HABERLER
Dini Haber

İSLAM’DA HAC

Yazan: Serdar Kaangil
SK, din, islamiyet, İslam öncesi Hac, Haccın kökeni, Putperest haccı, Kabe, Dinlerde hac, Hristiyan haccı, Yahudi haccı, Budist haccı, Çıplak tavaf,

İSLAM’DA HAC


Hac denince Kabe ziyareti akla gelir ama dinlerin çoğunda hac ritüeli mevcuttur.
İslam’dan önce de birçok dinde hac vardı.Farklı isimlerde ifade edilmesine rağmen tüm inançlarda kutsal kişiler, kutsallaştırılmış yer ve nesneler vardır. Bu nesneler taşlardan, ağaçlardan, su kaynaklarından, dağ, mağara ve nehirlerden tutun da tapınaklara kadar çeşitlilik arz eder.
Kişinin dini ne olursa olsun, insan tabiatı böyle yerlere ihtiyaç duymuş ve inancına uygun kutsallaştırılacak nesne ya da mabet arayışı içinde olmuştur.Sümerlerde Nippur’daki enlil, Samilerde Ninova’daki iştar, Mısırlıların ziyaret ettiği byblos’taki Baaltis tapınağı bilinen en eski hac yerlerindendi.
Eski Yunanlılar yazgılarını öğrenmek için Apollon kâhinine başvurmak üzere Delphi’ye giderlerdi. Ayrıca Asklepios’tan şifa dilemek üzere Epidauros’taki sağlık tanrıçasının meşhur tapınağına ziyaret yaparlardı.

Hindistan toprakları 2000 yıldan beri hac yapılan kutsal topraklar sayılır. Ganj nehri en kutsal mekan olmakla birlikte Hindistan’ın her köşesi kutsal mabet ve türbelerle doludur.

Buda’nın ilk manastırını kurduğu Racgir, Buda’nın iki havarisinin mezarlarının bulunduğu Şançi ve Buda’nın 24 yağmur mevsimini geçirdiği yer olarak bilinen Şravasti, Budistlerin Hindistan’daki belli hac yerleridir. Budist haccının en önemli özelliği kutsal mabud ve mabetlerin çevresinde dönerek tavaf edilmesidir. Tibetli Budistler güzergahları üzerindeki tüm kutsal yerleri saat yelkovanı şeklinde tavaf ederek hac merkezine doğru yol alırlar.

Hristiyanların 2. yüzyılda Kudüs’ü hac amacıyla ziyaret ettikleri bilinir. 2. Yüzyılda, Havari Petrus’a (St.Peter) adanmış anıtlar üzerinde, hac seyahatlerinin yapıldığına dair yazılar bulunmaktadır.
Azize Helena (yada Helen), İsa’nın doğduğu, çarmıha gerildiği, gömüldüğü ve büyük kiliselerin kurulduğu yerleri ziyaret eden ilk hacı olarak kabul edilir.
Pavlus’un yaptığı yorumlarla hac ibadetine batini anlamlar yüklenmiş, bu nedenle Kudüs bir hac merkezi olmaktan çıkarılmıştır.
Daha sonraki dönemlerde Hz. İsa’nın yaşadığı yerleri görme arzusu hac ziyaretini tekrar canlandırmıştır. Kudüs’ten başka birtakım kiliseleri ve kutsal yerlerin ziyaret edilmesini de hac saymıştır. Ortaçağ’da bazı Hıristiyan azizlerinin gömülü bulunduğu kilise ve manastırlar bunlar arasındadır. Örneğin Fransa’da Lourdes ve Chartres kentlerindeki kutsal yerleri her yıl milyonlarca hacı ziyaret eder. Türkiye’de Efes yakınındaki Meryemana Evi de Hıristiyanlar için önemli bir hac yeridir.

Sukot, Fısıh ve Şavuot bayramları Yahudilikte aynı zamanda hac zamanıdır. Dinî kurallara göre Yahudiler her sene bu bayramlarda Kudüs’e hacca gitmek zorundadırlar. Süleyman Mabedi yıkıldığı için günümüzde Kudüsteki Ağlama Duvarı hac ibadet yeri olarak kabul edilmekte ama zorunlu kılınmamaktadır. Yahudilerde haccın İbrahim’e kadar uzandığına inanılır. Eski Ahid’de zikredilen yerler Yahudilerce hac mekanı olarak kabul edilir.

Kabe’nin çevresinde binlerce çırılçıplak insan bir yandan dönüp tavaf ediyor, bir yandan da hep bir ağızdan şunları haykırıyorlardı:
”Lebbeyk allahümme lebbeyk.
La şerike leke illa şerikun huve lek.
Temlikuhu ve ma-melek”
Buyruğundayım! Ulu Tanrım buyruğundayım!
Buyruğun başım üstüne! Ortağın yoktur senin!
Yalnızca tek ortağın var!O da senin!
Nesi varsa hepsi senindir Tanrım!

Her kabilenin kendisine özgü telbiyesi vardı.
Uzza`ya tapanların telbiyesi şöyleydi ;
“Lebbeyk allahümme lebbeyk.
Lebbeyk ve sa`deyk.
Ma ehabbena ileyk”

Ünlü Arap soybilimci İbnu’l-Kelbi Kitabu’l- Esnam adlı kitabında Hac sırasında , Arafat ve Müzdelife’de ataları olan Nizamoğulları’nın böyle seslendiklerini yazıyor.

Çıplak tavafın amacı El-ilah'ın karşısına her şeyden arınmış, her şeyi geride bırakmış ve eşit şekilde çıkmış olmaktı. Özellikle Mekke dışı kabilelerden gelenlerin tümü çıplak tavaf ediyorlardı. Giysi ile tavafı Tanrı karşısında makbul saymıyorlardı.
Giysileriyle dönmek isteyenler ise tavaf sonrasında elbisesini atmak ve bir daha giymemek zorundaydı inanışa göre. O dönem insanların çoğu fakir olduğu için elbiseyle dönmek ancak az sayıdaki zengine mahsus idi.

Kabe’nin içinde her kabileye ait bir put vardı. El-İlah Ay tanrısıydı ve Güneş tanrıçasıyla evliydi. Kızları ise Lat, Uzza ve Menat idi.
El-İlah, ellah olarak telaffuz edilirdi. Zamanla “Allah” denilmeye başladı.
İslam’dan önce de Kureyşlilerin en büyük tanrısı ve her şeyin yaratıcısı “Allah” idi.
Buna Arap şiirlerinde ve isimlerinde de sıkça rastlanır. Örneğin Muhammed’in babasının adı Allah’ın kulu anlamında “Abdullah” idi.

İslam öncesi Arap şairlerinden Adiyy İbn Zeyd, İbadi divanındaki bir şiirinin ilk dizesinde şöyle der:
RAHİME’LLAHÜ MEN BEKA LİL HATAYA
KÜLLÜ BAKİN FE ZENBUHU MAĞFURUN
Allah, günahları için ağlayana merhamet eder.
Günahları için ağlayanların günahlarını bağışlar.

İslam öncesi şairlerinden Ümeyye İbn Ebi’s Salt’ın iki dizesi ise “ALLAHÜMME” ile başlıyor :
Ulu tanrım, sen istersen herkesi bağışlarsın
Sana muhtaç olmayan noksansız kul var mı?

Çıplak hacılar, Hacerü'l Esved taşı adını verdikleri ve gökten indiğine inandıkları kara taşın önünden geçerken onu öper ve yüz sürerlerdi. Bu taşın daha önceki dönemlerden kalma çok tanrıcılık inancındaki Afrodit heykelinin kafası olduğu konusunda görüşler ağırlıktadır.
Ancak Kureyşliler bu taşı soylarının oluşumunun simgesi ve üreme organı olarak görmekteydiler. Soylarının İbrahim’in cariyesi ve İsmail’in annesi Hacer’e dayandığına inandıklarından bu taşa da Hacerü'l Esved adını vermişlerdi.

Taşın kara olması yıllarca el sürülmesinden dolayı ya da içeriğindeki madenler nedeniyle oksitlenme olarak açıklanır.

7 kez yapılan Tavaftan sonra yine çıplak olarak Safa ve Merve tepeleri arasında 7 kez gidip gelinirdi. Bu 7 sayısı putperestlerce kutsaldı. 7 sayısının kutsallığına Sümer-Babil uygarlıklarında da rastlanır.
Bu iki tepede İsaf ve Naile adlarında iki heykel vardı. Bunların zamanında birbirine aşık iki gençken Kabe’de sevişecek kadar çılgınca bir harekete yeltendiklerinden El-İlah tarafından taşa dönüştürüldüklerine inanılırdı.

İslam’da ise Say’a, İbrahim’in Hacer’i ve oğlunu bu ıssız yere terk etmesinden sonra Hacer’in bir o tepeye, bir öbür tepeye çaresizce koşup çevreye bakarak yiyecek, su ya da bir yardım araması olarak inanılır. Bu tepeler arasında 7 kez gidip geldikten sonra güya Cebrail ortaya çıkar ve ayağı ile yere vurarak zemzem suyunu çıkartır.

Bakara 158: Şüphesiz, ‘Safa’ ile ‘Merve’ Allah’ın işaretlerindendir. Böylece kim Evi (Ka’be’yi) hacceder veya umre yaparsa, artık bu ikisini tavaf etmesinde kendisi için bir sakınca yoktur.

Belli ki putperestlerin haccı İslam’a sokulurken İsaf ve Naile’nin hikayesi de Hacer’e uyarlanmış ve böylece Arapların vazgeçemedikleri bir başka ritüel de İslamlaştırılmıştır. ”Ebu Bekir İbnu Abdurrahman der ki: “Ben bu ayetin, (yukarıda zikredilen) her iki grub hakkında da inmiş olduğunu görüyorum. Yani, hem cahiliye devrinde Safa ve Merve’yi tavaftan çekinenler hakkında inmiştir, hem de öncekileri tavaf ettikleri halde, İslam’dan sonra, Allah’in Kabe’yi tavaf etmeyi emretmiş olmasına rağmen Safa ve Merve’yi zikretmemiş olması sebebiyle bunları tavaftan çekinenler hakkında inmiştir. Safa ve Merve’nin de (Kur’an’da) zikri Kabe’yi tavaf emrinden sonra gelmiştir."
(Buhari, Hacc 79, Umre 10, Tefsir, Bakara 21; Muslim, Hac 260-263 (1277); Ebu Davud, Menasik 56, (3901); Tirmizi, Tefsir, Bakara (2969); Nesai, Menasik 168, (5, 238-239); Muvatta, Hacc 129, (1, 373).

Çıplak tavaf’ı hoş karşılamayanlar, eşlerine izin vermeyenler ya da eşlerine gece çıplak tavaf yaptıranlar da vardı. Kureyş’de gelişen inançlardan Hanifler bu gruptandı. Muhammed’de çıplak tavafa karşıydı ve Mekke’nin fethiyle birlikte çıplak tavafı yasakladı. Ayrıca Kabe çevresine putperestlerin yaklaştırılmamasını emretti.

Çıplak tavaf ile ilgili olduğu düşünülen Buhari ve Müslim gibi sağlam hadisçilerin hadisleri arasında yer alan şu hadis ilginçtir:
“Peygamberin izniyle ihramdan çıkıp Mina’da bulunan kadınlarımıza yöneldik. Zekerlerimizden meni damlıyordu.” (Buhari, hac/81; Müslim hac/141)

Çıplak hac yasaklanmış olsa da çıplaklığın önemi tamamen terk edilmemişti.
Sıradan giysiler yerine sadece iki parçadan oluşan “İhram” denilen giysi de çıplaklığı temsil ediyordu. İslam’da Hac, ahiretteki mahşer’in bir provası ve tasviri olarak görülür. İnsanlar mahşerde de üzerlerinde bir giysi olmaksızın toplanacaklardır.

Üzerlerinde ihram olsa da tavafın ve sa'y'ın çoşkusuna kendilerini öylesine kaptırırlardı ki ihramları da açılır saçılır, yine her şeyleri görünürdü.
Hadislerden birinde peygamberin çıplaklığı da şöyle ifade edilir:

“Kureyş’ten kadınlarla birlikte Ebû Hüseyin’in ailesinin evine girdik. Rasûlüllah (s.a.s), Safa ile Merve arasında sa’y ediyordu. Biz de ona bakıyorduk. Sa’y’ın şiddetinden elbisesi beline dolanmıştı ve hatta ben dizlerini gördüğümü bile söyleyebilirim. O, sa’y yaparken şöyle diyordu:
“Sa’y ediniz. Zira Allah onu sizin üzerinize yazmıştır (farz kılmıştır) “. Buna göre, Sa’y, hac ve umrede Beytullah’ı tavaf etmek gibi haccın rükünlerindendir.
(İbn Kudame, a.g.e.; Seyyid Sabık, Fıkhu’s-Sünne, tercüme: Tayyar Tekin, İstanbul 1987, II, 143)

Muhammed, putperestliği yıkıp kendi dinini egemen kılınca hac adetlerinin çıplak tavaf haricindeki tümünü aynen uygulamıştır.
Putperestlerin telbiyesi ise şöyle değiştirilimiştir:
“Lebbeyk, Allahümme lebbeyk,
lebbeyke la serike leke lebbeyk,
innel’hamde ve’n ni’mete leke ve’l-mülk, la serike lek.”

Hac’da Şeytan taşlama da putperestlerden kalma bir ritueldir.

Kusay zamanına kadar, müşriklerden Hacca gelenler, Mina’da Şeytan taşlarlardı. Fakat, ilk taşı Sufe kabilesinden birisinin atması gelenekti. Hacılar ancak onunla birlikte şeytana taş atarlardı. Kusay taraftarları, Sufelilerle savaşarak onların elinden bu görevi de aldılar. (Taberi, IV, s.33)

Ancak şeytan taşlamanın kaynağı putperestlerden önce Sümer-Akad kültlerinde görülür.
O dönemden kalma bir ilahide Sümer tanrılarından Enki’nin taşlanması dile getirilir.

Şeytan taşlanan yer Mina’dır. Burada büyük şeytan, orta şeytan ve küçük şeytan taşlanır.
Bunlara Akabe Cemresi, Küçük Cemre ve Orta Cemre denir. İslam’a göre bu şeytanları taşlamak vaciptir. Her birine 7’şer taş atılır.

Şeytan taşlamanın İbrahim’den kaldığına inanılır. Bu hususta İbni Abbas’ın rivayeti de şöyledir:
"Hz. İbrahim hac ibadetini yapmaya geldiği zaman, Akabe Cemresi yanında şeytan ona göründü. Bunun üzerine onu yedi adet taşla taşladı, şeytan yere battı. Sonra Orta Cemre yanında şeytan ona tekrar göründü. Yedi taş da orada attı. Böylece şeytan tekrar yere battı. Bir müddet sonra Küçük Cemrenin yanında yine karşısına dikildi. Burada da yedi taş daha atınca artık şeytan iyice yere yığılıp kaldı." (Müsned, I, 297, 306-307; Hâkim, I, 466; Beyhakī, V, 153-154)

Müslümanların şeytan taşlamasının sebebi de İbrahim’in yolundan gitmek ve onun hatırasını yad etmek olarak nitelenir.

Her Hac’da şeytana milyonlarca taş atılır ama şeytanın burnu dahi kanamaz. Fakat bugüne kadar şeytanları taşlayacağım diye birbirini ezmekten binlerce Müslüman ölmüştür.

İslam’ın yeni hac düzenlemesinde değiştirilen bir başka adet ise tavaf sırasında alkışların ve ıslıkların kaldırılmasıydı.

Araplar, İslam öncesi haclarında el çırpıyorlar, bağırıyorlardı. Kuran bu hacca müşrik haccı diyor. “Enfal Suresi”nin 34-35. ayetleri bu konu ile ilgili tarihi bir belgedir. Bu ayetlerde eski hac eleştirilirken bu işin el çırparak ıslık çalarak yapıldığı açıklanıyor.

Enfal-35. "Kabe’deki tapınmaları sadece ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. İnkarınıza karşılık artık azabı tadın."

Yine Putperest Araplar Kâbe çevresinde kurban keserler, bu kurbanın kanını da Kâbe’nin duvarına sürerlerdi. Bundan amaçları ilahların hoşuna gitmek ve hayır kazanmaktı. Kuran, bu adeti de yasakladı.
Kurbana yeni bir yorum getiren Hac Suresi”nin 37. ayetinde şöyle der:

"Bu hayvanların ne etleri ve ne de kanları Allah’a ulaşacaktır. Allah’a ulaşacak olan ancak sizin O’nun için yaptığınız gösterişten uzak amel ve ibadettir. Size doğru yolu gösterdiğinden, Allah’ı yüceltmeniz için onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir. İyilik yapanlara müjde et."

Bu kurban kanını sürmek geleneği günümüzde de görülüyor. Özellikle otomobil alanların tekerleklere kurban kanını sürmesi, kurban kanının alına sürülmesi vs. uygulamalar putçuluk döneminden kalan adetlerdir.

Kurban bayramı günlerinde getirilen tekbirler “teşrik tekbirleri” diye isimlendirilmiştir.
“Teşrik” İslam öncesi dönemde kesilen kurban etlerinin kızgın kayalara serilmek suretiyle güneşte kurutulmasına denilmektedir. Böylece hacılar, hacda kesilen kurban etlerini güneş ve taşlar üzerinde kurutarak sonraları yemek üzere kendileri için saklamışlardır.
Yıllarca dünyada bir çok ülkede açlık çekilirken Hac’da kesilen kurban etleri telef oluyordu.
Son yıllarda yoksul ve ihtiyaç sahibi ülkelere kurban etlerinin bir kısmı sevk edilmeye başladı. Buna rağmen sevk edilemeyen tonlarca et ziyan olmaya devam ediyor.

Hac’da saçların tıraş edilmesi de putperest dönemin adetlerindendir. Bu adetle hem kirlilikten kurtulunduğuna, hem de kesilen her saç telinin kurtulunan bir günah olduğuna inanılır.

FİL OLAYI / SURESİ

Yazan: Serdar Kaangil
din, SK, Fil suresi, Fil olayı, Fillerin Kabeye yürümesi, Ebabil kuşları, Fil suresi gerçek mi?, Fil suresi efsanesi, Fil efsanesi, Ebrehe filleri ile, Ebrehe'nin Kabe'ye yürümesi, Filin saldırmaması, islamiyet,

PUTPEREST EFSANESİ Mİ?

Fil Suresi 1-5. ayetler (Tamamı 5 ayettir): "Rabbinin, fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar atan sürü sürü kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları hâline getirdi."

Habeşistan Krallığına bağlı Hristiyan Ebrehe Yemen valiliğini sürdürdüğü sırada San’â şehrinde “Kulleys” denilen ve yer yüzünün hiçbir yerinde benze­ri görülmeyen bir kilise yaptırdı. Sonra kral Necâşî’ye bir mektup yazarak : «Ben senin için eşi ve benzeri görülmemiş bir kilise yaptırdım, Arap ha­cıları bu kiliseye çevirinceye kadar bu işin peşini bırakmayacağım.» dedi.

Araplar arasında bu kiliseden bahsedilince, Fukaymoğullarından birisi Öfkelenerek çıkıp bu kilise­ye geldi ve def-i hacetini yapıp burasını kirlettikten sonra ailesinin ya­nma geri döndü. Bu durum Ebrehe’ye bildirildiği gibi ayrıca ona bunu yapan kimsenin Arapların hac maksadıyla Mekke’de ziyaret ettikleri Ka’ be taraftarı birisi olduğunu ve hacıların Ka’be’den buraya çevrileceğini duyduğu için öfkelenerek bunu yaptığını, söylediler. Bunun üzerine Ebrehe Öfkelendi ve Mekke’ye gidip Ka’be’yi yıkaca­ğına dair yemin etti.

Böylece Ebrehe yanında bulunan Mahmûd (Mahmut) adındaki fil ile beraber yola çıktı. Mahmût adının Arapça kaynaklara, antik bir canlı türü olan mamut (mammouth) kelimesinin bozularak girmiş olabileceği ifade edilir. (Hamîdullah, İslam Peygamberi, I, 289-290)

Bir rivayete göre, Mahmûd adlı filin peşinden giden on üç fil daha vardı. (Kur’an’da fil kelimesi tekil geçer)
Mekke yakınlarında kendileriyle çatışan Nüfey’lin ordusunu yenip kendisini esir aldılar ve onu rehber olarak kullandılar.

Kureyşliler Ebrehe’nin ordusunu haber alınca “Bu orduyla savaşa bizim gücümüz yetmez” diyerek şehirden kaçıp dağ eteklerine sığınırlar.

Ebrehe Ka’be’yi yıkıp tekrar Yemen’e dön­meğe kararlıydı.
Nihayet Mekke’ye vardıkları bir sıra­da Nüfeyl gelip filin kulağından tuttu ve ona : “Ey Mahmûd! Çök, sonra sağ salim geldiğin yere geri dön; çünkü Allah’ın bel­desi Haram’da bulunuyorsun.” dedi ve filin kulağını bıraktı, bunun üze­rine fil kendisini yere bırakıverdi. Nüfeyl ise bütün gücüyle ko­şup dağın tepesine çıktı. Habeşli askerler, çöken fili kaldırmak için bir hayli dövdüler, fakat fil yine de yerinden kalkmadı. Bu defa fili Yemen tarafına doğru çevirdiler ve fil koşmağa başladı. Aynı şekilde fil Suriye tarafına çevrilince yine koşmasını sürdürdü. Bu defa filin yönü doğuya çevrildi ve fil yine koştu. Fakat Mekke tarafına çevrilince tekrar yere çöktü ve yerinden kıpırdamadı.

Bu sırada Allah, onların üzerine de­niz tarafından kırlangıç kuşuna benzeyen sürüler hâlinde kuşlar gönder­di; bu kuşların her birinin gagasında bir, ayaklarında ikişer taş bulunu­yordu. Mercimek ve nohut tanesi büyüklüğünde olan bu taşları kuşlar getirip üzerlerine bıraktılar. Bu taşlar kime isabet ettiyse öldürdü, fakat atılan taşlar hepsine isabet etmemişti. Bu defa Allah, bir sel gönde­rip onları denize sürükledi. Bu sırada Ebrehe ile birlikte kurtulanlar gel­dikleri yola doğru koşuşmaya ve Yemen’e giden yolu göstermesi için Nü­feyl’i aramaya başladılar. Nüfeyl Allah’ın onların üze­rine indirdiği bu felâketi görünce şu mealdeki mısraları söyledi:

“Allah, peşini bırakmadıktan sonra nereye kaçıp kurtulacaksın. Artık Ebrehe galip değil, mağlûp durumdadır.”

Ebrehe’nin cesedi öyle bir hâle geldi ki, “bütün uzuvları tek tek dö­küldü; öyle ki San’â’ya getirdiklerinde kuş kadar kalmıştı. Ölmezden ön­ce göğsü yarılıp kalbi dışarı çıktı ve bundan sonra öldü.

Bu olaydan sonra Arapların katında Kureyşlilerin itibarı arttı. Bu yüzden Araplar Kureyşliler için: «Onlar ehlullahtır (Allah’ın yakınlarıdır), bu yüzden Allah Habeşlileri helak edip onların başından uzaklaştırdı.» dediler.
(İbnü’l Esir, El Kâmil Fi’t-Tarih Tercümesi, Bahar Yayınları: 1/428-432.)

İslami kaynaklarda hikaye genelde aynıdır. Şimdi hikayedeki dikkat çekici noktaları ele alalım:

1-Habeşistan ve Yemen Hristiyan hakimiyetindedir. Habeşistan kralı Necaşi ve Yemen valisi Ebrehe Hristiyandır. Yani, İslam’a göre  kitap ehlidir ve müşrik değildir. Kureyşliler ise müşriktir.

2-Ebrehe Yemen’e büyük bir kilise yaptırmıştır ve bu mabette tek bir put yoktur. Ama Kabe putlarla doludur.

3-Araplardan bir müşrik, Yemen’deki bu kiliseyi pisletmiştir. Hristiyanların buna tepkisi haklıdır.

4-Arabistan yarımadasında fillerin yaşamasına imkan verecek yeşil ortam ve sulak arazi yoktur.

5-Filin her yöne gidip Mekke’ye gitmemesi bilim dışıdır.

6-Kuşların gagalarında ateş taşları taşıyıp orduya atmaları ve bu taşlarla ordunun telef olması bilim dışıdır.

7-Ordudan kurtulanların başlarına geleni anlattıktan sonra bu olayın Hristiyan kaynaklarında yer almaması mümkün değildir. Bu durum bu olayın uydurma olduğunu gösterir. Gerçek olsaydı olayı duyan herkes putperest olurdu.

8-Allah’ın müşriklerden yana olup, kendisine en yakın inananları helak etmesi mantıklı değildir.

9-Allah Kabe’yi korumuş olsa, daha sonraki olaylarda da korurdu. Kabe birkaç kez saldırıya uğradı, yakıldı-yıkıldı. Hacerül Esved  parçalandı, hacılar katledildi. Sel baskınlarına uğradı.

10-Bu olayın doğru olduğuna delil olarak, putperestlerin Fil suresine itiraz etmedikleri gösterilir. Putperestlerin itirazlarının olup olmadığı bilinemez. Çünkü Kur’an’dan başka hiçbir kayıt-kanıt bırakılmamış yok edilmiştir. Ayrıca Fil Vakası bir putperest efsanesi olabilir. Önemli olan putperestlerin değil, Hristiyanların itirazıdır ki, Kur’an’da bu itirazdan söz edilmemiş olabilir.

Bu vakada ortaya çıkıp Kabe'yi koruyan ebabil kuşları, ne hikmetse Muaviye'nin oğlu Yezid Kabe'yi mancınıklarla yıkarken ortaya çıkmamış, onu ve adamlarını durdurmamıştır.

Admin'den (A.Kara) ek bilgi:
Hinduizm ve İslamiyet'in oldukça benzer ve ortak yönleri olduğu aşikardır. Birçok antik inanış ve dinde belli hayvanlara dair önemli inanışlar ve efsaneler vardır hatta bazen bu durum Hinduizm'de de görüldüğü gibi bir fili tanrı figürüne dönüştürmeye kadar gider. Bahsedilmese de aslında Arap kültüründe de file dair ayrı bir inanış olduğu kesin ve muhtemelen bu durum İslam öncesi Arap geleneğinden gelmekteydi.

Dikkat edilmesi gereken durum şudur ki Hz.Muhammed bu olaydan çok kısa bir süre sonra doğmuştu ve o doğmadan önce gerçekleştiği söylenen bu olayın tarihi olan 570 "fil yılı" olarak biliniyordu. Yani fil yılının sonunda güya bu olay gerçekleşti ve tahmini olarak 52 gün sonra yeni yıl olan 571'e girilince Muhammed dünyaya geldi. Rastlantıya bakın ki fil yılında Ebrehe filleri ile Ka'be'yi yıkmaya geliyor. Yani güya fil yılında bir olay gerçekleşiyor, baş rolde filler var ve bu olay Kur'an'da bile "fil" ismiyle yer buluyor. Şöyle bir bakıldığında bu durumun bir Arap efsanesi olduğu, birçok şiir ve efsane gibi Allah'dan geldi denerek Kur'an'da yer aldığı gün gibi ortadadır. 

AYRIŞTIRMA DİNİ İSLAM

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
din, islamiyet, Ayrıştırma dini İslam, Ayrıştırma dini, Dinler ayrıştırır, KTZ, Ahiret inancı, Kurandaki çelişkiler, Çelişkili ayetler, Kur'an'a göre kafirler,

AYRIŞTIRMA DİNİ İSLAM

Son dönem ülkemiz siyaset dilinde sıkça karşılaştığımız ve “Bizlerden, onlardan, şunlardan…” gibi  sözlerle ifade edilen ve aynı bayrak altında yaşayan insanları, inançları, destek verdikleri partileri hatta tuttukları futbol takımları ile bir birinden ayırmaya çalışan ve insanı insan yapan en önemli değerleri ve insanî  birleştirici etkiyi, saf taraftarlığın içine hapsetmeye çalışan  zihniyetle milletçe mücadele etmeye çalışıyoruz. Cumhuriyetin ne denli önemli olduğunu, dil, din, ırk gözetmeksizin aynı bayrak altında ve demokrasi ile yönetilen bir ülkenin vatandaşlığı içinde kendinden farklı olana, senden farklı inanca sahip olana tahammül edebilmek, farklı olanların farklarına saygı duyup insanî yanlarını baz alarak iyilik, güzellik, bir arada ve barış içinde yaşamak, kanunlara riayet etmek, başkalarının hakkını çiğnememek gibi insanlarda tezahür etmesi beklenilen  ve çoğu kez de olgunluk gerektiren evrensel bakış açısını ve yaşam felsefesini  kendinde görüp geliştirebilmek ve çevrene de bunu yansıtabilmek hakikaten büyük bir erdemdir. Bir okulda, okul başarısının artırılması ve ülkenin geleceğini oluşturacak olan gençlerin, aynı bayrak altında farklılıklarıyla bir arada yaşama becerisini göstertecek şekilde yetiştirilmeleri için okul yönetimleri mümkün olduğu kadar okul bünyesindeki birliği, dirliği sağlamak ve öğrenciler arasında bu durumu alışkanlık haline getirmek için çaba sarf ederler. Herhangi bir şirket ya da iş yeri bünyesinde çalışan insanların iyi bir performans sergileyebilmeleri ve bunun sonucu olarak da bu performansın, hizmet ettikleri işletmeye fayda sağlayabilmesi için bu yetişkin insanların bir birlerini farklı özellikleri ile kabul etmeleri ve kabul edişin ardından iyi bir işbirliğinde bulunmaları şarttır. Bir futbol takımında, aynı sahada aynı takım için top koşturan futbolcular arasında bile farklı dil, farklı din ve farklı geleneği yaşayan kişiler bulunur. Bu oyuncular, bir birleri ile gerektiğinde dost olurlar, birlikte yer, birlikte içerler. Maç zamanı geldiğinde ve sahaya çıktıklarında, aralarındaki  birlik, yardımlaşma, dayanışma ve destek öyle bir noktaya ulaşır ki ve ulaşmalı ki, takım ruhu denilen o havayı teneffüs edip  başarıyı yakalayabilsinler.

Bir çok dindara garip ve gereksiz denilecek bazı soruları geçmişte kendi kendime sorar ve işin içinden çıkamazdım. Bir Tanrı neden din gönderir? Bir Tanrı neden yarattığı varlıkların  kendisini tanıyıp kendisine tapınmasını ister? Allah’ın gönderdiği düşünülen dine rağmen yaşam, insanların, ülkelerin çıkarları doğrultusunda zaten şekilleniyor. Dini kuralları, medeni kanunlara tercih eden ülkeler ise şu an, gelişmiş ülkelerin adeta kuklası olmuş durumdalar. İşin en ilginç yanı ise bu dindar ülkelerin aklı başında ve imkânı olan bireyleri, memleketlerini terk edip harıl harıl Avrupa ülkelerine kaçarken, geride kalanlar “Allah Allah”  naraları atarak, kendilerini ayrıcalıklı ve üstün bireyler olarak görüyorlar ve sadece dinlerine yönelik bazı ibadetlerini gerçekleştirdikleri için her şeyin yolunda olduğunu düşünüp ölünce nereye gideceklerinin belli olmadığı bir alem için cennet hayali kuruyorlar. Emin olduğum bir şey var ki o da: Eğer İslâm dini ortaya çıkmasa idi, Arap ülkeleri bu gün dünyanın gelişmekte olan veya gelişmiş milletleri arasına girerdi. Fakat İslâm dini, bu insanları, dinin gerektirdiği doğal bir sonuç olarak dünyadaki diğer insanlardan, medeniyetten ve gelişmişlikten alı koyarak ayrıştırdı. Hadi deyin şimdi:  “İslâm böyle bir din değiiiil, İslâm’ı yanlış yaşıyorlar, o milletler yobazdır, cahildir, dinlerini bilmiyorlar yobazlar…” diye karşı çıkın. Ne yaparsanız yapın, hangi bahaneleri öne sürerseniz sürün ama şu gerçeği değiştiremezsiniz: Medeni yasalarda “yanlış anlamak, kanunda yazanları yanlış yorumlamak” diye bir durum yoktur. Kanunlar açık ve anlaşılır bir şekilde yazar. Hayatın, medeniyetin ve şartların sürekli olarak ilerleyip değişmesine paralel olarak bu kanunlar da değişerek kendini yeniler ve yeni koşullara uyum sağlar. Meselâ eski yıllarda hayvanlara çok fazla değer verilmezken artık hayvanların da yaşadığımız gezegenin sahiplerinden birisi olduğu ve canlı oldukları için yaşamayı ve iyi davranılmayı hak ettikleri düşüncesi yaygınlaştığı için hayvanları korumak ve onlara eziyet etmemek ile ilgili yeni kanunlar eklenir. Dini kurallarda ise böyle bir uyumluluk, böyle bir değişim ve gelişim süreci  yoktur. Dini kurallar ve ayetler, eski dönem insanlarının kafa yapılarının birebir aynası durumundadır. Dahası, atasından, ailesinden aldığı dini inancın etkisinde olan ve dinini sorgulamak istemeyen belki de bırakmak istemeyen modernist yorumcular, eski insanların yaşamlarının bir parçası olan kutsal kitap ayetlerini, değişen ve  gelişen  günümüz dünyasına ve evrensel insan bakış açısına uydurabilmek adına adeta ayetlere takla attırırlar hatta bazı ayetleri kendi kendilerine fesih edip hükmünü kaldırmaya kalkarlar. Aslına onlar da değişen ve gelişen dünyanın, insanın manevi yönünü, bakış açısını  olması gerektiği gibi değiştirip dönüştürüyor olduğunun farkındalar. Bu yüzden istedikleri tek şey, inandıkları Kutsal kitap, bu değişimin gerisinde kalmasın.

Değişimin ve dönüşümün etkileri kendi yaşadığımız coğrafyada da zaman içinde kendini gösterdi. Kendi ülkemiz için örnek vermek istiyorum. 1980 ve 1990’lı yıllarda ülkemizin doğusu ve batısı arasında ciddi oranda bir kabulsüzlük ve tahammülsüzlük vardı. Bu örneği verirken  hassas bir konu olduğu için işin içine asla terör örgütlerini katmayacağım. O yıllarda ülkemiz genelinde, Kürt dendiği zaman bir çok insanımızın aklında hoş olmayan ve içinde öfke barındıran duygular hissedilirdi. Benzer şekilde Kürt vatandaşlarımızın yoğun  olduğu yerlerde ise Türk kökenli olan insanlara karşı hoş olmayan duygular beslenirdi. Bunu söylerken “istisnalar kaideyi bozmaz” sözünü hemen eklemek istiyorum çünkü bir birini insan olarak görüp hoş görü ile karşılayan insanlar ve bölgeler de vardı fakat genel kanı ve genel görüş olarak iki taraf da bir birini kabul etmekte zorlanıyordu. Bu öyle bir zor kabullenmişti ki  Kürt kökenli olup da Kürtçe şarkı söyleyen bazı ses sanatçıları, milliyetçilik duygularını esas alan bir çok gurup ve zihniyet  tarafından yuhalanıyor ve Kürtçe şarkı söylemek, vatana ihanet etmek gibi görülüyordu. Yaşı 35 ve üzeri  olan insanlarımız o dönemleri çok iyi bilirler. Günümüzde ise artık birlik ve beraberlik kelimelerinin anlamları değişmeye ve dönüşmeye başladı. Kendi bayrağımız altındaki Türk-Kürt ayrımı tarihe karışmaya başladı. İnsanlarımız artık bir birine karşı daha anlayışlı, daha yumuşak ve olması gereken bir kabulleniş içinde. Yeni nesil gençlerimizde ise insanî  duyguların ve farklılıklara olan kabullenişlerin daha yoğun olduğunu görüyoruz. İnsanları bir arada tutan ve güçlü yapan da budur zaten. Biraz eski  ve biraz da klişeleşmiş ama dünya insanlarınca bilinen ve genel kabul gören bir düşünce  vardır aslında. Bu düşüncenin yayılmasına zemin hazırlayan sözleri,  90’lı yıllarda, astronotlarla yapılan röportajlarda dinlerdik. Uzaya çıkıp dünyaya geriden bakan astronotlar, dünyada bu zamana kadar yapılan savaşların ne kadar anlamsız ve ne kadar gereksiz olduğunu fark ettiklerini söylerlerdi. O yıllarda dünya dışı varlıkların inanlara saldırıları ile ilgili filmler ve diziler de çok popülerdi. Dünya dışı ve kötü niyetli bazı varlıklar dünyayı ele geçirmek ya da insanları sömürmek için saldırıya geçer ve bu saldırının ardından dili, dini ne olursa olsun bütün insanlık el ele vererek gezegenlerini bu yabancı ırklardan temizlemeye ve korumaya çalışırlardı. Geleceği çok iyi bir şekilde görebilen, tahmin edebilen analistler var. Aslında onların öngörülerini bile dinlemenize gerek yok. Bu gün dünyaya dikkatli bir şekilde baktığınız zaman her ne kadar ülkeler, kendi çıkarları için olmadık şeyler yapsalar bile dünya insanlarının git gide bir birine doğru yaklaştığını, millet ve ırk farklılıklarını kendi içlerinde yok etmeye başladıklarını görürsünüz. Dünya aslında şu an yavaş yavaş bir birine doğru yaklaşıyor ve kenetleniyor. Dini inancı olmayan ya da dini inancı zayıf olan insanlar arasındaki kenetlenişin daha hızlı ve etkili olduğu görülüyor. Kendisini üstün ırk olarak gören dindar bir Yahudi’nin bu kenetlenmeye dahil olması çok zor. Yer yüzündeki tek gerçek dinin İslâm olduğuna inanan ve “Hristiyanları, Yahudileri dost edinmeyin, …(Maide 51)” ayetlerine sıkı sıkıya sarılmış olan  ve  çalışan kadına yönelik hiçbir ayet olmayıp Kur’an ayetlerindeki emirlerin genel sonucu olarak kadınların, medeni haklardan yararlanmalarını istemeyip onları, hizmetkârları olarak görmek isteyen dindar Müslüman erkeklerin  bu kenetlenmeye dahil olmaları ve hatta bunu istemeleri bile çok zor. Yetişkin bir kızınız olsa ve bir erkek onunla evlenmek istese ve sizin de ebeveyn olarak bu konuda söz hakkınız olsa o erkeğin düzgün bir insan olup olmadığı ile yakından ilgilenirsiniz. Fakat çok dindar bir aile iseniz o kişinin çok düzgün birisi olup olmadığı genellikle ikinci ya da üçüncü plandadır. Birinci özellik,  namaz kılıyor mu kılmıyor mu? Dindar mı değil mi? Gibi sorularınızın karşılığı olur. İnsan hayatında din o kadar ön planda ve o kadar önemlidir ki bazen bireylerin kişilik özellikleri görmezden gelinir. Günün birinde öyle bir dünyada yaşayalım ki, insanlar öncelikli olarak bir birlerinin insani özelliklerini ve insani değerlerini önemsesinler.

Üçüncü boyutta yani şu anki yaşadığımız dünya hayatında  insanlar,  içinde bulundukları çeşitli gurupların yanı sıra dini guruplar olarak da bir birinden ayrışırken ve bir birlerini kabul etmekte zorlanırken dinlerin insanlara verdiği mesaj içinde öte alemde yani yaşanılacağı düşünülen cennet cehennem aleminde durum nasıl olacak? Hristiyan ve Yahudi kökenli birisi olmadığım için ve dolayısıyla bu dinler hakkında yeteri kadar bilgim olmadığı için bu durumu İslâm dininin ahiret inancı üzerinden sorgulayacağım.  Konu ile ilgili bazı ayetleri okuyalım:

Bakara 217: ...Sizden kim dininden döner de kâfir olarak ölürse, öylelerin bütün yapıp ettikleri dünyada da, ahirette de boşa gitmiştir. Bunlar cehennemliklerdir, orada sürekli kalacaklardır.
İbrahim 18: Rablerini inkâr edenlerin durumu şudur: Onların işleri, fırtınalı bir günde rüzgârın şiddetle savurduğu küle benzer. (Dünyada) kazandıkları hiçbir şeyin (ahirette) yararını görmezler. İşte bu, derin sapıklıktır.
Fussilet 46: “Kim makbul ve güzel işler yaparsa kendi lehine, kim kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına asla zulmetmez.”
Zilzal 7-8: “Her kim zerre kadar iyilik yapmışsa, onun mükâfatını görecek. Ve her kim de zerre kadar kötülük yapmışsa, onun cezasını görecektir.”

Yukarıdaki ayetler okunduğunda sanki aralarında çelişki varmış gibi duruyor çünkü ilk iki ayette Allah’ı inkâr edenlerin dünyada yaptıkları hiçbir işin  öte alemde kabul edilmeyeceği ve bu inkârcıların ahrette ebedi cehenneme alınacağı yazarken diğer iki  ayette  ister iyilik olsun isterse kötülük olsun herkesin zerresine kadar karşılığını bulacağı yazıyor. Aslında bu ayetler arasında çelişki yoktur çünkü İslâm dinine göre Allah’a inanmamak ya da onu inkâr etmek zaten başlı başına bir kötülüktür. Kâfirin yaptığı iyi işlerin karşılığını göreceği yer de sadece dünya hayatıdır yoksa ahrette göreceği hiçbir iyi karşılık yoktur. Allah’ı inkâr eden ya da O’na inanmayan kimseyi  Kur’an iyi insan olarak nitelemez ve dolayısıyla iyi insan kategorisinde değil de kötü insan kategorisinde olan inkârcı ve kâfir olan kişinin bu dünyada yaptığı hiçbir iyilik öte alemde kabul edilmez. Yani bu dünyada ne yaparsan yap, istersen dünyanın en yardımsever en iyi insanı ol ama Allah’çı değilsen öte dünyada yandı keten helvan. Allah’a inanıp Allah için yaşamış olan guruplar Cennete ayrılır, Allah’a inanmayıp Allah için yaşamamış ve kâfir olarak ölenler de ebedi cehenneme ayrılır. Bu durumu yani öte alemde insanî  erdem ve insanî iyi niyet dışında sadece Allah’çı olan ya da Allah’çı olmayan insanların durumunu anlatan aşağıdaki ayetleri de okuyalım:

Bakara 161: Şüphesiz, inkâr edip kâfir olarak ölenler, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir.
Al-i İmran 28: Mü'minler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa, Allah'tan hiçbir şey (yardım) yoktur. Ancak onlardan korunma gayesiyle sakınma(nız) başka. Allah, sizi Kendisi'nden sakındırır. Varış Allah'adır.
Al-i İmran  91: Şüphesiz küfredip kâfir olarak ölenler, bunların hiçbirisinden, yeryüzü dolusu altını olsa -bunu fidye olarak verse de- kesin olarak kabul edilmez. Onlar için acı bir azap vardır ve onların yardımcıları yoktur.
Al-i İmran  131: Ve kâfirler için hazırlanmış olan ateşten sakının.
Âli İmrân 85: Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.

Peki cehennem ile cennet ehlini bir birinden ayırmanın, insan ayrımcılığı ile ya da ayrımcılıkla ne alakası var? İçinde yaşadığımız ülkeyi ve ülkemizdeki kanunları bir düşünün. Suç işleyen insanları kanunlar hapse attığı zaman “hapisteki insanlar özgür gezen insanlardan ayrıştırılıyor, ayrımcılık yapılıyor”  diyebilir misiniz? Suçluların hapse girmesinin nedeni, diğer insanların haklarını çiğneyerek onlara zarar vermektir. Fakat birileri kalkıp da falanca partiden diye veya falanca tarikata üye değil diye bazı kimseleri hapse gönderirseniz bunun adı bal gibi de ayrımcılık olur çünkü o insanların işledikleri bir suç yok. Suç olarak görülen faaliyetleri sadece birilerinin istemediği karşı A partiye kayıt olması ya da o partiye oy vermesi veya birilerinin “şu dînî cemaate katıl ve o cemaatten ol” çağrısını reddetmiş olmasıdır. İnsanları bir birinden ayrıştıran durumlar işlenen suçlar değildir. İnsanları, suç olmayan ve birilerine zarar vermeyen durumlara rağmen farklı guruplara ayırarak bu guruplar arasındaki insani iletişimi kesmeye çalışmaktır. Ne yazık ki İslâm dinindeki inanışta   kâfir olan yani deist ve özellikle ateist olan kimselerin kötü ve fena insanlar oldukları düşünülür ve onlarla dostluk edilmemesi de normal karşılanır. Adının Allah olduğuna inanılan İlâhın isteği de emri de bu yöndedir.

Sonuç olarak kendisine inanılan bir İlâh’ın tıpkı bir okul müdürü gibi ya da bir işletme sahibi gibi veya bir ülke başkanı gibi insanları ayrıştıran değil, birleştiren bir tutumda olması beklenirken ne yazık ki İslâm dininin İlâhının insana has olan egosal yaklaşımı  “Benden misin, değil misin? Bendensen tamam, yok eğer benden  değilsen sonsuzluk cehenneminde çekeceğin var”  tutumu buna müsaade etmez. Dünya insanlarının geleceğe doğru yol aldıkları güzergâha dikkatlice bakıldığında görünen o ki: İster dinli olsun isterse dinsiz olsun, insanlık  erdem, hoşgörü ve manevi medeniyet açısından İslâm’ın ilahı olan Allah’tan çok daha olgun bir seviyeye doğru ilerlemektedir.

KUR'AN'IN ALLAH VEYA BİR YARATICIDAN GELMEDİĞİNİN DELİLLERİ

Yazan: Kainatta Toz Zerresi
KTZ, din, islamiyet, Kur'an Allah'ın sözleri midir?, Kur'an insan yazmasıdır, İlahi kitaplar insan ürünüdür, Kur'an ilahi bir kitap mı?, Kur'an'ı kim yazdı?, Kur'an bir yaratıcıdan mı geldi?, Kur'an vahiy mi?,

KUR'AN'IN ALLAH VEYA BİR YARATICIDAN GELMEDİĞİNİN DELİLLERİ

İslâm dininin kutsal kitabı Kur’an-ı Kerim’de, çelişki olmadığı iddiası, bizzat Kur’an ayetinde yazmaktadır. Hatta çelişki olmadığına dair de bir meydan okuma vardır.
 Nisa 82: Onlar hâlâ Kur´an´ı  gereği  gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah´tan başkası tarafından indirilmiş  olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.
Bu ayette açıkça görülüyor ki Allah’ın iddiasına göre eğer Kur’an’da bir çok çelişki bulunursa Kur’an Allah tarafından değil başkası tarafından indirilmiştir. Ben de bu iddiayı değerlendireyim ve çelişki var mı yok mu, az mı çok mu kararı siz verin. Çelişkili ayetlere madde madde değineceğim.
     
Şefaat Çelişkisi
Kulun suçunun ya da günahının bağışlanması için ahrette kim şefaat edebilir?
Zümer 44: De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.”
Bu ayette “Şefaat Allah’a ve Allah’ın izin verdiklerine aittir” demiyor. Şefaat izni Allah’a aittir de demiyor. “Şefaat tümüyle Allah’a aittir”diyor. Devam edelim.
Secde 4: Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?
Bu ayette  Sizin için O ve O’nun izin verdiklerinden hariç şefaatçi yoktur demiyor. “Sizin için O’ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur.” Diyor.
Enam 70: … o zaman Allah´ın yüce huzurunda O´ndan başka ne bir koruyucu, ne de bir şefaatçi bulunur. Her türlü fidyeyi denkleştirse bile kabul edilmez…
Bu ayette de aynı şeyden bahsediyor yani Allah’tan başka şefaatçi yoktur. Şimdi de sadece Allah’ın şefaatçilik edeceğini söylediği bu üç ayetle çelişen ayetlere geçelim.
Zuhruf 86: Onların Allah´ı  bırakıp da taptıkları  putlar şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak bilerek hakka şahitlik edenler şefaat edebilir.
Sebe 23: Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz. (Şefaat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.
Taha 109: O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.
Yunus 3: Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O´nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O´na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?
Necm 26: Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.
Toparlayacak olursak:
Allah’tan başkasının kesin kes şefaat edemeyeceğini  belirten ayetler.
Zümer 44, Secde 4, Enam 70
Bir ayette Allah’ın izni  olmaksızın, diğerlerinde ise Allah’ın izin vermesi ile başkalarının da şefaat  edilebileceğini belirten ayetler.
Zuhruf 86, Sebe 23, Taha 109, Yunus 3, Necm 26  dır.

Ganimet Çelişkisi
Enfal 1: (Ey Muhammed!) Sana ganimetler hakkında soruyorlar. De ki: “Ganimetler, Allah’a ve Resûlüne aittir. O hâlde, eğer mü’minler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlüne itaat edin.”
Enfal 41: Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri mutlaka Allah’a, Peygamber’e, onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir. Eğer Allah’a; hak ile batılın birbirinden ayrıldığı gün, (yani) iki ordunun (Bedir’de) karşılaştığı gün kulumuza indirdiklerimize inandıysanız (bunu böyle bilin). Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.
Herhangi bir ayette Enfal suresi 1’inci ayetin veya Enfal suresi 41’inci ayetin yükümlülüğünün kalktığından bahsetmez. Dolayısıyla kimse kendi başına sonraki gelen ayet, ilk inen ayeti fesh etmiştir diyemez. Şu durumda iki ayet arasında apaçık çelişki var. Enfal 1’de ganimetlerin Allah’a ve Peygamberine ait olduğu belirtildikten sonra bir de müminlere korku salınıp “Mümin iseniz Allah’a karşı gelmekten sakınınız” diye tehdit ediliyor. Enfal 41’de ise Ganimetlerin beşte birinin Allah’a, Peygambere ve onun yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolculara ait olduğu belirtilirken beşte dördünün kime ya da kimlere ait olduğu, nasıl dağıtılacağı belirtilmemiş ama Peygambere ve Allah’a düşen ganimet yüzdesi tamı tamına belirtilerek ayete konmuş, gerisi önemli değil zaten. Şimdi ganimet ile ilgili hangi ayet geçerli?

Başka dinlerin ahretteki kurtuluşunun çelişkisi
İslâm dini dışındaki dinlere inananların ahrette kurtuluşu olacak mı?
Âli İmrân 85: Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahrette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.
Bakara 62:  Şüphesiz iman edenler; Yahudilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiilerden de Allah´a ve ahret gününe inanıp sâlih amel işleyenler için Rableri katında mükâfatlar vardır. Onlar için herhangi bir korku yoktur onlar üzüntü çekmeyeceklerdir.
Bu iki ayetin çelişmemesi için ayetler nasıl olmalı hemen örnek vereyim. Birincisi, Âli İmrân 85’te “Kim, İslâm’dan başka bir din ararsa” şeklinde değil de “Kim Allah’ın gönderdiği dinlerden başka bir din ararsa” gibi bir ifade olsaydı bu ayet Yahudi, Hıristiyan ve Sabbilerden imanlı olanların öte tarafta mükafatlandırılacağını söyleyen Bakara 62 ile çelişmezdi. Veya Bakara 62’de “önceden Hıristiyan, Yahudi veya Sabii olup da sonradan İslâm dinine geçenlerden…” şeklinde  bahsetseydi bu kez bu ayet Ali İmran 85 ile çelişmezdi.

Kötülük kimden gelir çelişkisi
İnsanların başına gelen kötülük kimdendir?
Nisa 78: Nerede olursanız olun, sağlam ve tahkim edilmiş kaleler içinde bulunsanız bile ölüm size ulaşacaktır. Onlara bir iyilik gelirse, “Bu, Allah’tandır” derler. Onlara bir kötülük gelirse, “Bu, senin yüzündendir” derler. (Ey Muhammed!) De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Bu topluma ne oluyor ki, neredeyse hiçbir sözü anlamıyorlar!
Nisa 79: Sana ne iyilik gelirse Allah’tandır. Sana ne kötülük gelirse kendindendir. (Ey Muhammed!) Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.
Bu iki çelişkili ayeti okunduğu  zaman kötülüğün kimden olduğu anlaşılmıyor fakat tefsirciler sağolsunlar, Allah’ın çelişkili gönderdiği ayetleri, sayfalar dolusu yazı yazıp allem edip kallem edip kendi kafalarındaki çelişkisiz manaya getirinceye kadar epey takla atıyorlar.

Kur’an’ın iniş sebebine yönelik çelişkiler
Kur’an, niçin indirilmiştir?
Sad 29: (Resûlüm!) Sana bu mübarek Kitab´ı, âyetlerini düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik.
Kalem 52: Hâlbuki o (Kur’an), âlemler için ancak bir öğüttür.
En’âm 92: Bu (Kur´an), Ümmü´l-kurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman için sana indirdiğimiz ve kendinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını hakkıyla kılmaya devam ederler.
Acaba  yukarıdaki bütün Ayetler Kur’an’ın indirilme sebebi olabilir mi? Sad 29’da “Resulüm, Kur’an ayetlerini insanlar düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar.” Şeklinde bir cümle olsa idi çelişki olmazdı fakat bu ayetteki cümle, “Kur’an’ı insanlar düşünsünler ve aklı olanlar öğüt alsınlar diye indirdik” şeklinde ifade ederek Kur’an’ın indirilme sebebini açıklıyor. Kalem 52’de, “Kur’an’ı bütün insanlık alemi öğüt alsın” dense idi yine çelişki olmazdı fakat “Kur’an, alemler için ancak bir öğüttür” ifadesi kullanılarak başka nedenleri devre dışı bırakıyor. En’am 92’de ise “Kur’an, Mekke ve çevresini uyaran bir kitaptır” dense idi yine çelişki yoktu fakat “Mekke ve çevresini uyarman için indirdik” diyerek diğer indirilme olasılıklarını ortadan kaldırıyor. Böylelikle bu ayetler bir biri ile çelişiyor. Ayetleri bir biri ile çeliştiren kelimeler “ancak, için, diye…” şeklindeki sebep ilişkisini anlatan ifadelerdir. O yüzden dilbilgisi kurallarını hiçe sayıp bu ayetleri olmadık sebeplerle bir birine bağlayıp farklı sonuçlar çıkartmaya gerek yoktur.  Şu durumda Kur’an niçin indirildi?

Zina yapan kadına uygulanacak ceza çelişkisi
Nisa 15: Kadınlarınızdan fuhuş (zina) yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Eğer onlar şahitlik ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar kendilerini evlerde tutun (dışarı çıkarmayın).
Nisa 16: Sizlerden fuhuş (zina) yapanların her ikisini de incitip kınayın. Eğer onlar tövbe edip ıslah olurlarsa, onları incitip kınamaktan vazgeçin. Çünkü Allah, tövbeleri çok kabul edendir, çok merhamet edendir.
Nur 2: Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, Allah’ın dini(nin koymuş olduğu hükmü uygulama) konusunda onlara acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onların cezalandırılmasına şahit olsun.
Nisa 15 ve 16’da çelişki yoktur. Öncelikle zina yapan kadın için dört şahit istiyor. Zina ettiğine dair 4 şahit olursa o kadınları ölüm alıp götürünceye kadar veya Allah onlar hakkında bir yol açıncaya kadar evlerde tutun diyor ve sonraki ayette fuhuş yapanların incitilip kınanması emrediliyor ve fuhuş yapan kimseler eğer tövbe ederse bu incitme ve kınamadan vazgeçilmesi emrediliyor fakat Nur suresi 2’inci ayete gelindiğinde Zina eden kadına ve erkeğe 100 sopa vurulması ve onlara acınmaması gerektiği bildiriliyor. Müslüman kesimin iddiasına göre fuhuş yapanlara 100 sopa cezası, fuhuştan dolayı tövbe etmeyenlere yönelikmiş. Eğer bu ayet Nisa 16’daki fuhuş yapanlardan tövbe edilmesi ya da tövbe edilmemesi durumu ile  ilişkilendirilmek  gerekseydi Nur suresi 2’inci ayetteki ifade, “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun” şeklinde değil   “Zina eden kadın ve zina eden erkeğin tövbe etmeyenlerinden her birine yüzer değnek vurun” şeklinde bir cümle geçerdi. Zaten çelişki de burada ortaya çıkıyor. Ayetin birinde fuhuş yapanların incitilip kınanmasından bahsederken bunun nasıl yapılacağı yani incitmenin hangi yöntemle yapılacağı bildirilmiyor ve tövbe edenlere eziyet edilmemesi emrediliyor fakat başka ayette ise ne tövbeden bahsediyor ne de şahitlikten bahsediyor. Nur suresindeki cümleler ve emirler objektif bir şekilde okunduğunda Nisa 15 ve 16’ıncı ayetlerden tamamen bağımsızdır.  Bu ayetlerde kararsız kalmış veya bir ayeti gönderdikten sonra kararını değiştirmiş ya da  önceki gönderdiği ayeti unutmuş bir bilinç çıkıyor karşımıza. Nur suresi 2’inci ayette yazan cümleler,  Nisa 15 ve 16’nın devamı olan 17’inci ayete yazılmış  olsa idi iddia edildiği şekilde belki tövbe etmeyenlerin cezası kapsamına girebilirdi fakat iki surenin ayeti de bir birinden farklı.
Zina yapan kadına, hangi ayetin hükmü uygulanacak?

Hitap çelişkisi
Zuhruf 11: O, gökten bir ölçüye göre yağmur indirendir. Biz onunla ölü araziyi canlandırdık. İşte siz de, böyle diriltileceksiniz.
Bu ayette konuşan kimdir? Gökten bir ölçüye göre yağmuru indiren Allah ise ölü araziyi canlandıran kimdir? Ölü araziyi canlandıran Allah ise gökten yağmuru indiren kimdir? Tek bir ayetin içindeki bu hitap çelişkisi nedir? Hz Muhammed’in ağzından birebir yazılmış hissi veren bir sürü ayet var. Dindar kesim bu hitap şekillerini Arapçada var olduğu söylenen ve “İltifat sanatı” dedikleri bir sanat şekline bağlıyorlar. İddialarına göre bu ayette de böyle bir sanat icra edilmiş. Zuhruf suresi 9 ve 10’u takiben  11’inci ayetin yarısına kadar Allah kendinden bahsederken üçüncü tekil şahıs olan “O” zamirini kullanıyor ve sonra diyor ki  “Ben bu ayetin yarısında  iltifat sanatı icra edeyim ve üçüncü tekil şahıs zamirinden, birinci  çoğul zamirine geçeyim”. Bak sen şu Allah’ın işine! İnanılan Allah, Zuhruf suresinde kendisinden bahsederken “Ben, gökten bir ölçüye göre yağmur indirip o yağmurla ölü araziyi canlandıranım, sizi de böyle dirilteceğim” gibi  çeviri sırasında bütün milletlerin, bütün lisanların kolayca anlayabileceği ve ayeti evrensel yapabilecek bir cümle kurmak yerine ayeti, 1400 yıl önceki çöl Araplarının sanatının kaderine bırakmış. Kimse Kur’an’ın evrenselliğinden bahsetmesin. İltifat sanatını olsa olsa Peygamberin kendisi icra etmiştir. Alemlere kitap indiren ve “Kolaylaşsın diye onu Arapça” olarak indirdik diyen bir İlâh, indirdiği kitabı, başka milletlere, başka alemlere de kolaylaştırması gerekirdi. Eğer iddia edildiği üzere bu tür ayetlerde iltifat sanaıt ircaa edilmişse Kur’an ayetlerinin kolaylığı sadece Arap milletleri üzerinedir. Diğer milletlerden her hangi bir fert, Kur’an’ın bu ayetlerini okuduğu zaman Arap sanatını bilmediği için ki bilmesine gerek olmamalıdır, bu ayetlerin tek bir Yaratıcı tarafından indirilmediğini anında görür. Eminim 1400 yıl öncesinin çöl Araplarına, “İltifat sanatı” yapılmadan da her dildeki milletin anlayabileceği düz cümleler, ayet olarak gönderilebilirdi ve sorun çıkmazdı. Sonuç olarak Zuhruf suresi 11’inci ayet, hitap edenin kimliğinin belirsizliği açısından kendi içinde çelişkilidir.

Başka bir hitap çelişkisi
Zuhruf 68: Ey Benim kullarım! Bugün size hiç korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de.
Ankebut 56: Ey iman eden kullarım! Şüphesiz ki benim arzım (yeryüzü) geniştir. O hâlde, ancak bana kulluk edin.
Zuhruf 68 ve Ankebut 56’da kullarım diyen Allah’tır.
Zümer 10: (Resûlüm!) De ki: Ey inanan kullarım! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Bu dünyada iyilik yapanlara iyilik vardır. Allah´ın (yarattığı) yeryüzü geniştir. Yalnız sabredenlere, mükâfatları hesapsız ödenecektir.
Zümer 53: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Zümer 10 ve 53’de ise “Kullarım” diyen ya da “Kullarım” denmesi istenen kişi Peygamberin kendisidir. Bu ayetlerin çevirilerinde “Bizim adımıza de ki” gibi eklemeler yapılmış olsa da ayetlerin orjinalinde böyle ifadeler yoktur. Zümer 10 ve Zümer 53’üncü ayetlerin inananlara yönelik düzgün bir mana ile anlaşılabilmesi için Allah’ın Peygamberine,  “Ey inanan kullarım” şeklinde değil, “İnanan kullarıma de ki” şeklinde başlayan bir ayet göndermesi  gerekirdi. Şu durumda yukarıdaki ayetler göz önüne alındığında,  insanlar  Allah’ın kulu mudur yoksa Hz Muhammed’in kulu mudur?

Şirk ve affetme çelişkisi
Bir önceki ayeti tekrar okuyarak başka bir çelişkiye geçiyorum.
Zümer 53: De ki: “Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”
Nisa 116: Şüphesiz Allah kendisine ortak koşulmasını affetmez.  Bunun dışında dilediğini bağışlar. Allah´a ortak koşan, muhakkak ki, derin bir sapıklığa düşmüştür.
Allah eğer, şirki affetmeyecek ise neden Zümer 53’e “bütün günahları affeder” ifadesini yerleştirdi? Bu iki ayette çelişki olmaması için Zümer 53’de “Şirk dışındaki bütün günahları affeder” şeklinde olması gerekirdi ama önemli değil, Kur’an savunucuları, bu çelişkili ayetleri de kendilerince bir felsefe oluşturarak arzu ettikleri kılıflara uyduruyorlar.

Yaratılış çelişkisi
Alak 2: O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.
Hicr 26: Andolsun, biz insanı kuru bir çamurdan, şekillendirilmiş bir balçıktan yarattık.
Kur’an’a göre insan neyden yaratıldı? Hangi ayet doğru?

Allah’ın muhtaçlığı çelişkisi
İhlâs 2: “Allah Samed’dir. (Her şey O’na muhtaçtır; O, hiçbir şeye muhtaç değildir.)”
 Muhammed 7: Ey iman edenler, eğer siz Allah´a yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı kaydırmaz.
İhlâs suresi 2’inci ayette Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığı vurgulanırken Muhammed 7’de İman edenler eğer Allah’a yardım ederse Allah’ın da onlara yardım edeceği söylenip karşılıklı bir yardımlaşma ve işbirliği hali anlatılıyor. Muhammed suresi 7’inci ayette “Allah’a yardım” kısmı bir kısım çevirilerde “Allah’ın dinine yardım” şeklinde çevirilmişse de ayetin içinde “din” kelimesi yoktur. Yani açık bir şekilde kulun kendisini yaratan Allah’a yardım etmesinden bahseder. Eğer iddia edildiği gibi Allah’ın dinine yardım ima ediliyor olsa idi ayet “Allah’ın dinine” şeklinde ifade edilirdi. Bu iki ayet Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kulunun yardımına muhtaç olması ile çelişmektedir.

Putlara küfür çelişkisi
En’âm 108: Onların Allah dışında yalvardıkları putlara sövmeyiniz ki, şaşkınlığa kapılarak körü körüne Allah´a sövmesinler. Böylece her ümmete davranış ve tutumlarını cazip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir, O onlara yaptıklarının içyüzünü bildirir.
Hac 30: Emir budur, Allah´in yasaklarına kim saygı gösterirse, bu, kendisi için Rabbinin katında şüphesiz hayırdır. Size bildirile gelenden başka bütün hayvanlar helal kılınmıştır. O halde o pis putlardan kaçının ve yalan sözden sakının.
Allah, En’âm 108’de Puta tapanların putlarına sövmeyin derken Hac 30’da putlardan kaçınılmasını emrederken bizzat kendisi  “Pis Putlar” demektedir.

İblis yani Şeytan Cin mi Melek mi çelişkisi
İblis Melek midir yoksa Cin midir?
Bakara 34: Hani meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis hariç bütün melekler hemen saygı ile eğilmişler, İblis (bundan) kaçınmış, büyüklük taslamış ve kâfirlerden olmuştu.
Kehf 50: Hani biz meleklere, “Âdem için saygı ile eğilin” demiştik de İblis’ten başka hepsi saygı ile eğilmişlerdi. İblis ise cinlerdendi de Rabbinin emri dışına çıktı. Şimdi siz, beni bırakıp da İblis’i ve neslini, kendinize dostlar mı ediniyorsunuz? Hâlbuki onlar sizin için birer düşmandırlar. Bu, zalimler için ne kötü bir bedeldir!
Kehf suresi 50’inci ayete göre İblis cinni bir varlık fakat Bakara 34’üncü ayette İblisin meleklerden birisi olduğu anlaşılıyor. Bu iki ayet arasındaki çelişki, çok bilindik bir çelişki olduğu için Bakara 34’te “İblis hariç bütün melekler” ifadesinin aslında “İblis cini hariç bütün melekler” şeklinde anlaşılması gerektiği iddiası hakimdir. Savunulan bu mantığa göre “Adem’e secde etme sürecinde melekler çoğunlukta idi ve iblis de dahil olmak üzere çok az bir cin topluluğu vardı ve hitap edilirken çoğunluk esas alınarak “Meleklere” şeklinde emir gönderildi veya cin olarak orada sadece  İblis vardı ve diğerleri tamamen Melek idi ve yine çoğunluk esas alınarak “Meleklere…” şeklinde hitap edildi”. Diye yapılan bu açıklamanın kabul edilmesi imkânsız çünkü eğer bu şekilde bir yaklaşımda bulunulmak gereği ortada olsa idi Allah, Bakara suresi 34’üncü ayette “Hani meleklere, Adem için saygıyla eğilin…” demek yerine “Hani meleklere ve bir kısım cinlere, Adem için saygıyla eğilin…” hitabını kullanırdı veya “Hani meleklere ve bir cin olan İblise, Adem için saygıyla eğilin…” şeklinde bir hitap kullanarak inananları şüphede koymazdı. Koskoca Allah, kafa karıştırıcı olabilecek bir durumu, kesin anlaşılır kelime ve cümle ile anlatmaktan yoksun değildir herhalde. Dolayısıyla eveleyip gevelemeye gerek yoktur, iki ayet bal gibi de bir biri ile çelişmektedir çünkü İblis cin midir melek midir belli değildir.

İlk Müslüman’ın kim olduğu çelişkisi
Üçüncü çelişki için Kur’an-ı Kerim’e, “İlk Müslüman kimdir?”  diye soru soruyorum.
En’âm 162: Ey Muhammed! De ki: “Şüphesiz benim namazım da, diğer ibadetlerim de, yaşamam da, ölümüm de âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
En’âm 163: “O’nun hiçbir ortağı yoktur. İşte ben bununla  emrolundum. Ben müslümanların ilkiyim.”
Zümer 12: Bana, müslümanların ilki olmam da emredildi.
Âli İmrân 67: İbrahim, ne Yahudi idi, ne de Hıristiyan. Fakat o, hanif (Allah’ı bir tanıyan, hakka yönelen) bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan da değildi.
Âli İmrân 52: İsa, onların inkârlarını sezince, “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler, “Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz müslümanlarız” dediler.
Araf 143 : Musa tayin ettiğimiz özel vakitte gelip Rabbi O´na kelamiyle iltifatta bulununca: «Ey Rabbim, göster bana kendini, Sana bakayım.» dedi. O da buyurdu ki: «Beni katiyyen göremezsin, ancak dağa bak, eğer yerinde durursa demek beni görebileceksin» Derken Rabbi dağa tecelli buyurunca onu un ufra (toz duman) ediverdi. Musa da baygın düştü. Ayılınca: «Münezzehsin, Sana tevbe ile döndüm ve ben mü´minlerin ilkiyim.» dedi.   
İlk Müslüman  Enam 162, 163 ve Zümer 12’ye göre Hz Muhammed’dir.
İlk Müslüman Âli İmrân 67’ye göre Hz İbrahim’dir.
İlk Müslüman Âli İmrân 52’ye göre Hz İsa ya da onun havarileridir.
İlk Müslüman Araf 143’e göre Hz Musa’dır.
Enam 162 ve 163’te Hz Muhammed’in Müslüman’ların ilki olduğu belirtilmişse de diğer ayetlerde Hz İbrahim’in,  Hz Musa’nın ve diğerlerinin  Müslüman olduğunun belirtilmiş olması Hz Muhammed’i ilk Müslüman olmaktan men eder çünkü diğer Peygamberler,  Hz Muhammed’en çok daha önce yaşayıp ölmüşlerdir. İlâhiyatçılar bu çelişkiyi bildikleri için kendilerince bahaneler üretmişlerdir.
Bir ilâhiyatçının iddiasına göre Hz Muhammed, “Ben Müslümanların ilkiyim” derken Müslümanların en önde gideniyim en birincisiyim manasında söylüyormuş ki ayette böyle bir mana asla yoktur. İnanılan Allah, ayete böyle bir mana vermek isteseydi açık ve anlaşılır şekilde cümleler kurup:  “… takva ve iman yönünden bana O’ndan daha yakın bir Müslüman yoktur.  O, bütün Müslüman âleminin önderidir, takvada, imanda hepinizden ileride olandır” derdi. Kitabına  onca tarihi ayetleri tıkış tıkış dolduran bir Yaratıcı, anlaşılır  iki cümle fazladan yazmaya üşenmemiştir herhalde.
Diğer bazı ilâhiyatçıların iddiasına göre ise Hz Adem’den başlamak üzere kıyamete kadar sürecek olan zamanda Allah’a inanan herkes Müslüman kategorisine giriyormuş ve dolayısıyla her Peygamber kendi döneminin ilk Müslüman’ı oluyormuş. Bu sadece zorlama bir açıklama tarzıdır. Ayetlerin hiç birisinde bütün Peygamberlerin kendi devirlerinin Müslüman’ı olduğuna dair bir bilgi yoktur. Eğer Hz Muhammed için “Müslümanların ilki” ifadesi kullanılmasa idi ve sadece “O bir Müslüman idi” ifadesi kullanılsaydı  bu iddia doğru kabul edilir ve her Peygamber kendi devrinin Müslüman’ı olarak kabul edilirdi fakat Hz Muhammed için açıkça “Müslümanların ilki” ifadesi kullanılmış. Şu durumda ondan öncekilere de Kur’an Müslüman dediğine göre İlk Müslüman’ın Hz Muhammed olması mümkün değildir ve bu ayetler bir biri ile çelişir.

Cehennem menüsündeki çelişki
Cehennemdekiler acıkınca ne yiyecek?
Gâşiye 6: Onlar için kuru bir dikenden başka yiyecek de yoktur.
Duhan 43-44: Şüphesiz, zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir.
Bu iki ayet, cehennem sakinlerinin yiyecekleri yemeklerle alakalıdır. Gaşiye 6’da cehennemdeki kişilerden için “Kuru diken onların yiyecekleridir” gibi bir ifade kullanılsaydı  belki Duhan 43-44’üncü ayetler ile çelişmeyebilirdi  fakat Gaşiye 6’da “…kuru dikenden başka yiyecek yoktur.” İfadesi cehennemde kuru dikenden başka hiçbir yiyecek olmadığını açıkça belirtir fakat Duhan 43 ve 44’te cehennem yiyeceği olarak bir de Zakkum ağacı olduğu belirtilmiş. Dolayısıyla Gaşiye6’daki “Kuru dikenden başka yiyecek yoktur” ifadesi iki ayeti bir biri ile çelişkili kılmaktadır. Sanki bu iki ayeti başka başka kişiler yazmıştır.

İnsanların ve cinlerin yaratılma nedenlerinin çelişkisi
İnsanlar ve cinler ne için yaratıldılar?
Zariyat 56: Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.
A’raf 179: Andolsun ki, cin ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık
Eğer A’raf 179’da “Bana kulluk etsinler diye yarattığım insanların ve cinlerin bir çoğu cehennemi tercih etti” gibi bir ifade olsa idi iki ayet çelişmezdi fakat iki ayette de insanı ve cini yaratan Allah. Yaratma sebebini belirten de Allah. Bu iki ayetten ne anlamalıyız? Allah insanları ve cinleri kendisine kulluk etsin diye mi yarattı yoksa cehennem için mi?

Farklı dinlerin imtihan çelişkisi
Maide 48: …Her birinize bir şeriat ve bir yol yöntem verdik. Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat size verdikleriyle sizi denemek istedi…
Maide 51: Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
Allah, Kutsal kitabında, Maide 48’de, İnsanları denemek için (bazı çevirilerde imtihan için) farklı şeriat ve yollar verdiğini ve eğer dileseydi herkesi tek bir ümmet yapabileceğini söylüyor. Yani insanların bir kısmı Hristiyan, bir kısmı Müslüman ve bir kısmı da Yahudi ise bu Allah’ın isteği ya da kararı ile oluyor ve Allah Maide 51’de diyor ki “Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz o da onlardandır.” Bu nasıl bir çelişki? Madem Hristiyanların ve Yahudilerin dost edinilmemesi söyleniyor o zaman Allah neden insanların bir kısmını Hristiyan, bir kısmını Yahudi olarak ayırıyor? Allah, kulları ile dalga mı geçiyor?

İslâm dininde zorlama var mıdır yok mudur çelişkisi
İslâm dininde zorlama var mıdır? Ayetlerdeki ifadeler neyi anlatıyor?
Bakara 256: Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.
Yunus 99:  (Resûlüm!) Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insanları zorlayacak mısın?
Bakara 193: Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Onlar savaşmaya son verecek olurlarsa, artık düşmanlık yalnız zalimlere karşıdır.
Bakara suresi 256’ıncı ayette “Dinde zorlama yoktur” derken Yunus 99’da “İnanmaları için insanları zorlayacak mısın” diyerek bunun yanlış olduğunu ima ediyor. Buna rağmen Bakara suresi 193’üncü ayette Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar savaşılması emrolunuyor.
Bakara 193’te “Din yalnız Allah’ın oluncaya ” ifadesi hiç olmasa idi  ve geride sadece “Hiçbir zulüm ve baskı kalmayıncaya  kadar onlarla savaşın.” Cümlesi  olsaydı bunda hiçbir çelişki ve problem olmazdı fakat görüldüğü üzere Hiçbir baskı ve zulüm kalmayıncaya kadar savaşmak yeterli değil aynı zamanda Din yalnız Allah’ın da oluncaya kadar savaşılması gerekiyor.

İmanın sebebi çelişkisi
Bakara  257: Allah, iman edenlerin Velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura çıkarır; inkar edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar. İşte onlar, ateşin halkıdırlar, onda süresiz kalacaklardır.
Hucurat  7: Ve bilin ki Allah'ın Resûlü içinizdedir. Eğer o, size birçok işlerde uysaydı, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır.
Nur  47: Onlar derler ki: "Allah'a ve elçisine iman ettik ve itaat ettik" sonra bunun ardından onlardan bir grup sırt çevirir. Bunlar iman etmiş değildirler.
Yunus 100: Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez. Allah, azabı akıllarını (güzelce) kullanmayanlara verir.
Bu ayetler okunduğunda birincisi İman eden kişiyi Allah’ın aydınlığa çıkartacağını, ikincisi Allah’ın imanı insana sevdirip süsleyip çekici kıldığını inkârı çirkin gösterdiğini buna karşın üçüncüsü yani insana imanın süslü püslü göstertilip çekici kılınmasına rağmen bir gurup insanın imana karşı sırt çevirdiğini ki iman etmeyip  inkâr edenlerle ilgili bir sürü ayet var. Yani eğer iman etmek insana çekici ve süslü kılınsaydı istisnasız bütün insanlar iman ederdi ve dördüncü olarak Allah istemedikçe hiç kimsenin iman edemeyeceği anlatılıyor ve ayetin sonunda Allah’ın akıllarını kullanmayanlara azap verdiği belirtiliyor. İman etmek ile aklı kullanmak aynı ya da benzer şeyler midir? Bu ayeti okuyunca “inkâr edenler aklını kullanmayanlardır” sonucuna mı ulaşılıyor? Bu ayetler içinde bir sürü çelişki mevcuttur, çık şimdi işin içinden çıkabilirsen.

Peygamberleri kim öldürdü?
Bakara 87: Andolsun, Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra ard arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya mucizeler verdik. Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getirdikçe, kibirlenip (onların) bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?
Âli İmrân 145: Hiçbir kimse Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm belirli bir süreye göre yazılmıştır. Kim dünya menfaatini isterse, kendisine ondan veririz. Kim de ahiret mükâfatını isterse, ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfatlandıracağız.
Bu iki ayet okunduğu zaman Peygamberleri insanlar mı öldürmüş oluyor yoksa Allah’mı öldürmüş oluyor? Tefsircilerin yorumuna göre bu iki ayette çelişki yok. Onların yorumuna göre olay şöyle cereyan ediyor: Herkesin belirli bir kader süresi varmış. O kader anı yani önceden hesaplanmış yaşam süresi dolunca Allah o insanın canını mutlaka alıyormuş. Kimilerinin ölümüne cinayet, kimilerininkine hastalık, kimisine kaza, kimisine de yaşlılık vesile oluyormuş. Daha özetle Allah Bakara 87’de diyormuş ki: “Benim  elçilerimin  hastalıktan ya da yaşlılıktan dolayı canlarını tam alacağım zamanda niye onlara hançer sapladınız, niye darbe indirdiniz? Niye ölüm sebeplerini cinayet yaptınız?  Ben zaten canlarını alacaktım, zaten size ayak bağı olmayacaklardı. İşin içine niye siz de karışıp katil oldunuz, bak şimdi herkes bu can almaları sizden biliyor üstelik  cehennemlik de oldunuz.

Çelişkili ayetlerin bir kısmını paylaştım. Konunun başında paylaştığım Nisa suresi 82’inci ayeti tekrar okuyalım:
Nisa 82: Onlar hâlâ Kur´an´ı  gereği  gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah´tan başkası tarafından indirilmiş  olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.
Ayeti tekrardan okuduk. Neymiş? Eğer Kur’an, Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaymış mutlaka onda bir çok çelişkiler bulunurmuş. Çelişkiler bulundu mu? O halde “Kur’an, Allah’tan başkası tarafından indirilmiştir” diyebilir miyiz ne dersiniz?

DENİZLERİN KARIŞMAMASI MUCİZESİ (!)

Yazan: Kirpi


DENİZLERİN KARIŞMAMASI MUCİZESİ (!)

Hayatım boyunca tartıştığım her 2 Müslümandan biri bana denizlerin karışmaması mucizesini delil olarak sunmuştur. Bunu her duyduğumda hem gülümsemiş hemde üzülmüşüm. Komik olan şu ki bunu söyleyen Müslümanlar sözde deniz bilimleri üzerine yüksek lisans yapmış kişilerdi.  Beniz üzen şey ise her defasında bu mucize diye yutturulmaya çalışılan teoriyi çürütmeye mecbur olduğumdu. Bu gün bir kere daha bu mucizenin ne kadar yalan olduğunu sizlerin huzurunda kanıtlayacağım. Öncelikle Kuranda konumuzun bahsi geçen ayetlere göz atalım.

Rahman Süresi 19-20: “İki denizi birbirlerine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirlerine geçip karışmıyorlar.”

Ayet iki denizin olduğunu ve sularının bir birine karışmadığını iddia ediyor. Peki bu denizin özellikleri nelerdir? Kurandaki ilgili ayetlere bakalım.

Furkan 53: “İki denizi birbirine salıveren de O’dur. İşte şu susuzluğu gideren tatlı bir su, diğeri de tuzlu ve acı bir sudur. Aralarında ise, Allah, birbirlerinin sınırlarını aşmaktan alıkoyan bir engel koymuştur.”

Ayette bahsi geçen iki denizden birinin suyunun tatlı diğerininse tuzlu olduğu açık bir şekilde yazıyor. Peki soruyorum Müslümanlara “Dünyada tatlı suyu olan denizin ismi ne?”

Orta okul çocuğu bile yer yüzünde tatlı suyu olan bir denizin olmadığını biliyor. En azından her Müslüman mutfağında tatlı ve tuzlu suyu karıştırarak sonucu test ede bilir ve kendi gözleriyle gayet iyi bir şekilde karıştığını göre bilir. Bunu Müslümanlarda iyi biliyor fakat zamanında bir mucize dedikleri için şimdi yanıldık diyemiyorlar. Hatasını kabul ede bilmek bir erdemdir diyelim ve konumuza devam edelim.

Gerçek mi?

Tabii ki gerçek değil. Dünya üzerinde bir biriyle bağlantısı olan her bir su kütlesi karışmak zorundadır.
Dünyanın saymakla bitmeyecek kadar fazla yerinde bir biriyle bağlantısı olan su kütleleri özellikle nehirler kavuştukları bölgede mineral ve kompozisyon(içerik) farklılıklarından ötürü farklı renklerde görünürler ve akış yönlerine/hızlarına da bağlı olarak kavşak (conflux ve ya confluence) denen buluşma noktalarında çıplak gözle bir biriyle karışmıyor gibi görünebiliyorlar. Halbuki tüm su kütleleri bir biriyle karışmak zorundadır. Zira karışmazlarsa işte o vakit felaket olur.

Bu mucize nasıl yaratıldı?

Bu iddia ilk olarak 2007 yılında ortaya çıktı. Ve iddianın yayılmasına neden olan fotoğraf işte budur.



Kaynak- Ken Bruland 2007
Fotoğraf Santa Kruz'da bulunan Kaliforniya Üniversitesi'nde okyanus bilimleri profesörü olan Ken Bruland tarafından 2007 yılında bir araştırma gemisinden çekilmiştir. Aşağıdaki fotoğrafsa iddianın dahada viral olmasını sağlamıştır.


Kaynak- Gütefrage Alaska Körfezi
2010 yılında Temmuz Alaska Körfezi turuna çıkan bir turist olan Kent Smith'in kamerasından çekilmiştir. Ancak Smith, hatalı bir şekilde fotoğrafı "okyanusların karışmadığı nokta" açıklamasıyla yüklemiştir. Kısa sürede Flickr ve Reddit üzerinden yayılan bu iki fotoğraf Müslümanlar tarafından Kurandaki denizlerin karışmadığını anlatan ayetlere kanıt olarak sunulmaya başlandı. Hiç bir şeyi araştırmayan Müslümanlarda bu yemi kolaylıkla yuttular. Artan yalan haberler üzerine bölgedeki bilim insanları bir açıklama yapmaya mecbur oluyorlar zira tüm Müslüman dünyasındaki basın mensupları şu fotoğrafı mucize diye manşet yapmaya başlamıştılar.

Santa Kruz'da bulunan Kaliforniya Üniversitesi'nde okyanus bilimleri profesörü olan Ken Bruland, fotoğrafı paylaşanların iddiasının yalan olduğunu açıklamış, fotoğrafın Alaska Körfezi'ndeki glasiyel (buzullara ait) kalıntıları taşıyan 286 mil uzunluğundaki Copper Nehri gibi nehirlerin okyanusa açıldığı bölgelerden birine ait olduğunu söylemiştir.

Yani bu fotoğrafta görülenler bırakın iki okyanusu iki denizin bile kavuştuğu yer değil yalnızca buzullardan gelen nehirlerin okyanusa kavuştuğu yerdir. Fakat ortada bir mucize iddiası varsa emin olun Müslümanlar hiç araştırmadan onu doğru diye paylaşırlar.

Fotoğrafta ve benzerlerinde gördüğünüz, Alaska Körfezi'nde bulunan ve oşinografik (okyanus bilimi) açısından iki ayrı su kütlesi olarak değil, tek bir su kütlesi olarak kabul edilen "okyanus bölgesi"nin içerisindeki buzul suları ile kıyı sularının birbirine kavuştuğu alandır. Bu suların renklerinin birbirinden farklı olma sebebi içeriğindeki başta demir olmak üzere mikropartiküllerden bazı çökelti tiplerine kadar ve hatta kimi durumda sıcaklık farkına kadar birçok unsurdur. Bu görüntünün tuzluluk oranıyla doğrudan ilgili olmadığı bilinmektedir; yani iddia edildiği gibi tatlı su ile tuzlu suyun birbirine karışmamasıyla alakalı bir durum yoktur.

Farklı Sular Birbirine Nasıl Karışır?

Farklı tuzluluk veya yoğunluk oranı olan sıvı kütlelerinin karşılaşması sonucu oldukça karmaşık bir kimyasal ve fiziksel denge oluşmaktadır. Ancak bu denge statik değil, dinamiktir. Örneğin yağ ve su aynı kaba konduklarında oldukça statik bir denge oluştururlar ve sabit kalırlar (her ne kadar esasında aralarındaki karışma bölgesi yine dinamik yapıda olsa da). Okyanuslar ve devasa su kütleleri için bu hiçbir şekilde doğru değildir. Farklı özelliklere sahip bu kadar büyük su parçaları bir araya geldiklerinde, ciddi anlamda dinamik bir dengeye ulaşılır ve sular kilometrelerce küplük hacimlerde birbirlerine karışırlar. Sadece dışarıdan bakıldığında, suların içeriğine bağlı olarak ışığın farklı kırınımından ötürü renklerin farklı gözükmesi, Alaska Körfezi'nde olduğu gibi görünür ve suların birbirine karışmadığına dair bir sanrı yaratır. Bu doğru değildir. Bununla ilgili olarak Santa Kruz Kaliforniya Üniversitesi'nden Okyanus Bilimci (Oşinograf) Prof. Dr. Ken Bruland (ki hemen üstteki fotoğrafı 2007'deki bir araştırma gezisinde kendisi çekmiştir) şöyle söylüyor:

“Örneğin benim çektiğim fotoğrafta çökelti bakımından zengin bir nehrin genel okyanus suyuyla buluştuğu bölge görülmektedir. Bu iki su tipinin birbirine karışmadığını söylemek kesinlikle doğru değildir. Nihayetinde iki su birbirine tamamen karışır; ancak bu fotoğrafların çekildiği anda, çok güçlü gradyanlara sahip oldukları için geçici olarak bu şekilde karışmıyormuş gibi gözükürler. Bu sınırlar hiçbir zaman bir duvar gibi statik değildir. Sürekli olarak hareket ederler ve bir bütün olarak yok olurlar. Bunlar çökelti miktarına ve suyun hareketine bağlıdır.”

Oşinograf (Oşinografi: Okyanuslarda, suyun fiziki özelliklerini ve dalga hareketlerini, okyanus tabanlarının jeolojik şekilleriyle tortu tabakalarını, suları kimyasal yönden inceleyen ve denizlerdeki bitkilerle hayvanların hayatlarını araştıran bilim dalı, kısaca "okyanus bilimi") Micheal Pilson ise şöyle diyor:
“İnsanların neden okyanusların karışmadığını düşündüğünü anlayamıyorum. Okyanuslar karışırlar. Her saniye, milyonlarca ton Pasifik Okyanusu suyu, Atlas Okyanusu'na karışır. Atlas Okyanusu'nun derinlerindeki sular, Antarktika etrafından dolaşarak Pasifik Okyanusu'yla karışır. Her an, milyonlarca ton! (...) Bu, milyonlarca yıldır bu şekilde devam etmektedir.”

Haloklin: Aynı Su. Farklı Katmanlar

Kısmen sığ veya korunaklı sularda, okyanus diplerindeki mağara ve benzeri bölgelerde, oldukça sınırlı alanlarda haloklin (İng: "halocline") adı verilen ve tuz farklılığından oluşan bölgesel ayrımlara ve katmanlaşma olgusuna rastlanabilir. Ancak bu farklılığı okyanus gibi devasa su kütlelerinde görmek mümkün değildir. İki okyanusu birbirinden fiziksel olarak ayırabilecek hiçbir doğa unsuru bulunmamaktadır.


Ancak haloklin, aynı su parçasının farklı tuzluluk oranları arasındaki geçiş bölgeleridir; bağımsız sular arasında oluşmaz. Kimi zaman iyi karışmayan haliçler ve fiyortlarda da oluşabilir; ancak çoğu zaman aynı suyun durgun parçaları arasında oluşur. Bu, bardakta beklettiğiniz bir suyun alt kısımlarında, üst kısımlarına göre daha çok tuzun birikmesi gibidir.

İşin garip tarafı suların karışmadığını iddia eden Müslümanlar sular karışmazsa orada yaşayan tüm canlıların telef olacağından haberi yok. Okyanusların birbirine karışması sırasında, sıcaklık, içerik, vb. unsurların farklılıklarından ötürü çok ciddi su altı akımları meydana gelir ve bunların sürekliliği için okyanusların da sürekli olarak birbirleriyle dinamik bir biçimde etkileşmeleri ve birbirlerine karışmaları gerekmektedir. Eğer ki herhangi bir sebeple okyanuslar birbirlerinden tamamen, tıpkı bir engel girmiş gibi ayrılacak olurlarsa, bu akıntıların büyük bir kısmı son bulacak ve dolayısıyla denizlerdeki canlılık çok ciddi hasarlar alacak, sayısız tur üreme ve avlanma yollarını yitirerek yök olacaktır.

Temel Fizik yasalarına Aykırı

Eğer ki iki nehir veya deniz kolu bir araya geliyorsa ve birleşerek tek bir yöne doğru akıyorlarsa, birleşmeden önceki kütlelerin toplamı, sonrakiyle eşit olmak zorundadır. Bu durumda sular, eğer ki bir kaybolma veya bir başka kaynağa yönelim yoksa, karışmak zorundadırlar. Nehirlerde ve okyanuslarda gördüğümüz de budur. Her ne kadar denizler ve okyanuslar, nehirlere kıyasla çok daha durgun su kütleleri gibi gözükseler de, daha önceden de açıklandığı gibi bu su kütleleri de son derece dinamik bir şekilde birbirleriyle etkileşirler ve hatta bu etkileşimden akıntılar doğar ve su altı yaşantısına can verir. Zira fiziğin kütle korunumu gibi en basit ilkeleri ışığında bile bir sisteme giren ve çıkan kütlelerin toplamının daima sabit olması gerektiği bilinir.


Karışmıyor Gibi Gözüken Sulara Örnekler

Dünyada farklı renklere sahip nehirlerin kavuştuğu bölgede karışmıyor gibi gözüktüğü bir çok yer var. Onlardan bir kaçına göz atalım.

Rhone ve Arve nehirleri arasındaki kavşak (Cenevre, İsviçre)

Ilz, Danube ve Inn Nehirlerinin Passau/Almanya'da buluştuğu bölge...

Jialing ve Yangtze Nehirlerinin Çin'in Chongqing kentinde buluşması...

Green ve Colorado Nehirlerinin ABD'nin Utah eyaletinin Canyonlands Ulusal Parkı'nda buluşması...

Thompson ve Fraser Nehirlerinin Kanada'nın Lytton kentinde buluşması...

Gördüğünüz gibi denizler karışmıyor değil, yoğunluk, tuzluluk ve katman farklarından dolayı karışmıyor gibi görünen yerler mevcut...
Yazan: Kirpi