ORHAN GAZİ’NİN EŞLERİ NİLÜFER (HOLOFİRA) HATUN, ASPORÇA HATUN, THEODORA HATUN
Holofira ile Orhan Gazi’nin karşılaşması aslında tesadüfen gelişen bir durumdu. Osman Gazi’ye Bilecik Tekfurunun oğlu ile Holofira’nın düğünü için tuzak amaçlı bir davet gelmişti. Birleşen Tekfurlar bu düğüne davet ettikleri Osman Gazi’yi eğlence sırasında öldürmeyi planlamışlardı. Haberi alan Osman Gazi bir oyun hazırlayarak önceden hazırlık yapmaları amacıyla kaleye kadın kılığındaki Alpleri gönderdi. Kaleyi ele geçirdikten sonra düğüne baskın yapmıştı. Tekfurun planladığı düğünün baskından dolayı gerçekleşememesi üzerine Osman Gazi gelin adayı Holofira’yı oğluna alarak onları evlendirdi.
Holofira için her ne kadar Yarhisar Tekfurunun kız denilse de bu iddia Aşıkpaşazade’den kaynaklanmaktadır. Oysa Bizans tarihçileri tarafında böyle bir bilgi yoktur. Bu durumda Holofira muhtemelen İznikli soylu bir aileden geldiği daha gerçekçi olabilir. Çünkü hayatı boyunca sürekli İznik’te yaşamayı tercih etmişti. Bu isteğinin kökeninde İznik’in Hristiyanlar için bir kutsallığı olmasından kaynaklanıyordu. Hristiyanlık İznik’ten dünyaya açılmıştı ve İznik’te ikinci Ayasofya Kilisesi bulunmaktaydı. Yani İznik aslında Hristiyanlık için Kudüs gibi kutsal bir yerdi o tarihte. Bu yüzden Müslüman olmuş olsa bile Hristiyanlığından hiçbir zaman vazgeçmemiş olduğu apaçıktır. Tekfur kızı olmamasına rağmen soyluluğunda da şüphe yoktur. Çünkü eğer soylu olmasaydı bir Tekfur oğlu onunla evlenmek istemezdi.
Holofira Orhan Gazi ile evlendikten sonra ismini Nilüfer (Ülüfer) olarak değiştirdiler. Nilüfer hem Holofira adıyla benzeşme yapıyordu hem de Türkçede çiçek adı olarak geçiyordu. Ancak İbn-i Batuta’nın aktardığı bilgiye göre İznik’te Nilüfer hatun ile tanıştığında kendisini Beylûn Hatun olarak tanıttığını söyler. Üstelik Orhan Gazi’nin hem ilk hem de baş hatunudur.
Holofira bir Bizanslı yani Rum idi. Ondan olan oğlu I. Murat ve sonrakiler de padişah olduğundan dolayı Osmanlı’nın devam eden soyu Türk ve Rum genleri ile devam edecekti.
Orhan Gazi’nin ikinci eşi ise Asporça Hatun idi. Asporça hatun da Bizanslı yani Rum olup Bizans İmparatoru III. Andronikos‘un kızıydı. Orhan Gazi’nin Asporça Hatundan İbrahim adında bir oğlu ve Fatma ile Selçuk adında iki kızı olmuştu.
Orhan Gazi’nin son eşi ise yine Bizans imparatorunun kızı Theodora Kantakuzini idi. Theodora, Bizans İmparatoru VI. Ioannis’in Cermen asıllı eşi olan Kraliçe İrini Asanina’dan olma kızıydı. VI. İoannis Bizans iç savaşı sırasında Orhan Gazi’nin desteğini almak için ona kızını verdi. Düğünden sonra Orhan Gazi kendi otağına döndü İmparator, kızı Theodora, Orhan Gazi’nin oğullarını ve akrabalarını alıp Konstantinopolis’e Kraliçeyi ziyaret etmeleri için götürdü. Dönüşte hediyelerle uğurladılar. Theodora evlendikten sonra diğerleri gibi devşirilmedi. Hristiyan olarak kalan tek Osmanlı geliniydi. Üstelik evliliği süresince bulunduğu her ortamda Hristiyanları desteklemişti.
Orhan Gazi’nin oğlu Şehzade Halil (Korsanlarca kaçırılan Şehzade) Theodora’dan olmuştu. Şehzade Halil evlilik çağına geldiğinde teyzesinin kızı (Theodora’nın kızkardeşi Eleni Kantakuzini’nin kızı) ile evlendi. Theodora evliliği boyunca Orhan Gazi ile beraber yaşadı. Ancak Orhan Gazi’nin vefatı sonrasında Konstantinopolis’e döndü. Bir süre IV. Andonikos Theodora’yı Galata’da hapsetti.
Yazan: Sedat Karadayı
KULAKTAN KULAĞA YAYILAN BİR YALAN
Kutsal Kâse hikayesi İsa’nın Son akşam yemeğinde kullandığı söylenen ve mucize
güçleri olan bir kadeh diye anlatılır. Ayrıca Aramatyalı Yusuf’un çarmıha
gerildiğinde İsa’dan damlayan kanları bu kadehte biriktirdiğine inanılır.
Ancak bu olaydan yüzyıllarca hiç söz edilmez. İsa ile ilgili olan her şey
şimdiye kadar yazılmış tüm İncillerde bir bir, harfi harfine ve en ince
detayına kadar anlatıldığı halde ne Matta’da ne Yohanna’da ne Luca da ne de
Markos da Kutsal Kâse ya da Kadeh ile ilgili tek bir kelime bile geçmez. Hatta
Son Akşam Yemeği ile ilgili bölümde dahi yedikleri kuru ekmekten içtikleri
şaraptan söz edilir ama Kutsal Kâse’den hiç söz edilmez.
Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.
Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.
Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?
Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.
Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.
Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.
Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.
Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.
Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.
Bir kahramanımız daha var; Aramatyalı Yusuf. Yusuf, Roma İmparatorluğunun Yahudiye Eyaletinin Aramatya kasabasında doğmuştu. Söylentilere göre Yusuf, Kutsal Kâse’yi yanında taşıyordu ve İsa’nın bedeninden akan kanı bu kâse içinde biriktirmişti. İsa’nın ölümü gerçekleştikten sonra onu mağaraya kadar taşımış olan kişi de Yusuf idi.
Kanonik İnciller olarak geçen yukarıda yazılı 4 İncil’de de Aramatyalı Yusuf hakkında Kudüs belediyesinde yüksek mevkiye sahip bir üye olduğundan, zengin ve erdem sahibi olduğundan, Yahudiye valisi Pontus Pilatus’tan İsa’nın cesedini isteyecek kadar cesur olduğundan, bu yüzden Yahudi yasalarına aykırı davranarak İsa’nın suçlu sayılmasına ve onursuz bir şekilde gömülmesi gerektiğine rağmen Yusuf tarafından alınıp mağaraya götürülmesine kadar her şey yazılı iken Kutsal Kâseye İsa’nın damlayan kanını topladığından hiç söz edilmez. Petrus’un yazmış olduğu İncil’de Aramatyalı Yusuf hakkında hem İsa hem de Pontus Pilatus’un arkadaşı olduğundan söz edilir. Nikodemus’un yazdığı İncil’de ise Yusuf hakkında İsa’nın çarmıha gerilmesinden sonra tutuklandığı, İsa’nın dirilmesinden sonra İsa tarafından kurtarıldığı yazılıdır ama Kutsal Kâse ile ilgili hiçbir yazı bulunmamaktadır.
Peki bu insanlar neye inanıyorlar? Dedikodulara mı?
Aslında hikâyenin orijinal hali daha farklı bir şekilde Kelt mitolojisinde anlatılırken işgüzar bir Fransız şairin yazdıkları ile tüm dünya Hristiyanları Kutsal Kâse’nin peşine düştü. Fransız şair Robert de Boron Kâse’yi ilk kez Hristiyan dini açısından derleyen ve yaratan kişiydi. Boron’lu Robert, döneminin efsanevi hikayelerinden etkilenerek kendi efsanelerini yaratmıştı. Okuyup etkilendiği Kelt Mitolojisindeki sihirbaz Merlin masallarından, Kral Arthur hikayelerinden esinlenerek Kutsal Kâse’ye dönüşen bu efsaneyi ortaya çıkardı. 1200’lü yıllarda 4. Haçlı seferi sırasında Haçlıları galeyana getirmek amacıyla, Tapınak Şövalyelerini onurlandırmak ya da cesaretlendirmek amacıyla yarattığı yalana tüm Avrupa ve dünya sahiplenerek sürdürmeyi tercih ettiler.
Robert de Boron anlattığı masalda Son Akşam Yemeğinde kullanılan Kâse’nin Aramatyalı Yusuf’ta olduğundan söz ediyor. Bu çok doğal çünkü İsa’yı en son gören ve mezara koyan o değil miydi? Daha sonraki hikayelerde Aramatyalı Yusuf’un Kâse’yi de Kutsal olmasından ötürü yanına alıp Havari Filipus tarafından İngiltere’nin Glastonbury kasabasına gönderilen 12 Misyonerin başında buraya geldiğinden söz ediyor. Ve tabii ki çok da doğal olarak Robert de Boron’un ortaya attığı bu yalan başka yazarların da hoşuna giderek aynı masalı destekleyip yazdıkça halk tarafından doğru kabul ediliyor. Bu da yetmiyor ve Avrupa’nın saygın Hristiyan devletlerinin Hristiyan kralları ve tüm şövalyeler Kutsal Kâse’nin peşine düşüyor. Tam da Türkçede dediğimiz gibi; “Delinin biri kuyuya bir taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” gibi bir şey. Aslında çıkarmaya çalışan da yok hala taş atmaya devam ediyorlar.
Peki işin gerçeği ne? Gerçek şöyle başlıyor; Kutsal Kâse ile ilgili ilk söylenti 12. Yüzyılda yani 1100’lü yıllarda, Kral Arthur ve Yuvarlak Masa Şövalyeleri ile ilgili anlatılan efsanelerde geçer. Bu efsanelerin genel adı “Graal Efsaneleri” olup tamamı Kelt Mitolojisine dayanmaktadır. Kelt mitolojisi ise kullanılan eşyaların sağladığı mucizeleri fazlasıyla işlemesiyle meşhurdur. Kayadan çıkarılamayan ve sadece Camelot Kralı, Uther’in soyundan birisinin çıkarabileceği Excalibur gibi ya da bolluk yaratan boynuzlar gibi veya hastaları iyileştiren, ölüleri dirilten kazanlar gibi hikayeler Kelt Mitolojisini besleyen efsanelerdir. Bu efsanelerden birisi Dagda isimli iyi bir Tanrıyı anlatır. Kelt Tanrıların babası olarak geçen Dagda, Tuatha De Danaan ırkının lideridir. Tanrıça Danu’un da oğlu olan Dagda’nın bir kazanı vardır. İşte bu kazan sihirli olup iyi tanrı Dagda’ya sonsuz bir gençlik vermektedir. Başka bir efsanede ise yine Dagda’ya benzetilen Kutsanmış Bran’a bu kazan ölümsüzlük vermekteydi.
Etimolojik açıdan bakacak olursak “Holy Grail” olarak bilinen Kutsal Kâse Orta Çağ Latincesinde “Gradalis” sözcüğünden geliyordu. Tam Türkçesi tabak anlamına gelen Gradalis, Kelt Mitolojisinde ise geniş ağızlı veya kenarları alçak kap anlamına gelen “Graal” kelimesi ile biliniyordu.
Kâse ile ilgili ilk hikâye Fransa’nın Troyes kasabasında dünyaya gelmiş olan Chertien de Troyes isimli bir halk ozanı ve hikayecisi (Türklerdeki Meddah’ın yazı ile anlatanı) tarafından İngiltere’de Kelt, Fransa’da Gal olarak bilinen halkın efsanevi hikayelerini yazmasıyla başladı. Kâse ile ilgili anlatılan ilk hikâyenin asıl kahramanı Kral Arthur’un şövalyelerinden olan Percival idi. Masal havasında yazılan bu eserin İngilizce adı “Percival, The story of the Grail” olarak geçiyor. İngiliz ve Fransız edebiyatında daha sonra diğer bir Yuvarlak Masa Şövalyesi olan Sir Galahad ile değiştirilmesine rağmen Kâse ile ilgili hikâye aynen devam etti. Ve tabii ki daha sonra Hristiyan metinlerindeki kahramanlar da ilave edilerek bugünkü konuma kadar geldi.
Percival’in hikayesini de anlatmak gerek ancak burada değil. O ikinci yazının konusu olsun çünkü o da yeterince uzun sayılır.
Hazırlayan: A.Kara
BAKÜ’NÜN (SURLU ŞEHİR) KARANLIK TARİHİ
Azerbaycan’ın surlarla çevrili başkenti Bakü neredeyse 20.yüzyıla kadar kanlı bir kargaşa içindeydi. Surlarla çevrili deyince şaşırmayın, çünkü Surlu Şehir (İçerişehir), Bakü’nün en eski kısmıdır. M.S. 12. yüzyıla kadar uzanan şehir birçok rejim değişikliğinden ve birkaç istiladan kurtulmayı başarmıştır.
Şehrin çevresine sürekli olarak takviye yerler yapılıyordu çünkü sürekli saldırıya maruz kalıyorlardı. 10.yy’dan önce Hazarlar tarafından defalarca saldırıya uğramışlardı. 10.yy’dan itibaren Ruslar Bakü’ye baskınlar düzenlemeye başladı. I. Şirvanşah Bakü limanında büyük bir donanma inşa ettirip 1170’de büyük bir Rus saldırısını püskürtünce bu dönem sona ermiş oldu.
1191’de Şamahı şehrinde büyük bir deprem olunca Şirvanşah’ın
sarayı Bakü’ye taşındı. Şirvanşah geçmişte komşularının onlara düzenlediği
saldırılardan habersiz değildi. Bu yüzden şehri güçlendirmek ve darphane inşa
ettirmek için çalışma başlattı. Ölümünden sonra, 12-14. yüzyıllar arasında Bakü
surlarında büyük bir artış olmuştu.
14.yüzyıl bu şehrin en iyi
dönemiydi denebilir. Çünkü şehrin sorumlusu olan Muhammed Olcaytu ağır vergileri
indirmiş, böylece büyüme başlamış ve refah artmıştı. Şehir kısa süre sonra bir
ticaret limanı haline geldi, öyle ki Marco Polo'nun kayıtlarında yazanların Bakü’deki petrol-yağ zenginliği hakkında olduğu düşünülür:
"Gürcistan sınırına yakın bir yerde, o kadar bol miktarda yağ fışkıran bir kaynak var ki yüz gemi oraya aynı anda yüklenebilir. Bu yağın yenmesi iyi değil; ancak yakmaya ve kaşıntı veya kabuktan etkilenen deve ve erkeklere merhem olarak faydalıdır. Erkekler bu yağı almak için uzun bir mesafeden geliyorlar ve tüm mahallelerde bundan başka petrol yakılmıyor."
Altın Orda Devleti, Moskova Prensliği ve
Avrupa ülkeleriyle ticaret yapılıyordu. Ani bir büyüme gösteren şehir kısa süre
sonra kendi başarısının kurbanı haline geldi. Çünkü Hazar Denizi’ndeki
zenginliği ve stratejik konumuyla ünlü olan şehir Safevi Devletinin kurucusu ve
ilk lideri olan Şah İsmail’in (1. İsmail) dikkatini çekmişti. 1501’de şehri
kuşattı. Bakü halkı direndi çünkü şehri geliştirmek için 200 yıldan fazla zaman
harcamışlar ve güçlü duvarlar inşa etmişlerdi. Bu duvarların onları koruyacağına
inanıyorlardı; ki pek öyle olmadı. İsmail adamlarına surları yıkma emri
verdikten kısa bir süre sonra şehrin savunması düştü. Halk İsmail’in adamları
tarafından kılıçtan geçirildi.
İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]
RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI
Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.
1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]
Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.
Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.
Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.
Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.
PETROL
Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.
1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.
Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.
1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.
Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.
Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.
Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.
İsmail belli şartlar eşliğinde ve Safevi yönetimi altında Şirvanşahların Bakü’de kalmasına izin vermişti fakat halefi 1. Tahmasb onları iktidardan kalıcı olarak uzaklaştırmıştı. Şirvan Evi etkili bir şekilde yok edildi, zaten daha sonra tekrar da kurulamadı. Şirvanşah 9-16. yy aralığında Şirvan hükümdarları için kullanılan bir unvandı. [Barthold, W., C.E. Bosworth "Shirwan Shah, Sharwan Shah]
RUSYA VE İRAN’IN BAKÜ İÇİN SAVAŞMASI
Rus İmparatorluğu ile İran (Kaçarlar) arasında 1813’de imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü resmi olarak Rusya yönetimine geçmişti. O zamana kadar şehir çeşitli İran hanedanlıklarının egemenliği altında kalmıştı. Bu Bakü halkına en büyük zararı getirmişti çünkü Bakü’deki kontrollerini sürekli olarak kaybediyorlardı, barışçıl bir dönem değildi. Bu yüzden Bakü’nün nüfusu uzun bir süre 5.000’in üzerine çıkma şansına sahip olamamıştı. Sürekli meydana gelen savaşlar yüzünden bir zamanlar oldukça hareketli olan ekonomi büyük zarar görmüştü.
1578-1590 Osmanlı-Safevi Savaşı sırasında Bakü Osmanlı’nın eline geçmişti; ki kısa bir süre sonra, 1607’de tekrar Safevi Devleti’nin kontrolüne geçti. 1722’de Safeviler İran’a geri dönünce Rus İmparatorluğunun başındaki Büyük Petro fırsat bu fırsat diyerek Bakü’yü işgal etti. Safeviler zaten kargaşa içindeydiler, bu yüzden Bakü’yü Ruslara bıraktılar. Fakat bu kısa süreli bir zafer olmuştu. Çünkü hemen 3 yıl sonra, 1725’te Rus hükümdarı Büyük Petro ölmüş, Rusya’da karışıklıklar başlamıştı. Böylece 1735’te imzalanan Gence Antlaşması ile Rusya Bakü de dahil olmak üzere aldığı her bölgeyi onlara geri vermeyi kabul etti. [Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, çev. Bilge Umar, İnkılap Kitapevi, İstanbul, 1998, s. 32.]
Yine de Bakü sevdaları bitmemişti. Bu sefer Rusya, Kırım’ı Rus topraklarına katmasıyla tanınan II. Katerina emrinde 1796’da 13.000 kişilik ordu ile Bakü’ye saldırdı, kolayca ele geçirdi. Yine de bu Bakü’nün tarihteki en kısa işgali olmuştu. Sadece 1 yıl sonra, Katerina’nın oğlu I. Pavel Rusya’nın yeni imparatoru olmuştu. Rus-İran düşmanlığına son verilmesini emredince Ruslar Bakü’yü geri vererek terk etmişlerdi.
Ne yazık ki Bakü’deki kargaşa bitmiş değildi. Kısa bir süre sonra Rus İmparatorluğu ve İran tekrar savaşmaya başladılar ve 1804-1813 Rus-İran savaşının sonucunda imzalanan Gülistan Antlaşması ile Bakü Ruslara geri verildi. Birkaç yıl sonra, 1826-1828 yılları arasında tekrar Rus-İran savaşı patlak verdi. Kısa bir süreliğine de olsa Bakü tekrar İran’ın eline geçti. Ancak bir kez daha Rusya’ya yenildiler. Bu çok daha kötü bir sonuç doğurdu çünkü 1828’de imzalanan Türkmençay Antlaşması ile Bakü’yü resmen Rusya’nın kalıcı parçası yapmışlardı.
Rus hükümdarları şehrin surlarını onarmak ve genişletmek için çalışmışlar yaptırmış, bu sırada surlara “artık burada kalıcıyız” mesajı veren düzinelerce top yerleştirmişlerdi. Sürekli ortaya çıkan savaşlar sona erince Bakü halkı tekrar ticarete odaklandı, liman yeniden açıldı. Yani Bakü tekrar işbaşı yaptı.
Surlu Şehir geliştikçe surlarınının dışında yeni mahalleler inşa edildi. Bu sırada Bakü, İç Şehir ve Dış Şehir olarak ikiye ayrılıyordu. Surların içinde yaşayanlar kendilerini gerçek Bakü yerlileri olarak görüyor, surların dışında yaşayanlara tepeden bakıyorlardı. Şehre para geldikçe mimari de değişmeye başlamış, bir kısmının yerini Gotik ve Barok tarzındaki Avrupa mimarisi almıştı.
PETROL
Bakü’de petrol keşfedilmesiyle şehrin büyümesi hız kazandı. Rus yetkililer Bakü topraklarını özel yatırımcılara satmaya başladı. Bunlar arasında Nobel Kardeşler ve Rothschild Ailesi gibi tanınmış isimler vardı. Bakü’nün petrol dolu olduğu ortaya çıkmıştı. 18.yüzyıldan 20.yüzyıla kadar neredeyse uluslararası olarak satın alınan petrolün yarısı buradan çıkarılıyordu. Petrol parayı, para gelişim ve genişlemeyi getirdiği için surlarla çevrili şehir büyüyemezken dış şehrin nüfusu oldukça hızlı artmıştı. Ancak bu refah ortamı Bakü’de tekrar kan dökülmeyeceğinin garantisi değildi; hatta Bakü’nün en kanlı dönemi yaklaşıyordu. Sovyetler Birliği yıkılana kadar defalarca kan akacaktı.
1905’te Rus işçi sınıfı Çar’a ve soylulara karşı ayaklanınca (1905 Rus Devrimi) Rusya’da siyasi huzursuzluk patlak vermişti. Bu sırada Bakü’de Ermeni ve Tatarlar (Azerbaycan Türkleri) arasında şiddet olayları yaşandı ve iki taraftan da binlerce insan hayatını yitirdi.
Bakü bir türlü nefes alamadı, 1. Dünya Savaşı sırasında Almanların hedefi oldu. Almanya, müttefiklere petrol tedarik etmekle sorumlu olan Bakü topraklarına girmek için Gürcistan’a asker gönderdi. Karşı hamle olarak İngiltere bölgeye kendi askerlerini gönderdi.
1917’de Bakü sokakları bu sefer Rus devrimi ile kana bulandı (1917 Şubat Devrimi). Rusya İmparatorluğunun çöküşünün yarattığı iktidar boşluğu sırasında Bolşevik ve Taşnaklar (Ermeniler) Bakü’yü ele geçirmeye çalıştı. Azerbaycan Türkleri şehri korumak için dirense de gerçekleşen katliamlarda yaklaşık 13.000 kişi hayatını kaybetti. Bunlar 1918 Mart Olayları adıyla bilinir.
Dökülen onca kanın sonunda Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti kuruldu. Fakat Cumhuriyetin bir sorunu vardı. Ordu olmadan kendilerini savunamazlardı. Geçmişte yaşadıkları onca işgal ortada iken bu oldukça önemli bir sorundu. Azerbaycan Osmanlı’dan yardım isteyerek Bakü’ye yürüyüşe geçti. Böylece 1918 Bakü Muharebesi gerçekleşti. Savaş kazanılmış, Bakü Azerbaycan’ın olmuştu.
Ama hasta adam denen Osmanlı zaten zayıftı ve Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti savunmasız kalmıştı. Diğer yandan Ruslar kaybettiklerini geri almaya can atıyorlardı. 28 Nisan 1920’de Bakü Kızıl Ordu tarafından işgal edilince Bolşevikler yeniden iktidara geldi.
Sovyetler Birliği’nin ele geçirdiği Bakü tekrar zenginleşmişti. Sovyet ülkeleri Bakü’nün petrolüne bağımlı olduğundan şehir Sovyetlerin baş tacı olmuştu. Ruslar Bakü petrol sahalarına büyük yatırımlar yaparken Bakü’nün çehresi büyük oranda değişti.
1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla Bakü ve Azerbaycan bağımsızlıklarını kazanmış oldu.
Hazırlayan: A.Kara
BİR BAKIMA MAYA CİNİ : ALUŞ
Dünyanın birçok bölgesinde karmaşaya neden olan insan benzeri
küçük varlıklara dair efsaneler bulmak mümkün. Bunlar karşımıza goblin, golem,
elf ya da cin gibi efsanevi varlıklar olarak çıkarlar. Benzer şekilde Meksika
bölgesinde de Mayalardan kalma bir "küçük insan" efsanesi vardır. Onların
inandığı efsanevi küçük insan ırkı olan Aluş, kargaşa çıkaran, yıkıma neden
olan bir tür ruhsal varlık gibidir. Türk mitolojisindeki iyeler ile benzer yönlere sahiptir.
İnanışa göre Yucatan Yarımadası'nın civarında yaşadığına inanılan bu küçük
varlıklar genellikle insanlar tarafından görülemezler. Fakat yaramazlık yapmak
istediklerinde ve eğlence arayışına girdiklerinde kendilerini görünür hale
getirebilirler. Genellikle orman, tarla, mağara gibi yerlerde bulunurlar.
Yiyecekleri ve içecek suları olduğu sürece hemen hemen her şeyin içinde
yaşayıp onu yuvaları haline getirebilirler. [1]
Tasvirlere göre aluş, çoğul adıyla aluşob denen bu varlıkların boyu insanların diz
hizasındadır ve baykuş benzeri gözlere sahiptirler. Hızlı hareket etmelerinin
yanı sıra inanışa göre kimi aluşların vücutlarının bir kısmı panter, iguana, geyik,
papağan, çakal gibi hayvanlardan oluşur. Fiziksel
görünüşlerine dair diğer tasvirler genel olarak onları peri benzeri yaratıklar
olarak tanımlar. Yucatan yerlilerinden bazıları aluşların gölgeler
içinde saklanıp kırmızı gözleriyle etrafa baktığını belirterek onları daha korkunç
varlıklar olarak anlatır.
Yerliler bu varlıkların ormanda yaşadığına inanıyor ve eğer
ormandan ayrılmayı ve kasaba, şehir gibi yerleşim yerlerine doğru gitmeyi daha
faydalı bulacak olurlarsa buralara hücum edeceklerini düşünüyorlar. Bu yüzden
günümüzde bile ormandan ayrılıp dışarı çıkmasınlar, kasaba ve şehirlere inmesinler diye
onlara yiyecek içecek sunuları bırakılıyor. İnanışa göre onlara verilen
bu sunular devam ettikçe yaşam yerlerinden ayrılmayacak, ormanda yaşamaya devam edecekler.
Kimi çiftçiler hem onlardan korunmak için hem de ormandan çıkmamaları için içine girip yaşayacakları minik evler, sunaklar inşa ederler. Bunlara "kahtal" denir. Bu aynı zamanda çiftçinin de çıkarınadır. Çünkü iyi davranılan bir aluş tıpkı Türk mitolojisindeki Ev İyesi gibi insanlara yardımcı olur. Fakat evlerin geçerliliği yedi yıldır. Kendisi için inşa edilen evin içinde yedi yıl boyunca yaşayacak olan aluş bu süre içinde çiftçilerin ekinleri ile ilgilenecek, hatta daha çok yağmur yağmasını sağlayarak toprağı bereketlendirecektir. 7 yıl dolduğunda aluş için yapılan sunak evin kapı ve pencereleri kapatılmalı, böylece aluş içinde hapsedilmelidir. Eğer bu yapılmazsa peri zararlı ve hilekar yüzünü göstermeye başlayacaktır. [Theresa Bane. Encyclopedia of fairies in world folklore and mythology (2013), sf. 25.]
Kolay memnun olabildikleri gibi çabuk sinirlenebilen bu varlıklara saygısızlık
edilir ve dikkate alınmazlarsa bölgede yaşayan yerlileri korkutur, rahatsız
etmek için harekete geçer ve daha tehditkar olurlar. İnsanların eşyalarını
çalar veya ormanda gezenlere can sıkıcı şakalar yaparlar. Bu yönleriyle Türk mitolojisindeki Orman iyesi ile de benzeşirler.
Bir efsaneye göre bu varlıklara kilden yapılmış bir put şeklinde rastlanırdı ve eğer 9 gün 9 gece boyunca önlerinde tütsü yakılırsa canlanırlardı. Eğer bir insan belli bir aluşun sorun çıkardığından eminse onun evinin önüne giderek yiyecek içecek sunarak barış yapardı. [Nelson Reed. The Castle War of Yucatan. 1964. Sf. 38.]
Kimi bölge insanları yaşadıkları şanssızlıkları bu
efsanevi varlıklarla ilişkilendirmiş, onları memnun etmediklerini, saygısızlık ettiklerini düşünmüşlerdir. Bu durumu telafi etmenin yolu onlara
yeni sunular sunmak ve yaşamaları için bir ev inşa etmektir.
Peki insanlar bu varlıklardan neden korkuyor? Sadece eşya çalacak ya da can
sıkacaklar diye mi? Şimdi o kısma gelelim. İnanışa göre bu küçük yaratıklar
siz ormanda dolaşırken birden önünüze geçip sizden bir sunu isteyebilirler. Eğer
reddederseniz öfkelenen Aluş diğer Aluşlara haber verip hepsini
toplayacaktır. Toplanma nedenleri her zaman fiziksel olarak saldırmak değildir. Hepsi bir araya gelip ona sunu vermeyi reddeden kişiye hastalık
büyüsü yaparlar.
Aynı zamanda Müslümanlar arasındaki cin inanışına benzer şekilde
eğer onların adını söylerseniz çağırmış olursunuz. Geldiğinde çağırdığınız
için rahatsız olacak ve kargaşa yaratacaktır. Bu yüzden isimlerini söylemekten
uzak durmak gerekir. Özellikle çocukları ormana sürükledikleri gibi bir inanış da mevcuttur. Bazıları hala bu varlıklara inanmaya devam ederken kimileri inanmayı bırakmış
durumda.
Biliyoruz ki mitolojiler genellikle öyle birdenbire ortaya
çıkmazlar. Genelde hepsinin bir çıkış noktası olur. İşte tarihçilerin
iddiasına göre aluş ismi zaman zaman İspanyolcada gnomlar, leprikonlar ve
goblinler gibi insan benzeri varlıklar için kullanılan "duende" terimi ile
karıştırılmıştır. Benzerlikleri dikkate alındığında karıştırılabilmeleri tabi
ki muhtemeldir. [2]
Duende kavramını Yunanistan, Portekiz, Filipinler gibi İspanya'nın ötesindeki
birçok ülkenin halk masallarında, geleneklerinde görmek mümkündür. Bölgeden
bölgeye göre terim ufak farklılıklar gösterse de hepsinin ortak noktası küçük ve
kargaşaya neden olan varlıklar olmalarıdır. Yiyecekleri yaktıklarına,
başkalarının yemeklerini yediklerine, şiddetli yağmur veya kar
yağdırdıklarına, geceleri insanları rahatsız edip uyandırdıklarına, küçük
çocukları yaramazlık yapmaya teşvik ettiklerine dahi inanılır.
Diğer yandan tıpkı Aluş gibi insanlara şans getirebilir ve yıkılan binaları
yeniden inşa edebilir, ormanda kaybolanlara yardım edebilir, araziyi kutsayıp
daha verimli kılabilir, yaşlı balıkçıların kürek çekmelerine yardımcı olmak
gibi iyi işler de yapabilirlerdi.
Kimi tarihçiler duende teriminin bazen aluş sözcüğünün yerine kullanılmasının
ve Aluş efsanesinin ortaya çıkmasının 15.yy'da Mayaların İspanyollar ile olan
etkileşiminden kaynaklandığını düşünür. Diğer yandan Mayalar benzer efsanevi
varlıklara inanan Britanya Adaları korsanları ile temas kurup bu varlıklara
dair inanışları onlardan alıp türetmiş de olabilir. Ancak kimi Maya insanları
için Aluşlar diğer topluluklardan alınmış efsanevi varlıklar değildi. Onlara
göre kökenleri çok daha eskiye dayanıyor. Bu yüzden kimileri Aluşlara atalarının ve ülkelerinin
ruhları olarak tapıyorlardı.
Mayaların Aluş tasvirlerini okuduğumda aklımda oluşan fikri destekler şekilde
bazı kriptozoologlar* Aluş efsanesinin o dönemde yaşamış cüce insanlardan
kaynaklandığını öne sürerler. Fakat zannedilenin aksine cücelik o dönemde yaygın görülen bir durum değildi. Bölgede onlarca kazı yapılmasına rağmen cüce insan iskeletine rastlanmamış olması da bunun kanıtıdır. [Virginia E. Miller. The Dwarf Motif in Classic Maya Art. Sf. 114.] Haliyle nadiren cüce birine tanık olan Mayalar onlarla karşılaşmalarını
sözlü ve yazılı olarak aktarırken karşılaştıkları cüceleri efsaneleştirerek
iyi-kötü yönlere sahip cüce varlıklar inancını var etmiş olabilirler. Çünkü
kayıtlar onlardan yaklaşık 1 metre boyunda varlıklar olarak bahseder, bu da
cücelerin efsaneleştirildiği ihtimalini güçlendirir.
Hala Maya soyundan gelen insanlardan kimileri aluş denen varlıklara inanıyor.
Özellikle çiftçiler 7 yıl boyunca topraklarını verimli kılması için onları
davet eden törenler yapıyorlar. Bu sırada onlara kalacakları yeri verip sunular
sunuyorlar. Kimi çiftçiler bu varlıkların gerçekten var olduğuna inanmasa da
gelenekleşmiş bir batıl inanç olarak bu uygulamayı devam ettiriyorlar.
Tabi bu varlıklara inanmayı devam ettirenler sadece çiftçiler değildi. Örneğin aluşlarla ilişkilendirilen ve çok yakın tarihlerde yaşanmış olan bir olay
vardır. Bu anlatıya göre 1990 yılında iki noktayı birbirine bağlamak için bir
köprü inşaatı başlatılır. İnşaatta çalışan Maya yerlileri diğer işçileri aluşlardan izin almadan yapıma başladıkları için sorun çıkacağı konusunda uyarana
kadar köprü inşaatı üç kez başarısız olur. Bölgedeki bir çiftçi onlara tavsiye verir: aluşlara bir ev inşa ederek onları ikna etmeli, yatıştırmalı ve böylece saldırılarından
korunmalılardır. Bu yüzden işçiler bir Maya şamanından yardım almaya gider ve sonrasında onlara ufak bir ev yaparlar. Tekrar iş başına döndüklerinde
işleri yolunda gider ve köprü inşaatı başarıyla tamamlanır.
Günümüzde bile birçok otel, dükkan ve restoranda aluşların gönlünü almak,
hoşnut etmek için yapılmış minik evler vardır. Bu evlerin geçerlilik
süresi 7 yıl olduğundan 7 yıl dolduğunda eski evlerin mühürlenip yenilerinin
yapılması gerekir. Bu yüzden bazı mekanlarda çok fazla minik eve
rastlanır. Batıl inançları geride bırakmak kolay olmadığından bu efsanenin
izleri Maya kültürünün hakim olduğu topraklarda hala görülebiliyor.
DİPNOT: Kriptozoolog halk efsanelerinde yer alan, kanıtlanmamış doğaüstü varlıkları araştıran kişilere verilen addır.
-
KAYNAKLAR
- Montemayor, Carlos; Frischmann, Donald H. (2004). Words of the True Peoples: Anthology of Contemporary Mexican Indigenous-language Writers. University of Texas Press. p. 265.
- Garza, Xavier (2004). Creepy Creatures and other Cucuys, pp. 2-11).
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Hazırlayan: A.Kara
BARIŞÇIL MISIR FİRAVUNU : SAHURE
Sahure, Eski Krallık döneminde yaşayan bir Mısır firavunuydu. 5. Hanedanlığın
hükümdarıydı ve saltanatı boyunca barış ve refah hüküm sürmüştü. Bunların yanı
sıra yabancı topraklarla ticaret yapmış, bir donanma geliştirmiş ve madenler
açmıştı.
Sahure, özellikle kendisi için inşa ettirdiği Sahure Piramidi ile tanınır. Bu
piramit Mısır'da Kahire yakınlarındaki Ebûsir'de (ابو صير) bulunur. Sahure'nin
halefleri de o bölgede kendi piramitlerini inşa ederek onun izinden
gitmişlerdir.
Sahure Piramidi, daha önce inşa edilmiş olan Giza'daki üç ana piramitten çok daha küçüktür. Bunu piramit yapımında bir düşüş olarak yorumlamak mümkündür. Öte yandan bu piramit kompleksi, yapımında kullanılan taşların kalitesi ve ölüm tapınağının zengin kabartma süslemeleri ile dikkat çekicidir. Dolayısıyla söz konusu eski Mısır piramitlerinin kalitesi olduğunda boyut tek kriter olmamalıdır.
Adı “Re'ye yakın olan” anlamına gelen Sahure, MÖ 3. binyılın ortalarında doğmuştur. Genellikle babasının 5. Hanedanlığın kurucusu Userkaf olduğu düşünülmektedir. Çünkü Userkaf'ın saltanatı sırasında antik Mısır'ın güneş tanrısı Ra ve Ra kültü önem kazanmıştır. Oğlunun adı olan “Sahure”, Userkaf'ın güneş tanrısı Ra'ya yaptığı atıfın bir yansımasıdır.
Babası bellidir ama annesinin kimliği biraz muammalıdır. Userkaf'ın 4.
Hanedanlığın üçüncü firavunu olan Redjedef'in soyundan geldiğine inanılır.
Zaman geçtikçe hanedanlık mücadelelerine neden olan rakip dallar ortaya
çıkmıştır. Pozisyonunu güçlendirmek isteyen Userkaf, kraliyet ailesinin ana
kolunun soyundan gelen Khentkaues ile evlenir. Bu, hanedan mücadelelerini
sona erdirerek Userkaf'ın yeni bir hanedan kurmasına olanak sağlar. Bu
nedenle geleneksel olarak Sahure'nin annesinin Khentkaues olduğu
varsayılmıştır.
I. Khentkaus, Giza'daki mezarında 'iki kralın annesi' olarak anılır ve
muhtemelen bunlardan biri Sahure'dir. [7] Khentkaus, mezarında kraliyet
kobrası (uraeus) ve sakal ile tasvir edilmiştir, bu da Sahure'nin vekili
olarak hizmet etmiş olabileceğini düşündürmektedir. Ancak annesi olduğu
anlamına gelmez. Sahure piramidinin geçidinde yapılan kazılarda, firavunun
annesinin Userkaf'ın diğer eşlerinden II. Neferhetepes olduğunu gösteren
kabartmalar bulunmuştur. [4][5][6]
Sahure MÖ 2.487 civarında firavun olmuştur. Turin Kral Listesi'nde yazanlara göre toplam 12 yıl hüküm sürmüştür. Antik Mısır'ın Eski Krallık döneminden kalma Kraliyet Yıllıkları olarak bilinen bir dikili taşın geniş bir parçası olan Palermo Taşına göre ise Mısır'ı yönettiği toplam süre 13 yıldır.
Fakat Firavunlar, tıpkı diğer onca Sami halkları gibi işgalci, yağmacı,
yayılımcı bir politika izlerken Sahure'nin hükümdarlığında bunlar pek
yaşanmamıştır. Onun saltanatı sırasında krallığında barış ve refah hakim
olmuş, bu durum komşu halklara kadar yayılmıştır. Bunun sonucunda Mısır ile
komşuları arasında her iki tarafa da fayda sağlayan ticaretler yapılır
olmuştur. Yani diğer firavunların yaptığı gibi saldırıp işgal ederek mallara
el koymak yerine ticarete yönelmiştir.
Cenaze tapınağını süsleyen rölyeflerde ticaret faaliyetlerini anlatan
sahneler-çizimler yer almaktadır. Örneğin bir sahnede Mısır gemileri,
günümüzde Lübnan'da bulunan bir kıyı kasabası olan Biblos'tan evlerine
dönerken gösterilirler. Tasvirlerde ayrıca Lübnan'ın ünlü sedir ağaçlarıyla
doldurulan gemiler yer alır. Diğer gemilerde köle ya da tüccar olan ve
Sahure'yi selamlayan yetişkin ve çocuklardan oluşan "Asyalılar" ile yüklü
olarak temsil edilmiştir. [2][3][8][9]
Sahure'ye şöyle demektedirler:
Selam sana ey Sahure! Yaşayanların Tanrısı, güzelliğini görüyoruz!. [10]
Aynı kabartma, yabancı topraklar arasında ticareti kolaylaştırmak için
gemilerde tercüme yapmakla görevli tercümanların bulunduğunu kuvvetle
göstermektedir. Mısır sanatına özgü kabartmalarda muhtemelen Doğu Akdeniz
kıyılarından açık deniz gemileriyle getirilen birkaç Suriye boz ayısını tasvir
eder. Bu ayılar, Suriye ortaya çıkan 12 adet kırmızı boyalı, tek kulplu
kavanozlar ile birlikte ortaya çıkmıştır. Bazı Mısırbilimciler, birlikte ele
alındığında, ayılar ve kavanozların muhtemelen bir haraç olduğunu öne
sürmüşlerdir. [11][12]
Yağma, saldırma yerine izlediği işbirlikçi politikanın kanıtları Lübnan'da
ortaya çıkan eserlerde görülmektedir. Bunlar arasında Sahure'nin mührü ile
damgalanmış taş kaplar ve ince bir altın parçası üzerinde damgasının bulunduğu
sandalye yer alır.
Firavunun, Lübnan dışındaki Punt ülkesine bir ticaret heyeti gönderdiği de
kayıtlar arasındadır. Bu, Punt'a yapılan ilk belgelenmiş Mısır seferidir.
Mısırlılar bu efsanevi topraklardan kendi topraklarında bulunmayan çeşitli
mallar almışlardır. Bunların en değerlisi ise 80.000'lik ölçü ile alınıp
Mısır'a getirilen mür'dür. Mür, ilaç yapımında ve parfümlerde
kullanılan, kokulu, yapışkan bir reçine türüdür. [13][3] [15]
Alınan mallar arasında ayrıca 23.030 tahta ve doğal bir altın ve gümüş
alaşımı olan 6.000 ölçülük elektrum bulunur. Punt'a yaptığı seferin ticaret
açısından önemine ek olarak, bu olay aynı zamanda onun Mısır donanmasını
kuruşu olarak kabul edilir.
Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı ticari sefer, sonraki firavunlar için
bir emsal teşkil ettiği için uzun vadeli bir etkiye de sahipti. Örneğin Orta
Krallık döneminde, kendinden sonraki çeşitli firavunlar tarafından da Punt
ülkesine ticaret amaçlı seferler düzenlenmiştir. [14]
Tabi o zamana kadar seferlerin ölçeği muazzam bir şekilde artmıştı. Örneğin
MÖ 1985'te gerçekleştirilen ticari amaçlı bir keşif gezisinde 3.000 erkeğin
bu olaya dahil olduğu iddia edilir. 50 yıl sonra gerçekleştirilen bir başka
seferde ise 3.700 erkeğin katıldığı yazılmış ve bununla övünülmüştür.
Ancak Punt'a yapılan en ünlü sefer, Yeni Krallık firavunu Hatşepsut'un düzenlediği seferdir. Bu, bilinen ve en iyi şekilde belgelenmiş en büyük keşif gezisiydi. Şüphesiz tüm bu keşif gezileri Sahure'den ilham alınmıştı ve düzenleyen firavunun saltanatının refahını sağlamaya hizmet edecekti.
Fakat ne kadar barışçıl politika izlersen izle, eğer bir firavun ya da kralsan mutlaka atalarının sana öğrettiği, metinlerin övgüyle kaydettiği şeyi yapacaksındır; Savaşmayı.
Sahure'nin Punt topraklarına yaptığı seferi ticaret amaçlı ve barışçıl
olmasına rağmen, onun denizaşırı ülkelerde askeri seferler yürütmüş
olabileceği anlaşılmaktadır. Çünkü Mısırlıların, komşuları olan Libyalılara
yaptığı baskını tasvir eden kabartma sahneleri bulunmaktadır. Bir sahnede
firavun, korku içinde önünde çömelmiş olan Libyalı esirleri cezalandırmak
üzere iken tasvir edilmiştir. Bu baskından başarı elde eden Mısırlılar,
düşmanlarının yanı sıra onların hayvanlarını da ülkelerine getirmişlerdir.
Sahure'nin Libyalılara karşı düzenlediği askeri harekatın tasviri olduğu
düşünülen ve dolayısıyla firavunun saltanatının o kadar da barışçıl
olmadığını gösteren kabartmanın gerçek bir olayı tasvir etmeyebileceği,
sadece bir tür "ayini" anlattığı da ileri sürülmüştür.
Alternatif bir görüş, Sahure'nin seleflerinden birinin başarısını
kopyaladığı şeklindedir. Firavunun düşmanlarını cezalandırmak üzere olduğu
aynı sahnenin, 6. Hanedan firavunu II. Pepi'nin cenaze tapınağında ve 25.
Hanedan firavunu ve Kuş Kralı Taharka'nın Sudan'ın Kava ilindeki
Tapınağı'ndaki bir kabartmada da yer alabileceğine dikkat çekilmiştir. Bu
nedenle eğer bu firavunlar söz konusu sahneyi Sahure'den kopyalamışlarsa,
Sahure'nin de bu sahneyi seleflerinden birinden kopyalamış olması mümkündür.
Yani Sahure belki de hiç savaşmamış, yağma yapmamış, sadece hanedanlığı için
önemli olan olayları anlatan kabartmalara yer vermiştir.
Sahure'nin en bilinen yönlerinden biri madenler açtırmasıdır. Örneğin Sina yarımadasında turkuaz madenleri açtırmıştır. Bu madenlerin Mısır'daki "Mağara Vadisi" (وادي مغارة) ve "Harita Vadisi"nde (وادي الخريط) bulunduğu tahmin edilmektedir. [1]
Güneydeki Nübye'de diyorit yani yeşiltaş madenleri açtırmıştır. Bu
madenlerden çıkan taşlar genellikle anıtsal binaların yapımında
kullanılmıştır ve Sahure'nin gerçekten de birkaç anıt inşa ettiği
bilinmektedir.
Firavunun inşa ettiği anıtlardan biri de bir güneş tapınağıdır. Güneş
tanrısı Re yani Ra'nın kültü 5. Hanedanlık döneminde baskın hale geldiğinden
firavunlarının bu tanrıya adanmış tapınaklar inşa etmesi gayet doğaldır. Bu
tapınağa 'Re'nin Tarlası' anlamına gelen Sekhet-Re denildiği bilinmektedir.
Ne yazık ki tapınağın yeri tarihe karışmıştır ve belki de asla tespit
edilemeyecek.
Sahure'nin inşa ettirmiş olduğu bilinen bir diğer anıt ise "Uetjes Neferu
Sahure" adı verilen ve 'Sahure'nin Görkemi Cennete Yükseliyor' anlamına
gelen saraydır. Bu ismin Sahure'nin haleflerinden biri olan Neferefre'nin
cenaze tapınağında yakın zamanda ortaya çıkarılan yağ kaplarında da yazılı
olduğu görülmüştür. Güneş tapınağı gibi, sarayın da yeri bilinmiyor ancak
Abusir'de olabileceği tahmin edilmekte. [16]
Neyse ki Sahure'nin anıtsal yapı projelerinden biri bugüne kadar ayakta
kalmış; Abusir'deki piramit kompleksi. Bu isim, Grekçedeki Busiris'in Arap
versiyonudur ve eski Mısır'da "Osiris'in Evi" anlamına gelen "Pr-vsir"
kelimesinden türetilmiştir. Bu isim söz konusu alanın Osiris'e adanmış bir
tapınakla ilişkili olduğunu gösterir.
Abusir, kuzeyde Giza ve güneyde Sakkara olmaz üzere iki kabristan (nekropol)
arasında yer alır. Sahure bu bölgede bir piramit kompleksi inşa eden ilk
firavundur.
Giza ve Sakkara'nın zaten piramit ve mezarlarla dolu olması nedeniyle
Abusir'de yeni bir mezarlık (nekropol) kurulduğu düşünülüyor. Buna ek olarak
söz konusu alan Abusir Gölü üzerinden Nil Nehri'ne bağlanmış, bu da yapı
malzemelerinin yeni mezarlığa tekneyle taşınmasını kolaylaştırmıştır.
Sahure, Abusir'de piramit kompleksi inşa eden ilk firavun olmasına rağmen
orada bir anıt inşa eden ilk kişi değildir. Bu başarı onun selefi Userkaf'a
aittir.
Abusir'de bir firavun tarafından inşa edilen ilk anıt eski Mısırlılar
tarafından "Re'nin Kalesi" anlamına gelen Nekhen-Re olarak bilinen
Userkaf'ın Güneş Tapınağı'ydı. Bu, Abusir'deki bilinen ilk güneş
tapınağıdır. Ancak Sahure'nin Sekhet-Re'sinden farklı olarak Userkaf'ın
güneş tapınağının yeri arkeologlar tarafından tespit edilebilmiştir. [17]
Sahure'nin yerine geçen 5. Hanedan firavunları Abusir'de piramitler inşa
etmeye devam ettiler ve burayı bu hanedanlığın ana kraliyet nekropolü haline
getirdiler. Bir zamanlar Abusir'de 14 kadar piramit olduğuna inanılır. Ancak
bugün sadece Sahure, Neferirkare, Niuserre ve Neferefre'nin piramitleri
tanımlanabilmekte.
Buna ek olarak, 5. Hanedan firavunları Abusir'de başka güneş tapınakları
inşa ettiler ve bunların sonuncusu, hanedanlığın yedinci hükümdarı Menkauhor
döneminde inşa edildi. İlginç bir şekilde Userkaf gibi Menkauhor da
piramidini Abusir'in dışında Dahšūr'un (دهشور) yakınında inşa ettirmiştir.
Menkauhor'un saltanatından sonra Abusir, firavunlar tarafından terk edilmiş
olsa da eski Mısır soyluları arasındaki popülerliğini korumuştur.
-
KAYNAKLAR
- Verner, Miroslav (2001b). "Old Kingdom: An Overview", p. 588; Gardiner, Alan Henderson; Peet, Thomas Eric; Černý, Jaroslav (1955). The Inscriptions of Sinai, p. 15.
- Clayton 1994, pp. 60-63.
- Baker, Darrell (2008). The Encyclopedia of the Pharaohs: Volume I - Predynastic to the Twentieth Dynasty 3300–1069 BC. pp. 343-345.
- El Awady, Tarek (2006). "The royal family of Sahure. New evidence". pp. 192–198; In Bárta, Miroslav; Krejčí, Jaromír (eds.). Abusir and Saqqara in the Year 2005; Prague: Academy of Sciences of the Czech Republic, Oriental Institute. pp. 31-45.
- Labrousse, Audran; Lauer, Jean-Philippe (2000). Les Complexes Funéraires d'Ouserkaf et de Néferhétepès. Bibliothèque d'étude, Vol. 130 (in French).
- Baud, Michel (1999b). Famille Royale et pouvoir sous l'Ancien Empire égyptien. Tome 2. p. 494; Bibliothèque d'étude 126/2.
- Clayton, Peter (1994). Chronicle of the Pharaohs. p. 46.
- Hayes, William (1978). The Scepter of Egypt: A Background for the Study of the Egyptian Antiquities in The Metropolitan Museum of Art. Vol. 1, From the Earliest Times to the End of the Middle Kingdom. pp. 66-67.
- Bresciani, Edda (1997). "Foreigners". In Donadoni, Sergio, The Egyptians. p. 228.
- Redford, Donald B. (1986). "Egypt and Western Asia in the Old Kingdom". Journal of the American Research Center in Egypt. 23: 125-143. p. 137.
- Sowada, Karin N. (2009). Egypt in the Eastern Mediterranean During the Old Kingdom: An Archaeological Perspective, p. 160 and Fig. 39.
- Smith, William Stevenson (1971). "The Old Kingdom of Egypt and the Beginning of the First Intermediate Period", p. 233.
- Mumford, Gregory (2006). "Tell Ras Budran (Site 345): Defining Egypt's Eastern Frontier and Mining Operations in South Sinai during the Late Old Kingdom
- Hawass, Zahi (2003). The Treasure of the Pyramids, pp. 260-263.
- Wicker, F. D. P. (1998). "The road to Punt". p. 155.
- Wilson, John A. (1947). "The Artist of the Egyptian Old Kingdom". 6 (4): 231-249.
- Lehner, Mark (2008). The Complete Pyramids, p. 150.
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Hazırlayan: A.Kara
KELT YARATILIŞ EFSANESİ
Yüzü boyalı savaşçıları ve gizemli rahipleri (druid) ile bilinen bu halkın
kökenleri MÖ. 2000'lere kadar gitmektedir. İstila ettikleri topraklarda dil ve
geleneğin yanı sıra mitoloji konusunda da önemli etkileri olmuştur. Zaten
tarihte genellikle gördüğümüz şudur: Bir topluluk fethedildiğinde zorla ya da
isteyerek fethedenlerin inançlarını benimserler. Bazen bunun sonucunda ortaya
çıkan yeni dini yapının istila edilenin mitoloji ve inançlarının etkisi ile
şekillenmiş olduğu görülür. Buna örnek olarak Romalıların Mısır tanrıçası
Isis'i tanrıları arasına dahil etmesini verebiliriz.
Kendi dini inançlarını kısmen koruyan, diğer yandan Kelp tanrı ve inanışlarından kimilerini benimseyen Avrupa halkı da kolektif bir din yaratmıştı. Keltler tıpkı bizler gibi mitolojilerine dair fazla yazılı kayıt tutmadıklarından haklarında bilinenlerin çoğu arkeolojik eserlerden toplananlardır. Öte yandan Yunanistan ve Roma'da yazılmış bazı yazılar Keltler hakkında bilgi veriyor olsa da bunların ne derece doğru olduğu, önyargı barındırıp barındırmadığı şüphelidir.
Kelt inanışları tıpkı eski Türk inanışları gibi daha çok sözlü gelenek
ile ilerliyor, insanlar birbirine anlatması sayesinde hayatta kalıyor ve
biliniyordu. Bu yüzden Keltlere en büyük zararı Roma vermişti. Çünkü Roma,
Kelt sözlü geleneğini ve dinini yaşatma konusunda ön plana çıkan druidleri
yani kelt rahiplerini katletmişti. Bunun sonucunda Roma ile benzer tanrılara
sahip olan Kelt halkı zamanla Romalılaşarak asimile oldu. [4]
Oyun dünyasından da bildiğiniz druidler Kelt toplumu içinde çeşitli rollere sahipti. Kelt rahipleri öğretmen, şifacı hatta yargıç olarak görev yapan bilgin sınıfıydı. Dinlerinin sözlü geleneğini bilen ve gelecek nesillere aktaracak olanlar da onlardı. Mitoslarını yazıya geçirmedikleri için inançları ve kelt rahipleri hakkındaki yazılı kaynağı ancak Sezar döneminde, onlardan bahsetmesi ile görebiliyoruz.
Kelt rahipleri erken Kelt edebiyatında kahin, peygamber ve büyücü benzeri insanlar olarak tasvir ediliyorlardı. Büyük ihtimalle onların dua ve dini sözleri kutsal kabul edildiğinden onları yazmak yasaktı. Eğer yazıya dökülürlerse kutsallıkları kaybolurdu. [4]
YARATILIŞ
Oyun dünyasından da bildiğiniz druidler Kelt toplumu içinde çeşitli rollere sahipti. Kelt rahipleri öğretmen, şifacı hatta yargıç olarak görev yapan bilgin sınıfıydı. Dinlerinin sözlü geleneğini bilen ve gelecek nesillere aktaracak olanlar da onlardı. Mitoslarını yazıya geçirmedikleri için inançları ve kelt rahipleri hakkındaki yazılı kaynağı ancak Sezar döneminde, onlardan bahsetmesi ile görebiliyoruz.
Kelt rahipleri erken Kelt edebiyatında kahin, peygamber ve büyücü benzeri insanlar olarak tasvir ediliyorlardı. Büyük ihtimalle onların dua ve dini sözleri kutsal kabul edildiğinden onları yazmak yasaktı. Eğer yazıya dökülürlerse kutsallıkları kaybolurdu. [4]
YARATILIŞ
Bilinen efsanelerden biri Donn ve Danu adlı iki tanrıdan bahseden yaratılış
anlatısıdır. Bu efsane tabiatla iç içe yaşayan halkların ağaçlara atfettiği
kutsiyeti, doğayı ne şekilde anlamlandırdığı, kimi doğa olaylarını nasıl
mecazi tariflerle anlattığının en güzel örneklerindendir. Tabiatla iç içe
yaşayan ve saygı duyan bir halk oldukları için efsanedeki kimi motifler doğaya
saygı duyarak iç içe yaşamış olan Türklerin ve Slavların mitosları ile de
benzerlik gösterir.
Efsaneye göre dünyalar bir araya gelmeden çok çok uzun zaman önce yalnızca
boşluk vardı. Sonsuzluğun içindeki boşluk özlem duydu. Onun özlem hissi
etrafındaki kaosun boşluğu düşünmesine neden oldu. Boşluk birliğin vermiş
olduğu yoğun yalnızlık ve özlem ile derin bir uykuya daldı. Uykusu sırasında
boşluğa bir rüya gösterildi. Bu rüyada ona olması gerekenler, her şeyin nasıl
olacağı gösterildi. Bunun üzerine neşelenen boşluk büyük bir savaş narası ile
uyandı. Savaş çığlığı sonrası etrafındaki karanlık kaosa doğru dokuz dalga
halinde uzanıp yayıldı.
Büyük boşluk gördüklerine karşı öylesine büyük bir sevgi duydu ki, bölündü,
içinden Danu ve Donn adında iki çocuk ortaya çıktı, hiçlikten doğmuşlardı.
Danu yaşam tanrıçası, Donn ise ölüm tanrısıydı. [1][2][3] Hiçlikten bir anda
var olan ikili etrafa bakındıktan sonra çıktıkları merkeze geri dönerek
parıldayan boşlukta birbirlerini izlediler. Öyle büyük bir aşka tutuştular ki
merkezin kutsal alevini kalplerinde hissedip hiç yerlerinden kımıldamamak ve
ayrılmamak üzere birbirlerine sarılıp kenetlendiler.
"Donn" karanlık olan demektir. Kucaklaştığı eşi Danu onun zıttı olan beyazdır.
[1][2] Yani efsanede aydınlık ile karanlığın, zıt kutupların kucaklaşması, bir
dualizm anlatısı vardır.
Kucaklaşmalarından bir süre sonra tanrıça Danu doğum yaptı. Doğanlar arasında
Briain, Iuchar ve Iucharba adında 3 dev erkek çocuk vardı. Birbirine
kenetlenmiş şekilde duran anne ve babasının arasında sıkışıp kalan çocuklar
yaşayabilecekleri bir alan bulamamışlardı. Çocuklardan biri olan Briaian
etrafına bakındıktan sonra eğer anne ve babaları ayrılmazsa kendisi de dahil
olmak üzere tüm çocukların öleceğini söyledi. Kendi aralarında ne yapmaları
gerektiği üzerine tartıştılar. Annelerinin sevgisi çocuklar üzerinde ağır
basınca Briain çıkış yolu olarak babasını öldürmeye karar verdi.
Öfkesi öyle büyüktür ki tek bir darbe vurmakla kalmayıp, babasını 9 parçaya
ayırdı. Büyük aşkını kaybeden ve kıyımını gören tanrıça Danu dehşete kapılarak
öylece hareketsiz kaldı. Kapıldığı dehşet hissi yerini korkuya, daha sonra
kedere bıraktı. Acı içinde ağlamaya başlayınca gözyaşları öylesine aktı ki
"Topraksız Prensler" denen üç oğlu ve doğan ilk çocuklarının tümü
gözyaşlarının oluşturduğu akıntıya kapıldılar. Bu yüzden Danu'ya
"Cennetin/Göğün Suları" dendi. Onun gözyaşlarının meydana getirdiği
gelgitlerin içinde Fomorlar yaşıyordu. Onlar hem deniz ya da toprağın altında
yaşadığına inanılan doğaüstü bir dev ırkı olmaları, hem de doğanın yıkıcı,
karanlık yönlerini temsil ediyor olmalarıyla gökyüzünde yaşayan Tanrılar
Soy'unun tamamen zıttıydılar. [11][12][13][14]
Sürüklenenler arasında aşkı Donn'un beden parçaları da vardı. Tıpkı İskandinav
efsanelerindeki Ymir, Çin'deki Pangu, Babil'deki Tiamat gibi Donn'un
parçalara ayrılmış bedeni yaratılışta büyük rol oynamıştı. Tacı gökyüzüne,
beyni bulutlara, yüzü güneşe, aklı aya, nefesi rüzgara, gözyaşları ile karışan
kanı denizlere, eti toprağa, kemikleri taşlara dönüşmüştü. Tohumlarından iki
tane kalmıştı. Biri kırmızı, diğeri beyaz olan iki tohum Donn'un etinin
oluşturduğu toprağa düşmüştü.
Uzaklardan bakan Danu yeryüzündeki iki tohumu gördü. Bunlardan biri
Kızıl Meşe ağacı tohumuydu ve içinde parçalara ayrılan Donn'u
barındırıyordu. Bunu gören Danu sevgilisine olanları hatırladı, aralarındaki
mesafeden dolayı hüzünlendi. Diğer yandan onun tekrar hayata gelecek olması
ile sevinçle dolmuştu, sevdiğine hayranlık duyuyordu. Tekrar ağlamaya başladı,
gözyaşları yani özü ölü dünyanın üzerine damla damla düşüyordu.
Kavrulmuş topraklar onun sevgisiyle cennetten akan kutsal sularla ıslandı, tüm
arazi boyunca tohumlardan hayat fışkırmaya başladı. Yeryüzünde var olan ilk
canlılar Nemedyalılardı. Bunlar toprakların, kumların, çeşitli yerlerin
insanlarıydı. İlahi suların sonraki çocukları ile akraba olsalar da onlardan
farklılardı. Dünyanın kuzeyinde "Tapınma Ovası" adı verilen bir ovada
yaşıyorlardı. Bu insanlar kutsal olduğundan onlara "Nemed" deniyordu. Daha
sonra bu tek halktan iki halk ortaya çıkmıştı; Yeryüzünün halkı (Fir Bolg) ve
gökyüzünde yaşamaya başlayan Tanrılar Soyu (Tuatha De Danann)
Tanrıçanın gözyaşları ile hayat bulan toprakta kırmızı meşe palamudu kök saldı
ve Adair Arazisinin Meşe Ağacı (Bile** Magh Adhair) adı verilen muhteşem bir
ağaca dönüştü. Cennetten gelen ilahi sular bu kutsal
Meşe ağacını besledikçe besledi. Daha sonra bu Meşe ağacı insani
bir form aldı, halkların kralı oldu ve Eochaid* adıyla bilindi.
* Bu adın İskoç İngilizcesine geçişi "Hektor" şeklinde olmuştur.
** İngilizcedeki "safra" değildir. Doğrudan kutsal ağacın adıdır ve anlamı
tartışmalıdır. Kelt kültürü ele alındığında bunun büyük ihtimalle meşe ağacı
olduğu düşünülür.
Hatırlarsanız parçalara ayrılan Donn'dan geriye iki tohum kaldı demiştim. İşte
krala dönüşen kızıl tohumun dışındaki diğer tohum onun kardeşiydi ve kusurlu
görülen, boğumlu Porsuk ağacından dönüşmüş olmasına rağmen rahip
olmuştu çünkü soyluydu.
Eski uygarlıkların çoğunda ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu, her şeyi
var eden olduğunu görürüz. Öyle ki kocası olan tanrıyı bile o var eder,
doğurur. Yani kocası aynı zamanda oğludur. Bunu gerçek bir insan ilişkisi gibi
düşünmeyin. Doğanın kendisidir bu. Çünkü anne olarak görülen doğa her şeyi
doğuran olarak görülmüştür. Bu yüzden onunla ilişkilendirilen tanrı bile ondan
doğmuş olmalıdır.
Bunu aklımızda bulundurarak devam edelim. Efsaneye göre yeryüzünde hayat
bulmuş olan Meşe tohumu eskiden sevgilisi olan uzaklardaki,
gökyüzündeki annesini tanıyıp tekrar onunla birlikte olmak için uğraşmış,
yukarıya doğru uzanmıştı. Uzanırken onun yüzünü okşama, yapraklarıyla
gözyaşlarını silme gayretiyle uzuvlarını yukarı doğru zorladı.
Sanatta mükemmel olan kral Meşe ağacı (Eochaid) zanaatkar, korkusuz,
kurnaz bir savaşçı ve gizli sanatlar ustasıydı. Cennetin suları ile beslenen
Meşe birçok tanecik yetiştirdi. Yere düşen taneciklerden bazıları
parıldayan harika varlıklara dönüştü. Bunlar arasında Tanrılar Soyu [5] (Tuath
De Dannan) için bir zevk ve sevinç kaynağı olan, kadınların kalbine ateş
düşüren Aengus (Oengus Mac Og) adlı Üvez ağacı da vardı. Aengus gençlik
ve aşk tanrısıydı. [6]
Donn tüm bu kusursuzluğun etrafındaki halkına baktı. Hepsi uyuşuktu, durgundu,
yaşarken çürüyorlardı. O günlerde ölüm yoktu. Çevresindekiler aşırılığa
kaçınca kuruyup kaldı. Böylece halkı soldu, hastalandı ancak ölmedi.
Donn çevresindeki ıssızlığı görünce rahip kardeşine neler yapılabileceğini
danıştı. Finn'in verecek bir cevabı yoktu. Diğer toprakların nerede olduğunu,
ne durumda olduklarını görmek isteyen Finn bir yolculuğa hazırlandı.
Dalgaların ötesine seyahat eden Finn durumun her yerde aynı olduğunu gördü,
dünya ölüydü. Bu yüzden geri derken "yenilenme olabilmesi için ölümün bir
zamanı olması gerektiğini" ilan etti. Bu kadim sihir sayesinde Donn ölecek,
bedeni dünyayı yenileyecekti. Ruhu denize gitmeli ve dinlenme zamanı gelip
kalabileceği bir yer inşa etmeliydi.
Fakat Donn bunları kabul etmedi. Çünkü kardeşinin akraba cinayetiyle
lekeleneceğini düşünüyor ve sevgilisinden ayrı kaldığı gibi kardeşinden de
ayrı kalmak istemiyordu. Diğer yandan halk Finn'in fikrini destekliyor, ona
baskı yapıyordu. Bunun üzerine iki kardeş ovada savaşmaya başladı. Gün boyunca
dövüşen iki boğa gibi yorgun düşmüşlerdi. Yorgunluk sancısını ilk hisseden
Finn'di. Akabinde kardeşinin bıçakları vücuduna saplanmış ve ölmüştü. Bunun
üzerine Finn dokuz dalganın ötesini keşfe çıktı.
Kardeşinin ayakları dibinde öldüğünü gören Donn öfke ve acı hissetti diğer
yandan zafer elde ettiği için neşelenip büyüklendi. O kadar çok acı duydu ve
büyüklendi ki kalbi ve tüm varlığı paramparça oldu. Böylece Donn büyük ovadan
denize düştü. Ruhu Deniz'deki evini inşa etmeye giderken parçalara ayrılan
bedeni dünyayı yenilemek üzere dağıldı.
Onun ölümüyle Meşe'nin üç güçlü kökü toprağın derinliklerine indi, etrafı
çevreleyip güçlendi ve her biri birer karanlık olacak şekilde büyüdüler.
Böylece üçüncü alem yaratıldı ve ruhu orada yaşamak üzere, inşa ettiği, ölen
insanların gideceği "Tech Duinn'e" gitti. Tech Duin "Donn'un Evi" ya da
"Karanlık Olanın Evi" anlamlarına gelir. Burası ölenlerin toplandığı yerdir.
[7][8]
Dünyevi olarak yaşamıyor olsa da Gaeller yani İskoç ve İrlandalılar için tam
olarak yok olmamıştı. Donn bu harika Dünya Ağacı ile 3 alemde birden
yaşıyordu. Bu bir Meşe ağacıydı. Verdiği kırmızı meşe palamutları
insanlara besin ve koruma sağlıyor, Tanrılar Soyu'nu mutluluk veriyordu.
Cennetin Beyaz İneği Danu ile öteki alemin Kara Boğası Donn arasındaki aşk
devam ediyordu. Onların arasındaki aşk ve sevgi sayesinde kozmos var olmaya
devam etmişti.
Ölüp dokuz dalganın, boşluğun ötesini keşfe çıkan kardeşi Finn ruhlar aleminde
de kralına hizmet etmeye devam etti. Peki nasıl hizmet ediyordu? Daha önce
öldüğünden bilinmeyen yerleri keşfetmişti. Yolları bilen ve ilk keşfeden
olduğu için ülkeye giden geçitleri koruyor, yanındaki yardımcıları ve tazıları
ile birlikte yeni ölmüş olanların ruhlarını toplamaya çıkıyorlardı. Keltlerin
inancında buna Büyük Av denir. Bu Büyük Av gününde insanlar mezarlıklarda bir
Porsuk ağacı buluyor ve beraberindeki kara köpekleri mezarlığa
gömüyorlardı. Bran adlı tazı ölüleri getiriyor, efendisi Finn ölen ruhları
arayıp buluyordu. Bulunan ruhlar arasından layık olanlar Finn'in tazılarının
ulumaları ile ilan edilip "Karanlık Olanın Evi'nde" yaşamaları üzere
yönlendiriliyordu. Ev'e gelen ruhlar Donn ve Tümseğin İnsanları (Daoine sìth
[9]) tarafından yargılanıyordu. Tümseğin İnsanları adı verilenler muhtemelen
önemli Kelt ataları ve doğa ruhlarıydı. Donn yargılama bittikten sonra
"Toprağın Çocukları" dediği bu çocuklarını yani ruhları bulundukları zaman
içinde ölümlüler dünyasının kapısına götürüp teslim ediyordu.
Layık olmayan ve tazıların ulumadığı ruhlar kederine terk edilir, kabuk
bağlayıp pul pul olarak amaçsızca gezinirdi. [10]
ANALİZ & DETAYLAR
Bu yaratılış efsanesindeki bazı noktaların üzerinde durmak istiyorum.
Efsanede Anne ile Baba'dan var oluş, ölen babanın yeniden dirilerek oğul ve eş
olarak dünyaya gelip sonrasında tekrar ölmesi motifi var. Birkaç kez "Tanrılar
Soyu" terimini kullandım. Bunlar Yukarı Alem'in tanrılarıdır. Bu tanrıların
ana tanrıçanın çocukları olması, aynı zamanda ölen babanın onun sayesinde
tekrar dirilmesi ana tanrıçanın her şeyden üstün olduğunu gösterir.
Donn ve Danu'nun yaratılışına baktığımızda yaratılışın ilkel kaosun bölünmesi
ile başladığını görüyoruz. Çocuklarının babalarını öldürdükten sonra yeryüzüne
sürüldüğü anlatılıyor. Hatlarıyla tamamen aynı olmasalar da tanrıya karşı
gelen, daha sonra ceza olarak yeryüzüne gönderilen varlıklara dair efsanelerle
ortak yönlere sahip.
Efsane alışılmışın dışında bir yöne sahip. Mitoslarda genellikle toprak yani
yeryüzü kadın olurken gökyüzü erkek olur. Böylece yağan yağmurlar ile
erkeğin toprağı döllediği düşünülür. Kelt efsanesinde oldukça farklı bir
bakış açısı var. Alışılmışın aksine gökyüzü tanrısı kadın, yeryüzü erkek.
Üstelik hayatın başlaması ve doğanın canlanması erkeğin döllemesi ile değil
annenin çektiği özlem, acı ve sevgiden kaynaklanan gözyaşı sayesinde oluyor.
Daha sonra yeraltı tanrısına dönüşen Baba'nın (Meşe/Donn) ölenlerin yanına
gideceği bir karaktere dönüştüğü görülüyor.
Keltler için ağaçların kutsallığını kolayca fark edebiliyoruz. Özellikle
Meşe ağacı ağaçların kralıdır ve kutsaldır. Bu yüzden yaratılış
anlatısındaki kral da meşe ağacı ile bağlantılıdır.
Kralın rahip kardeşi Finn, Gal irfanındaki şamanik bir karakterdir. Daha
önceleri Pan-Kelt tanrısı olarak tapınılmış, kahin, bilge ve şair yönleriyle
ortaya çıkmış bir tanrıdır. [Fingan, Fionn, Finnbennach, Findbharra gibi
farklı adlarla tapınılmıştır.] Onun porsuk ağacı ile ilişkilendirilmesinin
birçok nedeni vardır. Bunlardan en önemlisi geçmiş zamanlarda insanların
mezarlıklara porsuk ağacı dikiyor olmasıydı. Yeni mezarlık alanına ilk kez
biri gömüleceği zaman buraya aynı zamanda siyah bir köpek getiriliyordu. Bu
Finn'in tazılarını, özellikle tazısı Bran'ı simgeliyordu. (Bazı efsanelerde
Bran'dan beyaz bir tazı olarak bahsedildiği olmuştur.) Porsuk ağacı ile
ilişkilendirilmesinin başka bir nedeni boğumlu ve çarpık olan bu ağacın meşe
ağacına kıyasla kusurlu görünüyor olmasıydı.
Diğer yandan gençlik ve aşk tanrısı Aengus, Gal kültüründe büyülü, koruyucu,
hayat veren ve iyileştirici özellikleri olduğuna inanılan
Üvez ağacı ile ilişkilendirilmişti. Kırmızı meyveleri Tanrılar Soyu
için neşe kaynağı olmuştu.
Bu noktada eski insanların doğayı ne kadar detaylı şekilde gözlemlediğini
anlayabiliriz. Bunlar rastgele seçilmiş ağaçlar değillerdir. Yaşlanmayan
Porsuk ağacının aksine meşe ve üvez ağaçları yıllık döngünün içinde
yaşarlar. Meşe ve porsukağacı ile karşılaştırıldığında üvez ağacı çok daha
pürüzsüz ve genç göründüğünden gençlik ve aşk ile ilişkilendirilen de oydu.
-
KAYNAKLAR
- The Sacred Isle: Belief and religion in pre-Christian Ireland. Boydell & Brewer. pp. 27, 58.
- Ó hÓgáin, Dáithí. (1991) Myth, Legend & Romance: An encyclopaedia of the Irish folk tradition. Prentice Hall Press. pp. 165-166, 154.
- Monaghan, Patricia (2004). The Encyclopedia of Celtic Mythology and Folklore. Infobase Publishing. p. 135.
- Mythology of all races, vol 3, p. 8.
- Koch, John T. Celtic Culture: A Historical Encyclopedia. 2006. pp.1693-1695
- Ó hÓgáin, Dáithí, a.g.e., pp.38-40
- Müller-Lisowski, Käte (1948). "Contribution to a Study in Irish Folklore: Traditions about Donn". Béaloideas. 18: 142-199.
- Freitag, Barbara (2013). Hy Brasil: The metamorphosis of an island. Rodopi. pp. 98-99, 101.
- James MacKillop, A Dictionary of Celtic Mythology (Oxford: Oxford University Press, 1998), s.v. daoine sídhe; Dictionary of the Irish Language: síd, síth.
- Primal Myths, Creating the World, Dr. Barbara C. Sproul (https://archive.org/details/primalmythscreat00spro); Celtic Myth and Legends, Charles Squire (https://archive.org/details/celticmythlegend00squi/page/40/mode/2up); Dictionary of Celtic Myths and Legends, Dr. Miranda Green.
- Carey, John. "Fomoiri", in The Celts: History, Life, and Culture. Edited by John T. Koch. 2012. p.355.
- MacCulloch, John Arnott. The Religion of the Ancient Celts. The Floating Press, 2009. pp.80, 89, 91.
- Smyth, Daragh. A Guide to Irish Mythology. Irish Academic Press, 1996. p.74. (https://archive.org/details/guidetoirishmyth00smyt_0)
- Sjoestedt, Gods and heroes of the Celts, pp.4-5. (https://archive.org/details/godsheroesofcelt00sjoe)
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Hazırlayan: A.Kara
42 SAFLIK BEYANI VE 10 EMİR
Eski Mısır dininde kişi öldüğünde ölüler alemi olan Duat'a gider, burada kalbi
teraziye konur ve iyiliğin tüyüne karşı kalbi tartılırdı. İbrahimi dinlere
günah ve sevapların tartılması olarak geçen bu inanışta önemli bir detay
vardır. Ölüler Kitabında detaylıca anlatılan Kalbin Tartılması işlemi
sırasında kalbi tartılan kişi oradaki tanrıça Maat'ın yargıçlarının bakışları
altında 42 maddeden oluşan Saflık Beyanını okumalıdır. Bu, yargılanmadan önce
ölen kişiye tanınan bir fırsattı.
Maat'ın yargıçlarına karşı yapılıyordu; Çünkü Maat adaletin, doğrunun,
bilginin, yasaların, ahlakın, uyumun ve kozmik dengenin tanrıçasıdır. Kalbin
Tartılması sırasında kişinin kalbine karşı Maat'ın tüyünün konmasının nedeni
de budur.
Maat'ın yargıçlarına yapılan Saflık Beyanları kişisel olduğundan mezardan
mezara farklılık gösterse de temel itibariyle günah kavramları aynıdır. Bunlar
tanrıça Maat'ın kanunları değil de Maat'ı memnun etmek için onu okuyacak
kişinin hayattayken yaptıkları ya da yapmadıklarının beyanıdır. [4]
42 maddeden oluşmasının nedeni, Nebseni papirüsünde Maat'ın yardımcı
yargıçları olan 42 tanrıdır.[7] Bu 42 tanrı, Mısır'ın 42 eyaletini temsil eder
ve "yaşamları boyunca Maat'tan beslenen gizli Maat tanrıları" olarak
adlandırılırlar. Bunlar sunular kabul eden küçük kademeli ilahlardır. [4]
Yani aslında her bir madde ile bir tanrı ya da tanrıçaya ifade verilmekte ve
itirafta bulunulan her bir tanrı ile Mısır'ın bütünlüğü vurgulanır. Bu küçük
dereceli tanrı ve tanrıçaların adlarını Ölüler Kitabı'ndaki Nebseni
Papirüsünde görmek mümkündür.
Ölünün okuduğu 42 Saflık Beyanı Musevilikteki 10 Emir'in temelini oluşturur şekildedir ve kutsal olduğu söylenen kitaplardaki günah kavramından daha iyi ahlaki hatlara sahiptir. Söz konusu 42 madde şöyledir:
- Günah işlemedim.
- Şiddet kullanarak soygun yapmadım.
- Çalmadım.
- Erkek ve kadınları öldürmedim.
- Tahıl çalmadım.
- Sunuları çalmadım.
- Tanrıların mallarını çalmadım.
- Yalan söylemedim.
- Yiyecekleri taşımadım.
- Küfür etmedim.
- Zina etmedim, erkeklerle yatmadım.
- Kimseyi ağlatmadım.
- Kalbi yemedim (Boş yere üzülmedim, pişmanlık duymadım)
- Hiçbir erkeğe saldırmadım.
- Hilekar değilim.
- Ekili araziyi çalmadım.
- Kulak misafiri olmadım (başkalarının sırlarını dinlemedim)
- Hiçbir erkeğe iftira atmadım.
- Haklı bir sebep olmadan kızmadım.
- Hiçbir erkeğin karısına ahlaksızlık yapmadım.
- Hiçbir erkeğin karısını ahlaksızlaştırmadım (burada önceki iddiasını yenileyerek başka bir tanrıya hitap eder)
- Kendimi kirletmedim.
- Hiç kimseyi korkutmadım.
- Yasayı çiğnemedim.
- Kızmadım.
- Kulaklarımı gerçeğin sözlerine kapatmadım.
- Dine küfretmedim.
- Şiddet adamı değilim.
- Çekişme kışkırtıcısı ya da barış bozan biri değilim.
- Acele ile yargılamadım ya da hareket etmedim.
- Konuları merak etmedim.
- Konuşurken sözlerimi çoğaltmadım
- Kimseye zulmetmedim, kötülük yapmadım.
- Kral'a karşı büyücülük yapmadım (ya da küfretmedim)
- [Akması gerektiği zaman] suyun akışını hiç durdurmadım.
- Asla sesimi yükseltmedim. (kibirli ya da öfkeli konuşmadım)
- Tanrı'ya küfretmedim, lanet okumadım.
- Kötü bir öfkeyle hareket etmedim.
- Tanrıların ekmeğini çalmadım.
- Khenfu keklerini ölülerin ruhlarından alıp götürmedim.
- Çocuğun ekmeğini kapmadım, şehrimin tanrısını hor görmedim.
- Tanrıya ait sığırları öldürmedim. [5][6][1]
Şimdi bir de 10 emire bakalım:
- Tanrı YHVH'ten başka ilah(lar)ın olmayacak.
- Kendine yukarıda, gökte; aşağıda, yerde; veya derinlerde, yeraltında yaşayan put(lar) yapmayacaksın; onlara eğilmeyeceksin ve onlara ibadet etmeyeceksin.
- Tanrın YHVH'in ismini boş yere anmayacaksın.
- Haftanın altı günü çalışacak ve dünyevi işlerini yapacaksın; haftanın son günü, yedinci gün mukaddes Şabat günündeyse bütün işlerini bırakacak ve Tanrın YHVH'e ibadet edeceksin. O gün, Sebt'tir.
- Annene ve babana hürmet edeceksin.
- Öldürmeyeceksin.
- Zina etmeyeceksin
- Çalmayacaksın.
- Komşu(ları)na karşı yalan yere şahitlik yapmayacaksın.
- Komşu(ları)nın, yakın(lar)ının mülklerine tamah etmeyeceksin.
Fark edebileceğiniz gibi 10 emir, Mısır dinindeki 42 maddenin sayıca
azaltılmış ve Tanrı faktörünün daha ağırlık kazandırılmış halidir. Tevrat'ta
yazanlara göre Musa bir Mısırlıdır. Dolayısı ile Mısır'da büyümüş olan Musa
Mısır tanrı ve tanrıçalarına taparak büyümüştür. Bu yüzden Maat'ı ve 42 Saflık
Beyanı'nı biliyor olmalıdır.
Mısır dinindeki Saflık Beyanları birer kanun olmadığından kişiden kişiye
farklılık gösterebildiği için, farklı mezarlardan çıkan beyanlarda ölülerin
şöyle beyanları yer alır:
- Hizmetkarlara kötü muamelede bulunmadım.
- Kimseye benim adıma cinayet işlemesi için emir vermedim. [2][1]
- Yalancı şahitlik yapmadım.
- Aç olana ekmek verdim, susamışa su ve çıplak olana elbise verdim. [3][1]
Henüz ortada Musevilik, Hristiyanlık ve İslam gibi dinler yokken, çoktanrılı
eski Mısır dininin sahip olduğu ahlaki çizgi İbrahimi dinlerle neredeyse
aynıdır.
Örneğin Mısır dini insanları köleleştirmeyi ve zorla çalıştırmayı uygunsuz bir
davranış ya da günah olarak görmemiştir. Durum İbrahimi dinlerde de aynıdır.
Yahudiler dinlerini Eski Mısır dininden ve çevre topluluklardan duydukları ile
inşa ettiğinden kölelik sistemi onlara da geçmiş, buradan da Kur'an'a geçerek
varlığını devam ettirmiştir. Bu yüzden Kur'an'da köleliği ve cariyeliği
yasaklayan hiçbir ayet yoktur.
İbrahimi dinlerde ahlaklı olmanın ya da iyilik yapmanın nedeni tanrı ve
cehennem korkusudur. Cehennem korkusu içindeki kişi yaptığı iyiliklerle
tanrıyı ikna edecek seviyeye geldiğinde cennetlik olur. Yani kişi içinden
geldiği için, sadece iyilik yapmak için değil de çıkar ya da tehdit ilişkisi
içinde hareket eder.
Söz konusu dinleri etkileyen Mısır dininde de durum aynıdır. Kişiler yeraltı
diyarında tekrar doğma hakkı kazanarak cennete gitmek için iyilik yapar ve
kötülükten uzak dururlar. Yine ödül-ceza sistemine dayalı ahlak söz konusudur.
Bu yüzden kişi hayattayken olabildiğince iyi olmaya çalışır ve öldüğünde
Osiris ve 42 Maat yargıcının karşısına çıkarak onlara uzak durduğu kötülükleri
ya da yaptığı iyilikleri sıralar. Akabinde "kalbim temiz, kalbim temiz, kalbim
temiz" diye de ekler. Çünkü dönem insanının inanışına göre tüm iyi ya da kötü
eylemlere karar vermeyi sağlayan, yani beyin işlevini gören organ kalptir. Bu
inanışın yansımalarını Kur'an'da da görmek mümkündür.
Bir nokta daha var ki Antik Mısır'ın Büyük Yargılama metinlerinde kişi
yaptıklarını anlattıktan sonra diğer aşamada kalbi dile gelip konuşmaya
başlar. Bu inanış değişim geçirerek İbrahimi dinlerde kişi yargılanırken
günahlarını saklayamayıp itiraf edeceği, hatta organlarının bile onun yerine
konuşacağı inanıcına zemin hazırlamış olabilir.
-
KAYNAKLAR
- E.A.Wallis Budge, Egyptian Literature
- Ölüler Kitabı, Bab CXXV
- A.g.e., 3. Kısım
- Ani Papirüsü
- Studio 31, The Book of the Dead (2015), pp. 97-96; 577-582.
- Sir Ernest Alfred Wallis Budge (1913). The Papyrus of Ani: A Reproduction in Facsimile, Edited, with Hieroglyphic Transcript, Translation, and Introduction.
- Budge The Gods of the Egyptians Vol. 1 pp. 418-20
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Hazırlayan: A.Kara
ÖMER MUHAMMED’E NEDEN YAZDIRMADI ? (KIRTAS OLAYI)
Rivayet ve hadislere Kur’an ayetleri ile birlikte baktığımızda Ömer’in Kur’an’a etkisinin ne denli büyük olduğunu görürüz. Öyle ki kimi ayetlerin Ömer ile Muhammed arasındaki konuşmalar, fikir ayrılığı yaşadıkları durumlar üzerine indiği, Allah’ın Ömer’i haklı bulurcasına onun görüşlerini vahiy ettiği görülür. Yani Ömer, Muhammed ve takipçileri üzerinde oldukça etkili biridir. Bunun örneklerinden biri “kalem kağıt” olayı olarak da bilinen Kırtas hadisesidir.
Kur’an’dan sonra en güvenilir kaynak olarak kabul edilen Kütübü Sitte’de yer alan bu olaya göre İslam peygamberi ölüm döşeğindeyken çevresindekilerden kalem kağıt ister. Rivayetlerde yazdığına göre ölmeden önce bir şeyler yazmak istemesinin nedeni ölümünden sonra Müslümanların sapmalarını, yoldan çıkmalarını engellemektir. Fakat Ömer Muhammed’in yazı yazmasına engel olur. Bu yüzden Şiiler tarih boyunca Ömer’e tepki gösterip eleştirmişlerdir. Çünkü onların görüşüne göre eğer Ömer tarafından engellenmeseydi Ali’nin halife olmasını vasiyet edecekti, yazacağı buydu.
Şimdi ehli sünnet kaynaklarında bu konuyla ilgili yer almış rivayetlere bakalım.
حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ مُوسَى، أَخْبَرَنَا هِشَامٌ، عَنْ مَعْمَرٍ، عَنِ الزُّهْرِيِّ، عَنْ عُبَيْدِ اللَّهِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ، قَالَ لَمَّا حُضِرَ النَّبِيُّ صلى الله عليه وسلم ـ قَالَ وَفِي الْبَيْتِ رِجَالٌ فِيهِمْ عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ ـ قَالَ " هَلُمَّ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ ". قَالَ عُمَرُ إِنَّ النَّبِيَّ صلى الله عليه وسلم غَلَبَهُ الْوَجَعُ وَعِنْدَكُمُ الْقُرْآنُ، فَحَسْبُنَا كِتَابُ اللَّهِ. وَاخْتَلَفَ أَهْلُ الْبَيْتِ وَاخْتَصَمُوا، فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ قَرِّبُوا يَكْتُبْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ. وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ مَا قَالَ عُمَرُ، فَلَمَّا أَكْثَرُوا اللَّغَطَ وَالاِخْتِلاَفَ عِنْدَ النَّبِيِّ صلى الله عليه وسلم قَالَ " قُومُوا عَنِّي ". قَالَ عُبَيْدُ اللَّهِ فَكَانَ ابْنُ عَبَّاسٍ يَقُولُ إِنَّ الرَّزِيَّةَ كُلَّ الرَّزِيَّةِ مَا حَالَ بَيْنَ رَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَبَيْنَ أَنْ يَكْتُبَ لَهُمْ ذَلِكَ الْكِتَابَ مِنِ اخْتِلاَفِهِمْ وَلَغَطِهِمْ.
Peygamberin ölüm vakti yaklaştığında aralarında Ömer bin. Hattab’ın da bulunduğu adamlara “Yaklaşın, size bir yazı yazmama izin verin ki ondan sonra yoldan sapmayasınız.” dedi. Ömer dedi ki: “Peygamber ağır hasta, bizde Kur’an var, Allah’ın kitabı bize yeter.” Evdeki insanlar birbirlerine ters düştü ve aralarında tartışmalar yaşandı. Bazıları: “Yaklaşın da Resulullah size sapmayacağınız bir yazı yazsın” dedi. Bir kısmı da aynen Ömer’in söylediğini söyledi. Önünde çok gürültü patırtı koparıp ihtilafa düştüklerini görünce Peygamber onlara: “Gidin ve beni yalnız bırakın” buyurdu.
İbni Abbas şöyle derdi: “İhtilaf ve tartışmaların onlar için Resulullah’ın bu yazıyı yazmayı engellemesi büyük bir felaketti.” [1]
Başka bir rivayet şöyledir:
حَدَّثَنَا قَبِيصَةُ، حَدَّثَنَا ابْنُ عُيَيْنَةَ، عَنْ سُلَيْمَانَ الأَحْوَلِ، عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ـ رضى الله عنهما ـ أَنَّهُ قَالَ يَوْمُ الْخَمِيسِ، وَمَا يَوْمُ الْخَمِيسِ ثُمَّ بَكَى حَتَّى خَضَبَ دَمْعُهُ الْحَصْبَاءَ فَقَالَ اشْتَدَّ بِرَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَجَعُهُ يَوْمَ الْخَمِيسِ فَقَالَ " ائْتُونِي بِكِتَابٍ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ أَبَدًا ". فَتَنَازَعُوا وَلاَ يَنْبَغِي عِنْدَ نَبِيٍّ تَنَازُعٌ فَقَالُوا هَجَرَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم. قَالَ " دَعُونِي فَالَّذِي أَنَا فِيهِ خَيْرٌ مِمَّا تَدْعُونِي إِلَيْهِ ". وَأَوْصَى عِنْدَ مَوْتِهِ بِثَلاَثٍ " أَخْرِجُوا الْمُشْرِكِينَ مِنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ، وَأَجِيزُوا الْوَفْدَ بِنَحْوِ مَا كُنْتُ أُجِيزُهُمْ ". وَنَسِيتُ الثَّالِثَةَ. وَقَالَ يَعْقُوبُ بْنُ مُحَمَّدٍ سَأَلْتُ الْمُغِيرَةَ بْنَ عَبْدِ الرَّحْمَنِ عَنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ. فَقَالَ مَكَّةُ وَالْمَدِينَةُ وَالْيَمَامَةُ وَالْيَمَنُ. وَقَالَ يَعْقُوبُ وَالْعَرْجُ أَوَّلُ تِهَامَةَ.
“İbn Abbas şöyle diyor: ‘Perşembe günü, Perşembe gününün ne olduğunu sen ne bilirsin?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar.”
Dedi ki: “Resûlullah'ın hastalığı Perşembe günü ağırlaştı, “Bana bir kemik getirin de size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla yoldan sapmayasınız.” dedi. Sonra oradakiler ihtilafa düşüp münakaşa etmeye başladılar, oysa ki Peygamberin yanında tartışmak doğru değildir.
Onlar : “Resulullah ağır hastadır” dediler. O zaman Peygamber dedi ki: “Beni yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda söylediklerinizden daha hayırlıdır”.
Sonra onlara üç şey emretti: ‘Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın. Görüşmeye gelen heyetlere, benim yaptığım gibi ikramda bulunun ve hediyeler verin. Üçüncüsünü unuttum.” [2]
Bu rivayette Muhammed’in hakkında söylenenlere neden sitem ettiğini, yanındakilerin hakkında ne dediklerini aynı olayı anlatan farklı bir rivayetteki ifade ortaya koyuyor. Çünkü aralarından kimileri yazı yazmak isteyen Peygamber için “Ona ne oluyor? (Sizce) delirmiş (ağır hasta) mi? Durumunu anlamak için ona sorun.” derler. [3]
فَقَالُوا مَا شَأْنُهُ أَهَجَرَ اسْتَفْهِمُوهُ فَذَهَبُوا يَرُدُّونَ عَلَيْهِ.
Kimi rivayetlerde “Gerçekten Resulullah sayıklıyor” dedikleri yazar. [4]
فَقَالُوا إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَهْجُرُ .
Bunun üzerine Muhammed onları huzurundan kovar, ki rivayetlerin genelinden anlaşılacağı üzere bu tartışmaya neden olan kişi Ömer’dir. Onun söyleminden sonra kimileri aynı şekilde Muhammed’in bir şeyler yazmak istemesine karşı çıkarlar.
Anlatım yönüyle diğerlerinden farklı olan ve İbni Sa’d da yer alan bir rivayet yine Buhari, Müslim gibi kaynaklarda yer alan rivayetleri destekler şekilde Ömer’in Muhammed’in bir şeyler yazmasına karşı çıkışını anlatır:
“Biz Nebî (sav)’in yanındaydık. Bizimle kadınların arasında perde vardı. Resulullah (sav) “Beni yedi ayrı kuyudan alınmış su ile yıkayın ve bana kağıt ile kalem getirin ki, ondan sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir yazı yazayım.” dedi. Kadınlar, “Resulullah’ın isteğini yerine getirin.” dediler. Ben, “Siz susun. O hastalandığında gözlerinizden yaşlar akar, iyileşince de boğazına sarılırsınız.” dedim. Resulullah (sav) ise, “Onlar sizden hayırlıdır.” dedi.” [5]
Bunlara ek olarak belirtmekte fayda var ki İbni Sa’d’da yer alan bir rivayette daha güvenilir olan ehli sünnet kaynaklardaki rivayetlerle ve Muhammed’in ölümüne dair anlatılarla uyumsuz bir şekilde olaydaki kişi Ömer değil de Ali olarak önümüze çıkar. Şöyle yazar:
“Resulullah’ın hastalığı ağırlaştığında, “Ey Ali, bana bir şey getir de, benden sonra ümmetimin dalalete düşmemesi için yazayım.” dedi. Getirmeden önce vefat eder korkusuyla, “Ben onu aklımda tutarım.” dedim. Onun başı göğsümde olduğu halde, namazı, zekatı ve kölelere iyi davranılmasını vasiyet etti. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet edilmesini emretti. Sonra da ruhunu teslim etti. Her kim bu şekilde şehadet getirirse ona cehennem haram olur.” [6]
Fakat gördüğünüz gibi daha güvenilir olarak kabul edilen Buhari ve Müslim gibi onca sünni hadis kaynağı bu kişiden Ömer olarak bahseder. Muhammed’in ne yazmak istediği belirsiz olsa da Şiilerin görüşüne göre Ali’nin halife olacağını yazacaktır ve Ömer bunu engellemiştir. Bu yüzden Şiiler arasında zaman içinde Ömer’e karşı artan bir nefret oluşmuştur.
Muhammed’in ölümü ile ilgili rivayetlerden yola çıkılarak onun bu olaydan birkaç gün sonra öldüğü ve muhtemelen bu süre zarfında yazamadığı şey her neyse onu sözlü olarak insanlara bildirmiş olması gerektiği söylenir. Fakat eğer söz konusu kimin halife olacağı ise rivayetlere bakıldığında ölmeden önce bu konuda net bir açıklama yapmış değildir. Örneğin şöyle bir rivayet vardır:
“Bana baban Ebubekir’i ve kardeşini (Abdurrahman’ı) bir yazı yazmam için çağır. Çünkü gerçekten ben, bir temenni edicinin şöyle temenni etmesinden ve ben öldükten sonra “ben bu işe (hilafete) daha layığım.” demesinden korkuyorum.
Sonra Resulullah, Allah ve mü’minler ancak Ebubekir’e razı olur.” değerlendirmesini yaparak bundan vazgeçmişti." [7]
Bu rivayete göre kendisi halife seçmiyor da “zaten halk Ebubekir’i seçecektir” diyerek bu konuda herhangi bir açıklama getirmiyor.
Eğer “halife şu kişi olacaktır” deseydi ölümü sonrası yaşanacak birçok siyasi çekişmenin, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin önüne geçebilirdi.
İki rivayet var ki Şiilerin iddiası ve Kırtas hadisesi konusunda oldukça önemliler.
İlk rivayete göre Muhammed’in amcası Abbas, Muhammed’in hastalığı sırasında, başkanlığın, Haşimoğulları’ndan çıkmaması için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bunun için bir gün Ali, hasta olan
Muhammed’in yanından çıkınca onun hastalığı hakkında bilgi alır ve “Görmüyor musun? Allah’ın Elçisi bu hastalıktan ölmek üzeredir. Ben, Abdülmuttalip oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne duruma geldiğini bilirim. Haydi Allah’ın Elçisi’nin yanına gidelim de bu işi (yönetim) kime bırakacağını soralım. Bize bırakıyorsa bunu bilelim. Bizden başkasına bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bizim için tavsiyelerde bulunsun” deyince, Ali, “Biz bunu Allah’ın Elçisi’ne sorunca, o da bunu bize vermeyecek olursa, artık bir daha bunu bize vermezler. Onun için ona böyle bir şeyi asla sormam” der. [8]
İkinci rivayet şöyledir: Abdullah bin Abbas’a “Tanrı elçisi vasiyetlerde bulundu mu?” diye sordum. O, “Hayır, bulunmadı” dedi. Ben “bu nasıl oldu? Diye sorduğumda,O “Allah’ın Elçisi, “Ali’yi bana çağırınız” dediğinde, Ayşe, “Ebû Bekir’i çağırmayacak mısın?” , Hafsa da: “Ömer’i çağırmaya adam göndermeyecek misin?” dedi. Bunun üzerine hepsi Peygamber’in huzurunda toplandılar. Tanrı elçisi “Evlerinize dönün, bir işim olursa ben sizi çağırırım” dedi. [9]
Tüm bunlara bakıldığında Muhammed ölüm döşeğindeyken çevresindekilerin “kim halife olacak” derdine düşüp bu güçlü makama sahip olmayı dilediği açıktır. Muhammed Ali’yi çağırtınca Ayşe ve Hafsa’nın da babalarını çağırttığı, onlar gelince Muhammed’in hepsini huzurundan gönderdiği rivayete bakılınca insanın aklında yaşanmış olabilecek onlarca ihtimal beliriyor. Tabi Ebubekir’i övdüğü hadisleri de unutmamak gerekiyor.
Diğer yandan, eşleri ile kavga edince, cariyesini kendine yasaklayınca veya Yahudiler kendisi ile alay edince ayet gönderen Allah nedense büyük sorunlara yol açacak daha önemli bir konuda, halifenin kim olacağı konusunda hiçbir ayet göndermiyor. Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Elinizi vicdanınıza koyup, gerçekten akıllıca düşünüp samimi olarak cevap verin. Hangisi daha önemli bir konu:
Birincisi hakkında ayet var ama çok daha önemli olan, dinin ve inananların kaderini belirleyecek olan ikincisi hakkında yok. Böyle bir kutsal kitap olabilir mi? Gerçi, Kur’an’ın Muhammed’in ölümünden yıllar sonra zar zor bir araya getirilebildiğini hatırlayınca insanın tekrar “böyle bir kutsal kitap olabilir mi?” diye sorası gelmiyor değil.
Kırtas hadisesi ile ilgili rivayetlere bakınca bazı soruları sormak gerekiyor:
1) Ömer Muhammed’in yazı yazmasına neden engel oluyor?
2) Yanındaki kişilerden bazıları “yoksa o delirdi mi?” ya da “sayıklıyor” gibi sözler söylüyorlar. Hani peygambere hürmet edip tevazu gösteriyorlardı? Yoksa O’nun yatağa düştüğünü görünce gevşeyip güçlü gördükleri kişilere yanlamaya mı başladılar?
3) Birçok rivayette Ali Muhammed’in cenazesiyle ilgilenirken Ebubekir ve Ömer’in halifelik konusuyla uğraştıkları, daha sonra Ebubekir’in halife ilan edildiği yer alır. [10] Bu durumda Şiilerin ya da kimi insanların halifelik konusunda oyun oynandığını düşünmesi normal değil midir?
4) Necm suresi 3. ayette “O, nefis arzusu ile konuşmaz.” deniyor. Buna karşın Kırtas hadisesine dair rivayetler gerçekse Ömer’in aslında Muhammed’e inanmadığı, iktidar dengeleri için yanında saf aldığı sonucu ortaya çıkmıyor mu?
5) Allah’ın böylesi önemli bir konu hakkında emir göndermemiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Mantıklı buluyor musunuz?
●►Youtube 'Katıl': KATIL
حَدَّثَنَا قَبِيصَةُ، حَدَّثَنَا ابْنُ عُيَيْنَةَ، عَنْ سُلَيْمَانَ الأَحْوَلِ، عَنْ سَعِيدِ بْنِ جُبَيْرٍ، عَنِ ابْنِ عَبَّاسٍ ـ رضى الله عنهما ـ أَنَّهُ قَالَ يَوْمُ الْخَمِيسِ، وَمَا يَوْمُ الْخَمِيسِ ثُمَّ بَكَى حَتَّى خَضَبَ دَمْعُهُ الْحَصْبَاءَ فَقَالَ اشْتَدَّ بِرَسُولِ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم وَجَعُهُ يَوْمَ الْخَمِيسِ فَقَالَ " ائْتُونِي بِكِتَابٍ أَكْتُبْ لَكُمْ كِتَابًا لَنْ تَضِلُّوا بَعْدَهُ أَبَدًا ". فَتَنَازَعُوا وَلاَ يَنْبَغِي عِنْدَ نَبِيٍّ تَنَازُعٌ فَقَالُوا هَجَرَ رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم. قَالَ " دَعُونِي فَالَّذِي أَنَا فِيهِ خَيْرٌ مِمَّا تَدْعُونِي إِلَيْهِ ". وَأَوْصَى عِنْدَ مَوْتِهِ بِثَلاَثٍ " أَخْرِجُوا الْمُشْرِكِينَ مِنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ، وَأَجِيزُوا الْوَفْدَ بِنَحْوِ مَا كُنْتُ أُجِيزُهُمْ ". وَنَسِيتُ الثَّالِثَةَ. وَقَالَ يَعْقُوبُ بْنُ مُحَمَّدٍ سَأَلْتُ الْمُغِيرَةَ بْنَ عَبْدِ الرَّحْمَنِ عَنْ جَزِيرَةِ الْعَرَبِ. فَقَالَ مَكَّةُ وَالْمَدِينَةُ وَالْيَمَامَةُ وَالْيَمَنُ. وَقَالَ يَعْقُوبُ وَالْعَرْجُ أَوَّلُ تِهَامَةَ.
“İbn Abbas şöyle diyor: ‘Perşembe günü, Perşembe gününün ne olduğunu sen ne bilirsin?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar.”
Dedi ki: “Resûlullah'ın hastalığı Perşembe günü ağırlaştı, “Bana bir kemik getirin de size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla yoldan sapmayasınız.” dedi. Sonra oradakiler ihtilafa düşüp münakaşa etmeye başladılar, oysa ki Peygamberin yanında tartışmak doğru değildir.
Onlar : “Resulullah ağır hastadır” dediler. O zaman Peygamber dedi ki: “Beni yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda söylediklerinizden daha hayırlıdır”.
Sonra onlara üç şey emretti: ‘Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın. Görüşmeye gelen heyetlere, benim yaptığım gibi ikramda bulunun ve hediyeler verin. Üçüncüsünü unuttum.” [2]
Bu rivayette Muhammed’in hakkında söylenenlere neden sitem ettiğini, yanındakilerin hakkında ne dediklerini aynı olayı anlatan farklı bir rivayetteki ifade ortaya koyuyor. Çünkü aralarından kimileri yazı yazmak isteyen Peygamber için “Ona ne oluyor? (Sizce) delirmiş (ağır hasta) mi? Durumunu anlamak için ona sorun.” derler. [3]
فَقَالُوا مَا شَأْنُهُ أَهَجَرَ اسْتَفْهِمُوهُ فَذَهَبُوا يَرُدُّونَ عَلَيْهِ.
Kimi rivayetlerde “Gerçekten Resulullah sayıklıyor” dedikleri yazar. [4]
فَقَالُوا إِنَّ رَسُولَ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم يَهْجُرُ .
Bunun üzerine Muhammed onları huzurundan kovar, ki rivayetlerin genelinden anlaşılacağı üzere bu tartışmaya neden olan kişi Ömer’dir. Onun söyleminden sonra kimileri aynı şekilde Muhammed’in bir şeyler yazmak istemesine karşı çıkarlar.
Anlatım yönüyle diğerlerinden farklı olan ve İbni Sa’d da yer alan bir rivayet yine Buhari, Müslim gibi kaynaklarda yer alan rivayetleri destekler şekilde Ömer’in Muhammed’in bir şeyler yazmasına karşı çıkışını anlatır:
“Biz Nebî (sav)’in yanındaydık. Bizimle kadınların arasında perde vardı. Resulullah (sav) “Beni yedi ayrı kuyudan alınmış su ile yıkayın ve bana kağıt ile kalem getirin ki, ondan sonra asla dalalete düşmeyeceğiniz bir yazı yazayım.” dedi. Kadınlar, “Resulullah’ın isteğini yerine getirin.” dediler. Ben, “Siz susun. O hastalandığında gözlerinizden yaşlar akar, iyileşince de boğazına sarılırsınız.” dedim. Resulullah (sav) ise, “Onlar sizden hayırlıdır.” dedi.” [5]
Bunlara ek olarak belirtmekte fayda var ki İbni Sa’d’da yer alan bir rivayette daha güvenilir olan ehli sünnet kaynaklardaki rivayetlerle ve Muhammed’in ölümüne dair anlatılarla uyumsuz bir şekilde olaydaki kişi Ömer değil de Ali olarak önümüze çıkar. Şöyle yazar:
“Resulullah’ın hastalığı ağırlaştığında, “Ey Ali, bana bir şey getir de, benden sonra ümmetimin dalalete düşmemesi için yazayım.” dedi. Getirmeden önce vefat eder korkusuyla, “Ben onu aklımda tutarım.” dedim. Onun başı göğsümde olduğu halde, namazı, zekatı ve kölelere iyi davranılmasını vasiyet etti. Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet edilmesini emretti. Sonra da ruhunu teslim etti. Her kim bu şekilde şehadet getirirse ona cehennem haram olur.” [6]
Fakat gördüğünüz gibi daha güvenilir olarak kabul edilen Buhari ve Müslim gibi onca sünni hadis kaynağı bu kişiden Ömer olarak bahseder. Muhammed’in ne yazmak istediği belirsiz olsa da Şiilerin görüşüne göre Ali’nin halife olacağını yazacaktır ve Ömer bunu engellemiştir. Bu yüzden Şiiler arasında zaman içinde Ömer’e karşı artan bir nefret oluşmuştur.
Muhammed’in ölümü ile ilgili rivayetlerden yola çıkılarak onun bu olaydan birkaç gün sonra öldüğü ve muhtemelen bu süre zarfında yazamadığı şey her neyse onu sözlü olarak insanlara bildirmiş olması gerektiği söylenir. Fakat eğer söz konusu kimin halife olacağı ise rivayetlere bakıldığında ölmeden önce bu konuda net bir açıklama yapmış değildir. Örneğin şöyle bir rivayet vardır:
“Bana baban Ebubekir’i ve kardeşini (Abdurrahman’ı) bir yazı yazmam için çağır. Çünkü gerçekten ben, bir temenni edicinin şöyle temenni etmesinden ve ben öldükten sonra “ben bu işe (hilafete) daha layığım.” demesinden korkuyorum.
Sonra Resulullah, Allah ve mü’minler ancak Ebubekir’e razı olur.” değerlendirmesini yaparak bundan vazgeçmişti." [7]
Bu rivayete göre kendisi halife seçmiyor da “zaten halk Ebubekir’i seçecektir” diyerek bu konuda herhangi bir açıklama getirmiyor.
Eğer “halife şu kişi olacaktır” deseydi ölümü sonrası yaşanacak birçok siyasi çekişmenin, Müslümanın Müslümanı öldürmesinin önüne geçebilirdi.
İki rivayet var ki Şiilerin iddiası ve Kırtas hadisesi konusunda oldukça önemliler.
İlk rivayete göre Muhammed’in amcası Abbas, Muhammed’in hastalığı sırasında, başkanlığın, Haşimoğulları’ndan çıkmaması için bazı girişimlerde bulunmuştur. Bunun için bir gün Ali, hasta olan
Muhammed’in yanından çıkınca onun hastalığı hakkında bilgi alır ve “Görmüyor musun? Allah’ın Elçisi bu hastalıktan ölmek üzeredir. Ben, Abdülmuttalip oğullarının ölecekleri sırada yüzlerinin ne duruma geldiğini bilirim. Haydi Allah’ın Elçisi’nin yanına gidelim de bu işi (yönetim) kime bırakacağını soralım. Bize bırakıyorsa bunu bilelim. Bizden başkasına bırakıyorsa kendisiyle konuşalım, bizim için tavsiyelerde bulunsun” deyince, Ali, “Biz bunu Allah’ın Elçisi’ne sorunca, o da bunu bize vermeyecek olursa, artık bir daha bunu bize vermezler. Onun için ona böyle bir şeyi asla sormam” der. [8]
İkinci rivayet şöyledir: Abdullah bin Abbas’a “Tanrı elçisi vasiyetlerde bulundu mu?” diye sordum. O, “Hayır, bulunmadı” dedi. Ben “bu nasıl oldu? Diye sorduğumda,O “Allah’ın Elçisi, “Ali’yi bana çağırınız” dediğinde, Ayşe, “Ebû Bekir’i çağırmayacak mısın?” , Hafsa da: “Ömer’i çağırmaya adam göndermeyecek misin?” dedi. Bunun üzerine hepsi Peygamber’in huzurunda toplandılar. Tanrı elçisi “Evlerinize dönün, bir işim olursa ben sizi çağırırım” dedi. [9]
Tüm bunlara bakıldığında Muhammed ölüm döşeğindeyken çevresindekilerin “kim halife olacak” derdine düşüp bu güçlü makama sahip olmayı dilediği açıktır. Muhammed Ali’yi çağırtınca Ayşe ve Hafsa’nın da babalarını çağırttığı, onlar gelince Muhammed’in hepsini huzurundan gönderdiği rivayete bakılınca insanın aklında yaşanmış olabilecek onlarca ihtimal beliriyor. Tabi Ebubekir’i övdüğü hadisleri de unutmamak gerekiyor.
Diğer yandan, eşleri ile kavga edince, cariyesini kendine yasaklayınca veya Yahudiler kendisi ile alay edince ayet gönderen Allah nedense büyük sorunlara yol açacak daha önemli bir konuda, halifenin kim olacağı konusunda hiçbir ayet göndermiyor. Müslüman arkadaşlara sesleniyorum. Elinizi vicdanınıza koyup, gerçekten akıllıca düşünüp samimi olarak cevap verin. Hangisi daha önemli bir konu:
- Muhammed’in cariyesi Mariye’yi kendine yasaklayıp eşlerinden kimilerini boşamaya kalkması. (Tahrim, 1-5)
- Ölümünden sonra imametin, halifeliğin kime geçeceği, yönetimi kimin ele alacağı.
Birincisi hakkında ayet var ama çok daha önemli olan, dinin ve inananların kaderini belirleyecek olan ikincisi hakkında yok. Böyle bir kutsal kitap olabilir mi? Gerçi, Kur’an’ın Muhammed’in ölümünden yıllar sonra zar zor bir araya getirilebildiğini hatırlayınca insanın tekrar “böyle bir kutsal kitap olabilir mi?” diye sorası gelmiyor değil.
Kırtas hadisesi ile ilgili rivayetlere bakınca bazı soruları sormak gerekiyor:
1) Ömer Muhammed’in yazı yazmasına neden engel oluyor?
2) Yanındaki kişilerden bazıları “yoksa o delirdi mi?” ya da “sayıklıyor” gibi sözler söylüyorlar. Hani peygambere hürmet edip tevazu gösteriyorlardı? Yoksa O’nun yatağa düştüğünü görünce gevşeyip güçlü gördükleri kişilere yanlamaya mı başladılar?
3) Birçok rivayette Ali Muhammed’in cenazesiyle ilgilenirken Ebubekir ve Ömer’in halifelik konusuyla uğraştıkları, daha sonra Ebubekir’in halife ilan edildiği yer alır. [10] Bu durumda Şiilerin ya da kimi insanların halifelik konusunda oyun oynandığını düşünmesi normal değil midir?
4) Necm suresi 3. ayette “O, nefis arzusu ile konuşmaz.” deniyor. Buna karşın Kırtas hadisesine dair rivayetler gerçekse Ömer’in aslında Muhammed’e inanmadığı, iktidar dengeleri için yanında saf aldığı sonucu ortaya çıkmıyor mu?
5) Allah’ın böylesi önemli bir konu hakkında emir göndermemiş olmasını nasıl açıklıyorsunuz? Mantıklı buluyor musunuz?
-
KAYNAKLAR
- Taberî, Târîh, II, 228-229; Sahih-i Buhari, Hadis no: 7366; 96. kitap (Kitabu’l İtisam), 468. hadis; Buhari’de olayı aynı şekilde anlatan diğer rivayetler: Sahih-i Buhari, Hadis no: 5669; 114; 75. kitap, 29. hadis; 3. kitap, 56. hadis; Kitabu’l-Meğâzî, 78 (4169 nolu hadis); Kitabu’l-Merda, 17 (5345 nolu hadis); İbni Sa’d, II, 243. Not: Kimi rivayetlerde yazmak için kalem ve kürek kemiği istediği yazar.
- Sahih-i Buhari, Hadis no: 3053; 56. kitap, 259. hadis; Buhari, a.g.e. 3168; 58. kitap, 10. hadis; Buhari, a.g.e. 4431; 64. kitap, 453. hadis; Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II, 242; Buhârî, V, 137; Müslim (261/874); Müslim II, 1257-1258.
- Sahih-i Buhari, Hadis no: 4431; 64. kitap, 453. hadis.
- Sahih-i Müslim, 1637b; 1637a; 25. kitap, 29, 30. hadisler; İbn Sa’d, II, 243; Sahîh-i Müslim, II, 1258; Taberî, Târîhu’l-Ümem ve’l-Mülûk (Târîhu’t-Taberî), I-VI, Beyrut 1988, II, 229; Buhârî, V, 137; İbni Sa’d, II, 242.
- İbn Sa’d, II, 243-244.
- İbn Sa’d, II, 243.
- İbn Kesir, V, 394-395; K. Fezail. Müslim Fezailus-Sahabe, 11; el-Halebi, İnsanul Uyun, I-III, Beyrut 1980, III, 456; İslam ve Hilafet, s. 156; İbn Sa’d, II, 225; Bakillânî, 177; İbn Teymiye, Ebu’l-Abbâs Ahmed b. Abdilhalîm (728/1328), Minhâcu’s- Sünne fî Nakdi Kelâmi’ş-Şîa ve’l-Kaderiyye, I-IV, Bulak 1321, I, 134-135; II, 135; İbn Kesîr, el-Bidâye, V, 228.
- Sahih-i Buhari, cilt 5, s. 444-445 (64. kitap), hadis no: 4447; Şah Muınüddin Ahmed Nedvî-Said Sahid Ansari, Büyük İslâm Tarihi Asrı Saadet Peygamberimizin Ashabı II, hazırlayan Eşref Edip, İstanbul 1969, 114; Ahmet b. Hanbel, Müsned I, 263, 325; İbn Sa’d IV/1, 18; İbn Hişam, IV, 101; Ebû Bekr İbnî’l-A’râbî, el-Avâsım mine’l-Kavâsım, tahkik: Muhibbüddin el-Hatib, Dımaşk 1412, 177; Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi V, s.882-883.
- Şark-İslam Klasikleri, Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, V, Milli Eğitim Bakanlığı yayınları (1992), s. 890-891; aynı konu için bakınız: İbn Kesîr, V, 393-394.
- İbni Kesir, Bidaye-Nihaye, 5/292. Hz. Muhammed ne zaman gömüldü? Babı; İbni Hişam, Siyer 4/315; Taberi, Tarih. 3/217.
●►Youtube 'Katıl': KATIL
Kaydol:
Kayıtlar
(
Atom
)
PATREON İLE DESTEK OL
Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin : TIK
KUR'AN ANALİZİ
● Sırasıyla tüm ayetleri incelemeye başladığım ve kökenlerini gösterdiğim "Kur'an Analizi" videoları İçin TIK!