Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve
toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi?
Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya?
Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün
kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en
sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a
yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize
kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne
yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak
dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek
her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl
yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi
taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne
sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır.
Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye
yetmiyor.
Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine
tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri
geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları
bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman
da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne
tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi
ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar.
Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde
iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken
adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta
geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki
ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey
götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi
gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?
Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz
değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin
fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel
kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks
arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya
bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz
mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var.
Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.
Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost,
akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç
yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse)
kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama
param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.
Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini
dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır
insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda
bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği
mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı
için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık
yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli
Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim.
Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç
beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara
sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din
pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen
zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen
olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın.
Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla
öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların
sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.
Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin
fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O
zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce
“BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.
Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken
Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı
yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim
diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da
mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam
sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip
olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın.
Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere
kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime
geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın.
Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim.
Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir?
Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz
Rövşen versin.
Benim yavrum bu dünyayla oynama Sen cevansın dünya eski
dünyadır Düşman nedir? Dost evini dost yıkar Bilen bilir dünya
nasıl dünyadır
Ömre,güne güven olmaz ezelden Birde tekrar
yaprak olmaz gazelden Beşiğinden bize tabut düzelten Beleyinden
kefen diken dünyadır
Kim ne anlar bu zalimin işinden Nicelerini
geçirmiş dişinden Katı yapış şapkandan, başından Baştan şapka
kapıp kaçan dünyadır
Hicretin 7. yılında Mısır’ın İskenderiye kralı Mukavkıs’a İslam’a davet
için elçi gönderilir. Mukavkıs, Mâriye (Mariya) ve
Şirin (Sîrîn) isimli iki cariye, Mebur ya da Cureyh adında
bir köle, bin miskal yani yaklaşık olarak 5 kg. altın, 20 takım elbiselik Mısır
kumaşı, Düldül adında bir katır, Afir adında bir merkep, bir miktar bal, çeşitli
misk ve esanslar hediye ediyor.
Mâriye aslen Habeşistanlı olup Rum asıllı bir Hristiyandır. 20 yaşlarında genç
ve güzel bir kadındır. Şirin ile kardeştir. Onları getiren elçi Hatîb bin Ebî
Belteâ ya da kafiledeki Safvan bin Muttalib yolda Şirin’le cinsel ilişkiye
girer.
Bu yüzden Muhammed, Şirin’i arkadaşı şair Hasan’a verir, Mâriye’yi kendisine
alır.
Muhammed, zaman zaman Mâriye ile de ilişkiye girer. Hatta bu ilişkilerinden
birinde eşlerinden Ömer’in kızı Hafsa’ya yakalanır. İşin kötüsü, evde olmadığını
fırsat bilerek Hafsa’nın yatağını kullanmıştır ve Hafsa’nın asıl kızgınlığı da
bunadır. Hafsa’yı teskin etmeye çalışır. Bu olaydan kimseye bahsetmemesi için
ona vaatlerde bulunur. Tefsircilere göre bu vaatlerden biri Mâriye ile bir daha
yatmayacağına dair yemin etmesidir. Mâriye ile ilgili bu yemin, Tahrim suresinin
yazılış sebebine gösterilen ihtimal olaylar arasında görülür. [1] [2] [3]
Mâriye hamile kalmıştır ve hicretin 8. yılı bir erkek çocuk doğurur. Bu,
Muhammed’in çok yaşamayıp bebekken öldüğü söylenen oğlu İbrahim’dir. Fakat daha
hamileyken Mâriye hakkında yayılan zina söylentileri Muhammed’i kuşkuya düşürür.
Çocuk yoksa başkasından mıdır?
Bu konuda Taberi, Mâriye’nin Muhammed’e çocuğun başkasından olduğunu söylediği
rivayetine yer verir. [4]
“İbrahim’in babası Muhammed değildir” söylentileri çoğalınca, Muhammed’in
Mâriye’nin recmedilmesini istediği söylenir. Fakat adam onu
cezalandırmadan geri dönüp şu gerekçeyi öne sürer:
“Kadın henüz doğum yapmış; dolayısıyla onun kanaması devam ediyor, o
yüzden cezasını erteledim” Muhammed de buna karşın o adama,
“İyi ettin; daha sonra onun kanı kesilince gider cezasını uygularsın”
karşılığını verir.
Daha sonra Muhammed aynı adama ,“Git Mâriye ile ilişkiye giren adamı
öldür” talimatını verir. Adamı cezalandırmadan dönünce gerekçesini
Muhammed’e şöyle açıklar: “Adamın yanına varınca gördüm ki, onun tenasül
organı yok; Hal böyle olunca nasıl zina yapabilir ki! Bu nedenle ben onu
öldürmekten vazgeçtim”. Bunun üzerine Muhammed, “İyi ki onu öldürmedin”
karşılığını verir.
Böylece Mâriye de recm edilmekten kurtuluyor. [5] [6]
El-Tabakat ul-Kubra” kitabının yazarı; Enes b. Malik’ten şöyle nakletmiştir:
“İbrahim’in annesi ve Peygamber’in (s.a.a) cariyesi olan Mâriye; kendi
evinde yaşıyordu. Kıpti onun yanına geliyor; ona su ve odun getiriyordu.
Halk onlar hakkında şöyle dedi: Onlar beraber oluyorlar. Bu söylenti
Peygamber’e (s.a.a) ulaştı. Hz. Ali’yi (a.s) Kıpti’nin peşine gönderdi.
Hz. Ali (s.a) onu hurma ağacının üstünde gördü. Kıpti Hz. Ali’nin (s.a)
kılıcını görünce durakladı ve üstündeki elbiseyi yukarı kaldırdı. Onun
erkeklik cinsi organı olmadığı ortaya çıktı. Hz. Ali (a.s) Peygamber’in
(s.a.a) yanına geri döndü. Peygamber’e (s.a.a) şöyle dedi: Ey Allah’ın
Resulü (s.a.a) bizlerden birine bir işi emrettiğiniz zaman; o işin
tersiyle karşılaşırsak size geri dönüp haber verelim mi? Resulullah
(s.a.a) buyurdu: “Evet.” Hz. Ali (s.a) gördüklerini anlattı. Sonra
Mâriye İbrahim’i dünyaya getirdi. Cebrail (s.a) Peygamber’in (s.a.a)
yanına gelerek dedi ki: “Selam olsun sana ey İbrahim’in babası
Resulullah (s.a.a)”. Bu sözle rahatladı.” [7] [8] [9]
İmam Rıza’dan şöyle nakledilmiştir:
İmam Rıza; huzurunda bulunan şialarına şöyle dedi:
Mâriye hakkında söylenen iftirayı ve Resulullah’ın oğlu İbrahim’in
doğumunda onun hakkında iddia edilen şeyi biliyor musunuz?
Şialar dedi: Ey efendimiz siz daha iyi bilirsiniz, bize de bildirin.
İmam Rıza buyurdu: Mâriye’yi Mukavkıs Resulullah’a hediye etti.
Resulullah Mariya’yı kendisi için ayırdı. Mariya’yla birlikte bir de
erkek köle vardı. O köleye Cureyh denirdi. Her ikisi iyi birer Müslüman
olup iman getirdiler. Sonra Mariya Resulullah’ın kalbinde yer edindi.
Peygamber’in bazı eşleri Mariya’yı kıskanmaya başladı. Ayşe ve Hafsa
babalarının yanına gelerek; Resulullah’ın Mariya’ya gösterdiği ilgi ve
fedakârlıktan şikâyet ettiler. Nefisleri onları aldatarak; Mariya’nın
İbrahim’e Cureyh’ten hamile kaldığı fikrini verdi. Cureyh’in hizmetçi
olduğunu sanmıyorlardı. İkisinin babaları (Ebubekir ve Ömer)
Resulullah’ın yanına gelip; karşısında oturdular. Sonra şöyle dediler:
Ya Resulullah, sizin hakkınızda belli olan bir hıyaneti saklamak bize
caiz değildir.
Resulullah dedi: Siz ikiniz ne diyorsunuz?
Şöyle dediler: Ya Resulullah Cureyh ve Mariya büyük bir günah
işlediler.
Mariya’nın hamileliği Cureyh’ten dir, senden değil.
Resulullah’ın yüzünde sinirlilik belirdi, rengi değişti. O ikisinin
dediğinden dolayı Resulullah’ta durgunluk oluştu. Sonra şöyle dedi:
Vay olsun ikinize; neler söylüyorsunuz? İkisi: Ya Resulullah biz
Cureyh’i Mariya’nın yanında gördük. Şakalaşıp, oynaşıyorlardı.
Mariya’dan erkeklerin kadınlardan istediğini istiyordu. Cureyh’in peşine
birisini gönder. Onu bu halde bulacaksın.
Onun için Allah’ın hükmünü uygula. Peygamber Hz. Ali’ye yöneldi ve şöyle
dedi:
Ey Hasan’ın babası zülfikarı da alıp kalk; Mariya’nın bahçesine git.
Eğer onları bu ikisinin dediği gibi bulursan; öldür. Sonra Hz. Ali
kalktı ve kılıcını elbisesinin altından boynuna astı. Resulullah’ın
huzurundan ayrılırken; ona yönelerek şöyle dedi: Ya Resulullah bana
emrettiğinizi kesin neticesine ulaştırayım mı, yoksa hazır olan hazır
olmayandan farklı şeyler görebilir mi? Peygamber O’na dedi:
Sana feda olayım ey Ali; elbette hazır olan olmayanın görmediğini
görür.
Hz. Ali kılıcını eline alıp yola düştü. Mariya’nın bahçesinden yukarı
çıktı. Mariya bahçenin ortasında oturmuştu. Cureyh de onun karşısında
edepli bir şekilde davranıyor ve Resulullah’ın büyüklüğü, üstünlüğü ve
kerameti hakkında konuşuyorlardı. Bu sırada Cureyh Hz. Ali’nin eli
kılıçlı orda olduğunu gördü. Cureyh bahçedeki bir hurma ağacına
tırmandı. Hz Ali bahçenin içine indi. Rüzgâr Cureyh’in elbisesini yukarı
kaldırıp; onun cinsi erkeklik organı olmadığını ortaya çıkardı. Hz. Ali
dedi: Ağaçtan aşağı in ey Cureyh. Cureyh şöyle dedi: Ya Emir-el Müminin
canım güvende mi? Hz. Ali dedi: Canın güvendedir. Cureyh ağaçtan aşağı
indi. Hz. Ali onun elini tutup; Resulullah’ın yanına getirdi. Onu
Resulullah’ın karşısında durdurarak şöyle dedi: Ey Resulullah Cureyh
memsuh (cinsi organı olmayan) bir hizmetçidir. Resulullah yüzünü duvara
doğru çevirdi ve sonra şöyle buyurdu: Ey Cureyh o ikisinin (Ebubekir ve
Ömer) Allah ve Resulüne karşı olan; yalan, ayıp ve küstahlıklarının
ortaya çıkması için; bedenini soyundur. Cureyh elbisesini çıkardı. Cinsi
organı olmayan bir hizmetçi olduğu ortaya çıktı.
Ebubekir ve Ömer kendilerini Resulullah’ın önünde yere atarak: “Ya
Resulullah biz tövbe ediyoruz; bizim için bağışlanma dileyin” dediler.
Resulullah buyurdu:
“Sizde bu küstahlık oldukça; Allah tövbenizi kabul etmez. Bağışlanma
dilemem size fayda vermez.”
Sonra Allah o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) hakkında Nur Suresinin 23. ve
24. ayetlerini nazil etti: O namuslu, bir şeyden habersiz, inanmış
kadınlara zina iftira edenler, dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir.
Onlar için büyük bir azap vardır. O gün dilleri, elleri ve ayakları
yaptıklarına şahitlik edecektir. [10] [11] [12] [13] [14]
Nur suresindeki ayetlerin Ayşe hakkında geldiği konusunda müfessirler
ittifak içindedir. Bu ayetlerin Mariya ile ilişkilendirilmesi çok zayıf
olasılık olarak görülür. İmam Rıza anlatımı Şia kaynaklı olduğu için Ömer
ile Ebubekir hakkındaki sözlerde abartılar olabilir.
Ayrıca bu hadislerin peygamberin onurunu zedelememesi için uydurulduğu,
Mariya ile ilişkisi olduğu öne sürülen adamın cinsel uzvunun olmadığı vb.
söylemlerin bir senaryo olduğu iddia edilir. Adamın cinsel uzvu olsaydı ve
öldürülseydi, İslam peygamberi aldatılmış olarak düşünülecekti. Tabi bu
durumda da, hiç bir kanıt olmadığı halde bir insan öldürülmüş olacaktı.
Herhalde adam öldürüldükten sonra Cebrail gelip “Ey İbrahim’in babası!”
demezdi. Adamın da zinayı itiraf ettiği söylenirdi büyük olasılıkla. Ama İfk
olayında olduğu gibi Mâriye olayında da Muhammed hazretlerinin onurunu
kurtaran Cebrail olmuştu. Haliyle Kur’an’a, Muhammed’e, Cebrail’e iman
edenler bu rivayete de inanacaktı. Önemli olan da Müslümanların inanmasıydı,
diğerleri zaten inanmıyordu, düşmandı.
Mâriye’nin hicretin on altıncı senesinde, yani Muhammed’in ölümünden 6 yıl
sonra takriben 30 yaşında öldüğü rivayet edilir. [15]
Kim bilir ne eziyetler, ne çileler çekmiştir. Zavallı Mâriye...!
Taberi: Camiu’l Beyan, 28/102;
Fahruddin Razi: 30/41 ve 43;
Muhammed Ali Sabuni: Safvetu’t-Tefasir 3/406-407
Taberi, Milletler ve hükümdarlar Tarihi, MEB tercemesi 5/854
Ebu Davud, Hudud,32 no:4473
Tirmizi, Hudud 13 no:1441;
El-Tabakat ul-Kubra C:6, S:160
Sahih-i Müslim C:17-18, S:123, 59. hadis
El-Mustedrek ala El-Sahiheyn C:4 , S:39
El-Burhan Tefsiri C: 3, S: 127-128
Kummi Tefsiri C:2 S: 99
Sahih-i Müslim C:17-18, S:123, 59.hadis
El-Mustedrek ala Es-Sahiheyn C:4, S:39
Bihar ul-Envar C:22, S:153-155
Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, II, 745 vd
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
HÜR KÖLE FİLMİNİN MESAJLARI VE CEMAATLERİN SANATTAKİ ELİ
Cumartesi akşamı eşimle ne izlesek diye film arıyorduk çünkü çok film
izlediğimizden izlenmedik düzgün film bulma zorluğu yaşıyoruz.
Neyse,
Youtube'den film bakalım dedik, yerli olsun dedik. Hür Köle diye bi film çıktı
karşımıza. Ama kapak görselini görmeniz lazım. İşte yok efendim 119 ödül bilmem
ne yazmışlar da yazmışlar. Filmin başında bile uluslararası film festivallerinde
Türkiye rekoru, 67 ödül, 92 en iyi final ödülü diyerek ödülleri savaş madalyası
gibi dizmişler.
Eşim bi gaza geldi, bak işte güzel film buldum aşkım,
şu kadar ödül almış vs. Vs. Nasıl gaza geldiysek hiç IMDb puanına bakmak
aklımıza gelmedi çünkü puanı can çekişiyor resmen. Bu arada Mehmet Tanrısever
adlı yönetmeni de hayatımızda hiç duymamıştık. “Bu kadar ödül almış bir filme
sahip olan bir yönetmeni nasıl oldu da duymadık yahu” diye hayret ettik.
Filmin
ilk dakikalarında başladı hemen din-iman muhabbetleri. İçten içe diyorum ki aha,
ayvayı yedik. Ama bir yanım da diyor ki “oğlum ön yargılı olma ya, belki
güzeldir konusu”. Filmi öyle zor bitirdik ki bitene kadar karnımıza kramp girdi
resmen, bazı sahneler ise öyle klişe ve saçmaydı ki komedi filmi izler gibi
güldük. Saman TV nin salih abisi tadında oyunculuklar, kalp gözü
kalitesizliğinde 2 saatlik bir film. Saçma sapan İslami-dini mesajlar. Filmin
insanlara aşılamaya çalıştığı İslami mesajları anlatıp eleştirmeden önce başka
bir şeyden bahsetmek istiyorum.
Filmden sonra merak edip Mehmet
Tanrısever kimmiş, hakkında medyada nasıl haberler çıkmış, bir bakayım dedim.
ŞAK diye Fethullah Gülen çıktı önüme. Şaşırdım mı? Hayır.
Nede olsa
İslam konulu film ve zamanında Gülen’i yağlayıp eteğindeki bakterileri
solumayan, öpmeyen zengin veya çıkarcı dindar yok denecek kadar az.
Gülen
ile ilgili bağlantısı şöyle. Said Nursi hakkında film yapmış bu abimiz. Filmi
çekerken de Gülen’den icazet almış. Kalkıp sırf filmi izlettirip icazet almak
için Pensilvanya’ya, Gülen’in çiftliğine gitmiş, çiftlikteki sinevizyonla
Gülen’e özel gösterim yapmışlar. Beğenince de yayına girmiş.
Cüneyt
Özdemir yönetmene diyor ki “Gülen size filmin şurasını, şurasını çıkart deseydi
çıkartır mıydınız” Yönetmenin cevabı aynen şu: “Çıkartırdım. Hocaefendi’ye
karşı büyük bir saygım var” Yani klasik, teslimiyetçi kafa yapısı.
Zaten
bu nasıl bir sevgi ise filmi Gülen’e ithaf etmek istemiş fakat Gülen gerek yok
diyip istememiş. Samimi bulmadığım şey ise klasik “Atatürk’ü severim” ayakları.
Sanki çocuk kandırıyorlar, İslam’ın istedikleri ile Atatürk’ün istediği yollar
öyle zıt ki özellikle de Cemaatler ve cemaat seviciler Atatürk’ü severiz
dediğinde bunu çok iki yüzlü buluyorum ve sadece filmleri daha çok izlensin diye
uyguladıkları bir strateji olarak görüyorum bunu.
Araştırmalarıma
devam ederken gördüm ki filmlerinin yapımına destek verdiği için bazı cemaatlere
teşekkür etmiş bazılarına da veryansın yapmış. Mesela Zaman gazetesine filme
destek çıkmadıklarını için köpürmüş “kağıtlarını bile ben veriyordum” falan diye
giydirmiş.
Bazılarınız bunları neden anlattı diye düşünürken işin o
kısmına geleyim. Azımsanamayacak bir süre tasarım, reklam ve dijital pazarlama
alanında, yoğun bir firmada görev aldım, çalıştım. Orada çalışınca öğrendiğim
bazı şeyler beni büyük ölçüde şok etmişti. Örneğin haberlerdeki çoğu haberin,
gazete ve dergilerdeki gerçek haber gibi görünen birçok şeyin aslında reklam
olduğunu, bunların parayla satın alındığını gördüm, öğrendim. Hatta bir süre
sonra çalıştığım firmanın bu işlerine destek olup televizyon kanallarıyla,
gazetelerle falan görüşüp haber veya ödül fiyatı soruyordum.
Şaşırmayın,
ödül bile parayla!
Yılın en iyi doktoru ödülü, yılın en iyi cerrahı
ödülü falan. Hepsi parayla satın alınıyor, çalıştığım firmada biz de patronumuza ödül
satın almıştık :D
Bunların içine girip dijital pazarlama ve medya
satın alma süreçlerini görünce ödüllere ve haberlere olan inanç ve samimiyetim
ciddi şekilde azalmıştı.
Bu yüzden cemaatlerin destekleri ile
yapılmış, oyunculuğun rezalet olduğu, konudan konuya jet gibi atlandığı böyle
saçma sapan filmlerin bu kadar fazla ödülü hakkıyla aldığına da inanmıyorum.
Çünkü bu alanda çalışırken çok şey gördüm. Parayı ver, ödülü al.
Şimdi
gelelim söz konusu filme, içeriğine ve verdiği mesajlarına.
Film bir
yönetmenin hayat hikayesi gibi başlıyor. Baş rolde, film yapamayan, yazdığı
senaryoları çekilmeyen, kızıyla yaşayan, imamlığı bırakmış fakir bir yönetmen
var. Bu karakter etkileyici olsun diye her zaman hüzünlü, acıklı tonda
konuşuyor. Malum, İslamı anlatmanın en güzel yolu ajitasyon ve dramdır :)
Vereceksin dramı, vereceksin dramı...
Filmdeki fakir yönetmen evsiz
kalınca yapımcıdan avans istiyor. Yapımcı da bunu ezikleyip eline biraz para
tutuşturup postalıyor. Evsiz ve parasız kalan adam, kızını yurda teslim ediyor.
Sonra deniz kıyısına gidip efkarlı efkarlı oturuyor derken, o da ne! Kalp gözü
dizisinden fırlamış, ak sakallı dedenin bir varyantı olan sakallı genç bir
evliya elindeki kafam kadar tespihi ile beliriveriyor, başlıyor bizim dertli
elemana vaaz vermeye.
Bu evliya kısaca diyor ki “Boş işlerden vazgeç,
boş şeylerden de vazgeç. İblis, deccal her tarafı sardı. Her eve girdi, esir
etti. İnsanlar korkaklaştı ve yalnızlaştı. Özgürlükleri gitti. Şehvetin ve
paranın kölesi oldular. Deccal insanların aşkını, sevgisini, iyilik ve
merhametini, tanrısal ışığını bitiriyor. İnsan ruhunu yarın Allah’a teslim
edeceğini bilerek, bunu düşünerek yaşamalı. Film yapmak istiyorsan para
yada zenginliği beklememelisin. Savaşın çok çetin.”
Tüm bunları
dedikten sonra birden ortadan kayboluyor. Bizim eleman zaten gayet normal bir
durummuş gibi birden beliren bu adamı hiç yadırgamadan dinlemişti, birden
ortadan kaybolunca da hiç şaşırmadı ne hikmetse.
Şimdi bu kısımda
verilmeye çalışan bu mesajlara cevap vereyim.
1)BOŞ İŞLER (Tek önemli olan ibadet)
Bildiğiniz gibi İslam’a göre ibadet dışındaki her şey ve dünya
boştur. Filmde “boş işlerden, boş şeylerden vazgeç” deniyor fakat Müslümanlar
her şeyden vazgeçiyor mu?
Arabası çizildi diye, yada trafik kazasında
aracı zarar gördü diye birbirini öldüresiye dövenler sizler değil misiniz? Boş
dediğiniz dünyada sayısız cariye ve eşleri olmuş olanlar sizin peygamberleriniz
değil mi? 150 tllik borç için birbirinizin boğazını sıkanlar hatta
öldürenler sizler değil misiniz? Görkemli camiler inşa etmek için
insanlardan boş iş dediğiniz şeylerden kazanılan “parayı” dilenen sizler değil
misiniz? Dünya boşsa, her şey boşsa, para kazanmak boşsa o zaman cami inşaa
etme, git herhangi bir yerde kıl namazını. Cemaatten para isteme, bizden zorla
vergi kesme.
Yani dine göre hem “dünya boş” deniyor hemde diğer
yandan sürekli para muhabbetleri dönüyor. Her şey boşmuş, her şeyi terk edip
Allah’a, öteki aleme odaklanmak gerekirmiş.
Saçma bir dini felsefe
bu. İnsan tabiatı gereği sizin boş dediğiniz her şeyden vazgeçemez.
Kaldı ki her şey boşsa Allah birçok şeyi de lüzumsuz yaratmış
demektir, gezegenleri, sayısız yıldız ve galaksiyi, dünyadaki birçok canlıyı
mesela. Hepsi boşa. Çok daha kısa yoldan, daha basit ve kısa bir hayat ile bu
kadar yaratılış gerektirmeyen bir düzen ile de sınava tabi tutabilirdi bizi.
Allah’ın bile yaptığı birçok iş ve yaratma eylemi boşa.
2)DECCAL İNSANLARI SAPTIRIYOR
Film diyor ki Deccal insanın aşkını (ki bahsedilen şey Allah aşkı),
sevgisini, iyiliğini, merhametini bitiyormuş.
Yani Müslüman olmayanı
ayrıştıran, başka dinden olanı aşağılayıp Müslümanları onlara karşı kin
beslemeye iten, savaşta ele geçirilen kadın cariyedir diyen, sabah erkenden
baskın yapıp insanları öldüren yağmacıları öven Allah ve onun dini insanın
iyilik ve merhameti duygularını bitirmiyor da uydurma deccal bitiriyor öyle mi
:) ?
Savaşta kocasını öldürdüğü cariye ile aynı gece birlikte olan
peygamberiniz, 6 yaşındaki kızla evlenilebilir denen alimleriniz insanın
merhametini bitirmiyor mu?
Hepimiz bir gün öleceğimiz için Allah’a
nasıl hesap vereceğimizi düşünerek yaşamalıymışız.
Ben de diyorum ki
Huehueteotl, Virakoşa, Apsu, Yehova, Zeus, Odin, Ahura Mazda gibi ilahlar
kaşısında hesaba çekilmeniz de aynı ihtimal. Müslümanlar eğer bir ilah varsa
bile onun Allah olduğundan öyle eminler ki, cidden tuhaf. İçi boş bir emin olma
hissi. Çünkü Allah’ı görmedin, duymadın, tıpkı diğer binlerce ilah gibi. Biri
sana küçüklüğünden beri var dedi, onu empoze etti. Sen de delicesine onun var
olduğuna inandın. İspat göster diyince de “yaratılanlara bak, bunları kim
yarattı” geyiklerine giriyorsunuz. Yaratırken Allah’ı gördünüz mü? Hayır.
E
o zaman dünyayı Zeus’un yaratmadığı ne malum? O zaman da diyorsunuz ki ama
Kur’an’da “Allah, ben yarattım diyor.”
Eee, insan eliyle yazılmış bir
kitap bunun ispatı olabilir mi? Geçmişte farklı ilahlar için yazılmış bir sürü
metin var. Metinler ve gördükleriniz Allah’ın ispatı olamaz.
3)FİLM YAPMAK İÇİN PARA BEKLEME
Film yapmak istiyorsan para yada zenginlik beklememelisin kısmına
ise iyi güldüm çünkü başta da dediğim gibi filmin yönetmeni cemaatlerden yardım
istiyor ve bazı cemaatlere destek çıkmadığı için sitem ediyordu :) Bir insanın
filmi yazar ve yönetmeni ile bu kadar mı çelişir.
Ayrıca film yapmak
para işidir, he düşük bütçeli yaparsın ama yine de para gerekir. Ekipman,
oyuncu, her şey paradır. Filmi çektiğin kamerayı mağaza sahibine öpücük
kondurarak alamazsın di mi?
Yönetmen filminde komedi ve eğlence
filmlerine gönderide bulunmayı da ihmal etmiyor ama bunu yaparken kendi filmini
“düşündüren film” kategorisine koyuyor. Halbuki filmin bir şey düşündürdüğü yok,
Müslümanların zaten bildiği, inandığı şeyleri tekrar ona pazarlıyor o kadar.
İşlediği eşsiz bir felsefe yok ki düşündürücü olsun.
Bu arada
filmdeki karakterimiz de yaşamak için para lazım olduğundan iş arıyor, eski
arkadaşlarına uğruyor falan. Hayat boş, dünya hayatı boş ama Allah kimsenin iban
numarasına para göndermiyor tabi.
Bir gün uyurken rüyasında evreni
görüyor ve şöyle bir ses duyuyor: Allah yeryüzünün cenneti. Her yerde onun ismi,
her yerde onun resmi.
Allah yeryüzünün cenneti ise yeryüzünün
cehennemi kim ???
Her yerde onun ismi dediği şey Esma’ül Hüsna, ki bu
da sadece Allah’a atfedilmiş sıfatlardır. Tıpkı İslam öncesi Arapların ilahları
atfettikleri türlü sıfatlar gibi.
Her yerde onun resmi kısmı ile her
şeyde Allah var demek istemişler ve panteizm ile İslam’ı harmanlamışlar.
Parklarda
yatan, parasızlıktan eşyalarını satan yönetmenin yanına arada bir evliya da
uğruyor tabi. İntihar etmek için deniz kıyısındaki bir tepeye gidiyor, tam
atlayacakken bir ses geliyor ve o sesle konuşmaya başlıyor.
Ses diyor
ki “Yeryüzünde çektiğin ıstıraplar boşuna değil, en acı ıstıraptan insanın
olgunlaşıp, gelişmesi doğar.”
Ben çok merak ediyorum yıllarca bir
odaya hapsedilip öz babası tarafından istismar edilmek insanı ne gibi bir
olgunluğa eriştirir mesela? Bana izah etsinler.
Ses devamla diyor ki
“Eğer intihar edersen insanların ilişkiler ağını bozarsın, hepinizi birbiriniz
ile ilişkilendirdiğimiz için milyonlarca insanın yaşamını dramatik bir şekilde
etkiler ve kötü örnek olursun”
İlişkiler ağı falan ne alaka? Sanırım
yönetmen kelebek etkisinin etkisinde kalmış fakat İslama göre herkesin kaderi
zaten en başta belirlenmiştir ve Levh-i Mahfuz’da bellidir. Bazı Müslümanlar da
bununla çelişerek diyor ki Allah ne olacağını bilir ama kaderi tam sen onu
yaşarken yazar.
O zaman da ben aciz bir kul olarak Allah’ın yazacağı
kaderi sürekli değiştirebiliyor oluyorum ve ben yaşarken yazıyorsa Allah ne
olacağını bilmemiş oluyor, bilse zaten önceden yazardı. Yani Müslüman karar
vermeli Levh- i Mahfuz mu yoksa yaşandığı anda yazılan kader mi?
Enteresan
olan şu ki, şahsın burada konuştuğu kişi güya Allah. Şunu bir türlü anlamıyorum,
Muhammed’in karikatürü, hatta SESİ konusunda çok hassas olan, filmlerde onu
göstermeyen hatta seslendirmeyen insanlar Allah’ı seslendirme konusunda neden
problem görmüyorlar? Ondan sonra Muhammed Allah’tır diyince kızıyorsunuz. Biraz
samimi olun ve yaptıklarını, içinde bulunduğunuz çelişkileri fark edin.
Muhammed’e gösterdiğiniz imtinayı Allah’ınıza göstermiyorsunuz.
Yani
bu konuda İslam aleminde ortak bir görüş yok. Fakat Kur’an’da Allah izin
vermeden hiçbir şey yapılamayacağı, iyiliğin de kötülüğünde Allah’tan olduğu
yazıyor. Bu konuda Kur’an’da birbiri ile çelişen çokça ayet mevcut ama
videolarımda bunu zaten anlattım.
Buradan gerisi tam komedi, bildiğin
yeşil çam filmlerinden araklamalar ve artık gına getiren klişelerle dolu.
Engelli bir kız, zengin bir baba, hayatı onlarla kesişen fakir ama gururlu
oğlan, öksürünce ağza tutulan peçeteye kan gelmesi vs.
Yönetmen
muhtemelen Şener Şen’in Arabesk filminden çok etkilenmiş çünkü tıpkı oradaki
gibi absürt geçiş sahneleri var. Mesela zengin adamın evinden çıkınca yer altına
doğru inen bir tünel görüyor. Oraya girip kendini diğerlerinden soyutlayarak
yaşadığını söyleyen insanları görüp biraz edebiyat parçalıyor.
Bu
sefer evine giderken bir bekçi düdük çalarak geliyor. Üstelik bekçi de filmde
sürekli ona görünen evliya :D Ne hikmetse bizimki adamı tanıyamıyor bir türlü.
Buradaki sahne tam komedi çünkü tıpkı Kemal Sunal filmindeki gibi bekçi de
yönetmenle sadece düdük çalarak konuşuyor :D
Kalacak yer arıyorum
deyince bekçinin gösterdiği yere giriyor, HOOOP Disko. Meğer girdiği yer
diskoymuş. Bak sen ya, adam sınava tutuluyor ya ;)
Birlikte diskoya
ışınlanıyorlar. Yabancı müzik giriyor, bizim evliya merdivenlerden dans ederek,
şov yaparak iniyor :D Fakir yönetmenimiz de ortama ayak uyduruyor, başlıyor
kopmaya. Ama o da ne, koparlarken birden Sema yapmaya başlıyorlar, bu sırada
üzerilerine de bir nur yağıyor ki sormayın, diskodakiler şaşkın, herkes şok :D
Dönerken
dönerken kendilerini semazenler arasında görmeye başlıyorlar. Az daha dönünce,
dönmenin kazandırdığı kinetik enerjiden olsa gerek uçuşa geçip uzaya çıkıyorlar,
bizim yönetmenle evliya dayı dünyanın üstünde semaya devam ediyorlar.
Burada
çok önemli bir detay var, dünyadan bir tek Kabe görünüyor ve tam merkezde. Güya
Kabe dünyanın merkeziymiş ya. Mekke’nin Kutuplara ve 0 boylamı ile gün dönümü
çizgisine uzaklık olarak altın oran noktasında olduğunu iddia edenler var.
Bu
tarz uydurma haber ve iddialara bakmadan matematiğe başvurup bilimsel hesap
yapıldığında altın oranın denk geldiği noktanın Kabe’nin 40 km güneyindeki
dağlık alana denk geldiği görülüyor. Fakat bunu ayrıca bir videoda ele
alacağım.
Dönerlerken, dönerlerken yine evrenin içinde süzülmeye
başlıyorlar ve evrenle bir hissetmeye başlıyorlar gibi. Film anlatmak istediğini
net anlatamadığından sanırım bu sahnelerle vahdet-i vücud’u anlatmaya
çalışmışlar fakat bu inanış da Kur’an’daki Allah ile ciddi şekilde çelişir.
Neyse,
dönmeler, evrende seyahatler bitince başrol abimiz tıpkı sürekli yanında beliren
evliya abimiz gibi bir türbede beliriyor.
Başrol midesinden rahatsız,
ya Şafi, Allah’ım şifa ver diyor ama ölüp gidene kadar şifa mifa bulamıyor. Yani
hep dediğimiz şeyi farkında olmadan onlar da göstermişler, dua etmek işe
yaramaz. İslama göre Allah sana bir kader yazmışsa, seni o şekilde sınava
tutacaksa onları yaşayacaksın. Dua etmek boşadır. Dua etmek bir şeyleri
değiştirebilecek olsa aciz olan her insan sürekli olarak Allah’ın yazdığı kaderi
değiştirebilir hale gelirdi, o zaman da Allah sürekli kader güncellemekten,
kabul ettiği dualara göre kaderleri tekrar tayin etmekten başını
kaldıramazdı..
Tabi konu İslam olunca olay yine cinsellik ve eğlence
karşıtlığına geliyor. Yönetmen bunları eleştiriyor fırsat buldukça. Tabi ki her
şeyin aşırısı kötüdür ama İslam’ın ve tarikatların cinsellik veya eğlence
karşıtlığı da aşırı. Resim çizmeyi, müzik dinlemeyi bile günah ilan ediyorlar,
varsa yoksa Allah, varsa yoksa ibadet, ne egoistmiş, övülmeye ne muhtaç,
yarattıklarını yasaklamaya ne meraklıymış bu Allah!
Tüm bu saçma
filme rağmen yorumlarda desteklenmiş çünkü Müslüman için filmin iyi kötü olması
fark etmez, İslamı anlatsın yeter. Bu desteklemek ve beğen tuşuna basmak için
yeterli. Maalesef onlardaki bu dayanışma bizde yok...
MENZİLCİ DOKTOR ALİ EDİZER VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI
Ali Edizer; Cübbeli Ahmet’e ve menzil tarikatına methiyeler düzen bir doktor.
Enteresan bir şekilde 2005’te bir sağlık ocağında doktor iken 2012’de Sağlık
Bakanlığı’nda özel kalem müdürü olmuş.
13 yıl sağlık bakanlığı yapan Recep Akdağ için “Recep Abimle yakın çalıştım”
diyor, yani o makama nasıl geldiği belli. Zaten Recep Akdağ döneminde sağlık
bakanlığı için Menzil Bakanlığı tabiri kullanılıyordu, araştıranlar nedenini
anlar.
Menzil tarikatının şeyhi Muhammed Raşid Erol öldükten sonra cemaat ikiye
bölündü. Kardeşi ve yeğeni Menzildeki tarikatın başına geçerken oğlu Feyzeddin
Erol Eskişehir'de kendi dergahını kurdu.
Gazeteci Saygı Öztürk’ün
daha önce yaptığı röportajda Menzil’in başındaki bu kişilerin sözleri hayli
enteresan.
Menzil’in Eskişehir'deki kolunun önderi Feyzeddin Erol
“Enerji Bakanı Taner Yıldız da Sağlık Bakanı Recep Akdağ da bizim evimizde
büyüdüler”.
diyor.
Peki Menzil tarikatının diğer kolunun başına geçen oğul ne
diyor: “Doğru, Recep Akdağ’ı tanıyorum. Buraya (Menzil’e) gelmiş gitmiş. Sağlık
Bakanlığı, Menzil cemaatine bağlı diye liyakatsiz bir insanı almışsa vallahi
o doğru değildir.”
Yani devlet kademeleri bile tarikatların elinde olunca böyle
enteresan tiplerin sağlık bakanlığı özel kalem müdürü olarak atanmasının
önünün nasıl açıldığı anlaşılmış oluyor.
Ali Edizer diyor ki
"dün gördüm, kocası aldattı diye bir yuva yıkılmış, ayıptır, günahtır!
Oğlum niye aldatıyosunuz lan!"
Deyince, insan “herhalde devamında aldatanı ayıplayacak, niye
yapıyorsun oğlum” falan diyecek diye beklerken sözüne şöyle devam ediyor: Allah sana ruhsat vermiş. Aldınız, bir başkasını sevdiniz, onu da alın. He
gözünüz yiyo yemiyo ayrı bir şey, insan yuvasını yıkar mı? Yapmayın ya. Medeni
kanunla zaten mücadele ediyoruz. Bizi bacılara mahcup etmeyin, yuvanızı niye
yıkıyorsunuz ya?
Diyor.
Bir başka videosunda da alay ederek
“Eeeeey benim laik halkım” diyor. Devamında halkın hayata dair birçok
konuya Allah’ı dahil ettiğini ama sıra devlet işlerine geldiğinde niye Allah’ı
karıştırma dendiğini söyleyerek,
“niçin, siz nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz” diyor. Yani laiklik
konusunda ciddi kuyruk acısı var.
İşin daha da üzücü yanı sosyal
medyada yorum atarak bu adamın sözlerine destek olanlar, kahrolsun laik düzen
diye çığırtkanlık yapanlar da var. Şu uçkur sevdası bir bitmedi.
Adam
da haksız değil çünkü İslam kadına değer vermez.
Zaten kadına değer
vermediği gibi bir de kadını Müslüman olan olmayan şeklinde ayırarak kafir
kadını daha da ayaklar altına alır.
En basit örneği Bakara 228 ve
234 de eşi ölen-öldürülen Müslüman kadınların 4 ay 10 gün veya 3 ay hali adet
görünceye kadar beklemesi gerektiği yazılıdır.
Bakara 228: Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye
kadar beklerler. Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Allah’ın
rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer taraflar
arayı düzeltmeyi istiyorlarsa kocaları, onları kendilerine geri çevirme
hususunda başkalarından daha ziyade hak sahibidirler. Kadınların, mâkul ve
meşrû ölçülerde ödevlerine denk hakları vardır; erkeklerin ise onların
üzerinde bir dereceleri mevcuttur. Allah izzet ve hikmet sahibidir.
Bakara 234: İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri
kendi başlarına (evlenmeksizin) dört ay on gün beklerler. Bekleme
sürelerinin sonuna geldiklerinde kendileri hakkında, normal ölçülerde
yapıp ettiklerinden size bir sorumluluk yoktur. Allah yaptığınız her
şeyden haberdardır.
Fakat savaş esiri cariyeler için bu kadar uzun bir iddet süresi
geçerli değildir, sebebi de tahmin ettiğiniz üzere bellidir. Ayetlere
bakalım:
Nisa 24: Elinizin altında bulunan câriyeler müstesna, evli
kadınlar da size haram kılındı; Allah’ın size emri budur. Bunlardan
başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir
ile) istemeniz size helâl kılındı. Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza
karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra
karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet
sahibidir.
Nisa 25 ile cariyeler
konusunda Müslümanlara daha da geniş yetki tanınmıştır:
İçinizden mümin ve hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse,
ellerinizin altında bulunan mümin câriye kızlarınızdan alsın. Allah sizin
imanınızı daha iyi bilmektedir. Birbirinizden türeyip gelmektesiniz.
Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları
şartıyla ve ailelerinin de izniyle onları nikâhlayıp alın, mehirlerini de
âdete uygun olarak verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara,
hür kadınların cezasının yarısı gerekir. Bu, içinizden günaha düşmekten
korkanlar içindir; sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
İslam’ın kadını nereden nereye getirdiğini söylemeye gerek var
mı? Buhara Melikesi Kabac Hatunla veya Tomris ile İslamın dönüştürdüğü
kadın modeli kıyaslanabilir mi?
Birçok hadiste cariyelerin satın
alınırken veya satılırken hangi muamelelere maruz kaldığı da açıktır. Ama
bu yayında cariye konusuna çok girmeyeceğim, daha çok İslamın kadını getirdiği
konuma odaklanmak istiyorum.
İslama göre kadın tıpkı günümüz aşırı
dindar yada cemaat ailelerinde gördüğümüz gibi itaatkar olmalıdır, bir nevi
nikahlı köle gibi.
Bir hadisten bahsetmek istiyorum fakat çok uzun
olduğundan size dikkat çekmek istediğim bölümünü göstereceğim:
Bakın
bir hadiste Ömer ne diyor: ...Ben Ensar'dan bir komşum ile beraber Benu Umeyye ibn Zeyd yurdunda
(oturuyor) idim. Bu yurt Medine'nin Avali denilen semtindedir. Bir şey
öğrenmek ümidiyle peygamberin yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner,
bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dair
ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı.
Ve biz Kureyş topluluğu, kadınlara galebe ediyorduk. Medine'ye Ensar
üzerine geldiğimizde bir de gördük ki onlar, kadınları erkeklerine galebe
eder bir kavim (yani kadınlar erkekleri üzerinde üstünlük sağlıyorlar).
Derken bizim kadınlarımız, Ensar kadınlarının edebinden almaya başladılar.
Bir gün ben karıma karşı bağırdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana
söz döndürüp cevap vermesinden hoşlanmadım; azarladım. [Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 2468; Kitap içi kaynak: Buhari 46.Kitap, 29.
hadis] [Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 5191; Kitap içi kaynak: Buhari 67.Kitap,
125.hadis]
Zaten Nisa 34’deki sözler de bu hadisten farksız değil, bakın ne diyor: Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak
ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi
ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın
korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini
korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara
öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size
itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah
yücedir, büyüktür.
Bildiğiniz gibi Allah mesajlarını net şekilde anlatmayı başaramadığından onun kulları parantez içleri ile "aslında Allah burada şöyle demek istedi diyerek" apaçık ve kusursuzdur dedikleri Kur'an'ı güncelemeye çalışıyorlar. Tıpkı yukarıda, Nisa 34'deki parantez içi gibi. Ne yazıyor parantez içinde "(Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..." Halbuki ayette orada Evlilik hukukuna diye bir ibare yoktur. Birçok mealde de yoktu, fakat insanlar Kur'an'ı didik didik etmeye başlayınca Allah'ın kulları da insanlar İslam'dan kaçmasın diye kutsal parantez içlerine başvurdular. Bol bol o kutsal parantez içleri ile "Allah bunu ima etti" diyorlar. Nisa 34'de bahsettiği şey evlilik hukuku değil erkektir. Allah o ayette her zaman olduğu gibi erkek kuluna seslenmektedir ve erkek kuluna şöyle der: "Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..."
Yani tıpkı hadisteki gibi kadın erkeğe karşı gelemez, cevap
veremez, aksi taktirde dayağı yer.
Kadın her daim, her konuda
itaatkar olmalıdır, tıpkı şimdi okuyacağım hadislerdeki gibi:
"Erkek hanımını yatağa çağırdığı zaman, kadın gelmekten imtina
ederse, sabaha kadar melekler lânet okur."
"Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, bir erkek
hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası
ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab
ederler."
"Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek
öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (bir rivayette
yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar."
"Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa,
melekler onu lanetler."
Yani İslamda kadın, eşine cevap veremez, karşı
gelemez, başım ağrıyor deyip diğer yana dönemez. Bunları yaparsa ya günaha
girer yada lanet okunmaya uğrar. Hani az daha zorlasalarmış “kadın erkeğin
kölesidir” diyeceklermiş ama dilleri varmamış.
O yüzden birkaç ay
önce tv de bir haber gördüğümde hem üzülmüş hem de gülmüştüm. Haber şöyleydi:
TRT’deki Kur’an okuma yarışması birincisi Fatih Akçay eşine şiddetten
yargılanıyor.
Üzücü bir olay, fakat neden güldüm? Çünkü bunu
ayıplayan, yorumlarıyla adamı gömen bir sürü Müslüman kadın vardı, saymakla
bitmez. Hiçbiri bilmiyor ki dini zaten kadına “erkeğine itaat et” diyor ve
erkeğe "kadını dövmek de dahil olmak üzere" türlü ruhsatlar verip üstünlükler
tanıyor.
Yani bir kadının İslama inanması insanın celladını savunması gibi bir şey..
Bakara 228
Bakara 234
Nisa 24
Nisa 25
Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 2468 veya Buhari 46.Kitap, 29. hadis
Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 5191 veya Buhari 67.Kitap, 125.hadis
Nisa 34
Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6
Müslim, Nikâh 120-122 (1436)
Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Dinleri (Ülkemiz bazında İslam’ı) neden eleştiriyorsunuz diyorlar.
Dinler, o dinlere tabi olanlar tarafından, o dine inanmayanlara
Tebliğ (Davet) ediliyor. (Davetin kabulü özünde, davet edilen kişinin isteğine
ve iradesine bağlıdır.) Yani davet eden, karşısındaki kişiye dinini anlatıyor ve
onun da davet ettiği dine tabi olmasını ve dininin gereklerini yerine
getirmesini istiyor. Böyle bir durumda dine davet edilen kişi, kendisine
anlatılanlara AKIL, VİCDAN, SEVGİ, BİLİM, AHLAK süzgecinden geçirip, bunlarla
uyuşuyorsa o dini kabul etme veya reddetme hakkı vardır.
Dine davet
edilen kişi, davet edilen dine ait anlatılan konularda şüpheye düşüyorsa, aklına
yatmıyorsa, vicdanına sığmıyorsa, bilimle çelişiyorsa davet eden kişiye çeşitli
sorular sorma gereği duyacaktır. Bu sorular davet edilen kişi ikna oluncaya
kadar devam edecektir. İkna olmadığı konularda ise soru üstüne soru soracaktır.
İlle davete katılmasını istiyorsanız, ikna etmek davet edene düşer. Bu aklın
gereğidir. İnsan olmanın gereğidir.
Kişi daveti kabul etmeyip daveti
reddettiğinde ise davet edenin “Dinimiz akıl dini değildir, düşünme ve sorgulama
dini değildir, teslimiyet dinidir, kabul etmeye mecbursun” deme hakkına sahip
değildir. Kişinin aklı kenara bırakıp sorgusuz davete teslim olmasını istemek
ise DAVET DEĞİL ZORLAMADIR, DAYATMADIR. Dayatma ise ÇATIŞMA GETİRİR. Çatışmada
ise haklı ve doğru olan değil GÜÇLÜ OLAN KAZANIR. Dayatma ve Çatışma davetin
amacını ortadan kaldırır.
Davet edilen kişi, sizin davet ettiğiniz
dinin, sadece kitabına ve elçisine değil aynı zamanda sizin dininizi uygulama
şeklinize de bakacaktır. DİNİN TEORİSİ (KİTABI) İLE PRATİĞİNİ (UYGULAMASINI)
BİRBİRİNDEN KOPARAMAZSINIZ! Örneğin İslam dininin teorisi Kur’an ise pratiği de
hadislerdir, sünnetlerdir, o dinin uygulayıcıları olan Müslümanlardır. Yani
İslam’a davet ettiğiniz kişi hem Kur’an’a bakacak hem hadislere bakacak hem
sünnetlere bakacak hem Diyanetin uygulamalarına bakacak hem diğer ülkelerin
uygulamalarına bakacak hem tarikat şeyhlerinin söylem ve eylemlerine bakacak,
hem hocaların söylem ve eylemlerine bakacak hem Müslümanların söylem ve
eylemlerine bakacak, hem de yaşanmış olan İslam tarihine bakacaktır.
Tıpkı kanunları, yasaları, kararnameleri, yönetmelikleri,
içtihatları, yasa uygulayıcılarını, hakimleri, savcıları, avukatları ANAYASADAN
KOPARAMAYACAĞINIZ GİBİ... Hakkınızda hüküm veren bir hâkim; bu hükmü savunan bir
avukat, bu hükmü uygulayan kolluk kuvvetleri için “sen onlara bakma istediğini
yap/yapma” diyebilir mi?
İnsan uzuvları ile bütündür. İnsan; elinin
alıp-verdiğiyle, ayağının gidip-geldiğiyle, gözünün görüp-görmediğiyle, dilinin
söyleyip-söylemedikleriyle bir bütündür. Sen söylediklerime bak yaptıklarıma
değil Dİ-YE-MEZ-Sİ-NİZ!
Kur'an’ı, İslam’ın tek kaynağı olarak
gösteremezsiniz!
Hadisleri yok sayıp, sadece Kur'an’a bakarak davete
tabi olunacaksa eğer, Kur'an’a davet ettiğiniz kişi "Bu Kur'an’ın uygulaması,
örneği, pratiği, yaşanmışlığı nedir? Bana bir uygulama örneği gösterin"
dediğinde ne diyecek, kimleri gösterecek hangi örnekleri göstereceksiniz? Hem
hadisleri reddedecek hem de Kur'an’ı ve İslam’ı anlatabilmek için
peygamberinizin hayatından, uygulamalarından, sözlerinden örnekler
vereceksiniz.
Kur’an’ın sözde iniş süreci olan 23 yılda yaşananları,
Kur’an’ın temsilcisi ve elçisi olan peygamberin hayatını, 1400 yıllık İslam
uygulamalarını YOK SA-YA-MAZ-SI-NIZ! Böyle bir durumda İslam’a davet ettiğiniz
kişiye “Sen sadece Kur’an’a bak, diğerlerini boş ver.” DİYEMEZSİNİZ! Çünkü bir
dini bu saydıklarımın tamamı oluşturur. Davet ettiğiniz kişi size eğer bu dini
oluşturan unsurlar içinde ve ya birbirleri ile aralarında bir çelişki, akla
uymayan, vicdana sığmayan, bilimle, zamanla ters bir konuyu ortaya koyduğunda
cevap veremiyorsanız, “O gerçek İslam değil, Onlar gerçek İslam’ı temsil
etmiyorlar, onlar yobaz” DİYEMEZSİNİZ!
YOBAZ DEDİKLERİN GÖKTEN İNMEDİ. İNANDIKLARI KİTABI, ÖNDERLERİNİ VE HADİSLERİ
UYGULUYORLAR.
Ayetleri, Tefsirleri, Hadisleri, kelimeleri,
olayları, kişiye, zamana, mekâna göre EĞİP BÜ-KE-MEZ-Sİ-NİZ! Eğerseniz,
bükerseniz, ayetten farklı bir şey derseniz eğer, gerçek İslam’ı, gerçek
Müslümanı ortaya koymak zorundasınız! Koyamıyorsanız bu da, Müslüman sayısınca
İslam var demektir. Bu durumda bir buçuk milyar Müslüman’ın hangisinin
davetine uyacaksınız? Düşünen, sorgulayan ve aklını kullanan bir insan,
herkesin farklı anlayıp farklı uyguladığı, AKLI YOK SAYAN böyle bir dinin
davetine, neden uysun ki?
HER KİTAP DİĞER KİTABI, HER DİN DİĞER
DİNİ, HER İNANAN DİĞER İNANANI YALANLIYORSA, İNANANLAR İNANDIKLARI YARATICIYI
ANLAMAMIŞ YADA YARATICI ANLATAMAMIŞ DEMEKTİR.
AKLIN SORGULAMASINA
AÇIK OLMAYAN HİÇBİR DİN TANRISAL OLAMAZ.
İnsanın yarattığı tanrı değil, insanlığı yaratan gerçek Yaratıcı
varsa eğer insanı yaratıp boş bırakmamıştır. Doğumundan ölümüne kadar her insana
“Elçi” olarak Akıl vermiştir. Her insan aynı zamanda Yaratıcı’nın elçisidir.
Yaratıcı’yı yeryüzünde temsil eder.
Yaratıcı, Kitap ve Ayet olarak
da insanlığa kâinatı, dünyayı ve doğayı vermiştir. Kâinat, dünya ve doğa
ayetlerdir. Yeter ki insan olarak okumasını bilelim. Her canlı başlı başına bir
ayettir. Elçi olan insan aynı zamanda ayettir.
Erich Fromm (Almanya
doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.) der ki;
“Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden kişi ve topluluğa
tapınılmaktadır.’’
Çok doğru ve yerinde bir tespit. Yaratıcı adına konuşanlar, kendi
Tanrılarını yaratıp, sözlerinin (uydurdukları) vahiy olduğunu söyleyerek,
aslında kutsal bir zırh, dokunulmazlık ve sorgulanmazlık kazanmaktadırlar.
Böylece etkiledikleri tüm kişi ve toplumların kendi akıl ve sorgulamalarını
devre dışı bırakmaktadır. Yani Akıl, düşünme ve sorgulama şalteri
indirilmektedir. Bu sağlandıktan sonra artık vahiycinin işi çok kolaydır.
Kişiler ve toplumlar istedikleri gibi yönlendirilebilir, kullanılabilir ve
sömürülebilir hale getirilmiştir.
Eski İslamcı yazar Levent
Gültekin “Onurlu Çıkış” adlı kitabında bizzat yaşadıklarına, sorgulamalarına
dayanarak şöyle diyor. Daha doğrusu dürüstçe itiraf ediyor:
“Dinin, siyasi, ticari, toplumsal ortak bir payda haline getirilmesindeki
sakıncayı net göremiyordum. Siyasi, toplumsal ve ticari ilişkilerde
inancın sömürüldüğünü görüyor, fakat bu sömürünün kaçınılmaz olduğunu
idrak edemiyordum.” “Din adına biz İslamcıları kandıranlar, uyutanlar,
sömürenler gemilerini yüzdürmeye devam ediyorlar.” “Biz dini değerlerin
siyasi, toplumsal ve ekonomik çözümler getireceğini sanıyorduk.”
Bazı insanlar, vahye inananlar, dindarlar, siyasal İslamcılar
hayatta karşılaştıkları sorunları, olayları din terazisi ile tartıyor ve din
gözlüğü ile bakıyorlar. Dini, dinin hükümlerini, o hükümleri açıklayan
insanların sözlerini ölçü olarak alıyorlar. Olaylara onların inançları,
gözleri ve gözlükleri ile bakıyorlar. Sürekli değişim ve gelişim içinde olan
insanlık, 3300, 2000 ve 1400 yıl önceki teraziler ile yapılan tartım ve
ölçümler ile hayatını şekillendiriyor, o yılların değerleri ile günümüzü
yaşıyor, şimdiki ve gelecekteki hayata, geçmişin gözlükleri ile bakıyor,
yönlendiriyorlar. İnsanlık ne yazık ki geçmişten gelen din terazisinin
yanlış değer ve ölçüler gösterdiğinin, gözlüğün ayarının zamanımıza ve
insanlığa uymadığının, karanlık gösterdiğinin farkında değil. Din
gözlüğünden baktığı dünyanın ve hayatın, gerçek hayat olduğuna inanmış. O
terazinin ölçümünü doğru kabul etmiş. Hâlbuki insanlığın var oluşundan
günümüze ve gelecekte asla ayarı bozulmayacak, yanlış tartmayacak bir terazi
var elinde. AKIL Terazisi, AKIL Gözlüğü.
Bu terazi ve gözlük bünyesinde Vicdanı, Adaleti ve Sevgiyi barındırır.
Bunlar, terazinin dengesini, gözlüğün ayarını koruyan ve sağlayan
değerlerdir. Akıl gözlüğü ile hayata bakmak ve tartmak aslında insanın
doğasında, fıtratında vardır. Ne yazık ki doğasından gelen bu değeri,
vahiyciler yüzünden kullanamamaktadır. Bu değerin asla yanlış tartması söz
konusu değildir. Bireysel akıl, toplumsal akıl ve evrensel akıl her zaman
diliminde, her ortam ve koşul altında, kullanılabilir olması insanlığın en
büyük değeri, ölçüsü ve göstergesidir.
Bugün insanlık aklı,
vahiyciler ve dinler tarafından esir alınmıştır. Akıl terazisi ile
tartamayan, akıl gözlüğü ile göremeyen insanlık, kendisini, aklını,
dünyasını sınırlandırmış ve etrafına aşılması çok zor düşünce kaleleri
örmüştür. Kendisini vahyin hapishanesine hapsetmiş, vahiycileri de kendi
başına gardiyan dikmiştir. Akıl terazisi yerine din terazisini, akıl gözlüğü
yerine din gözlüğünü kullananlar hem kendilerine hem insanlığa hem de diğer
varlıklara haksızlık etmiş, zulmetmiş olurlar. İnsanlık, hayata akıl gözlüğü
ile bakıp, akıl terazisi ile tarttığında, Aklı vahiycilerin ve dinlerin
esaretinden kurtarabildiğimizde dünya daha yaşanabilir gerçek bir cennet
haline gelecektir.
Uydurma elçi ve kitaplar peşinde koşan
insanlık, cennet olacak dünyasını kendi eliyle cehenneme çevirmektedir.
» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara
Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise
"getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci"
demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı
Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.
Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.
Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan
sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah
hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın
da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!
İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned
5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)
Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık
olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında
ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir
peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi
bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir.
Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya
ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir
kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer
etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye
devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…
İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u,
Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir
peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar
da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak
görmüşlerdir.
Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda
bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri
isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde
etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre
Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine
göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da
mevcuttur.
Nuh Türk’tür İddiası
“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet
haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre
derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının
Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını
söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz.
İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’
diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):
“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den
çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.
Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların
romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh.
1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına
sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine
rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan
geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu
düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.
Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası
Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve
iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin
oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de
kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim,
Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde
ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un
oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş
ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak
bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan
gelmektedir.
Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu.
Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes,
nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini
tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi
Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya
yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni
bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar
bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet
ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]
İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir
uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:
Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası
Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı
yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından
dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz
Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve
Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile
dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik
taşımaktadır.
Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün
ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece,
altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana
bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı
Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)
Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu
seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir.
Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi
olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde
yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi
geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.
“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken;
“Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş.
Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok
atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz
khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine
muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman
avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri.
S.224)
Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara
Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre
Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min)
idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)
Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu
görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi.
Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif
Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.
Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki
bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama
ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan
bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız
hala Şaman gelenekleri ile dolu.
İbrahim’in Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu
öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in
M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da
ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda
Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu
söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında
bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim Türk
demektir.
Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami
ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir
kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk
edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog
Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne
çıkıyor.
İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı
yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında
İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.
İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu
öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu
savı üzerinde de durulur.
D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne
sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler.
Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular
Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who
Was Abraham?]
Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin
kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları,
Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.
Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları
Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir
ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa
ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir
imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan
kapı dışarı ettiler.
Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm
yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması
epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük
putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi
oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika
altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir.
Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize
anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin
dışında krallıklar kurmamıştır.
Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran
ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in
Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar
yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını
da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki,
Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta
tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye
gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke
için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?
Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir
ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya
varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona,
kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek
istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.
Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir
olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le
Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç
bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra
girişilmiş acaip geziler.
Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki
çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için
güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız
kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa
daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral
genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve
dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok
güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis
krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel
armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu
olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.
Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe
karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün
hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların
babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi
gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu
İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular
İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı
düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara
başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar,
kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.
Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok
bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu
ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de
ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey
varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların
Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi,
Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi
ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda
yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi
Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da
onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet
verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden
aldıklarını biliyoruz.
Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü
Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim,
miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar
bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne
hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş
gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun
zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların
aptallığına eşsiz bir örnektir.
İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının
kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir
dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları
kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir
törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman
sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli
ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.
Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler
üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne
Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti.
Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir
bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.
Muhammed Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in
oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk
olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş
oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara
şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.
Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e
ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk
kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından
olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir
kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu
kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan
geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç
etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı,
akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne
sürülebiliyor.
Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın
ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek
kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de
tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.
Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla
Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu
saçmalığı sürdürmekteler.
Nahl suresi 36.ayet
Müsned 5/265-266
İbn Hibbân, 2/77
Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000
https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html
Kaşgarlı Mahmut, Cilt 1. Sayfa 111-113
E.Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224
A.Bulut, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni
D.Matlock, Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396
Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?
M.İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber
Heller, B.; Rippin, A. (2012) [1993]. "Yāfith". In Bearman, P. J.;
Bianquis, Th.; Bosworth, C. E.; van Donzel, E. J.; Heinrichs, W. P.
(eds.). Encyclopaedia of Islam (2nd ed.). Leiden: Brill Publishers.
doi:10.1163/1573-3912_islam_SIM_7941. ISBN 978-90-04-16121-4
Hunt, Harry B., Jr. (1990). "Japheth". In Mills, Watson E.; Bullard, Roger
Aubrey (eds.). Mercer Dictionary of the Bible. Mercer University Press.
ISBN 9780865543737
Araştırmacı yazar Oktan Keleş'in makalesi
Wheeler, Brannon M.; Wheeler, Associate Professor of Islamic Studies and
Chair of Comparative Religion Brannon M. (2002). Moses in the Quran and
Islamic Exegesis (İngilizce). Psychology Press. ISBN 9780700716036
Shirazi, Naser Makarem. Tafseer-e-Namoona
Ibn Taymiyyah. الفرقان - بین اولیاء الرحمٰن و اولیاء الشیطٰن [The
Criterion - Between Allies of the Merciful & The Allies of the Devil]
(PDF). Ibn Morgan, Salim Adballah tarafından çevrildi. Idara
Ahya-us-Sunnah s. 14
Seoharwi, Muhammad Hifzur Rahman. Qasas-ul-Qur'an (PDF)
Pirzada, Shams. Dawat ul Quran. s. 985.
[Genesis 12:14–17]
[Genesis 12:18–20]
[Genesis 12:10–13]
[Genesis 15:1–21]
[Genesis 17:17-27]
[Genesis 20:11–14]
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde
Türk Hatunları
Remzi Murat, Telfiku’l –Ahbar, İ.Danişmend, Türklük ve Müslümanlık
Ebu Davud, Mehalim 10, (4306)
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal
denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir
zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski
bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden
inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma
argümanlar getirmeyin.
Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi
olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?
Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.
Bu teoriye Müslümanlar
genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği
zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim
oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa
düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.
Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar
bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve
hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva
gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"
Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için
kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir
şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların
yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların
birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın
erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat
Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep
birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa
evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.
Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.
Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için
genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek. Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve
bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba
bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin
ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki
meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için
melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce
sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi
yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin
verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve
mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da
sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve
yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.
Bu teorinin olasılık payını görmek
için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak
Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.
Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik.
İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece)
kafirlerden oldu.
Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan
kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını
inceleyelim.
Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde
ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.
Ayetlerin devamına bakalım.
A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana
emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha
üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından
yarattın.'"
“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak
senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu. “'Öyle
ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları
gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra
onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından
sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini
şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.
Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene
engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten,
onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'" “Çabuk in oradan,
buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi.
Allah" Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de
onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh
sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım,
siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini
değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun
aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden
tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın
doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.
Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:
1- Kur'an'ı kim gönderdi?
Bu teoride Kur'an yine
Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru
yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve
kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan
imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a
baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli
tehditler ediyor (cehennem korkusu).
Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz... Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah
edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.” İsrâ 22:
Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız
bırakılmış olarak kalakalırsın. Şuarâ 213: Öyle ise sakın
Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan
olursun!
Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece
kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem
kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.
Nisâ Suresi 78: Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu
Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler.
"Hepsi Allah’tandır" de.
Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok.
Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın
kendisidir.
Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi
göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı
ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı
şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele
geçiriyor.
Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların
yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek
için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak
kamufle ediyor.
2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?
Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış
anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de
doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için
vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu
teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir
yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına,
derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden
üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir
Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.
Bu teori
aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki
Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan
şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu
çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan
ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana
cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan
şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı
“İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da
suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan
etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler
sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin"
diyoruz.
Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce
görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel
kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor?
Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik
ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana
kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye
sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve
kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir
şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.