BABİL'DE DEPRESYONA BAKIŞ, BÜYÜ VE YAKARIŞLARLA
ŞİFA ARAYIŞI
"ANTİK MEDENİYETLERDEN GÜNÜMÜZE DEPRESYON"
başlıklı videoyu izleyerek çeşitli toplumlarda depresyona dair
inanışları, algıyı, tedavi yöntemlerini ve geçmişten günümüze uzanan bilimsel gelişimleri öğrenebilirsiniz.
Medeniyetin beşiği Mezopotamya'da MÖ 2.000'lerde depresyondan söz edildiği
görülür. Fakat Mezopotamyalılar onu ruhani bir durum, şeytani bir ele
geçirmenin neden olduğu bir rahatsızlık olarak görüyorlardı. Yani o dönem
depresyonda olan kişinin yardımına bir doktor değil de kutsal bir adam
çağırıyorlardı. Kişi ayrıntılı bir törenle tanrı Şamaş'a bir kurban sunarak
“korku ve endişelerini” ortadan kaldırmasını umuyordu. [1]
Mezopotamya da söz konusu depresyon olduğunda kalp (jb veya ḥꜣtj; Akadca
libbu) önemli bir rol oynuyordu. [2] Çünkü inanışa göre duyguların
ifadesiyle yakından bağlantılıydı ve eğer kalp hastaysa kişinin psikolojisi
bundan etkilenebilirdi. Eski Mezopotamya'da depresyon belirtilerinin tanım
ve tedavileri için uygulanan bazı "ḫūṣ ḫīpi libbi"ler yani talimatlar
vardır. [3]
Tedavi talimatlarına doğrudan metinlerde yazanları okuyarak örnek vereyim:
Eğer bir adam gitgide bunalıma girerse (ve) kalbi düşünüp taşınırsa, yol
kenarındaki bitkiyi (ve) (kurutulmuş) danaburnu tozunu suya karıştırın.
Birbirini kucaklayan iki figür yapın. İlkinin omzuna şöyle yazarsın: "Kaçak,
birliğine uymayan kaçak". İkincinin omzuna şöyle yazarsın: Yaygara, feryat,
kim yapmaz... [...]. Daha sonra onlara isimleriyle hitap edersin. [4]
Bazı talimatlar depresyona giren kişinin azallû-bitkisinin tohumunu bira ya
da yağa karıştırarak içmesini öneriyordu. [5]
Babilliler depresyonun ne olduğunu bilmezdi. Ruhsal rahatsızlıklara ilişkin
Babil açıklamaları nesnellikleri, öznel duygu ve düşüncelerin yokluğuyla
dikkat çekicidir. [6]
Babil dilinde "ašašu" fiiliyle ilişkili olan bir isim olarak "ašuštu" öne
çıkar. Bu terim hemen hemen "sıkıntı" anlamına gelir. Bazı tıbbi metinler
kelimenin tam anlamıyla "hayatın kesilmesi" veya kısaltılması anlamına gelen
ve Sümer dilinden alınmış bir kelime olan "zikurrudû" sözcüğünü içerir. Bu
terim “intihar”, “intihar girişimi” veya “intihar eğilimi” olarak
yorumlanmıştır. [7]
Babilliler korku için ya "puluhtu" ya da "sürekli korkuyor" anlamına gelen
bir fiil olan "iptanarrud" terimlerini kullanırdı. "Hīp libbi" yani "aklın
kırılması" terimi ya "sinir krizi" ya da "panik atak" dan bahsediyordu.
Aşağıdaki metindeki bahsedilen klinik tanımlamanın özellikle bir hane
reisini içeren tek bir vakaya mı yoksa olağan Babil tıp geleneğinde var olan
genel klinik tabloyu mu sunduğu belirsizdir. Babil metnine geçmeden önce
birkaç noktaya kısaca değinmem gerek. Aşağıda kısaca açıklanan tedavi
ayininde māmītu kelimesi 'yemin' veya 'zorlama' anlamlarına gelir. [6]
Burada, iki figürün veya anti-māmītu imgelerinin yapılıp gömülmesi insanlara
öfkelenmiş kişisel tanrı ve tanrıçaya edilen yeminlerin bozulması veya
öfkelerinin durdurulması için kullanılırdı. Fakat ayindeki çağrı daha yüksek
bir tanrıya, güneş ve adalet tanrısı Şamaş'a yönelikti. Şimdi Babil metnine
bakalım:
Bir hane reisi (avilum) uzun bir musibet geçirmişse ve bunun nasıl
olduğunu bilmiyorsa, öyle ki, sürekli olarak arpa ve gümüş kayıpları, köle
ve cariye kayıpları olmuş, yoksunluğuna maruz kalmış, öküz, at, koyun,
köpek ve domuzu kaybolmuş ve hatta hanesinin diğer üyeleri ölmüşse; sık
sık sinir krizi geçiriyor ve sürekli kimsenin uymadığı sürekli emirler
veriyor, kimse cevap vermediği halde sesleniyor ve evine bakmakla
meşgulken arzularını gerçekleştirmeye çalışıyorsa, yatak odasında korkudan
titriyor ve uzuvları “zayıf” hale geliyorsa, bu durumundan dolayı tanrıya
ve krala karşı öfkeyle doluysa; uzuvları sık sık topallıyor ve bazen gece
ya da gündüz uyuyamayacak kadar korkuyorsa, sürekli rahatsız edici rüyalar
görüyorsa, yeterince yiyecek ve içecek olmamasından dolayı uzuvlarında bir
"zayıflık" varsa ve eğer konuşurken söylemeye çalıştığı kelimeyi
unutuyorsa, o halde tanrı ve tanrıçasının gazabı o avīlum'un
üzerinedir.
Onun serbest kalması ve “korkularını” yenilmemesi için:
(Prosedür): Çamurdan ve çömlekçi kilinden erkek ve dişi olmak üzere iki
anti-māmītu imgesi yapacaksın ve adlarını sol taraflarına yazacaksın.
Kadın heykelciğe mavi, siyah ve beyaz yünden bir palto, şal ve başörtüsü
giydireceksin. Boynuna beyaz bir taş koyacaksın. Erkek heykelciğine
palto, şal ve başörtüsü giydireceksin ve beline de beyaz, bükülmemiş
yünden bir kuşak bağlayacaksın.
Sonra Şamaş'tan (geleneksel) ayini hazırlayacaksınız. Bir şarap kabı
hazırlayacak, hurma ve buğday nişastasından oluşan yemeği
sunacaksınız. Temiz ve kusursuz bir koyun sunusu hazırlayacaksın ve ona hem yağlı
hem de kızarmış sağ omzu sunacaksın.
Daha sonra māmītu karşıtı görüntüleri Şamaş'a tanıtacak, isimlerini
bildireceksin (ve şöyle diyeceksin):
Büyü metninin bazı kısımları anlam bozulması yaşanmaması için
düzenledim. Değiştirilen kısmın aslı açık gri renk ile
parantez içinde belirtilmiştir.
(Büyü)
Ey yerin ve göğün kralı, yasanın efendisi ve adil Şamaş,
Heykellerimi canlarını korumak için çömlekçinin çamurunu temizledim,
Onlara gümüş boncuklarını verdim.
Onları size takdim ederken, sizi onlarla onurlandırıyorum, sizi onlarla
yüceltiyorum,
Öyleyse bırak bu heykeli bir erkek olsun,
Bu onun heykeli, bir kadın olsun.
Ey Şamaş, her şeyin en yücesi ve en iyi bileni,
Ben, falancanın oğlu, senin saygılı kulun,
Bugünden itibaren senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken
önünde yürürüm.
(Bugünden itibaren senin önünde yürürüm.
Senin büyük tanrısallığın benim üzerimde parlarken,)
Beni yakalayan, gece gündüz takip eden, etimi israf eden ve canımı
kesmeye hazır olan māmītu etkilerine gelince,
(Beni yakalayan, beni gece gündüz takip eden māmītu etkilerine
gelince,
Etimi israf eden ve canımı kesmeye hazır olan,)
Senin büyük tanrının emriyle
Bu heykelciklerin bedenimin ve kişiliğimin yerine geçmesine izin verin,
Benim yerime geçen heykelciklerim onları rahat bıraksın.
Şimdi yerime geçenleri toprağa gömüyor ve Yeraltı Dünyasının büyük
Kraliçesi Ereşkigal'e şöyle diyorum:
(Şimdi Yeraltı Dünyasının büyük Kraliçesi Ereşkigal'e,
Yerime geçenleri toprağa gömüyor ve şöyle diyorum:)
Bana hükmeder, açılır, uzun bir ömür ve sağlık [bahşeder misin?]
(Uzun ömür ve sağlık
Bana hükmeder misin, bana açılır mısın!) [6]
KAYNAKLAR
Reynolds EH, Wilson JV. Depression and anxiety in Babylon. J R Soc
Med. 2013;106 (12) : 478-481.
Maria Isabel Toro Rueda (2003). The heart in Egyptian literature
of the second millennium BC, p. 84.
Abusch and Schwemer (2011), Corpus of Mesopotamian Anti-witchcraft
Rituals, p. 150.
A.g.e., 156, lines 1-8.
A.g.e., lines 38-45.
Reynolds EH, Kinnier Wilson JVJ Neurol Neurosurg Psychiatry
(2012). Obsessive compulsive disorder and psychopathic behaviour
in Babylon. 83 (2) : 199-201.
Ritter EK, Kinnier Wilson JV. Prescription for an anxiety state.
Anatolian Stud 1980; 30: 23-30.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
İnsanlığın daha yüksek bir güce, bunlara sahip olma yada yönlendirmeye olan
inançları belki insanlık tarihi kadar eskidir. Sihir, lanet ve büyülü sözlere
olan inanışlar kültürler arasında yaygın olarak yer almıştır. Bu inanışın
meyvesi olarak yüzyıllar boyunca pek çok 'grimor' yani büyülü sözler içeren
kitaplar üretilmiş, bunların çoğu gizli topluluklar ve yirminci yüzyıla
kadar dayanan okült örgütler tarafından tercih edilen kitaplar haline
gelmiştir.
Konuya dair 5 kitabı burada özetleyecek olsam da ilerleyen süreçte her
birini tek tek, daha ayrıntılı olarak ele alacağım.
ABRAMELİN'İN BÜYÜ KİTABI
Bu kitaplardan biri Kabalistik bilginin ezoterik (gizli, özel)
kitabı olan Büyücü Abramelin'in kitabıdır.
Batı ezoterik düşüncesinin kökleri Doğu Akdeniz'deki Geç Antik
döneme dayanır. Bu, doğunun batı ile buluştuğu bölgeydi. Dolayısıyla bu
aynı zamanda Babil, İran, Mısır, Levant ve Yunanistan'ın din ve
entelektüel geleneklerinin birbirine karışabildiği bir alandı. Bu türden
çeşitli geleneklerin karışmasıyla ana akım Hristiyanlıktan farklı olarak
Hermetizm, Gnostisizm ve Neoplatonizm gibi ezoterik düşünce okulları
doğdu. Ezoterik öğretileri açıklayan metinler yazıldı ve bu düşünce
okulları batıya doğru ilerleyerek Avrupa'ya yayıldı. 14-15. yüzyıl
aralığında "Büyücü Abramelin'in Kutsal Maji Kitabı" yazıldı.
Bu kitap, Worms'lü* İbrahim
(Abraham) olarak bilinen kişinin mektuplarından oluşan bir tür roman veya
otobiyografi olarak yazılmıştır. İbrahim 14. ve 15. yüzyıllar arasında
yaşadığına inanılan bir Alman Yahudi'siydi. İşte, Büyücü
Abramelin'in Kitabı, İbrahim'in büyülü ve kabalistik bilgilerinin
oğlu Lemek'e aktarılmasını anlatırken aynı zamanda bu bilgileri nasıl
edindiğinin hikayesini anlatır.
İbrahim, hikayesine ölümünden
kısa bir süre önce Kutsal Kabala'ya sahip olabilmek için gerekli olan
yollarla ilgili "işaretler ve talimatlar" veren babasının ölümüyle başlar.
Bu bilgeliği elde etmek isteyen İbrahim, bu tür çalışmalarda bilgili Musa
adlı bir Hahamın yanında çalışmak için Mayence'e (Mainz) gider. İbrahim bu
Hahamın yanında dört yıl çalışır. Geçmişe dönüp baktığında, önceki Hahamın
öğretilerinin "kâfir ve putperest ulusların sanatlarını ve hurafelerini"
içerdiği için hatalarla dolu olduğunu söyler ve haham ile zamanını boşa
harcadığını hisseder. Hayatının sonraki altı yılını seyahat ile geçirir ve
sonunda Mısır'a ulaşır.
Abraham, Arachi veya Araki adında bir Mısır kasabasının dışında, çölde
yaşayan Mısırlı büyücü Abramelin ile tanışır. Evinin ağaçlarla çevrili bir
tepenin üzerinde olduğu yazmış; Abramelin'i nazik, kibar ve "saygıdeğer
yaşlı bir adam" olarak tanımlamıştır.
İbrahim'in Abramelin'le kaldığı süre boyunca büyücü ona "Tanrı Korkusu"
dışında bir şeyden bahsetmez, İbrahim'i "iyi bir yaşam" sürdürmeye teşvik
eder, onu "insanın zayıflığı nedeniyle yaptığı bazı hatalar" konusunda
uyarır, zenginlikten ve mal elde etmekten tiksindiğini anlamasını sağlar.
Abramelin'in daha sonra İbrahim'e Kabalistik büyüleri öğrettiği söylenir.
Ancak bundan önce İbrahim'in yaşam tarzını değiştirmesi, sahte
dogmalarından vazgeçmesi ve Rab'bin yasaları üzerine bir yaşam süreceğine
dair söz vermesi gerekiyordu.
İbrahim'den söz alan Abramelin, ona kopyalanması için iki el yazması
verir. Abramelin ayrıca kasabadaki 72 fakire dağıtmak için İbrahim'den on
altın para (florin) ister. Abramelin, Abraham'ı iki el yazmasını
kopyalarken bırakarak parayı fakirlere dağıtmak için ayrılır ve 15 gün
sonra geri döner. Kitapta, ertesi sabah Abramelin'in İbrahim'e, 'hayatını
efendiye anlatarak günah çıkarmasını', 'efendiye hizmet etmesi, ondan
korkması' ve 'kutsal yasasına göre yaşayıp ölmesi' konusunda söz vermesi
istediği yazar.
Abramelin'in kabalistik bilgisini İbrahim'e aktardığı iki el yazması,
Abramelin'in Büyü Kitabı'nın büyük bölümünü oluşturur. Bu büyü kitabının
öne çıkan özelliklerinden biri "Abramelin İşlemi" olarak bilinen ayrıntılı
bir ayindir. Bu ayinin uygun şekilde gerçekleştirilmesinin, büyücünün
"koruyucu meleğinin" bilgi ve konuşmalarına ulaşabilme imkanı sağladığı ve
bu ayinin büyücünün iblisleri kör etmesini de sağladığı söylenir.
Büyü kitabının diğer bir bölümü, her bir karenin, karenin sihirli amacıyla
ilgili sözcükleri veya isimleri içerdiği 'sihirli sözcük kareleri'
hakkındadır.
Bu kitap tarih boyunca pek çok coğrafyaya yayılmıştır. Samuel Liddell
MacGregor Mathers tarafından yazılan Büyücü Abramelin'in Kitabı'nın
İngilizce çevirisi nedeniyle Kabalistik sihrin anlatıldığı bu metinler 19.
ve 20. yüzyıllarda oldukça popüler hale gelir. Popülerliği ile Altın Şafak
Hermetik Cemiyeti ve Aleister Crowley'in mistik Thelema dini gibi gizli
organizasyonlarda kullanılır hale gelmiştir.
KADİM BÜYÜLÜ KİTAP : ARS NOTORİA
Sihirli olduğu iddia edilen kitapların bazılarında şeytan veya melekleri
çağırmak amaçlanmıştır. Sihir ve şeytan kavramları tarih boyunca
tartışmalı olmayı korurken, bu tür kitapların çoğu farklı dillere
tercüme edilmiş, derlenmiş ve geniş kitlelere yayılma imkanı bulmuştur.
Bu kitaplardan biri de Ars Notoria'dır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" olarak bilinen daha geniş bir derlemenin
parçası olan Ars Notoria'nın, takipçilerine akademi alanında hakimiyet
sağladığı, onlara daha güzel ve etkili konuşma yeteneği yanı sıra
"mükemmel bir hafıza" ve bilgelik verdiği söylenir. Yani Ars
Notoria tam anlamıyla bir büyü veya iksir hazırlama kitabı değil de,
zihinsel gücü artırmak gibi entelektüel hediyeler için tanrıya yalvarma
şekillerini, dualar ve sözleri içeren bir kitaptı.
Peki geçmişteki insanlar, Ars Notoria'nın dua ve uygulamalarını takip
ederek akademik becerilerini ve hafızalarını geliştirebildiler mi?
Ars
Notoria, "Süleyman'ın Küçük Anahtarı" veya Clavicula Salomonis Regis
adlı bir büyü kitabı içindeki beş kitaptan biridir. Bir büyü kitabı,
okuyucusuna büyü yapma, tılsım yaratma, ruh-iblis çağırma ve kehanet elde
etme yeteneği vermeyi amaçlayan, okült bilgiler içeren ders kitabıdır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı" 17. yüzyıldaki diğer çalışmalardan
derlenen ve şeytan bilimine odaklanan anonim bir büyü kitabıdır.
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı"'nda yer alan beş kitap ise Ars Goetia, Ars
Theurgia-Goetia, Ars Paulina, Ars Almadel ve Ars Notoria'dır.
Bu
kitabın en eski el yazmaları 13. yüzyıla tarihlenmektedir. İçinde yer alan
metinler ise 1200'den çok öncesine dayanan hitapların, dualar ve büyülü
sözlerin bir koleksiyonudur. Bu dualar İbranice, Yunanca ve Latince gibi
birkaç farklı dilde mevcuttur.
Bu kitap daha akıllı, yaratıcı,
yenilikçi olmak isteyen insanlar için cezbediciydi. Aritmetik, geometri ve
felsefe gibi alanlarda uğraşan kişiler eğer kendilerini Ars Notoria'ya
adarlarsa onların kendi alanlarındaki tüm konulara hakim olacağı sözü
verilir. Kitabın içinde ise okuyucunun odağını ve hafızasını geliştirmeyi
amaçlayan adımlar anlatılır.
Süleyman'ın, bilgeliğini Ars Notoria'nın metnini takip ederek kazandığı
iddia edilirdi. Akademik bir alanda uzmanlaşmak isteyenler için bu çok
cazip bir söz gibi gelebilir. Daha iyi bir hafızaya, daha fazla güzel
söze, bilgeliğe veya daha yüksek duyulara sahip olmak isteyen birçok
kişi, yaşamlarını iyileştirme, güç kazanma umuduyla Ars Notoria'da
yazanları takip etmiş olabilir. Tabi, Ars Notoria'nın talimatlarını
uyguladığı halde istediği sonuçlara ulaşamayan kişiler de olmuştur.
Neticede büyü diye bir şey yoktur, daha çok emek veren daha çok bilgi
edinir.
Bir efsaneye göre 14. yüzyıldan kalma bir keşiş olan Morigny'li John,
Ars Notoria'nın öğretilerini ve talimatlarını içtenlikle takip etti
fakat iyi yetiler kazanmak yerine, unutulmaz, şeytani vizyonlar görmüş,
bu yüzden insanları Ars Notoria'dan uzak tutmak için Libor Visonum adlı
kitabını yazmıştır.
Ars Notoria'nın içinde yer alanlardan biri de "manyetik deneyiydi".
Bu özellikle Avrupa yapımı korku filmlerinde karşımıza çıkan temalardan
biridir.
Kitabı okuyan kişiye bir mıknatıs taşı ve iki pusula iğnesi kullanarak
uzun mesafeler arasında iletişim kurmanın yöntemini gösterilir. Bu bölümde
yazanlara göre iki pusula iğnesi aynı mıknatıs taşına sürülürse iğneler
"birbirine dolanır" ve biri nasıl hareket ettirilirse diğeri de aynı
şekilde hareket ederdi. İddiaya göre dolaşmış iki iğne bir harf çemberinin
ortasına yerleştiriliyor, iki kişi bu iğneleri çemberdeki harfleri işaret
ederek, heceler oluşturup sözcükler yaratacak şekilde hareket ettirerek
uzak mesafelerden iletişim kurabiliyorlardı.
İBLİS, ŞEYTAN VE TEHLİKELİ YARATIKLAR KİTABI : PSEUDOMONARCHİA
DAEMONUM
Sahte Şeytanlar Hiyerarşisi olarak da bilinen Pseudomonarchia
Daemonum, altmış dokuz iblisin adını dikte eden 16. yüzyıldan kalma büyük
bir kitaptır. İçinde 69 iblisin adları ve onları çağırmanın uygun olduğu
saatler ile ayinler yer alır.
Bu iblisler listesi başlangıçta Johann Weyer'in iblisoloji ve büyücülük
hakkındaki ilk kitabı "Şeytanların Hileleri Üzerine"ye (De Praestigiis
Daemonum et Incantationibus ac Venificiisi) bir ek olarak çıktı ve kitabın
yazarının kendinden önce ruhlar ve iblisleri konu alan bir metinden ilham
aldığı söylendi.
Johann Weyer, 1515'te Hollanda'da doğmuş bir doktordu. Latince
bildiği için kısa sürede ünlü bir sihirbaz, ilahiyatçı ve okültist olan
Heinrich Cornelius Agrippa'nın öğrencisi oldu.
Agrippa tıpkı öğrencisinin de bir gün yapacağı gibi, iblisler hakkında bir
kitap yayınladı. Ancak öğretilerini aktaracak fazla zamanı yoktu,
öldüğünde öğrencisi Weyer on dokuz yaşındaydı. Agippa'nın yanında
çalıştığı sürede Weyer, büyüye ilgi duymaya başlamıştı. Ancak zaman geçip
doktor olduğunda bu merak ve ilgisi daha da arttı. Fakat artan merakın
fitilini ateşleyen bir olay vardı:
Bir medyumun yargılanması için mahkemeye çağrıldı ve hakim ondan konuyla
ilgili görüş ve tavsiyelerini istedi. Bu dava, büyüye olan ilgisini öyle
artırmıştı ki büyü yapmakla suçlananları savunmaya başlamıştı. Weyer, bu
vakadan 27 yıl sonra, 62 yaşındayken "Pseudomonarchia Daemonum"un, "De
Praestigiis Daemonum et Incantationibus ac Venificiis" adlı bölümünü
yayınladı.
Weyer'in yazdığı 69 iblis listesinin yer aldığı kitabın, o dönem cadıların
ibadet ettiğine inanılan iblisler hiyerarşisi fikriyle alay etmek için
tasarlandığını iddia edenler de vardı.
Bu çalışma iblislerin ve cehennemden gelen yaratıkların insanlar üzerinde
etkilere sahip olabildiğini iddia ediyor ve bundan etkilenen insanların,
cadılıkla yargılanan ya da zihinsel sorunları olan kişiler olmadığını,
daha çok sıradan insanlara oyun oynayarak kolay para kazanan sihirbazlar
olduğunu söylüyordu. Fakat Weyer, yazdığı metinlerde bu söylemleriyle
ironi oluşturacak şekilde, okuyucularına tıpkı cadıların hakkındaki inanış
gibi, iblis ruhlarını çağırmayı ve bükmeyi anlatmıştı.
Yazdığı "Pseudomonarchia Daemonum" bir ilham kaynağı olarak
"Süleyman'ın Küçük Anahtarı"nın birinci bölümü olan Ars Geotia'nın** yazılmasına yol açtı. Burada Weyer'in tarif ettiğinden birkaç fazla
iblis ile Kral Süleyman tarafından çağrılmış 72 iblisin yer aldığı liste
bulunuyor ve bunların nasıl çağırılacağı, neye benzedikleri, nasıl güçler
kazandıracakları anlatılıyordu.
16.yy' dan 18.yy'a kadar iblisler ve şeytanlar hakkında metinler yazmak
oldukça popüler hale gelmişti. Ortaçağ'da hala günümüzde bazı dinlerde de
olduğu şeytani olan ve olmayan anlamında sol ve sağ ayrımı vardı. VI.
James olarak İskoçya'nın, I. James olarak ise İngiltere'nin kralı
olan James ve doktor Weyer gibi bazı kişiler büyünün sağ yada sol el
ile yapılması (ak büyü-kara büyü) sonucunda sahip olabilecekleri veya
olmayacakları güçleri anlamaya kararlıydılar.
Ancak, Kral James gibi birçok ismin aksine Weyer'in amacı, aslında masum
olan sanığı incelemek için bir inanç yaratmaktı. Çünkü ona göre cadılar
zihinsel olarak dengesiz kişilerdi. Fakat cadılıkla suçlananlar için
verdiği çabaları bir işe yaramamıştı. Çünkü, korku, mahkemedeki
yargıçlar ve jüriler için çok daha güçlü, ağır basan bir etkendi.
ARAP BÜYÜ KİTABI : PİKATRİKS [بيكاتركس]
Pikatriks (Picatrix), büyü tariflerinin müstehcen anlatımıyla ün
kazanan, 10. veya 11. yüzyıla ait olan eski bir Arap astroloji ve
okült büyü kitabıdır. Bu kitap, neredeyse insan aklına gelebilecek her
türlü istek veya arzuyu kapsayan gizemli astrolojik tanımlamaları ve
içerdiği büyüleriyle yüzyıllar boyunca birçok kültür tarafından
tercüme edilmiş, kullanılmış ve dünyanın dört bir yanından gizli
takipçiler kazanmıştır.
Picatrix orijinal olarak Arapça "Bilgenin Amacı" anlamına gelen
Gāyat-ül Ḥakīm (غاية الحكيم) adıyla yazılmıştı. Çoğu bilim insanı bu
kitabın 11. yüzyılda ortaya çıktığına inanıyor olsa da onu 10. yüzyıla
tarihlendiren sağlam argümanlar da var.
Kitap yazıldıktan sonra Arapça metinler İspanyolcaya ve 1256'da
Kastilya kralı Bilge Alfonso için Latinceye çevrildi. Latince
çevirisinin adı Pikatriks'di.
Hem sihir hem de astrolojiye yer veren bu kitaba "tılsım büyülerinin
el kitabı" olarak atıfta bulunulur. David Pingree gibi birçok
araştırmacı, bu kitabı "göksel büyünün Arapçadaki en kapsamlı
açıklaması" olarak nitelendirir ve onu "MS 9. ve 10. yüzyıllarda Yakın
Doğu'da üretilen Hermetizm, Sabianizm, İsmailizm, astroloji, simya ve
büyü hakkında Arapça metinler" olarak tanımlar.
Pikatriks adlı bu büyü kitabı kendi içinde dört kitaba ayrılmıştır:
1. Kitap: Göklerin ve onların altında yapılan resimlerin neden olduğu
etkilerden,
2. Kitap: Göklerin şekilleri ve kürenin genel hareketi ve bunların bu
dünyadaki etkilerinden,
3. Kitap: Gezegenlerin ve işaretlerin özellikleri, renkleri, şekil ve
formları, gezegenlerin ruhları ile nasıl konuşulacağından,
4. Kitap: Ruhların özellikleri, gözlemlenmesi, hangi sembollerle nasıl
çağrılabilecekleri ve ilave birçok konudan bahseder.
Bu kitapların da her biri birkaç bölüm içerir. Örneğin tek bir kitapta;
Büyü ve özellikleri; gezegenlerin, güneşin ve ayın işleri; doğal
şeylerin düzeni; her gezegen için uygun olan taşlar; gezegenlerin
figürleri, renkleri, örtüleri ve tütsüleri; 7 gezegenin ruhları
tarafından kullanılan yiyecek, tütsü, merhem ve parfümler, Ay ruhunun
enerjisini yeryüzündeki şeylere çekme yöntemleri, yıldızların
tütsülerinin nasıl yapılması gerektiği gibi birçok bölüm bulunur.
Bu Arap büyü kitabında, başkasının kalbini kazanmak, kayıp bir hazineyi
bulmak, yolcuları korumak, dostluk sağlamak, mahsul artırmak,
kemirgenleri kovmak, servet artırmak, hastaları iyileştirmek gibi
sonuçlar doğuran birçok büyünün yapılışı anlatılır.
Kitap kötü bir şöhrete de sahiptir. Bunun nedeni büyü tariflerinin
müstehcen doğasıdır. Korkunç karışımlar kişinin bilinç durumunu
değiştirmeye yöneliktir ve beden dışı deneyimlere ve hatta ölüme yol
açabilecek olmasıdır. Çünkü büyü tariflerinin içeriğini, kan, vücut
atıkları, beyin maddesiyle karıştırılmış çokça esrar, afyon ve
psikoaktif etkisi olan bitkiler oluşturur.
Örneğin, kişinin birini kendinden soğutmasını amaçlayan "Düşmanlık ve
Anlaşmazlık Doğurma" büyüsünün tarifi şöyledir:
Siyah bir köpekten***
dört ölçek kan, domuzdan bir ölçek kan ve bir ölçek beyin ve
eşekten bir ölçek beyin alın. Tüm bunları iyice karıştırın. Bunu
yiyecek veya içecek olarak birine verdiğinizde sizden nefret
edecektir.
[pktrx1]
Buradaki siyah köpek vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah
köpeklerin şeytani görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin
yansımasıdır. Siyah köpek konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz.
Yine büyüde domuz kullanılıyor olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek
gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan olarak görülüyor olmasıdır.
Kitabın astrolojiye odaklanma nedeni, geleceği kontrol etmek,
değiştirmek ya da iyileştirmekti. Örneğin, iki kişi arasına sevgi
yerleştirme büyüsünün tarifine bakalım:
Yükselen yengeç burcunun 1. yüzü ve oradaki Venüs****, 11. evdeki boğa burcunun 1. yüzündeki Ay olmak üzere iki şekil
çizin. Bu çizimler yüz yüze bakacak şekilde o kişinin [büyü
yapılacak kişinin] evine gömün. Bunu yaptığınızda birbirlerini
önemsemeye başlayacaklar ve aralarında kalıcı bir sevgi
oluşacak.
[pktrx2]
Arap yazımı bu eski büyü kitabı insanlık tarihi boyunca gelişen büyü
temalarının ve bazı Arap inanışlarının temsilcisidir. Eski insanlar güce
açlık duyuyor, büyüye ve büyülü güçlere karşı hayranlık besliyorlardı.
Bu yüzden büyü tarih boyunca hem korkulan hem de hayranlık duyulan bir
olgu olmuştur.
ARBATEL
MS. 1575'de yazıldığı iddia edilen "Eskilerin Büyüsü Arbatel" (The
Arbatel de magia veterum), Rönesans dönemine ait bir büyü öğretme
kitabıdır ve türünün en etkili eserlerinden biridir. Fakat Arbatel, kara
büyü ve kötü amaçlı büyüler içeren diğer okült yazmaların aksine,
dürüst ve onurlu bir yaşamın nasıl yaşanacağına dair ruhani tavsiyeler
verir ve yol gösterir.
Yazıldığı söylenen MS 1575 yılı, 536'dan 1583'e kadar uzanan yazılı
referanslarla desteklenir. Bu kitabın son editörünün İsviçreli doktor
Theodor Zwinger olduğu ve İtalyan matbaacı Pietro Perna tarafından
yayınlandığına inanılır. Yazarın kim olduğu bilinmese de "Jacques
Gohory" adında bir kişinin yazmış olabileceği tahmin edilmekte fakat tam
olarak bilinmemektedir. Gohory, tıpkı Zwinger ve Perna gibi, Modern
tıbbın kurucularından biri olarak görülen İsviçreli doktor ve kimyager
Paracelsus'un tıbbi teorilerine ve terapilerine inanan ve bunları takip
eden bir grubun üyesiydi.
Arbatel'in odak noktası insanlık ile göksel hiyerarşi arasındaki doğal
ilişkilerdir. Göksel dünya ile insanlar arasındaki olumlu ilişkilere ve
ikisi arasındaki etkileşimlere odaklanır.
İngiliz şair ve mistik Arthur Edward Waite (A.E. Waite), Arbatel'in
Hristiyan doğasına sahip olduğunu, herhangi bir kara büyü içermediğini
ve iblisolojiye odaklanan "Büyük veya Küçük Süleyman Anahtarları" ile
bağlantılı olmadığını söyler.
Arbatel'de en çok alıntı yapılan kitap İncil'dir. İçeriği dikkate
alındığında yazarının İncil'in birçok bölümünü ezberlemiş olduğu ve bu
durumun yazılarını etkilediği anlaşılıyor. Bunlar A.E.Waite'ın söylemini
destekleyen noktalardır.
Dönemi için son derece etkili bir çalışma olan Arbatel'in anlamının,
Paracelsus'un felsefesini bilmeden anlaşılamayacağı söylenir.
Teosofiye***** okült yönüyle
baktı ve belki de bunu yapan ilk yazılı çalışmaydı.
Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek
türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki
ilişkileri sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da
mistik varlıklar arasında iletişim kurmaktır.
Arbatel'den önce "teosofi" terimi genellikle teoloji ile eşanlamlı
olarak kullanılıyordu. Arbatel, insan bilgisi ile ilahi bilgi arasındaki
önemli ayrımı yapan ilk kitaptı. Ancak kitaba dair tüm görüşler olumlu
değildi.
Hollandalı doktor, okültist ve şeytan bilimci Johann Weyer, "De
praestigiis daemonum" adlı kitabında Arbatel'i "büyülü dinsizliklerle
dolu" diyerek kınamıştı.
Almanya'daki Marburg Üniversitesi'nden iki profesör 1617'de Arbatel'i
öğrenciler için bir ders kitabı olarak kullanmayı planlamıştı.
Üniversite tarafından bu profesörlere karşı dava açıldı ve kitap bir
öğrencinin okuldan atılmasına yol açtı. Hatta 1623 yılında cadı olmakla
suçlanan Jean Michel Menuisier, Arbatel kitabından öğrendiği büyülü
sözleri kullandığını iddia etmişti.
İlk baskısı muhtemelen Basel'de yayınlanmış olan bu kitabın daha erken
döneme ait olduğunu söyleyenler olsa da bu iddiayı destekleyen hiçbir
kanıt yoktur.
1575'ten itibaren birkaç kez daha basıldı. 1655'te [Robert Turner
tarafından] İngilizceye çevrildi. 1686'da [Andreas Luppius tarafından]
Almanca çevirisi yazıldıktan sonra bu çevirideki hataları düzenleyen
Scheible tarafından1855'te başka bir Almanca çevirisini tamamladı.
1945'te [Marc Haven tarafından] Fransızca çevirisi yapıldı. 1969'da
İngiliz Kütüphanesi'nin Sloane El Yazmaları'nda tekrar İngilizceye
çevrildi.
Bu İngilizce çeviri birçok hataya ve eksik bölümlere neden olmasının
yanında başka hiçbir sürümde bulunmayan "Gizemlerin Mührü" adlı bölümü
içeriyordu.
Baştan itibaren ele aldığım 5 büyü kitabı, geçmişten bugüne insanların
büyüye olan ilgisini, sorunlarını çözmek için gizemli yollar
aramalarını, ortaçağda ivme kazanan büyü, ele geçirilme, şeytan, cin,
peri, cadılık, aşk iksirleri gibi birçok inanışı anlamaya yardımcı
olacaktır. Bu kitapların içerdiği büyülerde kullanılan ögeler bile,
yazarın ait olduğu toplumun dini yapısında yer edinmiş olan gizemli ya
da lanetli şeylerin izlerini taşımaktadır. Tıpkı Arap büyü kitabı
Pikatriks'te kara büyü tarifi verilirken siyah köpek ve domuz kanının
kullanılması gibi.
DİPNOTLAR
* Worms, Almanya'da bir şehirdir.
** Goetia (Goëtia) Latincedir. Antik Yunancada büyücülük, büyü
anlamlarına gelen "goēteía" (γοητεία) teriminden türetilmiştir.
*** Buradaki siyah köpek
vurgusu İslam'da köpeklerin, özellikle de siyah köpeklerin şeytani
görülmesi ve bu yüzden katledilmelerinin yansımasıdır. Siyah köpek
konusuna dair çokta hadis bulabilirsiniz. Yine büyüde domuz kullanılıyor
olmasının nedeni, tıpkı siyah köpek gibi onun da lanetlenmiş bir hayvan
olarak görülüyor olmasıdır.
**** Venüs, birçok
toplumda olduğu gibi aşk ve doğurganlık ile ilişkilendirilmiştir. Arap
paganizminde Venüs ile ilişkilendirilen birçok aşk, doğurganlık ve
bereket tanrısı-tanrıçası bulunur.
***** Teozofi (teosofi), "tanrı" ve "bilgi" sözcükleri birleştirilerek
türetilmiştir. Odak noktası, insan, evren ve Tanrı arasındaki ilişkileri
sezgi ve gizemli yollarla açıklamak, insan ile tanrı ya da mistik
varlıklar arasında iletişim kurmaktır.
KAYNAKLAR
The Book of the Sacred Magic of Abramelin the Mage. Lewis, A. A.
Famous Witches - Abramelin the Mage (15th Century). Mastin, L.
The Book of the Sacred Magic of Abramelin the Mage.
www.sacred-texts.com, 2014.
Sacred Magic of Abramelin the Mage. www.themystica.com, 2014.
Ars Notoria : The Notory Art of Solomon – Esoteric Archives
Item of the Week: Ars Notoria and the occult – The Clog.
10 Ancient Books that Promise Supernatural Powers – Listverse.
Why “ Ars Notoria ”? – Ars Notoria.
"Johann Weyer and Witchcraft." Dowell III, Lewis.
Elmer, Peter. "Witches, devils, and doctors in the Renaissance:
Johann Weyer, 'De Praestigiis daemonum'.
Mastin, Luke. "Famous Witches- Johann Weyer (c.1515-1588)."
Witchcraft: A Guide to the Misunderstood and the Maligned.
Martine, John. "Four Hundred Years Later: An Appreciation of Johann
Weyer." Books at Iowa . 59.1.
Mathers, S.L. MacGregor and Aleister Crowley. "The Lesser Key of
Solomon ." Sacred Texts .
1904.
The Demonology of King James I: Includes the Original Text of
Daemonologie and News from Scotland. James, King VI & I.
BABİL KULESİ MİTİ VE PARALELLİK GÖSTEREN PİRAMİT-ZİGGURATLAR
Mezopotamya efsanelerinin Meksika Volkanik Vadisi'ne kadar uzandığı görülür. Birbirlerinden, engin okyanuslar ve çöller ile ayrılmış olan bu dağınık kültürlerin mitolojilerinde birbirine benzeyen hikayeler görülür. Tıpkı Babil
Kulesi veya Cholula Piramidi gibi. Bunlar dünyanın farklı bölgelerinde yer alsalar
da çarpıcı biçimde birbirine benzeyen yapılardır.
Farklı kültürler tarafından inşa edilen zigguratlara dair çokça hikaye
bulunur. Bu masalların ortak birkaç bileşeni vardır: Öfkeli tanrılar, dillerin çoğaltılması, küresel bir tufan felaketi ve antik
yapılar. Bu yönleriyle hepsi sanki deşifre edilmeyi bekleyen büyük bir küresel
bulmacanın parçaları gibi iç içe geçmiş durumdadırlar.
Mitoloji göründüğü haliyle körü körüne kabul edilmemelidir ancak öte yandan
onu tamamen reddetmek de tutarsız bir davranış olacaktır.
Karşılaştırmalı mitoloji konusunda en ünlü bilim insanlarından Carl Jung ve Joseph Campbell gibi isimler, farklı kültürler arasında yaygın görülen
mitolojik benzerliklerin, insan bilinçaltının ortak (kolektif) birikiminden türetilen
temel arketiplerin oluşumuyla açıklanabileceğini söylüyorlar.
Tanrılarla ilişkili ve birbirine benzeyen anlatılara sahip yapılara Babil Kulesi ile başlayalım.
Babil Kulesi, Yaratılış Kitabı'nın 11. babında anlatılır. Bu anlatı küresel
bir tufan felaketini izleyen nesillerin tek bir dil altında birleştiğini
belirtir. Bu metinlere göre insanlar batıya, Şinar bölgesine (Sümer veya
günümüz Irak'ı) göç ettiler ve heybetli kulesi olan büyük bir şehir inşa
etmeye başladılar.
Bu kulenin bir şekilde onları güçlendireceğine ve gelecekte herhangi bir
imhayı-felaketi önleyeceğine dair ilginç bir görüş taşıyorlar. Dahası bu
proje tanrıya hakaret olarak görülüyor. Bu çabaya karşı koymak için, tanrı
onları birleştiren dili birden fazla dil haline getirerek duruma müdahale
eder, aynı dili konuşamayan insanlar birbirleri ile anlaşamaz, iletişime
geçemez hale gelirler. Yani tanrı Babil kulesi projesinin altını oyar. Daha
sonra bu insanları gezegene dağıtır.
Yaratılış Kitabı, 11.Bab:
Başlangıçta dünyadaki bütün insanlar aynı dili konuşur, aynı sözleri
kullanırlardı. Doğuya göçerlerken Şinar bölgesinde bir ova bulup oraya
yerleştiler.
Birbirlerine, “Gelin, tuğla yapıp iyice pişirelim” dediler. Taş yerine
tuğla, harç yerine zift kullandılar. Sonra, “Kendimize bir kent kuralım”
dediler, “Göklere erişecek bir kule dikip ün salalım. Böylece yeryüzüne
dağılmayız.”
RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek içinaşağıya indi.“Tek bir halk olup aynı dili konuşarak bunu yapmaya başladıklarına göre,
düşündüklerini gerçekleştirecek, hiçbir engel tanımayacaklar” dedi,“Gelin, aşağı inip*
dillerini karıştıralım ki, birbirlerini anlamasınlar.”Böylece RAB onları yeryüzüne dağıtarak kentin yapımını durdurdu. Bu
nedenle kente Babil adı verildi. Çünkü RAB bütün insanların dilini orada
karıştırmış ve onları yeryüzünün dört bucağına dağıtmıştı. [1]
Antik çağlardan günümüze kadar çeşitli yazar, akademisyen ve araştırmacı bu metinle
ilgili çeşitli yorumlar yapmışlardır. Örneğin Josephus, bu hikayenin önemli noktasının, kulenin dikilmesini emreden ve İncil'in Nemrut olarak bahsettiği zalim
hükümdarın küstahlığı olduğunu yazmıştır. Başka bir yoruma göre ise bu anlatı, farklı dillerin ve kültürlerin kökenine açıklama getiren etiyolojik**
bir efsanedir.
Yapılan bilimsel gözlemler, söz konusu yapıyı eski Babil ve Sümer'in
gizemli zigguratlarıyla ilişkilendirerek tanımlamaya çalışmış olabilir. Ancak metinlerde
adı geçen şehirlerin tarihsel bir temele sahip olması, söz konusu hükümdar tarafından kurulduğu söylenmesi ve bir kule ya da kule benzeri yapı inşa edildiğinin anlatılması gibi yönlere bakılırsa bu ilişkilendirme mantıklı
sayılabilir.
Neticede dinlerin kutsal olduğuna inanılan kitaplar insan ürünü
olduğundan onları yazanlar çevreden duyup ekledikleri hikayelere ek olarak gördüğü şeyleri de yazmış olabilirler.
Modern bilim insanlarının bir kısmının ortak kanısına göre bu kule II.
Nebukadnezar tarafından restore edilen ve daha sonra Büyük İskender tarafından
gerçekleştirilen restorasyon girişiminde yıkılan, Babil'deki Etemenanki
Ziggurat'ı olduğu yönündedir.
Büyük İskender MÖ 331'de Babil'i ele geçirdiğinde Etemenanki'nin onarılmasını emretmişti. Yıllar sonra, MÖ 323'te antik kente döndüğünde onarım konusunda hiçbir ilerleme kaydedilmediğini fark edince, son kez yapılacak yenileme çalışması için ordusuna tüm yapıyı yıkmasını emretti. [7] Ancak İskender ölünce yeniden yapılanma da durmuş oldu. [8]
Zigguratlar toplu ibadet için kullanılmıyordu çünkü adandığı tanrının mesken yeri
olduğuna inanılıyordu. O yüzden buralarda sadece seçkin rahipler, küçük bir
silahlı muhafız birliği bulunurdu.
Herodot'a göre zigguratın en tepesinde,
içinde küçük bir türbenin olduğu tapınak bulunuyordu. Bu tapınakta baş rahipler gizli ayinler yaparak özel adaklar sunuyordu.
1880'lerde keşfedilen Neo-Babil temel silindirlerindeki yazıtlarda Kral'ın
restorasyon çabalarının anlatıldığı görülür. Şöyle yazar:
"O sırada efendim Marduk bana, Babil'in zigguratı Etemenanki ile ilgili
olarak, benden önce (zaten) çok zayıf kalmış ve kötü bir şekilde bükülmüş
[olan zigguratın] altının cehennem aleminin göğsüne dayanmasını, tepesinin
göklerle rekabet etmesini emretti. Fildişi, abanoz ve musukkannu ağacından
maşalar, kürekler ve tuğla kalıplar yaptım ve onları toprağımdan toplanan
geniş bir işgücünün eline verdim. Onlara sayısız kerpiç tuğla ve yağmur
damlası sayısınca pişirilmiş tuğla şekillendirdim. Arahtu Nehri'nin tıpkı
muazzam bir sel gibi asfalt ve zift taşımasını sağladım.
Ea'nın anlayışıyla,
Marduk'un zekasıyla, Nabû ve Nissaba'nın bilgeliğiyle, beni yaratan tanrının
sahip olmama izin verdiği engin akıl aracılığıyla, büyük aklımla düşündüm, en
bilge uzmanlar ve bilir kişiler ile [yapının] boyutları on iki arşınlık kural ile
belirledi. Usta yapımcılar ölçüm iplerini gerdiler, sınırları belirlediler.
Şamaş, Adad ve Marduk'a danışarak onaylarını aradım ve ne zaman zihnim [yapı] üzerinde tartışsa (ve) boyutları düşünüp (emin olamasam) büyük tanrılar onaylama yöntemi (kehanet) ile bana [gerçeği] bildirdiler. Şeytan çıkarma
zanaatıyla, Ea ve Marduk'un bilgeliğiyle orayı arındırdım ve ana platformu
eski temel üzerinde sağlamlaştırdım. Temellerine dağdan ve denizden, altın,
gümüş, değerli taşlar yerleştirdim. Tuğla işçiliğinin altına ışıltılı sapsu,
tatlı kokulu yağ, aromatikler ve kırmızı toprak yığınları koydum. Kraliyet resmimin toprak sepeti taşıyan tasvirlerini yaptım ve (onları)
çeşitli şekillerde yapının temeline yerleştirdim. Onu
eski zamanlarda olduğu gibi Efendim Marduk için merak uyandıran bir nesne yaptım." [2]
Bu kraliyet yazıtının 1880'lerde keşfedilmiştir. Daha eski tarihte bu zigguratın açıklamasını yapan tek isim MÖ 5. yüzyılın ortalarından kalma yazılarında
onu tanımlayan Herodot'tur. Heredot'un yazdıkları şöyledir:
"Kasabanın her bölümü merkezi bir kale tarafından işgal edildi. Birinde
kralların sarayı [vardı], büyük sağlamlık ve büyüklükteki bir duvarla çevriliydi:
diğeri Jüpiter Belus'un [Zeus] kutsal bölgesiydi. Sağlam pirinçten kapıları
olan, her iki yana uzanan 402 metrelik kare şeklinde bir mahfazaydı; bu da
benim zamanımda kaldı. Bölgenin ortasında, üzerinde ikinci bir kule
yükselen, 201 metre uzunluğunda ve genişliğinde sağlam duvarlı bir kule
var ve bunun üzerinde üçüncüsü, onun üzerinde dördüncüsü şeklinde sekize
kadar [kat kat] devam ediyor. Zirveye tüm kulenin etrafını saran dışarıdaki bir patika yol ile çıkılır. Biri yarı yolda kaldığında, zirveye giderken
yolda bir süre oturabilmesi için oturaklar ve bir dinlenme yeri bulunur. En
üstteki kulede geniş bir tapınak var ve tapınağın içinde, yanında altın bir
masa olan, zengin bir şekilde süslenmiş, alışılmadık büyüklükte bir kanepe
durur. Buraya dikilmiş herhangi bir heykel bulunmaz. Tanrının rahipleri olan
Keldanilerin [Babilliler] de onayladığı gibi, geceleri [burada] ülkedeki tüm
kadınlar arasından tanrı tarafından kendisi için seçilen bir kadın
bulunur." [3]
Tevrat'taki anlatılardan uzun zaman önce yazılmış çok sayıda Sümer efsanesi vardır. Dolayısı ile bu mitlerin Tevrat'ta yer alan metinlerin öncülleri olması kuvvetli bir ihtimaldir.
Bu mitlerden biri "Enmerkar ve Aratta Efendisi"dir. Uruk kralı Enmerkar şehrini dağların arkasında yatan zengin şehir Aratta'da bulunan değerli
metal ve taşlarla süslemek ister. Aratta'nın tanrıçası İnanna, Enmerkar'a
yardım eder ve ona Aratta'ya meydan okuyan bir haberci göndermesini öğütler.
Karşılığında kraldan bir şey ister ve bu isteğin onun lehine
olduğunu belirterek iddiasını güçlendirir.
Daha sonra Enmerkar, Nudimmud büyüsünü yaparak, krallar aralarında tartışabilsin
diye Enlil'in tüm dilleri bir araya getirip tek bir dil yapmasını sağlar. Zamanında insanların konuştuğu tek dili çoğaltan ise tanrı Enki'dir.
İlgili tablet metni şöyledir:
Ona kutsal şarkıyı, odalarında söylenen büyülü sözü söyleyin - Nudimmud'un
büyüsü: "Yılanın olmadığı, akrebin olmadığı, sırtlanın olmadığı, aslanın
olmadığı, ne kurt ne de köpeğin olmadığı o gün, ne korku ne de titreme
olduğunda insanın rakibi yoktur! Böyle bir zamanda çok dilli Cubur ve Hamazi
toprakları ve benim muhteşem dağım Sümer ve uygun olan her şeye sahip olan
Akad ve güvenlik içinde dinlenen Martu toprağı - tüm evren, iyi korunan
insanlar - hepsi Enlil'e tek bir dilde hitap etsinler! O günlerde hırslı
bey, hırslı prens, hırslı kral Enki, Enki, hırslı bey, hırslı prens, hırslı
kral, hırslı bey, hırslı prens, hırslı kral, Enki, bereketin beyi, doğru
söyleyen bey, Yurdun bilge, anlayışlı beyi, tanrıların
uzmanı, anlayışıyla anılan Eridug’un beyi, yerleştikleri sürece [insanların] ağızlarındaki dili değiştirdi ve bu yüzden insanlığın konuşması gerçekten
birdir."
[4][5]
Yani bu Sümer efsanesinde Tevrat'a geçen tema vardır, bir olan dillerin
bozulması. Tek fark İbrahimi dinlerde bu dilleri bozarak çoğaltan tanrı iken,
Sümer metinlerinde bu karakter tanrı değil Enki yani şeytandır.
Çerokiler de (Amerikan
yerlileri) bu Sümer efsanesine benzeyen unsurlar içeren sözlü geleneğe sahiptir. Bir Kızılderili efsanesine bakarak bunu görelim:
Büyük suların ötesinde yaşadığımızda Çeroki kabilesine ait 12 klan vardı.
Yaşadığımız eski memlekette ülke büyük sellere maruz kaldı. Bu yüzden bir konsey yaptık ve cennete kadar yükselen bir ambar inşa etmeye karar
verdik. Ambar inşa edildikten sonra, tekrar seller geldiğinde
kabilemiz dünyayı terk edip cennete (göğe) gidecekti. Büyük bir
yapı inşa etmeye başladık ve en yüksek göklerden birine yükselirken büyük
güçler tepeyi yok ederek yapının yüksekliğinin yaklaşık yarısına kadarını kestiler.
Ancak kabile, can güvenlikleri için cennete uzanan yapıyı inşa etmeye
tamamen kararlı olduğundan cesaretleri kırılmadı, tanrıların verdiği zararı
onarmaya başladılar. Sonunda yüksek yapıyı tamamladılar ve kendilerini
sellere karşı güvende gördüler. Ancak tamamlandıktan sonra tanrılar yüksek
kısmı tekrar yok ettiler. Çerokiler hasarı [tekrar] onarmaya karar verdiğinde kabilenin dilinin karıştırıldığını veya yok edildiğini gördüler. [6]
Greko-Romen anlatısında Tartarus ve Gaia'nın birleşmesi sonucunda yaratılan, yılan ayaklı ölümsüz devler olan Gigant efsanesi bu öykü ile neredeyse
aynıdır. Ancak objektif olarak kabul edilmelidir ki bu kültürlerin yakın
teması söz konusu olduğundan duydukları efsaneyi Mezopotamya'dan Akdeniz'e
aktarmış olmaları çok güçlü ihtimaldir.
Dünyanın en uzak köşelerinde bulunan paralel mitoslar ve esrarengiz yapılardan biri de Meksika'daki
Büyük Cholula Piramidi'nin meşhur ikiz kulesidir.
Günümüze kadar keşfedilenler içinde hacim olarak en büyük piramit
Meksika Vadisi'nde bulunur. Büyük Cholula Piramidi olarak bilinen bu muazzam
piramit, Mezoamerikan tanrısı Tüylü Yılan, diğer adıyla Kuş-Yılan (Quetzalcoatl) ve yakınlarındaki
esrarengiz Teotihuacan bölgesi ile yakından ilişkilidir. Bu yapı ve daha
önce hakkında konuştuğum ziggurat, tasarımları açısından benzer olmasalar da
mitolojik gelenekleri ve gizemli işlevleri açısından oldukça benzerdir.
Aztekler için Cholula Piramidi ve Teotihuacan kutsal hac yerleriydi. Aztek mitolojisine göre Quinametzin, önceki “Yağmur Güneşi” döneminde bölgede yaşayan
devlerin bir ırkıydı. 3,7 metre uzunluğundaydılar ve hem Teotihuacan'ın hem
de Cholula Piramidi'ni inşa edenler onlardı.
MS 16. yüzyıl Dominik rahiplerinden Diego Duran, eski bir Cholula rahibi
tarafından kendisine iletilenler hakkında bir rapor yazmıştı. Yazdıklarına göre, güneş
ilk doğduğunda karada devler vardı ve onları Güneş'e götürecek bir kule
inşa etmeye karar vermişlerdi. Yaratıcı tanrı buna öfkelendi ve
gökyüzü sakinlerini kuleyi yıkmaya ve devlerin ırkını dağıtmaya çağırdı.
Aztek mitolojisinde buna benzer başka bir efsane daha vardır. 7 dev, dehşet verici bir tufandan sağ
kurtularak vadiye gelir ve tekrar böyle bir felaket olursa diye devasa bir piramit inşa etmeye
çalışırlar. (aralarında Xelhua'nın da bulunur) Tanrılar buna
öfkelenerek piramidin üzerine ateş topları fırlatır, birçoğunu öldürür ve böylece piramitin inşası da son bulur.
Tabi bu Mezo-Amerikan mitlerinin Tevrat-İncil metinlerini yansıtması, bunlarla
paralellik göstermesi, onları ilk kaydedenlerin keşişler, katolik rahipleri ve
misyonerler olmasından kaynaklanıyor da olabilir. Yani Aztek efsanelerini kaydeden Musevi ya da Hristiyan din adamlarının bu efsanelere eklemeler yapmış olabileceği çoğu kez tartışılmış bir
konudur.
Bu Aztek efsanesine farklı bir bakış açısı kazandırabilmek için onunla paralellik
gösteren yerlerle ilişkili isimlerin köken ve anlamlarına bakmak gerekir.
Cholula kelimesini Nahua*** dilinde "sığınak yeri" anlamına gelen Cholollan'dır kelimesinden gelmektedir.
Teotihuacan kelimesi ise "İnsanların Tanrı Olduğu Yer" demektir.
Chimalpopoca metinlerinde, Teotihuacan ve Cholula ile ilişkilendirilen tanrı Tüylü Yılan'ın bir süre Dünya'da yaşadıktan sonra kız kardeşi olan
bekâr rahibe ile birlikte içerek sarhoş olduğu, onunla çiftleştiği ve kutsal
yükümlülüklerini ihmal ettiği anlatılır. Ertesi gün o ve ona tabi olanlar
muazzam bir taş sandık dikerler. Tüylü Yılan bu sandığın içine uzanır,
her yeri yeşim taşı ile kaplanır ve ateşe verilir. Külleri ve yüreği göklere
yükselince sabah yıldızına yani Venüs'e dönüşür.
Antik Yunan'ın Gigant anlatısı, devlerin dağların tepesine devasa kayaları
yığarak Olimpos'u yani gökyüzünü kuşatmaya çalıştıklarını anlatır.
Tüm bu benzerliklerin nasıl var olduğunun cevabı insanoğlunun göğe yüklediği kutsallıkta yatar. Gökyüzünün tanrıların ya da cennetin mekanı olduğu düşünüldüğünden bu kutsal alana erişme çabalarına yönelik hikayeler türetilmiş, yüksek yapılar inşa edilmiştir. Yani benzerliklerin asıl nedeni kolektif bilinçtir. Kimilerine göre ise bu benzerliklerin
çok daha gizemli nedenleri vardır...
DİPNOTLAR
* Kur'an'da arşa istiva eden
Allah gibi Yahve'de göktedir. Bu İbrahimi dinlerin geleneksel
inancıdır.
** Bilinmeyen bir şeyin
kökenini açıklayan bir mit türüdür.
*** Nahuatl, Meksika'da ve El Salvador'da Nahualar tarafından
konuşulan bir dildir.
KAYNAKLAR
[1] Yaratılış 11:1-9
[2] George, Andrew (2007) "The Tower of Babel: Archaeology, history
and cuneiform texts" Archiv für Orientforschung, 51 (2005/2006). pp. 75–95
Uzun ömürlü ve etkili Eski Mısır medeniyetinin eşsiz özelliklerinin çoğu sanki
dünyaya değil de başka bir yere aitmiş gibi görünebilir. Eski Mısır'ın bazı
tuhaf inançlara ve ilginç geleneklere ev sahipliği yaptığı gerçeği bir sır
değildir. Fakat bunların tümü Mısır halkı için derin anlamlar taşıyordu ve dini
öneme sahipti. Bu geleneklerin en eski ve en tuhaflarından biri kesinlikle
mumyalama sürecidir. Peki eski Mısır'da ölüler nasıl ve neden mumyalanıyordu?
Yıllar geçtikçe ketenle sarılmış klasik mumya tasviri eski Mısırlıların
sembolü haline geldi. Ama gerçek "mumya" kelimesinin bununla hiçbir ilgisi
yok! Bu basit kelimenin epey zorlu bir geçmişi var. İngilizce versiyonu,
Latince "mumia" kelimesinden türetilmiştir. Latincedeki bu kelime de Farsça
"mum" anlamına gelen "mūm" kelimesinin kökünden doğan Arapça mūmiya
(مومياء) kelimesinden türetilmişti.
Mumyalanmış bir cesedi ifade eden bu terim nihayetinde İngilizceye girdi ve
1600'lerde doğal yollarla çürümeye karşı korunmuş, kurumuş insan bedenleri
için uygulanacak bir kelime olarak kullanıldı. Bu nedenle günümüzdeki mumya
kelimesi yalnızca eski Mısır'ın mumyalanmış bedenlerine atıfta bulunmaz.
"Mumya" doğal veya yapay süreçlerle korunan her tür vücuttur. Ancak elbette
tüm mumyalar eski Mısır'da bulunanlar kadar büyüleyici ve muammalı değildir.
Muhtemelen Mısır'ın keşfedilen en eski mumyaları hanedanlık öncesi Gebeleyn
(Gebelein) mumyalarıdır. Önemli bir antik Mısır şehri olan Gebeleyn, eski
Mısır'da, Nil nehri üzerinde, Teb'in yaklaşık 40 kilometre güneyinde
bulunuyordu. Seyrek mezar eşyalarının yer aldığı sığ mezarlarda bulunan bu
altı mumya, hanedanlık öncesi dönem denen eski Mısır uygarlığının en erken
evrelerinden gelmektedir. Buradaki altı ceset, içinde bulundukları kuraklık
sayesinde doğal yollarla mumyalanabilmişlerdi. Sıcak kumlar ve kuru hava bu
bedenlerin nispeten iyi korunmasına yardımcı olmuştu. MÖ 3400 civarlarına
tarihlendiklerini akılda tutmak gerek, inanılmaz eskiler. Elde edilen bu
mumyalar sayesinde cenaze törenlerinin ve mumyalamanın gelişimine de önemli
bir bakış kazandırdılar.
Çünkü mumyalardan üçünün vücudu diğerlerinden farklı malzemelerle kaplanmıştı.
Bunlar kamış hasırlar, hayvan derileri ve palmiye lifleriydi. Bu belki de
mumyalama süreçlerine yardımcı olmak için erken bir girişimdi. Hanedanlık
öncesi dönemde çoğu ceset çıplak gömülürken, bazıları yavaş yavaş daha
karmaşık bir defin ve mumyalama biçimine dönüşmüş, bu tür kumaşlarla sarılmış
veya örtülmüştü.
Tabi ki bir medeniyet geliştikçe her yönden gelişir. Özellikle önem
gösterdikleri yönleri mutlaka gelişme gösterir. Ve elbette ölümün kendisi bir
medeniyet için yaşam kadar önemli olabilir. Eski Mısırlılar için ölüm ve öbür
dünya Mısır dininin temel taşlarından biriydi. Zaman ilerledikçe artan cenaze
törenleri bir dizi kalıp ve gelenekle kültüre tamamen yerleşmişti.
Bu geleneklerden en önemlisi haline gelen uygulama, Mumyalama - bedenin
korunması - işlemiydi. Mısırlılar öbür dünyada birinin konumu güvence altına
alacaksa bunun yolunun cesedin korunmasından geçtiğine inanıyorlardı. Bunda
inanmakta oldukları "Ka" kavramının da etkisi büyüktü.
İnanışa göre kişi ölünce "ka (ruh-bedenin ikizi)" vücudu terk ediyordu ancak beden korunabilirse
ruh ona geri dönebilirdi. Böylelikle korunmuş beden öteki dünyada Osiris'in
önüne gidebilir, burada ruhuyla yeniden birleşebilir , daha sonra öbür dünyada
neşe içinde yaşayabilirdi. Ancak bir beden korunmazsa önemli olan bu yeniden
doğuş döngüsü tamamlanamayacaktı.
İnanışa göre korunan ceset ile öteki dünyada kişi sorguya çekiliyordu.
Yargılama sırasında kişilerin kalpleri tartılır ve bir Ma'at tüyü ile
karşılaştırılırdı. Erdemli bir hayat sürmüş olanlar ahiret tanrısı Osiris'in
yönettiği göksel cennet olan Aaru'da karşılanırdı. Aaru ise "sazlık tarlası"
anlamına geliyordu.
Eski Mısır'ın cenaze törenleri ve gelenekleri tuhaf görünse de karmaşık
mumyalama süreci antik Mısır halkının ölüm ve öbür dünya ile ilgili karmaşık
inanışlarının bir parçasıydı.
Öteki hayat inancı bu kadar önemli olunca Mısırlılar mumyalama sürecindeki
ustalıklarını kademeli olarak mükemmelleştirdiler. Bu konuda onlara yardımcı
olacak temel bileşenlerden biri kuzey Mısır'da çok önemli bir yer olan Natrun
Vadisi'nde bulunan ve onlar için kutsal sayılan bir tür doğal tuz olan
natron'du. Natron, az miktarda sodyum klorür ve sodyum sülfat ile birlikte
doğal olarak oluşan bir sodyum karbonat dekahidrat ve yaklaşık %17 sodyum
bikarbonattan oluşur. Bu benzersiz element kombinasyonu vücudu hızlı bir
şekilde kurutarak mumyalama sürecine yardımcı olduğu kabul edilen harika bir
doğal kurutma malzemesi haline gelmiş, vücudu zaman içinde korumanın önemli
bir yönüne zemin hazırlamıştır.
Fakat mumyalama işlemi uzun ve karmaşık bir süreçti. İşe genellikle ölen
kişinin beyninin alınmasıyla başlanırdı. Beynin çıkarılması mumyalama
işleminin en şaşırtıcı yönlerinden biri olmaya devam ediyor. Bilim insanları
bu işlemin genellikle burundan beyin boşluğuna sokulan özel bir kanca ile ya
da kafatasına yerleştirilen özel bir çubukla yapıldığı konusunda hemfikirdir.
Her iki durumda da sıvılaştırılmış olan beyin ölen kişinin burnundan dışarı
akıyordu. Akabinde sonraki aşamaya geçiyorlardı. Fakat Mısırlılar beyine hiç
önem vermiyordu. Onlar tüm düşüncelerden sorumlu olan organın kişinin kalbi
olduğuna inanıyorlardı. İşte bu inanış Mısır'dan Yahudilere, onlardan da
Muhammed ve çevresindekilere geçmişti. Bu yüzden Kur'an ve İbrahimi dinlerde
düşünme eyleminden bahsedilirken hep kalbe vurgu yapılır. Bu yanlışı kurtarmak
isteyenler ise "bunlar mecazdır" demekten başka çare bulamazlar.
Mısırlılar boşalttıkları beyin boşluğunu daha sonra özel bir koku ve ağaç
reçinesi karışımı ile doldururdu. Bu karışım hem çürüme kokularını en aza
indirmeye yarıyor hem de kafatasında kalan herhangi bir beyin
artığının-parçasının bozulma sürecini durdurdu.
İşlem daha sonra ölen kişinin karın bölgesine doğru devam ediyordu. Karın
kesilerek açılır ve ana organlar çıkarılır, tuz veya natronla kaplandıktan
sonra mumyalanmış gövdenin yanına gömülmek üzere özel kanopik kaplara
dikkatlice yerleştirilirdi. Bu süreçte çoğu zaman kalp çıkarılmazdı. Boşalan
karın bölgesi yine kötü ölüm kokularını engelleyen aromatik karışımlarla
doldurulurdu.
Bu işlem bittikten sonra hazırlanan vücut natron ile ovularak tamamen örtülmüş
gale getirilirdi. Daha sonra dehidrasyon süreci tamamlanana kadar 30 ila 70
gün arasında değişen bir süre boyunca natronda kalırdı. Bu süre sonunda ölünün
bedeni artık mumyalanabilir hale gelirdi.
Yine İbrahimi dinlerde olduğu gibi ölünün vücudu yıkanırdı. Hoş kokulu
yağlarla kaplanır* ve ardından
birkaç kat reçine ile kaplanırdı. Reçine daha sonra tüm vücudu şerit şerit
sarmakta kullanılan keten katmanları için doğal bir yapıştırıcı görevi
görüyordu. Son aşamaya gelindiğinde ölünün vücudu cenaze maskeleriyle
süslenebiliyordu ancak bu işlem yüksek sınıftan bireyler için uygulanıyordu.
Yani farklı sosyal sınıflardan insanların bedenlerinin mumyalanma süreci de
farklıydı. Kahire'deki Mısır Müzesi'nde bulunan I. Amenhotep'in mumyalanmış
gövdesi için kullanılan malzemeler daha özenli ve zaman alıcıydı. Ayrıca
mezarı maske ile süslenmişti.
Mumyalama süreci üç sınıfa ayrılıyordu: İlki, üst sınıftan soylular için iyi
ölçekli, asil, ayrıntılı bir mumyalama işlemiydi. Diğer ikisi ise yoksul ve
daha düşük sınıftan vatandaşlar için uygun görülen orta veya düşük ölçekli bir
süreçti. Benzer şekilde mumyalama işlemi büyük olasılıkla farklı memur
sınıfları tarafından yapılıyordu. Üst düzey mumyalama önemli ve soylu bir
geçmişe sahip rahipler tarafından yapılırken, diğer sınıftan mumyalama
işlemleri Mısır rahipliğindeki en düşük sınıf tarafından yapılıyordu.
Parasal yada sınıfsal gücünüze bağlı olarak mumyalama işleminde
değişiklikler yapılabiliyordu. Bazı yoksul aileler bedeni mumyalanması için
vermeden önce çürümesine izin veriyorlardı. Eğer bunu yapmazlarsa yakın
zamanda ölen genç kadınların bedenleri cinsel yönden kötüye kullanılacaktı
(nekrofili).
Süreçler de sosyal statüye bağlı olarak farklılık gösteriyordu. Orta seviye
mumyalama işlemi için uygulanan daha az işlem vardı. Karın boşluğu açılmaz,
bunun yerine onları sıvılaştıran sedir yağı ile doldurulup basitçe boşaltılır,
susuz kalan ceset aileye verilirdi. En düşük sınıf için uygulanan mumyalama
işlemi çok kabaydı. Her zaman mevcut olan nekrofili olasılığının yanı sıra,
vücut basit ve hızlı bir şekilde tüm iç organlardan yoksun bırakılır, belirli
sayıda gün boyunca natrona yatırılır ve bir kez tamamen kuruduktan sonra
aileye bu şekilde cenaze için iade edilirdi.
Mumyalama süreciyle ilgili bu ayrıntılı bilgiler eski Mısır'da var olan sosyal
bölünmeler ve kast sistemi hakkında önemli bilgiler sağlar. Sınıflara ayrılsa
da mumyalama süreci genellikle zengin ya da fakir her vatandaşın kullanımına
açıktı. Bu durum onların ölüme odaklanan önemli inançlardan kaynaklanıyordu.
Ölen kişinin öbür dünyada ihtiyaç duyduğu iç organlarını saklamak için
kullanılan kanopik kavanozların her biri çakal, maymun, şahin ve insan başlı
farklı tanrıları temsil ediyordu.
Bu kavanozlar genellikle dört taneydi ve iç organların dört koruyucu tanrısını
temsil ediyordu. Çünkü bunlar vücudun önemli parçalarıydı ve öbür dünya için
korunmaları gerekiyordu. Bu yüzden onları tanrı Horus'un dört oğlu koruyordu.
Bu tanrılar Hapi, Duamutef, Imset ve şahin başlı Kebehsenuef 'di(Qebehsenuef).
Her birinin kendi rolü vardı. Hapi, ölen kişinin ciğerlerini koruyan maymun
başlı tanrıydı. Mide, çakal başlı tanrı Duamutef tarafından korunuyordu.
Kebehsenuef şahin başlıydı, ince ve kalın bağırsakları koruyordu. İnsan
başlı tanrı Imset ise karaciğeri koruyordu. Kalp çıkarılmıyor; Yargı
Salonundaki bir tüye karşı Tanrıça Maat'ın terazisinde tartılmak üzere**
vücudun içinde kalıyordu.
Bu ayrıntılı mumyalama süreci ve onu ilişkilendiren karmaşık inançlar en iyi
şekilde birinci sınıf kişilerin, firavunların ve soyluların cenazelerinde
gözlemlenir. Buna örnek olarak 18. hanedanlığın ünlü firavunu Tutankamon'u
verebiliriz. Onun mumyalanmış bedeni yaklaşık 3.300 yaşında olmasına rağmen
yine de bu süreçleri çarpıcı ayrıntılarla sergiliyor.
Kral öbür dünyaya savurganca bir tutumla hazırlanmıştı. Mumyalanmış vücudu
üç özel tabutla korunuyordu. İç içe geçen bu tabutlar bir lahit içinde yer
almış ve dört bölmeden oluşan odaya yerleştirilmişti. Ancak mumyalanmış
beden, mumyalama sürecinin kendisi hakkında önemli bir anlayış sağladığı
için araştırmacıların ilgisini özellikle çekiyordu.
Firavunun vücudu çok sayıda keten katmanına sarılmış ve aşırı derecede özel
yağlarla kaplanmıştır. Birbirini izleyen her sargı tabakası, firavuna öbür
dünyada hizmet edecek değerli eşyaları içerir. Zengin cenaze eşyalarıyla
birlikte hazırlanan Tutankamon'un mumyası Mısır'daki en önemli keşiflerden
biri olmaya devam ediyor.
Mısırlıların sadece ölen vatandaşlarını değil hayvanları da mumyalıyordu. Bazı
hayvanlar sahiplerine eşlik etmeleri için evcil hayvanlar olarak mumyalanırken
diğerleri çoğunlukla tanrılara kurban olması yada öte alemde dirilecek olan
kişinin yemesi amacıyla mumyalanıyordu.
Mısır tanrılarının büyük çoğunluğunun hayvani tabiat ve tasvirlere sahip
olduğundan onları onurlandırmak ve beğenilerini kazanmak için bağlantılı
oldukları hayvanlar kullanılırdı. Arkeologlar, şahinler, timsahlar, ibisler,
kediler, babunlar, balıklar, firavun fareleri, çakallar, köpekler, böcekler,
yılanlar gibi çeşitli hayvan mumyalarının bulunduğu mezarlıklar keşfettiler.
Sadece Sakkara mezar alanlarında 500.000'den fazla mumyalanmış aynak (ibis)
olduğu tahmin edilmektedir. Aynı şekilde mumyalanmış kedilerin bulunduğu
alanlar da keşfedilmiştir.
Günümüz anlayışına göre kötü ve iğrenç görünebilecek bu mumyalama süreçleri
eski Mısırlılar için Mısır dininin temeliydi ve kutsaldı.
DİPNOTLAR
* Ölüyü yıkama geleneği İbrahimi dinlerde görülürken,
yağlama-tütsüleme-baharatlama gibi işlemler Yahudi-Hristiyan geleneğinde yer
almaktadır.
** Kalbin Maat tüyüne karşı tartılması inancında Maat'ın tüyü dengeli
yani iyi bir yaşamı, iyi insan olmayı simgeler. Kişinin kalbi, yani kişi
terazide bunun karşısına konarak tartılır. Bu durum İbrahimi dinlerde "günah
ve sevapların tartılması" olarak görülür.
KAYNAKLAR
Budge, Sir Edward Wallis. The mummy; a handbook of Egyptian funerary
archaeology
Brier, Bob. Egyptian Mummies: Unraveling the Secrets of an Ancient Art.
1996.
Aufderheide, A. 2003. The Scientific Study of Mummies.
Bloxam, E. and Shaw, I. 2020. The Oxford Handbook of Egyptology.
Sümer'deki tufan mitosuna geçmeden önce konuya dair sık sık yöneltilen
sorulardan birini açıklığa kavuşturmam gerek: "Tufan efsanesi yalansa neden
birçok toplum bundan bahsetmiş?"
Bir toplumun sahip olduğu efsaneler ya benzer durumlarla karşılaşan
topluluklarınkine benzeşen efsaneler üretmeleri yada farklı kültür ve
uygarlıkların efsanelerinin yayılması yolu ile gerçekleşir. Yayılmadan kastım;
Ticari amaçlı gidip-gelmeler, gezginler, gezici halk tiyatroları, göç ve
istilalardır. Yayılmanın en basit örneği çoğu Babil tanrı ve tanrıçalarının
antik Yunan ve Arap topraklarında bile var olmuş olmasıdır.
Yayılmaya bir diğer örnek Adapa efsanesini içeren tabletin Mısır'da ortaya
çıkmış olmasıdır. Mısırlılar Adapa efsanesinin yazıldığı bu tableti kendi
halklarına çiviyazısı öğretmek için topraklarına kadar götürüp muhafaza
etmişler, bu yolla efsaneyi de kendi topraklarına taşımış oldular.
Yine arkeolojik keşifler sonrası Adapa tabletine benzer şekilde Gılgamış
efsanesinin yazılı olduğu bir tablet bölümü de Mısır topraklarında
bulunmuştur.
Dolayısı ile insanlar ne kadar uzun süredir dünya üzerinde yaşadığı ve benzer
durumların kaç bin kez yaşanmış olabileceği düşünüldüğünde aynı yada benzer
efsanelerin başka toplumlarda görülmesi onun gerçek olduğunun delili olamaz.
SÜMER TUFAN EFSANESİ
Tufan efsanesinin Sümer ve Babil toplumlarındaki biçiminin Dicle-Fırat
vadisinde ortaya çıkışı, efsanenin bu bölgede oluşan su yükselmelerinin,
ürünleri silip süpüren sellerin bir sonucu olarak ortaya çıktığı açıktır.
İbrani mitosundaki Nuh'un antik Sümerli tufan efsanesindeki kökeni M.Ö.
2900'lerde yaşamış olan Kral Ziusudra'dır (𒍣𒌓𒋤𒁺 zi-ud-su₃-ra₂). Ziusudra yada
diğer adıyla Zin-Suddu, günümüzde Tell Fara olarak bilinen ve Fırat nehrinin
kıyısında yer alan antik Sümer şehri Şuruppak'ın kralıdır. Sümer krallar
listesine göre tufandan önceki son Sümer kralının oğludur. [1]
Sümer tufan efsanesini anlatan şiirin başında, kurulmuş olan 5 kent olan
Eridu, Badtibira, Larak, Sippar ve Şuruppak'ın kuruluşları ele alınır.
Şuruppak, Uruk (Erek), Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakaları geçmişte bu
gölgede bir nehir taşkını yaşandığını göstermiş ve tortullar üzerinde yapılan
radyokarbon çalışmaları MÖ 2900 tarihini vermiştir. [2] Yani Ziusudra'nın
yaşadığı dönemde, yaşadıkları bölgede bir nehir taşkını gerçekleştiği, bunun
da efsaneleştirilerek tanrıların temsilcileri olarak gördükleri kral Ziusudra
üzerinden anlatıldığı açıktır. Bildiğiniz üzere eski toplumlara göre krallar
tanrının yeryüzünde seçtiği yarı-ilahi kişilerdir.
Ziusudra'nın ilahi bir kişilik olarak öne çıktığı bu efsaneye göre tanrılar
bir tufan göndererek insanları yok etmek ister. Ama gerekçelerinin ne olduğu
yazılı değildir. Tanrıların bu kararını duyan su tanrısı Bilge Enki, yani
şeytan, tanrılara saygı gösteren, hayvanlara merhamet eden ve kötülükten uzak
duran Ziusudra'ya haber vererek onu tanrıların göndereceği bu yıkımdan
kurtarmak ister. Sippar kentinin kralı Ziusudra'ya bir duvarın kıyısında
durmasını söyler. Ziusudra bu duvarın dibinde beklerken tanrı Enki ona
tanrıların göndereceği felaketi, insanlığı yok etmek istediklerini anlatmakla
kalmaz, aynı zamanda tufandan kurtulmanın yollarını anlatır. Enki tıpkı
İbrahimi dinlerdeki tanrı gibi tufandan kurtarmak istediği kuluna bir gemi
inşa etmesini söyler. Hatta Musevi-Hristiyan teolojisindeki gibi; Tanrı, yani
Enki, kurtarmak istediği bu ilahi kişiliğe geminin (ark) nasıl yapılacağını
bile uzun uzun anlatır. Fakat tabletin bu kısımları kayıptır.
Tufan günü geldiğinde sel her yeri alt üst eder.
Sümer metinlerinde şöyle yazar:
Yedi gün (ve) yedi gece sürdükten
sonra
Tufan ülkenin altım üstüne getirdi,
(Ve) büyük suların üzerindeki
fırtınalar koca kayığı bir o yana bir bu yana salladı durdu.
Göklere (ve) yere ışık saçan [güneş-tanrı] Utu göründü.
Ziusudra koca kayığının bir penceresini açtı,
Kahraman Utu ışınlarını dev kayığın içine getirdi.
Kral Ziusudra
Utu'nun önünde yerlere kapandı,
Sık sık gördüğümüz 7 rakamı bu efsanede 7 gün 7 gece söylemiyle karşımıza
çıkar. Bu hem bir abartma sanatı hem de Sümer panteonunu oluşturan An, Enlil,
Enki, Ninhursag, Nanna, Utu ve İnanna'ya atıftır.
Sel sona erip, Utu güneş ışıklarını dev kayığın içine gönderince Kral Ziusudra
tanrılara kurbanlar sunar. Bir öküz ve bir koyun öldürür. Tabletteki hikaye,
kralın ona sonsuz nefes vererek Dilmun diyarına götüren An ve Enlil'e secde
etmesiyle devam eder:
Kral Ziusudra,
Anu'nun ve Enlil'in önünde yerlere kapandı,
Anu (ve) Enlil hoş davrandılar Ziusudra'ya,
Ona bir tanrı(nınki) gibi [sonsuz] yaşam verdiler,
Bir tanrı(nınki) gibi sonsuz soluk indirdiler onun için.
Sonra, kral Ziusudra'nın
Bitkiler dünyasının (ve) insanlığın soyunun adını sürdüren kişinin,
Karşı taraftaki ülkede, Dilmun ülkesinde, güneşin doğduğu ülkede
oturmasını sağladılar.
Ziusudra'dan bahsederken eski dönem insanı için kralın ve kraliyetin kutsal
görüldüğünden, kralların, tanrıların seçtiği yarı-ilahi kişiler olduğuna
inanıldığından bahsetmiştim. Buradan yola çıkarak, bir nehir taşkınının
efsaneleştirilerek dünyayı sular altında bırakan bir tufan anlatısına
dönüşürken kralın neden bu anlatıya dahil olmuş olabileceğine dair şahsi
görüşümü belirtmek istiyorum.
Fırat nehrinin ucu Basra Körfezi'ne kadar uzanır. Dolayısı ile nehir suları
aşırı yükselir ve büyük çaplı bir baskın yaşanırsa, sel sularına kapılanları
kurtarabilmeniz yada onların cesetlerini bulabilmeniz imkansızlaşır.
Bildiğiniz üzere günümüzde bile bazı büyük sellerde sel sularına kapılan
vatandaşlarımızı bulamıyor yada kilometrelerce uzakta, hatta bazen denizde
buluyoruz.
Bu tufan efsanesinde Dilmun adlı, hayvanların birbirine zarar vermediği,
hastalığın ve yaşlanmanın olmadığı saf ve aydınlık bir yer vardır. Hatta daha
sonra bu efsaneyi türeten ve kendilerine uyarlayan Samiler, Dilmun için
"ölümsüzlerin yaşadığı yer" derler. Yani tüm bunlara bakıldığında bu yer için
bir cennet tasviri demek mümkündür.
Ziusudra'nın nasıl öldüğü şimdilik bilinmiyor. Fakat eğer nehir taşkınından
kaynaklanan bu büyük selde kral Ziusudra'da ortadan kayboldu, sele kapılıp
uzaklara sürüklenip boğularak can verdi ise, kralları kutsal gören bir halk
doğal olarak buna da farklı anlamlar yüklemek ve olay hakkında inanışlar
geliştirmek isteyecektir. İşte bu yüzden yarattıkları tufan efsanesine nehir
taşkını sonrası ortadan kaybolan Ziusudra'yı eklemeleri ve onun seçilmiş biri
olarak ölmediğini, tanrıların onu kurtarıp ödüllendirdiğini yazıp bu yolda
inanışlar geliştirmeleri oldukça olası ve normaldir.
BABİL TUFAN EFSANESİ
Gelelim bu efsanenin Babil toplumundaki yansımalarına.
Samilerin Sümer'i fethettikten sonra onların çivi yazılarını ve hikayelerini
kendilerine uyarladığını ve bu Samilerin bir bölümünün Babil'i kurduğunu
biliyoruz. Babil'in güneyinde Arap toprakları, batısında Mısır, Libya,
doğusunda Elam ve Persler, kuzeydoğusunda Harran, Ninova, Erbil ve kuzeyinde
Kilikya, onun biraz daha kuzeyinde Kapadokya yer alır. İşte Samilerin
Sümerlerden alarak kendilerine uyarladığı ve efsane bir süre sonra bu bölge ve
topluluklara yayılmaya başlamıştır. Antik Babil tüm bunların ortasında
bulunur.
Gılgamış destanı, destanın ana kahramanı Gılgamış'ın maceralarını anlatır.
Babil tufan efsanesinin Gılgamış destanı ile birleştirildiği görülür. Dolayısı
ile Babil tufan efsanesi Gılgamış ve onun can yoldaşı Enkidu ile ilişkilidir.
Babil mitolojisinde sık sık ölüm ve hastalıktan kaçmanın yani ölümsüzlüğün
arayışı teması işlenir. Sümer mitolojisinde neredeyse hiç karşılaşılmayan bu
durumun Samilerde görülmesi, onların ölüm gerçeğine daha fazla odaklandığını
gösterir.
Gılgamış'ın dostu Enkidu ölünce, Gılgamış ölüm gerçeği ile yüzleşmek zorunda
kalır. İşte tufan efsanesinin başlangıcını da bu oluşturur. Dostunun ölümü
için yas tutan Gılgamış bir gün kendinin de öleceğini anlayarak korkuya
kapılır. Şöyle der:
"Ölünce Enkidu gibi olmayacak mıyım? Karnıma acı girdi. Ölüm korkusuyla
bozkırda başıboş dolaşıp durmaktayım" [3]
Gılgamış ölümsüzlüğe ulaşabilmek için ölümden kurtularak ölümsüz olabilmiş bir
atasını, Utnapiştim'i
bulmaya karar verir. Utnapiştim, Sümer tufan mitosundaki Ziusudra'nın
Babilonyalı karşılığıdır.
Fakat yolculuğun tehlikeli olduğu hakkında kendisine uyarılar da bulunulsa da
Gılgamış'ın ölüm korkusu ve ölümsüzlük isteği daha ağır basar.
Gılgamış ölüm sularını ve Maşu dağlarını aşar; ki bunu daha önce başarabilen
tek varlık Güneş-tanrı Şamaş'tır. Gılgamış, Utnapiştim'e ulaşınca ona nasıl
ölümsüz olduğunu sorar. Hatırlayın, Sümer mitosunda tufandan kurtulan
Ziusudra'ya da ölümsüzlük verilmiş-ölümün ve hastalığın olmadığı Dilmun'a
yerleştirilmişti.
Ölümsüzlüğün sırrını soran Gılgamış'a, atası Utnapiştim tanrıların ölümsüzlüğü
yalnızca kendilerine ayırdığını yani insanlara vermediği söyleyince Gılgamış
ona "o halde sen ölümsüzlüğü nasıl elde ettin?" diye sorar. Bunun üzerine
Utnapiştim anlatacağı şeyin gizli bir bilgi, tanrılara ait bir sır (giz)
olduğunu belirterek tufan efsanesini anlatmaya başlar.
Utnapiştim, kendisinin Şuruppak kentinden olduğu söyler. İnsanları çamurdan ve
ilahi kandan yaratan tanrı Ea'nın ona kamış kulübesinin duvarından seslenerek
insanlar çok ses çıkardığı için Enlil'in onları öldürmeye karar verdiğini,
tanrıların tufan göndereceğini haber verdiğini açıklar. [5][6] Ea, Sümer
tanrısı Enki'nin Babil varyantıdır.
Tufanı açıklayan Ea, Utnapiştim'e bir tekne yapmasını ve yaşayan tüm
canlıların tohumunu bu geminin içine koymasını söyler.
Utnapiştim, Ea'ya tüm bu yapacaklarını kendi hemşerilerine nasıl
açıklayacağını sorar. Ea'nın önerisi üzerine halkına Enlil'in nefretini
üzerine çektiğini, bu yüzden onun ülkesinden sürgün edildiğini söyler ve bu
yüzden tanrı Ea ile birlikte kalmak için derinliğe ineceğini belirtir.
Halkına Enlil tarafından lanetlendiğini, öfkesinin hedefi olduğunu
söylediğinden onlara aynı zamanda şehri terk ettiğinde Enlil'in onlar üzerine
bolluk-bereket göndereceğini söyler. Bu açıklamalarıyla tanrıların gerçek
niyetini de halktan gizlemiş olur.
Utnapiştim küp şeklinde bir gemi (ark) inşa eder ve Ea'nın talimatlarını
uygulamaya koyulur. Tablette şöyle yazar:
(Sahip olduğum her şeyi) gemiye yükledim;
Sahip olduğum gümüşün hepsini ona yükledim ;
(sahip olduğum ) altının hepsini ona yükledim;
Sahip olduğum tüm canlı varlıkları (yükledim ) ona.
Tüm ailemi ve akrabamı gemiye yolladım.
Kırın hayvanlarını, kırın yabanıl varlıklarını,
Tüm zanaatçıları tekneye yolladım. [4]
Babil'de fırtına tanrısı Adad, yeraltı tanrısı Nergal'dır. İştar'ın
kışkırtmasıyla insanları yok etmeye karar veren tanrılar tufanı başlatır.
Fırtına tanrısı Adad gürleyip yeraltı tanrısı Nergal göklerdeki okyanusun
sularını tutan sütunları yıkınca tufan başlar. Anunnaki tanrıları meşalelerle
ülkeyi ateşe verir. Yaşanan durum karşısında tanrıların bile dehşete düştüğü,
tıpkı ürkek köpekler gibi göğün duvarının dibine sindikleri anlatılır:
Sabah erkenden, şafak vakti ufuktan kara bir bulut yükseldi.
Hava korkunçtu.
Utnapiştim tekneye bindi ve tekneyi ve içindekileri girişi mühürleyen tekne
kaptanı Puzurammurri'ye emanet etti.
Gök gürültüsü tanrısı Adad bulutun içinde gürledi ve fırtına tanrıları
Sullar (Shullat yada Shullar) ve Haniş (Ḫanish) dağların ve karanın
üzerinden geçti. [7]
Erragal bağlama direklerini çıkardı ve bentler taştı.
Anunnaki tanrıları toprakları yıldırımlarıyla aydınlattı.
Her şeyi karanlığa çeviren Adad'ın eylemleriyle şaşkınlık yaşandı. Arazi
bir çömlek gibi paramparça oldu.
Gün boyu güney rüzgarı hızla esti ve su saldırır gibi halkı ezdi.
Kimse arkadaşlarını göremedi. Seldekiler birbirlerini tanıyamadılar.
Tanrılar selden korktular ve Anu cennetine çekildiler. Duvarın dibinde
yatan köpekler gibi korktular.
İştar, doğum yapan bir kadın gibi çığlık attı.
Tanrıların Hanımı eski günlerin çamura döndüğünü feryat etti, çünkü
"Tanrılar Meclisi'nde kötü şeyler söyledim, denizi balık gibi dolduran
halkımı yok etmek için bir felaket emrediyordum." dedi.
Diğer tanrılar da onunla ağlıyordu ve kederle hıçkıra hıçkıra oturdu,
susuzluktan dudakları kavruldu.
Sel ve rüzgar altı gün altı gece sürdü ve
araziyi dümdüz etti.
Yedinci gün fırtına doğum yapan bir kadın gibi dövünüyordu.
Tablet metninde İştar'ın dövünüp pişman olduğunu yazıyor. İştar Venüs
gezenidir. Venüs, Güneş doğmadan hemen önce yada sonra görünür. Bu
hareketlerinden dolayı Venüs gezegeni ve onunla ilişkilendirilen birçok
tanrı-tanrıça felaketin habercisi olarak görülmüştür. Tabletteki metinde
tufanın "sabah erkenden, şafak vakti" başladığı yazar. Bu da yaşanan büyük
çaplı nehir taşkınının Güneş battıktan hemen sonra gökyüzünde görülen Venüs
yani İştar ile ilişkilendirildiğinin kanıtıdır.
Şuruppak, Uruk, Kiş ve diğer yerlerdeki tortul tabakalarının geçmişte bu
gölgede bir nehir taşkını yaşandığını gösterdiğini ve radyokarbon testleri
yapılan tortulların MÖ 2900'e tarihlendiğini belirtmiştim. [2] İşte Şuruppak
ve çevresinde yaşanan nehir taşkını muhtemelen sabah yıldızı Venüs göründükten
sonra yaşanmış olmalı ki insanlar bu taşkınla İştar'ı ilişkilendirmiş ve onun
tanrıları kışkırttığını düşünmüşler. Daha sonra bu yaşananları 1'i 40 yaparak,
abartılı bir hikayeye dönüştürerek Gılgamış Destanı'na dahil etmişlerdir.
Babil mitosunda anlatılan tufan 6 gün 6 gece sürer ve bu süre boyunca fırtına
ortalığı darmadağın eder. 7.gün geldiğinde fırtına yatışınca (7.günün ve 7.nin
kutsallığı) Utnapiştim gemisinden dışarı bakar, her yer dümdüz olmuş ve tüm
insanlar balçığa dönüşmüştür. Gemi Nisir dağında karaya oturduktan
sonra 7 gün daha bekleyen Utnapiştim bir kumru gönderir. Kumru konacak yer
bulamayıp dönünce kırlangıç yollar fakat o da dönünce bu sefer kuzgun
gönderir. Yiyecek bulan kuzgun tekrar geri dönmeyince Utnapiştim gemideki
herkesi (hayvanları ve akrabalarını) dışarı bırakır, akabinde tanrılara kurban
sunar, buhur yakar. Ateşe verilen kurbanın hoş kokusu alan tanrılar kurbanın
üzerine tıpkı sinekler gibi üşüşürler.
Yani günümüzdeki "adak" inancına benzer şekilde felaketten canlı çıkan
Utnapiştim kan akıtıp tanrısı için kurban kesmiştir. Günümüzde bile bu gelenek
devam etmekte ve kesilen adak ile tanrıdan korunma, bereket veya yardım
istenir. Kurban'da da asıl maksat kan akıtmaktır, kökeni ve özü budur.
Buhur'un bunlardan farkı ise kurban verilen hayvanın etinin yakılmasıdır. Bu
uygulamayı İbrahimi dinler arasında en çok Musevilikte görürüz.
Tufan efsanesine geri dönersek, gemidekiler dışarı çıktıktan sonra yaşananlar
tablette şöyle anlatılır:
O bir koyun kurban etti ve dağlık bir Zigguratta buhur sundu, buraya 14
kurbanlık kap koydu ve ateşe saz, sedir ve mersin döktü.
Tanrılar kurbanlık hayvanın tatlı kokusunu kokladılar ve kurbanın üzerine
sinekler gibi toplandılar.
Sonra büyük tanrıça geldi, sineklerini (boncuklarını) kaldırdı ve
dedi:
"Tanrılar, tıpkı boynumdaki bu lapis lazuli'yi (muskayı) unutmadığım
gibi, bu günleri de düşüneceğim ve onları asla unutmayacağım! Tanrılar
kurban adağına gelebilir. Ama Enlil gelemez, çünkü o sel oldu ve
[sonuçlarını] düşünmeden halkımı yok etti. "
Enlil geldiğinde kayığı gördü ve İgigi tanrılarına öfkelendi. "Canlı
nereden kaçtı? Hiçbir insan yok oluştan hayatta kalamaz!" Dedi.
Ninurta, Enlil'le konuştu ve "Böyle bir şeyi Ea'dan başka kim yapabilir?
Tüm planlarımızı bilen Ea'dır." dedi.
Ea, Enlil'le konuştu ve "O sendin, Tanrıların Bilgesi. Düşünmeden nasıl
bir sel meydana getirebilirsin?"
Ea daha sonra Enlil'i aşırıya kaçan bir ceza göndermekle suçlar ve ona
şefkat ihtiyacını hatırlatır.
Ea tanrının gizli planını Utnapiştim'e (Atrahasis) sızdırdığını reddeder,
ona sadece bir rüya gönderdiğini kabul eder ve Enlil'in dikkatini sel
kahramanına çevirir.
Daha sonra Ea, Enlil ile Utnapiştim ile ailesi için aracılık eder. Siniri
yatışan Enlil Utnapiştim ile karısının canlarını bağışlamakla kalmaz, aynı
zamanda onları kutsayarak ölümsüzlük bahşeder. Fakat onların uzakta,
ırmakların ağzında oturmalarına karar verir.
İşte Sümer kökenli olan ve Babil toplumu tarafından değiştirilerek daha da
detaylandırılan bu tufan efsanesi çevre bölgelerdeki topluluklarca tekrar
elden geçirilerek dinlerinde ve kutsal olduğunu iddia ettikleri kitaplarında
yer almıştır. İbrahimi dinlere geçen bu efsane Musevilik'ten Hristiyanlık ve
İslamiyet'e geçmiştir. İbrahimi dinler içerisinde bu efsaneyi duyup derleyen
ve kendi dinlerine entegre eden Museviler, baş roldeki Ziusudra yada
Utnapiştim yerine dinlerinin en büyük peygamberi olarak gördükleri Musa'yı
yerleştirmiştir. Tevrat'a taşınan bu efsane daha sonra Kur'an'da yer almıştır.
Dinlerin "eskilerin masalları" olduğunu görmek istemeyen bir grup insan "Allah
ker topluma bir peygamber gönderdi" yada "İşte bunlar İslam'ın o dönemde de
var olduğunun fakat bozulduğunun göstergesidir" deseler de ortada ne 124.000
peygamber veya "her topluma bir peygamber" iddiasını doğrulayacak bir belge ne
de "İslam'ın ve peygamberlerin o dönemde de var olduğu ve Allah'ı tebliğ
ettiğine dair" en ufak bir iz bulunmamaktadır. Görüldüğü üzere İbrahimi
dinlere taşınan Sümer-Babil mitlerinin asıl sahibi olan topluluklar çok
tanrılıdır. Yaşadıkları bölgeden binlerce tablet, kap-kaçak, kabartma vb.
arkeolojik kanıt çıkmıştır. Fakat 1 tanesinde, yalnızca 1 tanesinde bile "bir
peygamberin gelip "İslam'ı yada Allah'ı tebliğ ettiğine" dair bir bulgu-metin yoktur.
Hepsine din-peygamber gitmiştir de hepsi mi bozulmuştur? Bu iddianın delili nedir? Bu
topraklardan çıkan binleri aşkın antik eserde bira tarifinin, bebeklere okunan ninnilerin anlatıldığı tablet
bile çıkarken neden hiçbirinde Allah-Rab-Yahve, İsa,
Musa, Davud yada İslam yoktur ?!
Kendinizi kandırmayın, kendinize karşı dürüst olun. Olmasını istediğiniz
şeyleri uydurup "bu böyledir" deyip gözünüzü gerçeklere kapayarak körü körüne inanmak
yerine yüzünüzü gerçeğe dönmenizi tavsiye ederim.
KAYNAKLAR
Jacobsen, Thorkild (1939), The Sumerian King List, University of
Chicago Press, pp. 75 and 76, footnotes 32 and 34
Crawford, Harriet (1991), Sumer and the Sumerians, p. 19
Pritchard, J. B. (der.) The Ancient Near Eastern Texts Relating to the Old
Testament, s. 88
A.g.e., s. 94
A.g.e., s. 44
Finkel, Irving. The Ark Before Noah. Doubleday, 2014
Day, John (1 December 2002). Yahweh and the Gods and Goddesses of
Canaan. Journal for the study of the Old Testament: Supplement series. 265
(reprint ed.). A&C Black. p. 200
"Secrets of Noah's Ark - Transcript". Nova. PBS.
Cline, Eric H. (2007). From Eden to Exile: Unraveling Mysteries of the Bible. National Geographic. pp. 20–27
Black, Jeremy A.; Cunningham, Graham; Robson, Eleanor; Zólyomi, Gábor, eds. (2006) [2004]. "The Flood story". The Literature of Ancient Sumer. p. 212.
Black, J.A., Cunningham, G., Fluckiger-Hawker, E, Robson, E., and Zólyomi, G. (1998) The Electronic Text Corpus of Sumerian Literature.
George, A. R. (2003). The Babylonian Gilgamesh Epic: Introduction, Critical Edition and Cuneiform Texts. pp. 70
"Epic of Gilgamesh: Tablet XI"
Rendsburg, Gary (2007). "The Biblical flood story in the light of the Gilgamesh flood account," in Gilgamesh and the world of Assyria, eds Azize, J & Weeks, N. Peters, p. 117
●►Patreon üyeliği için: PATREON ●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL