HABERLER
Dini Haber

GERÇEKLİK NEDİR?

Yazan: Kirpi


GERÇEKLİK NEDİR?


Bu yazımda felsefeyle haşır neşir olacağız onun için dikkatli bir şekilde okumanızı tavsiye ederim.

İnançlı insanlarla tartışmalarda hep “Tek gerçek Tanrıdır” diye klişe bir laf duyarız. Bu gerçekten böyle mi? Hiç bir gerçeğin daha üst bir model gerçeği olamayacağını kesin olarak bilemeyiz. Bunu daha basit bir şekilde anlamamız için Platon'un Mağara Alegorisine bakmamız gerek.

Mağara Alegorisi ünlü Yunan filozof Platon'un Devlet adlı eserinin yedinci kitabında Sokrates'in ağzından ortaya atılan antik çağ felsefesinin en önemli alegorilerinden biridir.

Alegori basitçe şöyledir. Doğdukları günden itibaren bir mağaraya kapatılan 3 insan düşünün. Mağaranın bir bölümü duvarla örülmüş ve izole edilmiş. İzole edilmiş tarafta tutulan bu insanlar hiç bir zaman mağaradan dışarı çıkmamışlar. Duvarın öteki tarafında yakılan bir ateşin ışığından yararlanarak o 3 kişinin olduğu bölüme bazı hayvanların bitkilerin gölgeleri yansıtılıyor. 3 kişi gördükleri nesneleri anca siyah renkte ve gölgenin yansıdığı boyutlarda gördükleri için o şekilde tanımlıyorlar. 30 sene sonra o 3 kişiden birini dışarı çıkarıyorlar ve etrafı gezdirerek onlara yansıttıkları şeylerin asıl şekillerini gösteriyorlar ve tekrardan mağaraya kapatıyorlar. İşte o dışarıya çıkmış olan insan mağaradan hiç çıkmamış diğer iki kişiye hiç bir zaman onlara yansıtılan at figürlerinin aslında siyah olmadığını, atların renk renk olduğunu anlatamaz.
Burada aslında birazda sürü psikolojisi kendi işini görüyor. Örneğin şu anki toplumumuzda insanların %4.5'i renk körlüğü yaşıyor. Diyelim ki bende kırmızı renge duyarlı olan koni hücreleri yok ve ben kırmızı renk körlüğü (Protonopia) yaşıyorum. Koyu kırmızı rengi algılayamıyorum. Toplumun çoğunluğu koyu kırmızı rengi algıladığı için beni renk körü diye isimlendiriyor. Fakat toplumun büyük çoğunluğu koyu kırmızı rengi algılamasaydı ve ben koyu kırmızı diye bir renk var diye ortalıkta dolaşsaydım muhtemelen beni tımarhaneye kapatırlardı. İşte bu örnekte de mağaradan dışarı çıkıp atların gerçek şeklini gören birisi onları hiç görmeyen birisine tüm atların siyah olmadığını hiç bir zaman anlatamaz ve inandıramaz. Fakat mağaradan çıkan kişinin algıladığı atın şeklinin gerçek olup olmadığı da tartışılabilir.

Burada anlatılmak istenen şey şudur. Gerçek dediğimiz şey kişiden kişiye değişiyor ve o gerçeklik diye tabir ettiğimiz şey aslında bizim algılaya bildiğimizden başka bir şey değildir. Batının ünlü filozoflarından René Descartes Kartezyen mantığıyla her şeyin gerçekliğini sorgulamasıyla bilinen biridir. Descartes etrafımızda olan her şeyin (taşların, ağaçların, binaların) aslında bir yanılsama olabileceğini söylüyordu. Fakat bu sorgulamasında geçmediği bir sınırı vardı. Peki neydi o sınır:

«Dünyada hiçbir şeyin var olmadığına kendimi inandırdım... böylece kendimin de var olmadığına inanmış olmuyor muyum? Hiç te öyle değil... Düşünüyorum, öyleyse varım»
René Descartes


Descartes bilincinde ve dolayısıyla benliğinde duruyordu. Descartes felsefesinin temel noktasını oluşturan bu çıkarım; düşünen benliği temele alan, onu özneleştiren bir sonuç doğurur. Bu özne algılayışı 15–17. yüzyıl felsefesinin çıkış noktası olmuştur.
Aslında bu kendi benliğinde durma birazda meselenin duygusal tarafıydı zira bu özne merkezli sorgulama felsefesinin sonunda Tanrının varlığını sorgulayacak hala geleceğini biliyordu. Burada bir sorun daha ortaya çıkıyor: Düşünenin gerçekten ben olduğumu nasıl anlayacağım? Yani ya birisi mağara örneğinde olduğu gibi düşündüğüm (algıladığım) şeyleri yansıtıyorsa.

Aslında bunu destekleyen deneysel çalışmaları önceki yazımda aktarmıştım. Fakat yine basitçe özetlemek gerekirse Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptıkları deneylerde insanın bir şeyi yapmayı düşünmeye başlamadan önce bilinçaltının çoktan o şeyin yapılmasına karar verdiğini gözlemliyorlar. Yani bizim şimdi diye yaşadığımız şey aslında geçmiştir. Biz beynimizin bize dayattığı geleceğe bugün diyerek geçmişte yaşıyoruz. Bu durumda aslında Descartes'in “Düşünüyorum öyleyse varım” felsefesindeki düşündüğüm şeylerin aslında bilinç altımın dayattığı şeyler olabileceği mantık dışı olmuyor. Bu durumda düşünenin insanın kendisi (beyninin bilinçli kısmı) olup olmadığı sorgulanır hale geliyor. Dolayısıyla Descartes'in tezi aslında çalışmıyor diyebiliriz. Zira düşünme eylemini yürüten bir özne kendisinin varlığından emin olabilir ama bu öznenin kendi olduğu hakkında kesin olan hiçbir iddia ortaya koyamaz. Burada ünlü ikilemeyi hatırlamadan geçemeyiz. Bir taoist felsefeci olan Chuang Tzu Kelebeğin Rüyası ismi verilen bir felsefi görüşünde şunları aktarıyor:
“Bir gün rüyamda bir kelebek olduğumu gördüm. Uyandığımda rüyasında kelebek olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir kelebek mi olduğuma karar veremedim.”

Dolayısıyla “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefi görüşünde düşünenin gerçekten ben mi yoksa bana bu düşünceyi dayatan başka biri mi olduğu tartışma konusu oluyor.

Bu nedenle bazı filozoflar Descartes'in yorumunun şu şekilde daha gerçekçi olacağını düşünmüşler. “Bir şeyler algılanıyor, öyleyse bir algılayan var”

Ancak bu yaklaşımında kendi içinde bazı problemleri var. Örneğin bir şeyi algılayan ben aslında ben olmayabilirim. Mesela ben benden üst düzeyde bir varlığın rüyası olabilirim. Bizler bazen rüyalarımızda uzun bir zaman diliminde yaşanan olayları görüyoruz. Hatta rüyalarımızın içinde uyuyup rüya görüp uyandığımızı dahi görebiliyoruz. Bir rüya içinde bir kaç kere uyandığımızı görürüz fakat her defasında hala rüyada olduğumuzu anlıyoruz. Peki bu durumda sabah olunca uykudan uyandığımızın ve rüyanın bittiğinin kanıtı ne? Aslında hiç bir şey. Sadece öyle olduğuna inanıyoruz. Yani kısacası bir şeyin algılanabilir olması algılayan birisinin olduğuna kanıt olamaz. Bu aslında birazda şunu hatırlatıyor. Bir insan hiç bir zaman aynada (yada kendini yansıtan her hangi bir şeyde) kendini göremeseydi net olarak kendinin nasıl biri yüze sahip olduğunu algılayabilir miydi? Hayır. 

Bu durumda bizim algılamamızın yalnızca bize yansıtılan (mağara alegorisinde olduğu gibi) şeyler olduğunu ve algılayanın da yalnızca varlığına inandığımız biri olduğunu görüyoruz. Kesin olarak hiç bir zaman bilemeyiz.

Buna ünlü Matrix (simülasyon) hipotezini de örnek olarak gösterebiliriz. Bu konu Vanilya Göğü (Vanilla Sky), 13.Kat (The Thirteenth Floor), Matrix gibi filmlerde de çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Simülasyon ismi verilen bu hipotez aslında birazda René Descartes'in Uğursuz Şeytan'ını anımsatır ama daha fütürist bir şekilde. Şimdi bu filmleri izlemeyenlerin olabileceğini düşünerek spoiler vermeyeceğim ama kaba bir şekilde anlatmak gerekirse gerçekliğin bir simülasyon olduğunu ve bu simülasyonun içinde olanların bunun bir simülasyon olduğunun farkında olmadığını ileri sürer. Simülasyon argümanı günümüzdeki şeklini 2003 yılında Nick Bostrom'un yayınladığı bir makaleden alır. Nick bu argümanın şüpheciliğinde ötesinde olduğunu savunur ve şunları anlatır:
"..elimizde dünya hakkında bazı alternatif iddiaların doğru olduğuna inanmazı sağlayacak kadar yeterli ilginç ampirik veri mevcut.."
Burada alternatif dediği şey aslında bir simülasyondur ve hepimizin hiç farkında olmadan o simülasyonun bir parçası olduğunu iddia ediyor.

Bu hipotezi saçma bulan insanlarda az değildir ve bunun saçma olduğuna kanıt olarak ta günümüz teknolojileriyle oluşturulan simülasyonların kusursuz çalışmadığını ileri sürüyorlar. Yani bir simülasyonda yaşıyorsak mutlaka bunun açıkları olmak zorunda. Fakat bu yanlış bir yaklaşım. Zira Matrix hipotezine göre bu simülasyonu yapanlar çok üstün teknolojiye sahip varlıklar. Onun için yaptıkları yazılımlar hata içermiyor olabilir. Nick Bostrom demecinde bu hipotezin Tanrı kavramıyla nasıl bağdaştığını şu şekilde anlatıyor:

“Kelimenin tam anlamıyla her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrının dini anlayışlarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Simülasyon hipotezi, böyle bir tanrının varlığını ima etmez ve onun var olmadığını da ima etmez. Hayatı boyunca sert bir ateist olan bir kişi, simülasyon argümanını ona açıkladığımda bana bunun Tanrı'nın varlığı için duyduğu en iyi argüman olduğunu söyledi ve agnostik oldu.”

Matrix (simülasyon) hipotezi de kendi içinde bazı tutarsızlıklara sahip. Örneğin bizler kendimizden daha üstün seviyede ve üstün teknolojiye sahip birilerinin oluşturduğu simülasyonların içinde yaşıyorsak o zaman o üstün varlıkların kendileri de onlardan daha üstün birilerinin yaptığı simülasyonun bir parçası olabilirler. Yani bu kısır döngü sonsuza kadar sürer.

Meseleye din açısından baktığımızda, örneğin Kur'an'da simülasyon hipotezini destekleyen ayetlerle karşılaşıyoruz. Kur'an'da İsa'nın ölümüyle ilgili ayete bakalım.

Nisa 157:  “Halbuki onu (İsayı) öldürmediler, onu asmadılar da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir."

Ayette İsa'nın öldürülmediğini, ölümünün yalnızca simüle edildiğinin açıkça anlatıldığını görüyoruz. Yani bu durumda ölüm dediğimiz gerçeklik kendi hakikatini yitirmiş oluyor ve ölüm bir simülasyon haline dönmüş oluyor. Bu durumda alternatifi olmayarak kabul edilen ölümün dahi simüle edilebileceğini düşünürsek aslında Tanrının kendisinin bile simüle edilebileceğini düşünmemiz normaldir. Yani Tanrı kendisi bile hiç farkında olmadan simülasyonun bir parçası olabilir. Örneğin bu gün Watch Dogs ismiyle bilinen bilgisayar oyunu birileri tarafından kodlanmış (yazılmış) olmasına rağmen oyunun ana karakteri olan Aiden Pearce kendisi bir yazılım uzmanıdır. Aiden kendi farkında olmadan ona birileri tarafından verilen kodlama becerisini kullanarak şehirdeki tüm trafik lambalarını, güvenlik kameralarını, bankamatikleri, araçları hekleyebiliyor (hack). Yani her şeyi yaratan (yazan) Tanrı bile farkında olmadan birilerinin kodlamasıyla ona biçilen görevleri yapıyor olabilir ve bunu yaparken de her şeyi kendisinin yarattığını zannedebilir.

Peki şimdi gerçeklikle matrixi birbirinden ayıran ince çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Bu soruya Descartes kısmende olsa cevap vermiş diyebiliriz. Descartes Kötü Cin diye adlandırdığı hipotezinde ne söylemişti? “Düşünüyorum, öyleyse varım” Buradaki düşünme aslında eleştirel düşünmedir. Şüpheciliktir. Yani etrafımda olan biten her şey bir Cin tarafından beni kandırmak için yaratılan (uydurulan) şeyler olabilir. Bana bir rüya gösteriyor olabilir. Bunu rüyadan uyanmadığım sürece bilme şansım yok. Ama şundan eminim. Şüphe edip sorgulayabiliyorsam ben gerçekten varım demektir. Bu gibi fikirlerinden dolayı Descartes kendisi Hristiyan olduğunu söylemesine rağmen gizli deist ve ateist olmakla suçlanmıştır.

Fakat Descartes'in eleştirel yaklaşım argümanı tam olarak sorunu çözmüyor. Matrix hipotezine dönecek olursak bu eleştirel yaklaşım (sorgulayabilme yeteneği) birileri tarafından kodlanmış ta olabilir. Dolayısıyla kendi gerçeklerimiz güvenebileceğimiz tek şeydir. Fakat bu gerçeklerimizi kimseye ispat edemeyiz. Bunlar birer inançtır diyebiliriz.

Sonuç olarak gerçek dediğimiz şeyinde aslında zaman gibi göreceli olduğunu görüyoruz. “Ben gerçeğim” “Ben bu kişiyim” diye kendimizi algılıyoruz ama örneğin bebeklik dönemimizle ilgili bir şey hatırlamıyoruz. İçinizde bebekken annesinin sütünün tadını hatırlayan var mı mesela? YOK. Halbuki kendimizi gerçek olarak görüyorsak hayatımızın her anını hatırlamamız gerek değil mi? Hatırlamıyorsak demek ki Mağara Alegorisinde olduğu gibi yalnızca bize yansıtılan şeyleri algılayabiliyoruz. Algılarken de neyin gerçek neyin simülasyon olduğunu asla teyit edemeyiz.

Burada “O zaman bilimde bir inançtır” diye eleştiri yapabilirsiniz. Çok doğru. Bilimde bir inançtır. Zaten bilim hiç bir zaman "benim söylediğim kesin doğrudur" diye bir iddiada bulunmaz. Fakat bilimin inanç kavramıyla dinin inanç kavramı farklı şeylerdir. Bilimde inanç dediğimiz şey aslında hipotezdir. Biz özgün bir hipotez ürettiğimizde aslında iddiamızın doğruluğuna inanarak (inançlı) yaklaşıyoruz. Fakat ürettiğimiz bilimsel hipotez doğrulanmadığında bunu kolaylıkla çöpe atabiliyoruz. Ancak dini inançlar (hipotezler) birer iman konusudur. O hipotezleri sorgulayamazsın. Ya inanırsın yada inanmazsın. İşte bilimin inanç olmasıyla dini inançları birbirinden ayıran ince çizgi budur. Bu durumda gerçeklikle simülasyonu birbirinden ayıran çizgiyi sınırsız eleştirel düşünce olarak kabul edebiliriz. Oda şudur: “Hiç bir zaman gerçeği bulamayız. Sadece bulduğumuza inanırız”

ALLAH BENİ CEHENNEMDE YAKAR MI?

Yazan: Kirpi


ALLAH BENİ CEHENNEMDE YAKAR MI?

Tüm gayrimüslimler Müslümanlarla tartışmalarında eminim bu cümleyi duymuştur. “Ölünce cehennemde görürsün. “ Bende sayısız tartışmalarımda binlerce defa bu cümleyi duymuşumdur. Korkutmak için söylenen bu cümle beni her seferinde sadece güldürmüştür. Peki neden? Çünkü mantığı, aklı olan bir yaratıcı beni Kur'an'a inanmadığım için yakamaz. Nedenini tek tek maddeler halinde Kur'an'ın kendi ayetleriyle sizlere ispatlayacağım.

1. Madde

Araf suresi 172. Ayet:
وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِن بَنِي آدَمَ مِن ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنفُسِهِمْ أَلَسْتَ بِرَبِّكُمْ قَالُواْ بَلَى شَهِدْنَا أَن تَقُولُواْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ
Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karşı şahit tutarak: "Rabbiniz değil miyim?" diye şahit gösterdiği zaman "Evet Rabbimizsin, şahidiz !" dediler. Kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu!" demeyesiniz,

Ayette insanların doğmadan veya doğduğu zaman Allah'ın onların yaratıcısı olduğu hakkında şahitlik ettiği söyleniyor. Fakat ben böyle bir şahitlik yaptığımı hatırlamıyorum. Siz hatırlıyor musunuz? Muhtemelen hayır. O zaman hatırlamadığım bir şahitlikten sorumlu tutulamam. Sizlerde öyle.

2. Madde

Ben bir ateist olarak Allah'ı görmedim, duymadım ve hissetmedim. O yüzden kesin bilgi sahibi değilim ve  inanmıyorum dediğimde Müslümanlar komik argümanlar getiriyorlar. Örneğin sevgiyi gördün mü? Beynini gördün mü? gibi. Fakat unuttukları bir şey var. Görmediğim duymadığım ve hissetmediğim bir şeye inanmamayı ve onun peşine düşmemeyi zaten sizin kitabınız da emrediyor.

İsrâ Suresi 36. Ayet:
وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌۜ اِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤٰادَ كُلُّ اُو۬لٰٓئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُ۫لًا
Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.

Zaten ben de Allah'ı duymadım (kulaklarım şahit), görmedim (gözlerim şahit), hissetmedim (kalbim şahit İslam'da hissetme organı kalptir) ve kesin olarak bilgi sahibi olmadığım için Allah adında bir yaratıcının peşine düşemem.

3. Madde

Müslümanlar tartışmalarda sıkça "inanırsan bir şey kaybetmezsin ama inanmazsan cehennemde yanma ihtimalin var" diyor. Yanmam kardeşim. İnanmadığım doğru. Ama bu benim değil senin Allah'ının da isteği.

Yûnus Suresi 100. Ayet:
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَن تُؤْمِنَ إِلاَّ بِإِذْنِ اللّهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَعْقِلُو
Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir.

Ben inanmıyorsam, bu Allah'ın izni olmadığı içindir. Şimdi kendisi inanmam için izin vermediği halde beni inanmadığım için cehennemde yakabilir mi? Mantıklı bir Tanrıysa yakmaz. Bir düşünün; Polis banka soymana izin vermiyor ama seni neden banka soymadın diye tutukluyor. Bu ne kadar mantık dışıysa Allah'ın kendisi izin vermediği halde iman etmeyenleri iman etmediği için cehenneme atması da o kadar mantık dışı. Müslümanlar şimdi de "ayetin sonunda aklını kullanmayanlar ifadesi var sen aklını kullansan Allah izin verecek" derler. Öyle bir şey yok kardeşim.

Bakara Suresi 7. Ayet:
خَتَمَ اللّٰهُ عَلٰى قُلُوبِهِمْ وَعَلٰى سَمْعِهِمْۜ وَعَلٰٓى اَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌۘ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظ۪يمٌ۟
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.

Allah'ın kalplerini ve kulaklarını mühürlediği birisi aklını kullanarak iman edebilir mi? Eğer iman edebilirse demek ki Allah yeterince kudretli değil. Ayrıca ayetin sonunda onlar için büyük azap vardır  ifadesi de aklını kullanarak iman edemeyeceğini gösteriyor. Celal Şengör'ün bu argümana iyi bir cevabı var: “Ben yanmaya razıyım yeter ki doğruları bileyim”
Evet bende yanmaya razıyım yeter ki doğruları bileyim.

4. Madde

“Allah adildir herkesi imtihan ettikten sonra cennet ve cehenneme sokacak” diye klişe bir ifade vardır. Bu cümleyi söyleyen Müslümanlar kendilerinin Kur'an'ı inkar ettiklerini ve cehennemlik olduklarını anlamıyorlar bile.

A'râf Suresi - 179 . Ayet:
وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَث۪يراً مِنَ الْجِنِّ وَالْاِنْسِۘ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَاۘ وَلَهُمْ اٰذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَاۜ اُو۬لٰٓئِكَ كَالْاَنْعَامِ بَلْ هُمْ اَضَلُّۜ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ 
Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmış olduk. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.

Ayet açık bir şekilde Allah'ın daha en başta insanların büyük bir kısmını cehenneme atmak için yarattığını anlatıyor. Cehennem için yarattığı birinin imtihan edilmesinin anlamı yok. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Hoca sizi yapacağı sınavdan zaten bırakacak ama kamuoyuna adil bir sınav olduğunu göstermek için sizi yinede sınava sokuyor. E buna da ancak ikiyüzlülük denilebilir.

5. Madde

Özellikle modernist Müslümanların söylediği bir laf vardır: "İyi insan olursan dini kimliğinin bir önemi yok, Allah seni ödüllendirir." Bunu söylerken sıklıkla şu ayeti örnek olarak gösteriyorlar:

Zilzâl Suresi 6-8 ayetler:
يَوْمَئِذٍ يَصْدُرُ النَّاسُ اَشْتَاتًاۙ لِيُرَوْا اَعْمَالَهُمْۜ
6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُۜ
7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
8. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.

Fakat bu ayet Müslüman olarak ölenler için geçerli, gayri Müslimler için değil. Peki bunu nereden anlıyoruz? Modernist Müslümanların dediği gibi Kur'an'ın tamamını ele alarak.

Âl-i İmrân Suresi 19. Ayet:
اِنَّ الدّ۪ينَ عِنْدَ اللّٰهِ الْاِسْلَامُ۠ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذ۪ينَ اُو۫تُوا الْكِتَابَ اِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَٓاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْياً بَيْنَهُمْۜ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاٰيَاتِ اللّٰهِ فَاِنَّ اللّٰهَ سَر۪يعُ الْحِسَابِ 
Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.

Ayet açık bir şekilde Allah katında yegane dinin İslam olduğunu söylüyor ve İslam dışında hiç bir dinin kabul edilmeyeceğini söylüyor.

Âl-i İmrân Suresi 85. Ayet:
وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْاِسْلَامِ د۪ينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُۚ وَهُوَ فِي الْاٰخِرَةِ مِنَ الْخَاسِر۪ينَ
Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.

Gördüğünüz gibi İslam dışında farklı dine mensup insanların kaybedenlerden olacağı yani ahirette hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde "mecaza gerek duymadan" söylüyor Ku'ran. Şimdi birilerinin kalkıp "Müslüman olmasan bile cennete gidebilirsin" demesi tamamen saçmalıktır.

Nisâ Suresi 116. Ayet:
اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۜ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَع۪يدً
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.

Yani tüm hayatını iyilik yapmaya adamış bir Hristiyan, Musevi yada Hindu sırf Muhammed'e ve Kur'an'a inanmıyor diye cehenneme atılacak ama çocuklara tecavüz eden imam sırf kalbinde biraz iman var diye bir vakitten sonra cehennemden çıkarılıp cennete sokulacak. O zaman ben hiç inanmadığım için hiç şansım da yok. Tüm hayatım boyunca iyilik yapsam bile Allah'ı kabul etmediğim için yerim cehennem olacak.

Nûr Sûresi 39. Ayet:
وَالَّذ۪ينَ كَفَرُٓوا اَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِق۪يعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْاٰنُ مَٓاءًۜ حَتّٰٓى اِذَا جَٓاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْـٔاً وَوَجَدَ اللّٰهَ عِنْدَهُ فَوَفّٰيهُ حِسَابَهُۜ وَاللّٰهُ سَر۪يعُ الْحِسَابِۙ 
İnkâr edenlerin yapıp ettikleri, susamış kimsenin geniş düzlüklerde görüp su zannettiği serap gibidir; sonunda gelip ona ulaşınca orada bir şey bulamaz, ama Allah’ı yanında bulur, O da eksiksiz olarak hesabını görüverir. Allah’ın hesabı pek çabuktur.

Bizim gibi insanların yaptığı iyiliklerin boşa olduğunu söyleyen Allah, çocuk tecavüzcüsü imamların sırf imanlılar diye yaptıkları iyiliklerin karşılığını alacaklarını söylüyorsa o zaman bir daha düşünün derim. Eğer binlerce ihtimal arasından yalnızca Allah ve onun gönderdiği din gerçekse bile ben cehennemde yanmaya razıyım çünkü doğru bildiğim işi yapacağım ve elimden geldiği sürece insanlara iyilik yapmaya devam edeceğim.
İslamı yaymak için cihat ederek birilerinin kafasını kesip toprağını işgal etmediğim için belki cehennemde yanacağım ama olsun ben yinede razıyım. Sonuçta ben iyiliği birilerinin hoşuna gitmesi için veya cennette göğüsleri yeni tomurcuklanmış huriler için değil kendim için yapıyorum. Emin olun öldükten sonra ismim duyulunca birilerinin “o iyi bir insandı bana iyiliği dokundu” demesi yada demese bile onun gönlünde yerimin olması bin tane cennetten daha üstündür benim için. İyi insan olmak,  binlerce yıl önce yaşamış ve kendine peygamber demiş kişilerinin kitaplarına inanıp kendi gibi düşünmeyenleri fişlemek değildir. Bunu anladığınız zaman dünya daha güzel bir yer olacak bundan emin olabilirsiniz.

ALLAH MI YOKSA LAPLACE ŞEYTANI MI?

Yazan: Kirpi


NEDENSELLİK İLKESİ, DETERMİNİZM VE KADER

NEDEN? Bu soru hem makro hemde mikro evrende temel sorudur ve bilimde bu sorunun üzerine kurulmuştu diyebiliriz. Nedensellik terimi her sonucun bir nedene ya da her nedenin bir sonuca bağlanarak açıklanabilir olacağı anlamına gelir. Müslümanlarla tartışmalarımızda Allah'ın varlığının bilimsel kanıtları diye bize sunulan şeylerin nedenlerini açıkladığımızda konu hep Allah'a kadar varıyor. Fakat her şeyde neden arayan Müslümanlar her ne hikmetse Allah'ın nedensiz olduğunu düşünüyorlar. Nedenselliği daha iyi kavraya bilmek için bunu Determinizm kavramı içerisinde ele almamız gerek.

Determinizim

Hem dini inançlarda hemde bilim felsefesinde dogma diyebileceğimiz düzeye gelmiş bazı şeyler var. Bilim felsefesinde genellikle bu dogmalar determinizm,  naturalizm olarak isimlendirilir ve inançlı insanlar hep kendi dogmalarını görmek yerine bilimin determine olmuş yönlerini sorgulamaya çalışırlar. Aslında maddesel bir evrende yaşadığımızı düşünürsek naturalizme şaşmamak gerek ancak bu konuyu başka bir yazımda detaylı olarak ele alacağım.
Bilimin dogmaları aşılabilir bir şey fakat inancın dogmaları yanlışlansa dahi bunlar terk edilmez ve inançlı insanlar kendi dogmaları uğruna bir insanı gözlerini kırpmadan öldürebilirler. Peki nedir determinizm?

Determizim yahut diğer ismiyle belirlenircilik kabaca şu şekilde izah edilebilir. Evrenin işleyişi çeşitli bilimsel yasalarla belirlenmiş durumda ve bu yasalar asla değişemez. Yani mevcut yasalar olayların gerçekleşmesini zorunlu kılıyor. Determinizmde mevcut yasaları koyan birisi yok. Çünkü neden-sonuç ilişkisini sorgulamaya başladığımızda bu bizi sonsuz bir döngüye sokar. Sanılanın aksine determinizmde neden ve sonuç ilişkisi rastgele, başı boş bir şekilde ilerlemez. Bir sonucu oluşturan neden kendi içinde sonsuz denilebilecek kadar çok nedenlere sahiptir. Örneğin siz suyun ateşte kaynadığını biliyorsunuz. Suyun ateşte kaynaması her türlü gözlemle sabittir. Şimdi 10 ton suyla dolu olan bir tankın altına bir kibrit yakarak tutmamız ve o tanktaki suyun kaynamasını beklememiz saçmalık olur değil mi? Zira 10 tonluk suyu kaynatmak için ona denk olacak ateş gücüne ulaşmamız gerek. İşte determinizm de belli yasalardan doğan sonuçların mutlak olduğunu iddia etmesine rağmen süreci oluşturan şartların makul oranlarda olması gerektiği gerçeğini de göz ardı etmez.

İnançlı insanlar, özellikle de Müslümanlar determinizme karşı çıkarlar. Genel olarak dine en yakın felsefi düşüncelerden biri olan determinizmden inançlı kişilerin nefret etmelerinin en önemli sebebi zorunluluk ve irade kavramlarıdır. İnançlı insanlar evrendeki tüm şeylerin Allah'ın iradesi ile oluştuğunu iddia ediyorlar fakat determinizm evrende olan her şeyin oluşum sebebinin zorunluluk olduğunu iddia ediyor. Yani ortada iki hidrojen bir oksijen molekülü varsa onlar eninde sonunda birleşerek suyu oluşturmak zorunda. Determinizm kavramı sonuca bakarak o sonucu ortaya çıkaran nedene ZORUNLU NEDENLER(mutlak yasalar) diyor. Bunu derken de yasaların önceden her hangi bir bilinçli varlık tarafından belirlenmediğini iddia ediyor. Bu yasaların aslında oluşum sürecinde maddenin doğal karakteristiğini açıklayabilmemiz için verdiğimiz özel isimler olduğunu söylüyor..

Aslında Müslümanlar Kuranda anlatılan düzenin kendisinin dahi determinist olduğunun farkında değiller. Kurana baktığımızda her şeyin önceden planlanmış bir şekilde sebep-sonuç ilişkisi üzerinden yaratıldığını ve yaratılan şeylerin belli düzen (yasa, kader) üzerinden hareket ettiğini görüyoruz. Ve Kur'an bizlere bu yasaların determinizmde olduğu gibi mutlak ve değişmez olduğunu söylüyor. 

Hadîd Suresi, 22:  Yeryüzünde vuku bulan veya başınıza gelen hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılı olmasın. Kuşkusuz bu Allah’a göre kolaydır.

“...Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın.” (17.İsra’: 77)

“...Sünnetullâh’ta asla değişme bulamazsın!” (48.Feth: 23)

“...Sünnetullâh için bir alternatif asla bulamazsın! Sünnetullâh’ta bir değişme asla bulamazsın!” (35.Fâtır: 43)


Not: Sünnetullah, Allah’ın yaratma kudretinin belli bir düzen ve yasa içinde olmasıdır. Bu de Allah’ın takdiri ve muradı ile gerçekleşir.

Fakat başta Said Nursi talebeleri (buna Osman Bulut da dahil) olmakla birlikte birçok Müslüman nedenlerin aslında bir süreç olduğunu ve nedenin asla kesin olarak bilinemeyeceğini, sadece inana bileceğimizi iddia ediyorlar. Dolayısıyla biliminde aslında bir inanç olduğunu söylüyorlar. Gazali gibi insanlar da bu hipotezi benimsemişler. Gazali sebep-sonuç ilişkisinde Eşari doktirinini benimsemiş ve mevcut bütün realiteyi (ahlaki ifadelerin anlamını bile) Tanrı kavramıyla bağdaştırmış ve neden sonuç ilişkisinde tek nedenin Tanrı olduğunu, geri kalan her şeyin sonucu oluşturan süreçler olduğunu iddia etmiştir. Eşariliğin kurucusu olan Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî'de aklın hiç bir zaman gerçeğe ulaşamayacağını, kulların ancak kayıtsız şartsız inanmakla mutlu olabileceğini savunuyordu. Fakat sebep-sonuç ilişkisinde mutlak ve tek nedenin Tanrı olması geri kalanın yalnızca sonucu oluşturan süreç olması fikri kendi içinde tutarsız kalıyor. Peki nasıl?

Bunu basit bir örnekle anlata biliriz. Örneğin bir kadın ve bir erkek cinsel birliktelik yaşıyor ve Allah kadının karnında bir bebek oluşturuyor. Burada kadın ve erkek bebeğin oluşmasındaki süreçtir fakat bebeğin yaratılma nedeni Allah'tır. Şimdi farz edelim ki kadın kürtaj yaptırarak çocuğu aldırdı. O zaman çocuğun var olup olamayacağına neden olan şey Allah değil kadın oluyor. Yani yine süreci oluşturan şey nedenin önüne geçiyor. Burada o kürtaja izin verende Allah'ın kendisi diyip itiraz edebilirsiniz. O zaman kürtaj günah olarak düşünülemez zira ona izin veren neden ilkesi de Allah'ın ta kendisi oluyor ve Kur'an'ın kader kavramını da işin içine sokarsak o çocuğun kürtajla daha doğmadan öldürüleceğini kadına ve çocuğa kader olarak yazan da Allah'ın kendisi olmuş oluyor. O zaman yaptığımız tüm günahlardan biz sorumlu değiliz. Zira bizler Allah denilen nedenin her hangi bir sonuç için kullandığı süreciz sadece. Bunu daha iyi anlamak için Ömer Hayyam'ın bir rubaisine bakalım. 

Öldürmek de, yaşatmak da senin işin;
Bu dünyayı gönlünce düzenleyen sensin.
Ben kötüyüm diyelim, kimde kabahat?
Beni böyle yaratan sen değil misin? 

Irmaklarından şaraplar akacak diyorsun,
Cennet-i âlâ meyhane midir?
Her mü’minine iki huri vereceğim diyorsun
Cennet-i âlâ kerhane midir?


Bilim, sonucu ortaya çıkaran sürecin her birine farklı nedenler olarak yaklaşıyor. Doğru olanda bu zaten. Bilimin bu yaklaşımı aslında Kur'an'a da uyuyor diyebiliriz. Sonucu oluşturan şeylerin neden olarak kabul edilmesi o sonucun sorumluluğunu da süreci yaşayan nesnelere yüklemiş oluyor. Bu şekilde düşünürsek Kur'an'ın imtihan kavramı doğrulanmış olur zira bizler hem süreç hemde neden olduğumuz için sonuçtan sorumlu tutulabiliriz.

Fakat dindeki sebep-sonuç ilişkisinde tek sebebin Allah olması bazı sorunların ortaya çıkmasına neden oluyor. Örneğin düzeni (yasayı) koyan biri (bir neden) varsa ve o biri (Allah) her şeyi önceden kader olarak yazmışsa o zaman özgür irade yoktur demektir. Yani benim beynimi yaratan ve ona işleme şeklini tayin eden Allah ise o zaman benim özgür iradem olamaz. Aslına bakarsak bunu tasdik eden bazı bilimsel gözlemler dahi yapıldı. Örnek olarak Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptığı deneyi gösterebiliriz.

Deneyi kabaca şöyle aktara biliriz. Bir insanın eline havayı fişekleri patlatacak buton veriliyor ve bir kronometre tutuluyor. Kronometreyle eşleştirilen Elektroensefalogram (EEG) cihazı yardımıyla deneye tabi tutulan insanın butona basmaya karar verdiği ve bastığı anda beyninde oluşan elektriksel beyin potansiyelleri dalgalanmalarını gözlemliyorlar ve kronometrede bu süreçlerin başlama zamanlarını kayıt ediyorlar. Deneyin sonunda karşılarına çıkan tablo şu şekilde oluyor.



İlk bakışta her hangi bir sorun gözükmüyor gibi. Sonuçta butona basma niyetinin edinmenin hazırlık potensiyelini öncelemesi gerekiyor. Ama Libert deneyde tuhaf bir şeyle karşılaştı ve niyetin eylemden sonra geldiğini gözlemledi. Yani deneye tabi tutulan insan butona basmadan önce artan elektriksel aktiviteler ile artık karar verenin onun bilinç altı olduğunu fakat butona basma anının yarım saniye sonra gerçekleştiğini görüyoruz. Buda tuşa basmaya bilincimizin değil bilinç altımızın karar verdiği anlamına geliyor. Yani siz kronometrede beşinci saniyede butona basıyorsanız bilinçaltınız o beşinci saniyeden önce artık bunu planlamış oluyor. Buna Bereitschaftspotential deniliyor. Tabi bunu ilk olarak 1964 yılında Hans Helmut Kornhuber ve Luder Deecke keşfetmişler. İkisi beraber 'Gasthaus zum Schwanen'e öğle yemeğine giderken pasif beyin araştırmalarından duydukları hayal kırıklığı üzerine tartışırken sonuç olarak istemli eylemlerle ilgili olarak insanda serebral potansiyeller aramaya ve araştırma için gönüllü almaya karar veriyorlar. Yaptıkları deney ve gözlemler sonucu bilinçli irade deneyimi ile BP (Bereitschaftspotensial) arasındaki ilişkiyi incelediler ve BP'nin deneğin bildirdiği bilinçli farkındalığından yaklaşık 0,35 saniye önce başladığını buldular.

Yani kısacası biz bir şeyi yapmaya karar vermeden önce o şeyin yapılacağı artık bilinçaltımız tarafından  kararlaştırılmış oluyor. Bu doğruysa bizim özgür irademizin olmadığı anlamına geliyor. Bizlerin gelecek dediği şey aslında önceden belirlenmiş ve bizler doğanın (yahut Tanrının) bize çizdiği senaryoyu yaşıyor oluyoruz. Bu evren, yaşam bir simülasyondur teorimini bir daha gündeme getiriyor fakat bu konuyu başka bir yazımda detaylı bir şekilde inceleyeceğim.

Tabi bu deney ahlak kavramı bakımından ciddi sorunlara da neden oluyor. En basitinden bizim ahlaksız hareketler dediğimiz şeylerin aslında istemsizce bilinçaltı tarafından dayatılan şeyler olduğu ve dolayısıyla hem hukuk hemde din yönünden herhangi bir sorumluluk ve cezai durum arz etmediği anlamına geliyor. O zaman bir çocuk tecavüzcüsü yarın çıkıp “ ben sorumlu değilim ben sadece bilinçaltım tarafından bana dayatılan bir şeyi yaptım” diyebilir. İşte burada bizim yıllardır ısrarlı bir şekilde anlattığımız “ahlakın temeli din olamaz” tezi kendini doğruluyor. Biz ahlakın zamana ve mekana bağlı olarak toplumlar tarafından oluşturulduğunu söylüyoruz. Bunu söylememizin nedeni de   insanların kendi ahlaksızlıklarına hak kazandırmak için metafizik bir kavram olan Tanrıyı sorumlu tutmalarını önlemektir.

Kur'an'a baktığımızda zaten özgür iradenin olmadığını açık bir şekilde görüyoruz:

Nisâ Suresi, 78: Nerede olursanız olun ölüm sizi yakalar; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile! Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler. "Hepsi Allah’tandır" de. Ne oldu bu adamlara ki bir türlü sözü anlayamıyorlar!

Hadîd Suresi, 22. Ayet: Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah'a göre kolaydır.

Yûnus Suresi, 100. Ayet: Allah’ın izni olmadıkça, hiçbir kimse iman edemez…

Tekvîr Suresi, 29. Ayet:   Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.


Şimdi burada Müslümanlar bir eleştiri yapıyor ve Kur'an'daki kadercilik kavramını şu şekilde anlatıyorlar. Allah geçmişi, şimdiyi ve geleceği bildiği için ve insanın ne yapacağını da önceden bildiği için yapacağı şeyleri önceden yazmıştır. Hiç bir şekilde insanların özgür iradesine müdahale etmez. Örneğin öğretmen talebenin yıl boyu nasıl çalıştığını, bilgi düzeyindeki birikimini bildiği halde onu imtihan ediyor. Bu imtihanda öğrencinin sonda aldığı notu hak ettiğini kendi gözleriyle görmesini sağlıyor ve dolayısıyla ona karşı haksızlık edildiğini düşünmüyor.

Şimdi ilk bakışta bu teori insana mantıklı geliyor. Fakat 2 önemli nokta var ki bunlar özgür iradeyi ve dolayısıyla imtihan kavramını şüphe altına sokuyor.

1- Kehf suresindeki Musa kıssası özgür iradeyi ve imtihan kavramlarını çürütüyor.

Kehf suresi 74,80 ayetler:
74. Yine yola koyuldular. Nihayet bir erkek çocukla karşılaştıklarında, adam (hemen) onu öldürdü. Mûsâ, "Bir cana karşılık olmaksızın suçsuz birini mi öldürdün? Andolsun çok kötü bir iş yaptın!" dedi.
80. "Çocuğa gelince, anası babası mü'min insanlardı. Onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden korktuk."


Ayetteki KORKTUK ifadesi her şeyi bilen Allah kavramına uymuyor. Üstelik imtihan için dünyaya getirilen o çocuğun günah işleme özgürlüğüne müdahale ediliyor.

2-Düzen ve mutlak yasalar üzerine kurulu olan evrende doğru bilgilere sahip olan her bir varlık gaybı bilen Tanrı olabilir. Örneğin Laplace Şeytanı.

Laplace Şeytanı

İslamda Allah'a atfedilen her şeyi bilen ve sınırsız güç sahibi gibi sıfatlar tanrı (yaratıcı) sıfatı taşıyan her hangi başka ait de olabilir. Örneğin Panteistler evrendeki her şeyin (buna enerjide dahil) birer Tanrı olduğunu düşünüyorlar. Allah evreni yarattı-Enerji evreni yarattı örneğinde hem Allah hemde enerji neden olarak kabul edilebilir. Siz enerjinin nedenini sorgulamaya başladığınızda doğal olarak Allah'ın nedenini de sorgulamanız gerekiyor. Yani sonucu oluşturan nedenler kendi başlarına birer Tanrıdırlar. Birini sorgulayıp diğerini sorgulamama gibi bir şansın yok. Bu süreçte sonucu oluşturan nedenlerin bilinçli olup olmaması çokta önem arz etmiyor. Örneğin elmanın yetişmesi sonucunu otaya çıkaran tohum, toprak, güneş, su bilinçsiz olsa dahi kendi başlarına birer nedendir. Ve onlar olmazsa elmada olamaz gerçeği onları Tanrı mertebesine çıkarıyor. Bunun aksini ispat etmesi için Tanrının yokluktan (hiç bir süreç gerekmeden) bir elma göndermesi gerekir.

Laplace Şeytanı teorisi de bu bağlamda Panteizmle ilişkilidir. Bu teoriyi Fransız fizikçi Marquis Pierre Simon de Laplace “Olasılık Hakkında Denemeler” kitabında anlatmıştır ve daha sonra bu Laplace Şeytanı olarak tanınmıştır. Tabi bu teorinin ortaya çıkmasının nedenlerinin başında 1700'lerde yaşamış ve istatistik biliminin kurucusu olan Abraham De Moivre'nin fikirleri geliyor. Kendisi determinizmden baya bir etkilenmiş olan Moivre bunun üzerine dayanan bir istatistik bilimi oluşturmuştur. Şans diye bir şeyin olmadığını, bunun sadece bir yanılsama olduğunu, şans eseri oluştu dediğimiz şeylerin aslında bildiğimiz fizik kuralları sayesinde olduğunu iddia etmiştir. Kelebek etkisi teorisi de bu bağlamda şans denilen şeyin olmadığını iddia eder.
Örneğin bir demir parayı havaya attığımızda yazı yahut tura gelme oranı %50-%50'dir. Moivre paranın yazımı yoksa turamı geleceğini önceden bilmemizin mümkün olduğunu söylüyor. Örneğin hava akımı, elin açısı, elin yüksekliği, paraya uygulanan kuvvet, paranın alaşımı ve yerin şekli (paranın yere düştüğü kabul edilirse) dünyanın dönüş hızı gibi fiziksel faktörleri hesaplarsak yazı mı tura mı geleceğini kolayca hesaplayabiliriz. İlk bakışta bunu hesaplamamız imkansız gibi görünse de bu hesaplanamayacağı anlamına gelmez.
Örneğin Moivre bu hesaplamalar sonucu kendisinin ne zaman öleceğini bulmuş ve bulduğu tarihte şaşırtıcı bir şekilde doğru çıkmıştır. Hayatının son dönemlerinde her gece uyuduğu zaman dilimini kayıt yapmış ve her gece bir önceki geceden 15 dakika fazla uyuduğunu tespit etmiş. Bu süre 24 saate ulaştığında öleceğini düşündüğünü ve o 24 saatin 27 Kasım 1754 tarihine tamamlanacağını söylemiştir. Nitekim 27 Kasım 1754 tarihinde hayatını kaybeder.
Bu, teorisini tam olarak kanıtlamasada aslında doğru ölçümler yapıldığı zaman her şeyin tahmin edilebileceğini gösteriyor. De Moivre'in “Şansın Doktrinleri” isimli 52 sayfalık eseri Laplace'in çalışmalarına temel oluşturmuştur. Laplace'in önemi, olasılık teorisini matematikte kullanan ilk kişi olmasıdır. Ayrıca çan eğrisi diye adlandırdığımız sistemi de işlevsel olarak kullanan ilk kişidir. Laplace kendi teorisini şöyle tanımlıyor:

“Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerini ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek, ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de aynı geçmiş gibi onun gözlerinin önündedir.”

Teori özetle şunu anlatıyor: Her olay kendinden önceki bir olayın sonucu, sonraki bir olayın sebebidir. Bu teorinin şeytanla bağdaştırılmasının nedeniyse şudur: Şeytanın ışıktan bile hızlı olduğunu düşünürsek şeytan bir an içinde tüm olasılıkları hesaplayabilir ve gelecekte olacak şeyler geçmişte olan şeylerin sonucu olduğu için kolay bir şekilde geleceği kendi istediği tarzda oluşturabilir.

Tabi bu teoriye karşı çıkan insanların başında inançlı insanlar geliyordu fakat buna karşı olan bilim insanları da az değildi. Zira bu teori özgür iradeyi ve kaotik evren teorisini yok sayıyordu. İnançlı insanların “tanrı evreni yarattı ve biz aktörlere bu sınırlı senaryonun dışına çıkmadan oyunda kalma iznini verdi.” teorisine karşı Laplace şu teoriyi ileri sürdü: “Eğer böyle bir araç olsaydı bu aracın benim özgür irademin sonucu olarak nitelendirdiğim gelecekteki hareketlerimi tahmin etmesini ve geleceğimi şekillendirmesini ne durdururdu?” Bu soruya ilk cevap veren insanlardan biri Werner Heisenberg'dir. 1926 yılında yayınladığı makalesinde “Belirsizlik İlkesi” diye bir teoriyi ortaya çıkarır ve Laplace teorisini çürütür.

Heisenberg'in ulaştığı sonuç şuydu: Doğada hiçbir partikülün kesin olarak konumu ya da hızı bilinemez. Çünkü bilim adamı bir partikülün yerini bulmak için üzerine ışık tutuyor ve partikül ile ışık dalgası kesiştiği zaman parçacığın konumunu belirleyebiliyordu. Ama bu sırada istenmedik bir sonuç da ortaya çıkıyordu, ışık ve partikül kesişinceye kadar partikülün hızı bilinemeyeceği için partikülün hızı belirsiz bir şekilde değiştirilmiş oluyordu. Bu da partikülün hem hızının hem konumunun aynı anda bilinemeyeceğini gösteriyordu, yani fiziksel dünyada her zaman bir belirsizlik vardı.

Erwin Schrödinger Heisenberg'in teorisini şu felsefi soruyla açıklamaya çalışıyor:
“Bir kediyi, radyoaktif bir atomla, bir şişe içinde siyanür gazı ve enerji aldığı anda çalışmaya başlayan bir çekiçle aynı kutuya koyarsan ne olur? Eğer radyoaktif madde hareketlenirse enerji üretecek çekiç çalışacak, şişeyi kıracak ve şişenin içindeki siyanür gazından dolayı kedi ölecektir. Ama eğer radyoaktif madde hareketlenmezse kedi yaşayacaktır. Ama bilim adamı kutuyu açana kadar atom ne hareketli ne de hareketsizdir, iki olasılığın da birleşimidir. O zaman kutu kapalıyken kediye ne olur?”

Schrödinger'in Kedisi olarak ta bilinen bu teoriye göre biz kutuyu açıncaya kadar kedi hem ölü hemde diridir. Fakat kutuyu açtıktan sonra kedi bu iki durumdan sadece birini yaşamak zorunda. Bu da partikülün, biz konumunu tespit edene kadar nasıl belirsiz yada aynı anda iki yerde olabileceğini açıklıyor. Bu durumda Laplace şeytanı çürütülmüş diyebiliriz.

Heisenberg gibi James Clerk Maxwell de mutlak yasalara inanmıyordu ve sürekli termodinamiğin ikinci yasası olan “Enerji çok yoğun olan yerden az yoğun olan yere kendiliğinden akmak eğilimindedir” kanununun mutlak değil göreceli olduğunu iddia etmiş hatta bu konuda bazı çalışmalar da yürütmüştür.

Dolayısıyla evrende düzenden ziyade kaosun (mutlak yasaların olmadığı bir ortam) olduğunu söyleyen bilim insanları bu kaos nedeniyle Laplace'in Şeytanının öngörülere sahip olamayacağını ve dolayısıyla geleceği tahmin edemeyeceğini ve şekillendiremeyeceğini savunuyorlardı.

Fakat Laplace'in tam olarak anlatmak istediği şey gerçekten bir Şeytan'ın var olması ya da var olma ihtimali değildi, bu sadece durumu basitçe anlatmak için kullandığı bir benzetmeydi. Aslında o andaki tüm bilgiye sahip olan ve bilgileri aynı anda işleme sokarak fizik kurallarıyla sistemin devamını sağlayan şeytan, başlı başına evrenin ta kendisidir. Nitekim bu evrenin işleyişine ters bir şey değil. Sonuçta evrende her şeyin varlığı kendinden önceki sonuca ve kendinden sonraki sebebe dayanıyor. Sonuçta her şey şans sayesinde değil, belirli olasılıklar dâhilinde gerçekleşmektedir. Bu olasılıklar çok düşük olsa dahi hep vardır. Sonuç olarak ünlü Kırmızı Asa video serisinin yaratıcısı Osman Bulut gibi Müslümanların da iddia ettiği gibi evrende mutlak düzen (mutlak ve değişmez yasalar) mevcutsa o zaman o düzeni yaratan Allah değil Laplace'in Şeytanı da olabilir. Zira kaosun aksine düzen olan evrende her şey değişmez ve belli yasalara göre hareket ettiği için Laplace Şeytanı teorisine göre geleceği tahmin etmek ve şekillendirmek çokta zor değil. Ve bu geleceği tahmin edip şekillendiren sadece Allah değil tanrı sıfatı taşıyan binlerce varlıktan herhangi biri olabilir. Fakat bu her şeyi bilen ve geleceği şekillendiren Tanrı kavramı özgür iradeyi yok ediyor, buda biz insanların yaptıkları hiç bir şeyden sorumlu tutulamayacağı anlamına geliyor.

Ünlü Türk filozof Alev Alatlı durumu şöyle özetliyor:

“İnsanlar, insan toplulukları gözlemlendikleri süreçlerde belirli nitelikler sergileyebilirler ancak bu nitelikleri kalıcı değildir. Zaman ve mekânın mutlaklığı Newtonsal bir illüzyondan ibaretti, bunu Einstein ve görecelik yıktı. Kuantum Teorisi, ölçümleme sonuçlarının kesinliğine ilişkin rüyalardan uyandırdı. Laplace'çıların geleceğin öngörülebilineceğine dair fantazilerini de kaos bilimi ortadan kaldırdı. Bu nedenledir ki, İkinci Aydınlanma Çağı'nın anlayışı “Dünyaya dair olup da, yüzde yüz doğru ya da yüzde yüz yanlış olduğu kanıtlanmış tek bir olgu yoktur.” doğrultusunda; ve buna insanların kendi ve başkaları hakkında verdikleri hükümler dâhil.”

Özetleyecek olursak ünlü bilim insanlarından olan Celal Şengörün de dediği gibi “Hiç kimse her şeyi bilemez” Çünkü kaotik bir evrende her zaman öngörülemez bir şeylerin olma olasılığı vardır. Düzenli bir evrende geleceği (gaybı) bir tek Allah bilmez ve bir tek kendisi düzenleyemez. Zira mevcut yasaları bilen ve analiz eden, yahut bilinçsizce yapılan her şey geleceği şekillendirebilir. Edward N. Lorenz'in dediği gibi: "Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir."

Sonuç

Konumuzu 4 ana başlık altında özetle şöyle sıralayabiliriz.

1) Determinizm dinlerin iddia ettiği kader kavramının felsefi yansımasıdır ve kendi içinde bir sıra tutarsızlıklar mevcut. Örneğin ahlaki kavramlarda determinizm pek de iç   açıcı sonuçlar vermiyor. Kuantum mekaniğinin ortaya çıkması determinist sanılan fizik yasalarının aslında indeterminist olduğunu ispatladı.

2)  Kur'an'da anlatılan Allah'ın sonsuz kudret sahibi ve yasa koyucu sıfatları aslında bizlerin özgür iradeye sahip olmadığını ve başkası tarafından determine edildiğimizi gösteriyor. Buda kendi içinde imtihan için yaratılma teorisini çürütmüş oluyor. Hatta insanları işlediği günahlardan ve suçlardan sorumsuz hale getiriyor, zira her şey önceden belirlenmiş oluyor.

3) Düzenli ve değişmeyen yasalara sahip evreni anlatan Kur'an'ın yaratıcı diye bahsettiği Allah, Laplace'in Şeytanı da olabilir. Sonuçta gaybın sahibi Allah geleceği sonsuz kudret ve bilgi sıfatıyla düzenliyorsa Laplace'ın Şeytanı da Kur'an'ın da söylediği düzenli evrendeki mevcut olan mutlak yasaları kullanarak geleceği (ğaybı) tahmin edebilir hatta şekillendirebilir.

4) Kur'an'da fıtraf (Rum suresi 30. ayet) diye geçen aslında Determinist bir ahlak sistemi olan önceden belirlenen ahlak sistemi asla doğru olamaz. Bunu doğru sandığımız an hiç bir şeyden sorumlu olmuyoruz ve yaptığımız her şeyin sorumlusu Tanrı oluyor. Bu yüzden "orta yolu bul" prensibi üzerinden hareket ederek ahlaki konuda benimsediğim bir felsefi görüş vardır. Otodeterminizm. Otodeterminizm, determinizm ve indeterminizm isimli iki uç görüşün kesişme noktasıdır diyebiliriz. Bu görüşe göre insanlar belli sınırlar içinde kendi ahlaki düzenlerini kurabilirler. Bu sınırları tayin eden de Tanrı yahut bir başkası değildir. İnsanların kendisi, yaşadıkları zamanın ve coğrafyanın onların sunduğu yaşam standartlarıdır.

KORKUYORUM..(!)

Yazan: Wiseman


KORKUYORUM..(!)


●►UYARI: Diğer makalelerde zaten defalarca savaş konulu sure ve ayetleri önceki ve sonrakilerle birlikte tüm olarak defalarca ele aldım. Bu makalede surelerin sadece kelimesinin geçtiği ayetlere yer verilmiştir. Amaç; "Herkesi yaratan" bir Allah var ise onun "ne şartlar altında olursa olsun, gerekçesi ne olursa olsun" kendi yarattıklarını birbirine düşürmesinin ve sürekli savaşmaktan bahsetmesinin absürt olduğunu göstermektir. Taraf tutan ve sürekli taraf değiştiren, her kitabında savaştan bahseden "merhametli" bir ilah olamaz. İyi okumalar.

Diyorlar ki neden dinleri, dinbazları ve dincileri bu kadar eleştiriyorsun? Bu kadar eleştirmen onlardan korktuğunu göstermez mi?
Evet, itiraf ediyorum. Onlardan çoook korkuyorum.

3300-2000 ve 1400 yıldır dünyaya hâkimler. Hangi taşı kaldırsanız altından Teistler, dinciler, Dinbazlar ve siyasal İslamcılar çıkıyor.

Bunca yıldır zihniyetleri uğruna dünyada yüzlerce, binlerce savaş çıkarmışlar. Milyonlarca insan öldürülmüş.
Ne için? Benim inandığım Yaratıcı’ya inanmıyorsun diye!
Ne için? Benim Peygamberime inanmıyor, saygı duymuyorsun, benim gibi düşünmüyor ve inanmıyorsun diye!
Ne için benim gibi ibadet etmiyorsun diye!

Peki, sizler gibi düşünmeyenlere, inanmayanlara ne yaptınız?
Öldürdünüz, yaktınız, kestiniz, taşladınız, tecavüz ettiniz!

Nasıl korkmayayım ki? İnandığınız Yaratıcınız bile sözde gönderdiği kitaplarında:

KUR'AN'DA;
  • Bakara 191: “Onları bulduğunuz yerde ÖLDÜRÜN.”
  • Bakara 193: “Fitne ortadan kalkıp Allah’ın dini tamamı ile egemen oluncaya kadar onlarla SAVAŞIN!”
  • Bakara 216: “SAVAŞ size farz kılındı.”
  • Nisa 89: “Onlar kendileri inkar ettikleri gibi, keşke siz de inkar etseniz de eşit olsanız isterler. Allah yolunda hicret etmedikçe onlardan dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları tutun, bulduğunuz yerde ÖLDÜRÜN. onlardan dost ve yardımcı edinmeyin.”
  • Maide 33: “Allah ve peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası ÖLDÜRÜLMEK veya ASILMAK yahut çapraz olarak EL VE AYAKLARI KESİLMEK ya da YERLERİNDEN SÜRÜLMEKTİR. Bu onlara dünyada bir rezilliktir.”
  • Maide 35: Ey inananlar! Allah’tan sakının, O’na ulaşmaya yol arayın, yolunda CİHAD edin ki kurtulasınız.”
  • Maide 38: Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, ELLERİNİ KESİN.”
  • Enfâl 5: “Nitekim Rabbin seni, hak uğruna SAVAŞMAK için evinden çıkarmıştı.”
  • Enfal 12: “Rabbin meleklere, “ben sizinleyim, inananları destekleyin” diye vahyetti. “Ben inkar edenlerin kalblerine KORKU SALACAĞIM, artık VURUN ONLARIN BOYUNLARI ÜSTÜNE VURUN HER PARMAĞINA” dedi.”
  • Enfâl 39: “Ortalıkta fitne kalmayıp, din tamamıyla Allah’ın dini oluncaya kadar onlarla SAVAŞIN.”
  • Enfâl 58: “Eğer bir kavmin, sözleşmeye aykırı bir hainlik yapmasından KORKARSAN, SAVAŞTAN önce aynı şekilde ANTLAŞMAYI BOZDUĞUNU kendilerine bildir.”
  • Tevbe 5: “Hürmetli aylar çıkınca, puta tapanları bulduğunuz yerde ÖLDÜRÜN; onları yakalayıp HAPSEDİN; her gözetleme yerinde onları bekleyin.”
  • Tevbe 14: “Onlarla SAVAŞIN ki Allah, SİZİN ELLERİNİZLE onların CEZASINI versin ve … onları rezil ve rüsvay etsin...”
  • Tevbe 29: “Kendilerine kitap verilenlerden oldukları halde ne Allah’a, ne ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyen kimselere ALÇALMIŞ oldukları halde elden CİZYE verecekleri hale gelinceye kadar SAVAŞ yapın.”
  • Tevbe 73: “Ey Peygamber! KAFİRLERLE CİHAT ET; onlara karşı SERT DAVRAN. Varacakları yer cehennemdir.”
  • Nur 2: “Zina eden kadın ve erkeğin her birine yüzer değnek vurun. Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız, allah’ın dini konusunda o ikisine ACIMAYIN. Onların ceza görmesine, inananlardan bir topluluk da ŞAHİT olsun.”
  • Muhammed 4: “Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınızda BOYUNLARINI VURUN; sonunda onlara üstün geldiğinizde onları esir alın; savaş sona erince onları ya karşılıksız, ya da fidye ile salıverin; allah dilemiş olsaydı, onlardan başka türlü ÖÇ alabilirdi, bunun böyle olması, kiminizi kiminizle denemek içindir.”
  • Tahrim 9: “Ey Peygamber! Kâfirlerle CİHAT et; onlara karşı SERT davran. Onların varacakları yer cehennemdir.” DİYORSA!

TEVRAT’TA;
  • Samuel 15:3: “Şimdi git Amekliler’e SALDIR. Onlara ait her şeyi tümüyle YOK ET. Hiçbir şeyi ESİRGEME. Kadın, erkek, çoluk, çocuk, öküz, koyun, deve, eşek hepsini ÖLDÜR!”
  • Yeşeya 13:15-18: “Yakalananın bedeni DELİK DEŞİK EDİLECEK, ele geçen KILIÇTAN GEÇİRİLECEK. Yavruları gözleri önünde PARÇALANACAK, evleri YAĞMALANACAK, kadınlarının IRZINA GEÇİLECEK!”  DİYORSA!

İNCİL’DE;
  • Matta 10:34: “Yeryüzüne barış getirmeye geldiğimi sanmayın. BARIŞ DEĞİL KILIÇ GETİRMEYE GELDİM.”
  • Luka 12:49: “Ben dünyaya ATEŞ YAĞDIRMAYA GELDİM. Keşke bu ateş daha şimdiden alevlenmiş olsaydı. Yeryüzüne barış getirmeye mi geldiğimi sanıyorsunuz? Size HAYIR diyorum, AYRILIK GETİRMEYE GELDİM.” DİYORSA!

EĞER BİR DİN ÖLDÜRMEYİ EMREDİYORSA ÖLDÜRÜLMESİ GEREKEN O DİNİN KENDİSİDİR!

Nasıl korkmayalım?!
Önce Ahlak, Adalet ve her türlü güzelliği dininize bağladınız. Sonra dininiz adına öldürmekten, yakmaktan, taşlamaktan, tecavüz etmekten, hırsızlıktan, adaletsizlikten, ahlaksızlıktan ve her türlü pisliği yapmaktan çekinmediniz!

Nasıl korkmayalım?!
Dinimiz “Oku”, “Düşün”, “Akletmez misiniz?” diyor. Dediniz ama sözde âlimleriniz çıktı “İslam vallahi de billahi de akıl dini değildir”, “Her şeyi sorma” dediniz! Aklı yok saydınız.

Nasıl korkmayalım?!
Hem “İlim Çin’de de olsa gidip alınız, İlim Müslümanın yitik malıdır” dediniz!

Ardından “Uzayda ne var? Niye gidiyorsun? O kadar masraf edeceğine ver bana yüzbin dolar ben sana söyleyeyim.” dediniz. Tübitak’a yapılan onlarca bilimsel başvuruyu reddettiniz! Ledli ekmek dolabına ödül verdiniz. Hiçbir bilimsel faaliyette yer almadınız. Bilimi reddettiniz!

Nasıl korkmayalım?!
Bizler, emredilen şey ne olursa olsun akıl, vicdan, ahlak ve bilimin dediği, doğru olanı yapın derken; sizler, emredilen şey istediği kadar doğru, akli, ahlaki, vicdani ve bilimsel olursa olsun, dinimiz, peygamberimiz ne diyorsa onu yapın dediniz!

Akıl, Vicdan, Ahlak ve Bilimi yok sayıp yerine dinlerinizi tercih ettiniz!

Nasıl korkmayalım?!
Dincileriniz, dinbazlarınız, siyasal İslamcılarınız, bizlere bu dünyada şükrettirip, cehennem ile korkuturken, öbür dünyada cenneti vadettiler. Kendileri, “haram helal ver Allah’ım, aciz kulun yer Allah’ım” deyip, her türlü mala sahip olup ,dünyada cenneti yaşıyorlar!

Nasıl korkmayalım?!
Şeytan bile sizleri görünce, kendisine gerek kalmadığını düşünüp İslam dünyasını terk etmiş!

Nasıl korkmayalım?!
O kadar cahil bir nesil yetiştirdiniz ki düşünemiyor, sorgulamıyor, eğri ile doğruyu ayırt edemiyor. İletişim bile kuramıyoruz.

Nasıl korkmayalım?!
İnandığınız bir kitap var ve onu kendi dilinizde bile okumuyorsunuz. Okuyan bizler, bakın söylediğin yanlış, kitabınızda böyle yazıyor dediğimizde, bizleri yalancılıkla suçlayıp, kitabınızı açıp okumaya tenezzül bile etmiyor, körü körüne inanmaya devam ediyorsunuz.

Nasıl korkmayalım?!
“İnanmıyorsan saygı duy” deyip öldürmeye, vurmaya, kırmaya kalktığınız için korkuyoruz.

Bizler, iyi insan olmaya çalışırken sizler ille de “inanan insan” diye direttiğiniz için korkuyoruz.

Bizler, kölelik ve cariyelik insanlığa yakışmaz dedikçe dininiz ve sizler kölelik hak, cariyelik helal dediğiniz için korkuyoruz.

Bizler, “tek eşlilik, kadın hakları, kadın erkek eşit” dedikçe sizler “dört ver Allah’ım dört de yetmez üstüne sayısız cariye ver Allah’ım” dediğiniz için korkuyoruz.

Bizler, evlilik için en az 18 yaş derken sizler bir yaşında ki bebeklerle bile evlenilebilir dediğiniz için korkuyoruz.

Bizlere “eşlerinizi bizden nasıl koruyacaksınız?” dediğiniz için korkuyoruz.
“Kafirlerin eşleri Müslümanlara helaldir” dediğiniz için korkuyoruz.

Bizler, dinler dünya nimetlerinin haksız bölüşümünü insanların kolay kabul etmelerini sağlayacak, psikolojik bir kontrol mekanizmasıdır, kutsal sandığınız dinler emperyalizmin ilahi versiyonlarıdır dedikçe, sizler başınızı dinlere gömüp sömürmeyi ve sömürülmeyi seçtiğiniz için korkuyoruz.

Bizler akıl, bilim, vicdan, ahlak dedikçe, sizlerin “cahilliği, aptallığı” yüzünden insanlarımız ve ülkemiz mahvolduğu için, aynı nüfusa sahip medeni ülkelerden bile on kat fazla camiye ve on kat fazla din personeline sahip olmamıza rağmen, gelişmişlik ve medeniyette yüz kat geri olduğumuz için korkuyoruz.

Yüz binlerce atanamayan öğretmenler açıkta beklerken, her kurum ve kuruluşa din personeli atamanızdan, din adamlarınız günde bir saat çalışıp, kalan zamanda siyasal İslamcı partilerinizin militanlığını yaptığı için korkuyoruz.

Diyanetin bütçesi son on beş yılda on kat arttığı ve çoğu bakanlıktan yüksek olduğu içi, akıl ve bilim ile kalkınacakken din, dinci, dinbaz ve Siyasal İslamcılarınız ile hem duyarsız hem ahlaksız olduğunuz için korkuyoruz.

Düşünmek ve sorgulamak yerine kendi ellerinizle yönetimi ve kontrolü dinci, dinbaz ve siyasal İslamcılara verdiğiniz ve onlara inanıp peşinden gittiğiniz için korkuyoruz.

Binlerce yıl önceki kralları ve yöneticileri peygamber diye dayattığınız, inancınız ve dinleriniz adına aklın, vicdanın, bilimin kabul edeceği bir delili binlerce yıldır ortaya koyamadığınız için korkuyoruz.

İnancınız, akıl, vicdan, bilim ve sevgi üzerine değil “ganimet ve seks” üzerine kurulu olduğu için korkuyoruz.

Zayıfken hoşgörülü, güçlenince zalimleştiğiniz için korkuyoruz.

Her Müslüman Kur’an’ı ve dini kendine göre farklı anlayıp farklı uyguladığı için korkuyoruz.

Gerçek Şeytan’ın bu dünyada size din ve ahlak dersi vermeye kalkan yobazdan başkası olmadığını göremediniz, toplum olarak sizlere Allah, din, peygamber denilip Kur’an sallandığında, aklınızı ve vicdanınızı kaybettiğiniz için korkuyoruz.

Dünya bilgi çağını yaşarken sizlerin hala geleceğe 1400 yıl önceki gözlük ve akılla baktığınız için korkuyoruz.

Sözde dinciler, Dinbazlar, siyasal İslamcılar, hocalar kadın ve çocuklara camilerde, vakıflarda tecavüz ederken sustuğunuz için korkuyoruz.

Tübitak’ın başına hayvanat bahçesi müdürünü atadığınız, sözde profesörlerinizin “cahilin ferasetine güveniyorum” dediği için korkuyoruz.

İlkokul ve İmam Hatiplilerin, iki liralık tespih sallayarak, Boğaziçi, Bilkent ve ODTÜ lülere “biz Osmanlı torunuyuz” deyip ayar vermeye kalktığınız için korkuyoruz.

Çarşaf giyenlere “saygı beklerken”, etek giyenlere “cehennemlik” deyip saldırdığınız, her türlü pisliği ve günahı işleyip kendinizin mahşer günü sorgusuz cennete gideceğinizi söylerken bizleri cehennemlik deyip aşağıladığınız için korkuyoruz.

Kadınları aklen ve dinen eksik, erkekleri kadınlardan üstün ve hâkim, mirasta ve şahitlikte iki kadın bir erkeğe eşit, kadınları köpek, eşek, domuz gibi fitne ve uğursuz, satılan bir mal gibi gördüğünüz, itiraz eden kadını dövün dediğiniz için korkuyoruz.

Bu gün ben peygamberim diyen birini akıl hastanesine kapatırken, binlerce yıl önce “ben peygamberim ve Allah oğlumu kurban etmemi istedi” diyenleri peygamber kabul edip peşinden gittiğiniz için korkuyoruz.

Cenneti bu dünyada hep beraber yaşamak ve dünyamızı cennete çevirmek varken, bu dünyayı cehenneme çevirip, cenneti bilinmeyen öbür dünyada yaşamaya ötelediğiniz, güneşin balçığa battığı, dünyanın evrenin merkezi ve dünyayı düz olarak gördüğünüz gerçek dışı fikirlerinizden korkuyoruz.

Dinlerle yetinmeyip, tarikatlara bölündüğünüz ve aynı dinden ama farklı tarikattan olanları bile cehennemlik ilan ettiğiniz için korkuyoruz.

Bu dünyada seks yapıp içki içenleri cehennemlik görürken, cennette seks ve içkiyi ödül yapmanızdan korkuyoruz.

Aklınızı ve vicdanınızı esir alan inançlarınızdan düşünme, sorgulama ve araştırma ile kurtulabilecekken aklınızı ve vicdanınızı özgür bırakmadığınız için korkuyoruz.

İnandığınız Yaratıcı bile kendisine inanmayanlara hayat hakkı verip rızıklandırırken sizler, sizin gibi düşünmeyip inanmayanlara hayat hakkı tanımadığınız için korkuyoruz.

Dinleri terör unsuru haline getirdiğiniz, ne göründüğünüz gibi ne de olduğunuz gibi görünmediğiniz için korkuyoruz.

Dua ile her şeyi halledebileceğinizi sanıyorsunuz ama bir aspirinin verdiği faydayı milyonlarca dindarın duasının veremeyeceğini göremediğiniz için korkuyoruz.

Demokrasi, Cumhuriyet ve Laikliğin insan onuruna en yakışan değerler olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.

İşinize gelmeyen ayetleri bile zamana, mekâna, kişiye göre işinize geldiği gibi eğip bükmenizden, kendi öz dilimiz Türkçe yerine Arapça’ya sahip çıktığınız için korkuyoruz.

Aç insanları sofranıza çağırmayıp gözyaşlarını seyrederken, insanları cennete çağırmanızdan korkuyoruz.

Dindar ama ahlaksız, akıllı ama vicdansız, güçlü ama adaletsiz, ibadetinde ama hırsız durumuna geldiğiniz için korkuyoruz.

Dinlerin sermayesi yalan olan en karlı ticaret ve insanlık için en büyük toplumsal hastalık olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.

Toplumsal en büyük silah olan dininizi ve inancınızı, siyasetçilerin eline verdiğiniz için korkuyoruz.

Ticari kuruluşlar olan tarikat ve cemaatlerin müşterisi haline geldiğiniz için korkuyoruz.

Başörtüsünün, kadının saçını değil beynini ve fikirlerini örtmek olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.

Binlerce yıldır dinlerin insanlığı, inananlarını mükemmelleştiremediğini göremediğiniz için korkuyoruz.

Dinlerin bilim değil cehalet ve cahil ürettiğini göremediğiniz için korkuyoruz.

Dinlerin tedavi edilebilen bir akıl hastalığı olduğunu, tedavisinin de düşünme, sorgulama, bilimsel eğitim olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.

Bilmenin inanmaktan üstün olduğunu, bilirseniz kandırılamayacağınızı, inanç ile gerçekleri görüp bilemeyeceğinizi anlayamadığınız için korkuyoruz.

Bir dinin birden çok Tanrısının olması ne kadar saçma ise, bir Tanrının birçok dininin olmasının da o kadar saçma olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.

Domuzu haram diye yemeyip haramları domuz gibi yediğiniz, yaratıcının ve dinlerin değil insanların korunmasına ihtiyaç olduğunu göremediğiniz için korkuyoruz.

Hukukta, adalette, suçlarda bilimsel delil ararken, dinlerde bilimsel delil aramadığınız, din beyne girince aklın beyni, vicdanın kalbi, ahlakın dili terk ettiğini göremediğiniz için korkuyoruz.

İnsanların dinlerini seçemediğini ana, baba ve çevrenin baskısı ile dindar olduğunuz için korkuyoruz.

Yapılan zulümler karşısında “gerçek İslam bu değil” deyip İslam adına yapılan zulümleri görmezden geldiğiniz için korkuyoruz.

Siyasal İslamcı liderlerinize, “peygamber”, “Allah seviyesine çıkardığınız”, “g-tünün gılıyık”, “anamın üstünde görsem or-spuluk anamdadır”, “istesin cariyesi olurum”, “b-ku bile mis gibi kokar” deyip, tapındığınız için korkuyoruz.

Dünyayı kan gölüne çevirdiğiniz, kadın-erkek-bebek öldürdüğünüz, yaktığınız, taşladığınız, kol bacak kestiğiniz için korkuyoruz.

“İslam mükemmeldir” dediniz ama ne dininizi ne kendinizi mükemmel yapamadığınız için korkuyoruz.

Aslında senin inanmana, tapınmana itirazım yok ama inancınızı insanlara dayattığınız için korkuyoruz.

Yaratıcının elçisinin peygamberler değil Akıl ve Vicdan olduğunu göremediğiniz, öldürmeyi Allah’a yakıştırdığınız, dininiz korkutma dini olduğu için korkuyoruz!

Allah var diyorsunuz ama Allah yokmuş gibi yaşadığınız için korkuyoruz.

Onlar, İNANDIKLARI ALLAH’TAN KORKMAZKEN benim onlardan korkmam normal değil mi?

Sağlık, Sevgi ve Bilimle kalın.

MUHAMMED İNSANLIĞA NE KAZANDIRDI?

Yazan: Serdar Kaangil


MUHAMMED İNSANLIĞA NE KAZANDIRDI?


1391-1425 yıllarında Bizans imparatoru olan II. Manuil (Manuel Paleologos) 1391 yılında Ankara’da kış kampında kaldığı sırada bir İslam alimiyle din münazarasına girmiş. Bu İslam alimi müderris’in Hacı Bayram Veli olduğu kesin. Çünkü hem o tarihlerde ve o bölgede yaşamış hem de Müderris diye anılan sadece o var.
II. Manuil İslam’ı ve Kur’an’ı çok iyi bilmekte ve İslâm’la Hristiyanlığı karşılaştırıp tartışmaya son derece meraklıdır.
Bu tartışmanın 7 gün sürdüğü, 26 oturumluk büyük bir tartışma yaşandığı ve son gün bir hayli ateşli geçtiği söylenir. Küçük bir topluluk tarafından izlenen tartışmada imparatorun şu sözleri kayıtlara geçmiştir.

“Bana Muhammed’in getirdiği yenilikleri göster. Sadece kötü ve insanlık dışı şeyler bulacaksın. Tıpkı vaaz ettiği dinin kılıç gücü ile yayılması emrini verdiği gibi. Dine davet için, şiddet ve tehdit yerine, iyi konuşma kapasitesi ve doğru akıl yürütme gerekir..”

Bu sözler karşısında Hacı Bayram Veli’den doyurucu hiçbir yanıt gelmez ve münazara o gün sona erer.

1965 yılında Avusturyalı akademisyen ve Bizans uzmanı Erich Trapp, kayıtları arşivlerden çıkararak ve eski Yunancadan çevirerek “Bir Persli ile Diyalog” başlığı altında yayımlar. 1966 yılında Lübnan asıllı Theodore Khoury yirmi altı bölümden oluşan bu tartışmayı kitap hâline getirir. Fransızca olan kitabın adı “Manuel II Paléologue Entretiens Avec un Musulman”dır. Bu kitap, Hristiyanlığın İslam’a karşı üstünlüğünü sergileyen bir manifesto gibi olmuştur.

2006 yılında papa Benedict, bu sözleri hatırlatarak soruyu tekrarlar: “Muhammed, insanlığa ne kazandırmıştır?”

Bu soruya bir yanıt geleceği yerde, “İslam’a saldırılıyor. Peygamber efendimize hakaret ediliyor” yaygarası koparılır. Papa da amacının İslam’a saldırmak olmadığını belirten bir açıklama yapar. Ama sonuçta Muhammed’in insanlığa ne katkıda bulunduğu sorusu yine ortada kalmış, bir yanıt bulamamıştır. Gerçi hangi din, hangi peygamber insanlığa bir şey kazandırmıştır ki düşmanlığı körüklemek ve gerçeği boğmaktan başka…

“Muhammed’in asıl ideali neydi?” yazımda Muhammed’in yaptığının Araplar açısından bir devrim olduğunu ama dünyaya kazandırılmış bir yenilik getirmemesinden dolayı insanlık açısından devrim sayılamayacağını belirtmiştim.
O yazımı hazırlarken çok araştırdım ama Muhammed’in yaptıkları içinde iyi bir şey bulamadım. Bir yenilik göremedim.
Yeni bir şey olarak ezan vardı ki yenilik sayılmazdı. Günde 5 kez kendi isminin haykırılması ise kendi egosunu tatmin edici. Hele hoparlör çıktıktan sonra bayağı rahatsız edici olmuş.
2. yeni bir şey; evlatlığı gerçek evlat yerine koymama ve evlatlıklarla, evlatlıkların boşanan karılarıyla evlenmeyi serbest kılan kanunu getirmiş ki, bunun insanlığa yararından değil zararından söz edilebilir. Kaldı ki bunu Zeynep ile evlenebilmek için yapmıştı.
Zekat dense zaten önceden de vardı ve bir vergi olarak her devlette uygulanırdı. Fakire dağıtılan ise sadakaydı ki o da putperestler dahil her millette vardı.

Muhammed’in putperestliği kaldırmasını insanlığa bir hizmet olarak görmek yanlıştır. Bir dinin yerini bir başka dinin almasının insanlığa ne faydası olabilir. Tersine bunu yaparken insanlık kaybeder. Çünkü silahla, kanla, savaşla yapılan bu değişimler insanları birbirine düşman eder, ölümlere, acılara neden olur. İslam da getirilirken insanları bölmüş, iç savaşa ve katliamlara neden olmuş, anneyi-babayı-kardeşi-amcayı-dayıyı birbirine düşman yapmış, insanları yurtlarından yuvalarından etmiştir.

Ayrıca toplumsal değişimler oldukça dinler de evriliyor ve ilkel inançlar yerini daha mantıklı inançlara bırakıyordu. Kureyş’deki putperestliğin değişimi de kaçınılmazdı. Nitekim tek tanrıcı dinler tarafından kuşatılmış durumdaydı ve son demlerini yaşamaktaydı. Bırakılsa kendiliğinden ve kan dökülmeden monoteist dine geçilecekti belki. Koskoca Roma İmparatorluğu bile pagan dinini bırakmış, Hristiyanlığı din edinmişti. Ama Muhammed bu değişimi zamana bırakmadı ve savaşarak putperestliği yıktı. Bunu da kendi hükümdarlığı için yaptı ve Allah’ı kullandı.

Kız çocuklarının öldürülmesi bir mavaldır. Her toplumun içinden caniler, vicdansız-merhametsiz katiller çıkar. Hele ilkel, geri kalmış toplumlarda bunların oranı çok daha yüksek olur. Bugün bile çocuklarını acımasızca öldürenler mevcuttur. O dönemin münferit olaylarını genelleyip sanki kız çocuklarını öldürmek bir adetmiş gibi sunmak, insanları aldatmaktır.

Kadınların Cahiliye döneminde insan yerine konmadıkları, mirastan hiç pay almadıkları ve horlanıp aşağılandıklarını öne sürerek, Muhammed’in kadınlara yeni haklar getirdiği söylenir. Ancak İslam öncesi kadınların bu durumunu doğrulayan bir kaynak yoktur. Tersine İslam kaynaklarından putperest dönemin kadınlarının çok daha özgür ve hak sahibi olduklarını görmekteyiz. Örneğin Muhammed’in annesi, ilk eşi Hatice, amcalarının eşleri, Ebubekir’in eşi, Süfyan’ın eşi Hind ve diğer anlatılan kadın örnekleri tersini göstermektedir. Muhammed, kadınları 2. sınıf görmüş, eve kapatmış, tesettüre sokmuş, şahitlikte ve mirasta yarım erkeğe eşit tutmuş, 4 kadın almayı erkeğe hak görerek kadınları aşağılamıştır.

Zina, fuhuş, içki, kumar, fal vs. ise bilinen tarihin her döneminde olan ve hiç bir zaman kaldırılamamış olan konulardır. Bunlar yasaklanarak önlenemez, önlenememiştir. İslam’da da her zaman zina-fuhuş olmuş, içki içilip kumar oynanmıştır. Dört halife döneminden sonraki halifelerin çoğu içkicidir. Kumara düşkün olanları da vardır. Osmanlı padişahlarının neredeyse tamamı içermiş. Bir çoğunun ise oğlancı olduğu söylenir. Bunların kötü olduğunu söylemek ve yasaklamakla insanlığa bir hizmet sağlandığından bahsedilemez. Kaldı ki ondan önceki dinlerde de bu tür söylemler ve yasaklar mevcuttur. İlk söylemiş olan Muhammed değildir.

Muhammed ne yapsaydı, insanlığa hizmetinden bahsedilebilirdi?

Muhammed, köleliği kaldırmış olsaydı; insanlığa büyük bir hizmetinden bahsedilirdi. Ama kitabında kölelikten bahsederek, kadın kölelerle yani cariyelerle ilişkiyi caiz görerek köleliği meşrulaştırmıştır. O yüzden de insanlıktan kölelik en son İslam’da, Suudi Arabistan’da kaldırılabilmiştir. Halbuki Muhammed kaldırsaydı, ilk kaldırılan Arabistan olurdu.

Muhammed, savaşın doğru olmadığını belirtse, mecbur kalmadıkça ve saldırıya uğramadıkça savaşmayı yasaklasa insanlığa bir hizmetinden söz edilebilirdi. Ama tersini yaptı. İslamı dünyaya ve diğer dinlere üstün kılmak için savaşmayı, cihadı emretti. İslam uğrunda savaşarak ölenlerin cennetlik olduğu yalanıyla insanları aldattı, savaşa teşvik etti. Bunun en büyük acısını ise Türkler yaşadılar. Türkler, tarihlerinde en acımasız, en hunharca katliamları Müslüman Araplardan gördüler. Talkan ve Curcan’da 100.000’e yakın Türk öldürüldü. On binlerce Türk köle yapıldı. Kadınlar, kızlar cariye pazarlarında satıldılar.

Muhammed, sevgiden, aşktan, dostluklardan bahsetseydi ve bunları övseydi yine insanlığa bir katkıda bulunmuş olacaktı. Ama onun bahsettiği tek sevgi vardı, Allah sevgisi. O yüzden Müslümanlar, Müslüman olmayanları sevmedikleri gibi birbirini de sevmediler. Birbirlerine düştüler. Birbirlerini öldürdüler. İlk halifelerden üçünün öldürülmesi, Cemel Savaşı, Sıffin Savaşı, Harra ve Kerbela katliamları bunun örnekleridir. Tarih boyunca da devam etmiştir. Hala da birbirlerini öldürmekteler.

Muhammed, doğayı ve hayvanları sevmekten, korumaktan söz etse yine iyi bir hizmet yapmış olurdu. Ama ne hayvanları sevmekten bahseder ne ağaçları kesmemekten, ormanları korumaktan. Çiçek sevgisini bile ağzına almamıştır. Sadece kediden, örümcekten, karıncadan, güvercinden, bal arısından, deveden bahsedildiği için Müslümanlar neredeyse o hayvanları kutsallaştırmış ama diğerlerine karşı acımasız olmuştur. Örneğin yoğun bir köpek düşmanlığı vardır ki köpekler en faydalı ve sadık hayvanlardandır.

Muhammed, kitap okumayı da teşvik etmemiştir. O sadece Kur’an’ın okunmasını emretmiştir. O yüzden de Kur’an’dan başka ne kadar kitap varsa yok edilmiştir. İslam öncesi Araplar hakkında doğru dürüst bir bilginin olmaması bu yüzdendir. Kendi ülkelerinin, milletlerinin geçmişini acımasızca tarihe gömmüşlerdir. Kesin bir bilgi yok ama eğer doğruysa Ömer’in İskenderiye Kütüphanesini yakış sebebi de bu olabilir. Binlerce değerli tarihi eser bu ilkellikler nedeniyle Romalılar, Araplar ve Moğollar tarafından ortadan kaldırılmıştır.

Muhammed’in ilimden anladığı da dindir, dini konulardır. Her şeyi Allah’la ilişkilendirerek bilimin önünü tıkamıştır. Uydurduğu akıl dışı, bilim dışı safsatalar nedeniyle 21.yüzyılda bile hala Müslümanlar bilime sarılamamış, hala 1400 yıl önceki zırvalara inanmayı sürdürmüştür.

Muhammed için hastalığın ilacı okumak, üflemektir. Ne tıptan ne ilaçtan bahsetmiştir. Tersine hastalığı sırasında kendisine verilen ilaç yüzünden etrafındakileri haşlamıştır. Şifa için önerdiklerinden biri deve sidiğidir ki çağımızın İslamcıları hadisi sahih kabul etmekle beraber bazı hadislerde deve sidiği ile birlikte deve sütünü de yazdığını öne sürerek durumu hafifletmeye çabalarlar. Elle tutulur tek bahsi baldır ki o da Muhammed’den 1000-1500 sene öncesinden beri bilinmekteydi ve Tevrat’ta yazılıydı.

Muhammed’in fenle, teknolojiyle ilgili getirdiği bir yenilik de olmadığı gibi bu alanda kendinden önce bulunmuş olanlar hakkında da bilgisi yoktur. Örneğin tekerlekli arabalar Muhammed’den binlerce sene öncesinden beri vardı. Ama hiç bahsetmemiş ve kullanıma almamıştır.  Muhammed’den 2000-2500 yıl önce beyin ameliyatı yapıldığı bulunmuştur. Milattan önce Hipokrat, metinlerinde beyinden geniş şekilde bahsetmiştir. Ama Muhammed beyini bilmez. O beyinin fonksiyonlarını kalp görüyor zanneder. Thales, Muhammed’den 1200 yıl önce matematikte çığır açmış bir bilgindir ama Muhammed miras hesabında basit aritmetikte bile hata yapacak kadar matematik bilgisinden yoksundur.

Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Sonuç olarak Muhammed’in insanlığa yararlı tek bir savunulacak hizmeti olmamıştır. Bir yenilik getirmemiş, bir güzellik sunamamıştır. İnsanlığa büyük katkılarda bulunmuş bilim adamları, kaşifler onun gözünde Müslüman olmadıkları sürece ebedi cehennemliktir. Kendisine ve getirdiği dine inanmadıkları için hesap gününde tartıya bile alınmayacak ve dünyadaki tüm iyi-güzel işleri boşa gitmiş olacak ve cehennemi boylayacak, sonsuza kadar yakılacaklar, irin içmeye ve zakkum yemeğe mahkum olacaklardır. Edison, Galileo, Gutenberg, Copernic, Newton, Benjamin Franklin, Pascal, Faraday, Morse, Einstein ve aklınıza gelen tüm insanlığa katkıda bulunmuş gayrimüslimler onların gözünde ebedi azaba layıktırlar.

BAĞLARIN EFENDİSİ : DİONYSOS

Yazan: HERMES Trismegistos

BAĞLARIN EFENDİSİ : DİONYSOS

Dionysos yada Roma adı ile Bakkhus mitolojide şarap ve üzüm tanrısıdır. Eski mitolojik eserlerde şarabın yeri ne kadar önemli ise şarabı bulan tanrı yani Dionysos’un da yeri bir o kadar önemlidir. Zira şarap denilen içkinin tüm dünya mitoslarında yeri ayrıdır. Persler şarabı Cemşid'in bulduğunu söyler, Yunanlar ise Dionysos'un. Bu yüzden Dionysos büyük bir tanrıdır.
Örnekler vermek gerekirse özellikle Homeros'un İlyada'sında şarap savaştan yorulan askerler için bir çıkış, ferahlayış yoludur.
Bununla birlikte tekrar konumuz olan Dionysos'a dönebiliriz.

Babasının Zeus, annesinin Semele olduğunun bilinmesi dışında kökenleri belirsizdir ve kültleri pek çok şekilde olmuştur; bazı eski kaynaklarda Trakya , diğerlerinde ise Yunanlı olarak tanımlanmaktadır. Kayıtların çoğu Trakya'da doğduğunu, yurt dışına gittiğini ve yabancı olarak Yunanistan'a geldiğini söylese de, Yunan tarihinin Miken döneminden gelen kanıtlar onun Yunanistan'ın en eski tanrılarından biri olduğunu gösteriyor. Dışarıdan gelen bir tanrı olarak "yabancılık" niteliği , bazen "gelen tanrı" olarak adlandırılan bir aydınlanma tanrısı olduğu için kültlerine içkin ve gerekli olabilir .

Şarap Yunan kültüründe önemli bir rol oynamıştır ve Dionysos kültü şarap tüketimini çevreleyen ana dini odak noktasıydı. Şarap ve şarabın üretilmesini sağlayan asma ve üzümler sadece tanrının bir armağanı olarak değil aynı zamanda onun yeryüzündeki sembolik bir enkarnasyonu olarak görüldü. Bununla birlikte Dionysos dini, Klasik sonrası dönemde sıklıkla klişeleşmiş olduğu gibi Dionysos'u bir sarhoşluk tanrısı olmaktan ziyade acı çekmeyi kolaylaştıran, neşe getiren ve ilahi olana ilham veren doğru şarap tüketimini merkezinde topladı. [13] Performans sanatı ve drama da dininin merkezindeydi ve festivalleri tiyatronun gelişiminin arkasındaki ilk itici güçtü. [14] Dionysos kültü aynı zamanda bir "ruhlar kültü" dür; onun bakireleri ölüleri kan sunularıyla besler ve yaşayanlar ve ölüler arasında ilahi bir iletişimci olarak hareket eder. [15] Bazen ölen ve yükselen bir tanrı olarak da sınıflandırılır. [16]

Dionysos'un bir Tarım ve Bitki Tanrısı olduğu gösterilmiştir. Şarap, üzüm hasadı, meyve bahçeleri [17] ve bitki örtüsüyle olan bağlantısı onun bir doğa tanrısı rolü olduğunu gösterir. Bağcılık ve Üzüm tanrısı olarak meyvenin büyümesi ve hasadı ile bağlantılıdır. [5] Efsaneye göre o bitkiyi yetiştirme sanatını öğretir. İlk tiyatro, yani oyunlar bağbozumu zamanında Dionysos için yapılırdı ve ona sunular sunulurdu. Bu yüzden tiyatral sanatların doğuşu Dionysos kültüyle paralellik gösterir.

DİONYSOS DİNİ

Dionysos tanrısal bir figür olarak diğer Olimposlu tanrılardan biraz daha farklıdır. Bu yüzden sıradan politeist anlayıştan çıkılıp tıpkı Mitraizm'deki Mitra, İsis rahibeleri veya Apollon rahiplerine benzer olarak kendi ayin ve ritüelleri ile ayrışmıştır. Dionysos'un merkezi dini kültü Bakhik (Bacchic) veya Dionysos Gizemleri olarak bilinir. Bu dinin tam kökeni bilinmemekle birlikte Orpheus'un Dionysos'un gizemlerini icat ettiği söyleniyor. [77] Kanıtlar, tipik olarak benzer Orfik Gizemlerin bir parçası olduğu düşünülen birçok kaynak ve ritüelin aslında Dionysos gizemlerine ait olduğunu öne sürüyor. [13] Bazı bilim adamları ek olarak Dionysos gizemleri ile Persefoni'nin gizemleri arasında hiçbir fark olmadığını, ancak bunların hepsinin aynı gizemli dinin yönleri olduğunu ve her ikisinin de Dionysus ve Persefoni'nin önemli rolleri olduğunu ileri sürmüşlerdir. [13] [78] Daha önceleri, Yunan dininin temelde kırsal ve uç kısımlarından biri olduğu düşünülen Atina'nın büyük şehir merkezi, Bakhik gizemlerinin gelişmesinde ve yayılmasında önemli bir rol oynadı. [13]

Bakus gizemleri insanların yaşamlarında geçişler için ritüel gelenekler yaratmada önemli bir rol oynadı; başlangıçta öncelikle erkekler ve erkek cinselliği için, ancak daha sonra kadınların değişen rollerini ritüelleştirmek ve bir kadının hayatındaki statü değişikliklerini kutlamak için alan yarattı. Bu genellikle Hades ve Persefoni gibi ölüme ve değişime hükmeden tanrılarla, aynı zamanda muhtemelen gizemlere başlama ile ilgili bir rol üstlenmiş olan Dionysos'un annesi Semele ile bir toplantıyla sembolize edildi. [13]

Dionysos dini genellikle keçi veya boğaların kurban edilmesini içeren ritüelleri içerir ve en azından bazı katılımcılar ve dansçılar tanrı ile ilişkili ahşap maskeler takarlardı. Bazı durumlarda kayıtlar tanrıya maskeli ve giysili bir sütun, direk veya ağaç aracılığıyla katılan ibadet edenlerin ekmek yer ve şarap içerken kullanıldığını gösterir. Dionysos'a tapınmada maskelerin ve keçilerin önemi ibadetinin ilk günlerine kadar uzanıyor gibi görünüyor ve bu semboller Girit'teki Phaistos yakınlarındaki bir Minos mezarında bir arada bulundu.

Dionysos gerek marjinalliği gerekse edebiyat ve sanattaki yeri ile 12 tanrıdan daha fazla yer edinmiştir. Niçe Tragedyanın doğuşunda iki farklı görüşü öne sürerek Apollonculuk ve Dionysosculuğu karşılaştırır.

Dionysos heykellerde, tablolarda ve fresklerde oğlak ile betimlenir, sadece bunlarla da değil bazen yanında bir nymphe bazen kafasında asma bağı bezen ve daha sıklıkla elinde bir şarap kadehi ile resmedilir.

Michelangelonun eserinde Dionysos elinde şarap kasesi başında asma çelengi ve arkasında bir satir ile betimlenmiştir.

Dionysos, Caravaggio'nun eserinde de aynı şekillerle betimlenmiştir fakat çok daha realistiktir.

Guido Reni’nin eserinde ise diğerlerinin aksine Dionysos küçük bir çocuktur ve bu onun doğduktan sonra orman perilerine emanet edilmesine atıfta bulunur.
Çocuğun şarap içip gölcüğe işemesini de Homeros’un İlyada'sındaki şarap tanımı ile açıklayabiliriz. Şarap içince ne olur der Homeros: içine bir hoşluk yayılır, uykun gelir, birde bol bol işersin tabi..