emir ya da benzeri bir şey yaparken, “Ben bunu doğru yapıyor muyum? Allah gerçekten böyle yapmamı mı istemiş? Kur’an’da bu geçiyor mu? Bunun aslı faslı nedir?” gibi düşüncelerle dini yaşantısını sorgulama ve kontrol etme ihtiyacı hissettirdi. 
  • O zamanın ilahiyatçılarına dek, bir çok konuda soru soran ve sorgulama yeteneği olan fakat dini konularda sorular sormaya çekinen, aklına ters bir soru geldiğinde “şeytan işi” diyen “ayıptır, günahtır” diyen ve soru sormaktan çok fetvaya ihtiyaç duyan Müslüman’lara cesur sorular sormalarının ve sağlıklı sorgulama yapmalarının kapısını açtı. Bunun sağladığı en güzel fayda ise “DİN SORGULANMAZ!” inanç kalıbının yıkılmaya başlamasıdır.
  • O zamana kadar Kur’an’ı sadece Arapça okunuşu ile okuyan, Türkçe meali ile okuma alışkanlığı olmayan Müslüman halka “Evinizdeki Kur’an mealini, duvarınızda süs niyetine asmayın, açın okuyun” diyerek insanları Kur’an’ın Türkçe mealini okumaları yönünde teşvik etti. Bu çok önemliydi çünkü eski İlâhiyatçılar ve özellikle Diyanet, Kur’an’ın anlaşılması ağır bir kitap olduğunu ve ancak onu, alanında uzmanlaşmış İlâhiyatçıların ve hocaların okuyup anlayabildiklerini ve vatandaşın da ancak bu hocalardan gereken bilgiyi alabileceklerini söylerlerdi. Kur’an’ı anlama algısı  bu şekilde oluşturulmuştu. Yaşar Nuri ÖZTÜRK ile,  bu algı değişime uğramaya başladı. 
  • Emeviler ve Abbasiler gibi İslâm topluluklarının dini ve Kur’an’ı nasıl yozlaştırmaya çalıştığını ve tahrif edildiğini çok kez dillendirdi. Bu konularla ilgili olarak bir çok kişinin zihninde “Kur’an gerçekten de kıyamete kadar korunuyor mu?” şüphesini getirdi. 
  • Yaşar Nuri beyin, din ile ilgili bence bu ülke insanına kazandırdığı en güzel şeylerden birisi de her ne kadar İslâm Peygamberini yüceltse de Arap milletlerinin yaşantısından haz etmeyen ve o milletlerin yaşantısını, insan haklarına aykırı olarak gören ve bunu bir çok kez dile getirerek halkı bu konuda bilinçlendirmeye çalışmasıyla ilklerden biri olmasıydı.  Onun dönemine kadar bir çoğumuz, Suudi Arabistan’ı kutsal bir ülke olarak görürdük. Hatta Araplar da kutsaldı. Suudi Arabistan içinde yangın çıkan bir otelden kadınların kurtulmak için yarı çıplak bir şekilde can havliyle dışarı koşarken, emniyet güçlerinin “kadının dışarıya yarı çıplak şekilde çıkması günahtır” diyerek kadınları tekrar alevlerin olduğu otele tıkmaya çalıştığından tutun da, Ramazan ayına girişin tespiti için bilimsel ve kesin  yöntemler yerine görevli birisinin yüksek bir tepeye çıkartılıp ayın durumunu gözlemleyerek ancak Ramazan ayına girişin karar verildiğine kadar bir çok insanlık ve akıl dışı olayları yeri geldiğinde sık sık anlatırdı. Bunları dinleyen halk, haliyle Arap ülkeleri ile kendi yaşantısını ve ülkesini  karşılaştırıp Arap milletlerinin dindarlıktan çok cehaletle ve gericilikle yaşayan topluluklar olduğuna vakıf oldu. Şu an için bu tür bilgilere herkes ulaşabiliyor fakat internetin olmadığı ve televizyon kanalının tamamen devletin tekelinde olduğu ve özel kanalın sadece birkaç tane olduğu 90’lı yıllarda bu tür bilgilere ulaşmak çok zordu. Öğrencilik yıllarımızda ise din dersi öğretmenleri, Arap ülkelerini öyle yağlı ballı anlatırlardı ki, oralar sanki hayalimizde cennet diyarıydı. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, bizlere cennet diyarı diye anlatılan masallardan insanların ciddi bir kısmını uyandırdı ve Medeni yasalar ile Şeriat yasaları arasındaki farkı irdeleyip anlamamıza vesile oldu. 
  • Yaşar Nuri ÖZTÜRK, Kur’an ve ükemizdeki İslâm geleneğine yönelik cesur yorumlarıyla gündeme oturmaya başladıktan sonra aynı görüşe ya da benzer görüşe sahip  diğer İlâhiyatçılar teker teker konuşmaya başladılar. Aslında bir çoğunun benzer görüşü yeni değildi fakat o dönemlerde insanların en etkili iletişim ve haber aracı olan televizyon vasıtası ile bu yolu diğerlerine açan Yaşar hoca oldu.
  • O dönemlerde, geleneksel din ile Kur’an arasındaki farklar incelenip sorgulanıp sonrasında Kur’an’ı kim daha doğru yorumluyor sorgulamalarına gidildi.  O sorgulamanın ardından gelen  soru ise “Kur’an ayetleri insan haklarına, çocuk haklarına ve kadın haklarına uygun mu?”. En son geldiğimiz noktada ise en popüler olan sorgulama sorusu şu şekilde: “Ateistler, dinimizde bunun böyle böyle olduğunu söylüyorlar, yoksa doğru mu?”

Bazı yazılarımda Modernist diye tabir ettiğim İlâhiyat profesörlerini, hocaları yerden yere vurup eleştirdiğim çok oldu fakat biraz derin düşününce, benim ve benim gibi bir çok kimsenin Arap yutturması bu dini sorgulayıp bırakmamızdaki süreçte onların katkılarını görmezden gelemem. Yaşar Nuri beyin döneminden önce, dine  yöneltilebilecek çok cesur soruları bırakın sormayı  aklımıza bile getirmezdik.
O dönemlerden bu dönemlere doğru gelindiğinde, dini bilgileri sorgulayan, araştıran, düşünen  bir kısım  insanın(ülkemiz için söylüyorum) kafasında bir birine benzemeyen ama en çok da İslâmiyet’e benzemeyen fakat İslâm gibi görünen inanç türleri oluştuğuna şahit oldum. Karşılaştığım bazı durumlar, yaptığım bazı sohbetler, tanıdığım bazı kimselerden tesadüfen işittiğim kişisel dini tutumlar  ve sosyal medyada gözlemlediğim izlediğim bazı durumlar üzerinden bunların neler olduğunu, ilgili başlıklar altında paylaşmak isterim.

  • Bir şeyler yanlış!
Dindar kesim içerisinde namaza başlayan ve bir süre sonra bırakan insanlara rastlamışsınızdır. Ben de o insanlardan biri idim geçmişte. Ortalama 5 yıl namaz kıldım. Çevremdeki insanların “namaza bir başlasan müptelası olursun, için o kadar huzur dolar ki…” gibi sözlerini dikkate alırdım ama o huzuru yaşadığımı söyleyemem. Gerçekten söyleyemiyordum çünkü bir kez söyledikten sonra “Sen Allah’ı gerektiği gibi sevmiyorsun” cevabını aldım ve susmayı tercih ettim. Sonrasında bıraktım namaz kılmayı. Namazı bırakmamın ardından 1 yıl sonra başka bir tanıdığım ile sohbet ederken konu namaza geldi(çekim yasası dedikleri bu olsa gerek). Tanıdık olan kişi İlâhiyatı bitirmiş. Kendisinin daha önceleri çok kez namaza başladığını fakat namaza kendisini bir türlü veremediğini, hûşû dedikleri huzuru ne namazda ne de namaz sonrasında hiç yaşamadığını ve namazın kendisine “gereksiz bir ibadet” hissi verdiğini ve en sonunda namaz kılmayı bıraktığını söyledi ve devamında “Bu namazda yanlış olan bir şeyler var. Günümüze kadar orjinali ile geldiğine inanmıyorum. Bence Allah’ın Peygamberimize öğrettiği namaz ile bize kadar gelen namaz, aynı namaz değil. O yüzden ben, namaz kılmak yerine, namaz vakitlerinde Allah’ı anıp oturduğum yerden dua ve sure okuyorum. Böylelikle kendimi daha huzurlu hissediyorum. Doğrusunu mu yapıyorum ondan da emin değilim”. Namaz hakkında bir ara ülkemiz gündemine de oturan tartışmalar ve görüş ayrılıkları yaşanmıştı. Kimileri namazın 3 vakit kimileri ise 5 vakit  kılınması gerektiğini. Kur’an’da namazın “salat” şeklinde geçtiğini ve nasıl kılınacağı konusunda bilgi vermediği için Müslüman’ın tamamen kendisine bırakıldığını ve isteyenin öğretildiği şekli ile eda edip isteyenin, ilgili vakitler uyarınca yürekten Allah’ı anıp dua ederek de namazı tamamlamış olacağına dair görüşler vardı. Bu görüşler ve tartışmalar boşa değilmiş ve havada kalmamış.

  • Peygamber mi Allah mı?
Yanında benim adım anılıp da bana salavat getirmeyenin burnu yerde sürtülsün." (Hakim ve Tirmizi). Hz Muhammed’in söylediğine inanılan bir sözdür ve kabul görür. Dindar Müslümanlar  bir birleri ile karşılaştıklarında  “Musafahalaşmak” denilen bir tokalaşma yöntemi ile selamlaşırlar. Bu tokalaşmak sırasında Peygambere selam gönderilir. Sadece selamlaşma sırasında değil, dualarda, namazlarda, sohbetlerde, mevlüdlerde Peygamberin ismi sık sık zikredilir. O’nun yaşantısı örnek alınır. O’nun gibi olmak istenir. Öte alemde O’nun yani Peygamberin şefaat edeceğine inanılır. Öte alemde, Peygamber ile aynı cennet katına yerleşmek için ve cennette onunla yaşamak için yarışanlar, ibadeti abartanlar bile vardır. Bir Müslüman rüyasında Hz Muhammed olduğuna inandığı birini görmüş ise uyanır uyanmaz rüya yorumcuları aranır bulunur, rüya anlatılır, hatim indirilir. O kişinin bir sıkıntısı var ise o sıkıntının Peygamber vesilesi ile bertaraf edileceğine ayrıca rüyayı gören kimsenin cennete gideceğine ve yine rüyayı gören kimsenin Peygambere Allah’a yakışır imanlı bir kul olduğuna dalalet edilir. Sülale boyu sevinilir. Konu komşu “Allah bize de nasip etsin Peygamberimizin nurlu yüzünü görmeyi” diye dua eder. Haaaasılı, Allah’ın ismi Peygamberin isminden daha az anılır. Peygamber bir tık daha yukarıdadır. Garip olan ise, Müslümanlar bunun pek farkında değillerdir, hallerinden şikâyetçi de değillerdir.

  • Allah’a inan,  gerisi yalan
Ben dinden çıkalı henüz bir yıl olmadı. İlk kez bu sene oruç tutmadım fakat dışarıda oruç tutuyormuş gibi yapmak durumunda kaldım. İş arkadaşlarının yanında sohbet ederken, dini konular gündeme geldiğinde, içini dökememek, inançsızlığını göğsünü gere gere söyleyememek sinir bozucu bir duygu. Ramazan ayına bir hafta kala, anneme açıldım. Annem pek dindar bir kadın değildir. Namaz kılmaz fakat orucunu tutar. Dini toplantılardan pek haz etmez. Kasabada yaşayan ve sağı solu dindar komşularla dolu olan birisi olarak onların tam zıddı ve kasaba kadınının geleneksel giyim kuşamına sahip olmasına rağmen tam bir Cumhuriyet kadınıdır. Anneme konuyu açarken Kur’an’ı bir süredir araştırdığımı ve takip edip görüşlerine önem verdiğimiz İlâhiyatçılara rağmen Kur’an’ın Allah katından inen bir kitap olduğuna inanmadığımı ve bu durumdan içsel olarak emin olduğumu, bu yüzden de Müslümanlığı bıraktığımı söyledim. Annemin bana çok ters ve kötü bir tepki gösterteceğini sandım fakat tepkisi aynen şu şekilde oldu: “Tamam kızım, Kur’an’a inanma da, Müslümanlıktan niye çıkıyorsun?”. HÖNK? HIH? O NEY ANNE ÖÖÖLE? “Gızım tamam, Kur’an sana anlamsız geliyo, Müslümanlığı niye bırakıyon ki? Dediğin doğru, Araplar Kur’an’ı mahfetmişler. İçindeki bilgilerin bir çoğu  bu zamana kadar yalan yanlış gelmiş, hocalar anlatıyor hiç dinlemedin mi? Ama Allah gerçek. Peygamberimiz de gerçek. Kur’an’ın emirlerine uyma, tamam. Zaten Kur’an’ın hangi ayetleri doğru gelmiş, hangileri yanlış gelmiş belli değil  ama Allah’a inanmayı bırakma,  Allah gerçek…” Sevineyim miiii, Üzüleyim miiii, Şaşırayım mı bilemedim gitti! Ben senelerdir içsel alemimde cebelleşirken Annem kendine göre çoktan meseleyi sonuçlandırmış beyninde. Annem yine de senede bir ay oruç tutmaya devam ediyor çünkü sağlığa faydalı olduğunu düşünüyor. İzlediğim youtube videolarından birisinde Müslüman olduğunu söyleyen birisi tıpkı annemin anlattığı gibi bazı ayetlerin tahrif edildiğine inandığını ama bunun kendisini dinden çıkarmak için yeterli bir neden olmadığını söylüyordu. Sosyal medya üzerinden yapılan yorumlarda buna benzer konuları gündeme getirenlere nadir de olsa  rastlıyorum. Yani ülkemizde böyle bir Müslüman kesimi var. Allah gerçek, Peygamber gerçek ama Kur’an tahrif edildi bu yüzden Allah’a inan, Kur’an’a inanma.

  • Gelgit yapan küskünler
Nahl 97: Erkek veya kadın, kim mü’min olarak iyi iş işlerse, elbette ona hoş bir hayat yaşatacağız ve onların mükâfatlarını yapmakta olduklarının en güzeli ile vereceğiz.

Buna benzer başka ayetler de var. Ülkemizin Müslüman halkı içinde de bu inanç mevcut. Her ne kadar bir kısım inanan, “bu dünyada,  yaptığımız iyiliklerin karşılığını bulamasak bile öbür dünyada mutlaka bulacağız” dese de diğer bir kısmı işin İlâhi adalet kısmında oldukça hassas bir gönül terazisine sahiptir ve başına gelen musibetlere ya da vermekte olduğu çetin hayat mücadelesine ya da bitmek bilmeyen ve artık dertleri sıkıntıları hastalık olarak vücudunda nüksetmeye başlamış bazı Müslümanlar, bir süre sonra isyan etmeye başlarlar. Bu konu ile ilgili çok detaya girmek istemiyorum çünkü her insan için gerçekten de çok hassas durumları içeriyor. Aile ya da akraba içinde ölüm nedeni ile yaşanan kayıplar, tedavisi çok zor olan ve hem maddi hem de manevi olarak bireyi çökertme durumuna gelen hastalıklar,  manevi şiddet, iflas,  sürekli  hor görülen  aşağılanılan bir ortamda yaşam mücadelesi vermek, savaş, iyilik yaptığın biri tarafından sırtından bıçaklanmak(manevi anlamda) vb durumlarla yüz yüze gelen çok sayıda Müslüman var. Bu kimselerden bazıları, dinlerini terk etme noktasına gelebiliyorlar ve hatta terk ediyorlar. Bir süre sonra farklı nedenlerden ya da bir şekilde emin olamadıklarından dolayı tekrar geri dönüyorlar İslâm’a fakat bu kez, hayatlarını iyiden iyiye incelemeye alıyorlar ve yaşamlarında karşılaştıkları her şeyi, kendi içlerindeki adalet tartılarıyla tartmaya başlıyorlar çünkü ters giden bir şeyler var. İyi bir insan olmaya ve yaşadıkları hayata, çevrelerine, yaptıkları işlere en iyisini katmak için çaba sarf etmelerine ve sürekli olarak dua etmelerine karşın, işler yolunda gitmiyor ve bitmek tükenmek bilmeyen  sıkıntılarla boğuşuyorlar. Bu Müslümanların  bir süre sonra İslâm’ı anlamak, yorumlamak ya da inanmakla ilgili belirgin bir kalıp çıkıyor zihinlerinden “Eğer Allah diye bir Tanrı varsa ve bu Tanrı, bize anlatıldığı gibi adil ise kendisine ibadet eden ve dünya hayatında da iyi işler yapan kullarını sadece cennet hayatında değil, dünya hayatında da mükafatlandırmalı. Eğer  O Tanrı, kendisine sadık kalmamı ve ibadetimde, imanımda devam etmemi istiyorsa, bunca yaptığım iyilik, gösterdiğim sabır, katlandığım sıkıntı ve yaptığım ibadetler karşısında bana karşılığını şu dünya hayatında göstertmeli, bekliyorum. Bu dünyada didiş, uğraş, sıkıntı çek, ödülünü hiç görmediğin öte tarafta al, yok öyle yağma…”  Müslümanlar arasında bu şekilde düşünen  asi ruhlu inançlılar da var. Her ne kadar toplum içinde kendilerini pek belli etmemeye çalışsalar da bazen yaşanan haksızlıklar  karşısında “Allah görmüyor bizi, görsün diye duysun sesimizi diye daha ne yapmalı bilmem ki!” gibi sitemleri duymuşsunuzdur. Aslında bu sitemlerin derininde daha büyük haykırışlar vardır fakat sitemde bulunan kişi, ağzından çıkan cümleleri kontrol etmeye çalışır.

  • El için mi Allah için mi?
Aile ve toplum bağlarına önem veren insanlarız. Bunun doğal bir sonucu olarak dedikodu ve bir birini eleştirme  gibi yan etkiler kaçınılmazdır. Dünyanın her toplumunda da bir parça vardır diye düşünüyorum.  Dindar olduğum yıllarda, çevremdeki dindarların içindeki  El korkusunun, Allah korkusundan üstün olduğuna inanırdım.  18-20 yaşlarımda, başımı kapatmamla ilgili dini ısrarlardan sonra bakıyorlar ki bende çıt yok, aldırmıyorum, bu kez, “biz senin iyiliğin için söylüyoruz, o başını kapatmazsan kimse seni oğluna almaz, evde kalırsın”, çıktı mı ipin alt ucu? Cuma namazına gitmek istemeyen erkekler olur. Gitmek zorundalar çünkü “falanca cumaya bile gelmiyor” denebilir. Bir çok küçük yerleşim yerinde Ramazan ayı gelince bayanların camiye teravihe gitme modası çıktı. Gitmeyenler dedikodu konusu olur. “Niye gelmiyorsun?, Tamam dini bir zorunluluk değil de gelsen ne olacak sanki? Ne kaybedeceksin?, Biz gidiyoruz bak, çok güzel şeyler öğreniyoruz, hem sevap kazanacaksın!”. “Üffffff, gidiym bari, elin çenesine düşmekten iyidir.”  Dini toplantılar yapılır. Bu toplantılar sırasında, gündelik hayatında,  saat başı bile Allah adını anmayan kimseler, her on dakikada bir “Allah, çok şükür, Allah’ım büyüksün, La ilahe illallah!...”  lar kırıla gider. Allah’a gönülden inanan ama gündelik hayatında namaz kılmadığını bildiğim  kadınların, bu dini toplantılar sırasında, öğlen ezanı okunurken hemen yerinden fırlayıp seccadeyi alıp da herkesten önce kıbleye doğru serip namaz kılanlarını  çok gördüm.  İnanç var fakat hangisine daha çok önem verilir? Allah biliyor kısmı mı daha önemli yoksa Elalem bilmeli, görmeli kısmı mı daha önemli?   Müslümanlar da bu tür durumlardan ve bu türlü davranışlardan çok yakınırlar fakat “Din” denilen şey zaten bu davranışın nedenidir. Dini ortadan kaldırdığınız zaman zaten insanlar bir birlerinin manevi Tanrılarına nasıl ibadet ettikleri ya da o manevi Tanrının isteklerini nasıl yerine getirdikleri ile ilgilenmezler. İlgilenecekleri şey direkt olarak Atasözümüzün de belirttiği gibi “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz”. Şöyle de söyleyebiliriz “Ayinesi iştir kişinin ibadetine, şekline şemaline bakılmaz”. Keşke insanlar bir birlerini yargılayıp eleştirirken “Namazını kılar mı? Allah adı anılınca derlenip toplanıp saygılı oturur mu? Orucunu tutar mı?, Elhamı bilir mi?...” gibi ibadet şekillerine odaklanmak yerine “Çevrenin güzelleştirilmesi için ne yapar?, Fidan dikme çalışmasına katılıyor mu?, Kadınları koruma derneğine katkısı var mı?...” gibi sorular ve meraklar gündeme gelse. En azından hayatın güzelleştirilmesi ve iyileştirilmesi aşamasında faydası olurdu. Sonuç olarak Din inancının içinde, Din inancının sosyal yaşama etkisinin sonucu olarak insanlar ve özellikle de dindar kesim  bir birilerinin ilgisini ve dikkatini, toplumun ortak çıkarlarından çok manevi inançlarının görsellerine odaklıyorlar.

  • Hz Muhammed, iyi kalpli bir medyum idi
Bu kimselere Müslüman demek yanlış olur. Aslında Müslümanlığın dinsizliğe doğru giden adımları da diyebiliriz. Bu kimseler, Allah olarak bilinen Tanrı’nın, hiçbir insana ya da seçtiği bir Peygambere vahiy göndermeyeceğine inanırlar.  Fakat bazı insanların hissiyatlarının ve manevi yönlerinin çok güçlü olduğuna ve bu yönleri dolayısıyla tıpkı psişik güçleri olan kişiler veya bazı medyumlar gibi kâinatın manevi güçleri ile veya şahsi çalışmaları, meditasyonları sırasında direkt olarak Tanrı ile iletişim kurabileceklerini ve Tanrının kendilerine indirdiği bilgiyi değil de Peygamber olarak tanınan kişinin kendi çabası ile  ihtiyaç duyduğu konu hakkındaki İlâhi bilgiyi Tanrı katından özel bir çalışma yolu ile ilham şeklinde aldığına inanırlar. Bu kişilerin görüşlerine göre bazı Peygamberlerin de soy ağacının aynı olması, bu genetik psişik yeteneğin bu şekilde sonraki kuşaklara iletildiğinin bir göstergesidir. Buna inanan kimseler için Kur’an’daki çelişkilerin  izahı çok basittir. “Kur’an’ı aslında Tanrı göndermemiştir. Muhammed Peygamber, manevi yönünün gücü ve psişik yeteneklerinin bir sonucu ve özel çalışmaları nedeni ile bazı konular hakkında ilâhi kattan bilgi almak istemiştir ve psişik olarak Tanrı katına ilettiği bu isteğine karşılık, beklediği bilgiler kendisine Tanrı tarafından  ilhâm edilmiştir fakat bu bilgiler ya da ayetler, insanların Tanrı tarafından uyulmasını emrettiği bilgiler değildir. Bir çoğu, insanların iyiliği için Tanrı katından bir bilgi olarak gönderilmiş fakat Muhammed Peygamber, o bilgileri, dini bir kitaba dönüştürmek ve kendi çevresine kabul ettirmek için üzerinde değişiklikler yapmıştır. Bu değişiklikler o zamanın şartlarına göre gerekli idi. Aslında Muhammed Peygamber çok iyi ve eşsiz bir insan idi. Elinden gelenin en iyisini yaptı. Onun iyi bir insan olduğuna inanıyorum fakat Kur’an, her ne kadar Tanrı katından özel isteklerle  inen bazı bilgilerden oluşmuşsa da bu bilgiler, bizim  Kur’an denilen  Eski Araplara özel düzenlenmiş kitaba  inanmamızı ve uymamızı gerektirmez”.  Bu türlü düşünen ve bu mantığa inanan bir kısım insan var  ve dahası, kendisini tam bir Müslüman olarak tarif etmesine ve görmesine karşın, “Hz Muhammed’e vahiy nasıl inmiş olabilir?”, “Allah ile nasıl bir diyalog yaşandı?” gibi sorulara çok daha detaylı cevap almak isteyen ve bu konuda gereğinden fazla kafa patlatan kişilerin  inançları bu konu doğrultusunda az ya da çok evrim değiştirmeye başlıyor. Çünkü bir insanın “Bana Tanrıdan vahiy geliyor” demesi, hakikaten üzerinde çok düşünülmesi ve emin olmak için çok kafa patlatılması gereken bir durumdur. Bu şüphe bir çok Müslüman’ın içinde belli ya da belirsiz bir miktar bulunur. “Ya vahiy inmedi ise. Ya Muhammed Peygamber, kendisini bazı konularda şartlandırıp ilham edindiği bilgileri, Allah katından geldi diye algıladıysa…” gibi sorular, Müslümanların beynini kemiren kurtçuk gibidir. Sorgulamayı yapan söz konusu Müslüman, bu durumla baş edemez. Zaten kafasında, hoş olmayan ve İnsanlığa aykırı Kur’an ayetleri vardır ve o ayetlerin mantıklı bir izahı yoktur. Bir de üstüne “Muhammed’e gerçekten vahiy inmiş olabilir mi?” sorusunun olumsuz cevabı baskın olursa, kişi, çocukluğundan beri çok sevdirilmiş olduğu Peygamberini ve Allah’ı birden bire silemez ve sonuçta böyle bir yol bulur.  O inanç yolu da şudur: “Hz Muhammed  çok iyi bir insandı, Tanrı’ya Allah diye hitap ediyordu ve kendisine ilham edilen bilgiler Tanrı katından geliyordu fakat o bilgiler bizim için değildi, o dönem insanlarına gönderildi.

HAYBER KUŞATMASI VE GANİMETLERİ

Yazan: Mehmet W. Gündoğdu
din, islamiyet, Hz.Muhammed, Hayber kuşatması, Safiyye, Safiyye ile Muhammed'in evlenmesi, Hz.Muhammed'in eşleri, Babası öldürülen Safiyye, MWG, Cariye yapılan insanlar, İslamda kadın,

HAYBER KUŞATMASI VE GANİMETLERİ

Yağma ve ganimet bollaşınca, Muhammed’in hızı kesilmemişti. Hayber’de bulunan Yahudiler’in ötekilerle birleşerek savaş açabileceklerini bahane edip, seçme savaşçılardan bir orduyla Hayber’i kuşatma altına aldı. Muhammed ve ordusunun asıl derdi; varlıklı Hayberliler’in mallarına, hurmalıklarına, kadın ve kızlarına el koymaktı. Çünkü bunlardan başka ortada somut bir neden yok. Üstelik Müslümanlar için bir tehlike de söz konusu değildi, ama Yahudilerin kökü de kazınarak ganimet gelmeliydi. Çünkü Müslümanların tek gelirleri kutsal savaş ganimeti olarak meşrulaştırılan yağmacılıktı. 

Çetin çatışmalardan sonra Hayber kaleleri ele geçirilip, 90- 100 kadar Yahudi öldürüldü. Kalan erkekler kadın ve kızlarıyla birlikte tutsak edildiler. Kuşatma sona erdiğinde sıra ganimet paylaşımına geldi.

Hayberliler’in bütün arazilerine el konuldu. Hayber halkı kayıtsız koşulsuz her şeylerini bırakarak çekip gitmeye zorlandı. Hayber’in ileri gelenleri araya girerek af dilediler. Hemen arkasından kendilerinin ekip dikmeden başka iş bilmediklerini, gidecekleri yerlerde aç kalacaklarını söyleyerek Muhammed’i biraz yumuşattılar. Muhammed, Arazileri yarıcı olarak ekip dikebileceklerini; ürünün yarısına el koyacaklarını, ayrıca bazı hurmalıkları ganimet olarak beytül mala -daha doğrusu kendine- kattığını söyledi. Tutsakların bir kısmı altın- gümüş karşılığı af edildi. Köle ve cariye yapılmak istenenler ayrıldı. Müslüman savaşçılar, ganimet malların yanında güzel kadın ve kızları paylaşmaya başladılar.

Bu arada Muhammed, Yahudi bir kadının getirdiği yiyeceği yalnızca ağzına alıp tükürdüyse de zehirlendi. Yanındaki adam bu yiyeceği yediği için öldü. Muhammed de bu kadını öldürttü. Muhammed’in ağzından tükürüp yemediği bu zehrin etkisiyle, ağzında yara çıktı, çenesi çarpıldı. Bu zehrin etkisinin Muhammed ölünceye kadar sürdüğünü yazanlar var. Hatta bazı kaynaklarda Muhammed’in bu çirkinliğinden dolayı hiç resminin yapılmadığı yazılıdır. Ya işte böyle! Hani ne derler? “Alma mazlumun ahını- çıkar aheste, aheste.”

TUTSAK SAFİYYE İLE MUHAMMED'İN EVLENMESİ!

Asıl adı Zeynep olan, Beni Nadir kabilesi reisi Huves bin Ahtab’ın kızı Safiyye’de cariye olarak seçilenlerin arasındaydı. Safiyye’nin babası beni Nadir çatışması sırasında Müslümanlarca öldürülmüştü. Safiyye, Hayber Yahudisi Kinane’yle yeni evlenmişti ve o da Hayber kuşatması sırasında öldürüldü. Yeni dul bir kadın olan Safiyye’yi Müslüman savaşçılardan birisinin beğendiği ve cariye olarak almak istediği duyuldu. Muhammed’e haber verildi. Yağcıları da Safiyye’nin ancak Muhammed’e uygun olduğunu söylediler. Muhammed Bilal’ı çağırtıp Safiyye’yi getirmesini söyledi…

Bundan sonrasını İslam kaynaklarından öğrenelim. Okuyacağınız bu bölüm “Sorularla İslamiyet” bilgisunar sitesinden alınmıştır. Bu yazıyı yazanların da kaynak göstermiş oldukları dikkate alınarak okunmalıdır.

“Hz. Bilâl, Hz. Safiyye’yi, yine esir düşen amcası kızıyla alıp getirirken, on­ları Yahudi erkeklerinden iki kişinin cese­dinin yanından geçirdi. Amcası kızı bu manzarayı görür görmez feryat ve figana başladı; yüzünü parçalayıp, ba­şı­na topraklar saçtı. Uzaktan durumu fark eden Resûl-i Ekrem Efendimiz, yanına gelen Hz. Bi­lâl’e, “Ey Bilâl! Senden merhamet ve şefkat duy­gusu sökülüp atıldı mı ki bu ka­­dıncağızları ölülerinin yanından geçirdin?” buyurdu.(Sîre- 3: 351) Hz. Bilâl, mahcup mahcup huzurda boynunu büktü ve “Yâ Re­sû­lal­lah! Zâ­tı­nı­zın bundan rahatsız olacağını tahmin etmemiştim” diyerek özür diledi. Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye'yi arka tarafına almalarını emrederek üzerine de omuz atkısı örttü. Bunun üzerine sahabîler, Peygamber Efendimizin (a.s.m.), onu kendisine başkomutanlık hakkı (Safiy) olarak aldığını anladılar. (Sîre-3: 351)

Peygamber Efendimizin harp sonrası bir prensibi de mağlup ettiği veya teslime mecbur bıraktığı düşmanla uzlaşma yoluna gitmesi idi. Hz. Safiyye âilesi, Yahudiler arasında itibarlı ve şerefli bir âile idi. Elbette, onun mevkiinin muhafazası İslâmiyet ve Müslümanlar için iyi neticeler ve faydalar doğurabilecekti. Bir diğer husus da Resûl-i Ekremin bazı evliliklerinde siyasi durumu göz önünde bulundurması idi. Bir kabilenin veya bir kavmin ileri gelenlerinden birinin kızını almakla, o kavmi, o kabileyi düşman ise İslâmiyet ve Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en azından hafifletip yumuşatıyor, dost ise bu dostluğun daha da kuvvet bulmasını sağlıyordu. Hz. Cüveyriye ve Hz. Ümme Habîbe ile evlenmelerinde bu hususlar gayet açık bir şekilde görülür…

(Not: Minareye bakın, kılıfı görün. Bu kadarına da pes denmez mi?)

Gerisini aynı kaynaktan okuyalım.

SAFİYYE'NİN TERCİHİ!

Resûl-i Ekrem Efendimiz (a.s.m.), Hz. Safiyye'ye İslâmı anlattı ve şöyle buyurdu:

"Eğer Müslüman olursan, ben seni kendime zevce edineceğim. Şayet Yahudiliği tercih edecek olursan seni âzad ederim. Sen de gider kavmine kavuşursun!" (Tabakât, 8: 123)

Resûl-i Kibriyâ Efendimizle bir kerecik olsun görüşüp kendisinden birkaç kudsî kelam duyan Hz. Safiyye, tercihini doğru yaparak, aynı zamanda safıyetini ve derin anlayışını açıkça ortaya koydu: "Yâ Resûlallah! Siz beni İslâmiyete dâvet etmeden önce, konak yerine geldiğimde, Müslümanlığı arzulamış ve seni tasdik etmiş bulunuyordum. Yahudilikle benim hiçbir ilgim kalmamış ve ona artık ihtiyacım da yoktur. Hayber'de de artık ne babam ne de kardeşim vardır. Sen, beni küfürle, İslâmiyet'ten birini seçmekte serbest bırakıyorsun. Allah ve Resûlü, bana âzad edilmemden ve kavmimin yanına dönmemden daha sevgilidir. Ben onları tercih ediyorum! (Tabakât, 8: 123) Resûl-i Ekrem, Hz. Safiyye ile Hayber'de gerdeğe girmedi. Sibar mevkiine geldiği zaman ise Hz. Safiyye bu işe muvafakat etmedi. Ancak Hayber'den on iki mil kadar uzaklaştıktan sonra Sahba'da muvafakat etti. Peygamberimiz (s.a.v.), "Sibar'da konmak istediğim zaman, razı olmamanın sebebi ne idi?" diye sorunca, Hz. Safiyye, "Yâ Resûlallah" dedi, "Yahudilerin yakınında sana bir zararın gelebileceğinden korkmuştum. Onlardan uzaklaşınca emniyete kavuştum." (Tabakât, 8: 122-123.

Peygamberimiz (s.a.v.), onun bu bağlılığından son derece memnun oldu. Resûl-i Ekrem, Sahba' mevkiinde Hz. Safiyye ile kendisine ait çadırda gerdeğe girdi.

Peygamber Efendimiz, Hz. Safiyye'nin yüzünde bir darbe çürüğü gördü. Sebebini sordu. Hz. Safiyye şöyle izah etti: "Kinâne bin Rebi' ile evlendiğim ilk gece bir rüyâ görmüştüm. Rüyâmda Medine tarafından bir ayın gelip kucağıma düştüğüne şâhid oluyordum. Bunu Kinâne'ye anlatınca kızdı ve 'Sen ancak Hicaz hükümdarı Muhammed'e varmak istiyorsun, diyerek yüzüme bir tokat vurdu. Onun izi kaldı.” (Sîre, 3: 351- Tabakât, 8: 121)

Yine Sormak zorundayız! Elinizi vicdanınıza koyunuz! El insaf! Babası, yeni evlendiği kocası, bütün yakınları kılıçtan geçirilmiş; yeni dul bir kadının Muhammed’le gönüllü olarak evlenmesini mantıklı buluyor musunuz? Hem de Kuran ayetlerine uyarak “cariyelerin gebe olup olmadığını anlamak için süre beklenmemesi” ayrıcalığından yararlanan Muhammed’in yolculuk sırasında gerdeğe girivermesinin hem mantıkla hem insancıllıkla bir ilgisi olabilir mi? İnsaf ediniz! Bir an yazılanların doğru olduğunu kabul ederek Safiyye’nin Muhammed’e kendi isteğiyle gittiğini düşününüz. Bu Safiyye bu kadar vicdansız ve duygusuz mudur ki bu evliliğe gönüllü olsun? Yine insaf ediniz! Babası, kocası ve bütün yakınlarını kılıçtan geçirmiş bir peygamberin Safiyye’yi bu evliliğe zorlaması ne kadar etik bir davranıştır? İnsanda vicdan denilen bir şey olur ve düşene bir tokat daha atmayı hangi vicdan kabul edebilir? Bu olaylar karşısında vicdanı sızlamayanlara bir diyeceğimiz yok! Birilerinin vicdanları sızlamaya başlamışsa; böyle bir dine inananların da vicdanlarının sızlaması gerekmez mi?

OLAYIN GERÇEK YÖNÜ!

Şimdi de gelelim işin gerçek nedenine. Gerçek neden belli; ayetlere ve hadislere kadar girmiş olan Muhammed’in cinsel arzuları. Ama bu evliliklerin bir bahane ve kılıfı da olmalı. Bu sorun değil; başta ayet ve hadisler olmak üzere, dincilerin fetvalarıyla da bir kılıfa uydurulur. Uydurulur, ama her kuşun eti de yenmez! Sormayan, sorgulamayan saf Müslüman’ı kandırıyorsunuz. Ya bizleri nasıl kandıracaksınız? Kuran Maide suresi 101-102 ayetinde ne diyor? ”Ey iman edenler size açıklandığında canınızı sıkacak şeylerle ilgili soru sormayın. Hâlbuki Kuran indirilmekte iken sorarsanız onlar size açıklanır. Allah, şimdilik onları af buyurdu… Sizden önceki topluluk da onları sordu da Sonra o yüzden kâfir oldular.” Sormak, sorgulamak dinen yasak olsa da, soru sormakla kâfir sıfatını hak etsek de; bizler hem sormak, hem sorgulamak zorundayız. Bu bizim insanlık görevimizdir, toplumsal sorumluluğumuzdur, vicdanımızın en duru sesidir. Üstelik din satıcılarının bilerek bilmeyerek gizlediği, çarpıttığı konuları kendi kaynaklarından bulup çıkarmayı da çok iyi biliriz.

KUR’AN’DA ALKOL VE YASAKLI YİYECEKLER

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an'da alkol, Kur'an'da yasaklı yiyecekler, Kur'an'da şarap, Şarap haram mı?, Kur'an ve sağlık, Sarhoş eden maddeler, Domuz eti, Ayetlerde şarap,

KUR’AN VE SAĞLIK

Kur’an sağlık kitabı değildir: O zaman niye yenilecek yenilmeyecek bazı yiyecekler zikredilmiş? “İnsanı sarhoş eden ya da akli melekelerini bozan her türlü şey yasaklanmıştır” gibi bir ifade yerine neden  Sadece üzüm ve hurmadan yapılan Şarabın sarhoşluk veren bir içecek olduğu özellikle belirtilip yasaklanmış?

Kur’an savaş kitabı değildir: Neden o zaman Kur’an’da hem geçmiş savaşlardan bahseder hem de savaş durumunda yapılması gerekenlerle ilgili direktifler verir? “İçinde yaşadığınız topluluğun hem dıştan hem de içten can  güvenliğini sağlamak için, mümkün olduğu kadar en insancıl  ve en akılcıl şekilde hareket edin, bir birinize destek olun, birlikte hareket edin” gibi bir ifade kullanmak yerine savaşta yapılması gerekenlerle ilgili ya da geçmiş Peygamberlerin savaşlarda takındıkları tutumlarla ilgili yüzlerce ayete neden yer verilir?

Kur’an’da neden şu konuya ilişkin bir ayet yoktur gibi bir soru sorulduğu zaman  o değişmeyen cevap hemen gelir: Kur’an sağlık kitabı değildir. Kur’an matematik kitabı değildir. Kur’an bilim kitabı değildir.

Peki Kur’an ne kitabıdır? Cevap: Kur’an, Allah’ın öncelikle dinini insanlara tanıtıp ardından insanların hem bu dünya hayatında hem de öte alemde kurtuluşlarına, mutlu olmalarına, kötülüklerden ve fenalıklardan uzak durmalarına  vesile olan ve kişinin iyi ve imanlı bir mümin olmasında yol gösterici İlâhî bir kılavuzdur.

Kırmızı renkli yazının biraz üzerinde düşünürsek eğer “hem bu dünya hayatında hem de öte alemde kurtuluşlarına, mutlu olmalarına, kötülüklerden ve fenalıklardan uzak durmalarına  vesile olan…” bir kitaptır şeklinde gider. İnsanların bu dünya hayatında kötülüklerine vesile olan bazı durumlar Kur’an’da belirtilmiş. Peki neden sadece bazı durumlar belirtilip yasaklanmış? Hadi şimdi bu bazı durumları değerlendirelim.

Nahl 67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.

Bakara 219: Sana içkiyi ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Maide 90: Ey iman edenler! İçki, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Maide 91: Şeytan içki ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

Yukarıdaki Kur’an ayetlerinde içkinin ve kumarın kötü bir şey olduğu ve yine içki ve kumardan uzak durulması gereği anlatılıyor. Bunda kötü bir şey yok. Diyanetin en son çevirilerinde ve aslında bir çok  Mealcinin çevirisinde  içki  olarak çevirilen Arapça kelime “hamr” olarak telaffuz edilen  ve  لْخَمْرُ şeklinde yazılan Arapça kelimeyi çeviri sitelerinden ister Türkçe olarak ister İngilizce olarak arattığınız zaman karşınıza “Şarap” kelimesi çıkar.  Bir çok mealde de aslında çevirisi şarap şeklindedir. Yani ayetlerden birisini Diyanetin eski çevirisi ile yazmak gerekirse aşağıdaki gibidir:

Maide 90 Diyanet Eski çevirisi: Ey iman edenler!  Şarap,  kumar,  dikili taşlar (putlar),  fal ve şans okları birer şeytan işi pisliktir;  bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz.

Şarap anlamına gelen Arapça kelime yukarıdaki ayetlerden sadece Nahl 67’de kullanılmamıştır.  Fakat burada anlatmak istediğim asıl durum, eski çevirilerde “hamr” kelimesi orijinal çevirisi ile yani  “Şarap” olarak çevrilmesine karşın, diğer içkilere yönelik tartışmaların gündeme gelmesi ile birlikte söz konusu kelime “içki” olarak çevrilmeye başlanmıştır. Yani  zamanın şartlarına göre gereken güncelleme yine yapılmıştır.

Ben bu ayetlerdeki şarap ya da içki yasağını değerlendirirken Kur’an’ı, kıyamete kadar hüküm sürecek evrensel bir kutsal kitap olarak inanılması nedeni  ile  ele alacağım. Eğer sizin inancınıza göre Kur’an sadece ve sadece Arap toplumuna inmişse ya da Peygamberin yaşadığı dönem için geçerli ise zahmet edip yazımı okumanıza hiç gerek yok.

Şimdi,  yıllardır bu ayetlerle ilgili olarak Şarabın, sarhoşluk veren tek içki çeşidi olmadığı defalarca dillendirildi. Nahl 67’de, “Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz” deniliyor. Burada üzerine vurgu yapılan şey aslında o dönem içkisinin yani şarabının, Peygamberin yaşadığı civardaki insanlar tarafından “meyveden yapılır” olarak bilinmesidir. Ayette sözü edilen hurma ve üzümden sadece şarap değil, farklı türde yiyecekler de yapılır ve içki de yapılır. Kur’an’ın hiçbir yerinde meyve dışında içki yapılan bir yöntem okumadım.  İslâm Peygamberinin doğumundan çok daha önceki yıllardan beri Bira olarak bildiğimiz ve buğdayla şekerin mayalanmasından yapılan alkollü içeceğin hammadesi meyve değildir ve Kur’an’da adı geçmez. Adının geçmiyor olması çok ilginç çünkü Biranın tarihi MÖ  10000 lere kadar gidiyor ve neredeyse Buğday ile geçinen bir çok uygarlık bu içeceği bol miktarda üretmiş ve tüketmiş. Yine buğday, mısır ve çavdar kullanılarak yapılan Viski, MS 450 yıllarında icat edilip kullanılmaya başlanmış.  Yani bira ve viskinin tarihi, İslâm dininin ortaya çıkmasından eski. Hiçbir meyve ve tahıldan üretilmeyen Votka ise  iki kez rektefiye edilmiş aktif kömürden süzülmüş ve içilebilecek düzeye dek sulandırılmış saf alkoldür.  Günümüze geldiğimizde ise Haşhaş olarak bilinen ve haşhaştan elde edilen afyonun işlenmesiyle elde edilen bir sürü uyuşturucu çeşidi, alkolden çok daha tehlikeli ve kullananların çoğunluğunu geri dönülmez bir ölüm yolculuğuna çıkartmaktadır. Bu ayetler ve bu konu gündeme geldiğinde Müslüman çevre hemen şu açıklamaya sığınır:

“Ne yani ayetlerde teker teker içki isimlerini mi sayacaktı Allah? O dönemlerde, Arap milletinde içki olarak şarap kullanılıyormuş,  Kur’an’da  Arap milletinin arasında indiğine göre Araplar anlayabilsin diye içki olarak Şaraptan bahsetmiş ne var yani. Besbelli ki anlaşılması gereken şey, Şarabın bizzat kendisi değil, Şarabı da içine alan ve sarhoşluk  veren bütün içkilerden ve her şeyden bahsediyor. Bu kadar şeyi de anlamayacaksanız hiç girmeyelim tartışmaya…”

Bugün dünyaca tanınan ve bütün milletlerin yaka silktiği, korktuğu ve paniğe kapılmalarına neden olan, onca insanın katili olan ve katliamlarıyla, sert kuralları ile bilinen en azılı terör örgütleri, İslâmi terör örgütleridir. Bu islâmi terör örgütlerinin bir çoğunun, kendilerine maddi kaynak sağlamak için tonlarca uyuşturucu ticareti yaptığını bilmeyen var mı? Bilmiyor iseniz bu örgütlerin ekonomik gelir kaynakları ile ilgili bir araştırma yapın. Bu kadarla da kalmayıp ne yazık ki bu örgüt içindeki bir çok genç de uyuşturucu madde kullanmaya erken yaşta başlıyor ve bağımlı hale geliyor.  Domuz eti yemeyen ve ağzına içki sürmeyen bu dinci örgütler uyuşturucu ticaretini niye yapmasınlar niye kullanmasınlar  ki!  Kur’an’da yasak olan şey şaraptır, uyuşturucudan ya da haşhaştan hiç söz edilmez bile.  Zamandan ve mekândan münezzeh olan ve  Müslümanların ilâhı olan Allah, uyuşturucuya göre zararı devede kulak kalan Şarabı kutsal kitabında zikredip de sadece Dünya milletlerine değil aynı zamanda dini duyguları ile kandırılan milyonlarca Müslüman terör örgütünün genç  militanlarına  en büyük zararı veren uyuşturucunun elde edildiği “Haşhaş” isimli otu, bir tanecik ayette  zikredip “Haşhaş isminde bir bitki vardır ki, ondan elde edilen bazı şeyler, insanları  sarhoşluktan daha fena bir hale sokar. O yüzden bu bitkiyi,  insanlar arasında kullanmayınız” gibi bir ayeti neden göndermeyi akıl edemedi?  Haşhaş, tıp alanında da kullanılan vazgeçilmez bir bitki. Şöyle bir ayette gönderilebilirdi “Haşhaş diye bir bitki vardır ki, sizin hastalıklarınız için hekimler tarafından kullanıldığında fayda sağlar fakat zevk için kullanıldığında sizleri ölüme götürür. Bu yüzden bu bitkiyi, hastalığınızın iyileşme süreci dışında kullanmanız haramdır.” Domuz etini yasaklayan Allah haşhaş bitkisine de neden yasak getirmedi ya da kullanımının kısıtlanması konusunda Müslümanları uyarmadı? O dönemin Arapları bu bitkiyi tanımıyor olsa bile Allah, gelecekten ya da her yerden her şeyden haberdar olan bir İlâh olarak neden bütün Müslümanları bu bitki hakkında bilgilendirip uyarmadı? Bu otun dinci terör örgütleri içerisinde kullanılmasının öneminden bahsedeyim. Bu tür maddeleri kullanan kişilerde akıl, vicdan ve hatta hissiyat konusunda normal olan şeyleri bekleyemezsiniz. Aldıkları emir üzerine birilerini katlederken vicdanları sızlamaz. Ben bu katliamı neden yapıyorum? Çocukları neden öldürüyorum diye sormazlar  kendilerine. Duyguları körelir.  Okuduğum bir haberin içerisinde bu dinci terör örgütüne mensup bir militan, yabancı bir ülkenin emniyeti tarafından yakalanıyor ve konuşturulmak için fena halde darp ediliyor. Düzenli olarak aldığı uyuşturucunun etkisi ile yediği her dayakta gülümseyen ve hiçbir yerinin acımadığını hatta hiç acı hissetmediğini söyleyen terör militanı herkesi şaşkına çeviriyor. Bu örgütlerin içinde yaşayan ve bu örgütlere hizmet eden insanların çok mutlu olduklarını söyleyemeyiz. Bu kişilerden bazıları, çeşitli vesilelerle yaptıklarının yanlış olduğunu fark edip, içinde bulundukları örgütü terk etmeye çalışıyorlar. Eğer kişi, uyuşturucu madde kullanıyorsa, böyle bir sorgulama yapması ve doğruyu bulması mümkün değil.

Sağlığa bir zararı olup olmadığı henüz tartışma konusu olan Domuz etini yasaklayıp da dünyaya ve hatta Müslüman evlatlarına kök söktüren haşhaş bitkisini bir dinin İlâhı neden yasaklamaz? Yoksa Kur’an isimli kutsal kitap, gerçekte bir İlâh tarafından gönderilmedi mi?  Bugün sizin çoluğunuza çocuğunuza zoraki olarak seçenek sunsalar ve deseler ki “senin çocuğun ya domuz eti yiyecek ya da uyuşturucu kullanacak, seç birisini”. Hangisini tercih edersiniz? Domuz eti yediği için ölen bir insan var mı dünyada? Domuz eti yiyen bir sürü milletin insanları bizden az mı yaşıyor ya da sağlıkları bizimkinden daha mı kötü?  HAŞHAŞ, Mahiyeti sonradan anlaşılmış bir bitki olmayıp onbinlerce yıldır çeşitli sebeplerle kullanılmakta olan bir bitkidir. Dünya milletleri içinde şarabın  ve şarap ile birlikte diğer alkollü içeceklerin, kullananlarına verdiği zarar, uyuşturucunun verdiği zararın binde biri bile değildir.  Müslümanları da ilgilendiren ve dünyanın en önemli sağlık sorunlarından olan uyuşturucunun hammadesi olan bitki, İslâmiyet’in doğmasından çok daha önceki yıllardan beri insanlar ve topluluklar tarafından bilinmesine rağmen neden Kur’an’da zikredilmez?

Diğer bir zararlı madde sigaradır. Sigara konusunda da Kur’an’da her hangi bir ayet ya da uyarı yoktur ve İslâmî kesim sigaranın helali ya da haramı  hususunda görüş ayrılığına sahip olsa da diğer yandan Sigaranın, Kur’an’ın indirilmesinden çok sonraları icat edilmesinden dolayı Kur’an’da geçmemesini normal karşılarlar. Aslında biz,  “Allah, geçmişte ve gelecekte olanları bilen bir İlâh olarak neden gelecekte olabilecek bazı şeyleri yani şu andaki biz insanları ve bir çok Müslüman’ı ilgilendiren önemli konuları ayet olarak göndermemiştir?” diye bir soru yöneltebiliriz. Çünkü Allah’ın geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı olduğunu iddia ediyorsunuz fakat adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kendi katından gönderdiğini iddia ettiği Kur’an’ın içerisinde hiç birimizin göremeyeceği kıyamet günü dışında geleceğe yönelik hiçbir bilgi ya da insanlığın uğrayacağı zararlar hakkında hiçbir uyarı göndermemiş. Üstelik sigaranın zararlı olduğu, oldukça uzun bir müddet sonra anlaşılabilmiş. Biz, adının Allah olduğuna inanılan İlâhın geçmişi ve geleceği bilen bir Tanrı olduğuna nasıl inanacağız? Anamız, babamız, atamız bize bunun böyle olduğunu söylüyor  diye mi?

İçki içimi ile ilgili olarak Kur’an’daki  çelişkiler bu kadarla da sınırlı değil. Şarap ile ilgili ayetleri şimdi de iniş sırasına göre yazalım:

Nahl 67: Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem sarhoşluk veren hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.

Bakara 219: Sana Şarabı ve kumarı soruyorlar. De ki: Bu ikisinde insanlar için büyük zarar ve bazı faydalar vardır; zararları da faydalarından büyüktür. Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki düşünesiniz.

Nisa 43: Ey iman edenler, sizler sarhoş ve zihinsel uyuşukluk halindeyken ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüp iken de, yolları mescitten geçenler hariç, gusledinceye kadar namaza, mescide yaklaşmayın.

Maide 90: Ey iman edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar, fal okları şeytan işi iğrenç şeylerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.

Maide 91: Şeytan Şarap ve kumar yoluyla aranıza düşmanlık ve kin sokmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?

Bu ayetlerin iniş sırasına göre açıklaması şu şekildedir:

İslâmiyet’i kabul eden Arapların geleneklerinde Şarap içmek önemli bir yer tutuyordu ve bu illeti kolay kolay bırakacağa benzemiyordu. İlk önce Üzüm ve Hurmadan elde edilen gıdaların hem faydası hem de şarabı ve zararı hususunda ayet  indi. Ardından Nisa Suresi 43 üncü ayet ile de “Sarhoş iken namaza, mescite yaklaşılmamasını emreden ayet geldi. Ardından Maide 90 ve 91 ile de Şarabın kötü bir illet olduğu ve uzak durulması gerektiği vurgulanmış oldu. Böylece Araplar, aşamalı olarak Şaraptan soğutuldu.

AYETLER BİTMEDİ

Bakara 173: Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nahl 115: Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça; bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nisa Suresi 43 üncü ayette, Sarhoş iken ve cünüp iken gusül abdesti alıncaya kadar namaza ve mescide yaklaşılmaması emrolunuyor.  Bu ayetten açıkça anlaşılan şey, Şarap yani sarhoşluk veren içecekler günah değildir. Sadece bu halde yani sarhoşluk halinde mescite girilmesi ve namaz kılınması yasaklanmıştır. E ama Maide 90 ve Maide 91 inci ayeti ne yapacağız? Bu ayetlerde de Şarabın çok kötü olduğu ve içilmemesi gerektiği yazıyor. Evet aynen bu şekilde yazıyor. Anlaşılsın diye Arapça indirilmiş Kur’an’da bir çelişki daha. Ayetin birinde “sarhoş iken namaza, mescide yaklaşmayın”, diğerinde ise “Şarap kötüdür, fenadır, uzak durun”.  Bir diğer ayet olan  Bakara 173 de ve Nahl 115 de ise yani iki ayette birden,  “…Yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı…”  yazıyor. Yalnızca bunlar bunlar haram edildi derken Şaraptan bahsetmiyor. Hangi ayetleri fesh edeceğiz? “Bakara 173 de  ve Nahl 115 de sadece hayvanların etinden bahsediyor, onları kastediyor” diyemezsiniz çünkü böyle bir ifade biçimi yok ayette.

Ey Müslüman alemi ve ey Müslüman Alimleri, bu nesh edilen fesh edilen ayetlerin Kur’an’da ne işi var? Biz size şurada şurada çelişki var dediğimiz zaman, ayetlerin iniş sırasını bizlere anlatıyor ve her şeyin belirli bir sıra, belirli bir neden ve düzen ile indiğini ve sonraki inen ayetlerin önceki inenleri fesettiğini anlatıyorsunuz. FESEDİLDİĞİNİ SÖYLEDİĞİNİZ ÖNCEKİ İNEN AYETLERİN KUR’AN’DA NE İŞİ VAR?

  • Aranızda, büyük bir şirket adına çalışan ya da devlet memuru olarak çalışanlar var mı?  Yaptığınız görev ile ilgili mevzuat ya da yönetmelik ile ilgili bilgileri almak için ne yaparsınız? Beraber cevaplayalım. Çalıştığınız kurumun, göreviniz ile ilgili olan yönetmeliğini elinize alır, okursunuz. 
  • Yönetmelikte yazılanlar geçmiş yılların yönetmeliği midir yoksa  yapılan değişikliklerle son hali midir? Tabiki de yapılan değişikliklerle birlikte son halidir.
  • Peki elinizdeki yönetmeliğin geçersiz kılınan eski hükümlerine ne olmuştur? Yönetmeliklerde eski maddeler hiçbir şekilde yazmaz, tamamen yenileri yazılmıştır. 
  • Soruyu şöyle soralım. Bu yönetmeliklerin içine,  güncellenen yeni maddeler ile birlikte,  o zamana kadar yazılmış ve hükmü geçen eski tarihli  bütün maddeler aynı anda eklenirse ne olur? Büyük bir karmaşa olur. Geçmiş dönemlerdeki yönetmelik maddeleriyle yeni maddeler bir biri ile çelişir. Hangisine uyacağımızı şaşırırız. Her kafadan bir ses çıktığı gibi, yapılan iş, çalışanlar arasında uyumsuzluğa, dengesizliğe ve şirketi tamamen olumsuz bir sonuca götürür. Yapılan hiçbir iş düzgün bir şekilde ve uyum içinde yürütülemez.


Müslüman kardeşim, kâinatın en yüksek zekâsına sahip olduğunu iddia ettiğiniz ve adının  Allah olduğuna inandığınız İlâh, bu kadar basit bir şeyi düşünemedi mi? Peygamberine  “Elçim, sana daha önce şu şu sebeplerle indirdiğim ayetleri artık silebilirsin, onların artık hükmü geçmiştir. Sakın ola ki onları kutsal kitabın içine ekleme yoksa ileride insanların benim gönderdiğim din ve dini kurallar ile ilgili şüpheleri ayyuka çıkar, beni ve emirlerimi sorgulamaya başlarlar çünkü eski ayetler ile yenileri çelişmektedir …” demek ya da bu şekilde vahiy göndermek aklına gelmedi mi? BU KADAR BASİT! O KADAR BASİT Kİ  BU ZAMANA KADAR BİNLERCE İNSANIN BU KONUDA YAPACAĞI TARTIŞMAYA, BU ÇELİŞKİLER YÜZÜNDEN HARCANAN YİTİP GİDEN ZAMANA, ARALARINDA BU KONU YÜZÜNDEN ÇIKACAK KÜSKÜNLÜK VE GÖNÜL KIRGINLIKLARINA ENGEL OLUR. BU KADAR BASİT BİR VAHİY.  Eğer Kur’an’ı  o dönemin Arapları yazmış ise sorun yok, her şey yolunda. O dönemde yaşamış bir insanın aklı ancak bir yere kadar gider fakat bu kitabı bir Tanrının gönderdiğini iddia ediyor iseniz bunda kesin olarak bir yanlışlık var.

Bakara 172: Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin; eğer kendisine kulluk ediyorsanız.

Bu ayet de çok güzel. Rızıkların temiz olanlarından yenilmesi gerektiğini söylüyor.  Bundan daha doğru ne olabilir ki? Tek sorun, bu ayet ile yani Bakara 172 ile 173 ü karşılaştırdığınızda yine çelişki ortaya çıkıyor. Şarap ve benzeri alkollü içecekler bir çok kimseye göre iyi ve temiz içecekler değildir, kötü içeceklerdir  fakat Bakara 173 e bakacak olursak  “…Yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı…”  yazıyor. Yani bunun anlamı  “leş, kan ve domuz dışında her şeyi yiyip içebilirsiniz” demek. Buna şarap da dahil.

Rızıkların ya da yiyeceklerin temiz olanlarının yenmesi ile ilgili çok sayıda ayet var, hepsini yazmaya lüzum görmedim fakat bu ayetle ilgili olarak yani Bakara suresi 172 inci ayetin “Allah’a şükredin” kısmına tam manası ile katılmadığımı belirtmek isterim. Herhangi bir dine inanan ya da inanmayan insanlar için, yenilen, içilen her şey ve hatta solunan hava bile Tanrının bir lütfu olsa dahi, insanların faydalandığı bir çok şeyde yine insanların emeği var. Dinsiz bir insan olarak her ne kadar inandığım bir Tanrı varsa da, yemeğimi yedikten sonra içsel olarak sadece inandığım Tanrıya değil, yediğim yemeğin, o masaya gelmesine katkıda bulunan, tarla işçisinden tutun da satıcısına kadar her kese Teşekkürlerimi, minnettarlığımı gönderen biriyim. Bu içsel davranışımın da doğru olduğuna inanıyorum.

Şimdi gelelim, şarabın, uyuşturucunun ve buna benzer şeylerin ticaretine. Kur’an’da  Şarabın üretimi ve satışının yasak olmasına yönelik bir ayet yok hatırladığım kadarı ile. Eğer gözden kaçırmış isem lütfen yorum kısmına paylaşın. Ben de öğrenmiş olurum. Tabi burada çok önemli ve hassas bir nokta var ki o da CİHAD kelimesi. Müslümanlara Cihad dendiği zaman her şey mübahtır. Zaten dinci terör örgütlerinin yaptığı her şeye mazeretleri CİHAD dır. Şarabı içmeseler bile satabilirler. Kime? Kâfirlere. Uyuşturucudan zaten Kur’an’da bahsedilmiyor. Uyuşturucuyu ya da bu maddenin elde edilmesini sağlayan bitkileri yetiştirip satabilirler. Kimlere? Kâfirlere.  Peygamberine Tevbe suresi 73 üncü ayette “Kâfirlere ve münafıklara karşı sert davran, onlarla savaş…” diyen Allah’ın emri, dinci terör örgütlerinin başı gözü üstünedir.

Peki İslâm dininde hangi hayvanların eti yenir, hangi hayvanların eti yenmez?  Mesela Çinliler gibi kedi köpek eti yenir mi? Gerçi nüfusun verdiği sıkıntıdan dolayı Çinliler bu konuda bilinçlenip bu geleneklerini kaybetmeye başladılar ama yine de hâlâ uzak doğuda bu tür hayvanların eti tüketiliyor.  İlgili ayetleri hatırlayalım:

Bakara 173: Allah size yalnızca murdar eti, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça kendisine günah yoktur. Biliniz ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Nahl 115: Allah size sadece murdar eti (meyte), kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanı haram kıldı. Ama biri zorda kalırsa, haksızlığa sapmadıkça, sınırı aşmadıkça; bilsin ki Allah bağışlayıcıdır, merhametlidir.

Bu ayetlerden anlaşılacağı üzere hayvan eti hususunda, murdar hayvanın eti yani leşi, kanı ve domuz eti dışındaki ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olanlar dışında bütün gıdalar serbesttir. Buna, Allah adına kesilmiş olan diğer hayvanlar da dahildir.  İslâm hukuku, sadece Kur’an ayetlerini baz almaz. Aynı zamanda Peygamberin ve İslâm Âlimlerinin ilgili konu üzerinde mutabık kaldıkları ya da uyguladıkları yöntemler ve esaslara göre de hareket eder çünkü Kur’an ayetleri her ne kadar ilgili konu hakkında bazı emirler ve esaslar içerse de, bu esaslar, ilgili konuların bir çoğunda soru işareti bırakır yani eksiktir ya da çelişkiler barındırır. Bu yüzden sadece Kur’an’a bakılmaz. Bu yüzden hadislere yani Peygamberin doğru olarak bu zamana gelip gelmediği belli olmayan sözlerine, geçmiş ve şimdiki zaman İslâm Âlimlerinin “Şu şöyle yapılabilir, bu böyle olabilir, caizdir” şeklinde fetvalarına gereksinim duyulur.  Kur’an’da sadece yukarıda ismi zikredilen hayvanlar yasaklanmış olmasına rağmen İslâm savunucuları çeşitli mesheplere göre bazı hayvanların yasak ve günah olduğunu belirtir. Mesela  ayetlerde geçen “Rızıkların temiz olanlarından yiyin” ifadesini bazı hayvanların pis olabileceği ile veya pis şeylerle beslendikleri için temiz hayvan olmaktan çıkması ile ilişkilendirirler. Mesela böcek yiyerek beslenen kertenkele, yılan eti, kurbağa, kaplumbağa, yırtıcı kuşlar gibi. Bu liste mesheplere göre uzaaar gider. Bu mesheplerin ya da bu açıklamaların dayandığı nokta ise Peygamberin, bazı hayvanların etlerini yasak ettiğini söyleyerek  A’râf suresi 157 inci ayeti bu duruma delil olarak göstertmekten kaynaklanmaktadır. Bu ayeti okuyalım:

A’râf 157: Onlar, ellerindeki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları o elçiye, o ümmî peygambere uyarlar. Peygamber onlara iyiliği emreder ve onları kötülükten meneder; yine onlara temiz şeyleri helâl, pis şeyleri haram kılar. Ağırlıklarını kaldırır, üzerlerindeki zincirleri çözer. O peygambere inanan, onu koruyup destekleyen, ona yardım eden ve onunla birlikte gönderilen nura uyanlar, işte bunlardır kurtuluşa erenler.

Yukarıdaki ayetin sadece kırmızı yazılı olan tarafı alınır ve denir ki: “Allah, peygamberine, hangi yiyeceklerin helâl, hangi yiyeceklerin pis ve haram olduğunu söyleme hakkı vermiştir.” Fakat ayetin tamamı okunduğunda görülüyor ki bu ayette bahsedilen Peygamber, Hz Muhammed değildir.

İslâm’ın tek geçerli ve resmi kaynağı vardır o da Kur’an’dır.  Kaldı ki eğer hadislere göre hareket etme ihtiyacı hissedilse bile bu zamana kadar gelen hadislerin doğru gelip gelmediğine yönelik bir teminat bir eminlik olmadığı gibi adının Allah olduğuna inanılan İlâh, Hicr Suresi 9 uncu ayette “Kesin olarak bilesiniz ki bu kitabı kuşkusuz biz indirdik ve onu mutlaka koruyan da yine biziz.” Diyerek Kendi kutsal kitabını koruyacağını belirtmişken Peygamberinin hayatına yönelik bilgileri ve Peygamberinin ağzından çıkan sözleri koruyacağına yönelik ayet göndermemiştir.

Haaaasılı, İslâm’ın kaynağı Kur’an’a dayanarak bir kimse rahatlıkla şunu söyleyebilir ki:

Kur’an’a göre, meyveden yapılan Şarabı içince sarhoş olursan namaza ve camiye yaklaşamazsın. Bunun dışında Şaraptan uzak durmak mı lazım durmamak mı lazım karar veremedim, ayetlere bakınca iki arada bir derede kaldım fakat hangi hayvanların eti yenir diye sorarsanız, Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanların eti yenmez fakat bu hayvanlar dışında her hangi bir hayvanı(kedi, köpek, yılan, akrep, kertenkele, kurbağa, çekirge gibi), Allah’ın adını kullanarak boğazlarsanız ya da elinizde av tüfeğiyle bir kuşu veya başka bir yabani hayvanı öldürmeden önce Allah’ın ismini anıp öldürürseniz helâldir.

Sağlık konusunda, yiyeceklerle ilgili olan kısmı geçtik. Sıra geldi sağlığı direkt olarak ilgilendiren muayeneye.

Nur Suresi 31 inci ayet: Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, zinetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bulunan (köleleri), erkeklerden, kadına ihtiyacı kalmamış (cinsî güçten düşmüş) hizmetçiler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına zinetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları zinetleri anlaşılsın diye, ayaklarını yere vurmasınlar. Ey müminler! Hep birden Allah´a tevbe ediniz ki, kurtuluşa eresiniz.

Benim güzel ülkemde  ve özellikle benim yaşadığım bölgede henüz bundan 20 sene öncesine kadar  birçok köyde, kasabada ve aşırı dindar olan şehirli ailelerin içerisinde “kız çocuğu ameliyat olmaz” veya “kadın ameliyat olmaz, ayıptır” gibi oldukça gerici bir zihniyet vardı. Kız çocuklarını ya da kadınlarını ameliyat ettirenler ise bu işi gizli tutup elden geldiğince saklamaya çalışırlardı. Hatta yakın bir akrabamın 17 yaşındaki kızı apandist ameliyatı olmuştu. Geçmiş olsuna gelenlerin arasında köyden gelenler de vardı. “Kız çocuğu da mı ameliyat olurmuş,  çırıçıplak  ameliyat masasına mı yatırdınız?” diyen aileyi  görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutmuştum. Ülkemin bazı bölgelerinde hâlâ bu zihniyet yaşıyor mu bilmiyorum fakat şu zamanda bazı Arap ülkelerinde kadınların, mecbur kalsalar bile erkek doktorlara muayene olamayacaklarını biliyorum. Bir kadının mecbur kaldığında ve gerektiğinde vücudunu, bir sağlık problemi gereği doktora göstermesi, İslâm’ın o orijinal o eski inanışında günahtı. Şu an İslâm alimleri, hasta olan ya da hastalık şüphesi olan kadınların gerektiğinde erkek doktorlara muayene olabileceklerini gerekirse ameliyat olabileceklerini,  bunun dinen caiz olduğunu ifade ederler ve bu hususu da İslâm hukukuna uydurabilmek adına kadınların erkek hekim tarafından muayene ve tedavi edilmesini destekleyen Âlimlerin isimlerini ve bu husustaki görüşlerini, sözlerini yazıp konuyu bitirirler. Bu hususa dair Kur’an’dan tek bir ayet bile göstertemezler çünkü adının Allah olduğuna inanılan İlâhları, Nur suresi 31 inci ayette  bir kadının ziynet yerlerinin ya da gerektiğinde mahrem yerlerinin bir erkek hekime, bir erkek doktora ya da geçmişte bu tür meslek guruplarına hangi isim takılıyorsa o kişilere  göstertebileceğini yazmamış. Bari deseydi ki  “erkek hekime görünürken  ailesinden birisi de yanında bulunsun”  CIK, O da yok. Unutmuş olabilir ve onun unutkanlığı yüzyıllar boyunca bir çok Müslüman kadının  ciddi bir şekilde mağdur olmasına hatta ölümüne yol açmıştır. Çok şükür, İslâm Âlimi denilen insanoğlu, inandığı İlâhtan daha düşünceli, daha zeki ve daha merhamet sahibi olduğunu bir kez daha göstertip kadının mahremiyetini erkek doktor karşısında caiz göstertip kadını bu zor  durumdan kurtarmaya çabalamıştır. Ne varsa insanda var!

İnsan sağlığını ve hatta sadece insan değil aynı zamanda da hayvanların ve bitkilerin sağlığını da ilgilendiren belki de en önemli konu, temiz çevre.  Kur’an’da çevre kirliliğine yönelik olarak aşağıdaki ayetler göstertilir:

Rum 41: Yaptıklarının bir kısmını tatsınlar diye insanların kendi ellerinin kazandığı şeyler yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Umulur ki onlar hakka dönerler.

Rum 42: De ki: «Yeryüzünde bir gezin de bakın, bundan öncekilerin akıbeti nasıl olmuş? Onların çoğu (Allah´a) ortak koşarlardı.

Rahman 7-8: Göğü O yükseltti, denge ve ölçüyü O koydu ki dengeden sapmayasınız;

Okuduğumuz bu üç ayette çevre kirliliğine yönelik hiçbir şey yok. Rum suresi 41 inci ayetteki “fesat” olarak çevrilen kelime bazı tefsirlerde “bozulma” olarak kullanılsa bile yine de bu ayetler tam olarak çevre kirliliğinden mi bahsediyor yoksa başka şeylerden mi bahsediyor, kesin bir şeyler söylemek çok zor. “Ey müminler, yaşadığınız çevreyi kirletmeyiniz. Ağaçları, zorunlu olmadıkça kesmeyiniz, hayvanlara zarar vermeyiniz. Hayvanların, bitkilerin ve ağaçların bulundukları bölgeleri kötüleştirip kirletmeyiniz. İçinize çektiğiniz soluduğunuz havayı kirletecek faaliyetler içine girmeyiniz ve bunu yapan sistemlere destek vermeyiniz…” gibi açıkça anlaşılabilir ayetler yok ne yazık ki Kur’an’da.  Peygamberine hangi hanımların helal olduğunu ayet olarak şakır şakır yazdıran Allah, iş yarattığı gezegenin ve çevrenin temizliğine gelince dilini yutmuş. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, kendi yarattığı gezegenin, tabiatın sağlığını, temizliğini korumak kısmını pek düşünememiş besbelli ama Peygamberden tutun da şimdiki ve geçmişteki İslâm Âlimlerine kadar size çevreyi temiz tutmanız ile ilgili veya ağacın önemi ile ilgili  bir çok hadis ve önemli sözleri, nasihatleri sıralayıp, ilgili kişinin(İslâm Âliminin) sözlerinin olduğu ansiklopedilerin cilt ve sayfa numaralarını yazıp gösterteceklerdir. Âlim dediğiniz insandır sonuçta. Ne varsa insanda var!

Çevre kirliliği ve ağaçlar neden önemli?  Anlatmaya gerek var mı? En önemli şey zaten. Özellikle hayvan ve bitki çeşitliliğini yok etmemek için gelişmiş ülkeler çaba sarf ediyorlar. Bu çabanın, her türlü canlılığa saygı duymaktan çok o canlılık türüne ihtiyaç duymakla alakası var. Ekolojik dengenin bozulmasının  yanı sıra bu gün bir çok çeşitte bitki ve bir çok çeşitte hayvan türü, farklı özellikleri, türleri ve kimyaları ile, insan sağlığına ve insan vücudundaki rahatsızlıkları, hastalıkları, anomalileri tespit edip tedavi etmekte çok önemli ve gereklidir. Mesela insan vücudunda bulunan leptin hormonu, kış uykusuna yatan ayıların biyolojik incelemeleri sonucunda tespit edilmiş ve tıbba kazandırılmıştır. İnsanoğlunun hâlâ varlığından haberdar olmadığı bir çok hayvan türü olduğu biliniyor. Bu hayvan türlerinin çoğunluğu okyanuslardadır. Yeni tespit edilen, varlığından yeni haberdar olunan  bütün bitki ve hayvan türleri, incelenerek  hem meraklıların hem de araştırma yapan bilim adamlarının, tıp insanlarının hizmetine sunulur. Bitki çeşitliliğinden sağlanan vitamin, mineral ve tedaviye yönelik ilaçların ve kürlerin yanı sıra, hayvanlar da bu gün çok çeşitli tedavilerde büyük öneme sahiptir. Özellikle psikolojik rahatsızlığı olan veya doğuştan otizimli ya da down sendromlu çocukların iyileştirilme süreçlerinde köpekler ve yunus balıkları, iyileşme sürecinde ya da bu hastalıkların olumsuz etkilerinin azaltılması süreçlerinde oldukça faydalı olmaktadır.  Kur’an, sağlık söz konusu olduğunda böyle şeylerden bahsetmez ama önemli değil, hayırlı kullarının gideceği huriler diyarı cenneti tarif etmek için 200 civarında ayet göndermiş yeter. Yine de İslâm Âlimleri, hayvanlara eziyet etmemek ile ilgili uzun uzun yazılar yazıp nasihatlerini sıralamış ve bu insani düşüncelerini de İslâm hukuku ya da İslâm düşüncesi içine aktarmışlardır. Âlim dediğiniz insan sonuçta. Ne varsa İnsanda var!

Sağlıkla ilgili son kriterimiz, Psikolojik hastalıklar. Kur’an’da, psikolojik hastalıklarla ilgili hiçbir ayet yoktur. Varsa yorum kısmında paylaşın, ben de bu sebeple öğrenmiş olurum. İslâm dünyasında psikolojik hastalıklarla ruhsal durum bir birinden ayırt edilir ve ruhsal durum olarak tarif edilen durum, kişinin nefsaniyeti ile ilişkilendirilir. Psikolojik rahatsızlıklar, eskiden ancak bu psikolojik durum ilerlediği zaman tespit edilebilirmiş fakat günümüzde çok daha kısa sürede tespit edilip tedavi edilebiliyor. Hatta bazı psikolojik rahatsızlıklarda ilaç kullanmak yerine uygun bir terapi ile kişi, psikolojik rahatsızlığından kurtulabiliyor.  Kur’an yorumcuları, ruhsal hastalıklarda, inancın etkili olduğunu ve Allah’a ibadetin, iyi bir Mümin olmanın ve hatta şifa için kalpten dua etmenin bir çok hastalığı iyileştirdiğine inanır ve bunu sık sık dile getirir. İnanç gerçekten de önemlidir fakat bunun için İlle de Müslüman olmak gerekmez.  Eğer psikolojik bir rahatsızlıktan inanç yoluyla arınabilecek durumda iseniz farklı bir Tanrıya inanarak da bu durumu çözebilirsiniz. Hristiyanlar ve Yahudiler de benzer şekilde inandıkları Tanrıya dua ederek bu yöntemi kullanıyorlar. Hatta Budistleri ve Hinduları, bu hususta en başa koyarsak abartmış olmayız.

Psikolojik rahatsızlıkların bir kısmı ne yazık ki nörolojik olarak tarif edilen beyinsel kaynaklı hastalıklarda  kendini göstertiyor. Halk arasında “deli doktoruna gitmem, ben deli miyim” inancı sadece bizim değil bir çok ülkedeki insanların genel görüşünü yansıtıyor. Aslında en önemli rahatsızlıktır bu türlü rahatsızlıklar. Hele bir de erkeğin dini olarak kadından bir derece üstün olması ve kadının hayatını ve çocukların hayatını ilgilendiren bir çok konuda ve hatta her konuda son sözü söyleyen kişinin psikolojik olarak hasta olup olmadığının tespitine ve buna yönelik bir tedavinin yapılıp yapılmamasına yönelik Kur’an’da tek bir kelimenin bile edilmemiş olması çok garip doğrusu!  Kur’an’a göre mümin bir erkek, ne olursa olsun, kim olursa olsun psikolojik ve nörolojik rahatsızlıklardan tamamen uzak, arınmış ve sağlıklı bir erkek olarak tanıtılıyor. Erkek neden gitsin Psikiyatriste?  Rabbinin nezdinde, erkek olması hasebi ile bazı agresif davranışları, atarı gideri olabilir ama namazında niyazında, İslâmi kurallara uygun bir hayatı varsa dört dörtlüktür artık.

Bu kadar eleştiriyi ve çelişkiyi değerlendirmeme rağmen Kur’an’da sağlığa güzel etkisi olan bir emir var ki o da Namaz’dır.  Namaz hakkında çok ayrıntılı bilgilere girmeyeceğim çünkü konu zaten çok uzun oldu fakat herkesin bildiği üzere namaz, İslâmiyet’ten önce de bazı topluluklar tarafından icra edilen bir ibadet şekli idi. Hatta namazın tarihinin 3000 yıl öncesine kadar uzandığı bilinir. Bu gün bile hâlâ  Hinduların ve Budistlerin ibadetleri, namaza çok benzer. Bu konu ile ilgili videoları izlemenizi tavsiye ederim. Zaten namazı dikkatli bir şekilde akıl süzgecinden geçirirseniz eğer, namaz geçmiş dönemlerdeki putlara  ve Tanrılara yapılan ibadet şekillerinin devamı ya da bir uzantısı gibidir. Budistler de Müslümanlar gibi namaza benzer bir ibadet yaparlar ve namazdan önce abdeste benzeyen bir hazırlık yaparlar. Ellerine ve yüzlerine su değdirirler vb… Namaz sırasında vücuttaki bir çok eklem ve hatta bütün eklemler hareket eder, kan akışı hızlanır, beyne kan gider. Belki de eski dönem insanları, bilmeden ya da bilerek bu hareketlerin insan sağlığı üzerinde etkili olduğunu fark etmişlerdir fakat namaz ibadetinde yapılan bu hareketlerin insan sağlığı üzerine olan olumlu etkisinden Kur’an’ın hiçbir ayetinde bahsedilmez.  Kur’an ayetlerinde üzerine basa basa vurgu yapılan şey, “Namazı dosdoğru kılın, önemli olan takvadır, Allah nezdinde namaz kılan başkadır…” gibi manevi anlamı ve dini gerekliliği üzerinde durulmuştur ve bu manevi gereklilik yani namaz ile takvanın gerekliliği ile ilgili de bir sürü ayet vardır. Diğer yandan, düzenli ve etkili bir spor yapıyor iseniz, namazın sizin sağlığınız üzerinde hareketsel olarak artısı olmayacaktır fakat özellikle belirli bir yaşın üzerine gelen, hayattan, gezmekten tozmaktan elini eteğini çekmiş ve kendisini dört duvar arasında dizini büküp oturmaya adamış, hareketsiz yaşlı kimseler için iyi bir egzersizdir. Özellikle Türkiye gibi bir ülkede. Neden mi? Diğer İslâm ülkelerinde namazın sadece farzı kılınırken Türkiye’de hem farz hem de sünnet kılınır. Bunun sonucu olarak da en kısa namaz 4 rekat ile sabah namazı olup en uzun namaz da 13 rekat ile yatsı namazı olur.

Şimdi çok sevdiğim bir geleneğimi gerçekleştirip kendi ayetlerimi yazacağım:

Kendi ayetim: “Ey mümin kullarım! Bazı bitkilerde, bazı hayvanlarda ve sizin henüz bilmediğiniz bazı maddelerde  size faydalı ve zararlı içerikler vardır. Faydalı olan içeriklerini sadece faydası oranında kullanınız. Zararlı olan içeriklerinden ise zararı oranında uzak durunuz.  Akıl melekelerinizi zarara uğratan, size sarhoşluk veren, vücudunuza, davranışlarınıza, hal ve hareketlerinize ve kişiliğinize,  sıhhatinize geçici bir süre veya devamlı olarak zarar veren her türlü şeyden kendinizi ve çevrenizdeki herkesi uzak tutunuz ve bu tür şeylerin ticaretini yapmayınız, yapanlara yardım etmeyiniz.”

Kendi ayetim: “Ey mümin kullarım! Hastalıklarınızın iyileşmesinde yardımcı olan hekimlerinize  önem veriniz ve onların en iyi şekilde eğitilip yetiştirilmesi için gayret göstertiniz. Onlara gereken saygıyı, değeri ve güler yüzü göstertiniz. Onlar da size gereken saygıyı, değeri ve güler yüzü göstertsinler.”

Psikoloji üzerine ayetim:  Ey mümin kullarım! Davranışlarınızda, hal ve hareketlerinizde haddinizi aşmayın. Kendinize, çevrenizde bulunan veya yakınınızda bulunan insanlara ölçülü davranın. Hep güzel davranışlar sergileyin. Bir birinizin gönlünü hoş tuttukça, güzel bir dil kullandıkça aranızda yaşanabilecek problemler azalır, kendiliğinden yok olur.  İyi niyete, nezakete ve güler yüze önem veriniz. Çocuklarınızı böyle ortamlarda büyütünüz. Kıskançlık, sabırsızlık,  hakkına razı olmak, karşındakini dinlemek, önce akledip sonra konuşmak, neye ya da kime değer vereceğini bilmek, eline koluna ve öfkeye hakim olmak gibi davranışlar ve hissi durumlar, belirli bir ölçüde normaldir fakat bu ölçülerin dışına çıkılması, hastalıktır. Kimler bu davranışlarda ileri giderse bunun bir hastalık üzerine olduğu bilinmeli ve tedavisi yapılmalıdır. Bu hastalığa sahip kimseleri sağlığına kavuşturmadan evlendirmeyiniz.

Hayvan sevgisi üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Hayvanlardan karşıladığınız  gerekli besinleri, günün birinde farklı kaynaklardan elde etmeyi öğreninceye kadar, uygun gördüğünüz hayvanların etini yiyebilirsiniz. Fakat bu hayvanların hayatına son verirken onları incitmeyiniz, mümkün olduğunca acı çektirmeyiniz. Bunun dışında, hayvanlar içerisinde, sizlerin hem sağlığına hem  çalışma hayatınıza hem de özel hayatınıza, çeşitli özellikleri ile fayda sağlayacak türler vardır. Bu tür hayvanların bu tür özelliklerinden faydalanabilirsiniz fakat faydası geçip hayvan yaşlandığında ya da hastalandığında o hayvanı bir kenara atmanız, terk edip tek başına ölüme bırakmanız haram kılınmıştır. Bir birinize nasıl vefa göstertiyor iseniz, size faydası dokunan hayvanlara da aynı vefayı göstertmenizi emrediyorum. Benim değer verip yaşamasını uygun görüp yarattığım ve hayat  lütfettiğim hiçbir  canlıyı, sizler hor göremezsiniz. Ey inanan kullarım! Tabiat içerisinde vahşi şekilde yaşayan hayvanların yaşam alanlarını, kendi hırslarınız nedeni ile mahfeylemeyin. Kendi çıkarınız ve zevkiniz uğruna kendi yarattığım hayvanları zor durumda bırakmayınız, bırakanlara yardımcı olmayınız.

Çevre kirliliği üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Size tertemiz bir yeryüzü bıraktım. Artık o yeryüzünü, evinizi, odanızı, kendinizi temiz tuttuğunuz gibi temiz tutmanızı emrediyorum. Yeryüzü ve yeryüzünde var ettiğim bitkiler, ağaçlar ve hayvanlar, sizlerin yaşayan komşularınızdır. Sizler de dahil olmak üzere, var ettiğim bütün canlılarla birlikte içinde yaşadığınız yer yüzü, size emanetimdir. Vücudunuzun sağlığına nasıl önem göstertiyorsanız, size emanet ettiğim yeryüzünün ve içinde var olan diğer canlıların da sağlığına aynı önemi göstertiniz. En çok da içinize çektiğiniz havayı kirletecek faaliyetler içine girmeyiniz ve bu faaliyetleri yapanlara asla destek olmayınız.

Ağaçların önemi üzerine ayetim: Ey mümin kullarım! Ağaçlar, sizlere ve sizler dışındaki bir çok bitki ve hayvan türüne verdiğim en güzel armağanlardan biridir. Bu yüzden ağaçlarınızın çok olması ile sevinin ve gururlanın. Bazı ağaçların tohumlarında ve meyvelerinde hem sizin için hem de hayvanlar için rızıklar vardır. O rızıklardan ihtiyacınız kadar faydalanın. Ağaçlar aynı zamanda soluduğunuz havayı temizleyici ve güzelleştiricidir. Ey inananlar, her ne sebeple ne kadar ağaç keserseniz kesin, kestiğiniz ağaç kadar fidanı, uygun gördüğünüz alanlara mutlaka dikip büyütmenizi emrediyorum. Her biriniz, yeryüzündeki canlılığı yok etmek için değil, o canlılığın varlığına hizmet etmek ve o canlılığı devam ettirmek için görevlisiniz. Eğer ki bazı hayvanların saldırılarından ya da size vereceği zararlardan çekinir iseniz,  tabiatın dengesini bozmadan o hayvanların yaşadığı alanlar ile kendi yaşadığınız alanlar arasına mesafe koymanızda ya da kendinizi bu hayvanların zararlarından koruyacak  ve her iki tarafa da zarar vermeyecek önlemler almanızda fayda vardır. Yeryüzü sadece size ait bir yaşam alanı değildir.

Hareket üzerine ayetim: Ey inananlar! Vücudunuz gerektiğinde harekete, gerektiğinde dinlenmeye ihtiyaç duyar. Size bahşettiğim vücudu ne tembel bir şekilde hareketsiz bırakın ne de sıhhatinizi bozacak ve sizi güçten düşürecek kadar  aşırı harekete mecbur bırakın. Hareket ve hareketsizlik arasındaki dengeyi sağlayın, umulur ki daha sağlıklı olursunuz.