HABERLER
Dini Haber

İSLAM'DA İMTİHAN

Yazan: Gerçeği Arayan Adam


SINAV & İMTİHAN

Evet bir kürenin üzerinde yaşıyoruz bu küre uzayda güneş ismini verdiğimiz bir Alev topunun yani yıldızın etrafında dönüyor bu Yıldız’da yine Samanyolu galaksisinin sarmaları içerisinde belirli bir sistem üzerine hareket halinde, sadece güneş sisteminde 8-9 gezegen var. Samanyolu galaksisinin içerisinde ise tahminlere göre 100 milyar yıldız var yine samanyolundaki muhtemel gezegen sayısı ise 100 milyar ile 3.2 trilyon arası olduğu düşünülüyor. Biz sadece bu gezegenlerden bir tanesinin üzerinde yaşayan bir yaşam formuyuz. Ne eşsiz ne harika ve ne kadar büyük bir galaksi bir ucundan diğer ucuna 100.000 ışık yılında ancak gidebiliyoruz bu arada bir ışık fotonu saniyede 300.000 km gidebiliyor. Beynimiz ve zihnimiz bu büyüklüğü henüz algılayamazken bir de birisi kalkıp bizim galaksimiz olan Samanyolu galaksisinden 2 trilyon tane daha olduğunu ve bunların birbirinden uzaklaştıklarını evrenin genişleme hızının ışık hızından bile daha fazla olduğunu söyleyince artık yeryüzüne inmem gerektiğini düşünüyor ve konuya giriyorum.
Evet biz bu kürenin üzerine yaratıcı tarafından imtihan edilmek üzere gönderildik. Yani inanılan ve bizden inanmamız istenilen mit bu !

Yukarıdaki uzay ile ilgili kısa girişi yapmamın nedeni Bu yazıyı okurken sadece üzerine bastığınız küreyi düşünerek değil bütün evreni düşünerek okumanız içindi. çünkü gerçekte ait olduğunuz yer bütün evren. Bir yaratıcıdan bahsediyorsanız işte bu yukarıda kısaca ne kadar büyük olduğunu açıkladığım evreni yaratan kişi/şey/kuvvet. Sizi sevdiğini size önem verdiğini size kızdığını sizi ödüllendireceğini, sizi cezalandıracağını yahut sizi imtihan edeceğini düşündüğünüz kuvvet işte bu bütün evreni yaratan kuvvet.

Çoğu din ve mitoloji kaynaklarında bizim imtihan edildiğimiz , davranışlarımız nedeniyle ödüllendirileceğimiz yahud cezalandırılacağımız ile ilgili anlatımlar bulunmakta. Ancak buradaki sorgulama kuran temelli bir sorgulama olacak. Bu sorgulamayı yaparken ana kitap olan Kur’an dışındaki diğer dini kaynakları referans almadığımı yani haşa Tanrı’yı bunlarla yargılamadığımı sadece Kur’an ile hareket ettiğimi söylemeliyim.

Kur an’da insanın neden yaratıldığı ve bu dünyaya neden gönderildiği ile ilgili olarak kısa ve yüzeysel açıklamalar bulunmakta . “ Ben insanları ve cinleri yalnız bana ibadet etsinler diye yarattım” ayeti, “ o ki hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır” ayeti bunlara üst perdeden örnek, “ Çaresiz biz sizi biraz korku biraz açlık biraz da mallardan canlardan ve ürünlerden eksilterek ile imtihan edeceğiz müjdele o sabredenleri” ve “ sizi bir İmtihan olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz” ayeti ise eylemsel imtihan araçlarına birer örnektir.

İMTİHAN İHTİYACI

Evet böyle bir başlığın olması bile aslında yaratıcıya hakaret. imtihan bir ihtiyaç olamaz çünkü bizim inandığımız yaratıcı her şeye gücü yeten zaman ve mekan kavramlarının üstünde bilgisi her şeyi kuşatmış olan ve mülkü sonsuz olan bir yaratıcıdır. İhtiyaç olmadan varlık aleminde var olan tek şey bildiğimiz kadarıyla yaratıcının kendisi. onun dışında âlemler, yedi kat gök, dünya ve içindekiler bile bizim imtihan edilebilmemiz için ortam oluşturmak için yaratıldılar. ( ilk parağrafı idrak etmenin tam sırası) yani yapılan her eylem ve her işlemin bir amacı olması gerekiyor o nedenle eğer imtihanın varlık aleminde yani yaratıcı katından bakıldığında yüce yaratanın yaratmış olduğu evrenin de bir ihtiyaç olduğunu söyleyecek olursak o halde yaratıcının bizi yaratmaya ve imtihan etmeye ihtiyacı olduğunu söylemiş oluruz ve inandığımız yaratıcı kavramı yerle bir olur.
O zaman “gereklilik “ dersek de bu kez en nihayetinde biz olmadan olmayan, tamamlanamayan bir şeyler var demektir. Yani biz gerekliyizdir, tanrı bizi yaratmak zorundadır, bize ihtiyacı yoktur ama bizsiz de sistemde bir şeyler yerine oturmuyordur. Mesela Allahın “ ğafur -bağışlayan” isminin varlık aleminde tecelli edebilmesi için onun kurallarına uymayarak isyan eden ya da en azından hata yapan insan gibi bir varlığın yaratılmasının gerekli olması gibi. Aksi halde hiç emre aykırı davranmayan meleklerin olduğu bir sistemde Allah bağışlayan olamazdı , öyle olsa bile bu özelliğini hiç kullanmadığı için pratikte öyle olamazdı.
O zaman da onun ( zatının) isminin tecellisi için bizi günaha ve hataya meyilli yaratarak, yasak elma aldatmacası ile dünyaya gönderen ve hatalarımızı affederek aslında bizi kullanan ve kendisinin sistemsel eksikliğini tamamlayan bir hilebaz ile karşılaşırız. Hani Allah hepimizin kurallara uymasını istiyordu, hepimizden itaat , iyilik ve güzellik istiyordu. O halde bizi hata yapalım diye yaratan tanrının “ bakalım kurallara ne kadar uyacaklar” diye bizi imtihan etmesi ve nihayetinde bizi cayır cayır yakması sizce Allah’lığa sığar mı? Olmadı değil mi?
O zaman bizi yaratmaya ve intihan etmeye ihtiyacı yok kabul edelim. O zaman da amaçsız, sırf fantezi olsun, iş olsun torba dolsun, dostlar alışverişte görsün diye hiç bir amacı olmadan varlık yaratan ve sonra onları yakan , azap eden bir Tanrımız olur. Gerçi “ biz gökleri yeri ve bunlar arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık, eğer bir eğlence edinmek isteseydik onu kendi katımızdan edinirdik bunu asla yapmayız” ayeti aslında bu ihtimali çürütüyor. Zira kuran aksini söylüyor. Haşa ve kella !

İmtihanın amacı bir ağaç diktiğimizde amacımız meyve yemek yada gölgelenmek, bir araba yaptığımızda amacımız mesafeleri kısa sürede katetmek, bir bina yaptığımızda ise amacımız korunmak ve barınmaktır. Yapılan Her şeyin bir amacı vardır. Bir diğer ifade ile her şeyin bir sebebi, sonra kendisi ve sonra da sonucu vardır. Bizi de tanrı yaptı ise ve boş bir eğlence için yapmadı ise ( kendi ifadesi o şekilde )amacı ne? Bizi yaratmasındaki ve imtihan etmesindeki o ulvi amaç ne?
İbadet etmemiz olabilir mi? Hiç sanmıyorum zira melekler o işi çok daha iyi ve güzel yapıyorlar. Yaratıcının yukarıdaki bahsettiğimiz gibi isimlerinin tecellisine yönelik rol ise bir nebze kabul edilebilir duruyor ancak bu durumda da aynı kitabın bildirdiği tanrı kavramı çöküyor. Evet bizim yaratılmamızın sebebi imtihan ve ibadet etmek ama imtihanın sebebi ne? Bizim yaratılmamız mı? Yok yok sanırım değil. İmtihanın sebebini ben bulamadım. Çözemedim bu işi. Ölümün ve yaşamın sebebi bizim imtihan edilmemiz, yaratılmamızın sebebi “ibadet “ iken imtihanın bir gerekçesi yok.

Yalnız şöyle bir ayrıntı var. Kur an’da insanın yaratılışı ile ilgili pasajlarda önce imtihan olayı yok adem yaratılıyor Tanrı buradaki iradesini “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” ayeti ile açıklıyor ve tanrı ademe isimleri öğretiyor. Sonrasında bilindiği üzere bütün meleklere adem’e secde emri veriliyor fakat şeytan emre itaatsizlik ederek direniyor ve Secde etmiyor işte bu aşamada makamından kovulan şeytan Tanrı’dan izin istiyor ve “ Öyleyse insanların diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver” diyor. Senin doğru yolun üzerine oturacağım ve onları saptıracağım, çoğunu sana şükreder bulamayacaksın diyor. Tanrı da şeytanın bu bülöfüne karşılık veriyor ve “ haydi sen mühlet verilenlerdensin” diyor. Anlatımlara bakıldığında eğer şeytan Âdeme secde etmiş olsaydı ortada imtihan ile ilgili hiçbir şey olmayacakmış ,insan imtihan edilmeyecekmiş gibi görünüyor. yani sanki imtihan insanın yaratılmasında bir amaç değil insan yaratıldıktan sonra diğer varlıklardan olan şeytanın itaat etmemesi nedeniyle ortaya çıkan bir durummuş gibi anlatılıyor. Yani bir an olsun düşünelim şeytan Allah’ın emrine itaat etmiş olsaydı şu anda ne yapıyor olurduk. Cennette mi, dünya da mı olurduk yada bu kadar kötülük olur muydu? Sahi o zaman tanrı bizimle ne yapacaktı, sahi asıl amacı neydi ? Sanki araya kaynayıp gidiyor o esnada insanın yaratılış amacı. Bizimle bir işi vardı ama şeytanın isyanı ile olay restleşmeye gitmiş gibi görünüyor.

Eğer zaten tanrı bütün bunların böyle olacağını ezel ve ebed olan ilmiyle biliyor ise bu kadar tiyatroya ne gerek vardı değil mi? İnsana açık açık söyle gönder dünyaya. Yok önce cennete koy, elmayı göster ama yeme de? Meraklı Havva yesin , gariban edeme de yedirsin oradan dünyaya kovulsunlar, ayrı ayrı yerlere insinler birbirlerini arasınlar falan. Sonra üremeye başlasınlar ilk evrede kardeşler birbirleriyle evlenmek ve ilişkiye girmek zorunda kalarak zavallı ırkımız ensest ilişkilerin sonucunda çoğalsın. Sahi Havva o yasak elmayı hiç yemese idi bu kez tanrı ne yapacaktı? Eğer sonsuz ilmi ile yaptığı planda adem ve Havva'nın o yasak elmayı yemesi ve cennetten kovularak dünyada intihan edilmesi var ise o zaman o elmanın yenmesi özgür iradenin seçimi değildir ki? Bir planın sonucudur. Adem ve Havva da eğim aşağı bırakılan ve kütle çekimi sebebiyle yuvarlanmak zorunda olan ama yuvarlanınca da “ niye sabit durmuyorsun lan “ denilerek alt kümeye ( dünyaya ) düşürülen oyuncular oluyorlar. Bir de şu var; Hani babaların günahları evlatlara ödetilmezdi. Bize ne ademden Havva'dan. Belki ben olsam yemezdim elmayı kim bilebilir, denenmeden emin olunamaz ki. Benim asıl yerim olan cennet hakkım bana ait olmayan bir yasak ısırık nedeniyle elimden alınamaz ki.
Gerçi zaten hepsinden önce tanrı aslında bize sinyali veriyor bizim bedenimizi dünyadaki toprak ile yaratarak. Oradan anlamamız gerekiyor olacakları.

İMTİHANIN SONUCU

İmtihanın sonucunda iki şey gerçekleşiyor eğer imtihan kaybedilmişse cehennem adı verilen sonsuza tek devam eden ve kapısında zebanilerin nöbet tuttukları içerisi ateş dolu ve sınavı kaybedenlerin içerisine atıldığı sadece irin ve zakkum yenilebilen ve kaynar su içilebilen bir yere gönderiyorsunuz. Burada azap o kadar ağır ki buraya girenler “keşke toprak olsaydık da bugünleri görmeseydik” diyecekler çünkü bir taraftan etleri yanarken ve kül olurken diğer taraftan azabın devam edebilmesi için yeniden vücutlarında et yaratılıyor olacak. Bu işlem ve uygulama eğer o kişi tamamen kafir değilse günahları nispetinde uygulandıktan sonra bu kişiye cenneti alınacak eğer tamamen kafir olarak ölmüş ise sonsuza kadar hiç bitmeyen bir süreç boyunca her gün her dakika ve her saat bu uygulamaya maruz kalacak.
İkinci ihtimal de sınavı kazanmış olmamız ihtimalidir kısmen diğer ihtimale göre daha sevimli olmakla birlikte bana göre Hala çok sıkıcı olan bu ihtimal şu şekilde;
Cennetlik olduğumuzda cennetin kapısındaki güzel görevliler bizi içeri alıyorlar cennetin içerisinde altından ırmaklar akan Çardaklar bulunuyor biz bu Çardakların üzerinde bulunan minderlere yan yatar şekilde uzanıyoruz ve her bir Müslüman önünden geçen yahut gördüğü diğer Müslümana selam selam diye sesleniyor. Bu sahneden de anladığımız üzere çok mutluyuz ve birbirimize selam veriyoruz. Şarap nehirleri zemzem nehirleri ve süt nehirleri bulunuyor ne içmek istersek zaten nehirler boyunca akıyor eğer bir yemeği dilersek o altın tabakları içerisinde gökten önümüze iniyor eğer evlisek ve Eşimiz de cennetlik olmuşsa eşimiz de yanımızda bulunuyor cennette bulunan herkes en genç ve yakışıklı halinde oluyor kadınlarda en güzel şekliyle bulunuyor herkes aynı şekil ve şemal üzerine cennette bulunuyor. Etrafımızda bize hizmet eden bıyıkları yeni terlemiş yağız delikanlılar ve 70 kat elbise içerisinden kemiğinin ileri görünen temiz bakire huriler bulunuyor . Bu huriler göğüsleri yeni tomurcuklarmış kızlar olarak tarif ediliyorlar. biz bu hurilerin hepsiyle seks yapabiliyoruz hatta aldığımız zevk daha da fazla olsun diye her seferinde Allah tarafından yeniden bakire yapılıyorlar. Üzerimizde yeşil kaftanlar ve bileklerimizde altın ve gümüş takılar olduğu halde sonsuza kadar ne istersek önümüze geliyor ve çevremizdeki bütün hurilerle her gün seks yaparak Çardaklar da yatarak nehirlerden şarap su ve süt içerek sonsuza kadar sınava geçmiş olmanın huzuru içerisinde ödülümüzü alarak yatıyoruz.

CENNET VE CEHENNEM KAVRAMLARI

Yukarıda açıklanan cennet ve cehennem kavramları sizce nasıl duruyor yani bir an olsun lütfen herhangi bir dine mensup olmadığınızı düşünerek hatta bu dünyada yaşamadığınızı, uzaylı bir varlık olduğunuzu düşünerek insanların neler yaşadığını ve neler ile uğraştığını anlamaya çalıştığınızı hayal edin yani kendinizi değilde başka varlıkları araştırıyormuş gibi düşünerek bu iki kavramı beyninizde oturtmaya çalışın lütfen. İnanın ben yapıyorum ve oturmuyorlar yerlerine. En iyisinden başlarsak cennet dediğimiz yer göğüsleri yeni tomurcuklanmış olarak tarif edilen yani kendimize karşı yalan söylemeyi bırakıp dürüst olmaya başlarsak 13-14 yaş aralığındaki kızların bizim için hem hizmetçi hem de seks kölesi olarak bulunduğu yani sınavı kazanmamız nedeniyle tanrı tarafından zorunlu pedofiliye maruz bırakıldığımız ilginç bir yer. Sınavı kazandıktan sonra dünyada dört kadın ile sınırlanan cinsel ilişkide bulunma hakkımız Birden en azından 70 ( kuranda sayı yok, hadislerde çokça var ) sayısına çıkıyor bu dünyada yasak olan şarap içme hakkımız geri veriliyor hem fiziken hem de Tanrı’ya ibadet olarak çalışma zorunluluklarımız ortadan kaldırılıyor ve nehirlerden içecekler içerek Çardaklar da yan yatarak ve her daim hurilerle sevişerek sonsuza kadar yaşamamız isteniyor çünkü biz sınavı kazandık ve işte ödülümüz bu !

Kişisel olarak söylemem gerekirse bu cennet benim için maksimum bir hafta on gün süresi olan bir yer olabilir ancak. Sonrasında sıkılırım ve yapacak iş ararım. Şunu söylerim mesela ey tanrım beni burada mal gibi yatıracağına bana bir iş versen ve senin adına sonsuz evreninde çalışsam! Madem sınavı kazanmışım ve cehennemlik olan diğer gruplara göre üstün olduğumu da ispatlamışım ve yaratıcım da beni sevmiş o zaman yan gelip yatmak bana göre hem fuzuli israf hem de terbiyesizlik olur madem evren sonsuz bir yapı ise ben de yaratıcım adına bir görev olarak çalışmak isterim yan gelip yatmak yerine.

Cehennem kavramına bakacak olursak burada dünya hayatındaki ne zaman geleceği belli olmayan ölüme kadar geçen süre içerisindeki hatalarımızın bedelini burada ödüyoruz. Diyelim 40 yıl yaşadık vefat ettik yahut 100 yıl olsun cennet ve cehennem sonsuz kavramlar ama bizim imtihan edildiğimiz süre sonsuzun yanında bir hiç kadar değeri olmayan küçücük bir zamansal süre. Bazen 70 yıl ibadet ediyor ve doğru yolda oluyoruz ama nefsimiz ya da şeytan aklımızı çelebiliyor ve birden kafir oluyoruz ( ! ) arkasından da ölüm gelip bizi buluyor hayda geçmiş olsun ne oldu şimdi son bir günde ya da son bir yılda imtihanı kaybettik yani 70 yılımız boşa gitti ayrıca ne oldu biliyor musunuz, hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza kadar cehennemde yanma cezası aldık bu kavramların üzerinde durma sebebim şu; sonlu bir süre içerisinde yapılan bir imtihanda ortaya çıkan başarı veya başarısızlığın karşılığı sonsuz bir süreç boyunca ödenebilir mi? Bunu dünya üzerinde kim yaparsa ona ya deli deriz ya da zalim başka hiçbir açıklaması olamaz. eğer birisi bunu cennet için yapacak olursa ona da müsrif ,aptal, hesabını kitabını bilmeyen kişi olarak bakarız.

İMTİHAN İÇİN YETERLİ DONE VERİLİYOR MU?

Peki madem imtihan ediliyoruz ve neticesinde pek de adil görünmesede bir ödül ya da ceza alıyoruz ve aldığımız ceza sonsuz olarak nitelendirilen evrende tehdit edildiğimiz en büyük ceza , o halde sınavın inanılmaz derecede sağlam , şüphe götürmeyen bir şekilde yapılması ve sınav için bize verilen hazırlık kaynaklarının da inanılmaz derecede iyi olması gerekiyor. Öyle değil mi?

Sahi nasıl kazanacağız biz bu sınavı, neden sorumluyuz, tanrı bize ne soruyor, bizden ne istiyor, neler yapmamız gerekiyor bunları çok iyi bilmemiz lazım çünkü önümüzde çok sıkıntılı bir ceza durumu var sınava kaybedersek sonsuza değin yanacağız.

Dört ayrı kuran mushafının bulunduğu ve kısmen aralarında farklılıkların olduğu akabinde Şiiler Sünniler ve Vahhabiler gibi farklı ana ekollerin bulunduğu bunların altında Hanefi, Şafii, Hambeli ve Maliki gibi en büyük mezhepler ve diğer bir sürü mezhebin bulunduğu akabinde yüzlerce tarikatın bulunduğu ve her birisinin bir yayın bir kaynak yazdığı ve ana kitabı kendisine göre yorumladığı bir dünyada tanrının bize ne söylediğini bulmaya çalışacağız. Peygamber adına uydurulan sahte hadisleri reddettiğinde kafir, mezhepleri reddettiğinde Mürted, bana anlattığınız tanrı da bir sorun görüyorum dediğinizde kafir olduğunuz herkesin dini kural ve kurumlarla ilgili kendisine göre ekol oluşturduğu ve diğerlerine yanlış yolda giden insanlar olarak nitelendirdiği bir sistem içerisinde yaşıyoruz. Ve işin garibi sorgulamak ve itiraz etmek yasak çünkü din teslimiyet dini, din akıl dini değil nakil dini! Sınav soru kitapçığı Arapça olarak indirilmiş ama biz Arapça bilmiyoruz türkçeye çevirenlerin bir kısmı araya ekleme yapmış bir kısmı kelimenin on ayrı anlamından herhangi birisini seçmiş, diğeri bazı ayetlerin hükmünün ortadan kalktığını iddia etmiş ,başkası başka bir şey yapmış ama hiç kimseyi Sorgulayamıyorsun. Tanrının benimle aynı dili konuşmayan soru kitapçığının ana çevirileri ile sınavı çözmeye çalıştığımda ise diğer alt kaynakları dikkate almadığım için muhakkak olarak sınavı kaybedeceğim yönünde telkinleri maruz kalıyorum , zira Kur’an Müslümanlığı olarak bilinen bu ekol neredeyse başka bir dine mensup olmaktan çok daha tehlikeli görülüyor , alt kaynakları kabul edecek olursam benim önüme insansı bir tanrı, cani ve kadın düşkünü pedofili bir peygamber koyuyorlar. Netice olarak kime inanacağımı neye inanacağımı hangi kaynağa güveneceğimi bilemediğim bir durum içerisinde imtihan oluyorum ve sonsuz azapla karşı karşıyayım.

SONLU İMTİHANA KARŞIN SONSUZ CEZA ADALETLİ Mİ?

Peki sonlu bir imtihan sürecindeki küçücük bir kusurumuz ( Tanrının kudretine nispeten ) nedeniyle hiç bitmeyen bir süre boyunca sonsuza değin yanmak ne kadar adaletli ya da sonsuza değin cennette olmak ne kadar adaletli. Bir kere yapılan sınavla verilen karşılığın orantısız olduğu bir gerçek ikinci olarak ise cennete gidenler ve cehenneme gidenler arasındaki bu adaletsizlik bir uçurum oluşturuyor yani küçücük bir kusuru nedeniyle ( yaratıcının sonsuz mülkü ve sonsuz zaman kavramları karşısında küçücük olduğunu söylediğim kusurlar) cehenneme giden arkadaşımızdan bizi ( cennetlikleri )ayıran nedir. Şimdilerde iletişim araçlarının çoğalması ve teknolojinin gelişmesi nedeniyle görece olarak bilgiye daha kısa sürede ulaştığımız bir dönemdeyiz ancak bundan 100 yıl ve daha öncesi tarihleri düşündüğümüzde insanların hiç görmedikleri bir Allah tarafından hiç görmedikleri bir peygambere gönderildiği iddia olundan dilinin Arapça olması nedeniyle okuyamadıkları Bir kitabı reddetmeleri nedeniyle sorumlu tutulmaları ne kadar adaletli! Kitabın gönderildiği dili konuşan insanların diğerlerine göre kazançlı olmaları adaletsizlik oluşturmuyor mu? Bu örnekler uzayıp gidiyor eğer kıvırmak istersek cevaplarda uzayıp gidiyor mesela mülkün Allah’ın olması nedeniyle istediğini istediği kadar verebileceği, herkese kendisini bulacak kadar akıl verdiği, bu nedenle İslam toplumu olarak yaratmış olduğu insanlara vermiş olduğu ekstra ihsanın diğerleri tarafından sorgulamayacağı, ilahi mesajın henüz iletilemediği kişilerin imtihandan sorumlu olmayacağı... vs vs.

İMTİHANIN GETİRİSİ-GÖTÜRÜSÜ

Bir imtihan süreci var kazanıyor ve kaybediyoruz karşılığında ödüller ve cezalar alıyoruz. ödüller ve cezaların hepsi de fiziksel ödüller ve fiziksel cezalar yani burada Tanrı’ya iyi bir kul olduğumuzda öbür tarafta bize enerji yahut ışık katından bir bilgi ya da hediye verilmiyor yine aynı şekilde etten ve taştan örülü bir hayal dünyasında ödüllendiriyoruz . Haramlara kaymayarak sabrettiğimizde, aynı ete ve kemiğe sahip olan hurilerle ,alkol içmediğimizde cennetteki şarap nehirleriyle ödüllendiriliyor sınavı geçemediğimizde ise bu dünyada canımızı en çok yakan ateşle tehtit ediliyoruz. Ölüm ve yeniden yaratılış pasajılarına baktığımızda ise yeniden yaratılacak olan dünyanın tıpkı şu anki dünya gibi kütlesi olan bir şekilde yaratılacağını zaten anlıyoruz. Yani istekler fiziki olduğu gibi karşılığındaki ceza ve ödüllerde aynı şekilde fiziki dünyada karşılığını buluyor bu dünya tamamen öte dünya olmayabilir ancak orada da aynı bu şekilde basabileceğimiz bir yer yüzü kendisiyle yatabileceğimiz huriler ve içebileceğimiz şaraplar var.
Her şey iyi güzelde bunun Tanrı’ya ve sınava tabi tuttuğu biz insanlara faydası ne? yani bu işin getirisi götürüsü ne? Amiyane tabir ile eee ne anladık biz bu işten?

İnsanları imtihan etmenin insanlar açısından ve tanrı açısından birden fazla dezavantajı bulunuyor, tanrı açısından bakacak olursak bir canlı yaratıyorsun ve ona secde etmedi diye şeytanı ( İblisi ) makamından kovuyorsun sonra bu kovulan şeytan seninle restleşmeye giriyor ve diyor ki “bana mühlet ver işte o zaman secde etmemi emrettiğin o insanların çoğunu senin yolunda bulamayacaksın diyor” Sen de tanrı olarak haydi sen mühlet verilenlerdensin diyorsun ve büyük bir restleşmeye giriyorsun. Yani insan üzerinden oynanan bu oyunda Allah nefsine ve şeytana rağmen insanın kendisine yöneleceğine ve kendisini bulacağına o kadar güveniyor ki şeytanla restleşebiliyor.

Peki sonuç; Şeytan açık ara önde. Nasıl mı? Geçmiş tarihleri hiç saymayalım günümüz üzerinden kısa bir hesap yapalım 8 milyar insan var bunun sadece bir buçuk milyarı Müslüman bunlar birbirlerine neredeyse kafir ilan eden 3-4 tane ana kola ayrılıyorlar bu kollardan her birisi diğerini yozlaşmış ve yanlış öğretiler üzerine kurulmuş bir İslam’a uyumakla yaftalıyor dolayısıyla bir kere altı buçuk milyar insan direk cehennemlik , geriye kalan 1,5 milyar Müslümanın da kısa bir hesaplama ile en fazla 500 milyon nüfusa sahip olan kesimi doğru İslam’a inanıyordur. bunlardan sadece inanmak yetmiyor uygulayabilen %20 olsa 100 milyon Müslüman şu an cennetlik demektir. Bu da tanrının başarı ortalamasının 1/80 olduğu anlamına gelir. Şeytanın ise tam tersi. Bu nasıl restleşme bu nasıl bir mağlubiyet. Tanrı açısından... Ha eğer sadece kelime-i şehadet getirmek yani ‘ la ilahe illallah, muhammedurrasulüllah ‘ demek cennete girmek için yeter diyerek tanrıya dirsek vermek isterseniz başarı ortalaması yükselir elbette. Ama bu kez de kelime-i şehadet getiren ama tecavüz, istismar, cinayet... vs her boku yiyen bir Müslümanın bir süre cezasını çektikten sonra cennete gideceğini iddia etmiş ve hiçbir bok yemeyen saf temiz bir insanın sadece kelime-i şehadet getirmedi diye cehenneme gideceğini ve bir önceki lanet insandan daha aşağılık olacağını kabul etmiş olursunuz ki bence bu durum izahı mümkün olmayan bir çelişki oluşturur.

Bir varlık yaratıyorsunuz ,buna karar veriyorsunuz ve zaten sizin için çalışan ve size tam itaat eden melekler galeyana geliyorlar ve diyorlar ki “yine yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir varlık mı yaratacaksın biz sana yetmiyor muyuz Ey abimiz?”. Sen de tanrı olarak diyorsun ki “ben sizin bilmediklerinizi bilirim.” Sonra bu varlığı yaratıyorsunuz ve meleklere ve onların başındaki İblis isimli üstün melek yöneticisi varlığa Bu yaratılan insana secde etme emri veriyorsunuz ilginçtir melekler emri yerine getiriyorlar ancak melekleri yöneten kişi yani İblis karşı çıkıyor üstelik gayet mantıklı bir gerekçeyle. Gerekçe: “ Hiyerarşi”.

Şeytan kendisinin ateşten yaratıldığı ve insanın da topraktan yaratıldı gerçeğini bildiği için kendisinin daha üstün bir maddeden yaratılması sebebiyle insana secde etmeyeceğini söylüyor ve bu nedenle tanrı katından ve görevinden kovuluyor birden yüceler yücesi bir varlık iken en alt seviyede bütün evrenin ve yaratılmışın düşmanı haline dönüyor. Yani insanı yaratmak tanrı için tanrı katında çok ama çok önemli gelişmelere neden oluyor sistemi bozuyoruz tanrı bizi yaratarak hem büyük bir risk alıyor hem de mevcut düzeninde bir sapmaya neden oluyor demek ki çok önemli ve bize çok güveniyor öyle olmasa İblis ile bizim üzerimizden restleşmeye girmezdi sanırım. Neticede dönüp dünyaya baktığınızda her devir ve her zamanda İblisin açık ara yarışmayı önde götürdüğünü ve gerçekten insanların çoğunu tanrının buyruğundan kopardığını görüyoruz. İnsana yarattığı an, şeytan ile restleşirken , ‘ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ diyen tanrı bizimle ilgili ne biliyordu acaba? ne biliyor ise biz henüz hala onu bilemiyoruz ve öyle bir yaratılış sırrı da bulamıyoruz kendimizde.

Yok efendim insan yaratılmışların en şereflisiymiş yok imtihan için yaratılmışız , efendim biz olmasaymışız, Allah'ın bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemezmiş falan filan...

Eğer yaratılmışların en şereflisi isek vay bizi yaratan tanrının ve onun evreninin haline gerçekten nasıl bir kabus içerisinde olduğunu sadece biz en şerefli varlıkların yönettiği dünyaya bakarak anlayabiliriz. eğer imtihan için yaratıldığımızı düşünüyorsak Tanrı’nın çok başarısız bir imtihan süreci başlattığını ve kesinlikle ve kesinlikle şeytana karşı yapmış olduğu blöfün altında kaldığını söyleyebiliriz, Bir bakar mısınız insanlık tarihine; kan dökmekten, vahşetten, öldürmekten, tecavüz etmekten, yağmalamaktan ve sadece lanet olası midesini doldurmaya çalışmak ve bitmeyen cinsel açlığını tatmin etmeye çalışmak dışında bir şey yaptığını görebiliyor musunuz insanlığın? Son olarak ta, eğer biz olmadan tanrının bazı isimleri varlık aleminde tecelli edemiyorsa o halde sonsuz mutlak ve Kadir bir yaratıcıdan bahsedemeyeceğimizi üzülerek söylemek istiyorum belki bize muhtaç olmayabilir ama bizim yaratılmamız onun için ve isimlerinin tecelli edebilmesi için bir zorunluluk ise o halde henüz mutlak kadir ve her şeye gücü yeten bir tanrı değildir sadece sonsuz güç olmaya çalışan Ama hala öyle olmayan bir varlık demektir. Bu gerçeği kabul etmek ise dinsel kaynakların bize söylediği tanrı kavramını yerle bir eder.

Şimdi imtihan işleminin Tanrı açısından getirisi ve götürüsünü kısmen inceledikten sonra bir de imtihan edilen bizler açısından getirisi ve götürüsü üzerine biraz düşünelim.

Yaratıcımız bizi yaratırken ve imtihan sürecine sokarken ‘Galu bela’ denilen yerde bizim ruhlarımızı toplayarak bize ana soruyu sorduğunu ve bizden bir sağlam söz aldığını iddia ediyor. Bize “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim” dediğini ve bizim de “ evet sen bizim Rabbimizsin” dediğimizi iddia ediyor. Bu yaşanan hadise bize daha sonra unutturuluyor çünkü bizim sınava tabi tutulmamız gerekiyor ama sınavın sonunda imtihan kağıtları yani amel defteri okunurken yaratıcı bu gerçeği bizim yüzümüze vuracak ve bize diyecek ki ben sizden zamanında sağlam bir söz almıştım ve sizde beni rab olarak kabul etmiştiniz ve dünyanın emanetini kabul etmiştiniz diyecek. Ama biz bu verdiğimiz sözü hatırlamıyoruz yani sınavı kabul ettiğimizi bir türlü hatırlayamıyoruz ama ilginç bir şekilde bizi sınav yapan kişi hayır ben size sordum sizde kabul ettiniz dolayısıyla bu sınav gönül rızasıyla yapılan bir sınavdır diyor.

Peki kısa bir süreç içerisinde yapmış olduğum hata nedeniyle sonsuza kadar yanmakla tehtit edildiğim bu sınava giriş için söz verdiğimi hatırlamamak kadar saçma bir şey olabilir mi? Bu kadar tehlikeli bir işe kalkıştığımı hatırlamıyorum ama birileri bana sen evet dedin o nedenle sınav oluyorsun diyor bir kere sınava başvuru için rızamın bulunup bulunmadığı hususunun netleştirilememiş olması Bu sınavı baştan itibaren geçersiz yapıyor. Eğer insan dünyadaki her şeyi beynindeki nöronlar ile algılayarak ve beş duyu organının kendisine gönderdiği iletileri yorumlayarak anlıyor ve anlamlandırıyor ise, deliler yani akli melekeleri yerinde olmayanlar sınavdan muaf tutuluyorlar, çocuklar akli melekeleri tam olgunlaşana kadar sınavdan muaf tutuluyorlar ise buradan şu anlam çıkıyor ; insan beyninin algılama yeteneğinin tam olarak gelişmediği süreç içerisinde tanrı bizi imtihan etmediğini söylüyor. O halde akli melekelerimizin tam olarak yerinde olduğunu düşündüğümüz dönem içerisinde hiç hatırlamadığımız herhangi bir şeyden tanrı bizi nasıl sorumlu tutabiliyor sizce bu adaletli mi?

Tanrı’yı göremiyorum peygamberi 1400 yıl önce dünyaya veda etmiş onu da göremiyorum bahsedilen mucizelerden hiç birisini görmedim ve şahit olmadım sınav kitapçığı yabancı bir dilde bana gönderildi sadece çevirisi ile soruları cevaplamam yasakladı ve Bu tanrı beynimin ve nöronlarımın alamadığı ve algılayamadığı bir yığın bilgiyle beni imtihan ettiğini söylüyor. iyide ben anlayamıyorum ve algılayamıyorum göremiyorum Bir kişi bile bana ne Tanrı’yı ne cenneti ne de cehennemi gösterebiliyor ,şeytanı da gösterebilen yok. Bu kadar belirsizlik içerisinde imtihan edilmek imtihana maruz bırakılan insan için çok büyük bir risktir. evet bir tarafta cennet olabilir ama %50 ihtimalle diğer tarafta bunun karşılığı cehennem olarak bulunuyor o nedenle bu risk insan için alınabilir bir risk boyutunda bulunmuyor eğer Tanrı bize gerçeği söylemiş olsaydı bütün doneleri ayrıntısıyla söylemiş olsaydı hiç kimse bu imtihanı kabul etmezdi ya da aklı olan hiç kimse, eğer gerçekten bu imtihanı kabul ettiysek ya imtihan edilebilecek kadar zeka seviyemiz yok demektir ki bu durumda sorumluluğumuz da olamaz , ya da birileri bize bir şeyleri eksik söyledi demektir.

TANRININ KATI FELSEFESİ

İkinci boyutun varlıkları üçüncü boyuttaki yaşamı ve yaşam şeklini algılayamıyorlar biz üçüncü boyutun varlıkları ise bir sonraki boyut olan dördüncü boyutun nasıl işlediğini anlayamıyoruz yani algılayamıyoruz bir başka husus ise zaman ve mekan kavramları içerisine hapsolmuş canlılardan olan insan bu kavramların dışında herhangi bir yer ve herhangi bir yaşam şekli hayal edemiyor, orada işlerin nasıl yürüdüğünü bir türlü algılayamıyor.
Ama bizim Tanrımıza bakacak olursak; zamandan ve mekandan münezzeh olduğunu biliyoruz, kendisi doğmadı ve doğrulmadı, O her şeyi biliyor her şeyden önce o vardı, Her şeye gücü yeten çok merhametli ve kullarını çok seven ,bizim tekamül seviyesine ulaşmamızı ve olgunlaşmamızı isteyen bu nedenle bizi hep affeden ulu, yüceler yücesi bir tanrımız var. Böyle bir tanrının İblis denilen varlıkla böyle bir restleşmeye girebileceğini ve haydi girdiğini kabul edelim, bütün her şeyi önceden bilen, evrenin bilgisine sahip, varlık aleminin sonuna kadar olacak olan her şeyi bilen yüce yaratıcının kaybedeceğini bile bile bu restleşmeye girdiğini kabul edecek olursak gerçekten kafatasımızı açıp beynimize bir kenara koyup yola devam etmemiz gerekiyor. Eğer tanrı yukarıda saydığım özelliklere sahipse bizi imtihan etmez, edemez, etmeyecektir. Bir an olsun belki algılamakta zorlanacağız ama zamandan ve mekandan münezzeh olan o tanrının katından olaylara bir bakalım ne kadar mantıklı duruyor fayda maliyet hesabı yaptığımızda Tanrı’ya ne kazandırıyor tanrı kurulu düzenin de insan gibi bir hoyrat varlığı yaratarak neden risk alıyor ve neden bu varlığı imtihan etme ihtiyacı hissediyor. 

İmtihan kavramında şöyle bir durum söz konusudur bir varlık bu insan olsun hayvan olsun ya da başka bir canlı olsun fark etmez ancak kendisi bir üst göreve aday olduğunda yahutta kendisine daha üst bir görev verileceği zaman imtihan edilir. Bu imtihanda da kendisine öğretilen bilgilerle sınanır. Eğer bu sınavı geçemez ise, kişi olduğu pozisyonda bırakılır ve belirli bir süre sonrasına sınav tekrar edilir ( reenkarnasyon) . Eğer bir varlık sınavdan sonra bir üst göreve atanmıyorsa sınav bittikten sonra cennete gidip sonsuza kadar yan gelip yatacaksa burada bir imtihandan değil bir durum tespitinden bahsedilebilir zira bu varlık bırakınız üst göreve geçmeyi tamamen pasif göreve geçiriliyor yani tersine bir işlem var gibi görünüyor başarılı olanlar tamamen pasifize ediliyorlar ve sonsuza kadar cennette hiçbir şey yapmadan yatmak zorunda bırakılıyorlar.
Sormak gerekmez mi ey tanrım son gönderdiğin dine inanmak bu kadar önemli mi? Gönderdiğin dinde koyduğum kurallar bu kadar önemli mi? Beni sonsuza kadar cayır cayır yakacak kadar önemli olan şey ne? Hani çok rahmetliydin çok acıyandın, kullarını yani bizleri çok seviyordun, bizim sınavı kazanmamızı ve tekamüle ulaşmamızı istiyordun, madem bu kadar merhametliysen neden yeterli doneleri ve yeterli bilgileri vermeden bazı şeyleri bize unutturarak araya şeytan ve nefis gibi ekstra zorluklar koyarak bizi Anlamadığımız ve bildiğimiz dilde yazılmayan bir kitapla imtihan ederek sonsuza kadar cayır cayır yakmakla tehdit ediyorsun. Bizi bu kadar mı sevmiyorsun? Madem merhametliysen bizi hiç sınav yapmasaydın ne kaybederdin?. sonuçta bütün evren senin değil mi bizim kalplerimizi biraz daha iyiliğe ve sevaplara yatkın yaratsaydın ne kaybederdin? bizi öldürmekten nefret eden sevgi dolu varlıklar olarak yaratsaydın koskoca mülkünden ne eksilirdi? Bize neden bunu yapıyorsun? cehennemi hiç yaratmaya bilirdin, dünyadaki depremler acılar, açlıklar bunları oluşturmayabilirdin. Ölümlere tecavüzlere cinayetlere savaşlara izin vermeyebilirdin. Bizi tekamül ettirmek istiyorsan bunu ağrısız acısız da yapabilirdin. Belki her şeyden önce farklı bir evren, her şeyin mükemmel olduğu ve mükemmel bir nizâmın olduğu bir sistem de yaratabilirdin. Ama yapmadın değil mi, merhameti azabının üstünde olan Ve kullarını çok seven bir tanrı olarak yukarıdaki söylediklerimi yapmadın, daha iyisini yapabilecekken daha kötüsünü yaptın, hiç azap etmeyebilecekken insanın kalbini titreten bir cehennem yarattın, bizi kahrolası acının ölümün ve savaşların içerisinde yarattın, hiç Anlamadığımız bilgilerle yabancı kaynaklarla bizi imtihan olmak zorunda bıraktın ,bizi daha önce imtihanı kabul ettiğimize ikna etmeye çalışıyorsun ama hatırlamıyoruz bile.

Hey tanrım eğer gerçekten bu yazıtlar seninse ve bu sistemi sen kurdu isen sanırım hiçte tapınılacak bir varlık değilsin zira kalbinde merhametten eser yok ve öldürülürken çığlıklarımızı boğazlanırken göğe kalkmış ellerimizi görüyorsun tecavüz edilirken bir Çocuğun çığlıklarını işitiyorsun ama sadece ve sadece izliyorsun gerçekten bunu ne kalbim ne de beynim almıyor eğer bizi çok sevdiğini söylüyorsan ya biz sevgiden anlamıyoruz ya da sen nasıl sevileceğiyle ilgili henüz yeteri kadar tecrübe edinmemişsin. Yarattığın bizlere bir bak sevdiğimiz için kurşunların karşısına geçiyoruz siper oluyoruz onlar için ölüyoruz bütün varlığımızı onlar için harcıyoruz onların tırnağına taş değdiğinde bizim kalbimize hançer saplanıyor, işte biz böyle seviyor ve koruyoruz sevdiğimizi eğer gerçekten seversek. ama sen sadece izliyorsun bizi. üstelik bütün kötülüklerin kaynağının senin yarattığım dünya ve senin yarattığın varlıklar olduğunu bile bile. yani her şeyin kaynağının ve sebebinin yine sen olduğunu bile bile bizim acılar çekmemizi izliyor ve bize bizi çok sevdiğini söylüyorsun.

ROBOT ÖRNEKLEMESİ

Durumu anlayabilmemiz için kendimize bir tanrı gibi düşünerek bu senaryoyu yeniden yazalım eğer bize mantıklı geliyorsa doğru olduğunu düşüneceğiz. Biz üstün yetenekleri olan ve mükemmel robotlar üretebilen bir bilim adamıyız, elimizde her türlü madde var yeteneklerimizin sınırı yok ve fabrikamız var!
Robotları çok iyi bir metalden üretme imkanımız varken kırılabilen döküle bilen ve çürüyebilen metallerden üretmeyi tercih ediyoruz. Robotları direk olması gereken optimal boy ve ağırlıkta üretme imkanımız varken bunu tercih etmiyor ve diğer robotun içinde minik bir robot olarak üretiyor sonra eziyetli işlemlerle büyümesini ve olması gereken hale gelmesini istiyoruz. Her bir robotun mükemmel zeka seviyesinde üretme imkanımız varken serbest üretim şeklinde her bir robota ne kadar zeka/ bilinç düştüğünü hesap etmeden seri üretim yapıyoruz, Bu nedenle arada olması gerekmeyen vücut özelliklerine sahip robotlar üretildiği gibi olması gerekenden çok az bilinç seviyesine ait robotlar da üretiyoruz. Bu robotların yaşaması için mükemmel olanaklar sunma imkanımız varken her an her yerde ölüm tehlikesi olan bir alan içerisinde yaşamak zorunda bırakıyoruz. Sonuçta bu robotların beyinlerini biz programladığımız için her şeyi en güzel şekliyle dizayn edebilecekken bu robotlara sevgi, aşk ,nefret ,intikam ,öldürme isteği ,şehvet gibi Bir sürü sıkıntılı duygu yükleyip o şekilde birbirlerine zarar verme izni de vererek söylediğimiz alanda yaşamaya gönderiyoruz. Akabinde ise sistemin sonuna kadar üreteceğimiz tüm bu varlıkların dijital beyinlerini bilgisayar ortamında topluyor ve onlara sizi biz üretiyoruz ve imtihan edeceğiz diye söylüyoruz, zaten yazılımı biz yazdığımız için bize itiraz edemiyor, “evet anladım kabul ettim” diyorlar. Ama arkasından bu bilgiyi hemencik beyninden siliyoruz ki hatırlayamasın.

Sonra üretime başlıyoruz önce iki robot üretiyor diğerlerini bu robotlardan çoğaltıyoruz. Ana fabrika boş duruyor istesek milyonlarcasını aynı fabrikada üretebilecekken biz bu yolu tercih ediyoruz. Robotların bize karışma hakkı yok nede olsa, yazılım bizim, fabrika bizim. Biz mükemmeliz , her şeyin en iyisini biliriz, biz en iyi fabrikayız ve yaptığımız her Robotun yaşamının sonuna kadar ne yapabileceğini zaten biliyoruz çünkü programı biz yazdık bizden izinsiz ve bizim bilgimiz dışında hiçbir şey yapamaz. İlk robotu diğer robotlarla konuşmak için elçi olarak seçiyoruz canımız böyle istiyor istesek hepsiyle aynı anda konuşabiliriz ama konuşmuyoruz sadece bir robotla konuşuyoruz oda diğerlerine üreticinin mesajını söylüyor. Bir müddet işler yolunda gidiyor gibi devam ederken birden robotlardan biri diğerini hunharca parçalayarak öldürüyor. Bu bizim için sürpriz olmuyor biz zaten böyle olacağını biliyoruz her şeyi biz programladık izlemeye devam ediyoruz robotlar çoğalıyorlar çoğalıyorlar arada tehlikelere maruz kalıyor ölüyorlar yenilerini üretiyoruz üretimi teşvik etmek için bu robotların beynine haz duygusu ekliyoruz ve üretim onlara zevkli gelmeye başlıyor bunun ismine seks diyorlar ve bu şekilde üretmeye devam ediyorlar.

Gün geliyor robotlar o kadar çoğalıyor ki 300 500 tane ayrı dil konuşuyorlar onlar için belirlediğimiz alanın her tarafına yayılıyorlar yine iletişim kurmamız gerekiyor biz de bu dillerden bir tanesini konuşan ve bize göre en üstün yetenekli olan en temiz ve saf robotu diğerleriyle konuşmak için seçiyoruz ve o robota diyoruz ki “biz bir kural silsilesi belirledik bu kurala göre yaşamanız gerekiyor öncelikle sen bu kurala göre yaşayacaksın diğer herkese de bunu öğreteceksin “diyoruz. İstesek kurallar silsilesini tek seferde ilham ederiz, ya da yazılı şekilde veririz, ama bu yolu tercih etmiyoruz, sindire sindire öğrensinler diye Yavaş yavaş söylüyoruz söyleyeceklerimizi ayrıca yazılı olarak da söylemiyoruz rüyasında yahutta göremeyeceği bir ses veya frekans olarak kendisine iletiyoruz oda bunu diğer robotlara iletiyor. Diğer robotlar karşı çıkıyorlar bizim elçi robotumuzdan delil istiyorlar zaten bunu isteyeceklerini biliyoruz ama vermiyoruz hayır diyoruz size delil bile versek inanmazsınız, Daha önce gönderdiğimiz elçi robotlara delil verdik de ne oldu inkar ettiniz diyoruz. Elçi robota kurallarımıza diğer robotlara anlatmasını söylüyoruz ama bizim robotumuzun bilmediği ama diğer robotların konuştuğu 500 tane dil var hepsinden sorumlu tutuyoruz ve biz o robotu bütün her yerdeki diğer robotların mesaj ileticisi olarak belirliyoruz nasıl iletirse iletsin tercüme yapılabilir dil değiştirilebilir. Bu robotların hepsinin aynı dili konuşmasını sağlama yeteneğimiz varken yapmıyoruz ayrıca bu robotların hepsinin tek bir ırk olarak yaşamasını sağlama yeteneğimiz varken yine yapmıyoruz. Robotların yüzlerce değişik küçük grup halinde yaşamasına izin veriyoruz daha doğrusu böyle olacağını en başındaki programda zaten biliyoruz ve bizim elçimiz bizim verdiğimiz kurallar kitabını diğer robotlara anlatmaya çalışırken bir sürü savaş çıkıyor ve milyonlarca robot sadece ve sadece bizim mesaj verdiğimiz kişinin mesajını taşıma eylemi ve devamındaki değişmeler nedeniyle yok oluyorlar ama biz buna hiç gocunmuyoruz çünkü biz böyle olsun istedik biz mesajımızı bu şekilde iletmeyi tercih ediyoruz oysa mesajı doğrudan bütün robotların beynine göndersek kimse kimseyle kavga etmez hiç kimsede ölmezdi ama bir bildiğimiz var çünkü biz en iyi bilen ve her şeyi mükemmel yapan fabrikanın sahibiyiz.

Bir süre sonra robotları kontrol edemiyoruz ve hiçbir robot bizim sözümüzü dinlemiyor mesaj getiren robotu ya öldürüyorlar ya asıyorlar ya da hiç dinlemiyorlar biz de fabrika kurucusu yüksek mühendis olarak bütün robotların bulunduğu yeri su ile doldurarak bütün robotların paslanarak ölmesini sağlıyoruz. Birkaç kez daha bu robotların bölgesel isyanları ve kural tanımaz tavırları nedeniyle toplu olarak robotların üzerinden silindirle geçiyoruz ve yok ediyoruz çünkü biz mükemmel nizam ve düzen sahibi her şeyi en iyi bilen ve evrendeki en iyi fabrikanın sahibiz.

Gelelim mesajın içeriğine mesajımız şu: “ hatırlamasanız da sizden zamanında söz almıştık ve bu yerde imtihan edilmeyi Kabul ederek sizin bizim tarafımızdan fabrikada üretildiğinizi kabul etmiştiniz bize günde beş kez ellerinizi havaya kaldırarak ve diz çökerek itaat edeceksiniz bizi tanıyacaksınız ve bizim için hep iyi niyet dualar edeceksiniz kendi acizliğinizi bize göstereceksiniz biz her şey ve herkes için en büyüğüz, bizden önce başka fabrika yoktu bizden sonra da olmayacak bu fabrika birisi tarafından kurulmadı , zaten her zaman vardı sizden istediğimiz şey bize sonsuz saygı ve sadakat ile piliniz bitene kadar bize dua etmeniz ve bu mesajı diğer bütün robotlara yayabilmek için ordular toplayarak diğer robot kabileleri ile savaşmanız. Sizin için bir takım kurallar belirledik bazı zamanlar aç kalacak bazı zamanlar sizde bulunan belirli ihtiyaç parçalarından belirlediğimiz yerlere vereceksiniz bunları tastamam yaptığınızda ve bizim büyüklüğümüz’ü ve mesajı ileten kişinin bizim tarafınızdan gönderildiğini kabul ettiğinizde sizi sonsuza kadar hiç pilinizin bitmeyeceği Ve paslanmayacağınız sonsuza kadar en mükemmel şekilde bulunacağınız bir yerde ödüllendireceğiz, eğer bu sınavı kaybederseniz sizi binlerce santigrat derece sıcaklık bulunan ve cehennem ismini verdiğim bir yerde sonsuza kadar ısıtacağım ve yakacağım”

Sizce yukarıdaki fabrikanın kurucu mühendisi ve fabrikanın kendisi ne kadar mantıklı bir iş yapıyor, bu işten kazancı ne? Eğer bütün robotların bir sistem üzerine çalışmasını istiyorsa bunu baştan programlayabilirdi, bu kadar zor ve saçma bir yolu bu mühendis neden seçiyor? ayrıca robotlar neden başka başka diller konuşacak şekilde programlanmış veya neden bu mesaj doğrudan bütün robotlara değilde tek bir robota gönderilerek diğer robotlar için hem imtihan hem de süreç zorlaştırıyor. Fabrikanın kurucusunun amacı üzüm yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi bunu tespit edebiliyor musunuz eğer yukarıdaki fabrika üretim sistemi size mantıklı geliyorsa bir şey diyemeyeceğim ancak mantıklı gelmiyorsa o halde bizi ürettiğini iddia ettiğimiz fabrika ile ilgili ciddi bir sorgulama yapmamız gerektiğini düşünüyorum zira ya yaratılış amacımızdan hiçbir zaman haberimiz yok ya da çok yanlış bir programlama sistemi ile programlanıyoruz ve fabrikanın üretim hatlarında ciddi bir sorun var demektir. 

SONUÇ

Tanrının esasında insana ihtiyacının olmaması gerekirdi, hele hele onu imtihan etme zahmetine hiç girmemesi gerekirdi, bir yaratım ve üretim, ya kendi ihtiyacımızdan yada zahir bir ihtiyaçtan hasıl olur. Tanrı mutlak kadirse bizi yaratmak onun için bir israf olmalıydı. Bir varlığı yani bizi imtihan etmesi Tanrının yarattığı bilinçlerin ona ve kurallarına tabi olup olmayacağının test edilmesi, evrende birilerine, yada kendine henüz ispatlamaya çalıştığı bir şeyler olduğunu, Tanrının mutlak kadir olmadığını gösterir. Tanrı için bu ispat eylemi büyük bir risk doğurur, insanlar sınavı kaybederlerse, tanrı hem evrene karşı kendisinin hala eksik olduğunu, bir varlığa özgür irade verdiğinde hala kendisine başkaldırabildiğini tescil ederek kendi ayaklarına sıkar itibar kaybeder, hem de bu uyumsuz varlıkları sonsuz cezalandırmak için bir emek ve güç sarf etmek zorunda kalarak bir de evrende bu kahrolası varlıklara cehennem gibi bir yer ayırarak elindeki atomları gereksiz bir işte sabit tutmak zorunda kalır. Tam tersi durumda da cennet gibi bir yerde bu ulu ruhları toplayarak yan gelip yatırmak gibi bir israfa girerek yine cenneti oluşturan atomlarını orada sabit tutmak zorunda kalarak nihayetinde ve total hesapta israfa giden bir eylem icra etmiş olur. Sabit tutmak derken; yani hayal edilen şey hiç kıpırdamayan , hep orada duran bir cennet ve cehennem figürü. Oysa evrende en küçük atomdan en büyük galaksilere kadar hareket etmeden bir saniye bile sabit duran bir şey yok ki ! Tanrı insansı özellikler barındıramaz, Biz insanların acizlik olarak gördüğü kızma ve ölçüsüz ceza verme ya da öç alma gibi eylem ve duygularla işi olamaz, Toplu helaklar ,beceriksizliğini halının altına süpürmek, ya da başkalarına mal etmek anlamına geleceğinden böyle bir acziyet gösteremez. Sonsuz evreninde ne iş ne de işçi ihtiyacı bitmeyeceğinden bizi cennette yan gelip yatıramaz, Kendi beceriksizliğini , ürettiği et bedenleri sonsuza kadar yakarak kapatamaz. Böyle bir tanrıya inanıyorsanız işte bu gerçekten mitolojinin ta kendisi. İnsansı tanrı tam olarak bu işte. Gerçeği bulmak istiyorsanız bu birinci basamaktı, yol uzun ve yokuşlar gerçekten sarp.....

VOLTAİRE VE DEİZM

Yazan: HERMES Trismegistos

VOLTAİRE VE DEİZM

Voltaire olarak bildiğimiz, ünlü Fransız yazar ve filozofun bu isim aslında sadece mahlasıdır. Ünlü yazarımızın asıl adı François - Marie Arouet'dir. Zamanında Fransız Devrimi'ne ve aydınlanma hareketine önemli katkıları olan ünlü yazarın, din ve ifade konularında özgürlüklerden yana olan söylemleri dışında, insan hakları konusunda da önemli yazıları olmuştur. Dünya edebiyatına kazandırmış olduğu eserlerinde, kiliselerde ortaya çıkan dogmalarını fazlasıyla hicvetmiştir.

Sekiz yıl boyunca sanat eğitimi alan Voltaire aldığı eğitim ile ilgili pek olumlu yorumlarda bulunmamıştır. Mezun olmasının ardından edebiyat alanına yönelmiştir. Babası ile kariyer ve edebiyat konusunda anlaşmazlıklar yaşayan Voltaire, çalışıyormuş gibi görünerek bu süreçte hicivli şiirler kaleme almıştır.

Bu durum babasının kulağına gidince Voltaire hukuk okuması için başka bir okula gönderilmiştir. Ancak bu süreçte de yine yazmaya devam etmiştir. Kral XV. Louis naibi ile ilgili yazısı sebebiyle hapsedilmiştir. Hapis günlerinde kendisinin tanınmasını sağlayacak olan piyesi Oedipe'yi yazmış ve ardından Voltaire ismini almıştır.

Ardından hicivlerine devam etmiş ve neticesinde İngiltere'ye sürgün edilmiştir. Buradaki fikir özgürlüğüne hayran kalan yazar, dönemin ünlü yazarlarından başta Şekspir'den (Shakespeare) son derece etkilenmiştir.

KISACA DEİZM

Evreni yaratan, işleyişi için doğa kanunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdahalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç deizmi ifade etmektedir. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni Tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan; dışarıdan müdahale olmadan doğa kanunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir.

Kehanetlerin, mucizelerin, dinsel dogmaların, demagojilerin ve kaynağı ilahi ilan edilen dinlerin reddinden dolayı peygamberler, kutsal kitaplar, sevap, günâh, ibâdet, dua, vahiy, melek, cin, şeytan, cennet, cehennem, ahiret ve kader gibi kavramların bu inanışta yeri yoktur. Belirli bir öncüsü, merkezi bulunmaması sebebiyle deizmde ihtiyaç duyulan tek şey sağduyulu olmak ve her şeyi akıl süzgecinden geçirmektir.

Deizmin temel inançları dışında bazı deistler ölümden sonra yaşama veya reenkarnasyona inanabilir. Bununla birlikte deistlerin ruhun ölümsüzlüğüne dair inançları hayli çeşitlidir. Ruhların Tanrı tarafından ölümden önceki hayatlarındaki davranışlarına göre ödüllendirileceğine ya da cezalandırılacağına veya sadece ruhun ölümsüzlüğüne inanan, ruhun ölümsüzlüğü konusunda agnostik yaklaşım sergileyen ve ruhun ölümsüz olmadığını düşünen deistler vardır. Deist yazarlar Yüce Varlık, İlahi Saatçi, Evrenin Büyük Mimarı ve Doğanın Tanrısı gibi ifadeler kullanarak çeşitli şekillerde Tanrı'ya atıfta bulunmuştur

VOLTAİRE'NİN TANRI GÖRÜŞÜ

Voltaire diğer aydınlanmacı filozoflar gibi tanrıya bir kılıf uydurmamak onu bir halka veya bir ırka sabitlenmemek gibi düşüncelere sahipti.

Açıktan açığa deist olduğunu söylemese de böyle görüşleri vardı buna birkaç örnek verelim.
Voltaire Micromegas adlı eserinde şunu anlatır;

Micromegas adında bir dev vardır ve Sirius yıldızında yaşamaktadır Micromegas yeni gezegenler keşfetmek adına uzayı dolaşır ve Satürn gezegenine bir ziyarette bulunur. Micromegas Satürnlülerin boyutuna göre bir dev kadar büyüktür.Orada bulunan Satürn bilimler Akademisinde akademi’nin sekreteri ile uzun uzun sohbet eder ve onunla iyi dost olur.

Ardından Micromegas satürnlü sekretere seyahatinde ona katılmasını teklif eder. Satünlü bunu mutlulukla kabul eder ve yola koyulurlar.

Önce Jüpitere gittiler ve orada 1 yıl kaldılar sonra marsı görüp oraya gitmek istediler fakat orayı çok küçük bulup vazgeçtiler.Bundan sonra ise uzun zaman yol aldılar fakat görünürde hiçbir gezegen yoktu.

Sonra küçük bir parıltı gördüler burası dünyaydı başka gezegen göremedikleri için oraya gittiler. Micromegas'ın kafası göğe değiyordu, Satürnlü dostu ise dünya için hala bir dev olmasına rağmen Micromegas'a göre daha küçüktü. İkisi dünyayı küçük buldular ve orada yaşayıp yaşamayanlar olduğunu öğrenmek istediler. Micromegas ayak bileğine gelen okyanus da bir balina gördü ama ona göre çok küçük bir hayvancıktı. Tam gezegende başka canlı olmadığını düşüneceklerken Micromegas’ın kristal kolyesi koptu ve yer düştü yere düşen bir kristal parçası okyanusda mahsur kalmış filozof ve bilim adamlarının gemisini görmesini sağladı. Ve Micromegas da tırnağını kesip bir mini megafon yapıp onun tırnağı boyutunda bile olmayan insanlarla konuşmaya başlar.

İnsanların akıl yürütmesine ve tanrının bu kadar küçük canlılara ruh bağışlamasına şaşırarak bir kere daha tanrıya hamd eder.

Filozoflara ruhun ne olduğunu sorar Aristocu Leibnizci Lockeçı ve daha bir çok fikir akımını savunan filozoflar cevaplar verir ama bir teolog araya girer ve Aquinolu Thomas’ın La Somme adlı eserini ileri sürerek güneşlerin yıldızların gezegenlerin her şeyin insan için yaratıldığını öne sürer Micromegas ve Satürnlü buna öylesine kahkaha atar ki bu kahkahalar sonucu Micromegas'ın avucunda tuttuğu gemi yanlışlıkla Satürnlü’nün ceplerinden birine düşer.

Hikayeden çıkaracağımız sonuç şu ki;

Voltaire din felsefesi ile ilgilenmiş olan Aquinolu Thomasçı bir adamın düşüncesine karakteri güldürmesi bununla az öncede anlattığım gibi kilise ve dogmalarını hicveder.

Bir diğer değineceğimiz nokta ise hikayenin bazı bölümlerinde Tanrı bahsi geçtiğinde bir tanrı ayrımı olmamasıdır. Tanrı tüm evrenin tanrısı ve Satürnlü de Siriuslu da dünyadaki insan da aynı tanrıya tapmaktadır. Tanrı yaratmış fakat ilahi kurallar koymamıştır ve şimdiki zamana müdahale edemez. Fakat ortada bir dini görüş yoktur, bu da Voltaire'nin deist olduğunun aleni bir delilidir. 

VOLTAİRE'NİN DİNLE İLGİLİ SÖZLERİ

Erdem özgürlüğü gerektirir, bir yükü taşımak aktif bir güç gerektirdiği için. Baskı yönetimi altında erdem bulunmaz ve erdemsiz bir din de bulunmaz. Beni bir kul haline getirirsen böylece ben o şey için uygun olmayan biri haline gelmiş olurum. Egemenlik dahi benim üzerimde, beni doğası seçme ve özgür iradeye dayalı dine yönlendirmek hakkına sahip değildir.

Hangisi daha tehlikeli: fanatizm mi yoksa ateizm mi? Fanatizm, kesinlikle birkaç bin daha tehlikeli; ateizm asla kanlı bir tutku vermez insana.

Kutsal Roma İmparatorluğu adıyla kendisini anan ve hala anmaya devam eden bir araya toplanmış yığın, ne kutsaldır, ne Romalıdır ne de imparatorluktur.

Size kimin hükmettiğini öğrenmek istiyorsanız sadece kimi eleştirme izniniz olmadığını bulun.

Hayvanların insanoğluna göre şöyle avantajları vardır,saatin tik-taklarını asla duymazlar,ölüm mefhumundan habersiz ölürler,onlara şunu yap diyecek din alimleri yoktur,son nefeslerini vermek üzerelerken istenmeyen tatsız törenlerle keyifleri kaçırılmaz,cenazeleri bedavaya gelir ve kimse vasiyetleri yüzünden onlara dava açmaya kalkmaz.

KUR'AN'DA YEMİN KONUSU

Yazan: Kirpi


KUR'AN'DA YEMİN KONUSU

Allah kaldıramayacağı ağırlıkta bir taş yaratabilir mi? ve türevi sorulara Müslümanların sıkça yaptığı eleştirilerden biri «Nasıl olur da Allah'a insanı vasıfları yüklersin» şeklindedir. Fakat bunu söyleyen Müslümanların belli ki Kur'an'dan haberleri yok. Zira Allah Kuranda zaten kendisini insanı vasıflarla anlatıyor. Örneğin konuşması, merhameti, sevgisi, gazabı, aklı, bunlar insani vasıflar ve Allah kendini ifade etmek için bunları kullanıyor. Onlardan biri de bu yazımın da konusu olan Yemindir. Yemin karşıdaki kişiyi inandırmak için insanlar tarafından sıklıkla kullanılan bir şeydir ve dolayısıyla insana ait vasıflardandır. Allah Kur'an'da insanları kendine inandırmak için yeminler ediyor. Peki her şeye gücü yeten, sonsuz kudret sahibi bir ilah insanları kendine inandırmak için yemin eder mi? Kur'an yeminlerle dolu olan bir çok sure vardır. Onların en büyüğü ise Şems suresidir çünkü baştan sona yeminlerle doludur.

Şems Suresi:
1- Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,
2- Onu izlediğinde Ay'a andolsun,
3- Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,
4- Onu bürüdüğünde geceye andolsun,
5- Göğe ve onu bina edene andolsun,
6- Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,
7,8,9- Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.

Müslümanlar bu yeminlerin farklı konulara dikkat çekmek için kullanıldığını söylüyorlar. İyi ama Güneş ve Ay'a daha ne kadar dikkat çekecek ki? Zaten insanlar tarih boyunca onlara fazlasıyla dikkat etmiştir, hatta onları birer tanrı olarak bile görmüşlerdir.
İşin garip tarafı Kur'an'da yemin konusunda bile Müslümanlara torpil yapılıyor. Örnek vermek gerekirse kafirler yeminlerini bozarsa cezasının ne olacağı konusunda Kur'an'a baktığımızda çok sert ifadelerle karşılaşıyoruz:

Tevbe Suresi 12. Ayet:
وَاِنْ نَكَثُٓوا اَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا ف۪ي د۪ينِكُمْ فَقَاتِلُٓوا اَئِمَّةَ الْكُفْرِۙ اِنَّهُمْ لَٓا اَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
Eğer andlaşmalarından sonra, yeminlerini bozarlar, dininize dil uzatırlarsa, inkarda önde gidenlerle savaşın, çünkü onların yeminleri sayılmaz, belki vazgeçerler.

Bahsi geçen ayette yeminlerini bozup İslama dil uzatanlarla savaşılması ve dolayısıyla öldürülmeleri emrediliyor. Fakat konu Müslümanların yeminlerini bozarken verilmesi gereken cezaya gelince alemlerin yaratıcısı kulları arasında ayrımcılık yapıyor. Şimdi sizlere göstereceğim ayeti dikkatlice okumanızı ve düşünmenizi istiyorum:

Mâide Suresi 89. Ayet:
لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللّٰهُ بِاللَّغْوِ ف۪ٓي اَيْمَانِكُمْ وَلٰكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْاَيْمَانَۚ فَكَفَّارَتُهُٓ اِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاك۪ينَ مِنْ اَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ اَهْل۪يكُمْ اَوْ كِسْوَتُهُمْ اَوْ تَحْر۪يرُ رَقَبَةٍۜ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلٰثَةِ اَيَّامٍۜ ذٰلِكَ كَفَّارَةُ اَيْمَانِكُمْ اِذَا حَلَفْتُمْۜ وَاحْفَظُٓوا اَيْمَانَكُمْۜ كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه۪ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
Allah, boş bulunarak ettiğiniz yeminlerle sizi sorumlu tutmaz. Ama bile bile yaptığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bu durumda yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin orta hâllisinden on yoksulu doyurmak, yahut onları giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Kim (bu imkânı) bulamazsa, onun kefareti üç gün oruç tutmaktır. İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin kefareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.

Ayetin ilk kısmında Allah "boş bulunarak edilen yeminden sorumlu değilsiniz" diyor. Peki boş bulunmak ne demek? Bakalım ne demekmiş:
1: Söylenmemesi gereken bir şeyi, işin bu yönünü unutuverip, karşısındakine söyleyivermek, ağzından kaçırmak.
2: Dalgın bir durumda olmak, dalgınlıktan dolayı dikkatsiz bulunmak.

Örnek vermek gerekirse misal Ahmed komşusu Ali'nin karısının başka biriyle kocasını aldattığını biliyor. Sonra Ahmed dalgınlıkla, istemeden bu konuyu yemin etmek suretiyle Ali'nin yanında ağzından kaçırıyor. Ali sinirlenip karısını öldürüyor. Bu durumda Allah Ahmed'i sorumlu tutmuyor. Ne güzel değil mi?
Gelelim ayetin ikinci kısmına. Diyelim ki Ahmed, komşusu Ali'nin karısının ona ihanet ettiğini bilerek, yemin ederek anlatıyor. Ali karısını öldürdükten sonra Ahmed kendini suçlu hissediyor. Bu durumda kefaretini ödeyerek kendini sorumluluktan kurtarabilirsin. Bu kadar basit. Yani bir insanın ölümüne sebebiyet vermenin kefareti on yoksulu doyurmaktır. Fakat her ne hikmetse alemlerin Rabbi, sonsuz merhamet sahibi Allah kafirlere bu şansı tanımıyor.

Yemin konusunda Müslümanlara tanınan ayrıcalık bununla da sınırlı değil. Kur'an'da AHD kavramıyla ilgili ayetlere baktığımızda durumun daha da içler acısı olduğunu görüyoruz. "Ahd" ne demek önce ona göz atalım:

AHD: Yemîn, mîsâk, söz verme, ittifak, bir şeyi korumak, halden hâle onu muhafaza etmek, tavsiye etmek anlamlarında kullanılan bir terimdir.  Ahd kelimesi İslâmî bir kavram olarak "Ahd-ü Mîsâk' şeklinde kullanılmıştır.
[Kaynak sorularlaislamiyet.com]

Şimdi sizlere iki ayet göstereceğim. Ne demek istediğimi o zaman daha iyi anlayacaksınız.

İsrâ Suresi, 34. Ayet: 
وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَت۪يمِ اِلَّا بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُ حَتّٰى يَبْلُغَ اَشُدَّهُۖ وَاَوْفُوا بِالْعَهْدِۚ اِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْؤُ۫لاً 
Rüşdüne erinceye kadar yetimin malına, onun yararına olmadıkça el sürmeyin. Ahde vefa gösterin; çünkü ahid sorumluluk doğurur.

Diyelim ki bir çocuğun anne ve babası vefat ediyor. Amcası çocuk rüşd haline varıncaya kadar ebeveynlerinden kalan mirasa göz kulak olacağına dair bir ahd veriyor. Fakat daha sonra çocuğun amcası ahdine bağlı kalmıyor ve yetimin tüm malını benimsiyor. Bu durumda çocuğun amcasının cezası nedir? Yani bir Müslümanın kendi ahdine vefa etmemesinin cezası nedir? Cevabı için yine Kur'an'a bakacağız:

Tahrîm Suresi 2. Ayet:
قَدْ فَرَضَ اللّٰهُ لَكُمْ تَحِلَّةَ اَيْمَانِكُمْۚ وَاللّٰهُ مَوْلٰيكُمْۚ وَهُوَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ
Allah şüphesiz size, yeminlerinizi(AHD) kefaretle geri almanızı meşru kılmıştır. Allah sizin dostunuzdur. O, bilendir, Hakim'dir.

Ayet çocuğun amcasının çocuk büyüyünceye kadar malına mülküne göz kulak olacağına dair ettiği yemini (ahdi) kefaretini ödeyerek bozabileceğini söylüyor.

Gördüğünüz gibi yeminlerini bozan kafirlerin cezasının ölüm olduğunu söyleyen Allah Müslümanlara gelince torpil yapıyor, hatta küçük çocukların bile malının mülkünün gasp edilmesi için yeşil ışık yakıyor. Yeminlerini bozduğu için Beni Kureyza'da teslim oldukları halde sırf kafir oldukları için 1000 kişinin kafasının kesilmesine onay veren alemlerin Rabbi küçük çocuğun malını mülkünü gasp eden kişiye sırf Müslüman olduğu için kefaret ödeyerek kurtulabileceğini söylüyor. Bu mudur sonsuz merhamet ve adalet? Eğer öyle ise olmaz olsun böyle adalet...

TRUVA SAVAŞI MI TANRILARIN SAVAŞI MI?

Yazan: HERMES Trismegistos

TRUVA SAVAŞI MI TANRILARIN SAVAŞI MI?

Truva (Troya) Savaşı MÖ 1260 – MÖ 1180 civarında yapılan bir savaştır.Savaş hakkındaki bilgiler için yol gösterici kaynak Homeros’un İlyada ve Odesa (Odysseia) destanlarıdır. Bu iki kaynak da manzume olarak yazılmıştır.

TRUVA SAVAŞININ BAŞLAMA NEDENİ

Efsaneye göre bir gün tanrı dağı Olimpos'a altın bir elma düşer elmanın üstünde en güzele yazmaktadır,bu elmayı sahiplenmek için Hera, Afrodit ve Athena tartışır ama kendi aralarında bir sonuca varamayıp Zeus'a danışmaya karar verirler.

Elmayı Zeus'a götürdüklerinde Zeus da buna karar veremez, zira Athena biricik kızı, Hera eşi, Afrodit ise güzelliğiyle ünlü Kıbrıslı tanrıçadır.

Zeus elmayı Truva prensi Paris'e götürmelerini, gerçek kararı onun vereceğini söyler.

Tanrıçalar Truva'ya varıp elmayı Paris'e verirler.Tanrıçalar, güzellik yarışmasını kazanabilmek için Paris’e bir sürü rüşvet teklif ettiler. Hera, Asya Krallığını vadetti; Athena, sonsuz akıl ve başarı teklif etti. Afrodit ise dünyanın en güzel kadının aşkını vereceğini söyledi. Bu kadın Sparta Kralı Menelaos’un karısı Helena idi.

Bu arada Paris, yarışmadan önce Truva kentine giderek buradaki oyun ve yarışlara katıldı. Oyunları ve yarışmaları seyreden kral ve kraliçe başarılı yarışmacı Paris’e kalpten yakınlık duydular. Kim olduğunu merak ederek araştırdıklarında onun oğulları Paris olduğunu öğrenirler ve Paris sarayda prens olarak yaşamaya başlar. Yarışma günü geldiğinde, Paris güzel tanrıçaların karşısına çıktı ve Afrodit’in güzelliği karşısında tutulmuş, büyülenmiş bir şekilde elmayı Afrodit’in avuçlarına bırakıverdi.

Tanrıçaların en güzeli seçilen Afrodit sözünü tutarak Helena’nın aşkını ona vermiştir. Bir gemi hazırlatarak Mora yarımadasına (Peloponnes) gitti ve bu adada hüküm süren Menelaos’un sarayında konuğu olarak ağırlandı. Orada kendisini misafir eden kralın güzel karısı Helena’yı alarak Truva’ya kaçırmıştır. Bunun üzerine Menelaos, Yunanistan’daki Akha krallarının en güçlüsü olan kardeşi Agamemmon’a giderek Truva’ya bir sefer düzenlemesini istemiştir.

SAVAŞ KIZIŞIYOR

Savaşın onuncu yılında, İlyada da anlatıldığı üzere çarpıcı olaylar yaşandı. Yunan birliklerinin önderi Agamemnon, Akhilleus’a ganimet olarak verilecek Briseis’i kendisi için esir aldı. Bu duruma öfkelenen Akhilleus birlikleriyle birlikte savaştan çekildi. Akhilleus’un annesi deniz tanrıçası Thetis, Agamemnon oğlunun şerefiyle oynamaktan pişman olsun diye, Troyalılara güç vermesi için Zeus’a yalvardı. İlerleyen çatışmalar sırasında, Troyalılar gelişme kaydederek Yunan gemilerine sorun çıkaracak kadar yakın bir noktada karargâh kurmayı başardı. Onları geri püskürtmeye can atan Akhilleus’un yakın arkadaşı hatta belki de sevgilisi Patroclus, Yunanların moralini yükseltmek ve Troyalıların gözünü korkutmak için Akhilleus’un kılığına girerek Yunanları savaşa yöneltti. Başta planı işe yaramıştı, fakat daha sonra Troya prensi Hektor tarafından öldürüldü. Arkadaşının ölümü üzerine yas dolu bir öfkeye bürünüp gözü Hektor’dan intikam almaktan başka bir şey görmeyen Akhilleus, Agamemnon’la olan tartışmasını bir kenara bıraktı.

Öfkeden gözü dönen Akhilleus yüzlerce Troyalı yiğidi öldürerek Troya surlarına doğru ilerler. Ondan moral bulan orduda peşi sıra surlara doğru ilerler. Akhilleus Hektor'u sur tarafında görür, birçok Truvalı asker şehrin içine sığınmıştır fakat Hektor öyle yapmaz. Akhilleus'dan bir süre kaçar ama sonra durur ve onunla dövüşmeye başlar. Akhilleus Hektor'u, Troyalıların en kuvvetli yiğidini öldürür.

SAVAŞTA TANRILARIN TARAFI

AHKALAR;
  • Athena
  • Hera
  • Poseidon
  • Hephaistos
  • Hermes

TROYALILAR;
  • Artemis
  • Afrodit
  • Leto
  • Ares
  • Apollon

TANRILARIN ROLÜ

Görüldüğü gibi elmayı alamayan Hera ve Athena savaşta Akhaları tutmaktadır. Apollon ise Troya kentini kurmuş olduğu için kentin yıkılmasına göz yummaz bu yüzden o kardeşi Artemis ve annesi Leto Troyalıları tutmaktadır. Gözünü kan bürümüş Ares ise sadece savaş ister, bu yüzden oğlu bir Troya askeri olduğu için Troyalıların tarafını tutsa da istediği tek şey tuncun çangırtısı ve atardamardan fışkıran kızıl kandır.

Troya Savaşı adeta savaş gücüne değilde tanrıların isteğine bağlıdır çünkü tanrılar sevdiği askerlere yardımcı olur hatta onların ölümden bile korur. Homeros’un eşsiz anlatısında ister istemez bir tarafı desteklediğiniz için bu bazen sinir bozucu olabiliyordu. Bunlara birkaç örnek vermek gerekirse.

Savaşın başlarında Menalous Hektor'a doğru kuvvetli mi kuvvetli bir ok atar, bu ok onu rahatça öldürebilecek hızdadır. Üstelik Hektor o sırada başka bir Akha eri ile savaşmaktadır. Onu koruyacak hiçbir şey olmamasına rağmen okçu tanrı Apollon çok sevdiği Hektor'un ölmesine göz yumamaz ve okun yönünü saptırır.

Genel bir örnek verecek olursak: Tanrılar savaşa o kadar kapılmışlar ki Hera Troyalıların Akha gemilerinin önünde kamp kurmasına dayanamaz. Sevdiği Akhalara acır, onlara yardım etmek ister fakat tanrı Zeus sonlara doğru buna izin verecek olsa da o an tanrıların gruplara yardım etmesini yasaklamıştır. Tabii ki Zeus'un kendisi bu yasağa dahil değildir. İki tarafa da eşit sevgi duymasına rağmen Hektor'a ve Troyalılara sevgisi biraz daha büyüktür. Yani Zeus tek başına savaşı yönetecek olursa Troyalıların üstünlüğü kaçınılmazdır.

Hera ise buna dayanamaz Poseidon'la bir oyun yapar. Hera güzel kıyafetler gidip uykunun da yardımıyla Zeusla sevişip onu tatlı uykunun kucağına bırakacak, bu sırada da Poseidon Akha ordusunun arasında karışıp onların moralini yükseltip savaşta onlara yardım edecektir.

Başka bir bölümde ise Athena sevdiği Diomedes'in gözündeki perdeyi kaldırır, artık savaştaki tanrıları da görebilmektedir. Athena onun içini o kadar büyük bir savaş aşkı ile doldurur ki Diomedes savaşın içinde Ares'i görür. Athena'nın da yardımı ile Ares'in üstüne yürür ve ona sanki bir tanrıymışçasına saldırır ve onu yaralar. Ares de Olimpos'a doğru yükselip yarasını ölümsüz nektar ile iyileştirmek zorunda kalır.

Akhilleus’un Hektor'u öldürmesinde de bir tanrının, Athena'nın parmağı vardır. Hektor ayağı tez Akhilleus'dan canhıraş kaçarken ve tam kurtulacak iken Athena Hektor'a bir arkadaşı gibi görünür Hektor'u koşmayı bırakıp Akhilleus ile savaşması için kışkırtır. Hektor arkadaşına güvenir ve durur Akhilleus ile savaşmaya başlar ama bu onun için iyi olmaz zira Akhilleus Hektor'u öldürür.

Tanrıların savaşa en büyük etkisi ise insanlar için kendi ırkında ölümsüzlerle savaşmasıdır olaylar öyle bir raddeye gelir ki Athena Ares ile Hermes de Afrodit ile savaşmaya başlar. Afrodit savaşmaktan çekilse de Athena ile Ares ciddi bir şekilde savaşır.

Tanrılar tüm savaş boyunca iyi veya kötü şekilde savaşçılara yardım etmiştir. Homeros’u okuduğumuzda Tanrıları tanrı değilde daha çok bazı üstün element güçleri olan yaratıklar gibi görürüz. Tapınılıcak yanları yok gibidir. Ama buraya şahsi bir görüş ekleyeyim: Eğer Homeros'a bir soru sorma hakkım olsaydı "Bu yazdıklarına kendin inanıyor musun?" diye sormak isterdim.

İNKA TANRISI VİRAKOÇA

Hazırlayan: A.Kara


İNKALARIN BÜYÜK YARATICISI VİRAKOÇA (VİRACOCHA)

Güney Amerika'nın Andes bölgesinde inanılmış olan Virakoça İnka mitolojisindeki büyük tanrıdır. Tam adı ve bazı yazım alternatifleri Viraçoça (Wiracocha), [1] Apu Kun Tiksi Virakotra (Apu Qun Tiqsi Wiraqutra) ve Kon-Tiki'dir.

Virakoça İnka panteonundaki en önemli tanrılardan biriydi. Her şeyin yaratıcısı olduğu gibi her şeyin yaratıldığı madde olarak görülüyordu ve deniz ile yakından ilişkiliydi. [2]

Virakoça evreni, ayı, yıldızları, güneşi, güneşe gökyüzünde hareket etmesini emrederek zamanı ve bizzat uygarlığı yarattı. [3] Virakoça'ya güneş ve fırtınaların tanrısı olarak ibadet edilmişti. Güneşi bir taç olarak giyerken, elinde yıldırımlar tutup ve gözlerinden gözyaşları gibi düşen yağmurlar yağdırır şekilde temsil ediliyordu. İnka kozmogonisine uygun olarak Virakoça güneşin etrafında gözle görülebilen gezegenler arasında yer alan ve "eski tanrı", zamanın yaratıcısı veya "deus faber" yani "tanrı yaratıcısı" sıfatlarına karşılık gelen Satürn gezegeni ile benzeşir. [4]

İSPANYOL VERİLERİNE GÖRE İNKA KOZMOGONİSİ

Juan de Betanzos tarafından kaydedilen bir efsaneye göre [5] Virakoça karanlığı aydınlatmak, ışık getirmek için Titikaka Gölü'nden (bazı anlatılara göre Paqariq Tampu mağarasından) yükselir. [6] Güneşi, ayı ve yıldızları yaratır. Daha sonra taşlara üfleyerek insanlığı yaratır ancak ilk yaratımı onu memnun etmeyen beyinsiz devlerdir. Bu yüzden onları bir selle yok eder ve daha küçük taşlardan yeni, daha iyisini yapar. [7]

Virakoça sonunda Pasifik Okyanusu'nda (suda yürüyerek) kaybolur ve bir daha geri dönmez. Bir dilenci kılığına girerek dünyayı dolaşır, yeni yarattıklarına medeniyetin temellerini öğretir ve iyi işleyen sayısız mucize yaratır.
İnkalılar Virakoça'nın zor zamanlarda yeniden ortaya çıkacağı düşünüyordu. Pedro Sarmiento de Gamboa, Virakoça'nın "orta boylu, beyaz cüppe giymiş, beyaz tenli ve elinde bir asa ve kitap taşıyan bir adam" şeklinde tanımlandığını yazar. [8]

Bir efsaneye göre onun Inti adında bir oğlu, Mama Killa ve Pachamama adında iki kızı vardır. Bu efsaneye göre tanrı Virakoça Titikaka Gölü çevresindeki insanları 60 gün 60 gece süren Unu Pakhacuti (Unu Pachakuti) adlı büyük bir tufan ile yok eder ve dünyanın geri kalanına medeniyet getirmek için iki kişiyi kurtarır. Bu iki varlık, adları "muhteşem dayanak" anlamına gelen ve bazen Inti'nin oğlu, bazen ise Virakoça'nın oğlu olarak anılan Manko Kapac (Manco Cápac) ve "anne doğurganlığı" anlamına gelen Mama Uklu'dur (Mama Uqllu). Daha sonra 'tapac-yauri' adı verilen altın asa taşıyan bu ikisi İnka medeniyetini kurar.
Farklı bir efsanede onun ilk sekiz uygarlığın babası olduğu görülür ve bazı hikayelerde Mama Kuça (Mama Qucha) adında bir karısı vardır.

Başka bir efsanede [9] Virakoça'nın iki oğlu vardır: İmahmana Virakoça ve Tokapo (Tocapo) Virakoça. Virakoça Büyük Tufan ve Yaratılış'tan sonra oğullarının hala emirlerine uyup uymadıklarını belirlemek için onları kuzeydoğu ve kuzeybatıdaki kabileleri ziyaret etmeye gönderir. Virakoça kuzeye gider. Yolculukları sırasında İmahmana ve Tokapo tüm ağaçlara, çiçeklere, meyvelere ve bitkilere isim verirler. Ayrıca kabilelere bunlardan hangilerinin yenilebilir, hangilerinin tıbbi özelliklere sahip veya zehirli olduğunu da öğretirler. Sonunda Virakoça, Tokapo ve İmahmana günümüz modern Peru'sundaki Kusko'ya ve Pasifik sahiline ulaşırlar ve orada ortadan kaybolana kadar su üzerinde yürürler. Zaten "Virakoça" kelimesi kelimenin tam anlamıyla "Deniz Köpüğü" anlamına gelmektedir. [9]

Tiksi Huirakoça'nın (Tiqsi Huiracocha'nın) birkaç anlamı olabilir.  Güney Amerika'nın And Dağları'ndaki bölgelerinde konuşulan bir dil olan ve And-Ekvator dil ailesine ait olup yerli Amerika dilleri içinde en çok konuşanı olan dillerden Keçuva dilinde tiksi (tiqsi) temel veya taban, vira (wira) yağ anlamına gelirken koça (qucha) göl, deniz veya hazne anlamlarına gelir. [10]
Virakoça'nın birçok lakabı vardır ve bunlardan bazıları büyük, her şeyi bilen, güçlü gibi sıfatları içerir. Bazı insanlar Virakoça'nın (Wiraqucha) "Deniz yağı (veya köpüğü)" anlamına gelebileceğini söylerler. [2] [11]

Bununla birlikte dil bilimsel, tarihi ve arkeolojik kanıtlar Virakoça adının İnka medeniyeti öncesi Aymara dilini konuşan And kültürleri tarafından devegillerin kurban edilerek yapıldığı kutlamalar nedeniyle Aymara Vila Kota (Aymara Wila Quta'dan) (wila "kan"; quta "göl") adıyla andığı günümüz Titikaka Gölü'nden ödünç alınmış olabileceğini düşündürmektedir. Aymara dilinde vila (wila): kan, kuta (guta) ise göl demektir. [12]

Virakoça sık sık hem efendi Tunupa ile ilişkilendirilir.
Tunuupa adını incelemek gerekirse hem Keçuva hem de Aymara'da "Tunu" dairesel bir evin değirmen veya merkezindeki destek sütununu anlamına gelirken "upa" taşıyıcı veya taşıyan anlamlarına gelir. [4 ]
Bu nedenle Tunuupa yada Tunupa "değirmenin taşıyıcısı" olarak okunabilir fakat Eski Dünya'da değirmenin veya değirmen taşının zamanı, zamanın oluşumunu veya "uygarlaştırıcı işleri" sembolize ettiği bilinmelidir.
Virakoça'nın bu sıfatı İnka kozmogonisiyle ve onun Satürn olarak özümsenmesi ile oldukça uyumludur. [4]

BEYAZ TANRI HAKKINDAKİ İHTİLAFLAR

16. yüzyılda yaşamış olan ilk İspanyol tarihçiler Virakoça hakkında herhangi bir kimlik saptamadan, tanımlamadan söz etmemişlerdir. Bunu ilk olarak 1553'te Pedro Cieza de León yapmıştı. [13] İspanyol tarihçilerin (örneğin Juan de Betanzos) benzer açıklamaları Virakoça'yı genellikle ak sakallı "beyaz tanrı" olarak tanımlar. [14] Ancak Virakoça'nın beyazlığından İnkaların yerli otantik efsanelerinde bahsedilmemiştir ve bu nedenle çoğu modern bilim adamı "beyaz tanrı" hikayesini fetih sonrası İspanyol icadı, uydurması olarak görmüşlerdir. [15] [16]

İnka tanrısı Virakoça'ya benzer şekilde Aztek tanrısı Quetzalcoatl ve Muisca tanrısı Boçika (Bochica) gibi Orta ve Güney Amerika panteonlarından bazı diğer tanrılarda efsanelerde sakallı olarak tanımlanır. [17] Tarih öncesi Avrupa döneminin etkisinin bir işareti olduğuna inanılan ve sömürge döneminin ruhları ile güzellemesi yapılan sakal, daracık Mezoamerika'n kıtası kültüründe tek bir öneme sahipti. Anales de Cuauhtitlan, aslen Nahuatl'da yazılmış olduğu için çok değerli ve önemli bir erken kaynaktır. Anales de Cuauhtitlan, Quetzalcoatl'ın Tula'daki kıyafetini şöyle anlatır:

Hemen onun yeşil maskesini yaptı; kullandığı kırmızı boya ile dudakları kızıl kahverengi rengi aldı, yüzünü boyamak için sarıyı aldı, pençeleri yaptı, devam etti ve tüylerden sakalını yaptı ... [18]

Bu alıntıda sakal Mezoamerikan sanatının akademik izlenimlerine rahatça uyan bir tüy sargısı olarak temsil edilmektedir. Bununla birlikte, hikaye Virakoça'nın çirkin görünümünü örtmek için ve yüz kılları olmadığı için ona bir maske ve sembolik tüylü sakal takıldığından bahsetmiyor çünkü Virakoça şöyle diyordu "Eğer beni görselerdi yapacakları şey kaçmak olurdu! "[19]

Virakoça'nın fiziksel görünümünün tasvirleri yoruma açıkken, sakallı adamlar Perulu Moçe kültürü tarafından İspanyolların gelişinden çok önceki dönemlerde meşhur çanak çömleklerinde sık sık tasvir edilmişti. [20]
Kolomb öncesi Avrupalıların Peru'ya göç ettiği yönündeki teorilerin modern savunucuları, bu sakallı seramikleri ve Virakoça'nın sakalını Peru'da Amerikan yerlisi olmayan toplulukların erken varlığının kanıtı olarak gösteriyor. [21] [22] Kızılderililerin çoğunun kalın sakalları olmasa da Avrupalılar ve Afrikalılarla herhangi bir karışımı olmadığı bilinen Paraguaylı Açe halkı gibi açık tenli ancak sakallı toplulukların da var olduğu bildirilmiştir. [23] 1776'da Güney Pauti (Paiute) ile Avrupalılar ilk kez temasa geçtiğinde peder Silvestre Vélez de Escalante ve Francisco Atanasio Domínguez tarafından bir rapor hazırlanmıştı ve raporda şöyle yazıyordu "Adamların bazılarının kalın sakalları vardı ve görünüşte yerli Amerikalılardan çok İspanyol erkeklerine benziyorlar" [24]

İNKALILARI HRİSTİYANLIĞA GEÇİRME

İspanyol akademisyenler ve tarihçiler Virakoça'nın kimliğiyle ilgili birçok fikir öne sürerler.

Bartolomé de las Casas, Virakoça'nın "her şeyin yaratıcısı" anlamına geldiğini belirtir [25]
Juan de Betanzos, "Virakoça'nın Tanrı olduğunu söyleyebiliriz" diyerek yukarıdakileri doğrular [26]
Polo, Sarmiento de Gamboa, Blas Valera ve Akosta'nın yaratıcı olarak Virakoça'ya atıfta bulunurlar [25]
Yerli bir tarihçi olan Guamán Poma, "Virakoça" terimini "yaratıcı" ile eşdeğer kabul eder [27]

Garcilaso de la Vega, [17] Betanzos ve Pedro de Quiroga [28] gibi diğer yazarlar Virakoça'nın İnkalar için "Tanrı" nın orijinal adı olmadığını savunurlar. [25]
Garcilaso'ya göre İnkaların dilinde Tanrı'nın adı Virakoça değil "Pachamama" idi. [29] Yine de İspanyol tercümanlar genel olarak kolonizasyonun ilk yıllarındaki yüce yaratıcı kimliğini Virakoça'ya bağlamışlardır. [25]

Antoinette Molinié Fioravanti'ye göre İspanyol din adamları kendilerine göre putperest olan İnkaların çok tanrılı ibadetine karşı savaşmak için "Yaratılışın Tanrısı" nı Virakoça ile bir tutmaya başladılar. İnkalıların görüşüne göre "yüce bir Tanrı" nın varlığı din adamları tarafından tek ve evrensel bir Tanrı'nın vahyinin insanlık için daha "doğal" olduğunu göstermek için kullanılıyordu. [30]

Augustinus ve Thomas Aquinas gibi Hristiyan bilim adamları, tüm milletlerden filozofların yüce bir Tanrı'nın varlığını öğrendiklerini savundular. [31] Yine de orta çağ Avrupa felsefesi vahyin yardımı olmadan hiç kimsenin "Üçlü Birliğin" doğası gibi büyük gerçekleri tam olarak anlayamayacağına inanıyordu. [25]

"Virakoça" yerine "Tanrı" terimini kullanma kararı İnkaların Hristiyanlaştırılmasındaki ilk adım olarak görülüyor. [25] Bu stratejinin arkasındaki mantık Hristiyanlığın "Tanrı" görüşünü ve konseptini anlama konusunda başarısız olan İnkalara tanrıyı açıklamanın zor olduğu gerçeğini içeriyordu. Ek olarak, Virakoça'ya yapılan atıfın "Tanrı" ile değiştirilmesi yerel ilahiyat kavramının Hristiyan teolojisiyle yer değiştirmesini kolaylaştırmıştı. [25]

MANDE AFRİKALILARININ YARATILIŞ MİTİ

Hazırlayan: A.Kara


BİTKİ TOHUMLARINDAN DÜNYA VE İNSANA: MANDE YARATILIŞ MİTİ

Mandé'ler Batı Afrika'da yaşayan ve Mande dilinden herhangi birini konuşan bir etnik grup ailesidir.

Mandé yaratılış efsanesi Güney Mali'deki Mandé halklarının geleneksel yaratılış efsanesidir. Hikaye, yaratıcı tanrı Mangala'nın bir balaza bitkisi tohumu yaratmaya çalıştığı ancak başarısız olduğu anlatı ile başlar. Daha sonra tanrı, Keita halkının "dünyanın üreyecek olan iki çift parçalı yumurtası" dediği farklı türden iki eleusin bitkisi tohumu yaratır. [1]

Sonra Mangala üç çift tohum daha yaratır ve her bir çift dünyanın yaratılışı çerçevesinde köşeler olarak dört unsur, dört yön haline gelir. Tanrı daha sonra bunu bir ebegümeci tohumunun içine ekleyerek katlar. Karşı cins olarak görülen iki parçadan oluşan çift tohumlara dünyanın yumurtası veya plasentası denir. Bu yumurtada insanların prototipi, ilk örnekleri olan biri erkek biri dişi olmak üzere iki çift ikiz daha vardı.

İnanışa göre bunların arasında yer alan ve hükmetmek isteyen Pemba yumurtayı erken terk ederek plasentasının bir parçasını yırttı. Pemba uzaya düştü ve yırtık plasentası toprağa dönüştü. Yumurtayı erken terk ettiği için bu parçadan oluşan toprak kurak ve çoraktı ve Pemba'ya hiçbir faydası yoktu. Böyle olunca Pemba ikizine geri bağlanmak ve plasentanın geri kalanındaki yerini almak için geri dönmeye çalıştı. Ama aradığını bulamamıştı çünkü tanrı Mangala kalan plasentayı güneşe çevirmişti. Böylece Pemba, Mangala'nın köprücük kemiğinden erkek tohumları çaldı ve onları götürüp çorak toprağa dikti. Plasentanın kanından oluşan bu kuru topraklardan yalnızca bir erkek eleusin tohumu filizlenip büyüyecekti. Pemba tohumu çaldığı ve tohum Pemba'nın kendi plasentasında filizlendiği için toprak saf olmayan kirli bir hal aldı ve eleusin tohumu kırmızıya döndü.

İkiz balık şeklini aldıkları farz edilen diğer erkek ikiz çifti olan Faro, Pemba'nın yaptıklarından dolayı kefaret olarak, dünyayı arındırmak için kurban edildi. 60 parçaya bölünen Faro yeryüzüne düşerek ağaç haline geldi. Bunun üzerine tanrı Mangala, Faro'ya bir insan formu vererek hayata döndürdü ve onu plasentasından yapılmış bir gemiyle (ark) dünyaya gönderdi. Onunla birlikte hepsi Faro'nun plasentasından yapılmış ve insanlığın orijinal ataları haline gelen dört çift erkek ve dört çift dişi çift de dünyaya geldi. Dünyaya gönderilen ve plasentadan yapılmış olan ark ayrıca erkek ve dişi yaşam gücünü taşıyan tüm hayvanları ve bitkileri barındırıyordu. Yaratılan insanlardan Sourakata kendini kurban eden Faro'nun kafatasından yapılan kutsal davulu kullanarak yağmur yağmur yağdırmaya çalışıyordu. Yağmur gelmeyince demirci ataları yeryüzüne gelip çekiciyle bir kayaya vurunca yağmur yağmaya başladı.

Faro insanlığın bildiği tüm dünyayı tanrı Mangala'nın ilk yumurta tohumlarının torunlarından yarattı. Faro, kardeşi Pemba'nın saf olmayan kirli tohumlarını yıkamaya çalışırken suların toprağı basmasına neden oldu. Oluşan bu tufandan sadece Faro'nun gemisi tarafından korunan iyiler kurtarıldı. [2][3]

Efsaneye genel hatları ile bakıldığında yaşadıkları coğrafya dolayısı ile bitki ve tohumların baş rolde olması, yağmur için dua edilmesi ve verimli-verimsiz topraklara dair anlatıların varlığı Afrikalı Mande topluluğunun yaşam şeklinin, hayatlarının ve tabiatı anlamlandırma çabalarının efsanenin oluşumundaki güçlü ve ana etkenler olduğu açıktır. Fakat Hristiyan misyonerlerin özellikle Afrika ülkelerindeki etkisi ile (ki Müslüman misyonerler de aynı bölgelerde İslamı yayma çalışmaları yürütmektedir) bölge insanın mitlerinde İbrahimi dinlerdeki Tufan efsanesine benzer bir anlatının da yer aldığı görülmektedir.

TANRININ SU YARATIĞI LİVYATAN (LEVİATHAN)

Hazırlayan: A.Kara


YAHUDİ MİTOLOJİSİNDE BİR YARATIK: LİVYATAN


Leviathan (İbranice: לִוְיָתָן, Livyatan) Yahudi inancında deniz yılanı şeklinde bir yaratıktır ve bu yaratıktan Tevrat, Eyüp Kitabı, Mezmurlar, Yeşaya Kitabı, Amos Kitabı ve doğruluğuna şüpheli bakılan Hanok'un ilk kitabında bahsedilmektedir.

Hem adı hem de mitolojik figürün kendisi Baal Döngüsü'nde Hadad tarafından mağlup edilen deniz tanrısı Yammu'nun hizmetkarlarından biri olan Ugarit deniz canavarı Lôtān'un doğrudan devamıdır ve Eyüp Kitabı'ndaki Livyatan eski Kenanlı deniz tanrısı Yam'ın hizmetkarı olan Lotan adlı ilkel su yaratığının tanrı Baal Hadad tarafından öldürüldüğü inancının bir yansımasıdır.

Marduk tarafından mağlup edilen Mezopotamya tanrıçası Tiamat ile özellikle üstlendiği rol bakımından paralellikler gösterirler. Benzer ejderda ve dünya sürüngeni mitleri konusunda daha geniş bir karşılaştırma yapmak gerekirse Hinduizm hava ve savaş tanrısı İndra Vritra adlı sürüngeni, İskandinav tanrısı Thor ise  Jörmungand adlı sürüngeni öldürür. [1]

Zaten Leviathan Tevratta'da yer almaktadır ve güçlü bir düşman olan Babil için bir mecaz olarak kullanılmıştır. Bunu Yeşaya 27: 1'de de görmek mümkündür.
Bazı 19. yüzyıl alimleri ise bunu pragmatik bir şekilde değerlendirmiş ve suda yaşan timsah gibi büyük canlılara atıfta bulunulmuştur şeklinde yorumlamışlardır. [2] Kelime daha sonraları zamanla "büyük balina" ve genel anlamda deniz canavarları için bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır.

Livyatan'dan Tanah'ta Eyüp 3:8, Eyüp 40:15 - 41:26, Mezmurlar 74:14, Mezmurlar 104:26 ve İşaya 27:1'de bahsedildiği görülür.

Eyüp 41:1–34'ün özellikle yaratığı tarif etmeye adandığı görülür:
  1. “Livyatan’ı çengelle çekebilir misin, dilini halatla bağlayabilir misin?
  2. Burnuna sazdan ip takabilir misin, kancayla çenesini delebilir misin?
  3. Yalvarıp yakarır mı sana, Tatlı tatlı konuşur mu?
  4. Seninle antlaşma yapar mı, onu ömür boyu köle edesin diye?
  5. Kuşla oynar gibi onunla oynayabilir misin,hizmetçilerin eğlensin diye ona tasma takabilir misin?
  6. Balıkçılar onun üzerine pazarlık eder mi? Tüccarlar aralarında onu böler mi?
  7. Derisini zıpkınlarla, başını mızraklarla doldurabilir misin?
  8. Elini üzerine koy da, çıkacak çıngarı gör, bir daha yapmayacaksın bunu.
  9. Onu yakalamak için umutlanma, görünüşü bile insanın ödünü patlatır.
  10. Onu uyandıracak kadar yürekli adam yoktur. Öyleyse benim karşımda kim durabilir?
  11. Kim benden hesap vermemi isteyebilir? Göklerin altında ne varsa bana aittir.
  12. “Onun kolları, bacakları, zorlu gücü, güzel yapısı hakkında konuşmadan edemeyeceğim.
  13. Onun giysisinin önünü kim açabilir? Kim onun iki katlı zırhını delebilir?
  14. Ağzının kapılarını açmaya kim yeltenebilir, dehşet verici dişleri karşısında?
  15. Sımsıkı kenetlenmiştir sırtındaki sıra sıra pullar,
  16. Öyle yakındır ki birbirine aralarından hava bile geçmez.
  17. Birbirlerine geçmişler, yapışmış, ayrılmazlar.
  18. Aksırması ışık saçar, gözleri şafak gibi parıldar.
  19. Ağzından alevler fışkırır, kıvılcımlar saçılır.
  20. Kaynayan kazandan, yanan sazdan çıkan duman gibi Burnundan duman tüter.
  21. Soluğu kömürleri tutuşturur, alev çıkar ağzından.
  22. Boynu güçlüdür, dehşet önü sıra gider.
  23. Etinin katmerleri birbirine yapışmış, sertleşmiş üzerinde, kımıldamazlar.
  24. Göğsü taş gibi serttir, değirmenin alt taşı gibi sert.
  25. Ayağa kalktı mı güçlüler dehşete düşer, çıkardığı gürültüden ödleri patlar.
  26. Üzerine gidildi mi ne kılıç işler, ne mızrak, ne cirit, ne de kargı.
  27. Demir saman gibi gelir ona, tunç çürük odun gibi.
  28. Oklar onu kaçırmaz, anız gibi gelir ona sapan taşları.
  29. Anız sayılır onun için topuzlar, vınlayan palaya güler.
  30. Keskin çömlek parçaları gibidir karnının altı, düven gibi uzanır çamura.
  31. Derin suları kaynayan kazan gibi fokurdatır, denizi merhem çömleği gibi karıştırır.
  32. Ardında parlak bir iz bırakır, insan enginin saçları ağarmış sanır.
  33. Yeryüzünde bir eşi daha yoktur, korkusuz bir yaratıktır.
  34. Kendini büyük gören her varlığı aşağılar, gururlu her varlığın kralı odur.”

Mezmurlar 104'te Tanrı Leviathan da dahil olmak üzere her şeyi yarattığı için övülür ve İşaya 27: 1'de Livyatan için "zamanın sonunda öldürülecek olan "kıvrımlı yılan" denir. [7]

Yaratılış bölümünde 1:21'de şöyle yazar: "Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Bunun iyi olduğunu gördü."
Kral James Versiyonunda ise ifadenin deniz canavarı olarak değil de "büyük balinalar" şeklinde çevrildiği görülür [11][12] 
Mezmurlar 104'te ise Livyatan zararlı bir varlık olarak değil de tanrının yaratma eyleminin bir parçası olan okyanus canlıları olarak tanımlanır [13]
Tanrı ve deniz canavarı arasındaki rekabet ve Leviathan'ın İsrail'in [14] güçlü düşmanlarını tanımlamak için kullanılması Mezopotamya ve Kenan efsanelerinin etkisinin bir sonucu olabileceği gibi Mısır mitolojisindeki Apep yılanı ile güneş tanrısı Ra arasındaki yarışmayı da yansıtıyor olabilir. Alternatif olarak Tanrı ile Livyatan arasındaki rekabetin ortadan kaldırılması Livyatan'ı tanrısallıktan iblisliğe oradan da canavara indirgeyen bir girişimi yansıtmış da olabilir.

MUSEVİLİKTE LİVYATAN

Daha sonraki Yahudi kaynakları Livyatan'ı derinlerdeki kaynakları üzerinde yaşayan ve erkek kara canavarı Behemoth ile birlikte zamanın sonunda adilce hizmet edecek bir ejderha olarak tanımlamaktadır. Hanok Kitabı (60: 7-9) Leviathan'ı tıpkı Babil mitosunda yaratılışı başlatan güçlerden biri olan tanrıça Tiamat gibi su boşluğunda yaşayan dişi bir canavar olarak, Behemot'u ise Günaydın çölünde ("Cennet'in doğusunda") yaşayan bir erkek canavar şeklinde tanımlar. [7]

Tanah'ın açıklama ve izahlarının bulunduğu Yahudi Midraş'ında Tanrı'nın başlangıçta bir erkek ve bir dişi Livyatan yarattığı ancak çoğalarak dünyayı yok etmesinler diye dişiyi parçalayıp öldürdüğü ve etlerini de Mesih'in gelişinde doğru kişilere verilerek ziyafet çekilmesi için sakladığı yazmaktadır [17] [18]

Talmud ve Tanah'ın ilk kapsamlı tefsirlerinin yazarı Rashi'nin Tekvin 1:21 hakkındaki yorumu da aynı doğrultudadır:
Masallardaki (Agadah BB 74b) denizdeki büyük balık sözleriyle Leviathan ve onun eşine atıfta bulunur, çünkü onları erkek ve dişi yarattı ve gelecekteki doğrular için dişiyi öldürdü ve onu tuzladı. Çünkü eğer ürerlerse dünya var olamazdı.

Metinde הַתַּנִינִם yazılıdır. Yani çoğul olanı ifade eden ve sona gelen "yud" eki eksiktir. Bu da Livyatan sayısının iki olarak kalmadığı ve sayılarının bire indirildiği anlamına gelir.
[from Gen. Rabbah 7:4, Midrash Chaseroth V’Yetheroth, Batei Midrashoth, vol 2, p. 225].

Talmud'da Baba Batra 75a'da Leviathan'ın katledileceği ve etinin Mesih geldiğinde salih kişilere ziyafet olarak hizmet edeceği, derisinin ise ziyafetin yapılacağı çadırı örteceği anlatılır. Bu nedenle Sukot, diğer adı ile Çardak Festivali'nden ayrılırken son bir dua okunur.
Dua şöyledir: "Tanrımız Tanrımız ve atalarımızın Tanrısı Senin isteğin olsun. Bu çardağı yerine getirdiğim ve yaşadığım gibi gelecek yıl Kudüs'te Livyatan derisinin çardağında yaşamayı hak edebilir miyim? "[20]

Leviathan'ın muazzam boyutu, bu canavarla ilgili neredeyse tüm masalları (Agadahları) ele alan Yohanan bar Nafha tarafından şöyle anlatılır: "Bir kez bir gemiye bindiğimizde kafasını sudan çıkaran bir balık gördük. Üzerinde "Ben denizde yaşayan en acımasız yaratıklardan biriyim. Üç yüz mil uzunluğundayım ve bu gün Livyatan'ın ağzına giriyorum" yazılı boynuzları vardı". [21][18]

Haham Dimi, Haham Yohanan adına şöyle bildirir: Livyatan acıktığında ağzından derinlerin tüm sularını kaynatacak kadar büyük bir ısı gönderir ve eğer kafasını cennete (Aden'e) koyarsa hiçbir canlı onun kokusuna katlanamaz. [21]
Yaşadığı yer Akdeniz'dir ve Ürdün nehrinin suları onun ağzına dökülür. [22] [18]

Bir başka Midraş'ta (Pirke de-Rabbi Eliezer) kaydedilen bir efsaneye göre Yunus'u yutan balıkların her gün bir balina yiyen Livyatan adlı yaratıktan tarafından yenmekten kıl payı kurtuldukları belirtilir.

Leviathan'ın vücudu, özellikle gözleri, büyük bir aydınlatıcı güce sahiptir. Bu, muhtemelen Haham Yuşa ile birlikte çıktığı yolculuk sırasında aniden ortaya çıkan parlak ışıktan korkan ve bu ışığın Livyatan'ın gözlerinden geldiğine inanan Haham Eliezer'in görüşüydü.
Eyüp 41:18'de Livyatan hakkında "Aksırması ışık saçar, gözleri şafak gibi parıldar." [23] yazsa da doğaüstü gücüne rağmen Livyatan büyük balıkların solungaçlarına yapışan ve onları öldüren "kilbit" adlı küçük solucandan korkmaktadır. [24] [18]

11.yy'da Şavuot'ta okunan Akdamut şiirinde (piyut) Tanrı'nın nihayetinde "güçlü yüzgeçlere" sahip olduğu anlatılan Leviathan'ı katledeceği ve cennetteki tüm insanlara görkemli bir ziyafet ile sunulacağı öngörülür.

Yahudi Kabala'sının en önemli eserlerinden olan Zohar'da Livyatan aydınlanma için bir metafordur. Zohar günlerin sonunda Leviathan'ın derisini yiyen doğru insanlar efsanesinin gerçek olmadığını bunun sadece aydınlanma için bir metafor olduğunu söyler. [25]
Zohar ayrıca Leviathan'ın bir eşi olduğunu da ayrıntılı olarak belirtir [26] ve Leviathan metaforunu Zohar 2:11b ve 3:58a'daki "tzaddik" veya " doğru olan" ile ilişkilendirir.

Abraham Isaac Kook'a göre "Kuyruğu ağzına yerleştirilmiş" (Zohar) ve "tüm dünyayı çevreleyen, etrafında dönen" (Baba Batra 74b'de Rashi) Leviathan eşi olmayan tekil bir yaratıktır ve evrenin temeldeki birliğini yansıtan bir metafordur. Bu birlik ise ancak hak tanıyanlar gelecekte Leviathan ile ziyafet çekeceği zaman açığa çıkacaktır. [28]

HRİSTİYANLIK'TA LİVYATAN

Leviathan'ın Şeytan'ın bir imgesi olarak da kullanıldığı ve onları yemeye teşebbüs ederek hem Tanrı'nın yaratıklarını hem de Tanrı'nın yaratmasını kaos sularında yarattığı kargaşayla tehdit ederek tehlikeye atar. [29]
St. Thomas Aquinas, Leviathan'ı ilk olarak ona uyan günahkarları cezalandıran kıskançlık şeytanı olarak nitelendirdi (Secunda Secundae Soru 36).
Peter Binsfeld da Leviathan'ı kıskançlığın iblisi olarak sınıflandırdı ve yedi ölümcül günaha karşılık gelen yedi Cehennem Prensinden biri olduğunu belirtti.

Leviathan yaklaşık olarak 800'den itibaren Anglo-Sakson sanatında ve Avrupa'nın her yerinde görülen, Lanetlilerin mahşer gününde ağzında kaybolduğu bir yaratık olan Cehennem Ağzı'nın görsel motifiyle ilişkilendirildi. [30] [31]

Tüm bunlara ek olarak İncil'in Gözden Geçirilmiş Standart Versiyonu, Eyüp 41:1'deki bir dipnotta Livyatan'ın timsah için kullanılmış bir isim olabileceğini, 40:15'in bir dipnotunda da Behemot'un su aygırı için kullanılmış bir isim olabileceğini öne sürer. [32]