Bakara 30:Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.
Bakara 31: Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra bunları meleklere gösterip "Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin" dedi.
Bakara 32: "Seni tenzih ederiz! Bize öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. En kâmil ilim ve hikmet sahibi şüphesiz sensin" cevabını verdiler.
Bakara 33: “Ey Âdem! Bunların isimlerini onlara bildir” dedi. Onlara bunların isimlerini bildirince de “Size ben göklerin ve yerin gizlisini kesinlikle bilirim; yine sizin açıkladığınızı da gizlediğinizi de bilirim, demedim mi!” buyurdu.
Görevi, sadece ve sadece sorgusuz sualsiz Allah’ın emirlerini yerine getirmek olan ve Allah’ın kendilerine bildirdikleri bilgiler dışında gelecek ile ilgili hiçbir şey bilmeyen bu meleklerin Allah’a böyle bir soruyu nasıl sorduğuna ve insanoğlunun yeryüzünde fesat çıkartacağını nasıl bildikleri kısmına hiç girmeyeceğim çünkü bu mantıksızlıkla ilgili detayları her yerde zaten bulabilirsiniz. Beni ilgilendiren başka konular ve sorular var:
Sadece Samanyolu galaksisi içinde, bizim güneş sistemimiz gibi milyarlarca yıldız sitemi var. Dahası, evrende Samanyolu galaksisi gibi milyarlardan daha fazla sayıda galaksi var. Mutlaka bizim gezegenimiz dışında da hiç yoksa milyarlarca yaşanılır gezegen ve o gezegenlerin içinde insan ya da insan benzeri zeki canlılar vardır.
Melekler, yeryüzü derken, sadece dünya gezegeninden mi bahsediyor?
Diğer gezegenlerdeki zeki canlılar, bir birleri ile hiç savaşmamışlar mı acaba?
Kâinatı yarattığı düşünülen ve adının Allah olduğuna inanılan İlâh, sadece dünya gezegeninde yarattığı zeki canlılara mı din ve kitap gönderdi?
Eğer o gezegenlere de din ve kitap gönderdi ise melekler her seferinde o gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlı türü için her gezegene yönelik Allah ile aynı tartışmayı mı yaptılar? Yani bir birinin aynı olan milyarlarca tartışma.
Yoksa adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu zamana kadar yarattığı bütün gezegenler içinde bir birini boğazlama ve bir biri ile savaşma özelliği olarak yani yeryüzünde(yarattığı gezegende) kan dökebilecek sadece ya da ilk olarak insanoğlunu mu yani Dünya gezegeni canlısını mı yarattı?
Ayetlere bakacak olursak Bakara 30 uncu ayetteki “halife” kelimesini belki bütün gezegenlerde yaratılacak olan zeki canlılara yorabilirsiniz fakat aynı ayetin devamı olan Bakara 31, 32, 33 te anlaşılıyor ki Âdem olarak tarif edilen bu halife, bizzat bizim yeryüzümüzün halifesi.
Müslümanlar, Kur’an’ın bu bilgisini akıllarında tutsunlar, ileriki yıllarda olur da başka gezegenlerdeki varlıklarla tanışırsak ilk olarak Müslüman halkın sorması gereken her halde, Allah size de din gönderdi mi? Siz de bir birinizle savaştınız mı? Sizin Allah’ınız ya da inandığınız Tanrıya hangi ismi veriyor iseniz, o Tanrınız sizler için melekleri ile tartışmaya girdi mi? Şeytan size de uğruyor mu?
Adının Allah olduğuna inanılan İlâh, cennet ve cehennemi sadece dünya insanının gideceği bir yer olarak mı yarattı? Çünkü Kur’an’ı Kerim’de, kıyametten sonra yani öldükten sonra gidilecek cennet ve cehennem diyarı dışında başka bir boyut kavramı yok. Eğer bu cennet ve cehennem diyarı, Kâinatta var olması hesaplanan ve sayılarla bile ifade edilemeyen milyarlarca yaşanılır gezegen içindeki zeki canlılarla ortak olarak kullanılacak bir mekân ise Adem babamız ile Havva anamız, cennetten kovulan tek ya da ilk zeki tür olması nedeni ile çok büyük bir ayıp etmişler. Bir insan olarak onların soyundan geldiğim için çok utanıyorum.
Durun durun ya! Niye aklıma gelmedi şimdi? Tabi yaaaaa! “Kur’an’ı Kerim, sadece ve sadece Dünya insanları için gönderilmiş bir kitap ve doğal olarak da dünyadaki insanları ilgilendiren bilgiler var içinde. Diğer gezegenlerde yaşama olasılığı olan canlılar için tabi ki farklı kutsal kitaplar göndermiştir Yaratıcı. Onlar için de günah, sevap farklıdır. Belki onların cenneti ve cehennemi de farklıdır.” Hımmmmmm…! Bilim kurgu filmlere ve doğal olarak bilim kurgu düşüncelere, hayallere bayılıyorum. Zaman biraz ilerlemiş olduğunda bizim türümüzle, yabancı bir yıldız sitemine ait bir tür, uzayın ortak bir noktasında cinsel birliktelik(evlilik ya da benzeri işte) kurduğunda o uzayda doğacak olan ortak çocuklar hangi kitaba ya da ne bileyim, hangi cennete cehenneme tabi olacak? O farklı gezegene de kutsal kitap ya da kitaplar gönderilmişse hangisinin hak olduğu nereden bilinecek? Ya inanmıyorum yaaaa! Kâinatın yaratıcısı olan ve adının Allah olduğuna inanılan koskoca İlâh böyle bir ayrıntıyı atlamış olamaz ya. Yahudi ve Hıristiyanlarla evlilik, savaş, esir alma gibi konuları anlatıp da başka gezegene ait olan varlıklara takınacağımız tutum ile ilgili bir şeyler göndermiş olmalı. Öbür gezegenlerde yarattığı zeki tür ile dünya gezegeninde yarattığı zeki türlerin nasıl iletişim içinde olmaları gerektiği, onlarla dost olmalı mıyız yoksa düşman mı olmalıyız ile ilgili kutsal kitabına gerekli bilgiler eklemeyi unutmuş olamaz.
Hatta adının Allah olduğuna inanılan bu İlâh, eğer başka gezegenlere de, yani yakın zamanlarda tanışma olasılığımız olan farklı gezegen canlıları ile tanışabileceğimizi ya da karşılaşabileceğimizi hesaplayıp, onlar arasına gönderdiği dini tanıyabilmemiz için bize bir bilgi göndermesi gerekmez miydi? Ne bileyim ortak bir işaret, sembol gibi bir şey. Ben olsam böyle yapardım.
Aklıma takılan bir düşünce daha var ki o da, insan vücudunun ileriki dönemlerde uğrayacağı değişimler… Çeşitli nedenlerden dolayı uzay boşluğunda yani, uzayda oluşturulacak uzay istasyonlarında yaşayacak insan kolonileri kurulacak fakat bu kolonilerin kurulması için insan bedeninin genetik olarak değişime uğraması gerekiyor. Ayrıca farklı yaşam koşullarında olan ve yaşamaya daha yakın olan bazı gezegenlerde de insan kolonileri kurulması için insan genetiği ile yine ileri düzeyde oynanması gerekiyor ki o gezegen atmosferine uyum sağlayabilecek bir vücut yapısına sahip olunabilsin. Yani sizin anlayacağınız, bu genetik oynamalardan sonra ortaya çıkacak olan türe “insan” demek bir hayli uzak kalacak. “Farklı bir zeki tür” demek ve ona farklı bir isim bulmak daha yerinde olacak. Peki bu durumda bu farklı zeki tür, insan olmaktan çıkacağı için dini yükümlülüğü ne olacak? Çünkü sonuçta, Laboratuar ortamında üretilecek olan bu türler Adem ve Havva olan türden tamamen ayrılıyor, kopuyor, onların dini durumu ne olacak?
Maddeleri yazarken geleceğe fazla daldım galiba. Toparlayarak devam edeyim. Kur’an’ı Kerim’i okuduğunuz zaman Kâinattaki tek zeki canlı türünü barındıran gezegen, dünya gezegeni. Allah, “yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediği zaman melekler karşı çıkmış. Bak sen şu işe! Peki diğer gezegenlerde yaratılacak olan ya da yaratılmış olan zeki canlılara ne olacak? Bu kadar devasa bir kâinatta, içinde yaşam olasılığı barındıran sadece şu an için milyarlardan daha fazla gezegen var iken tek zeki canlı türlerinin biz olduğumuza inanan yoktur herhalde. Üstelik zamanın sonsuzluğunu ele alacak olursak, şu zaman diliminde yaşanılırlıktan uzak gezegenlerin(Mars gezegeni gibi) bundan milyon yıl önce yaşanılacak bir koordinatta olabileceğini hepimiz biliriz. Yani kâinatın ilk yaradılışından sonsuza kadar geçen bir süre içerisinde yani bütün zaman dilimleri içinde yaşama elverişli olan gezegenler içindeki bütün zeki canlı türlerini hesap edecek olursak karşımıza inanılmaz derecede devasa bir rakam çıkar ki, buna, kâinatın farklı yerlerindeki zaman kavramlarının(zaman akışının dünyamıza göre hızlı ya da yavaş olduğu bilgisini hesap edersek)saymak mümkün olmaz. Fakat bu devasa rakama rağmen yeryüzünde fesat çıkaracak tek canlı türü Kur’an’a göre anlaşılan o ki sadece dünya gezegeninin sahipleri olan biz insanlarız! Yani asıl ayetimiz olan bakara suresinin devamında anlatılan “Âdem” soyu. Ya da büyük ihtimal, yeryüzlerinde ilk fesat çıkartacak olan tür “Âdem”! Böyle bir tesadüf olabilir mi? Olması mümkün değil çünkü Allah katında zaman kavramı yoktur. İlâhiyatçılarımız, bu mantıksal soruya hemen çare üretmeye başlayacaklardır. Ben hemen onların yerine bu cevapları bulayım, yazık ya onları da boş yere zahmete sokmayayım.
Birincisi, her ne kadar Kur’an’ın verilerine göre Allah kendi katında melekleri ile sadece bizim yeryüzümüz olan Dünya gezegenine dair olan şeyleri görüşüyormuş gibi bir intiba uyandırsa da, Allah diğer gezegenlerin yani diğer yeryüzlerinin zeki canlıları ile ilgili iş ve işlemlerini, melekleri ile o konulardaki görüşmelerini tabi ki de bizim kitabımıza yazamazdı. Dolayısıyla sadece bize ait olan bilgileri verdi Kur’an’ı Kerim’de.
İkincisi, Allah “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” derken aslında “halifeler” yaratacağım diyordu ama bu konuyu dünya gezegenine gönderdiği kutsal kitaba eklerken işin sadece bizi ilgilendiren boyutuna binaen bir halifeden yani Hz Âdem boyutundan bahsetti ki zaten ayetin devamında atamız olan Hz Âdem aleyhisselamdan bahsetmektedir.
Üçüncüsü, Hz Âdem, aslında kâinattaki bütün gezegenlerde yaşayacak olan zeki canlıların ilk atası yani ilk yaratılmış canlı olabilir. Geçmişteki Âlimlerimiz de kâinat ile ilgili yeteri kadar bilgiye sahip olmadıkları için bu ayetleri sadece bizim gezegenimize yönelik açıklamış olabilirler. Bu ayetleri, zamanın değişen şartlarına göre tekrardan yorumlamak gerekir. Ne de olsa Kur’an’ı Kerim, evrensel bir kitaptır efendim.
Belki bu ayetler Annunakiler gibi insan ırkını laboratuar ortamında oluşturduklarına inanılan bir canlı türünün diyaloğundan değişime uğrayarak aktarılmıştır. İlkel halde ve kendilerine her söyleneni yapan ve henüz yeteri kadar evrimleşmemiş olan ilkel insanı, daha zeki ve kendi kendine karar verebilme yetisine sahip bir canlı haline dönüştürürken diğer bir taraftan yükselen itirazların yankılarıdır.
Ahzab 56:"Allah ve melekler peygambere salât ediyorlar; ey iman edenler, siz de ona salât ve selâm okuyun."
Hadis (Peygamberin sözü): "Yanında adım zikrolunup da bana salavat getirmeyen kimsenin burnu sürtülsün." Kaynaklar: (Tirmizi, Daavat, 100; Ahmed b. Hanbel, II/254)
Peygamberin sözü: "Allah Teâlâ benim için iki melek görevlendirmiştir. Ben bir Müslümanın yanında anıldım da bana salavat getirdi mi, mutlaka o iki melek ona 'Allah seni bağışlasın' derler. Allah Teâlâ ve diğer melekleri de o iki meleğe cevap olarak 'Amin' derler. Bir Müslümanın yanında adım zikrolunduğunda da bana salavat getirmedi mi, mutlaka o iki melek: 'Allah seni bağışlamasın' derler. Yüce Allah ve öteki melekleri de o iki meleğe cevaben 'Amin' derler." Kaynak: (İbn Kesir, II/515)
Samimiyet denilen ve dünyanın her yerinde geçerli olan, kabul edilen ve tanınan insan davranışının İslâmiyet’te önemi ve yeri nedir? Ahzab 56’da açıkça ve açıkça görülüyor ki Muhammed Peygamberi zorla bir anma ve onu ümmetine ya da Müslüman âlemindeki her kese zoraki bir sevdirme çabası var. Bu nasıl bir tutum? Allah’ın ve Meleklerin Peygambere sâlât etmesinin saçmalığını bir kenara koyalım, o da apayrı bir konu. Hem hadisler hem de yukarıdaki ayet göz önüne alındığında Allah ne yapmaya çalışıyor? Bir kimseyi zoraki olarak anmanın ya da andırmaya çalışmanın gayreti nedir? Ayette deseydi ki: “Vefalı ve ince ruhlu kullarım, benim dinimi tebliğ eden Peygamberi içten anar ve ona selâm gönderirler, ne güzel mümindir onlar” dese, üzerine söyleyecek hiçbir sözüm olmayacağı gibi “tam da bir İlâha yakışır incelikte bir cümle” derdim ve tek bir kelimesini bile eleştirmeye lüzum görmezdim. Kulunun kendisine tapınmak için bir sürü ibadeti zorunlu kılan adının Allah olduğuna inanılan İlâh bir de kalkıyor, “bana ibadetiniz, beni anmanız yetmeeeeeez, benim Peygamberimi de anacaksınız, ona da sâlât okuyacaksınız” diyor. Emir üzerine Peygamberine sâlât ve selâm okumayınca ne olur? Peygamberin nuru, öte alemde eksik mi kalır? Farz edin kul, yani Müslüman bu ayeti okuyunca emir üzerine Peygamberin adını anıp ona selâm gönderiyor ama içinden gelmiyor fakat yine de bu Müslüman, zoraki de olsa kendini zorlayıp Peygamberinin adını anmaya devam ediyor. Bu anma ve selâm yollama işini ağzından ses çıkartarak değil de içinden yani düşünsel olarak bile yapsa adam bunu mecburiyetten yapıyor, ayetteki emir üzerine. Bu adamın bu selâmı gönderişinin samimiyeti konusunda ne söyleyebiliriz? İçinden geldiği için yapmıyor hatta zorlanıyor. Emir üzerine, yapmak zorunda kalıyor. Namaz, hac gibi vazifeler de Allah’a yapılması gereken ibadetler. Kur’an’da bazı müminlerin içinden gelerek ve kalbi titreyerek namaz kıldığını ve o namazların en güzel ve en kabul olunan namaz olduğu yönünde hem ayetler hem de hadisler var. Bunun mantığını biraz düşünelim. Namaz kılıyorum ama zoraki kılıyorum kardeşim. İçimden geldiği için değil, zorunlu olduğu için. Namaz kılarken kalbim Allah’a karşı pır pır edip titremiyor, ne yapayım? Zoraki olarak bunu samimiyete, içtenliğe dayandırmaya mı çalışayım? Kendimi zorlayım mı? Bir erkek, bir kadını zorla sevebilir mi? Bir kadın bir erkeği zorla sevebilir mi? Bir kadın, hoşlanmadığı bir erkeğe yanaşmaz, onu sevmez ama insanlık gereği nezaketini bozmaz, kibar davranır. Allah kullarından ne istiyor? Müslümanların, kendisine ve Peygamberine karşı nazik olmalarını mı yoksa “Beni sev, Peygamberi mi de sev. Beni sevenler, benim katımda apayrı, sevmeyenler ise sevmeye çalışsın, bunun için çaba göstersin, uğraşsın.” KULLARINDAN İLGİ, SEVGİ VE SAMİMİYET DİLENEN BİR İLÂH!
Bir kadın kocasını sevemiyor ve günün birinde kocasına ve yakın birkaç kişiye bu durumu anlatıyor. Gururdan ve Onurdan eksik olan koca kükrüyor “sen nasıl olur da beni sevmezsin be kadın?”, arkadaşları ve anne babası da bu durumda kadını suçluyor “o senin kocan, niye sevmiyorsun, çaba sarf et seversin hem sevsen deeee, sevmesen deeeee o adamla ömür boyu evlisin, boşanma moşanma yok unut. Kocanı sevmek içinden gelmiyorsa bile içinden geliyormuş gibi, seviyormuş gibi yapacaksın.”. Kadıncağız, boşanamayacağı adama karşı ne yapacağını şaşırır ve sonunda seviyormuş gibi davranmaya başlar. Adam eve gelince “hoş geldin” der. “Akşam sana hangi yemeği yapayım” diye sorar. Kocasına zoraki olarak “seni çok seviyorum” der. Der ama evde huzursuzluk çıkmasın diye der. Öyle icap ettiği için yoksa adamı sevdiği için değil. Koca da, “hah, hanım beni sevmeye başladı, hali hareketi davranışı değişti, düzeldi” der ve yaşantısına kasıla kasıla devam eder. Allah’ı ve Peygamberi zoraki olarak seveceksin. Sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapıp iki de bir isimlerini anacaksın, Namazını kılacaksın, buyruklarını yerine getireceksin. Müslümanlıktan çıkmak felan yok, unut. Hem Müslüman olacaksın hem de Allah’ı ve Peygamberi seveceksin, sevemiyorsan da seviyormuş gibi yapacaksın yoksa cehennemi boylarsın ya da Allah’ı ve Peygamberi içinden gelerek seven kulların aldığı ödülden çok daha azını alırsın. O yüzden ne yap yap, sev, sevmeye çalış. Ha sen eğer “sevemiyorum” diyorsan o zaman düşünelim düşünelim… Ne olabilir? Neden sevemiyorsun? Buldum!
Allah’ü Teala muhtemelen senin kalbini, kulaklarını mühürledi ya da
Sen asi ruhlu, dinine imanına karşı gelen ya da ne bileyim doğuştan gelen bir özellikle Müslümanlığa uygun bir adam değilsin veya
Cehennemliksin. Hani şu insanların büyük kısmı cehennem için yaratılmış ya! Ya da cehhem, insanlar için yaratılmış! Yani kaderinde cehenneme girmek yazıyor.
Allah’ı ve Peygamberi sevmek ve isimlerini anmak istemiyorsun. Eğer ister isen mutlaka içinden gelir ve severek yaparsın.
Peki o zaman istemek nedir? İnsanın içinden gelen bir şey mi yoksa birilerinin sana verdiği emri yerine getirmek için istiyormuş gibi davranman ve zaman içinde bu davranışı alışkanlığa dönüştürmen mi?
Aşağıda “Yaratmak” ile ilgili 191 tane Kur’an ayeti paylaştım. Adının Allah olduğuna inanılan İlâh neleri, nasıl yaratmış ve bu yarattıklarını da göğsünü gere gere Kur’an isimli kitaba kaç ayetle göndermiş, mutlaka erinmeden üşenmeden bütün ayetleri okumanızı rica ediyorum. Aslında bu ayetlerin metinleri çok daha uzun fakat zaten uzun bir yazı olduğu için sizleri gereksiz cümlelerle boğup fazlaca bıktırmak istemiyorum o yüzden bazı yerlerini kestim ve “yaratmak” ile ilgili bölümlerini okumanız için bıraktım. Koskoca bir Tanrı, bir çocuğun arkadaşına “Ben şunu yaptım, baaak, şunu şunu da ben yaptım gördün mü?, Şu tekerlekleri de ben koydum oyuncak kamyonumun kasasına…” gibi “Yaratmak” eylemini, egosunu doyuramayan bir Yaratıcı edası ile ne kadar çok ayetle gönderdiğini anlamak için ayetlerin her birine bakmak gerekiyor. Hepsine baktıktan sonra ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız.
Al-i İmran 47: “ …(Fakat) Allah neyi dilerse yaratır…”
Maide 18: “…Hayır, siz O'nun yarattığından birer beşersiniz… "
En'am 101: “Gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır… O, her şeyi yaratmıştır. O, her şeyi bilendir.”
En'am 102: “ O, Her şeyin Yaratıcısı'dır, öyleyse O'na kulluk edin.”
Araf 10: Andolsun, sizi yeryüzünde yerleşik kıldık ve orda size geçimlikler yarattık. Ne az şükrediyorsunuz?
Araf 189: “O, sizi tek bir nefisten yarattı..."
Yunus 4: “…İman edip salih amellerde bulunanlara, adaletle karşılık vermek için yaratmayı başlatan, sonra onu iade edecek olan O'dur…”
Yunus 34: De ki: "Sizin şirk koştuklarınızdan ilk kez yaratacak, sonra onu iade edecek olan var mı?" De ki: "Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iade eder…"
Hud 51: “…Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir…”
Hicr 27: “Ve Cann'ı da daha önce 'nüfuz eden kavurucu' ateşten yaratmıştık.”
Kehf 48: “… Andolsun, siz ilk defa yarattığımız gibi Bize gelmiş oldunuz…”
Meryem 9: “…Benim için kolaydır, daha önce sen hiçbir şey değil iken, seni yaratmıştım."
Mü'minun 14: “Sonra o su damlasını bir alak olarak yarattık; ardından o alak'ı bir çiğnem et parçası olarak yarattık; daha sonra o çiğnem et parçasını kemik olarak yarattık; böylece kemiklere de et giydirdik; sonra bir başka yaratışla onu inşa ettik…”
Mü'minun 42: “Sonra onların ardından başka nesiller yaratıp-inşa ettik.”
Ankebut 20: De ki: "Yeryüzünde gezip dolaşın da, böylelikle yaratmaya nasıl başladığına bir bakın, sonra Allah ahiret yaratmasını (veya son yaratmayı) da inşa edip yaratacaktır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.”
Ankebut 61: Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?"
Rum 21: Onda 'sükun bulup durulmanız' için, size kendi nefislerinizden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet kılması da, O'nun ayetlerindendir…”
Rum 30: “…ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur…”
En'am 1: “Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı (nuru) kılan Allah'adır…”
En'am 2: “Sizi çamurdan yaratan, sonra bir ecel belirleyen O'dur…”
En'am 94: “…sizi ilk defa yarattığımız gibi…”
En'am 141: “…birbirine benzer ve benzeşmez -yaratan O'dur…”
Araf 12: “…beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın."
Araf 179: “…çok sayıda kişi yarattık…”
Yunus 67: “…sizin için yaratmıştır…”
Hud 119: “…Onları bunun için yarattı…”
Ra'd 16: “…O'nun yaratması gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yaratma, kendilerince birbirine mi benzeşti? De ki: "Allah, her şeyin Yaratıcısı'dır…”
İbrahim 32: “Allah, gökleri ve yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler çıkarandır…”
Hicr 26: “…şekillenmiş bir balçıktan yarattık.”
Nahl 8: “Onlara binmeniz ve süs için atları, katırları ve merkebleri (yarattı). Ve daha sizlerin bilmediğiniz neleri yaratmaktadır?”
Nahl 20: “Allah'tan başka yakardıkları hiçbir şeyi yaratamazlar, üstelik onlar yaratılıp durmaktadırlar.”
Nahl 70: “Allah sizi yarattı,…”
Enbiya 31: “…sabit dağlar yarattık ve doğru gidebilsinler diye geniş yollar açtık.”
Hac 5: “…Biz sizi topraktan yarattık…”
Kasas 68: “Rabbin, dilediğini yaratır…”
Ankebut 44: “Allah gökleri ve yeri hak olarak yarattı…”
Rum 40: “Allah; sizi yarattı,…”
Rum 54: “Allah, sizi bir za'ftan yarattı,… Dilediğini yaratır…”
Fatır 3: “…Allah'ın dışında bir başka Yaratıcı var mı?...”
Yasin 36: “…bütün çiftleri yaratan (Allah çok) Yücedir.”
Yasin 81: “Gökleri ve yeri yaratan, onların bir benzerini yaratmağa kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir.”
Saffat 96: "Oysa sizi de, yapmakta olduklarınızı da Allah yaratmıştır."
Saffat 150: “Yoksa onlar, şahidlik etmekteyken Biz melekleri dişiler olarak mı yarattık?”
Fussilet 10: “…sarsılmaz dağlar var etti, onda bereketler yarattı…”
Şura 11: “O, göklerin ve yerin Yaratıcısı'dır…”
Zuhruf 9: Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, tartışmasız: "Onları üstün ve güçlü (Aziz) olan, bilen (Allah) yarattı" diyecekler.
Zuhruf 16: “Yoksa O, yarattıklarından kızları (kendine) edindi ve erkekleri size mi ayırdı?”
Kaf 16: “ Andolsun, insanı Biz yarattık…”
Tur 35: “Yoksa onlar, hiçbir şey olmaksızın mı yaratıldılar? Yoksa yaratıcılar kendileri mi?”
Rahman 14: İnsanı, ateşte pişmiş gibi kuru bir çamurdan yarattı.
Rahman 15: Cann'ı (cinni) da 'yalın-dumansız bir ateşten' yarattı.
Vakıa 62: Andolsun, ilk inşa (yaratma)yı bildiniz; ama öğüt alıp-düşünmeniz gerekmez mi?
Hadid 4: Gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra arşa istiva eden O'dur. Yere gireni, ondan çıkanı, gökten ineni ve ona çıkanı bilir. Her nerede iseniz, O sizinle beraberdir, Allah, yaptıklarınızı görendir.
Hadid 22: Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre pek kolaydır.
Mülk 2: O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır.
Mearic 19: Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı.
Mearic 39: Hayır; doğrusu Biz onları bildikleri şeyden yarattık.
Kıyamet 38: Sonra bir alak oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'
Nazi'at 27:Yaratmak bakımından siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti.
İnşikak 2: Ve 'kendi yaratılışına uygun' Rabbine boyun eğdiği zaman;
Tarık 6: Dökülüp atılan bir sudan yaratıldı.
Leyl 3: Erkeği ve dişiyi yaratana;
Alak 2: O, insanı bir alak'tan yarattı.
Ben Tanrı olsaydım, bu kadar “Yarattım” demeye ya da dedirtmeye utanırdım!
İslâm’ın İlâhı olan Allah'a bazı sorularım var:
Bu kadar yaratma ayetini gönderen ve bir çok ayette insanı yarattığını defalarca yazıp gönderen sen, o yarattığın insanların bir birini dil, din, ırk, millet gözetmeksizin öldürmemelerini kesin olarak emreden kaç tane ayet gönderdin? Bir Müminin bir mümini öldürünce kefaretinin ne olacağından bahsetmiyorum ya da İsrailoğullarına gönderdiğin “bir insanı öldüren bir insanlığı öldürmüş gibidir” ayetinden de bahsetmiyorum. “Yarattığım hiçbir insan, diğer bir insanı öldürmesin” gibi açık anlaşılır bir ayetten bahsediyorum. Bir ayet bile yeterli, varsa göstert.
Bu kadar yarattığın insanı neden Maide suresi 48. Ayette belirttiğin üzere farklı şeriatlara, ümmetlere ayırıp bir birine düşürdün? (Maide 48: …Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi…” )
Niye yarattığın bazı kullarını İslâm’ın kucağına gönderip diğer kullarını dinsizlerin ya da başka dinlerin kucağına gönderiyorsun? Yarattığın kullarla dalga mı geçiyorsun?
Dağları, taşları, gökyüzünü, yeri, suyu yaratmışsın. Bunları yarattığını onlarca ayette belirtmişsin, onlarca kez böbürlene böbürlene tekrar etmişsin de, bu kadar yarattığın gökyüzünü ve yer yüzünü temiz tutup korumakla ilgili kaç tane ayet gönderdin? Bir tane ayete de razıyım.
Koskoca kutsal kitabın içine “Şunu yarattım, bunu yarattım, şöyle yarattık, böyle yarattık” ayetlerini sıkıştırmaktan daha önemli meseleler yok mu Yahu! Bu ayetlerden üç tanesine veya iki tanesine hadi bir tane olsun. Bir tane ayete “kadınlarınıza el kaldırmayınız, onları incitmeyiniz” cümlesini yazsaydın da gözlerinin önünde babasından dayak yiyen annesine ağlayan sonra da bir tokat da kendi yanağına yiyen yavrucakların içini sızlatmasaydın olmaz mıydı? O yavrucaklar altüst olmuş psikoloji ile hayata bir sıfır yenik başlıyorlar. Milyonlarca ailede yaşanan bu trajedinin senin için bir önemi var mı acaba? Yoksa sen, kullarının sana ne kadar inandığı veya “Allah’ım iyi ki beni yarattın, kurban olurum sana” diye seni sürekli pofpoflamalarına mı kanalize ettin kendini?
Avcılık sporu denilen bir spor var. Hayvanlar sırf zevk için öldürülüyor, bazıları da insan denilen bazı mahlukatlar tarafından işkenceye çekiliyor. Çeşit çeşit hayvanı yarattığını yine bir çok ayetle gönderen SEN, hayvanlara eziyet edilmemesi veya onlara işkence çektirilmemesi ya da gerekmedikçe öldürülmemesi ile ilgili kaç tane ayet gönderdin? Bir tane ayete de razıyım.
Annelik görevini yerine getirmeyen kadınlara denir ki “Anneliğin marifeti doğurmak değildir, ona bakmak, o çocuğu iyi yetiştirmektir.” Şimdi ben sana benzer bir söz söylesem ayıp etmiş olur muyum acaba? Tanrılığın marifeti yaratmak değildir, yarattıklarının bir birini öldürmemesi, yarattığın çevrenin sağlıklı ve temiz tutulması için gerekeni yapmak, yarattığın insanları bu konularda eğitip bilinçlendirmektir. Sen hangisini daha fazla yaptın kutsal kitabında?
Eğer bu Kitabı yazan bir Tanrı değil de bir fani veya faniler ise söyleyecek sözüm yok. Bir faninin elinden ancak böyle bir kitap çıkardı.
Bu ayetlerde en ilginç olan şey şudur aslında: Adını Allah koyan ve o Allah’ı Tanrı ilân eden kişi ya da kişiler, bu kadar ayeti yazarken bol keseden rahat rahat “Şunu Allah yarattı, bunu Allah yarattı, aha şunu da Allah yarattı” diye sallamışlar bol bol. Ama önemli olan insanları kendine inandırmaya çalışan bir Tanrının neleri yaratıp yaratmadığından çok, o şeyleri gerçekten adının Allah olduğuna inanılan İlâh mı yarattı sorusudur. Yaratma ile ilgili bu kadar ayeti okumama rağmen o yaratılan her şeyi aslında adının Allah olduğuna inanılan İlâh mı yarattı yoksa başka bir ilâh mı yarattı sorusunun cevabına dair ispat niteliğinde hiçbir ayette yok. Yani bu kadar şeyi Allah’ın yaratmış olduğunun bir kanıtı yok. Eğer marifet, “Bizim Allah’ımız şunu yarattı, bizim Allah’ımız bunu yarattı” diye saymaksa bütün dinlerin inananları zaten bunu yapıyor. Hepsi de “Şunu bizim Tanrımız yarattı, bunu bizim Tanrımız yarattı” diyorlar. Eeeeee? Niye bu kadar şeyi yaratan, adının Allah olduğuna inanılan İlâh olsun? Neden size inanmamız gerekiyor? Bunun cevabı var mı? Yoksa atalarımız bize böyle öğrettiği için mi? Bizler Müslüman bir toplumun kucağında doğup büyüdük diye mi?
Bir din icat edilse ve o dinin bir Tanrısı ilan edilse. O Tanrı için konuşulurken, “Dağları O yarattı, denizleri O yarattı, kuşları, insanları O yarattı…” diyerek saymak zor bir şey midir acaba? Hele bir de bu yaratma işini sanki çoluğa çocuğa öğretmeye çalışır gibi 100’ün üzerinde ayete yaymak, maharet midir? Peki bu akıllıca bir yöntem midir? Bu kadar yaratma işini yüzlerce ayette ayrı ayrı anlatıp insanları uğraştırmak yerine az kelime ile çok öze inen birkaç ayet daha anlamlı ve daha zekice olmaz mıydı?
En çok dikkatimi çekenler ise “göklerin ve yerin 6 günde yaratılması” mevzusu. Dünyanın yani göklerin ve yerlerin altı günde yaratılması bu gün halen tartışmalı bir konu fakat ne kadar da önemliymiş bu altı günde yaratılma mevzusu. Aynı yaratma eylemi yazılmış da yazılmış, yazılmış da yazılmış…
Ey adının Allah olduğuna inanılan İlâh, bu gün bir bilim adamı ile bir saat oturup sohbet etsem ve ona kâinatla ve dünya ile ilgili sorular sorsam, ozon tabakası, iklimsel değişiklikler, ekolojik sistem, bitki ve hayvan çeşitliliğinin önemi, insanların nüfus artışının gezegene etkileri başta olmak üzere bir çok konuda senin verdiğin bilgilerden çok daha önemli bilgiler alır ve bu bilgilerden çıkartacağım sadece bir sayfalık bir tedbir yazısını sosyal medyada paylaşarak senin yarattığını iddia ettiğin gezegeni korumak amacı ile bir dinsiz olan ben, senden çok daha fazla etki oluştururum. Sen gene de insanların öte aleme gidişleri ve öte aleme iyi hazırlanmaları için seni bol bol pofpoflamaları ile meşgul olmaya devam et. Senin için önemli olan zaten Takva değil mi? Dünya kirlenmiş, yanmış bitmiş gitmiş kimin umurunda!
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in yaşayan tek çocuğu; Hatice Anamızdan olma Fatıma'dır. Kendisi; Ehl-i Beyt'in, yani Peygamber Ailesi'nin sürdürücüsü sayılır. Peygamberimiz bu kızını, kendisine bakıp büyüten amcası Ebu Talib'in oğlu Ali ile evlendirmişti. Hazret-i Peygamber Hakka yürüdüğünde, daha naaşı ortada iken Ömer'in olupbittisi ile Ebu Bekir halife ilan edildi. Hâlbuki Hazret-i Peygamber Veda Haccı'ndan dönerken Gadir-i Humm'da; kendisinden sonra İslam toplumunun velisi (önderi) olarak Hz. Ali'yi açıkça göstermişti. Ömer de bunun üzerine gelip Ali'yi kutlamıştı.
Lakin Peygamberimizin maddi varlığı ortadan çekilince Arapçı çizgideki yağmacı kabile şefleri, onun vasiyetini çiğnediler. İşte bu yanlışa karşı hem Fatıma Anamız hem de Hz. Ali direndiler; Ebu Bekir'e biat etmediler. Bunun üzerine Ömer; yanına yeğeni Kunfuz'u; Halit bin Velit'i ve birkaç kabadayıyı daha alıp Fatıma'nın evini bastı.
OKUYUN OKUYABİLİR İSENİZ
(ÖMER’İN MUAVİYE’YE YAZDIĞI MEKTUP)
Gelin, bundan sonrasını Hz. Ömer'in Muaviye'ye yazdığı meşhur mektuptan okuyalım:
'Hz. Fatıma'nın cariyesi Fizze'ye dedim ki: 'Ali'ye de ki: Hz. Ebu Bekir'e biat etmek için dışarı çıksın çünkü Müslümanlar ona biat etmişlerdir.'
Fizze: 'Hz. Ali meşguldür.' dedi.
Dedim ki: 'Bu sözleri bir kenara bırak, ona de ki, dışarı çıksın; aksi takdirde içeri girip onu zorla çıkarırız.'
Bu sırada Fatıma odadan çıkıp kapının arkasında durdu ve şöyle dedi: 'Ey yalancı sapıklar! Ne diyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
Dedim ki: 'Ey Fatıma!'
Fatıma: 'Ey Ömer ne istiyorsun?' dedi.
Dedim ki: 'Neden amcaoğlun seni cevap vermek için göndermiş ve kendisi perdenin arkasında oturmuştur?'
Dedi ki: 'Ey şaki (bedbaht)! Senin azgınlığın beni evimden dışarı çıkardı; hücceti sana ve diğer her sapığa tamamladı.'
Dedim ki: 'Bu boş sözleri ve kadın hikâyelerini bir kenara bırak; Ali'ye de ki dışarı çıksın; aramızda hiçbir dostluk ve ihtiram yoktur.'
Fatıma dedi ki: 'Ey Ömer! Şeytanla mı beni korkutuyorsun? Oysaki şeytanın hizbi güçsüzdür.'
Dedim ki: 'Eğer dışarı çıkmazsa, ya çok odun getirerek bu evi içindekilerle yakacağım veya Ali sürüklenerek biate götürülecektir.'
Bu sırada Konfoz'un kırbacını alıp ona vurdum ve Halid bin Velid'e de 'Sen ve adamlarımız odun getirin, ben onları yakacağım.' dedim.
Fatıma dedi ki: 'Ey Allah'ın düşmanı! Ey Peygamber'in düşmanı, ey Emir'ül - mü'minin Ali'nin düşmanı!'
Fatıma elleri ile kapıyı tutup onu açmama mani oluyordu; derken onu bir kenara ittim, yine bana mani olmaya çalıştı, bu defa kırbaçla onun ellerine vurdum, onu incittim, onun inilti ve ağlamasını duydum; neredeyse yumuşayacaktım ve kapıdan geri dönecektim. (...) bu esnada kapıya bir tekme vurdum, Fatıma ise kapıya yapıştı; öyle şiddetle bağırdı ki Medine'nin alt üst olduğunu zannettim.'
(Kaynak kitap: Hz. Fatıma; Yazan: Prof. Dr. Haydar Baş, İcmal Yayıncılık, sayfa: 365-366)
Hamileliği ilerlemiş olan Fatıma Ana; işte burada yediği dayakla çocuğunu düşürmüş, kendisi de kısa bir süre sonra genç yaşında vefat etmiştir.
Peygamberimizin kızına Ebubekir-Ömer ikilisinin yaptığı diğer haksızlıkları merak edenler; bu kitaba baksınlar.
Diğer önemli bir kaynak da şudur: Örnek İslam Kadını Hazret-i Fatıma. Yazan Ayetulluh İbrahim Emini. Ensariyan Yayınları.
MUTLULUK ÇAĞI MI?
Yine İslam kaynaklarında yer alır ki; Peygamberimiz hasta iken 'Bana bir kâğıt getirin; size bir vasiyette bulunayım ki benden sonra yanlış işler yapmayasınız!' buyurmuş ama orada bulunan Ömer; 'Kendisini hastalık illeti sarmış; onun vasiyette bulunması doğru olmaz.' diyerek buna bile engel olmuştur.
Bu dönemdeki haksızlıklar yüzünden Ebu Bekir dışındaki üç halife de cinayete kurban gitmiş; oluk oluk kan akıtılmıştır. 'Asr-ı Saadet' (Saadet Çağı) diye kutsanan o hilafet dönemi; Hz. Muhammet'in insancıl düzeninden kopuşun başladığı dönem olmuştur. Yağmacılığı İslam diye kılıç gücüyle yayan bu yanlışlara direnenler de acımasızca katledilmişlerdir. Bunun ilk ve en büyük şehidi de Fatıma anamız olmuştur.
Ama bugün Kutlu Doğum haftaları düzenleyip işi ilahi okumakla geçiştirenler; bu zulmü asla dile getirmezler. Çünkü saltanatları taaa bu zulme dayanır.
Yazıma Yuval Noah HARARİ’nin 21. Yüzyıl İçin 21 Ders kitabında okuduğum bir paragrafı paylaşarak başlamak istiyorum. Sayfa 268. Paragraf 3:
“Burada akla yatmayan bir şey var. Fransız kuvvetlerinin öldürdüğü şehitler cennete gittiyse, bunda intikam alınacak ne var? Ne için intikam? İnsanların cennete gönderilmesinin intikamı mı? Çok sevdiğiniz abinize piyangodan bir trilyon çıktığını duysanız tepkiniz gidip intikam almak için piyango bayilerini bombalamak mı olurdu? Peki neden Fransız Hava Kuvvetleri birkaç kardeşinizi ebediyen cennete yolladı diye Paris'e kan kusturuyorsunuz? Hatta Fransızları gerçekten de Suriye'yi bombalamaktan caydırmayı başarsalardı çok daha feci olurdu. O vakit daha az Müslüman cennete giderdi.”
Bu dünyada yaptıklarıyla (ibadet, davranış) cennete gitmek insanın elinde. Yıllarca ibadet ederek zor yoldan cennete gitmek isteyen sayısız dindar var. Neden zor yolu seçiyorsunuz? Dindar bir devletin, terörle mücadelesinde en ön safta yer alarak cennete gitmek çok daha kolay. Düşünsenize, ibadetten haberi olmayan, iyilik nedir bilmeyen ama şehitlik mertebesi olan herhangi bir dine ait bir birey, şehit olduğu için doğrudan cennetlik. İnsanlar neden bu yolu seçmiyor, gerçekten aklım almıyor.
Samimi olalım. Hiçbir birey ölmek istemez. Şehitlik sebebi ile ölüm de dahil. Ama sonsuz cennetle, dünyadaki sınırlı yaşamı karşılaştırdığımızda, kendimizi feda etmek çok akıllıca değil mi? Bunun yanında, sadece kendimize değil, 70 insana daha şefaat ederek, sonsuz cennet ödülü kazandırabiliriz (İbni Mace, Cihad, 16). Sorgu yok, sual yok, kabir azabı yok, cehennem endişesi yok. Daha ne olsun?
Evladı ölmüş bir aileye, hanlar, yatlar, katlar, altınlar gibi fani ödülleri verseniz yine de acısı dinmez. Bu ailenin, şehit olan evladına güya en büyük ödül olan cenneti veriyorsunuz. Ama şehit aileleri yine de ağlamaktan kendilerini alamıyorlar. Hatta şehit, o aile ve sülaleye şefaat edecek, herkesi cennete koyacak. Cennet amacı gerçekleşecek. Ama yine de ağlıyorlar. Kolay mı kardeşim? Hayatta en sevdiklerinden birini belki de birkaçını kaybettiler.
Cennet aslında şehidin yakınlarına bir teselli ödülüdür. Çünkü bu ödül acıyı hafifletmiyor bile. Teselli ödülü varsa büyük ödül de vardır. Teselli ödülü, şehide, ailesine, vatandaşına veriliyorsa, büyük ödül ne? Bu ödülü kim alıyor? Ben biliyorum da durduk yere yakmayım kendimi. Zaten öbür dünyada yanacağım, bari bu dünyam serin geçsin.
Şehit yakınlarına verilecek bir başka ödülse intikamdır. Şehidin intikamına HARARİ çok güzel değinmiş zaten. İnsanı cennete gönderen biri neden öldürülür? İyi insanları şehit eden zaten kötü insanlar ise, şehitler olmadan neden temizlenmiyor bu kötü insanlar? Sorular bitmez.
Şehitliğin kısımlarına çok değinmek istemiyorum. Yanarak, boğularak, göçük altında kalarak, izinliyken sivil araç ile gezmeye giden bir askerin trafik kazası geçirmesi, ölenin “Allah-u Ekber”, öldürenin “Allah-u Ekber” demesi vs. İşimize gelen herkese şehitlik mertebesini verebiliriz. Bunun kararını da ahirette yaratıcı değil, dünyada din adamları veriyor.
Bir de 100 şehit sevabı 1000 şehit sevabı var. Özellikle yazıyla değil rakamla yazdım ki dikkat çeksin. Gerçekten şehit olan insan hayatını koymuş ortaya. Onda da 1 şehit sevabı kazanmış. 100 şehit sevabı kazanılacak ne yapmış olabilir ki bir insan? Çok saçma değil mi yahu?
Şehitlik kavramı dindar kısma verilen ödül demiştim. Bu ödül gerçekten var mı bilemem. Ama şunu iyi biliyorum ki ölen öldüğüyle kalıyor, ailesi ve yakınları acısı ile. Ölen insanla zaten işi olamayacak dinciler, kalanları ölen üzerinden kullanmaya devam ediyor.
Sitemizin okuyucu ve izleyicilerinden gelen istek üzerine Ali’nin eşi Fatma ile
ilgili bilgiler vereceğiz. Ayrıca, Fatma’nın Ömer ve yandaşları tarafından nasıl
öldürüldüğünü de kaynaklara dayalı olarak anlatmaya çalışacağız.
İslam’ın kendi kaynaklarına dayanarak ve kaynak gösterdiğimiz halde; Ebubekir ve
Ömer konulu yazılarımızda geçen olaylara, Fatma’nın Ömer tarafından öldürülmesi
konusuna takılanlar ya da inanmayanlar, hatta hakaret derecesinde yorum yapanlar
olduğunu gördük. Öncelikle, okumanın üşengeçliği içinde yazımızı okuyup
videolarımızı izleyen herkese teşekkür ederiz. Kötü söz sahibine yaraşır demek
istemiyorum. Çünkü çoğu kişiler okumuyor, araştırmıyor ve bilmiyor. Üstelik
ortada sorgusuz inanılmış bir din ve cehennemle korkutulmuş bir kitle var. Kimin
ne bilgisi varsa yorum yapar ve yalanımız varsa yüzümüze vurur. Bizde yalan,
iftira, hiç kimseye hakaret yok. Bizim ortaya koymak istediğimiz şey; gözü
kapalı olarak bilmeden, anlamadan, sorgulamadan bir dine inananları aydınlatmak.
Biz vicdanımızın sesine uyarak kaynaklardan olduğu gibi yazıyoruz. İnanan
inansın, inanmayan kendi bilir.
Şimdi kaynaklara dayanarak Fatma’yı anlatmaya başlıyoruz.
Fatma, kimi kaynaklara göre Hatice’nin Muhammed’den önceki kocasından doğmuştur.
Muhammed’in hiç öz çocuğu olmadığından ve Kevser suresinde Muhammed’in soyunun
kesik olduğundan bahsedildiğinden, cariye Mariye’den doğan İbrahim’inde
babasının belli olmadığını yazıp söyleyenler vardır. Bazı kaynaklarda 40 yaşında
Muhammed’le evlenen Hatice’nin 6 çocuk doğurduğu ve 58 yaşındayken Fatma’yı
doğurduğu yazılıdır. Ancak bazı kaynaklarda bir kadının 40 yaşından sonra 6
çocuk doğurmasının tıp ve mantığa aykırı olduğu savunulmaktadır. Kimi kaynaklara
göre Hatice ile Muhammed’in öz kızıdır. Bazı kaynaklarda Hatice ile Muhammed’den
olan tek çocuğun Fatma olduğu da yazılıdır.
Fatma 15 yaşındayken Ebubekir ve Ömer Fatma’yla evlenmek isterler. “Fatma için
hak teladan emir bekliyorum” diyen Muhammed, Ebubekir’i de Ömer’i de damatlığa
kabul etmez. Daha sonra da Cebrail aracılığıyla Allah’tan buyruk geldiğini
söyleyen Muhammed, Fatma’yı Ali’yle evlendirir. [20] Kaynak kitaplar bu olayı çok
ayrıntılı olarak anlatırlar. Bu evliliğin “uçtu-kaçtılı” öyküsü özetle şöyle
anlatılır:
Ali, yakınlarının önerisiyle Muhammed’e gidip utana sıkıla Fatma’yı ister.
Muhammed, Ali’nin mal varlığını sorunca, Ali “bir kılıcım bir devemden başka
bir şeyim yok” der. Muhammed; “kılıç savaş için, deve binit için sana gerekli,
gel cübbede anlaşalım” dedikten sonra konuşmasını “uçtu- kaçtıyla” bitirir.
Muhammed, Ali’ye “sevamavatta senin ile Fatma’nın nikâhı kıyılmıştır. Senden
önce melek gelip bunu bana duyurdu.” der. Az sonra Cebrail Muhammed’de gelip;
Hak Teâlâ’nın “Habibime selam söyle, hiç üzülmesin. Kızının bütün
ihtiyaçlarını cennetten karşılayıp, sadık kuluma vereceğim” haberini bildirir.
Muhammed şükür secdesi yaptıktan sonra Cebrail Allah’a gidip yine geri gelir.
Cebrail’in yanında Mikail, İsrafil, Azrail ve 1000 Kerübiyun meleği
bulunmaktadır. Ellerindeki üstleri bohçalarla örtülü altın tepsileri
Muhammed’in önüne koyarlar. Cebrail, Muhammed’e açıklama yapar. ”Ya resullah,
Hak Teâlâ sana selam etti. Ben habibimin kızı Fatma’yı Ali’ye verip arşı âlâda
onları nikâhladım, habibim de kendi ashabı arasında nikâh etsin. Tepsilerde
Fatma için cennet giysileri ve yiyecekleri vardır. Giysileri Fatma giysin,
yiyecekleriyle de ziyafet etsin buyurdu.” Deyince Muhammed yine şükür secdesi
yapar. Muhammed, Cebrail’e bu işin nasıl olduğunu sorar. Cebrail de anlatır:
“Hak teâlânin buyruğuyla bütün cennet kapıları açılıp cehennem kapıları
kilitlendi, bütün melekler tuba ağacının altında toplandılar. Hak Teâlâ beni
Ali’nin vekili yaptı. Ben de Fatma’nın vekiliyim buyurarak bütün melekleri de
tanık yaptı. Böylece arşı âlâda nikâh yapılmış oldu.” [21][22][23]
Bazı kaynaklara göre Ali cübbesini Osman’a satmış ve parasını Muhammed’e
vermiştir. Bazı hadis kitaplarında da Ali’nin zırhını rehin bırakıp, düğün
yemeği verdiği yazılıdır. [18]
FATMA’NIN ÖLÜMÜ-ÖLDÜRÜLMESİ
Fatma en azından Ali kadar cesurdu. Muhammed’in ölümünden sonra kendisine
düşen mirası korkmadan, çekinmeden Ebubekir ile Ömer’den istemiştir. Hem de
topluluğun önünde ve çok sert bir şekilde hakkını aramış ama karşı tarafın
kurnazlığıyla baş edememiştir. Üstelik bütün baskı ve eziyetlere karşın
karı-koca Ebubekir’e biat etmemişlerdir. Fatma ve Ali’nin Ebubekir ve Ömer’le
barıştıkları bazı kitaplarda yazılıysa da bu barış hiçbir zaman olmamıştır.
Üstelik Fatma’yı alamayan Ömer, Ali ile Fatma’nın kızı 9-10 yaşındaki Ümmü
Gülsüm’le zor kullanarak evlenmiş, büyüyünceye kadar gerdeğe girmeyeceğine söz
vermiştir. Oysa her şeyden habersiz Ümmü Gülsüm Ömer’in yanına vardığında
kızın eteğini sıyırıp ayıp yerine bakmış, sözünde de durmamıştır. 56-57
yaşında üstelik sahabeden biri olan Ömer'in bu evliliği yorumlar değişik olsa
da birçok kitapta yazılıdır.
Ebubekir ile Fatima daha önce hurmalıklar yüzünden birbirine ters
düşmüştür.
Ayrıca karı-koca Ebubekir’e biat etmedikleri için Ebubekir’in isteği üzerine
Ömer ve adamlarının Ali ve Fatma'ya etmedikleri eziyet kalmamış ve sonunda
Ali’nin evini yakmaya kalkışmışlardır. Ali ile Fatma dövülmüş, bazı kaynaklara
göre hamile olan Fatma çocuğunu kaybetmiştir. Bazı izleyicilerimiz bu olayda
Ali’nin neden pasif davrandığını ya da sessiz kaldığını soruyorlar. Ali ne
yapabilirdi ki? İktidardakilere karşı kendini savunmak kolay iş değildir.
Hepsi silahlı, kırbaçlı üstelik iktidardan yana olan kalabalık karşısında
ne yapılabilirdi? Kaldı ki Ömer de boş bir adam değildi, kendinden oldukça
korkulurdu. Çoğu savaşta teslim olan Yahudilerin kafasını kesmekle meşgul
olan Ali'yi "hadi canım sende, Ali dayak yer mi? Susar mı?" diyerek
yüceltmek, insan üstü güce sahipmiş gibi göstermek abestir. Yahudiler
hayatları boyunca savaşçı bir topluluk olmamış, ticaret ile uğraşmışlardır.
Bu yüzden savaşmaktan da doğru düzgün anlamazlardı. Böyle insanları öldürmek
kolaydır ama halkın, savaşçıların yanında saf aldığı, iktidarı elinde tutan
Ebubekir ve Ömergibi kişilerin önünde durmak, onlara karşı gelmek pek de kolay iş değildir.
Zaten bu durumu hem Şia hem de Ehlisünnet hadislerinde
göreceksiniz.
Evin basılması olayından kısa bir süre sonra Fatıma ölür. Eceliyle öldü
denilebilir ama öldüğünde vücudundaki yara bereler hâlâ geçmemiş, bu dövme
olayından sonra iflah olmamıştır. Kaynak kitaplara göre kefen içinde de olsa
vücudunun belli olabileceğinden ve yabancı erkeklerin bunu görmesini
istemediğinden cesedinin gece karanlığında, yalnızca aile içindekilerce
defnedilmesini vasiyet etmiştir. Şia hadislerine göre gece karanlığında
gömülmesinin başka bir nedeni daha vardır, ki bunu da zaten söz konusu hadise
gelince anlatacağım.
Bir gerçek var ki ölümü kuşkulu olanların hepsi, örneğin: peygamber Muhammet,
Ebubekir, Fatma hep gece defnedilmişlerdir. Fatma’nın mezarı kesin olarak
belli değildir. Kimilerine göre evinin içine, kimine göre Ravza'ya, kimine
göre de Cenneti bâki mezarlığına defnedilmiştir. Ali’nin de mezar yeri de
kesin ve belli değildir. Suikastlar, cinayetler, kabilecilik çekişmeleri
birçok kişinin mezarını saklatmıştır.
Konuya dair hadislere bakalım ve önce Şia'dan başlayalım. Sakın "Şia
kaynakları ile yalan-dolan şeyler anlatıyorsun" demeye kalkmayın çünkü
Şia'dan sonra "Ehli sünnet" hadislerini de paylaşacağım ve Şia ile
Ehlisünnet hadislerinin bu konuya dair anlatılarda çok büyük oranda
birbirleri ile örtüştüğünü istemeseniz de göreceksiniz.
Şia Kaynakları:
Zikredilecek rivayetlerin bütünlüğünden istifade ediliyor ki Hz. Muhsin
(a.s.) hazreti Zehra’nın (a.s.) çocuklarından idi ve şahadete ulaşmıştır.
Hazreti Ali (a.s.) şöyle buyurdu: “Eğer düşük yapmış çocuklarınıza daha isim
takmadıysanız kıyamet gününde sizi görürler ve babalarına şöyle derler:
Neden bana isim takmadın, oysaki peygamber (s.a.v.) Muhsin’e daha dünyaya
gelmeden isim takmıştır”. [1]
Merhum Taberisi şöyle diyor: “…Ebu Bekir Kunfuz’a Fatma’yı dövünüz
şeklinde emir gönderdi. Bu emirle iş daha büyüdü ve onu Ali’den
uzaklaştırdı. Kunfuz çok şiddetli davranışla sahneye girdi ve kasavet
bakımından nihai derecedeki bir kalple peygamberin değerli kızını kapı ile
duvar arasında sıkıştırdı bu sıkıştırma o denli şiddetli idi ki o değerli
hanımın kaburgası kırıldı ve karnındaki çocuk düşük yaptı!. [2]
Birkaç hadise daha bakalım:
Fatıma çok rahatsız olduğu halde kapının arkasına gelerek; “Ey
Ömer! Bizimle işin olmasın. Bırak kendi işimizle uğraşalım” dedi.
Ömer; “Kapıyı aç! Yoksa evi yakarım!!” dedi. [3]
Fatıma (a.s); “Ey Ömer! Allah’tan korkmuyor musun? İzinsiz olarak
evime mi girmek istiyorsun?!” dedi.
Fatıma (a.s) her ne ettiyse Ömer’i kararından caydıramadı.
Bilakis, Ömer, kapıyı açmadıklarını görünce; “Odun getirin de
kapıyı yakayım!” dedi. [4]
Nihayet Ömer kapıyı ateşe verdi. Sonra da şiddetle tekmelemeğe ve
itmeye başladı. Kapı açıldı, Ömer içeri girmek istedi. Hz. Fatıma
(a.s) Ömer’in önünü kesti. Ömer kılıfında olan kılıcıyla o
Hazret'i vurmaya başladı. Hazret belki de halk gaflet uykusundan
uyanır ve Ali’yi savunurlar diye ağlayıp feryat etmeye başladı.
Fatıma’nın ağlayıp yardım talebinde bulunmaları, o taş yürekli
insanlara hiç tesir etmedi. Hatta o Hazret'i dövmeğe başladılar ve
kamçıyla kolunu morarttılar! [5]
Bir başka hadise göre Fatma, kendinden sonra gelenlere, Beni
Sakife'de iş başına getirilen hilafet sisteminin meşru olmadığını,
bu sistemin Peygamber'in kalbinin meyvesi olarak tanıttığı kızına ne
gibi zulümlerin reva görüldüğünü bildirmek kararındadır. Bu yüzden
Ali’ye vasiyet ederek: “Beni geceleyin kefenle ve gizli olarak
toprağa ver. Kaburga kemiklerimi kıran, çocuğumun düşmesine sebep
olan ve malıma el koyan kimselerin cenazemin başında durmalarını
istemem; kabrim de bilinmesin!” [17] demiştir.
Gelelim ehlisünnet kaynaklarına. Hani Muhammed ölünce halifeler ve sahabe denen kişiler birbirine
düşüyor, Fatma ile Ebubekir'in arasında hurmalık arazilerinden
dolayı düşmanlık vardı demiştim ya, şimdi o hadise bakalım.
Sonrasında Ali'nin evinin basılmasına dair hadislerden devam
edeceğim:
Buhari, Muslim, Ebu Davud, Nesai gibi ehlisünnet
kaynaklarındayer alan bu hadiste anlaması güç çok
fazla kelime olduğundan ben anlaşılır şekilde tercüme edeceğim,
dileyen açıp kaynağın aslını okuyarak kontrol edebilir:
Peygamber'in kızı Fatıma, Ebu Bekir'e haber gönderip, kafirlerden
savaşmadan alınan mallarından kendisine savaş yapılmadan verdiği
Medine civarındaki Nadir oğulları arazisini, Fedek hurmalıkları ve
Hayber hurmalıklarının beşte birini yani Muhammed'in mirasını
ister.
Ebu Bekir, Hz.Muhammed: "Biz peygamberlerin varisi olmaz, bizden geriye ne
kadar mal kalırsa onlar sadakadır." Ancak Muhammed'in ailesi bu
mallardan faydalanabilirler." demiştir der.
Muhammed'in hayatta olduğu süreçte bu sadaka malları hakkındaki
işleyişleri değiştirmeyeceğini söyler ve "Ben, Resulullah'ın bu
mallar hakkındaki uygulaması ne ise ancak onu yaparım" der. Yani
Fatma'ya bunlar miras değil ki sana vereyim demek ister.
Dolayısıyla Ebu Bekir Fatıma'ya bu mallardan herhangi bir şey
vermeyi kabul etmez. Bunun üzerine Fatıma Ebu Bekir'e kızarak,
onunla konuşmayı bırakır ve ölünceye edinceye kadar Ebu Bekir'le
konuşmaz.
Muhammed öldükten sonra Fatıma, altı ay yaşar. Fatıma vefat
edince kocası Ali, bu durumu Ebu Bekir'e haber bile vermeden
geceleyin üzerine cenaze namazı kılarak gömer. Fatıma'nın
hayatında insanlar tarafından Ali'ye karşı saygı ve sevgi vardır.
Fakat Fatma'yı hoşnut etme çabalarını Ali'nin halifeye olan
bağlılığının gerilemesinin, biat etmemesinin nedeni olarak
görenler de yok değildir.
Fatma ölüp Ali'ye olan saygı azalınca, Ali, Ebu Bekir'le
barışmayı ve ona bi'at etmek ister. Bundan önceki altı ay içinde
Ebu Bekir'e bi'at etmemiştir.
Ali, Ebu Bekir'e haberci gönderip: Bize gel, fakat yanında başka bir kimse gelmesin! der. Çünkü
Ömer'in gelmesini istemez.
Ömer, Ebu Bekir'e giden bu haberi duyunca "Hayır, vallahi onların yanına tek başına girmeyeceksin" deyince
Ebu Bekir: "Sen Ali ve beraberindekilerin bana ne yapacaklarını sanıyorsun?
Tabii ki onlara gideceğim" der.
Akabinde Ebu Bekir onların yanına gider. Ali, şehadet
kelimelerini söyledikten sonra Ebu Bekir'e şunları söyler:
Bizler senin faziletini tanımış ve Allah'in sana verip, sana
doğru sevk eylediği hiçbir hayırda sana karşı düşmanlık
etmemişizdir. Ama sen halifelikte bizimle istişare etmeyip, kendi
bildiğini okudun. Bizler ise Resulullah'a yakınlığımızdan dolayı
bu konuda karşılıklı konuşmaya hakkımız var diye
düşünüyorduk!
Ali bunları söylerken Ebu Bekir'in gözlerinden yaş gelir.
Bu sefer Ebu Bekir konuşunca şöyle der:
"Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, muhakkak
Rasulullah'ın hısımlarına hizmet etmek bana kendi hısımlarıma
hizmet etmemden daha sevimlidir. Amma şu, Peygamber'in geride
bıraktığı mallardan dolayı sizinle aramda olan çekişmeye gelince,
ben o mallarda hayırdan hiçbir şey eksiltmedim ve Rasulullah'ın o
mallarda yapmakta olduğunu gördüğüm herhangi bir işi terk etmeyip
mutlaka yapmışımdır."
Ebu Bekir öğle namazını kıldıktan sonra minbere çıkar, şehadet
kelimelerini telaffuz ettikten sonra Ali'nin durumundan, bi'at'tan
geri kalışından bahseder ve Ali'nin kendisinden özür dilediğini,
bu özrü ve Ali'nin gecikmesini bağışladığını belirtir.
Sonra Ali tövbe edip Ebu Bekir'in hakkını büyütür ve ona bi'at
eder. Yapmış olduğu şeyin Ebu Bekir'e karşı bir düşmanlık yada Ebu
Bekir'in üstün faziletini inkar olmadığını söyler ve "Devlet başkanlığı konusunda istişare hakkımız olduğunu
düşünüyorduk. Fakat Ebu Bekir bize bize danışmayıp, kendi
bildiğiyle hareket etti. Bu yüzden biz de darılmıştık!" der.
Ali'nin bu sözleri üzerine Müslümanlar sevinerek:
İsabet ettin (ya Ali)! derler ve Ali, Ebubekir'e bu şekilde bi'at
edince Müslümanlar tekrar Ali'ye yakın olurlar. [6]
İbrahim b. Seyyar Nazzam-i Mutezile (160-231) ki nazm ve nesr
bakımından kelamı güzel olduğu için Nazzam adıyla meşhur olmuştu.
Nazzam birkaç kitabında hazreti Fatma’nın evinde gerçekleşen kısayı
nakletmiştir. O şöyle diyor: Ömer Ebu Bekir için bay’at toplamak
istediği günde Fatma’nın karnına vurdu onun karnındaki çocuk ki ismini
Muhsin koymuştu, düşük yaptı! [7]
İbn. Ebi Darem olarak meşhur ve kufeli muhaddis olan Ahmet b. Muhammed
(vefat 357) öyle birisidir ki Muhammed b. Ahmet b. Hammad-i Kufi onun
hakkında şöyle diyor: “O ömrünün tümünde doğru yolda idi”. Bu şahıs
(Ebi Darem) naklediyor ki kendisinin huzurunda bu haber nakledildi:
Ömer Fatma'ya tekme vurdu ve Fatma'nın karnındaki çocuk ki ismini
Muhsin takmışlardı düşük oldu. Ömer Fatma'yı Mühsin'i düşük yapıncaya
kadar sıkıştırdı”. [8]
İbn. Sad “Tabakat” ve Belazuri “Ensabu’l-Eşraf” kitabında şöyle
nakletmiştir: Annesi Peygamberin kızı Fatma olan çocuklar şunlardan
ibarettir: İmam Hasan (a.s.), İmam Hüseyin (a.s.), Muhsin, Zeynb-i
Kübra, Ummu Külsüm-i Kübra. Muhsin hazreti Zehra’nın (a.s.) evine
saldırıldığı olayda düşük yaptı. [9]
Taberi Tarih’inde şöyle yazar:
“Ömer, Talha ve Zübeyr’le muhacirlerden bir grubunun sığınmış
olduğu Ali’nin evine saldırdı. Zübeyr kılıcını çekerek ona karşı
koymak istedi. Fakat tam o sırada ayağı kayarak kılıç elinden
yere düştü. Bunun üzerine eve saldıranlar toplanarak onu
tutukladılar…” [10]
Tarih ve siyer kaynaklarından devam ederek bu şahısların Fâtıma'nın evine
saldırıp içeri nasıl girdiklerine ve oraya sığınanlara nasıl davrandıklarına
bakalım:
Başta Ali b. Ebutalib ve Zübeyr olmak üzere Ebubekir’e biat etmekten sakınan
Muhacirlerden bir grubu silahlı oldukları halde öfkeyle Fâtıma’nın (s.a) evine
girdiler. [11]
Ensar ve Muhacirlerden bir grubunun Resulullah’ın (s.a.a) kızı Fâtıma’nın
evine sığınıp Ali b. Ebutalib’in etrafında toplandıklarını Ebubekir ve
Ömer’e haber verdiler. [12]
Onlara, Fâtıma’nın evinde toplananların hilafet konusunda Ali b. Ebitalib’e
biat etmek istediklerini söylediler. [13]
Bunun üzerine Ebubekir Ömer b. Hattab’a Fâtıma’nın evine giderek onları
oradan dışarı çıkararak topluluklarını dağıtmasını ve direnecek olurlarsa,
onlarla savaşmasını emretti.
Ebubekr’in bu emri üzerine Ömer
eline bir meşale alarak Fâtıma’nın evine doğru yola koyuldu; Fâtıma’nın
evini içindekilerle birlikte yakmak istiyordu. Hz. Fâtıma (s.a) Ömer’in
karşısına çıkarak ona hitaben:
“Ey Hattab’ın oğlu! Bizim evimizi
mi yakmaya geldin?!” dedi. Ömer, “Evet!” dedi, ” ya da ümmetin kabul
ettiğini kabul edersiniz (Ebubekir'e biat edersiniz).” [14]
Ebubekir-i Cevheri'de şöyle yazar:
“Fâtıma, Ali ve Zübeyr’e nasıl davranıldığını görünce evinin kapısında
durarak Ebubekir’e şöyle dedi: Ey Ebubekir! Ne kadar çabuk Resulullah’ın
(s.a.a) ailesine karşı hile yapmaya başladın! Vallahi hayatta olduğum
müddetçe Ömer’le konuşmayacağım.” [15]
Bu olaydan yıllar sonra Abdullah b. Zübeyr kendi hükumetine teslim
olmaları için Mekke’de Haşimoğulları’na baskı uygulamış fakat
Haşimoğulları bunu kabul etmeyince onları bir dağın arasında toplattırıp
odun getirterek hepsinin yakılmalarını emretmiştir.
Abdullah b. Zübeyr’in kardeşi Urve b. Zübeyr kardeşinin bu hareketine
geçerlilik kazandırmak için Ebubekir’e biat olayında Ömer’in, Fâtıma’nın
evini yaktırmaya kalkışmasını delil gösterir ve şöyle der:
“Kardeşimin bu hareketi sadece bir tehditti; nitekim geçmişte de biat
etmeyen Haşimoğulları’nı odun toplayarak yakmayla tehdit
ettiler!” [16]
İşte burada Urve’nin “geçmiş” sözü ile değindiği, Haşimoğulları’nın
Ebubekir’e biat etmek istememesi bu yüzden Ebubekir'in Ömer ile yolladığı
adamların Fâtıma’nın evinin etrafına odun yığarak evi içindekilerle
birlikte yakmaya kalkışmaları olayıdır. Bu olay sırasında da hamile olan
Fatma düşük yapmak zorunda kalmıştır.
Hala ikna olmayanlar var ise birkaç ehlisünnet kaynağı daha vereyim:
Ali’nin yakın arkadaşlarından olan “Suleym İbn Kays” bu konuyu kendi
kitabında şöyle yazmış:
Ömer, ateş isteyerek onunla evi tutuşturdu. Sonra kapıya yüklenerek onu
açtı ve içeri girdi! Hz. Fatıma (s.a) Ömer’in tarafına gelerek “Ey
Babacığım! Ey Resulallah! Diye feryat etti. Ömer kılıcını kınında olduğu
bir şekilde kaldırarak Hz. Fatıma’nın yanına (kaburgasına) vurdu. Hz.
Fatıma feryat ederek “Ey babacığım!” diye bağırdı. Bu sırada Ömer
kamçısını çıkararak Hz. Fatıma’nın koluna vurdu. Hz. Fatıma ‘Ey
Resulallah! Ömer ve Ebu Bekir senin geride bıraktığına ne kadar da kötü
davranıyor’ diye feryat etti.
Bu sırada Hz. Ali (a.s) yerinden sıçrayarak Ömer’in yakasından tutarak
onu hızlı bir şekilde çekerek kaldırıp yere vurdu. Burnuna ve boynuna
vurdu. Onu öldürmeyi istedi, ancak Allah Resulünün (s.a.a) sözünü
hatırladı ve ona buyurmuş olduğu vasiyet aklına geldi ve şöyle buyurdu:
“Ey Suhak’ın oğlu! (Ömer’in babası Hattab’ın annesinin adı) Muhammed’i
peygamberlikle şereflendirdiği Allah’a yemin olsun ki eğer ilahi
mukadderat ve peygamberin benimle olan ahitleşmesi olmasaydı, evime
giremeyeceğini çok iyi biliyordun.” [19]
İster Şia olsun ister Ehlisünnet, tüm bu hadislere bakıldığında durum
ortadadır. Zaten Şia da Ehlisünnet'de uyuşan anlatımlara sahiptir. 4 büyük
halife, sahabeler diye yüceltilerek anlatılan insanlar Muhammed ölür ölmez
iktidar ve miras kavgasına başlamış, güçlü olan taraf, güçsüz tarafı
ezmiştir.
KAYNAKLAR
MECLİSİ, Muhammed Bakır, “Biharu’l-Envar”, Lübnan: Müesesetul-Vefa, 1404,
kameri, c. 43, s. 195.; al-Kafi, cilt. 6, sayfa. 18, h. 2, al-Khisal, p. 634
TABERİSİ, Ahmet b. Ali, “el-İhticac ala Ehlil-Lücac”, baskı, 1, Meşhet:
Neşri Murtaza, 1403, kameri, c. 1, s. 83
History of Tabari (1990), Vol. 9, p. 186-187; Mealimu'l-Medreseteyn, Allame Seyyid Mutraza Askeri, Çeviri: Cafer Bendiderya, 1. cilt, s. 178 (Tarih-i Taberi, c.2, s.443 ve 446 ve Avrupa basımı, c.1, s.1818, 1820 ve 1822; Abkeriyye-i Akkad, s.173.)
Muruc-uz Zeheb, c.2, s. 100; Şerh-u Nehc-il Belağe-i İbn-i Ebi-l Hadid,
c.20, s.481, İmam Ali’nin “mâ zale-z Züneyr minna hatta neşee ibnuhu”
sözünün şerhi
Bihar-ül Envar, c. 43, s. 199
İbn Sa’d, VIII, 23
Süleym İbn Kays Hilali’nin, ‘ölüm tarihi, 80 hicri’ kitabı, s. 568
Bihar’ul-Envar, c. 43, s. 93
A.g.e, 43/142
A.g.e, 43/145
Şerh-u Nehci'l-Belâğa 9/193; farklı bir açıklamayla Zehairu'l-Ukba, s. 40-41
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON