HABERLER
Dini Haber

DİNDEN ÇIKIŞ SÜRECİ (Niçe)



DİNDEN ÇIKIŞ SÜRECİ
(Takipçilerimden Niçe'nin Hikayesi)

İnsan sosyal bir varlıktır. Bu nedenle duygu, fikir ve deneyimlerini başkalarıyla paylaşmaktan mutlu olur. Bunları sadece paylaşmak değil, anlaşılmak da ister. Hatta belki de en önemlisi anlaşılmaktır. Çünkü böylelikle yalnız olunmadığının bilincine varılır. İşte ben de dinden çıkış sürecimi Din ve Mitoloji kanalı aracılığıyla anlaşılacağımı düşündüğüm insanlarla paylaşmak istedim.

Ailem Sünni geleneğe mensuptur lakin Sünni inancı detaylıca bilen bir özelliğe sahip değildir. Atatürk'ün laik cumhuriyetinde dinin zararlı etkilerinden olabildiğince uzak bir Sünniliktir. Bunu biraz açarsak; babam veya annem bizi hiçbir zaman Kuran kursuna gitmemiz, namaz kılmamız, oruç tutmamız yönünde hiç zorlamamışlardır. Birçok ailede yaşanılan bir olay olan, kız çocuğunun kapanmaya zorlanması da bizim ailemizde yaşanmadı ve yaşanmıyor. Çünkü din ve inancın en başta kişinin vicdanına kalmış olduğu yönündeki laik kültürün temel doktrini ailemizde yerleşmiş durumdadır. Bu durum bence ülkemizin en az yarısında yerleşmiştir. Bunun için de Atatürk'e teşekkürü borç biliyorum.

Bunlara ek olarak evde sanırım Kuran mealini açıp okuyan ben ve benden bir büyük abim sadece. Hadislerle ilgili detaylı bir bilgi sahibi olan yok, Ramazan ayı gelince oruç tutulur, Kurban Bayramı gelince maddi imkanlar el veriyorsa kurban kesilir, özellikle Ramazan ayında televizyona çıkan hocalar dinlenir şeklinde özetlenebilecek Türkiye'nin çoğunda hakim olan özelliklere sahip bir ailenin bir ferdi olarak, küçüklüğümden beri din ve varoluşsal konularak karşı ilgi ve merak duyuyorum. İlköğretime devam ederken din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmenime sık sık gider ve dini konularda aklıma takılan noktaları sorardım. Yine böyle bir gün yanına aklıma takılan bir noktayı sormak üzere gittiğimde beni her zamanki gibi tebessümle karşılamıştı. Bu sefer aklına takılan nedir diye sorduktan sonra anlatmaya başlamıştım "Adem ilk insan ve eşi de Havva'dır. İkisinin çocukları oluyor. Ondan sonra ise bu çocuklar birbirleriyle ilişkiye girerek mi çoğalıyorlar," diye sorduğumda, Hocamın yüzündeki tebessüm kaybolup yerine bir donuk ifade gelmişti. Evet yanıtını aldıktan sonra "O zaman Allah bunu yasaklamamış mıydı, üstelik bu kardeş kardeşle ilişkidir," diye tepki verdim, hocam ise o zamanlar özel bir durumun var olduğunu ve günümüzle o zamanın kıyas edilemeyeceğini söyledi. Ardından da ders zili çaldı ve ben dersime hocamın verdiği bu cevabı düşünerek gitmiştim.

Bu cevap bana o zaman da ve ondan sonra da hiç mantıklı gelmemiştir. Lakin çocukluğumdan beri bana zerk edilen korku nedeniyle yeterince cesur bir şekilde bu konular üzerine gidemedim. Babam ara ara eve dini kitaplar alırdı. Bunlardan birisi cehennem azabı ile alakalı bir kitaptı. Ben de bunu alıp okudum ve hayretler içinde kaldım. Tabi ki korku içinde de... Henüz bir çocuğum ve okuduğum kitapta, sonsuz merhametli her şeye gücü yeten, ezeli ebedi Allah'ın cehennem ahalisini türlü işkencelerden geçireceği ve bunu sanki büyük bir zevk alarak yapacağı yazıyordu. Bu kitabın bana verdiği korku beni dinde tutan geri plandaki temel etken oldu uzun bir süre. Sadece bu kitap özelinde değil verilen korku; toplumsal olarak ve ailesel olarak bu korkuyu hep hissederiz. En basitinden evdeki bir kitaba uzanıp okuyacaksındır ve annen veya baban bırak onu abdestsiz dokunma çarpılırsın demektedir. Biraz büyüyorsun, eğer cinsel birleşme, mastürbasyon veya rüyalanma olduktan sonra vücudunun tek bir noktasını dahi kuru bırakarak bitirirsen aldığın güsul abdestini aldığın nefese kadar her şey sana haram olmakta ve kıldığın namaz veya yaptığın iyilikler de kabul olmamaktadır. Ama en önemlisi, din konularında sorgulamalar yaparken sorduğun sorularda alınan "Fazla düşünmek veya sorgulamak iyi değildir, kafanı karıştırır cehennemde yanarsın. Bu konular çok hassas konulardır," ve "Hz. Muhammed ve Allah'ın her sözü doğru ve gerçektir, biz Müslümanlar onlar üzerine en ufak bir eleştirel sorgulama yapamayız, onlar ne demiş ise kabulümüzdür," cevaplarının insana enjekte ettiği zihniyet ve düşünüş şeklidir.

Bu zihniyet enjekte edilmişti bana da ama bunun yanı sıra küçükken çok saf ve temiz bir inancım da vardı. Dinden bağımsız bir Tanrı inancıydı bu ve ilk namaz kıldığımda çok huşu duymuştum. Ondan sonra kıldığım hiçbir namaz da aynı duyguyu yaşayamadım. Ve artık çocukluk geride kalmıştı. Liseye geçmiştim ve yatılı bir lisede okuyordum. Yatılı okulda çok zorlandım. Çok içine kapanık ve asosyal bir yapıya sahip olduğum için ve bunu değiştirmek için de oldukça gayret ettiğim için derslerde de çok düşüşler yaşamıştım. Halen de bu yapımı değiştirmeye çalışıyorum. Bu aslında kendimi bulma çabam ve sanırım hayatımın sonuna kadar da devam edecek. Neyse, lisede hem bu nedenden ötürü hem de ergenliğin verdiği reflekslerden ötürü dini sorgulamalarım ve araştırmalarım aksadı. Ancak aklıma geldikçe daha çok felsefi açıdan konu üzerine düşünmeye devam ettim lakin enjekte edilmiş olan zihniyet ve çocukluğumun saf ve temiz Tanrı inancı beni giderek dine daha çok sarılmaya ve dogmatikleşmeye itti. Buna ek olarak babamın siyasetle çok ilgilenir olması, desteklediği düşünceye babamı örnek almam neticesinde körü körüne kapılmam beni dine daha çok itti. Burada belirtmem gereken iki önemli nokta söz konusudur: Birincisi dini savunmakla ilgili siyasi düşünceyi savunmak arasında hiçbir fark yoktur. İkisini savunanlar zaten çoğu zaman aynı insanlar olmakla birlikte, aynı mantıksal düzlemde ve benzer mantıkla yaklaşımlarla savunma yaparlar. İkisinin de ortak götüreceği nokta ise insanı gerçekçi bakış açısı ve düzlemden uzaklaştırma ve koparmadır. İkincisi ise siyasi fikirlerimiz, tuttuğumuz takımlar, mensubu olduğumuz din ve birçok düşünce bize ailemizden istemli veya istemsiz aktarılarak oluşmaktadır. Bunları ileride değiştirme imkanımız vardır; kimisini daha çok kimisini daha az. Ama aralarından değiştirilmesi en zor olan dindir, sonra da siyasi düşüncedir. Bunlardan konumuz olan dinle devam edelim.

Dogmatikleşen lisedeki bana, başka arkadaşların Atatürk'ün dine yaklaşımındaki olumsuzluklar temalı fikirleri gelmişti. Çocukluğumun kahramanı olan Atatürk'e yönelik bu fikirlere şiddetle karşı çıkmıştım. Ancak benim için çok tehlikeli bir durum söz konusuydu: Terazinin bir kolunda çocukluk kahramanım Atatürk, diğer kolunda ise çocukluğum saf ve temiz Allah inancı ve buna bağlı olarak korkuyla örtülü dini inancım. Bunlardan zamanla ikinci kol ağır basmaya başladı. Çünkü Atatürk'le ilgili izlediğim videolar ve onun din hakkındaki sözleri, yaptıkları beni buna götürdü. Atatürk, medeni bilgiler kitabında olsun ve başka yerlerdeki birçok sözünde 'Peygamberim' hakkında garip ifadeler kullanıyordu. Haliyle İslam hakkında da, onun Allah'tan gelmediğini ve sadece Arapları alakadar eden bir olgu olduğunu söylüyordu. Hayatımda o ana kadar dine yönelik kimsenin bu şekilde eleştirisine şahit olmamıştım. Bunlar adeta zihnimdeki saf ve temiz dini inancı yerle bir edebilirdi. Ama o an yerle bir olma imkanını dahi düşünmüyordum. Sadece o zamana kadar çok sevmiş olduğum bir kahramanımın başka bir kahramanım hakkındaki saldırısını görmekteydim. Bunlar aklımdan geçerken rasyonel bir düzlemden çok duygusal bir düzlemdeydim. Ve bir kere dini kefe ağır bastığı için, bu kefeyi tutarlı bir hale getirmek adına giderek Atatürk karşıtı olmaya başladım. Neredeyse her yaptığı bana dine karşı işlenmiş bir suç gibi geliyor ve her yaptığı yanlış gibi geliyordu. Buna ek olarak abimin (küçüklüğümde ailede önce babam, sonra da abim kahramanım olmuşlardı) de aynı fikre ulaşması benim bu düşüncelere daha çok tutunmama neden oldu. Bu sonuca varmam lisenin sonunda gerçekleşti ve lise bitti.

Üniversiteye başlamıştım. Zorlu sınav sürecinden sonra herkes bilir ki üniversitenin ilk zamanları bir nevi bu sürece nispet niteliğinde geçirilir. Ben de aynı şekilde geçirdim bu ilk zamanları. Lisenin bitişi ile üniversiteyi kazanma arasında geleneksel hocaları çokça dinlemiştim bu arada. Ancak üniversiteye geldiğim zaman bir süre sonra çocukluğumdan beri devam eden sorgulamalar bir nevi verdiği moladan sonra geri geldi. Dışarıdan lisenin sonunda vardığım sonuçları dile getirirken içimden geleneksel hocaların söylemlerinin aslında çok mantıksız olduğunu kabul etmeye başladım. Ancak yanlış olan hocalardı, yanlış olan asla İslam ve Allah olamazdı. Bu nedenle doğru hocaları bulmaya çalıştım. Dipnot olarak araya gireyim; lise üniversite arasında bir kere kuran mealini okudum lakin beklentim olan huşuyu alamadım ve beni hiç tatmin eden bir düşünsellik de yoktu ama sorun bendedir diyerek üzerinde durmadım. Doğru hoca arayışımda modernist hocalarla karşılaştım. Bu hocalar sayesinde, dindeki sorunlu konuları 'çözmüş' oluyordum. Gerçek İslam'ı bulmuştum. Uzun süre büyük bir şevkle bu hocaların anlattıkları dine sarıldım. Kadının dövülmesi halbuki İslam'da yokmuş, kölelik dinde yokmuş veya köleliği nihayetinde kaldırma amacı, niyeti varmış, kadına miras konusunda o zamana kadar olmayan haklar verilerek aslında onların konumu yükseltilmiş, dinde çok eşlilik değil tek eşlilik önerilmiş ama amaç, niyet de buymuş, hırsızların elinin kesilmesi ve zina edenlerin sopalanması aslında büyük bir önleyici nimetmiş, müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün tarzı âyetlerin önünü ve arkasını vermeden yani cımbızlayarak veriyorlarmış, onlar aslında savaşı değil barışı isteyen ayetlermiş, onları anlamak için Kuran'da beş altı farklı suredeki hele bilmem kaç ayete ama bu ayetlerdeki klasik yorumları değil ancak ve ancak modernist hocaların yorumlarını(onlara göre yorum değil gerçek) izlemeliymişiz, hadisler Peygamberin ölümünden çok sonraları insanlar tarafından toplanılmış ve bunların seçilmesinde hem dönemin muktedir devletlerinin (Başta Emeviler) hem de İsrailiyat'tan alınma pasajların büyük etkisi olduğu için güvenilmezmiş ancak ve ancak Kuran'a aykırı değilse kabul edilebilirmiş ve bundan dolayı da beni oldukça coşturan söylem yapılıyordu sık sık "Kuran bize yeter!". Bunla beraber ve ilişkili olarak Kuran'da birçok bilimsel mucize bulunmaktaymış, bunlardan en meşhuru evrenin genişlemesinin Kuran'da geçiyor olmasıydı hatta Evrime de karşıt bir durum Kuran'da söz konusu değilmiş ama evrim de bilim dünyasında fazla bir kesim tarafından kabul edilmeyen ve kendisine karşıt teoriler  de olan, Batı'da din karşıtı insanların ideolojik yaklaşımları ve gizli oyunları ile ayakta tutularak herkese kabul ettirilen bir teoriymiş, Müslüman ister bunu kabul edebilir ister etmeyebilirmiş; öte yandan Big Bang teorisi Tanrıyı kanıtlıyormuş, keza entropi de buna destek veriyormuş, yetmiyor uzaylılar dahi Kuran'da varmış. Ayrıca Kuran'ın asla ve kat'aa insan ürünü olamayacağının delili olan matematiksel bir sistem/mucize de varmış: 19 Mucizesi! Bunlar işin dinin içerik boyutunu tutarlı hale getiriyordu, peki felsefi boyutu? Çünkü beni çocukluğumdan beri en çok ilgilendiren ve düşündüren işin felsefi boyutuydu. Bu konuda da felsefeci modernist hocaları çokça dinledim. Bana oldukça yeni gelen ve işte bu dedirten Tanrı kanıtlamalari, dini kanıtlamalar, varoluşsal sorulara cevaplar veriyorlardı. Artık her şey tamamdı ve kendi kendime "Bu insanlar nasıl geleneksel dine inanabiliyorlar veya şu insanlar nasıl hiçbir dine ve hele de Tanrıya inanmıyorlar?" diye hayretle sormaya başlamıştım. Yolda bir saat bulduğumuz vakit nasıl onu yapan bir Saatçi varsa, şu koca evreni de yaratan bir mimar vardı, onun dini de İslam ve son peygamberi de Hz. Muhammed'di. Hindulara, Budistlere, Hristiyanlara, Yahudilere ve diğer dinlere mensup insanlara yazıktı. Umarım doğru yolu bulurlar, sonuçta Allah akıl vermişti onlara da.

Üniversitenin üçüncü sınıfına geldiğimde en yakın arkadaşımın siyasi fikirlerinde değişim yaşandı ve bu beni de çok etkiledi. Arkadaşım oldukça mantıklı bir insandı. Benim duygusal yaklaştığım birçok hususta o bir şekilde benden daha mantıklı şekilde konuya yaklaşırdı ama o da başta benle aynı siyasi düşüncedeydi. Onun bu düşünce değişiminde kendi kendime bunun mantıklı bir nedeni olmalı diyerek onunla fikir alışverişinde bulundum. Bir süre sonra ise onun haklı olduğunu fark ettim ve haliyle benim de fikrim değişmişti. Bunun dini inanç sürecime de ciddi yansımaları oldu.

Hem tarikatların zararlarını her gün görmem, hem siyasi düşüncelerimde değişimler nedeniyle artık Atatürk'ün ne kadar doğru işler yaptığını tekrar görmeye başlamıştım. Terazinin kefeyi dengeye gelmişti. Ama Atatürk ile din arasında zıtlıklar halen devam etmekteydi. Bu konuyu bir süre Atatürk aslında benim şu an olduğum gibi gerçek İslam'a inanıyor, ilgili din karşıtı sözlerinde ise "orada onu demek istemiyor"du. Bu pek kafama yatmasa da beni bir süre oyaladı. Bu sırada ise modernist hocaların söyledikleri de yavaş yavaş mantıksız gelmeye başlamıştı: "Her şeyi bilen ezeli edebi bir Tanrı benim de yapacağım her şeyi biliyordu. Önümde mesela üç farklı yol var diyelim. Allah bu yolların tercih edilmesi durumunda oluşacak sonuçları biliyor, tercih konusunda özgürüz fikri hiç de mantıklı değildi. Çünkü bunu savunmak Tanrının her şeyi bilirliliğini yani O'nu sınırlamak anlamına geliyordu. Tanrı her şeyi biliyorsa o zaman özgür irade, o zaman da doğrudan ilahi sınav, cennet cehennem doktrini tehlike giriyordu. Tanrı kimin cennete kimin cehenneme gideceğini bilerek yaratıyor ve buna rağmen bizi sınav yapıyormuş gibi yapıyor, sırf cehennem dolsun diye insan yaratıyordu. Cehennemde de benim cehennem azabı kitabındaki türlü işkencelere tabi tutuyordu. Ayrıca daha konuşmayı bilmeyen kabilelerin durumu, onlar ne kadar durumdan haberdarsa ona göre sınava tabi tutulur, keza başka dinlerin hakim olduğu coğrafyalarda dünyaya gelmiş insanlar için  de geçerli bu durum savı da artık mantıksız geliyordu. Çünkü sınav denilen şey baştan adil şekilde yapılmalıdır. Üstelik tüm insanları yaratan bir güçten bahsediyoruz. Afrikalı kabile bir kere bizim düşünsel yetimize sahip değil, onun sadece bir Tanrı fikrine ulaşması onu cennete götürecekken benim dinin verdiği kurallara kesin bir şekilde itaat etmem ve türlü ritüelleri yerine getirmem gibi pek çok şey yapmam gerekiyor. Aynı durum başka dinden insanlar için de geçerlidir. Dünyada Hz. Muhammed'in adını bilmeden gelmiş gitmiş ve gelip gidecek olan bir sürü insan bulundu ve bulunacak. Ben veya biz Allah'ın sevgili kulu muyuz ki İslam'ın olduğu yerde doğduk veya başka insanlar Allah'ın sevmediği kulu mu ki İslam'ın olmadığı yerde doğdu? Tüm dinler aslında İslam'dır demek de mantıklı değildir. Birazcık dinler tarihi okuyan insan bu mantıksız sava sığınmaz." gibi düşünceler kafamda dönüp duruyordu.

Üniversite bitti ve işsizlik zamanları başlamıştı. Bir karar verdim. Çocukluğumdan beri devam eden sorgulamalarımı nihayete erdirmekti niyetim yani dinin ne olduğu üzerine cesaretle gidecek ve korkuyu kenara iterek olabildiğince objektif şekilde dine yaklaşıp ne olduğunu 'bilecek'tim. Bu sefer Tevrat'tan okumaya başladım. Tevrat beni adeta şok etmişti. İslami inancın verdiği Tevratın tahrif edildiği düşüncesiyle okumaya başlamama karşın yazılanlar beni şok etmeyi başarmıştı. Buna neden olan etmenlerden birkaçı şunlardır: Kuran'da bir peygamber ama Tevratta bir kral olan Davud, bir gün damda gezerken bir komutanının karısını duşta görür ve onunla birlikte olur. Kadının kocasını da bir savaşa yollayarak onun ölmesini sağlar. Davud ile bu kadının ilişkisinden de ileride Süleyman doğacaktır. Sonra, İbrahim peygamber geldiği bir yörede kendini kurtarmak için karısını bölgenin kralına kardeşi olarak tanıtıyor ve karısını ona veriyor. Kızları Lut'la bir gece ilişkiye giriyorlar. Tanrı Yehova veya Yahve, İsrailoğullarına şehirlerde hiçbir canlının dahi hayatta bırakılmaması yönünde gaddarca emirler veriyor. Buna ek olarak adeta Yahve başka tanrılar arasında egemenlik savaşı veriyor. Ayrıca Tevrat benim tahayyülümdeki bir kutsal kitap olmaktan ziyade bir tarih kitabı gibi devam ediyordu. Ne kadar tahrif olmuş diyerek bitirdim kitabı. Sonra İncil'i okudum. İncil Tevrat kadar gaddarca değildi lakin Hristiyanlar da Tevratı kutsal biliyorlar yani den den işareti koymuş gibi oluyorum. Sıra Kuran'a geldi lakin bunlardan önce İlhan Arsel'in kitaplarından okudum ama yazılanları "Gerçek İslam bu değil, yazar benim de eleştirdiğim tahrif edilen dini eleştiriyor," diyerek okuyordum. Yani dinden çıkmamda veya Kuran okumam üzerinde çok etkisi olmadı. Keza aynı şekilde Muazzez İlmiye Çığ'ın Kutsal Kitapların Sümer'deki kökeni kitabı hakkında benzer fikirlerim oldu. Üç kutsalda ki şeylerin Sümer'de de olması bilakis dinin eskiden beri geldiğini kanıtlıyor gibi geliyordu bana. Neyse Kuran'ı aldım okumak için ama bu sefer "Vardır bir hikmeti" veya "benim aklım yetmiyor herhalde" demeye kaçmadan objektif şekilde okuyacaktım. Okurken çokça notlar aldım. Bunlardan kısaca bahsedecek olursak: Kuran'da kadının konumu erkekten oldukça aşağıdadır. Bunu ayetlerde birtakım kelimelere değişik anlamlar vererek açıklamalar, sadece günümüz dünyasının geldiği konum itibariyle yapılma gereği duyulan anlam değişikleri gibiydi. Yani 6-7. yy insanları için normal olan bu ayetlerdeki durumlar artık günümüz insanının düşünce, yaşam şekline uymuyordu. Çünkü her şey değişiyor; insanın hayata bakışı ve toplumsal ilişkiler ve de kadının toplum içindeki konumu da. Ancak din sabittir, dogmatiktir. Özellikle Allah tarafından tamamlanmış, tek bir harfinin bile değişmeyeceği, buna da herkesin itaat etmesi gerektiği söylenilen bir kitaptaki sözlere, yüzlerce sene verilmeyen anlamların 20, 21. yy gibi düşünsel ve toplumsal devrimlerin yapılmış olduğu zamanlarda veriliyor olmasının nedeni artık apaçık önümdeydi. İnsan yaşadığı devre göre dini uyarlamak istiyordu. Ancak kitabı direkt değiştiremiyordu dinin kendi özelliklerinden dolayı ve dinden de sabitlenmiş katı inanç ve korku nedeniyle de çıkamadığı için ayetlere orada onu demek istemiyorculuk yaparak günümüz insanının duymaktan hoşlanacağı anlamlar veriyorlardı.

Kuran'daki evrene, insana  dair anlatımlar yani "nasıl" sorusuna muhatap anlatımlar apaçık şekilde indiği dönemin evren ve insan bilgisini yansıtıyordu. Günümüz bilimiyle tamamen ters bilgiler bulunmaktaydı. Mesela Kuran'da ilgili ayetlere objektif şekilde bakacak olursanız göreceksiniz ki dünya düzdür. Ve onu çevreleyen bir gök vardır. Burada atış taneleri olarak anlatılan yıldızlar vardır. Yani önünüze bir kağıt alın ve bir düz çizgi çizin, bunun üzerine yarım çember çizerek kapatın. Bu göğün de aslında bir direk vasıtasıyla durabileceği anlaşılıyor ama Allah öyle büyük ve güçlü ki direklere ihtiyaç bile duymuyor. Şu an bile İslam dünyasının Oxford'u olarak görülen El-Ezher üniversitesi dünyanın düz olduğuna dair makaleler yayımlamaktadır. Onun dışında insanların mucize sandığı ama bunun alakasının olmadığı çokça konu bulunmaktadır. Bunları Din ve mitoloji sayfası zaten ele alıyor tek tek. Bunlardan sadece evrenin genişlemesi üzerinden mantık hatasını vermek istiyorum; Bu mucize iddiasının geçtiği ayete dikkat ederseniz tarihte hep başka anlamlar verilmiş ta ki, bilim evrenin genişliyor olduğunu anlayana kadar! Bundan sonra birtakım Kuran çevirilerine hatta çoğunluğuna bu ilgili ayeti evrenin genişlemesine yönelik çevirmeye başladılar. Yani bilim bir şey buluyor ve din adamları da hopp onu Kuran'da buluyor ve bunu Kuran'da bilimsel mucizeler diye insanlara anlatıyor duruyorlar. Adını vermek istemediğim Abd'li bir din adamı meşhur bir kitabında, Kuran'da biyoloji, fizik, kimya gibi bilim dallarının bulduğu her şeyin var olduğunu söylüyor. Evet var hepsi, çünkü sayın ABD'li din adamı, Şeyh uçmaz mürit uçurur demişler; sen de işte bilime bakıyorsun, A'yi bulmuş bilim ve hoop Kuran'da A'yi arıyor, kelimelere yedi takla attırıp onu bulduğunu sanıyorsun. Bakınız, eğer bir masal kitabına iman etmiş olun o kitapta bile Big bang'i, evrenin genişlemesini, evrimi ve hatta uzaylıları bulabilirsiniz. Yeter ki onun Allah'tan gelen mutlak doğru ve gerçek olduğuna iman ediniz. İnanç böyledir ve inanç Nietzsche'nin dediği gibi "doğruyu bilmek istememek demektir,". Tabi, inancın da çeşitleri var da o konuya girmeyelim şimdi. Bu konuyla ilgili meşhur bir sav vardır. Din "neden", bilim ise "nasıl" sorusuna cevap verir ve aslında aynı hedefe yürüyen kardeşlerdir yani aralarında çatışma olamaz. Ancak bu tarihi yok saymak demektir. Tarih boyu din yükseldiyse bilim gerilemiş; bilim yükseldiyse din gerilemiştir. Çünkü biri dogmatiktir ve baskıcı diğeri ise ilerlemeci ve sürekli değişim içindedir. Biri yanlışlanamazlık diğeri ise yanlışlanabilirlik üzerine kuruludur. Ayrıca din, tarih boyu güçlü olduğu vakitlerde, sadece neden sorusuna değil nasıl sorusuna da cevap verme iddiasında olmuştur. Üstelik verdiği yanıtları da mutlak doğru olarak dayattığı için aksi araştırmalar yapan bilim insanlarını diri diri yakmış, türlü işkencelerden geçirmiştir. Bu korku bilim insanlarının dindar gözüküp ve dinin işine gelir mantalitesinde bu çalışmalarını yapmasına neden olmuştur. Denilebilir ki İslam'ın aydınlık çağında böyle değildi. Bu denilenler İslam'ı bağlamaz. Farabi, İbni Sina gibi isimler verilir örnek olarak lakin Gazali gibi bir ismin başı çektiği görüş, İslam dünyasına kabul görmüştür ve insanların şu an ovundugu Farabi, İbni Sina gibi isimler Gazali tarafında tekfir edilmiştir, özellikle felsefe şeytanlastırılmıştır. Halbuki İslam aydınlanmasının kökeninde Kuran değil, Eski Yunan (Aristo,Platon vb) felsefe metinleri vardır. Gazali denilen kişiye verilen unvana bakınız. Onun eserleri Kuran'dan çok okunur. Denilecek ki, onu da kabul etmiyorum Kuran akledin diyor bilime kapı açıyor. Ama aynı Kuran Gazali ve onun düşünüş şekline de kaynaklıyor. Ayrıca bu savlara sahip insanlar başta Nisa-34'teki dayak mevzusundaki kelimeye olmak üzere sorun yaratan âyetleri hep kelimenin kökenine inerek işin içinden çıkarlar. O halde lütfen akl kelimesinin de bir kökenine iner misiniz? Sözün kısası dinin nasil'lari bilimsel gelişmelerle mağlup edildi, yanlışlandı. Bundan dolayı din sadece "neden"e kaldı.

Modernist hocaları uzun zaman dinlemiş biri olarak hiçbirinden Ahzab-37. ayeti duymamıştım. Bana denk gelmemiş de olabilir ancak diğer âyetleri uzun uzun  açıklarken bunu en azından bu kadar açıkladıklarını hiç görmedim. Savaş konusu belki daha önemlidir ama onu bir şekilde ussallaştırıyorlar. Lakin Ahzab-37'nin ussallaştırılması imkanı yoktur arkadaşlar, biraz objektif yaklaşın yeter. Bu ayeti alın Tevrata koyun öyle olduğunu düşünerek okuyunuz; eminim ki şu İsrailogullarına bak hele, nasıl da tahrif etmişler kitabı diyeceksiniz en iyi ihtimal. Keza sonradan modernist bir hocanın ayetle ilgili konuşmasına denk geldim; bu kişi her konuyu evirir çevirir ama bu âyette kaldı sadece ve ne var bunda ki evlenir adam ne olacak diyebildi. Empati yapınız; evlatlığınız sizin neyinizdir? Oğlunuz. Oğlunuzun eşi neyiniz olur? Gelininiz yani kızınız! Ve gelininizi beğeniyorsunuz ve oğlunuz da ayrılıyor. Sonra gidip eski gelininizle evleniyorsunuz. Bunu yapabilir misiniz arkadaşlar? Bunu kendinize yakıştırabilir misiniz? Eminim ki hayır, o halde her şeye gücü yeten, ezeli edebi sonsuz güç sahibi bir Yaratıcının bizzat devreye girerek peygamberine böyle bir evlilik yaptırabiliyor olmasını O'na nasıl yakıştırabiliriz? Keza aynı Yaratıcı'nın peygamberinin eşleriyle gece sırasına karışmasına ve onun kimlerle evleneceğine ve benzeri konularla ilgilenmesini nasıl O'na yakıştırabiliriz? Bu âyet benim kafama dank ettiren bir ayetti. Bu nedenle üzerinde bu kadar durdum. Ama yanlış anlaşılmasın, sanki tek etken buymuş gibi anlaşılmasın; keza Kuran'dan sonra dinler tarihi ve başka dinlere dair de okumalarım oldu. Ve İslam, Musevilik özelinde olayı görmeyelim; din olgusunun kendisi, insanın anlam arayışının, yaşadığı evreni anlamaya çalışmasının, toplum olabilmesinin keza devlet organının oluşabilmesinin ve insanın korkularının ürünüdür. Şu soruya asla cevap mantıklı tutarlı bir cevap verilemez: Türkiye'de yani İslamın olduğu bir ülkede doğduğunuz için Müslüman oluyor insanlar veya Hristiyan bir memlekette doğduğu için Hristiyan... Öyle aklını kullansın da "Gerçek dini" bulsun demek kolay; siz kendi inandığınız dine objektif yani başka bir dine yaklaştığınız gibi yaklaşabiliyor musunuz ki o insanlar da kendi dinlerine bu şekilde yaklaşsınlar da size göre gerçek dini bulabilsinler! Bu noktada şunu da belirtmek gerekiyor, en katı Müslüman bile başka bir dinin kitabına veya doktrinlerine oldukça mantıklı tezlerle karşıt savlar üretir yani objektif ve rasyonel şekilde yaklaşır. Ancak söz konusu din kendi dini olunca "orada onu demek istemiyorculuk" lara veya geleneksel İslamsal söylemlere başlanılır. Zordur dinin korku duvarını ve zihinsel bariyerlerini aşabilmek, özellikle de Sünni ekolden Modernist ekole doğru kaymış bir insanın bu bariyerleri aşabilmesi direkt Sünni ekolden sorgulamaya başlayan bir insana göre kat be kat zordur. Çünkü modernist fikirlerle ussallaştırmalar getirilir dine ve bariyer sayısı fazlaca artırılır.

Dediğim gibi ben çocukluğumdan beri bu konulara daha çok felsefi düzlemde eğiliyordum. Bu nedenle ki modernistlerden de en çok dinlediklerim felsefeci modernistlerdi. Gazali'nin ekolden başlayarak İslam dünyasına yerleşen düşünce felsefenin insanın aklını karıştıran, dinden çıkmasına neden olabilecek tehlikeli bir iş olduğudur. Bu şeytanlaştırma sonucunda ülkemiz ve İslam dünyası felsefeye soğuk ve yabancıdır. Toplum binlerce senelik felsefi birikime yabancı olunca, birtakım insanlar çıkıp tarihte dine yönelik olumlu birtakım felsefi düşünceleri, Tanrı kanıtlamalarını ortaya koyunca, dinine tutarlı bir zemin arayan insanlar için bir cennet ortaya çıkmış oluyor. Haliyle de insanlar kendisi acaba başka neler var felsefeye bile demeden bu savlara sıkı sıkı sarılıyorlar. Bir nevi ABD'yi yeniden keşfediyorlar. Lakin binlerce senelik felsefe tarihinde o sıkı sıkı sarınılan savların hep karşıt savları bulunmaktadır. Yine de bunlara inanabilirsiniz ancak evrensel bir kanıt değil bunlar. Nitekim felsefenin önemi verdiği cevaplarda değil sorduğu sorularda yatar.

Dinin teknik yönünde ciddi sorunlar gören, bilimin de bu sorunlara ciddi sorunlar eklediğini gören insanlar felsefeye sarılabiliyor ve derin derin okumalar yapabiliyorlar. Bunun sonucunda da haklı olarak hiçbir şeyin kesin olduğundan emin olamayız diyerek bilimin altını oyup yani bilimin de kesin güvenilir olmadığını söyleyip; o halde her şey güvenilmezse dine inanmak mantıksız değildir veya dindeki ciddi sorunlar da birer yanılsamadır, o halde inanıyorum tarzı bir sonuca varabiliyorlar. Bunun arkasında yatan temel etken ise insanın Tanrısız ve dinsiz bir halde kalınca düşeceği boşluktan duyduğu şiddetli korkudur.

Yine bu boşluğa düşmemek için insanlar daha sıkı dine sarılabiliyorlar. Bunu yaparken Ahzab-37, Nisa-34, Tevbe suresinin savaş âyetleri, Tahrim ilk beş âyet ve daha nice, günümüz insanın hayatına va bakış açısına, düşünce dünyasına uymayacak âyetleri görmezden gelerek  ve adeta yok sayarak, daha sarılabilir âyetleri dile getirirerek onlar üzerinden kitaptaki dini hayallerindeki dine uyarlamaya çalışıyorlar. Bunu sadece Müslümanlar değil başka dindeki insanlar da yapıyorlar ve bu durumun anlatıldığı bir kitapta "Açık Büfe Hristiyanlığı" ifadesi geçmişti. Oldukça manidar bir ifade...

Bu okumalarıma ek olarak Turan Dursun, Arif Tekin gibi isimlerin kitaplarını da okudum. Başta F. Nietzsche olmak üzere birçok felsefenin kitaplarını ve felsefe tarihi üzerine okumalarım oldu. Bu noktada Ahmet Cevizci'nin Felsefe Tarihi kitabını, Ahmet Arslan'ın Antik Yunan Felsefesi serisini kesinlikle tavsiye ederim. Ahlak konusu yani nesnel ahlak Tanrısız olmaz bu nedenle Tanrı vardır kanıtlaması da meşhurdur lakin konuyu daha derinlemesine düşünürseniz "nesnel ahlak mümkün mü ki?" sorusunda kendinizi bulabilirsiniz. Ahlak-Etik Felsefesi isimli kitabını da bu konuda öneriyorum Ahmet Cevizci'nin. Ama Nietzsche yeri apayrıdır. Din özelinde düşünmeyin sadece, zaten Nietzsche dinin yanı sıra bilim ve pek çok alanı şiddetle eleştirir. Eserlerini kesin okuyun derim, insana en azından farklı bakış açısı katacak, bu bile sizin için çok faydalı olacaktır.

Sonuç olarak dinden çıktım. Hani bu benim için bir tercih de değildi. Bu hep yanlış anlaşılır, sanki bu araştırmalar sonucunda başka bir seçeneğim varmış gibi gelir. Lakin apaçık önümde duran tek bir şey vardi; Dinler insan ürünüydü! Teistik bir Tanrının olduğunu da düşünmüyorum. Deistik bir tanrı varsa da böyle bir tanrının da hayatıma bir etkisi yok, haliyle olsa da olur olmasa da.

Atatürk konusunda da çocukluğumun kahramanına ne kadar yanlış yaklaştığımı kesin şekilde anlamıştım.  Ama bu sürecin önemli bir faydası artık onu daha bilinçli şekilde seviyor ve sayıyor olmamdı. Onun hakkında bilgim ezber şeyler değil üzerine düşünülmüş ve sorgulanmış ve ona karşıt tarafı da bizzat yaşayıp gelmiş bir şekilde var oluyordu artık. Yani sancılı bir süreç sonunda her zamankinden daha çok ve daha bilinçli bir şekilde onu seviyor, sayıyor ve en önemlisi onu anlıyorum.  Lakin kısa bir süre dışında onun bir dine inandığını konuyla ilgili araştırma yaptığımdan beri düşünmedim ve düşünmüyorum. O da her dinden çıkan insan gibi başlarda inanmış olabilir ancak hayatının ilerleyen yıllarında araştırmaları ve çok sayıda okumaları, görevleri nedeniyle İslam dünyasının farklı bölgeleriyle bizzat temasları gibi nedenlerden dolayı İslamın ve de dinin ne olduğunu anlamış ve dinden çıkmıştır diye düşünüyorum. Bir Tanrıya inanıp inanmadığı noktasında net bir fikrim yok. Ancak ne olursa olsun Atatürk'ü herkes anlamaya çalışmalı ve saygı duymalıdır diye düşünüyorum. Hayatimizi ve laik Cumhuriyeti ve daha birçok şeyi ona borçluyuz.

Din insana oldukça zarar veren bir olgudur. İnsanın sağlıklı, rasyonel düşünebilmesine ket vuruyor. Empati ve öz eleştiri yetilerini köreltiyor. Ahlakı veya doğruyu salt Tanrı emrine bağladığı için, toplumları birbirlerine düşman haline getiriyor. Yine toplumları dünyada yalnızlaştırıyor, izole yaşam dikta ediyor. İnsanları çağdan kopuk ve bunlara tepkili hale getiriyor. İnsanın anlayışını ters yüz ediyor. Nasılsa ahiret var anlayışını kişinin bilinçaltına enjekte ediyor ve insanların toplumların adaleti sağlamaları için uğraş vermek için çaba göstermelerine engel olabiliyor. İnsanlara fakirliği tavsiye ediyor ve itaatkar bir zihin yapısına neden oluyor. Daha çokça zarara neden oluyor.

Ben bir nevi "işsizlikten dinden çıkmış" oldum ve sürecimi sizinle paylaşmak istedim. Okuduğunuz için teşekkür ederim.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Niçe

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

AHLAK VE DİN

Yazan: Wiseman


AHLAK VE DİN


Ahlakı anlamak için önce insanın fıtratına (doğasına, yapısına) bakmak lazım. Nedir fıtrat? Bir bakış açısına göre her varlığın nüvesi, mayası, özüdür, varoluşsal değerlerdir fıtrat. Yani o varlığın özünde nelerin olduğunu anlamak için özüne, içeriğine bakmak lazım deriz ya…

İnsan ahlakı iki temel kaynağa sahiptir.

1-İnsanlığın doğuştan gelen, vicdandan kaynaklanan fıtri bir ahlak

2- Sonradan kazandığı bir takım tutum, davranış, iyi ve güzel niteliklerin bütünü olan ahlak.

Bu iki temeldeki tek kural ise “Kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamaktır.” Sonradan kazanılan ahlak, aklın, ailenin, çevrenin toplumun, zamanın, coğrafyanın, kültürlerin üretimidir, dinlerin değil. Dinlerle gelen bir ahlak yoktur. Aksine döneminin ahlak kuralları dini metinlere de sokulmuştur. Yani ahlak zamana ve şartlara göre değişkenlik gösterir. Bu nedenle sonradan kazanılan ahlak, evrensel olmadığı gibi kaynağı da yaratıcı değildir.

İnsanın özünde fıtri ahlak dışında neler vardır? Daha insan var olmadan önce dinler ortada yokken, özünde nelerin olduğu belli idi. Nelerdir bu insanın özünde olanlar? AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ. İşte bu değerler, din ve diğer kavramlar yokken insanlığın özünde vardı. Bu değerler, dinler ile ortaya çıkmış veya dinler tarafından kazandırılmış değerler DEĞİLDİR! Bu değerler, DİNİ değerler değillerdir! Varoluşsal öz değerleridir. Bu değerler Arap ya da başka bir milliyete ait olamazlar. Tüm insanlığa ait değerlerdir. Din, insan özüne ait değildir, insan üretimidir! Dinler, insana özünde olan ve unuttuğu bu kavramları, hatırlatmak için kendisinin oluşturduğu bir düzen ve sistemdir. Yani dinleri insanoğlu kendisi oluşturmuştur. Toplum ve bireylerin inşası, biçimlendirilmesi için bir referansa, dine ve elçiye ihtiyaç olmadığı gibi ille de bir kaynak ve dayanak aranıyor ise insanlığın evrensel ve ortak olan AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ, AHLAK değerleri yeterli kaynak ve dayanaktır.

Bu özün ve değerlerin olması, bir dinin ve elçinin olması ve ya oldurulması gerektiği anlamına gelmiyor. Bunlar sadece VAROLUŞSAL ÖZE AİT DEĞERLERDİR. İlle de bir din arayışındaysanız eğer tüm insanlığın ortak değeri olan ve kabul edebilecekleri bir (AKIL, VİCDAN, ADALET, AHLAK, SEVGİ, İRADE, BİLİM) dini oluşturulmalıdır. Adı da BARIŞ DİNİ, SEVGİ DİNİ, İNSANLIK DİNİ ya da EVRENSEL DİN olsun. Bu dinin referans ve kuralları da insanın özündeki bu ilkelere dayanmalıdır.

Deniyor ki “İnsanoğlu yaratıldı ise başıboş mu bırakıldı? Kendi haline bırakılan insanoğlu kendini nasıl, neye, kime göre geliştirmeyi başaracak?’’ İnsan yaratıldı ise bile boş değil. Tüm insanlığın özünde sonsuza dek ortak değerler olan AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ, AHLAK kaynak, dayanak ve elçi olarak var, bunları kullanmak yeterli! Yani gidip de Arap’ın ya da başka bir milletteki uyanıkların bireysel fikirlerinin peşinden gitmemeli!

O yüzden Ateist de olsa, Teist de olsa her insanın özünde (rehber ve elçi olarak) AKIL, VİCDAN, ADALET, SEVGİ ve AHLAK vardır.

Diğer bir soru da "Kimin aklına, vicdanına, adaletine, sevgisine, ahlakına göre hareket edeceğiz?" Sorusudur. İnsanlığın bir kişisel Aklı, Vicdanı, Adaleti, Sevgisi, Ahlakı vardır; bir de yaşadığı toplum ve coğrafyaya uygun ortak yerel Aklı, Vicdanı, Adaleti, Sevgisi ve Ahlakı vardır. En önemlisi bunların da üzerinde ortak Evrensel Aklı, Evrensel Adaleti, Evrensel Vicdanı, Evrensel Sevgisi, Evrensel Ahlakı vardır. Bunlar insanlığın EVRENSEL ve ORTAK değerleridir. Her değerin kendi çapında kuralları, hakları, düzeni, hukuku, yaptırımı vardır. Kişisel olanlar kişisel tabanda, yerel olanlar yerel tabanda, Evrensel olanlar Evrensel tabanda hukukunu oluşturur, yaşanır ve uygulanır. Bireysel olanlar yerele, yerel olanlar Evrensele tabi olursa asla karışıklık oluşmaz.

Sadece insanın içinde bulunduğu şartlara, coğrafyaya, kültüre göre ahlaki değerler farklılık ve değişim gösterebilir. Bu kimseyi ne diğerinden üstün, ne çok ahlaklı ne de çok ahlaksız yapmaz.

Ahlakın temellendirilmesi bir …izm ile değil vicdan ile olur. Bir insanda Vicdan kaybolursa eğer adalet, sevgi ve ahlak da kaybolur. İradesini baskı ve zulümden yana kullanmaya başlar. O nedenle Ahlakın etkileşimi Akıl, Vicdan, Adalet, Sevgi, çevre ve Coğrafya iledir. Din bir kurum değildir. Din; sadece insana özünü hatırlatıp, inandığı yaratıcısı ile arasındaki bağı sağlam tutmak için, insanlar tarafından ihtiyaca göre kişisel kullanım için oluşturulmuş, bir çeşit kullanma kılavuzudur. O yüzden Aklın, Adaletin, Ahlakın, Vicdanın, Sevginin erdemleştiremediği insanı, din erdemleştiremez. Aklınız, Vicdanınız, Adaletiniz, Sevginiz, Ahlakınız yoksa eğer Dininiz hiç bir işe yaramıyor ve ne yazık ki sizi insan yapmıyor.

Kısmen evrensel olan ahlak, aynı zamanda tüm insanlığın ve şartların ortak değerini taşır. Örneğin insan öldürmek, çalmak, tecavüz etmek, adaletsiz davranmak, sevgisiz davranmak, baskı, zulüm, fikir hürriyetsizliği, fikir dayatmak gibi eylemler evrensel ahlaksızlık kabul edilir. Bazı evrensel ahlak kuralları aynı zamanda evrensel hukuka dönüşmüştür.

Evrensel ahlakın kaynağı; akıldır, vicdandır. Sonradan kazanılan ahlakın kaynağı ise coğrafyadır, şartlardır. Yani zamana ve şartlara göre değişkenlik gösterir. Bu nedenle ahlakın kaynağı ASLA yaratıcı ve dinler değildir.

Bu gün insanlık bırakın bireyseli yerel olan ortak vicdanını kaybettiği içindir ki ahlaksızlık, adaletsizlik kol geziyor. Hırsızlıklar, yolsuzluklar, bebek tecavüzleri, kadına şiddet ve öldürmeler, hukuksuzluk ve zulümler karşısında tepkisiz kalan vicdanlar, kendi vicdanına teslim olmayan insanlık baskı ve zulüm altında adaletini arayamadığı gibi sevgisini de kaybetmiş. Hem bireysel olarak hem de toplumsal olarak ahlaksızlık konusunda tepkisiz ve riyakâr davrananlar, kendi hataları ile kendi sonlarını hazırlıyorlar. Kurtuluş ise toplumun ortak aklında, vicdanında, adaletinde, sevgisinde, ahlakında ve iradesindedir.

İnsanın fıtratına en uygun yaşam tarzını ise din değil, bu saydığımız ortak değerler Akıl, Vicdan, Adalet, Sevgi, Ahlak ile şartlar, coğrafya ve hukuk belirler.

Sağlık ve Sevgi ile kalın.

DUYUSAL TANRI

Yazan: Gerçeği Arayan Adam
GAA, din, islamiyet, Duyusal tanrı, Yarattıklarına dokunamayan tanrı, Tanrı felsefesi, Cenet cehennem, İlgisiz tanrı, İnsanoğlu, İnsan ve tanrı, Ahiret, Allah var mı?,

YARATTIKLARINA DOKUNAMAYAN TANRI


Ey tanrım, sana bakıyorum, seni arıyorum. Doğduğumda kulağıma senin adın okundu, 34 yaşındayım, günde beş vakitte adın okundu minarelerden. Yıllardır sana beş vakit ve daha fazlalarıyla ibadet ettim, ne kaybettiysem senden istedim, neye ulaşmak istediysem sana müracaat ettim. Hayatımızın her yerinde ama her yerinde sen varsın. senin adının geçmediği bir saat bile yok. öyle ki Neredeyse senin yasakladığın günahlara bile senin adını anarak başlayacağız. Şaşırdığında Allah Allah... diyen, üzüldüğünde iç çekerken Allahhhh.... diyen , sevindiğinde yerinden fırlarken Allahhh... diyen. Yemeğe başlarken, her işe başlarken bismillah diyen, bir işe niyetlendiğinde biiznillah diyen , överken maşallah diyen, isterken inşallah diyen bir toplumda yaşıyoruz. İsimlerimiz Abdullah, esadullah, ubeydullah, emrullah, seyfullah...

Sanki etrafta olan her şeyin ve herkesin %49 u sensin gibi. Sanki hayatlarımızı, bedenlerimizi ve bütün her şeyi çevrelemiş gibisin. Ama öyle olmadığını sende biliyorsun değil mi? Yapma; ezel ve ebed olan sonsuz ilminle zaten her şeyi biliyorsun değil mi? Sahi hoşlanıyor musun yaşamlarımızdan? ,sana karşı duyduğumuz iki yüzlü ve sahte saygı senin takdirini kazanıyor mu?. Azap ayetlerin karşısında titreyerek sana yönelişlerimiz ve diz çöküşlerimiz, sahte ve menfaat kokan sevgilerimiz hoşuna gidiyor mu? seni tatmin edebiliyor muyuz ibadetlerimizle? Tamam tamam bize ve ibadetlerimize ihtiyacının olmadığını söyledin bunu biliyoruz, bizi eğlence için de yaratmadığını biliyoruz, bizi ne için yarattığını hala tam olarak çözemesekte ( İbadet etmek için yaratıldığımızı düşünenler burada yazıyı kapatabilirler. ) buradayız işte öylece. Lanet olası üç boyutlu bir gerçeklikte neye inanacağımızı bilmeden, gözümüzle göremediğimiz virüsler tarafından bile öldürülerek, canlıların birbirlerini canlı canlı yiyerek tükettiği muhteşem nizama sahip evreninde senin RAHMAN ve RAHİM isimlerinin gölgesinde senden gelen acı ve elemlere, bela ve musibetlere yine sana sığınarak ve rahmetinden bir parça umarak yaşıyoruz.

Bizi ne kadar sevdiğini , bize ne kadar değer verdiğini evreni bizim için yaratmandan anlıyoruz. Her ne kadar diğer hayvanlar kadar bile fiziksel dayanıklılıkta olmasak ve sadece beynimizin büyük olması nedeniyle ve kurnazlıkla hakimiyeti ele almış gibi görünsek de, evrim teorisini ısrarla reddediyor ve senin adem babamız ile Havva annemizi gökten yere tek parça ve imtihana hazır halde indirdiğine inanıyoruz. öyle olmasa , bizi sevmesen cennetten de kovmazdın babamızı, yasak elmayı da yaratmaz ve Havva'nın aklına düşürmezdin o meyveyi değil mi? Hele hele şeytanı serbest bırakıp cennetine girmesine ( Bu nasıl kovulmaksa ) izin vererek babamızı ve anamızı yanıltmasına izin vermen ve bizimkileri dünya gezegenine paket etmenden de bizi sevdiğin anlaşılıyor. Ayrıca bizimkileri paket etmesen bizim için yaratılmış gezegen boş kalacaktı nihayetinde. Burası bizim için yaratıldı nede olsa.

Kitaplarında açık ve net bir şekilde söylediğin üzere görebiliyor, ve işitebiliyorsun, çok yeteneklisin ama bir şeyleri tatmıyor ve koklamıyorsun, bu kavramları sen yaratsan da bunları yapmaman ilgimi çekmedi değil ! Doğru; acıkmıyor oluşun ve bizler gibi bir burnunun olmaması senin bunları yapmana engel oluyor gerçi. yarattıklarını tadan ve koklayan bir tanrı düşünülemez değil mi? ( Yunan tanrıları yarattıkları kadınlarla yatabiliyorlar bile ) bunlar sana yakışmayan sıfatlamalar olur. Ha birde dokunmuyorsun, çünkü kimse seni göremiyor, sana yaklaşamıyor, sen bakışıyla dağları eriten yüce tanrımızsın, Dokunmak temas etmek anlamına geleceğinden seni bir et yada bir metal vs bedene mahkum edeceğinden dokunamıyorsun da. Ama sen bizdeki duyguların en üst düzeydeki temsili olarak bizim tasavvur ettiğimiz bir varlık olamayacağına göre ( Haşa ) bizler senin duygularını ve özelliklerini minimal düzeyde temsil eden programcıkların / Yaratıkların olabiliriz ancak. o nedenle şu anda 33 adete çıktığı konusunda rivayetler bulunan duyu organlarından bir çoğunun sende bulunmaması ve bunları sana yakıştıramıyor oluşumuz bende ironi oluşturuyor. Bizden daha az duyu organın yada yöntemin olması çok kötü bence, mesele elmanın , etin, ve nikotinin tadını hiç alamayacak olmak ve sevdiğin bizlere bile dokunamayacak olmak sence de çok sıkıcı ve üzücü değil mi?

Sahi etrafıma bakıyorum da senin kuralların, özelliklerin ve isimlerin kadar çok değişen başka bir kavram bulamıyorum. Herkes keyfine göre sana şekil veriyor, bazı kitapları sana atfediyorlar ( Hepsi birbirini yalancılıkla suçladığı için mutlaka biri dışında diğerlerinin senin olmaması gerekiyor ), sana isimler ( Allah'ın isimleri ) veriyorlar, bazıları bu isimlerden bazılarının isim değilde senin sıfatın olduğunu söylüyor. Kimileri senin her yerde olduğunu, kimileri de sadece gökte olduğunu söylüyor, ilmin ve bilginle ilgili bile kavram ve kafa karışıklığı devam ediyor bir kısım zevat haşa ! senin geleceği bilmediğini söylerken bir kısmı ise ilminin sonsuz olduğunu ve her şeyi zaten bildiğini söylüyorlar ( Bunu bile ). senin özelliklerin kadar hızlı değişen, birbiriyle çelişen ve çeşitli başka bir kavram var mı bilemiyorum gerçekten. Bize ( insanlığa ) bir dur demelisin bence. Kameralar karşısında senin gibi yüce bir varlık hakkında ileri geri konuşuyorlar. Klavye kahramanları var iki kelimeyi bir araya getirip konuşamayan , senin hakkında hakaret vari şeyler yazıyorlar. üstelik bunlar senin kozmosunda, senin galaksinde, senin güneşinin etrafındaki dünyada oluyor, üstelik bu kişileri sen razzak isminle rızıklandırıyorsun, etleri kemikleri bile senin. Bu küstahlığa bir dur demelisin tanrım.

Bu olanlara eğer indirdiğin dinlerle dur dediğini ve bizlere müdahale ettiğini söylersen maalesef kitaplarını koruyamayacak kadar beceriksiz olduğumuzu yada art niyetle tahrif ettiğimizi hatırlatmak isterim. Bu arada bizimle son konuşmandan bu yana 1400 yıl geçmiş olduğunu hatırlatır ve fil zekasına sahip olmadığımızı, unutkan ve savurgan varlıklar olduğumuzu ve kendini unutturman yada yeteri kadar açıklamamış olman nedeniyle yeniden çizmek zorunda kaldığımızı hatırlatırım. bizi arada konuşup ( en az 600 yıl gibi uzun bir ara ) sonra ortadan kaybolarak ( hiç görünmediğini hatırlatırım ) yönetebileceğin varlıklar olarak algılamış olman bir yanılgı bence. sence de öyle değil mi ? bir baksana dünyaya ne haldeyiz. senden yüzlerce ürettik . Ben bir yaratılmış olarak bunun yanılgı olduğunu çözmüşsem yaratan olarak senin bu hatayı yapmış olmanın paradoksunu sana havale etmeden kendim çözeceğim, zira sana güvenmemeye başlıyorum. Bizi yaratacak kadar kabiliyetli olman ama Her gönderdiğin dinini tahrif edip peygamberlerini ya testere ile kesip ya da çarmıha germemize, en iyi ihtimalle onları reddederek yalnız bırakmamıza rağmen üst üste 124000 peygamber göndermiş olmanın çelişkisini kendime bile açıklayamıyorum. Olmuyorsa olmuyordur değil mi? Ne yöntem değiştirdin, nede iletişim şeklini. Neredeyse bu ulu peygamberlerin senin adına yalan söylediğine kanaat edeceğim.

Korktuğumda kime sığınmak istediğimi düşündüm; elbette korktuğum her şeyden daha güçlü ve beni koruyacak olana, Bir şeyleri başaramadığımda benden çok daha güçlü ve yetenekli biri olsun istedim bir şeyler isteyebileceğim. Çalışarak kazanamadıklarımı birinden istesem ve bana verse ne güzel olurdu. üstelik zaten benim olanları da o vermişti. Gök yüzüne baktım, dünyaya baktım her şey çok güzel ve sistemliydi, muhteşem nizam ve düzen vardı. kaosu ancak biri bitirmiş olmalıydı. her şeyi biri yapmış olmalıydı, yoksa nasıl olabilirdi ki? Bu her şeyi yapan tek kişi olmalıydı, yoksa yine kaos çıkar ve kavga ederlerdi, biz öyle yapıyorduk çünkü. yunan tanrıları falan da kavga ettiğine göre tanrılarda kavga edebilirlerdi, güç yarışı falan olabilirdi aralarında. Engelleyemediğim ve içimi titreten , beni yaralayan ve öldüren doğa olaylarını Elbette bu büyük hadiseleri yapabilecek kadar güçlü biri yapabilirdi. Zira ben yapmadan yemek pişmiyorsa, ben yorulmadan ürünler toplanmıyorsa, o halde bu olayları da biri yapmalıydı

Var olmalıydı o , çünkü yok olması kötüydü, olması olmamasından iyiydi, olmayan şeyin bize faydası yoktu. hayatımızda bazı şeyler var oluyorlardı ama sonra yok oluyorlardı, üzülüyorduk ,en iyisi hiç yok olmayan bir şey olmalıydı, yoksa yaratamazdı her zaman. o da yok olurdu yoksa. o nedenle ölümsüz ve çok güçlü biri olmak zorundaydı, her şeyi o yapmış olmalıydı. seni bulmamız ve şekillendirmemiz biraz zaman aldı

Düşündüm de hep eksikliklerimizden ve ihtiyaçlarımızdan türetilmiş bir tanrıya inandığımızı keşfettim. Mesela zaten her şeyi yapabilseydim senden hiçbir şey istemezdim. Her şeyim olsaydı sana muhtaç olmazdım değil mi? Ölmeseydim de diz çöküp senden ölümsüzlük dilenmezdim değil mi? Tıpkı Bizi cehennemle tehdit edip cezalandıracağını söylemediğinde ve Cennetteki rüşvet tekliflerini bize sunmadığında sana ibadet etmeyeceğimiz gibi. Ne zor tanrı olmak, vermeden almak sana bile mahsus değilmiş bunu anladık. Her şeyin senin olmasına ( Mülk Allah'ındır ) rağmen tehdit etmeden yada rüşvet teklif etmeden sevilememek ne acı. Sırf seni sen olduğun için beklentisiz ( Fenafillah ) seven bulamamak ne kötü. Cennet karşılığında canlarımızı ve mallarımızı satın aldığını vaaz etmen, ama karşılıksız alamaman ne kötü ! Üstelik zaten seninken...

Sahi gerçekten var mısın, orada mısın, Tanrım seni arıyorum, sana hiç düşünmeden koyun misali ibadet eden ve onlarca ayrı dine mensup soru sarma organları körelmiş ruhların arasından sıyrıldım ve çıktım. Onlara göre kafir oldum, olmazdı, öyle sorular sordum ki imanım elden gitmişti. ama bence sen kızmadın bana. Onların yalancı tanrıları ise deliye döndü aslında tanrı olmadıklarını keşfettiğim için. Muhtemelen kulları akıllarını çelmeyeyim diye benimle konuşmayacaklar. Seni bilimle, fenle, felsefeyle arıyorum. sana ait olduğu söylenen kitapları okuyorum sana yakıştıramıyorum, Ne sana zalimliği ve beceriksizliği yakıştırabildim nede peygamberine pedofiliyi, ayrıca rüşvet tekliflerini alenen yaparak bizden mallarımızı ve canlarımızı isteyip durman beni iyice soğuttu. Sahi senin katında dünya paraları geçiyor mu ki? Yoksa seni bahane edip , senin adına seni kullananlar bizden para istiyor olmasın. O paralar senin yolunda harcanmıyor olmasın yoksa?

Bize kaldıramayacağımız yük yüklemez, bizi algılayamadığız şeylerle imtihan etmezsin değil mi? Sana dokunamıyoruz, Seni göremiyoruz, Sesini işitemiyoruz, Kokun yok, Tadını bilmiyoruz.... Tanrım Bizimle hiç konuşmadın ki, en son ciddiye alınacak birilerinin seninle konuştuğunu söylemesinin üzerinden 1400 yıl geçti. Bulunan insan kemikleri 300.000 yıl yaşındayken Tevratın insanlık tarihi limiti 6000 yılda kaldı. Bizi seni bulamamakla, sana inanmamakla, seni kabullenmemekle imtihan etmen mümkün değil. zira duyularımıza hitap etmiyorsun. Varsan da bizim tarafımızdan bulunmak senin için çok önemli olmayabilir. bizimle hiç ilgilenmiyor da olabilirsin.

Biz kulların bir yer ve bir zaman olmadan bir ŞEY hayal edemiyoruz. zamana ve mekana bağlıyız, üst üste binen plank zamanları içerisinde ileri yönlü hareket ediyoruz ve kütlesi olan bir evrende yaşıyoruz. Ona dokunuyoruz ve var olduğunu anlıyoruz. Ayaklarımızın basmadığı bir yer bizim için yok hükmünde, dokunamadıklarımız da öyle. Varlık aleminde bir şeyin var olduğunu iddia edeceğimiz ZAMAN onu ne ZAMAN gördüğümüzü, ve ona ne ZAMAN dokunduğumuzu söylememiz gerekiyor, ZAMAN vermeden ve ZAMANını bilmeden bir şeyi kabul edemiyoruz, evrenimiz bile o nedenle Yükseklik, genişlik, derinlik ve birde ZAMAN boyutundan oluşuyor.

Ama sen zamandan ve mekandan münezzehsin, dokunulamayan, kütlesiz, zamansız,mekansız,öncesiz,sonrasız bir varlıksın. Aslında sen zaten denetim ve tespit alanımızdan çok uzaklardasın, ne ispatlanabilir nede yalanlanabilirsin, kendi kendini çürüten tezlerle, içine çöken varsayımlarla dolusun,

Her şeyi yoktan var etmenle aslında her şeyin yoktan var olabileceğini ispatlayansın, Zamansız ve mekansız olman gerekirken sirius yıldızında oturan / arşına ( sekiz melek tarafından tutulan , su üzerinde olan ve etrafı koruyucu meleklerle çevrili, tanrının yaratmış olduğu alemi izlediği ve denetlediği kutsal mekan ) kurulan bir Tanrısın. bunların ancak zaman ve mekan kavramları içinde gerçekleşebileceğini biliyorsun değil mi? Her şeyi yaratabilen ve yarattıklarına verdiği kadar bile duyu organı olmayansın, tadamayan, koklayamayan, dokunamayansın.

Senin kutsal yazıtlarda anlatıldığı gibi bencil ,egoist, kibirli ve aynı zamanda da beceriksiz olamayacağını anlamaya ve anlatmaya ciddi zaman harcıyorum , Ama beni diğer olmayan tanrılara inanan ve o tanrılara artık inanmıyorum diye beni kafir ilan eden mümin kullarınla bir tutarsan bozuşuruz. Hele aşağı tutarsan külahları değişiriz, Bana, seni aradığım yoldaki hatalarım nedeniyle kızarsan bu sana yakışmaz. Zaten Senin benimle bile ilgilendiğini zannetmiyorum, bizimle hiç ilgilenmedin, varlığımızdan haberin varsa eğer bize gülüyor olabilirsin. Ama eğer gerçekse mahkeme-i kübrada artık bizi öyle kem küm ile kandırıp, biraz yüksek sesle kızıp cehennme gönderemeyeceksin, adem ile havva değiliz artık. Bizim yeteri kadar evrimleşmemize ve gelişmemize izin verdiğin için senin bile cevap veremeyeceğin sorularla dolu olarak geleceğiz, İsimlerindeki ve sıfatlarındaki çelişkilerden başlayıp, duyusuz ve yeteneksiz oluşuna, oradan duygusuz ve sosyopat oluşuna , bütün kötülüğü aslında senin yaratmış oluşuna, zalimliğine değinecek ve seni bütün o yarattığın alemdeki diğer melekler ve bilinçli varlıklar huzurunda rezil edeceğiz. Kimsenin duymasına gerek yok, bizi yok etsen bile fark etmez, biz artık biliyoruz, biz biliyorsak evren artık biliyor demektir, o nedenle bence bizim canımızı acıtmayı düşünme, hele bunu sonsuza kadar yapmayı hiç aklından geçirme. Tanrım bu nasıl bir duygu, Senin içi boş bir balondan ibaret olduğunu artık öğrenen sümüklü, isyankar, küstah, ( tıpkı senin gibi ) yaratıklara sahip olmak. Artık çıplak olduğunu haykırıyor herkes, deli gibi çalışıyoruz, dini okullarda değil ama laboratuvarlarda. Gerçek seni bulma yolunda.

Tamam tamam aslında amacımız seni bulmak değil, bu kusurlu sistemi nasıl tasarladın ve nasıl düzeltebiliriz diye bakınıyoruz öyle. Bizi çabuk ölen ve kısacık bir zaman aralığında hayatta kalabilen bir varlık olarak tasarladığın için kendimizi zaman ve mekan sarmallarının dışına nasıl taşıyacağımızla ilgili küçük araştırmalar yapıyor ve Bilincimizi ( Ruh ) bu çabuk yorulan, hastalanan ve ölen kusurlu et bedenden nasıl ayırırız diye araştırıyoruz. Zaman kazanmaya ve Higgs bozonunu bulmaya çalışıyor ve bu yoktan var etme sihirbazlığını nasıl yaptığını anlamaya çalışıyoruz. Başarırsak belki soyumuza çektirdiğin bütün acıları ve zulümleri bir kenara bırakır, seni affeder ve kendi varlık sistemimizi kurabiliriz . Başaramazsak ve bizim soyumuza yeterli süreyi tanımadan kıyameti kopartacak ve mahkeme-i kübrayı toplayacak olursan seni bitiririz. Bir kere cehennemde yanan kullarının '' keşke toprak olsaydık '' diyeceklerini ama olamayacaklarını, onları sonsuza ( ebedi ) kadar yakacağını söylediğin için bizim ölümsüz olduğumuz gerçeğini ağzından kaçırmış bulunuyorsun, ah evet artık kendi içine çöken sisteminin tadını çıkarmalısın. Cehennemde sonsuza kadar bütün varlık alemine ve sana sonsuz kez üzeri sonsuz kadar lanet eden, küfür eden, senden nefret eden, toprak olmayı, yok olmayı isteyen, seni ve evrenini istemeyen , her şeyden seni sorumlu tutan, bencil ,egoist, zalim, kibirli, iki yüzlü, beceriksiz olduğunu haykıran milyarlarca insan kulların olacak.... bu çığlıkları sonsuza kadar dinleyecek olmak nasıl bir duygu, ne kazanacaksın bu işten, ne yapacaksın cehennemlik kullarınla sonsuza kadar, sahi şimdi yarattın, imtihan ettin ve sistemi topladın, bizi seni hissedemediğimiz ve sana inanmadığımızı için sonsuza kadar yakıyorsun. Aaaaaaa..... Ahhhh..... Aaaaaaa, vs. vs. vs... Kazanın başına gelip gelip gidiyorsun, bir gün iki gün üç gün, bir yıl, bin yıl, bir milyon yıl, bir trilyon tanrı yılı, ....... bitmiyor, bitmiyor, bitmiyor... Çığlıklar ve çığlıklar... bitmiyorlar. Zebaniler ilk isyan eden gurup olabilir, Melekler bile tanrım artık yeter, durdur şu vahşeti diyebilirler, Cennetlik kulların bile pedofiliye bir ara verip onlara verdiğin göğüsleri yeni tomurcuklanmış bakire hurilerin üzerinden kalkıp , bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlıların ( oğlan ! ) tuttukları şarap kadehinden bir yudum aldıktan sonra artık bu çığlıklar eşliğinde güzel sevişemiyoruz , yeteeerrrrr diye isyan edebilirler, yada senin kadar zalim değillerse bize merhamet edebilirler.

Kendine dikkat etmelisin, bize kabir meleklerini göndermeden önce bir daha düşün bence, İlk soru olan ''Rabbin kim?'' sorusuna öyle cevaplar veririz ki, özgür iradeye sahip olmayan ve kalpleri hep iyiliği emreden meleklerin bile kafir olabilirler ! Ah tanrım seni hep en son kitabınla eleştirdiğimin farkındayım, aslında bu kitabı senin göndermediğini biliyorum ama 32 yılımı bu kitapta yazan ve olmayan bir tanrıya ibadet ederek geçirdim, etrafım bu insanlarla dolu, kızgınım kendime ve her şeye , zaten sen herşeyi biliyorsun ama onlarda belki anlarlar diye bu minvalde gidiyorum, Avrupa'da olsam İncil üzerinden, İsrail'de olsam Tevrat üzerinden giderdim.

Haşa seni yargılamam , Seni kötülemem, saygısızlık bile yapmam, seni sevmem bile, sana tapmam,sana minnet duymam, itaat de etmem isyan da... Zira yoksun ortada, duyu organlarıma hitap etmiyorsun, ben senin için yok hükmündeysem, seni bulma eylemim senin için değersizse , acılarım ve ölümüm önemsizse sende benim için önemsizsin. Ha varsın ha yoksun, bir varsın bir yoksun, kah varsın kah yoksun, belki varsın belki yoksun, bir ihtimal olabilirsin, şöyle de olabilirsin, böylede olabilirsin, sonlu da olabilirsin sonsuz da olabilirsin, bizimle konuşuyor olabilirsin konuşmuyor yada hiç konuşmamış da olabilirsin, en kötüsü hiç ama hiç konuşmayacak da olabilirsin, bizi gerizekalı buluyor olabilirsin, senin için bir pire, asalak bir yaşam formu olabiliriz, esfel-i safilin de olabiliriz, eşreful halikin de olabiliriz, senin kulların / yaratıkların da olmayabiliriz, kullarının kullarının kullarının bilgisayar ortamında geliştirdiği bir Yaratma oyununda bir bit'lik değerimiz olabilir, smilasyon olabiliriz, gelişmiş bir uygarlığın başarısız bir tanrıcılık ve yaratma eyleminin sonucu bile olabiliriz, hasılı o kadar çok ihtimal var ki seninle ilgili, ben değilde senin seçmeni istiyorum artık. Kararını vermeli ve ne olduğunu söylemelisin. en kötü karar bile kararsızlıktan iyidir, kurtar kendini şu belirsizlikten, yapma sen tanrısın dostum lütfen bizi bu kadar seçenek arasında bırakma, kararını ver ve gel, söz veriyorum bu küstah cümleleri bir daha kullanmam ve özür dilerim senden, ama sıkıldım artık ben gidiyorum. Hesap sormaya hakkın olmadığı için de sana bile haber vermeden.....

SEMAVİ DİNDEN ÇIKMA HİKAYEM



SEMAVİ DİNDEN ÇIKMA HİKAYEM
(File0zof Takma Adlı Takipçimin Dinden Çıkış Hikayesi)

Merhaba Din ve Mitoloji ailesi!
Sorgulayanlara gönülden teşekkür ediyorum! Bu yazımda nasıl bir süreç geçirdiğimi bana mantıksız gelen şeyleri  kanıtlarıyla beraber anlatacağım.
16 yas ve üzeri olanlar bilir. Eski dönemlerde yaz ve kış kursuna gitmek için okula da gitmek lazımdı. Ben de okula gitmiyordum o yıllarda. Bu yüzden kaydolmadan misafir gibi gidiyordum. 5 yaşında elif-ba ya başladım ve 6 yaşında Kur'an'a geçtim, 7 yaşında hatmettim. Birçok kişiye ders verdim, Kur'an'a geçirdim. Hadi ulan oradan diyeceksiniz ama 9 yaşında müezzinlik yapmaya başladım ve evet tamı tamına 5 yıl yaptım. İnanabiliyor musunuz? Cuma namazında  müezzinlik yaptım. Açıkçası hoşuma gitmiyor değildi. Sesim de fena değildi hani. Aşır okuyup ilahiler okuyup bağırdığım zamanlardı o zamanlar.

Yurtlardan bahsetmeye  lüzum görmediğimden direk işe asıl merkezinden yani bağlı olduğu tarikatten gireyim. Bu adamlar elindeki ipi Allah'ın ipi zanneden kimseler galiba. Bununla millete tövbe veriyorlar. Küçükken bu tarikatın bizzat içindeydim. Kadınlar bu tarikatın liderini 10 saniyeliğine görmek için öğle ezanından bir kaç saat önce işi gücü bırakıp orada oturuyorlardı. Hele o adam geçerken bir bakış atıyordu -ki buna nazar diyorlar- bayılanından tut ağlayanına kadar vardı. Hiç unutmam tuvalete o kalabalığın arasından zar zor gitmiştim sevgi koyayım. Bir de 20 liralık kazık yemiştim ki hiç unutamıyorum. İki tane Çin malı oyuncağa 20 Tl vermiştim oradayken. Hala daha saklarım bu oyuncakları.

Gelelim Kur'anda ki çelişkilere. Bunu 5 temel halinde sıralayayım.

1- Fatiha suresi (Özne karmaşıklığı)
Daha başlamadan bitiyor be abi. Allah kendine mi hamd ediyor? Eğer bunu iletenin Cebrail olduğunu varsayarsak bu bakara suresinin 87. ayetiyle çelişir.

Bakara 87: Biz Mûsâ’ya kitap verdik. Ondan sonra peş peşe peygamberler gönderdik. Meryem’in oğlu Îsâ’ya da mûcizeler, açık deliller verdik ve onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrâil) ile destekledik. Demek size her ne zaman bir peygamber gelip de nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirirse kafa tutacak, onların kimine yalancı deyip kimini öldüreceksiniz ha!”

Cebrail kendini desteklettiğini söyleyemez.
Bu varsayım da çürüdü. Ee ne kaldı geriye? Muhammed mi? Bu da imkansız. Çünkü bunu kabul ederseniz küfre girersiniz. Bunun gibi birçok ayet edebiyattan yoksun bir kitabı işaret eder.

2-Şems 1-2 (Bilimle çelişki)
Güneşe ve onun parıltısına andolsun
Onu izlediğinde aya andolsun.

Bunu din öğretmenlerinize değilde coğrafya öğretmenlerinize sorun. Bakalım ne cevap verecekler...
Bir de tesadüfen diyanet radyosunda şöyle duydum.
Güneş ışığını aya veriyor. Ayın bu yönüyle güneşe uyduğu söyleniyor. Kafaya bakar mısınız? 'Telehe'
(ikinci ve üçüncü e bir elif miktarı uzatılarak söylenir kolaylık olsun diye yaptım :) ) izlemek manasına gelirken böyle bir yorumu çıkarmak için taklalar atmak gerekir.

(Evrensel değil kişiseldir!)
3- Herhalde halktan birine sorsak evrensel bir kitapta kişisel hususlara değinir mi diye bize hayır cevabını verir. Tahrim 1-5 Ahzab 50-51 hiçbir evrensel kitapta yazmaz. Bana bir faydası yoksa banane kim kiminle evlenir evlenemez!
Birde Tahrim suresindeki tehditler var tabii. İşte Cebrail melekler Allah ve mümin kullar peygambere arka çıkar falan filan...

(Bu ilah her şeyi önceden bilemiyor!)
4-)Enfal 65-66
Bir Tanrı düşünün her şeyi önceden biliyor!
Hatasız ve kusursuz. Herkesin ne eksiği olduğunu önceden biliyor. Haydi Enfal suresi 65. ve  66. ayete  bakalım:
65:Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et! Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa inkâr edenlerden iki yüz kişiyi yener, sizden yüz kişi olursa bin kişiyi yener; çünkü onlar yaptıklarının bilincinde olmayan bir topluluktur.
66:Allah sizde bir zayıflık olduğunu bildi de şu andan itibaren yükünüzü hafifletti. Artık sizden sabırlı yüz kişi olursa Allah’ın izniyle iki yüz kişiyi yener, sizden bin kişi olursa iki bin kişiyi yener. Allah sabredenlerle beraberdir.

Haydi buyurun bakalım. Her şeyi önceden bilen Allah nasıl olur da aynı kitapta farklı oranlar koyuyor? Önceden her şeyi bilemiyor mu? Ya da bunu yazan bir insan mı?

(Benzetme var mı yok mu?)
5- Müteşabih ayetler apaçık ayetler mi?
Bazı modernist İslamcıların orada öyle demek istemiyor aslında dediğini ara sıra duyuyorum.
Bu ayeti gösteriyorlar:
Ali İmran-7: Sana kitabı indiren O’dur. Onun (Kur’an) bir kısım âyetleri muhkemdir, ki bunlar kitabın esasıdır; diğerleri ise müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve onu (kişisel arzularına göre) te’vil etmek için ondaki müteşâbihlerin peşine düşerler. Halbuki onun te’vilini ancak Allah bilir; bir de ilimde yüksek pâyeye erişenler. Derler ki: Ona inandık, hepsi rabbimiz katındandır. (Bu inceliği) yalnız aklıselim sahipleri düşünüp anlar.

Peki bununda bir çelişkisi yok mu? Elbette var!

Hac-16: İşte böylece Kuran'ı apaçık ayetler olarak indirdik. Allah, şüphesiz, dilediğini doğru yola eriştirir.

Apaçık olan şeylerin müteşabih yani benzetme olması imkansızdır! İnanmaz iseniz bunu din öğretmenlerinize değil de Türkçe öğretmeninize "Benzetmeler apaçık olur mu?" diye sorun.

Buna benzer biyolojiyle, tarihle, kısacası mantıklı her şey ile çelişen birçok ayet mevcut. Yeter ki bir kere şu huri sevdasından vazgeçip olmayan ateşten korkmayın. İşte sevgili kardeşlerim benimde en temel sebeplerim bunlardı. Herkesin aksine bu süreç neredeyse birdenbire oldu. Yani önce yavaş yavaş yaklaştı ve birdenbire patladı. Tabi ki şu anda bir boşluk içerisine girdim. Kendi kendime soruyorum ve duvar kenarında ağlıyorum. Bunca geçirdiğim yıllar koca bir yalan mıydı? Ve cevap her sorduğumda yüzüme tokat gibi çarpıyor! Evet!!!

Fakat ben günden güne o tokada karşılık veriyorum. Nasıl mı? Haksızlığa uğradığımda arkadaşıma hakkımı helal etmiyorum diyorum ve mesele kolayca halloluyor. Hemen yaptığı haksızlıktan vazgeçiyor. Sınav esnasında okunmuş çubuk kıraker dağıtarak arkadaşlarım arasında manevi bir değer kazanıyorum. Ne güzel intikam değil mi? Yıllarca çaldığı zamanımı sağlığımı aynı şekilde iade ediyorum. Ve evet bunu benden başka kimse bilmiyor etrafımda. Belki olgun bir ortam oluşana kadar saklarım ya da güvendiğim kişilere açıklarım. Fakat en büyük isteğim milletimin aydınlanması uyanması yönünde.
İşte siz bütün bunları dinlerken ben ne kulaklarınızı ağırlaştırdım ne de gözlerinize perde çektim!

SİZDEN GELENLER | Yazan: File0zof

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

BUNLAR ATEİİİSST!

Yazan: Wiseman


BUNLAR ATEİİİSST!


İletişimde önemli olan aynı dili kullanmaktır. Aynı dili kullanmak demek; sözü söyleyenin söylediği anlam ile sözü işitenin anladığı anlamın aynı olması demektir ki anlaşabilsinler. Bundan önemlisi de kavramların, kelimelerin anlamlarının doğru biliniyor olması gerekir. Sonrasında anlaşmak kolay.

Yapılan yorumlarda çoğu zaman Ateist ve Ateizm kavramının bazı kişilerce anlaşılmadığı ya da yanlış anlaşıldığı ortada.

Ateist denince, Teistlerce ilk akla gelen anlamlar “Allahsız, peygamber tanımaz, kitapsız, kâfir, katli vacip, pislik, insan değil, önüne gelenle yatar vs.” dir.

Ateist ve Ateizmin ne olduğunu anlamak için öncelikle Teizm kavramının ne olduğunu doğru anlamak gerek. Çünkü Ateizmi doğuran Teizmdir.

Teizm: Semavi ve ya ilahi denilen, tek tanrılı dinlerin, peygamber ve kutsal kitaplar ile temsil edildiği tek tanrıcılık kavramıdır. Teistler (Teizme inanlara da Teist denir) tek bir tanrı kavramına inanırlar. Tanrının peygamberler gönderdiğine ve o peygamberlerle birlikte din ve kutsal kitap gönderildiğine inanırlar. Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık bu kapsamdadır. Ateizm ve Ateist diye bir kavram ortada yokken, Teizm ve Teist kavramları anlamsal ve uygulama olarak vardı.

Ateizm ve Ateist kavramları ise Teistlerin kendi inançlarını başkalarına anlatırken, tebliğ ederken, dayatırken, kendilerine soru soran kişileri ikna edemeyip inançlarını, dinlerini, peygamberlerini ve kitaplarını kabul ettiremedikleri kişilere, “bunlar Allahsız, peygambersiz, kitapsız, dinsiz” anlamında A-Teist demişlerdir. (A olumsuzluk ekidir. Yani Teist (dini) olmayan.)

Ateistler, Teistlerin kendilerini ikna için öne sürdükleri, fikirleri, düşünceleri, önerileri AKIL, BİLİM, VİCDAN VE AHLAK süzgecinden geçirerek soru sorarlar ve akli, ikna edici cevaplar isterler. Teistler ise Ateistlere ikna edici Akli ve bilimsel cevap veremedikleri için Ateistler de Teistlerin fikirlerine katılmadıklarını söylerler. Yani Tanrı, Peygamber, Kutsal Kitap ve Din kavramlarını Ateistler değil Teistler ortaya atmıştır. Haliyle fikirlerini ispat etmek de, Ateistleri ikna etmek de Teistlerin görevidir.

Yani anlayacağınız Ateizm bir din değildir. Bir düşünce değildir. Bir akım değildir. Bir moda değildir. Sadece Teistlerin, İKNA EDEMEDEMEYİP DAMGALADIKLARI, akıllarını, vicdanlarını, bilimi kullanan, düşünen ve sorgulayan insanlardır.

Teistler sanıyorlar ki; Ateistler, Teistlerin kitaplarını okumadılar. Hayır kardeşim, inan bana senden daha çok okudular. Sadece senin inandığın dinin değil bütün kutsal denilen kitapları okudular. Hadisleri, Talmutları okudular. Dinler tarihini okudular. Ama Teistler gibi körü körüne inanmadılar. Çünkü akıllarına yatmadı. Öne sürdüğünüz kitaplarda, fikirlerde, kişilerin sözlerinde akılla, vicdanla, bilimle uyuşmayan birçok çelişkiler ve akıldışı olaylar gördüler. Sizlere sordular ama cevep verip ikna edemediniz. Sizler de ikna edemeyince ne dediniz? “Bunlar ATEİİSST! Bunlar kâfiiir! Bunlar dinsiiiz! Bunlar pisliiik! Bunlar cahiiil! Bunların katli vaciiip!” Ateistlerin sorularına ikna edici, akılcıl cevap veremeyince şiddete başvurdunuz. Fikirle değil köfürle konuşmaya başladınız. İnandığınız kitabın gerçek karakteri ile davrandınız. Maskeniz düştü şeytanlaştınız.

Ateist durduk yerde ateist olmadı. Sizler yaptınız!

Soru soran ve cevap veremediğiniz Ateistlere ne yaptınız? Sosyal medyada alay ve hakaret edip saldırdınız, “inanmıyorsan saygı duy” diyerek küfrettiniz, hedef gösterdiniz. Gerçek hayatta ise dövdünüz, yaktınız ve öldürdünüz. Ne uğruna? Benim gibi düşünüp, benim gibi inanmıyor diye! Kim için? “Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın” diyen, “kafirleri bulduğunuz yerde öldürün” diyen görmediğiniz, duymadığınız, varlığını ispatlayamadığınız Allah’ınız, peygamberiniz ve dininiz uğruna!

Ateistlerin sorularına akıl, bilim, vicdan, ahlak çerçevesinde ikna edici cevap veremiyorsanız, sorunu Ateistlerde değil kendinizde ve inancınızda arayın. Cevap veriyorum diye ha bire Kur’an’dan ayetler gönderiyorsunuz. Kardeşim adam senin kitabını akli bulmuyor ki, bilimsel bulmuyor ki, ahlaki bulmuyor ki senin kitaptan verdiğin örneğe ayete inansın! Sorun zaten senin kitabında! Sorun zaten senin Peygamberinde. Sorun senin dininde. Sorun senin Allah inancında. Sen bu kavramları akılla, bilimle, kendi cümlelerinle ispat et, ikna et sorun ortadan kalkar zaten. Hakaret etmekle, küfretmekle, yakmakla, dövüp öldürmekle ne elde edeceksin? Sevap mı? Senin inandığın sözde Allah’ın bile kendisine inanmayana yaşam hakkı verirken, rızık verirken, sen kim oluyorsun da hakaret ediyor, dövüyor ve öldürüyorsun?

Üstelik siz Teistler (Musevi, Hristiyan ve Müslümanlar) bırakın kendi dinleriniz arasında anlaşmayı, Müslümanlar bile kendi aranızda anlaşamadınız. Mezheplere, Tarikatlara, Cemaatlere bölündünüz. Kendi tarikatınızdan, Şeyhinizden olmayanı bile kâfir ilan ettiniz. Cenneti tapulu malınız, Cehennemi kendiniz dışındakilere, kendi ailenizden inanmayanlara bile müstehak gördünüz. Müslüman Müslümanı, evlat babayı, kardeş kardeşi öldürüyor! Sonra da kalkmış gel bizim gibi inan diyorsunuz! Hangi akılla? “Dinimiz akıl değil teslimiyet dinidir, aklı kenara koymadan iman etmiş olamazsınız” diyen akılla mı?

Müslümana, anlamak ve öğrenmek için birkaç soru, ayet ve hadis ortaya koyup cevap bekliyoruz. Cevap veremeyince “O hadis yalandır, uydurmadır, sahih değildir.” diyor. Ayet veriyoruz. “Orada öyle demek istememiştir, yanlış çeviridir, ayeti cımbızlamışsın, ayetin önüne ve sonuna bak” deyip eğip bükmeye başlıyorsunuz.

Anladık ki, Müslüman sayısınca İslam var ortada. Herkes kendi inandığı ve işine gelen İslam’ı yaşıyor ve savunuyor.

Ateistlere taş atmadan önce dönün bir kendinize bakın, öz eleştiri yapın. İnancını, akıl ve fikirle ikna edip kabul ettiremiyorsan zaten o inanç sakat demektir.

BİR DİNİN ÇOK TANRISININ OLMASI NE KADAR SAÇMA İSE, BİR TANRININ BİRDEN ÇOK DİNİNİN, PEYGAMBERİNİN VE KİTABININ OLMASI DA O KADAR SAÇMAYKEN, BİR DİNİN DÖRT MEZHEBİ, YÜZLERCE TARİKATI, CEMAATİ OLMASI DA O KADAR SAÇMADIR!

Ateistlerin, Agnostiklerin, Deistlerin kişiliklerini değil, FİKİRLERİNİ ELEŞTİRİN!
Sağlık Sevgi ve bilimle kalın.

İNANÇ VE DİN

Yazan: Wiseman


İNANÇ VE DİN


‘’Din ya da İnanç, Yaratıcı ile yaratılan arasındadır.’’ derler.
Bu söz gerçek midir? Teoride evet ya uygulamada? Gelin beraber inceleyip sorgulayalım.

Aşağıda ifade edeceğim konular Yaratıcı'nın varlığı ya da yokluğu ile ilgili olmayıp, Yaratıcı'nın varlığını kabul eden kişiler için dikkate alınması gereken konulardır. Din denildiğinde kastedilen belli bir din değil yeryüzündeki tüm dinlerdir.

Öncelikle İnanç ile Dinin farklı kavramlar olduğunu, olması gerektiğini görmeliyiz.

İnancı, yaratıcı ve yaratılışsal anlamda ele alacak olursak, öncelikle sözlük anlamına bakalım; "Bir düşünceye çok sağlam bir biçimde, içten gönülden bağlı bulunma, güvenle doğru sayma, sanma, inanma" demektir. Dikkat ederseniz bu tanıma göre inanç, DÜŞÜNCE BAZINDADIR, BİREYSELDİR, ZANNA DAYANIR ve SOYUT KAVRAMLAR İÇİN GEÇERLİDİR. Yani İnanç, BİLİNMEYENİ YORUMLAMAKTIR.

Şu anki Dünya nüfusu yaklaşık 7,8 milyar, bu nüfusun 6 milyarı bir yaratıcının varlığına inanıyor. Şu ana kadar gelmiş geçmiş tüm insanlar da yaklaşık 110 milyardır. Gelmiş geçmiş tüm insanların bir “Yaratıcı'ya’’ inandığını, inanma ihtiyacı hissettiğini düşünürsek, muhtemelen insanlığın %95 inden fazlasının bir “Yaratıcı'ya’’ inandığını varsayabiliriz. İnsanlığın bir ‘’Yaratıcı'ya’’ inanmasını ya da inanmamasını yanlış bulabilirsiniz. Buna herkes saygı duyulmalıdır. Ancak inancın, inanma meselesinin, insanlığın varoluşsal, fıtrat gerçeği olduğunu, var olduğundan beri bir Yaratıcı'ya inandığı ve arayış içerisinde olduğu gerçeğini ret etmek akılcı değildir. İnsanoğlu var olduğundan beri daima bilmediği, tanımadığı, korktuğu, kendisinden güçlü olduğuna inandığı çeşitli varlıklara, varlık üstü gördüğü somut ya da soyut kavramlara boyun eğmiş ve bir arayış, tapınma içerisinde olmuştur. Zaman içerisinde ve coğrafyaya göre tapındığı varlıklar kişilere ve toplumlara göre değişkenlik göstermiştir. Öyle ise “İnanç’’ meselesinin “İnsan ile Yaratıcı ya da inandığı arasında bireysel ve kişiden kişiye değişen bir konu’’ olduğu gerçeğini görmek gerekir. Bu nedenle inanç yani bir yaratıcının varlığını arama ve sorgulama dürtüsü doğaldır, yaratılış gereği özde ve akılda vardır.

Bu durumda ortaya şu soru çıkıyor. İnsan Yaratıcı, Yaratılış konusundaki bireysel inancını başkalarına, topluma dayatmalı mıdır? İşte sorun burada düğümleniyor. İnanç; bireysel ve kişi ile inandığı arasında, kişiden kişiye değişen, somut delillere dayandırılamayan bir zan meselesi olduğundan, ASLA dayatma söz konusu olmamalıdır. Çünkü herkesin Yaratıcı'yı anlama, algılama, tanımlama ve kabullenmesi farklıdır. Bu gün Dünya’nın yaşadığı en büyük sorunlardan birisi budur. ASLA ama ASLA inanç dayatılmasına müsaade edilmemelidir. Yanlış olan inanmak değil dayatmadır. İnanç dayatanların, inanç dayatmaktan ASLA vazgeçmeyecekleri, bu konuda riyakâr oldukları ve güvenilmemesi gereken bir konudur. Çünkü dayatılan doğal ve yaratılışsal olan inanç değil kişisel yargı sonucu oluşan zandır. Ben böyle inanıyorum sen de böyle inanacaksın demektir.

Din meselesine gelince; Din, insanların inancının düzene sokulması için yine insanlar tarafından konmuş olan kısmen somut, kısmen soyut kurallar bütünüdür. Bu nedenle Yaratıcı ile kul arasında olan, olması gereken sadece inanç değil aynı zamanda dindir. Geçmişte bazıları, bu inanç meselesinin bireyselliğini suiistimal ederek hem kendilerini Yaratıcı ile insanlar arasında elçi, aracı ilan etmişler hem de bundan doğan üstünlüklerini korumak için kurallar bütünü içeren sözlerin ve kitapların, Yaratıcı tarafından söylendiği, gönderildiği yoluna, yalanına başvurmuşlardır. Kendi üzerlerinde topladıkları bu güçle de toplumları, toplumsal akıl, adalet, vicdan, sevgi ve ahlak ile değil bireysel menfaatler doğrultusunda yönetmişlerdir. Üstelik bu yönetim ve yaşayış anlayışı insanın dünyadaki somut yaşamının mutluluğu üzerine değil varlığı bilinmeyen, ölümden sonraki soyut yaşamdaki mutluluk üzerine kurulmuştur. Bu dünyadaki yaşamı ve mutluluğu yok sayılmıştır. Bu şahısların ölümünden sonra da bazı uyanık takipçilerinden farklı kişiler ve gruplar (Tarikat ve cemaatler, şeyhler, şıhlar, hocalar) bu din düzenini kendi menfaat ve saltanatları için sömürü aracı olarak kullanmaya devam etmişlerdir. Dünyada yaşamı Cennete çevireceklerine Cehenneme çevirmişlerdir.

Bazılarının inandıkları din bile "Senin dinin sana benim dinim bana" demesine rağmen, inadına dinlerini tebliğ adı altında dayatmaları kendileri için ayrı bir çelişkidir.

Dinci, Dinbaz, Siyasal Dinci hiçbir zaman dürüst ve ahlaklı olmadı, her zaman kendi düzenini, sömürüsünü, din ticaretini kuruncaya dek sinsice planlarını yaparak, halkın büyük kesimini uyutmayı başardı. Bazı ülkelerde egemen oldular. Bugün insanlık hala, dışı Dindar içi Şeytan olan dinci, dinbaz, yobaz, siyasal dinci, riyakârların pençesindedir. Dinler korkuya, korkutmaya dayanır, insanları Cehennem ile korkuturlar. Bu nedenle insanlık korku içerisindedir. İnsanlık bu korkusunda haklıdır. Bu korkunun nedeni Dinci, Dinbaz ve inanç dayatanların RİYAKÂRLIĞIDIR, DİN ADINA İNSANLARIN SOYULMASI, SÖMÜRÜLMESİ VE ÖLDÜRÜLMESİDİR. Çünkü Din; Dinci ve Dinbazlar tarafından alınıp satılan, kullanılan bir meta haline getirilmiştir. DİNLER İLAHİ EMPERYALİZME DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞTÜR.

Laiklik ve Laik olanlar inanç ve din konuda çok akılcı, adil, dürüst ve saf davranmaktadır. Tüm inançların dışında, tüm inançlara saygılı ve eşit mesafede, inançların ve dinlerin toplumsal değil bireysel yaşanması gerektiğini ifade etmektedirler. Laiklerin; Laikliğin, Demokrasinin, Cumhuriyetin, değerlerini koruma konusunda, dindar ve inançlılara güveni bir kenara bırakarak, kendisini Dincilere, Dinbazlara, İnanç ve Din dayatanlara karşı kesin kurallar ile koruma altına alması gerekmektedir.

Laiklik; laikliği din görenlerin ve dinler ile kıyaslayanların aksine seküler (dünyevi) bir kavram olup; insanlığın Dünya'ya, yönetim sistemlerine bakan, yönetimde inanca, dine yer vermeyen ama kişilerin dayatılmayan bireysel inançlarına saygı duyan, ortak evrensel akla, adalete, somut gerçeklere ve insanın bu dünyadaki yaşam ve mutluluğuna yönelik bir yönetim kavramıdır. Şeriat (Din, İnanç kurallarına dayalı yönetim düzeni) ise sözde uhrevi olup dünyaya değil ahirete (öteki dünyaya) bakan bir kavramdır. Yani bilinmeyene yöneliktir. Kişisel ve dayatmacı kararlara dayanır. Kuralları da kişiseldir.

İnsanoğlu bilinmeyenden korktuğu, vaat ve cazibesine ilgi duyduğu içindir ki kendisini ahiret, öteki dünya ile kandırmak çok kolay olmuştur. Bu nedenle korkulanların ve bilinmeyenlerin müşterisi bilinenlere göre çok olmaktadır. Bilinmeyenlerin pazarlanması kolay ve müşterisi çok olduğundan, pazarlayanları da çok olmuştur. Yani ortaya binlerce din ve bu dinleri pazarlayan Dinbazlar çıkmıştır. Ancak bu Dinbazlar kendileri dünyada Cennet’i yaşarken, bağlılarını cehennem ile korkutarak, ahirette cenneti vadetmektedirler. Bu gün Dünyada dört bin üçyüz civarında din olduğu kabul edilmektedir. Gerçeklere ve ortak akla yönelik yönetim biçimlerine ise sadece akıllarını kullanan toplumlar ilgi göstermektedir. O yüzdendir ki seküler düzenler (yönetim şekilleri) ortak akla dayandığından sayıları da bir elin parmaklarını geçmemektedir. Din beyne girince Akıl ve Adalet bedeni terk etmiştir. Yeryüzünde elbet Ortak Akıl galip gelecektir.

İnsanoğlu illa bir inanca, dine sahip olmak istiyorsa bu kişisel inanç ve din değil her şeyin üstünde ve dışında olan, ortak ve evrensel AKIL, ADALET, VİCDAN, SEVGİ ve AHLAK, değerlerini içeren bir inanç, din olmalıdır. Başka kurallar koyup insanlık kirletilmemelidir.

DİN; BASİT BİR TOPLUMSAL DOLANDIRICILIK YÖNTEMİDİR. ÖLDÜKTEN SONRAKİ HAYATI VARMIŞ GİBİ SATARLAR.

Not: Eğer fiili bir Yaratandan bahsedecek isek, öncelikle doğrudan ‘’Yaratıcı’’ fiilini kullanmamız gerekir. Her toplum Yaratıcıyı kendi dillerinde isimlendirmektedir. "Allah" kelimesi Arapların Yaratıcıya verdiği isimdir. Türklerde ve Türkçe de ise Yaratıcı'ya Tanrı/Tengri denmiştir. Yaratıcı, tüm yarattıklarının dilinden anladığı gibi yaratılanların, Yaratıcı'ya kendi dilleri ile seslenmesinden daha doğru ve doğal bir şey olamaz.

Sağlık ve Sevgi ile Kalınız.

EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 2

Yazan: Evrim Işığı


EVRİM TEORİSİ |BÖLÜM 2


Zihin Karmaşası

Geçmişten bu günümüze ulaşan ve geleceğe de el atan evrimsel zihin karmaşası. Evrimsel süreci bir topluluğa kabul ettirmek sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun nedeni evrimi ütopik bir olay olarak anlatmaktır. Aynı zamanda yer çekimine inanmayan bir insana bunu ispatlamak cebindeki bozuk parayı havaya atmak kadar kolaydır. Evrimi ispatlamak için bilimsel çalışmalara başvurulmalıdır. Örneğin bakterilerin antibiyotik karşısında nasıl direnç gösterdiklerini, günümüz hastalığı olan COVİD-19 virüsünün nasıl kolayca engellenemediğini, nasıl üreyebildiklerini ve ciddi şekilde evrimleştiklerini gösteren, kanıtlayan bilgiler sunmak gerekir.

COVİD-19

Az önce de belirttiğim gibi evrimin en güncel örneğidir. Virüsler yakın tarihte keşfedilmişlerdir. Yapısal olarak incelendiğinde ise hem canlı hem de cansız özellikler göstermektedir. Bunun yanımda kendilerinde DNA RNA gibi bazı yapıların dışında bir şey bulunmaz. Virüsler çok hızlı mutasyon geçiren varlıklardır. Kendi başlarına aktif değillerdir. Ancak bakteri gibi bazı hücrelere hücum ederek içlerine girer ve aktifleşirler. İnsan vücudun da ortalama 1.5 kg bakteri bakteri bulunur. Bu da virüsler için bulunmaz nimettir elbette. Korona virüsü havada asılı kalabilen virüs çeşitlerindendir. Bu nedenle her daim maske takmak korunmak açısından şarttır. Yapılan çalışmalar gösterdi ki virüsün yayılmaya başladığı noktada yaşayan insanlarda(yarasaların yaşadığı mağara etrafındaki yerleşimler) bu virüse karşı bağışıklık sistemi gelişmiştir. Aslında bu da evrimin en büyük örneklerindendir. Evrim olayları karmaşık ancak hepsi birbirini takip eden mekanizmalardır.

Evrimsel Aile Kavramı

Doğada yalnızca yaşayan canlıların evrimi yoktur. Duyguların, düşüncelerin ve daha birçok şeyin evrimi mevcuttur. Örnek verecek olursak aile içi hiyerarşik düzeni ele alabiliriz. Baba-anne-çocuklar olmak üzere bir düzen mevcuttur. Bu durum toplumdan topluma değişiklik gösterse de bu hiyerarşik düzene uyulmaması aile içi geçimsizliği doğurur. Evrimsel süreçte uyum çok önemlidir. Doğada bu hiyerarşik sıralamayı görmek oldukça kolaydır.

İnsan Hayvan Değildir

Bunun cevabı aslında nettir. İnsanı doğadan ayıramayız. Taksonomi sınıflandırmasında memeli hayvanlar içinde bulunuruz. Doğada zeka gibi bazı unsurlarca en gelişmiş canlı olsak bile neticede “Sapiens” bir hayvandır.

Bebeklikten Yaşlılığa Evrim

Az önce de dediğim gibi evrim yalnızca biyolojik olarak ilerlemez. Örneğin sosyolojik, psikolojik gibi birçok dalda da ilerler.
 Bebeklerde doğumdan önce ve sonra psikolojik evrim gözlenir. Örneğin geçimsizlik yaşanan bir evde büyüyen bireyin gençlik zamanındaki davranışları normaliteden farklı olabilecektir. Halk arasında “çocuktur anlamaz” klişe lafı tamamen yanlıştır. Aslında tam tersi insanlar özellikle 0-7 yaş arasında gördüğü, duyduğu ve öğrendiklerini bilinçaltına kazır ve büyüdükçe bu bilinçaltı sonuçları neticesinde psikolojik evrim gözlenir. Psikolojiye etki edenler yalnızca bunlar da değildir. Genetik faktörleri de unutmamak lazım. Ancak genetiği ev ortamında ayarlayamayacağımız için diğer faktörlere oldukça dikkat etmek gerekir. Bu nedenle benim görüşüm birey yetiştirilirken psikologlardan destek alınmalıdır.

Evrim Değil Adaptasyon

Başlıktan da anlaşılacağı üzere adaptasyon, modifikasyon, mutasyon gibi olayları kabul eden insanlar evrimi kabul edemiyorlar. Bunun en önemli nedenlerinden birincisi evrimi ütopik bir olay gibi anlatmaktır. Bir diğeri ise eğitim sisteminde evrimin açıklayıcı anlatımı oldukça azdır. Okullarda kitap, makale okuma alışkanlığı, sorgulama ve yorum yeteneği gibi önemli değerlerin kazandırılması lazımdır. Aksi takdirde adaptasyona inanıp evrime inanmayanlar bitmeyeceklerdir. Aslında bu saydığım olaylar evrimin bir parçasıdır.

Kitlesel Evrim

Kitlesel evrim bir nevi adaptasyondur. Örneğin avcı-toplayıcı kitlesi yerleşik hayata geçince  birçok özelliği de bununla beraber keşfetmiş, yani evrimleşmişlerdir. Hayatta kalmak için ekilen buğday, ısınmak için yakılan ateş, kolay avlanmak için geliştirilen tuzaklar..... Hepsi birer birer evrime neden olmuştur. Örneğin ateş bulununca etleri çiğ olarak tüketen kitle pişirerek yemeye başlamıştır. Bu da çene kemiği ve dişler gibi birçok yapıyı değiştirmiştir. Kısacası evrimi tetikleyen olaylar illa ki doğadan gelecek diye bir kaide yok. Bizim buluşlarımız da evrimi tetikler ve yön verir.

Maymunlar Neden İnsan Olmuyor?

Bu sorunun yanıtı defalarca kez verildi ancak en sık sorulan sorulardan birisi olduğundan tekrardan ele almak istedim. Darwin evrim ağacı tek atadan kollara ayrılan türleri simgeler. Maymunlar ve insanlar bir koldan ayrılan iki türdür. Yani ataları ortaktır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki bu ortak ata genomu maymun genomundan çok insan genomuna benzerlik gösteriyor. Bunun gibi benzerlik yakalanması genom haritalarının çıkartılıp karşılaştırılması ile olur. Evrimsel süreç bizlere bağlı olduğu gibi doğaya da bağlıdır. Hatta doğaya bağlılık oranı bizlerin icatlarına bağlılık oranından çok daha yüksektir. Bu nedenle şuan ki maymunlar neden insan olsun ? Herhangi bir Doğal Afet yok. Gök taşı yağmuru, buzul çağı, dünyanın oluşması... Bunlar gibi birçok ciddi sebep yok. Aynı zamanda bölüm birde de bahsettiğim gibi makro ve mikro evrimler vardır. Yani şuan ki herhangi bir canlıda mikro bir evrim gözlense dahi bunu çıplak gözle görebilmek çokta mümkün değildir. Makro evrim ise mikro evrimsel süreçlerin birleşmesi ile oluşur. Örneğin dişinizin birisi düşmek üzere. Dişinizdeki bir kan damarının ve bir sinirin o dokuyu besleyememesi ya da beslememesi mikro bir evrimdir. O dokuyu besleyen bütün damarların ve sinirlerin kopması sonrasında düşen diş ise makro bir evrimdir. Mikro bir evrimde dişiniz olduğu yerde duruyordur. Ancak doktora gittiğinizde belirli tetkikler sonucu ne olduğunu söyleyebilir. Oysa ki mikro evrimde siz dişin düşeceğini tahmin edemediniz. Ancak makro evrimde bütün besleyici damarlar ve sinirlerin işlevi bittiğinde dişiniz düştü ve siz rahatça çıplak gözle bunu görebildiniz. İşte evrimsel süreçlere güzel bir örnek.

Bilim Güvenilirse Bilgiler Neden Değişiyor?

Bilimsel bilgiyi güvenli kılan en büyük sebep tam da budur aslında. Aynı zamanda bilimsel bir bilgi deney ve gözlemlere dayanır. Popular Science gibi akademik makale dergilerinde ya da bazı akademik internet sitelerinde yapılan deneylerin sonuçlarını, fotoğraflarını hatta videolarını bile görmek mümkündür. Bilim, canlı bir mekanizmadır. Sürekli olarak hareket halinde, değişir ve gelişir. İnsanın hayatı anlama çabasıdır aslında. Çok uzun zamandan beri sorgulayan insan, yaşadığı coğrafyanın nasıl oluştuğunu, nelerin izlerini taşıdığını, hangi zamanlardan geçtiğini ve üzerinde neler bulundurduğunu anlamlandırmaya çalışır. Teknolojinin ilerlemesi ile birlikte bilimsel alanda yapılan çalışmalar daha güvenilir ve daha detaylıdır.

“Bilimin güzel tarafı ona insansanız da inanmasanız da gerçek olmasıdır.”
“Neil DeGrasse Tyson”

Bilimsel makaleler ve yapılan çalışmalar her zaman tartışmaya açıktır. Bu da doğruluğunun göstergesidir.

Evrimi Anlamanın Kısa Yolları

Aslında böyle bir durum mümkün değildir. Evrimi anlamakta kısa yollara başvurulursa bazı bilgiler eksik ve yetersiz kalacaktır. Bu da evrimi tam anlamı ile anlamayı zorlaştıracaktır. Makalelerimi takip ederek evrimsel olayları ve sonuçlarını açıklayıcı biçimde öğrenebilirsiniz. Bunun yanında Charles Darwin “Türlerin Kökeni”,”Sapiens” gibi önemli evrimsel süreç kitaplarını da okuyabilirsiniz. BBC News gibi akademik makale sitelerinden yapılan çalışmalara ulaşabilir ve sorularınızın yanıtını bulabilirsiniz. Belgeselleri takip edip doğayı anlayabilirsiniz. Bunların hiçbiri size evrimi kısa yoldan öğretmez ancak daha net biçimde anlamanızı sağlar. Makalemi okuyan siz değerli bilimsever insanlar, sorularınıza yanıt bulmak için yorum kısmına sorularınızı yazıp bana ulaştırabilirsiniz. Böylelikle aklınızdaki evrim sorularının yanıtlarını bulabilirsiniz.

“Believing in science is understanding life...”

Özetle toparlayacak olursak evrim mekanizmaları biyolojik, kültürel, psikolojik dalların yanı sıra birçok farklı durumda da hayatımızın tam ortasındadır. Milyonlarca yıldır süregelen ve rayından hiç çıkmayan evrim mekanizmaları bu gün olduğu gibi yarında, insanlar inansalar da inanmasalar da devam edecektir....

Bölüm 1 için tıklayınız.

ZOR İTİRAF

Yazan: Kainatta Toz Zerresi


ZOR İTİRAF

Medeni kanunlar ve insan hakları, biz dinsizleri insan yurduna koyup dinli dinsiz fark etmeksizin bize aynı eşit hakları sunarken dinler ve dinlerin oluşturduğu toplum kuralları ve yine dini kuralların oluşturduğu geleneksel yapı, biz dinsizleri şeytan ya da benzeri mahlukatlar olarak tarif eder ve bu yüzdendir ki bir çoğumuz DIŞLANMA korkusu, SEVDİKLERİMİZİ KAYBETME korkusu, İŞİMİZİ KAYBETMEK korkusu, ÖLDÜRÜLMEK veya LİNÇ EDİLMEK veya  AYRIMCI MUAMELEYE maruz kalmak gibi endişelerimizden dolayı inançsızlığımızı söylemekte bir hayli zorlanırız. Hatta bir çoğumuz buna teşebbüs bile edemez. Hadi şimdi hayali olarak itiraf edelim. İtiraf edeceğimiz kişi ailemiz, arkadaşımız ya da bir komşumuz olabilir. Fakat itiraflar genellikle en yakınlardan başladığı için hayali olarak annemize itirafta bulunalım. Esasen bu duruma İTİRAF demek bile garip kalıyor ama ben başka bir kelime bulamadım.

İtirafçı: Anne, seninle önemli bir konuda konuşmak istiyorum ve hatta önemli bir itirafta bulunmak istiyorum fakat benden duyacağın şey hiç hoşuna gitmeyecek.
Anne: Eyvah! Cinayet mi işledin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Sigaraya mı başladın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Uyuşturucu falan mı?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Yoksa satıyor musun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birini mi dolandırdın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birini hamile mi bıraktın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Askerlikten kaçacak mısın yoksa?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birine ağır küfür mü ettin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Akrabamızın kalbini mi kırdın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Düşman ajanı mısın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Mafyaya mı karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bilmediğimiz bir kan davasına felan mı karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Birini mi dövdün?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir suç işledin de hapse mi gireceksin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bizi terk mi ediyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Hırsızlık mı yaptın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Haram kazancın mı var?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Ölümcül hastalığın mı var?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir çeteye mi karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Yasa dışı işler mi çeviriyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir garibana zararın mı dokundu?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir hayvana zarar mı verdin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Kadın mı pazarlıyorsun yoksa?
İtirafçı: Yok artık!
Anne: Silah kaçakçılığı mı yapıyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Naylon fatura mı kesiyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Markaların sahtelerini mi üretiyorsun?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Adam kaçırıp fidye mi istedin?
İtirafçı: Yok anne yaaa!
Anne: Bürokratlarla yolsuzluğa mı karıştın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Belediyeye rüşvet verip usulsüz işler mi yaptın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Hayır işleri için toplanan paraların üzerine mi yattın?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Nonoş mu oldun yoksa eşcinsel misin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Bir kadını taciz mi ettin?
İtirafçı: Hayır.
Anne: Karıkocayı mı ayırdın?
İtirafçı: Yok anne yok yaaa!
Anne: O değil, bu değil, ney ya oğlum?
İtirafçı: Ben artık Müslüman değilim anne, İslâm dinini bıraktım.
Anne: Tü  Allah belanı versin senin. Sütüm sana zehir zıkkım olsun.
İtirafçı: Niye öyle diyorsun anne? Kötü bir şeyler yapmadım, yapmayacağım da! Sadece iç dünyam değişti. Ben yine sizin çocuğunuzum, sizi seviyorum, insanları seviyorum. Bundan sonra benim için değişen çok fazla bir şey olmayacak. Sizi yine sevmeye ve vefalı bir evlat olmaya, ülkesini seven, insanlara saygı duyan bir yurttaş olmaya devam edeceğim…
Anne: Kaybol gözümün önünden kâfir, şeytan ayartmış seni!

İslâm dininde İMAN, Müslümanlar tarafından,  Allah’a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Kaza ve kadere, Ahrete ve Kelime-i şehadete inanmak gibi şartlara, kaidelere    bağlanmış olsa da genel itibari ile İman etmek,  Kainatı ve bütün alemleri yaratan bir Tanrının olduğuna ve o Tanrının Allah olduğuna,  son  olarak gönderdiği Hz Muhammed ile birlikte Kur’an-ı Kerim’i indirip, hükmünün kıyamete kadar geçerli olduğuna inanmaktır. Kısacası Allah’a inanıyorsanız Müslümansınız, inanmıyorsanız Kur’an’ın deyimi ile kâfirsiniz.

İnsan hayatına yön veren inanç tek başına soyuttur fakat soyut olan bu kavrama yönelik yapılan eylemler somuttur ve bu somut eylemler hem gerçek hem de hayali sonuçlar verir. Biraz karışık oldu galiba, daha basite indirgeyelim. Karşınızda kırmızı renkli bir elma var. O elmanın kırmızı renkli olduğunu ve karşınızda durduğunu rahatlıkla söyleyebilirsiniz çünkü gözleriniz kırmızı elmayı algılayıp beyninize iletebiliyor. Kırmızı elmayı görüyor olmanız somut bir şeydir. Canınız o elmayı yemek ister ya da elmanın sağlıklı olduğunu düşünüp yine elmayı yemeye karar verirsiniz. Elmayı alıp ısırır ve çiğnemeye başlarsınız yani birkaç saniye önceki düşünsel kararınızı ve arzunuzu eyleme geçirirsiniz. Elmanın sizin ağzınızdaki tadı, lezzeti, çene kemiğinizin hareketleri, elmayı sindiren iç organlarınızın faaliyetleri gerçektir. Elma bittiği zaman mutlu ve doymuş olursunuz ve dahası vücudunuzun canlılığını koruyan ve yaşamanızı sağlayan bir miktar vitamini de kanınıza iletmiş olursunuz, bunlar gerçek sonuçlardır.  Gerçek bir sonuç daha vardır ki o da, birkaç dakika önce masanın üzerinde duran elma artık orada durmamaktadır  ve o elmanın yemediğiniz çekirdekli kısmı, çöp kovasının içine atılmıştır.

Şimdi de soyutsal bir örnek olarak dînî  inanca geçelim. Gözlerinizle görmediğiniz, kulaklarınızla işitmediğiniz, dokunamadığınız bir varlığın, size öğretildiği özellikleri ile  var olduğuna inanıyorsunuz. İnanıyor olmanızın asıl nedeni, bilimin bu duruma, yani Tanrı-Yaradılış-Öte alem gibi konulara  net bir açıklama getirecek kadar ilerlememiş olmasından kaynaklanıyor. Bu yüzden inanma kısmı sadece soyut çünkü ortada duyu organlarınızın algıladığı, bilimin kesin olarak ispatladığı hiçbir gerçeklik yok, tamamen soyut yani hayalî. Bu öğretiyi size öğretenlerin de ve onların atalarının da gözleri ile gördükleri, işittikleri bir somutluk yok.  İnandığınız Tanrının sizin için yine öngördüğüne inandığınız(geçmişten gelen bir kitapla ve dini gelenekle inandırıldığınız)  ibadetleri yerine getirmek için fiziksel olarak gerekeni yaparsınız yani eyleme geçersiniz. Eyleme geçiş gerçektir. Eğer Müslüman iseniz bu eylem sırasında günde beş vakit namaz kılarsınız, senede bir ay oruç tutarsınız, gününüzün ortalama bir saatini ne bileyim tespih ile zikir çekerek geçirirsiniz, cumaları camiye gidersiniz, arkadaşlarınızı, eşinizi,  sizin gibi inançlı olan insanlar arasından seçersiniz vesaire… Bütün bunlar sizin soyut olarak kabul ettiğiniz kavrama karşın gerçekleştirdiğiniz gerçek faaliyetlerdir ve sizin hayatınıza bizzat etkisi vardır. Sonuca gelecek olursak, soyut inancınıza yönelik yaptığınız gerçek eylemlerin gerçek sonuçları, kendi çabanızla iletişime geçtiğiniz ve sizin gibi inanan arkadaşlar kazanmış olmanız, gününüzün en az ortalama üç  saatini ibadete ayıran bir yaşantıya odaklanmış olmanız, okumak için seçtiğiniz kitapların önemli bir kısmının dini kitaplardan oluşması, inancınızdan dolayı dini bütün olarak gördüğünüz siyasi bir partiye oy vererek yaşadığınız ülkenin geleceğinin şekillenme biçiminde payınızın olması, insanlara, kanunlara ve  başka canlılara zararı olmamasına rağmen sırf günah diye ya da caiz değildir diye  kendinizi bazı imkânlardan, güzelliklerden uzak tutmanız ve bu doğrultuda geliştirmiş olduğunuz ön yargılarınız, inancınız doğrultusunda şekillenmekte olan karakteristik yapınız ve bu yapınızın sizin ve başkalarının hayatına olan etkileri, tıpkı diğer dinlerdeki dindarların(Budist, Hristiyan, Yahudi, Hindu gibi) hissettiği gibi sizin de ibadetleriniz sırasında ve sonrasında psikolojik  olarak kendinizi huzurlu ve mutlu hissetmiş olmanız ve benzeri durumlar. Bütün bu etkiler, fizik kuralları ile psikoloji ile açıklanabilen gerçek etkilerdir. Gerçek olmayan etkiler ise, hayali etkilerdir ve onlara etki demek de yanlış olur. Bunlar, öldükten sonra sorguya çekileceğine inanmak, cennet ve cehenneme inanmak, adının Allah olduğuna inandığın Tanrının  seni ve yaptıklarını görerek öte dünyadaki durumunun ne olacağına karar verdiğine inanmak gibi. Verdiğim iki örnekteki durumları madde olarak ayıracak olursam şöyle bir özet çıkıyor:

ELMA 
  • Somut olan gerçeklik: Masanın üzerinde duran gerçek bir elma.
  • Somut olan gerçek faaliyet: Elmayı eline alır, ısırır yersin.
  • Somut olan gerçek sonuç: Elmanın masadan yok olunuşu, mideye inmesi, vitaminlerinin kana karışması, yenmeyen kısımlarının çöpte olması.
 
DİN
  • Soyut düşüncenin kabullenişi: Tanrının var olduğuna ve kendisine inananlara  kurallar gönderdiğine  inanmak. Gözle göremediğimiz elektrik enerjisinin ve radyo dalgalarının var olduğu  bilimsel yöntemlerle ispatlanmıştır ve yine bilimsel, teknolojik cihazlar yardımı ile kullanılmaktadır fakat bir Tanrının ve İslâm inancındaki gibi bir Öte alemin var olduğuna dair zerre kadar bir bilimsel tespit yoktur. Sadece hayali bir inanç söz konusu.
  • Somut olan gerçek faaliyet: Atalarından gelen hayali inancın doğrultusunda , var olduğuna inandığın Tanrının senden istediği  faaliyetleri yerine getirmek(namaz kılmak, oruç tutmak, aynı fikirde olan insanlarla bir arada bulunmak gibi).
  • Somut olan gerçek sonuç: Bu faaliyetlerin fiziksel sonuçlarını bizzat dünya hayatında yaşamak(dindar birisi ile evlenmiş olmak, çocuklarını dindar yetiştirmek, mesela çocuğun doktor olmak istiyorsa onu zorla İlâhiyat fakültesine yönlendirmiş olmak, dinine yönelik kıyafetlerle dolaşmayı alışkanlık haline getirmek, yaşadığın ülkenin gidişatının dini bir yöne doğru kaymasında bizzat etkenlerden birisi olmuş olmak gibi) .
  • Soyut inancın  hayali sonuçlarına inanmak: Bu dini faaliyetlerin uhrevi sonuçlarının öldükten sonra gerçekleşeceğine inanmak(cennet cehennem), bir yerde bir felaket yaşandığı zaman o felaketi  doğa olayı ya da tedbirsizlik olarak nitelemeyip Tanrının insanlara bir gazabı ya da cezası olduğuna inanmak, ibadet eden insanların daha güzel ve yakışıklı olduğuna inanmak, dindar görünen insanların güvenilir olduğuna inanmak gibi bazı ön yargılara sahip olmak, vb.

Hayat, gerçek sonuçlarla ilerler fakat öncesinde her zaman hayal gücü vardır. Bilim ve sanat insanlarında hayal gücü,  aşırı dindar kesimlerde ise sadece dinsel yani inanç gücü.  Tüm dünyayı gözlemlediğimizde aşırı dini yönetimlerle yönetilen ülkelere ve bir de aklın yolu ile yönetilen ülkelere bakıldığında ve “Dini sonuçlar mı?” yoksa “Aklın sonuçları mı?” diye bir soru sorulduğunda gerçek gün gibi size bakar. Bir tarafta nüfus planlaması olmayan ve pıtır pıtır çoğalan, açlık çeken, cinsiyet eşitliğinden uzak ve kadını bacak arası(namus) bir mahlukat olarak değerlendiren, kız çocuklarını henüz akıl olgunluğuna erişmeden erkeğin cinsel ihtiyacını karşıladığı bir meta gibi görmenin oluşturduğu bir sonuç olarak neredeyse çocuk yaşta evlendiren ve buna rağmen kendilerini dünyanın en ayrıcalıklı insanları olarak niteleyen toplumlar, diğer tarafta ise demokrasiyi yaşayan, kâinatın kanunlarına(bilime) sıkı sıkıya sarılmış ve ülkelerini yöneten liderlerden hesap soracak kadar kendilerine değer veren ve ayrıcalıklı koşullarda yaşayan ileri toplumlar. Acı ama garip bir durum olarak bu Müslüman toplumlarının en zenginlerini bile ne yazık ki, Müslüman olmayan toplumların liderleri yönetiyor. Modernist geçinen İslâm savunucuları ve aynı görüşe sahip bizim Müslüman  halkımız, diline sık sık “Falanca ülke İslâm’ı gerektiği şekilde yaşamıyor, O ülkenin insanları yobaz…” gibi söylemlerde bulunsalar bile koskoca Dünya’da Allah’ın dinini (Medeni yasalardan bağımsız olan şeriat yasalarını) yaşayıp da dünyaya demokrasi ve insanilik açısından örnek olacak bir tek İslâm ülkesi göstertemiyorlar. Hani Allah’ın kudreti? Peygamberlerine onca yardımda bulunan Tanrı, geldiğimiz dönemde ve çağdaki kullarına küstü mü? Küçücük teknolojik cihazlarda bile Hıristiyan, Yahudi ya da Ateist şirketlerin ürünlerine muhtacız. İslâm çağırtkanlığı ve savunuculuğu bile Müslüman olmayan şirketlerin video paylaşım siteleri üzerinden yapılıyor. Üstelik İslâm ülkelerinde ne kadar zeki, akıllı ve beyni pırıl pırıl insan varsa bunların pek çoğu bu yeteneklerini yabancı ülkelerde değerlendirmek zorunda kalıyorlar. Kendilerini, bilimsel yeteneklerini oralarda geliştirebiliyorlar.

Şunu hiç soruyor musun kendine? Allah, neden her çağa uyacak ve her çağda kendisine inanan kullarını bilimde, teknolojide ve insanlıkta en üst seviyeye çıkartacak, insanlar arasında birliği, dirliği sağlayacak düzeyde bir sosyal sistem oluşturacak bir kutsal kitap göndermedi?  Teknoloji yarışının yaşandığı şu çağda ve hele hele insan beynini kontrol altına alacak olan biyolojik silahların gündeme geldiği şu zamanda Arapça bilen ve egosunu eğitmiş zeki, olgun bir Müslüman, inandığı dinin kutsal kitabını eline alıp okumaya başladığında, kendisine inanmayan insanları sonsuz cehenneme atmakla tehdit eden, egosunu eğitememiş ve  bundan binlerce yıl önce yaşamış olan Peygamberlerin, kavimlerin deveyle, kuşla, fillerle, firavunlarla yaşadıkları olayları adeta dedikoducu bir mahalle kadınından dinler gibi “Şu şunu yaptı, bu bunu yaptı, biz de onlara böyle böyle yaptık, Allah İntikam sahibi, Güçlü ve Üstün olan değil midir?...  Hristiyanları ve Yahudileri dost edinmeyin… Elbette, ehl-i kitaptan [Yahudi ve Hristiyan] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler (Allah’a inanmayanlar),  Cehennem ateşindedir, orada ebedi kalırlar. Onlar yaratıkların en kötüsüdür. …” gibi cümleleri, ayetleri okurken, kendi yaşadığı ve vatandaşı olduğu demokratik Batı ülkesinin başkanını karşılaştırmayacak mı? Vatandaşlığına geçtiği ülkenin yasalarının, yurttaşının  dini inancına bakmaksızın her  vatandaşına eşit yasa ve kural uygulayan, dil, din, ırk ayrımı gözetmeyen insani ve olgun  sistem ile ailesinin kendisine zorla öğrettiği İslâm’ın ilâhının ve yasalarının  insana bakış açısını karşılaştırdığında ne düşünmesi gerekecek? Hangisini daha olgun görecek?  En önemlisi, kaç kişi bu değerlendirmeyi yapacak? Bir şeye gönülden inanıyorsan ya da inandırılmışsan, aklını ve mantığını, inandırıldığın durum üzerinde zaten gerçekçi ve tarafsız olarak kullanman çok zor.
   
“İNANMAK” denilen deyimi biraz daha anlaşılır bir şekilde açmak istiyorum: Bazı örnekler vermek istiyorum.

Örnek 1: Beni sevdiğine o kadar inanmıştım ki, hiç beklemediğim bir anda terk edilince uyandım, gözlerimi açtım, kendime geldim. Meğer pembe gözlükler varmış gözümde ve ona olan sevgimden, inancımdan ve güvenimden dolayı onun başka yönlerini görememişim.
(Bu örnekte işlenen İNANÇ, kişinin tutarlı bir bilgiye dayanarak emin olduğu bir durum değil, daha çok mutluluğun verdiği içsel sevginin ve bu sevgiye olan arzunun oluşturduğu bir hayale ya da hisse tutunma durumu. Yani bu inancın ayağının altı boşlukta ve her an kaymaya ya da çukura düşmeye meyilli. Fakat bu inancın da bir avantajı var, bu avantajlardan birisi,  kişiye geçici bir süre mutluluk yaşatıyor, ikincisi ise zor olan ayrılık süreci  gerçek dünyada gerçekleştiği için kişinin kendini toparlayıp kendisine yeni bir yol tutması için zaman ve imkân tanıyor.)

Örnek 2: Senin bu işi başaracağına yürekten inanıyorum. Sen eğer istersen ve azmedersen her şeyi başarırsın.
(Bu örnekteki İNANÇ kişiyi, ulaşması gereken bir yolda motive etmekle alakalı)

Örnek 3: Benim inancıma göre sadece canlıların değil cansızların da ve hatta insan eli ile yapılmış olan şu çalı süpürgesinin bile bir ruhu ve bir karakteri var. Bu yüzden ben gördüğüm bütün nesnelerle konuşurum ve onların beni duyduğunu, beni dinlediğini bilirim, hissederim. Ben böyle inanıyorum.
(Buradaki İNANÇ bilimsel olarak ispatlanmamış ya da ispatlanması mümkün olmayan fakat kişinin kendi iç dünyasında oluşturduğu ve başkalarınca  kabul edilmeyen bir hayali duruma tutunma durumu. Bu hayali inancın da güzel sonuçları var. Kişi, etrafındaki hiçbir malzemeyi hor görmez, tertipli, düzenli ve temiz kullanır ve bu davranışları alışkanlık haline dönüştüğünde ise hem psikolojik olarak kişiyi düzenli olarak rahatlatır hem de bu davranışların oluşturduğu bir alışkanlığın sonucu olarak kişi diğer insanlara da iyi davranır. Amma velakin, kişide oluşturabileceği bütün iyi özelliklere rağmen bu durum, kişinin inandığı şekilde yani her şeyin bir ruhunun olduğunun göstergesi değil, tamamen o kişinin inandığı bir hayali durumdur.)

Örnek 4: Beni terk etmiş olsa bile kalbinin derinliklerinde bir yerlerde beni hâlâ sevdiğine inanıyorum. O ne derse desin, beni seviyor, bunu biliyorum hatta buna kalıbımı basarım.
(Dördüncü örnekte, son cümleden de anlaşılacağı üzere, kişinin terk edilmişlik duygusunu aşamadığını, kabullenemediğini ve bu kabullenememe durumunun oluşturduğu bir inatla, gerçek olan durumu reddederek  kendisinin istediği ve arzu ettiği bir duruma ya da sonuca  İNANMAK tercihinde bulunduğu görülür. İnsanlar İNANMAK durumunu, neye inanmak olursa olsun kolay kolay terk edemezler, hele ki bu dini inanç ise.)

İNANÇ ya da İNANMAK  kelimeleri aslında daha ziyade  ispatı olmayan bir şeyin ya da durumun gerçek olabileceğine ya da arzu ettiğin şekilde sonuçlanacağına yönelik bir emin olma çabasını  ifade eder. “Ben Allah’ın var olduğuna İNANIYORUM”  demek bile bir çaba ve bir niyettir çünkü Allah’ın var olduğuna dair kesin bir kanıt ya da kesin bir değerlendirme olsa bu duruma inanmanız gerekmez, gerçek gün gibi ortada olur ve Allah’ın varlığı da bilimsel bir gerçeklik olur. Eğer bir Tanrının var olduğu ve hatta bu Tanrının Müslümanların ilâhı olan Allah olduğu, bilimselliğe yakın oranda bile tespit edilmiş olsa “ALLAH’A inanmak” ya da “ALLAH’A iman etmek” gibi kavramlar ya da kelimeler anlamını tamamen yitirir, bunun yerine “Allah’a boyun eğmek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek” kavramları esas kabul edilir. Şu durumda Müslümanların ilâhı olan Allah’ın emirlerini yerine getirmek için ilk önce O’na inanmak ile ilgili çabaya girmek ya da bir çoğumuza yapılan gibi çocukluktan itibaren yapılan bir baskı ile kabul etmek gerek. Hangi gerekçelerle? MÜSLÜMAN BİR  AİLEDE DOĞMUŞ OLMAK GEREKÇESİ İLE TABİ Kİ! Ve ne gariptir ki bu var olduğuna inandırılmaya çalışılan Allah, ilahi ve uhrevi olan her şeyi, ölümden sonrasına yani Bilimin, ilimin tespit edemediği  insan duyuları ile algılanamayacak bir boyuta ve zamana bırakmıştır. Sonra da, hiçbir zaman yaşarken göremeyeceğin yani kesin olarak emin olamayacağın bir boyutu kast ederek, “3 boyutlu hayatta yaşarken bana inanır da şunu şunu yaparsan, şu an için göremeyeceğin öte alemde yani öldükten sonra Cennetliksin yoksa cehennemliksin” demektedir.

Milyonlarca insan, inandıkları Tanrının, kendilerine inanıldığı şekilde ödül vereceğini  görebilmeleri ya da anlayabilmeleri için ölmeyi beklemeleri gerekecek. Eğer insanlara din göndermiş olan bir Tanrı var ise, bu Tanrı onlara sağlayacağı en güzel nimetlerini neden o insanların ölümünden sonrasına bırakacağı bir sistem kurar? Bu Tanrı, neden yarattığı insanların kendisi ile karşılaşmalarını, yaşamlarının son buluşunun sonrasına bırakır? Neden böyle bir şey yapar? Bu sorular devreye girdiği zaman gelen cevaplar şu şekildedir: “İmtihan işte, böyle olur! Mevlâmın işine akıl sır ermez, koskoca Allah ne yapacağını sana mı soracaktı, sen kim oluyorsun da Allah’a talimat verir gibi neyi nasıl yapacağını tarif ediyorsun?”  gibi haykırışlar hemen yükselir. İnançlı insanların bu ve benzeri soruları cevaplama şekilleri, geçtiğimiz 1400 yıl içinde hayli gelişmiş ve ustalaşmıştır. Her şeyin bir cevabı mutlaka vardır. Bazı tartışmacılar içinden iki gurup oluşturun ve bunlara “Ayran beyaz mıdır yoksa siyah mıdır?, falanca güne hazırlanın” diye talimat verin. Ayranın siyah olduğunu iddia edecek  gurup, iyi bir hazırlığın ardından beyaz olarak gördüğümüz ayranın  aslında siyah olduğunu size rahatlıkla kanıtlayabilir  ve tartışmayı kazanır. Yani, birilerini aslında bir şeye inandırmak için o şeyin gerçek olması gerekmez. Şimdi bu kadar inançlı insan, sırf atalarından ve kendilerine verilen ve gerçek olduğu iddia edilen bilgilere, çocuklarını inandırmak için zorlayacak ve çocuğunu sırf bu bilgileri yani gerçekliğine dayalı hiçbir ispatı olmayan bu bilgiyi kabul etmediği için reddetme noktasına gelecek.

Bu kadar şartlanmışlığı, körü körüne bir inancı yaşayan insanların arasında, gözünü kulağını açıp,  silkelenip sonra da en yakınlarına veya çevresine, sadece içsel yaşamında, inançsal yaşamında olan bir değişikliği bildirmek hakikaten çok zor. Eğer Müslüman isen ve birine zarar vermişsen, Tövbe kapısı her zaman açık. Hatta Müslüman olmayan birisini öldürmüşsen Kur’an’a göre sana verilebilecek her hangi bir ceza bile yok fakat dinden çıkmak başka. Kimse sana “Müslüman olur musun yoksa olmaz mısın?”  diye sormadı. Ailen başta olmak üzere, çevren, okulda din dersi öğretmenin ve Diyanet işleri başkanlığı, seni dindar bir Müslüman yapmak için canla başla çalıştı. Bazı çocuklar dindar bir Müslüman yaptırılma yolunda  dayak yedi, yurtlara kapatıldı, baskı gördü ama zoraki de olsa Müslüman yapıldı. Sen zaten kendi rızanla Müslüman edilmedin ve sonuçta Müslümanlıktan çıkışını da kimse sana sormayacak ve hatta böyle bir şeye izin bile vermemeye çalışacaklar. Hapishaneye zorla tıkılan bir mahkûm gibi. Ne de olsa dinde zorlama yoktur değil mi?