İnsanın yarattığı tanrı değil, insanlığı yaratan gerçek Yaratıcı
varsa eğer insanı yaratıp boş bırakmamıştır. Doğumundan ölümüne kadar her insana
“Elçi” olarak Akıl vermiştir. Her insan aynı zamanda Yaratıcı’nın elçisidir.
Yaratıcı’yı yeryüzünde temsil eder.
Yaratıcı, Kitap ve Ayet olarak
da insanlığa kâinatı, dünyayı ve doğayı vermiştir. Kâinat, dünya ve doğa
ayetlerdir. Yeter ki insan olarak okumasını bilelim. Her canlı başlı başına bir
ayettir. Elçi olan insan aynı zamanda ayettir.
Erich Fromm (Almanya
doğumlu Amerikalı ünlü bir psikanalist, sosyolog ve filozoftur.) der ki;
“Artık Tanrı’ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden kişi ve topluluğa
tapınılmaktadır.’’
Çok doğru ve yerinde bir tespit. Yaratıcı adına konuşanlar, kendi
Tanrılarını yaratıp, sözlerinin (uydurdukları) vahiy olduğunu söyleyerek,
aslında kutsal bir zırh, dokunulmazlık ve sorgulanmazlık kazanmaktadırlar.
Böylece etkiledikleri tüm kişi ve toplumların kendi akıl ve sorgulamalarını
devre dışı bırakmaktadır. Yani Akıl, düşünme ve sorgulama şalteri
indirilmektedir. Bu sağlandıktan sonra artık vahiycinin işi çok kolaydır.
Kişiler ve toplumlar istedikleri gibi yönlendirilebilir, kullanılabilir ve
sömürülebilir hale getirilmiştir.
Eski İslamcı yazar Levent
Gültekin “Onurlu Çıkış” adlı kitabında bizzat yaşadıklarına, sorgulamalarına
dayanarak şöyle diyor. Daha doğrusu dürüstçe itiraf ediyor:
“Dinin, siyasi, ticari, toplumsal ortak bir payda haline getirilmesindeki
sakıncayı net göremiyordum. Siyasi, toplumsal ve ticari ilişkilerde
inancın sömürüldüğünü görüyor, fakat bu sömürünün kaçınılmaz olduğunu
idrak edemiyordum.” “Din adına biz İslamcıları kandıranlar, uyutanlar,
sömürenler gemilerini yüzdürmeye devam ediyorlar.” “Biz dini değerlerin
siyasi, toplumsal ve ekonomik çözümler getireceğini sanıyorduk.”
Bazı insanlar, vahye inananlar, dindarlar, siyasal İslamcılar
hayatta karşılaştıkları sorunları, olayları din terazisi ile tartıyor ve din
gözlüğü ile bakıyorlar. Dini, dinin hükümlerini, o hükümleri açıklayan
insanların sözlerini ölçü olarak alıyorlar. Olaylara onların inançları,
gözleri ve gözlükleri ile bakıyorlar. Sürekli değişim ve gelişim içinde olan
insanlık, 3300, 2000 ve 1400 yıl önceki teraziler ile yapılan tartım ve
ölçümler ile hayatını şekillendiriyor, o yılların değerleri ile günümüzü
yaşıyor, şimdiki ve gelecekteki hayata, geçmişin gözlükleri ile bakıyor,
yönlendiriyorlar. İnsanlık ne yazık ki geçmişten gelen din terazisinin
yanlış değer ve ölçüler gösterdiğinin, gözlüğün ayarının zamanımıza ve
insanlığa uymadığının, karanlık gösterdiğinin farkında değil. Din
gözlüğünden baktığı dünyanın ve hayatın, gerçek hayat olduğuna inanmış. O
terazinin ölçümünü doğru kabul etmiş. Hâlbuki insanlığın var oluşundan
günümüze ve gelecekte asla ayarı bozulmayacak, yanlış tartmayacak bir terazi
var elinde. AKIL Terazisi, AKIL Gözlüğü.
Bu terazi ve gözlük bünyesinde Vicdanı, Adaleti ve Sevgiyi barındırır.
Bunlar, terazinin dengesini, gözlüğün ayarını koruyan ve sağlayan
değerlerdir. Akıl gözlüğü ile hayata bakmak ve tartmak aslında insanın
doğasında, fıtratında vardır. Ne yazık ki doğasından gelen bu değeri,
vahiyciler yüzünden kullanamamaktadır. Bu değerin asla yanlış tartması söz
konusu değildir. Bireysel akıl, toplumsal akıl ve evrensel akıl her zaman
diliminde, her ortam ve koşul altında, kullanılabilir olması insanlığın en
büyük değeri, ölçüsü ve göstergesidir.
Bugün insanlık aklı,
vahiyciler ve dinler tarafından esir alınmıştır. Akıl terazisi ile
tartamayan, akıl gözlüğü ile göremeyen insanlık, kendisini, aklını,
dünyasını sınırlandırmış ve etrafına aşılması çok zor düşünce kaleleri
örmüştür. Kendisini vahyin hapishanesine hapsetmiş, vahiycileri de kendi
başına gardiyan dikmiştir. Akıl terazisi yerine din terazisini, akıl gözlüğü
yerine din gözlüğünü kullananlar hem kendilerine hem insanlığa hem de diğer
varlıklara haksızlık etmiş, zulmetmiş olurlar. İnsanlık, hayata akıl gözlüğü
ile bakıp, akıl terazisi ile tarttığında, Aklı vahiycilerin ve dinlerin
esaretinden kurtarabildiğimizde dünya daha yaşanabilir gerçek bir cennet
haline gelecektir.
Uydurma elçi ve kitaplar peşinde koşan
insanlık, cennet olacak dünyasını kendi eliyle cehenneme çevirmektedir.
Tekamül, sözcük anlamıyla gelişme, olgunlaşma, evrim anlamına gelmekte
olup, ezoterik öğretilerde ruhun gelişimi, olgunlaşması anlamında kullanılır.
Tekamülün hedefinde kemale ermek, kamil insan olmak vardır. Kamil insan, ideal
insan demektir. İnsanlığın en yüksek mertebesidir. Tasavvuftaki tanımıyla ruhsal
anlamda tanrılaşmaktır. Yani, aklın zincirlerinden kurtulup özgürleşmesi, tam
bir iradeye sahip olunması, karakteristik yapının mükemmelleşmesidir. Evrensel
insan modeline ulaşılmasıdır.
Kamil insan kavramını ise şöyle
tanımlayabiliriz: Kamil insan her yönüyle ideal ve örnek insandır. Bilgisi,
idraki ve aklı son derece gelişmiştir. Tüm zincirlerinden kurtulmuş,
tabularını yıkmıştır. Hiç kimseyi aşağılamaz, insanlar arasında ayrım
yapmaz. Almadan verir, sevilmeden sever. Boş konuşmaz, sözü öz ve
gerçektir. Eline, beline ve diline hakimdir. Sonsuz hoşgörü ve tevazu
sahibidir. İbadeti şekilde değil bilinçte ve yaşam tarzındadır. Zenginlikten
mağrur olmaz. Fakirlikten hicap duymaz. Doğal sirkülasyonu hisseder,
tabiatla bir ahenktir ve an’da yaşar. Her nefes alışından mutluluk
duyar. Olmakta olan her şeyin bütünün yararına olduğunu bilir. Kainatın
ahengini her yerde, her şeyde ve her an görür, hisseder ve yaşar. Ben’den
ve bencillikten uzaktır. O nefsine değil, nefsi ona tutsaktır. Cimrilik,
hırs, haset, alay, kibir, yalan, riya, şehvet, şöhret, gaflet, gazap gibi çirkin
karakterlerden kendini arındırmıştır. İnsanlar arasında saygıyı, dostluğu
ve dayanışmayı sağlamaya çabalar. Her türlü şiddete, zulme ve işkenceye
karşıdır. Kul hakkının yenmesine, hırsızlığa, sömürüye karşı durur. Barışı,
adaleti, sevgiyi, mutluluk ve huzuru inşa için çalışır. Önemsediklerinin en
başında yaşama hakkı gelir. Yaşayan her varlığa sevgi duyar. Ölüm
korkusunu yenmiştir, ölüme yeni bir yaşama geçiş gözüyle bakar.
İnanışa
göre bir varlığın bu mertebeye ulaşabilmesi için dünyada olduğu gibi bütün
kainatta geçireceği sayısız tekamül merhaleleri vardır. İşte bu merhalelerin
dünyada geçen kısmına reenkarnasyon denir.
Basit olarak
anlatıldığında reenkarnasyon (tekrar doğuş, tekrar bedenlenme, ruh gezisi)
ruhun, doğum ve ölüm sirkülasyonu sayesinde tekrar tekrar insancıl varoluşa
geçmesi anlamına gelir. Amaç sonsuz tekamüle ulaşmaktır.
Birçok büyük dinin dünya görüşünün ve öğretilerinin temelinde bu
sirkülasyonun, yani ruhsal boyuttan materyal boyuta ve tekrar ruhsal boyuta
geçmenin, gerekli olduğu yatar.
Ruhun öğrenmek zorunda olduğu tüm
dersler ve görevler bittiğinde, yani tekamülü tamamlandığında ancak bu
sirkülasyon sona erer ve ruh sonsuzlukta yerini bulur.
Her ruhun
amacı o büyük tekliğe, bütünlüğe dönüştür. Burada artık iyiyi veya kötüyü,
siyahı ve beyazı, karanlığı ve aydınlığı birbirinden ayıran tezatlık kuralı
geçerli değildir.
Mevlana şöyle der: "Kaynağından kopan her şey,
kaynağıyla birleşmeyi arzular."
Reenkarnasyon anlayışına göre yaşam
bir okuldur ve bu okulda her insan ayrı bir sınıfta dersini öğrenmeye çalışır.
Tekâmül etmek için dünyaya doğan ruh, dünya üzerinde bilgi ve tecrübesini
arttırmak için bir beden kullanır. Fakat bu bilgi ve tecrübe tek bir hayatta
öğrenilemez çünkü buna zamanı ve enerjisi yetmez. Bu yüzden reenkarnasyonlarla
insana yeni imkanlar sağlanır, tekâmül hızlandırılır. Hayatımızda yaşadığımız
krizler, zorluklar birer sınavdır. Ve eğer kendimiz üzerinde çalışır ve bu
sınavları aşarsak, hedefimize ulaşmış oluruz.
Reenkarnasyon
inancının olduğu dinlere göre dünyadaki adalet de reenkarnasyonla sağlanır.
Dünyada insana verilen zenginlik, sağlık güzellik, kısa ömür, fakirlik,
hastalık, çirkinlik gibi değerler, ruhun bilgi ve tecrübesini arttırmaya
yarayan vasıtalar olup, hepsi dünyada kalacak olan göreceli değerlerdir.
Kişisel hayattan, aile hayatından itibaren insan hayatı bütünüyle birbirinden
farklıdır: İnsanların bilgi düzeyleri, yaşadıkları zaman ve mekan, sahip
oldukları yetenek ve olanaklar farklıdır. Bunun yanında kimi insan
çocukluğunda yaşamını kaybeder. Kimisi sakat doğar, kimisi kronik bir
hastalıkla yaşar. Kimisi ezer, kimisi ezilir. Kimisi hayatını hapislerde
geçirir. Kimisi öldürülür, kimisi işkencelere, zulümlere uğrar. Reenkarnasyon
sayesinde her canlı eşit yaşam şartlarına sahip olur.
Platon’a göre
reenkarnasyon iki türde var olur:
1- Seçim sistemi: Buna göre ruh eski yaşamındaki eylemlerine uyacak bir
hayvan veya insan bedeni seçer. Yani ruh yaşam koşullarını önceden seçmiş ve
böylece kaderini belirlemiş olur.
2- Denge sistemi: Burada yeni
yaşam tamamen eski yaşama bağlıdır. Eski yaşamda yapılan hataların acısı yeni
yaşamda çekilir. Örneğin zenginken fakiri horlayan birisi yeni yaşamında
fakirin durumuna düşebilir ve onun çekmiş olduğu acıların aynısını yaşar.
Bu
iki sistemde de anlatılmak istenen şu anki yaşamın bir sonraki yaşamı
etkilediği veya etkileyebileceğidir. Her koşul bütün kullara eşit bir sistemde
sunulur. İnanışa göre bu yaşam şartlarını nasıl değerlendirdiğimize göre bir
sınav yaşanacaktır ve tabii ki bu bir takım sonuçları yaratacaktır. Bizim
hayatı nasıl yorumladığımız gelişimimizi sağlayacaktır. Ruhsal varlığımız en
üst olgunluk seviyesine çıktığında var oluş süreci bitecektir.
Reenkarnasyon
ve tenasüh kavramları, aynı ilkeleri içerdikleri sanılarak birbirleriyle sık
sık karıştırılmaktadır. Oysa bu iki kavram arasında çok temel farklılıklar
bulunmaktadır.
Bu temel farklar şöyle açıklanır:
Tenasüh
inanışında ruhların sürekli olarak tekrar bedenlenmesi ilkesi bulunmakla
birlikte, deneysel spiritüalizmin reenkarnasyon kavramındaki ruhsal tekamül
ilkesi bulunmaz. Oysa reenkarnasyon kavramında ruhsal tekamül ilkesi vardır;
yani ruhların dünyada bedenlenmeleri tekamülleri içindir.
Tenasüh
inanışı, ruhların dünyaya gelip gitmelerini ceza ve ödül ikiciliğine
dayandırır. Deneysel ruhçuların reenkarnasyon kavramında ise varlığın
cezalandırılması veya ödüllendirilmesi gibi şeyler söz konusu değildir. Genel
olarak reenkarnasyon inanışına göre dünya yaşamı yapılmış hataların
intikamının alınması için oluşturulmuş olamaz. Kısaca, insan dünyaya bir
önceki yaşamında neden başarılı olamadığının hesabını vermek için değil,
gelişmek için gelir. Bir insan ruhunun bir sonraki yaşamında dünyaya geleceği
beden onun tekamül gereksinimlerine ve nedensellik kuralına göre
belirlenir.
Tenasüh inanışına göre, bir insan ruhu ceza aldığı
takdirde bir sonraki bedenlenmesinde dünyaya bir hayvan bedeninde gelebilir.
Reenkarnasyon kavramına göreyse tekamülde geri dönüş, yani gerileme yoktur;
zaten bir hayvan bedeni bir insan ruhunun gelişim gereksinimleri için yeterli
olamaz.
Reenkarnasyon inancının binlerce yıllık bir geçmişi
olduğuna inanılıyor. Bugün daha çok Doğu kültüründe yaygın olduğu bilinse de
Batı tarihinde ilk kez Pisagor ve Platon gibi bazı antik Yunan düşünürleri
tarafından dile getirilmiş olan “ruh göçü” aslında zamanında eski Mısır, Kelt,
Maya ve İnka uygarlıkları gibi birçok uygarlıkta bilinen ve kabul görmüş olan
bir kavramdır.
Günümüzde en çok Hindular ve Budistler arasında
yaygın bir inanış biçimidir. Din uzmanları ise dünya çapında 1.25 milyarın
üzerinde insanın reenkarnasyon inancına sahip olduğunu tahmin ediyor. Öte
yandan bu inanış bilim dünyasının da ikiye bölünmesine neden olmuş durumda.
Birçok bilim adamı reenkarnasyonu mantık dışı ve hatta “saçma” bulurken,
kimileri de reenkarnasyonun varlığını bilimsel olarak kanıtlayabilmek için
araştırmalarını azimle sürdürüyor. Bu araştırmacıların başında Virginia
Üniversitesi’nden Prof. Ian Stevenson geliyor.
Prof. Stevenson
yaşamının 40 yılını geçmiş yaşamlarını hatırlıyor gibi görünen çocukları
incelemeye ayırmış. Yaklaşık 1000 çocuk üzerinde incelemelerde bulunmuş.
İncelediği vakıaların sayısı 2002 yılında 2000’i aşmış. Prof. Stevenson her
vakıada çocukların raporlarını metotlu olarak belgelemiş. İddialara göre
böylece çocukların anlattıkları ile ölen kişilere ait olguların paralellik
göstermekte olduğunu doğrulamayı başarmış. Aynı zamanda söz konusu ölen
kişilerde ölüm ve yaralanmaya yol açmış yara izlerinin söz konusu çocuklarda
doğum işareti ve doğum kusuru olarak belirmiş olduğunu, otopsi fotoğrafları
gibi tıbbi kayıtlarla doğrulamış.
Prof. Stevenson’un
yardımcılarıyla bilimsel anlamda son derece titiz bir şekilde incelediği bu
vakıalarda, geçmiş yaşamlarını (reenkarnasyonlarını) hatırladıklarını söyleyen
bütün çocukların iddialarının araştırıldığı ve hepsinin doğrulandığı öne
sürülüyor.
Ölümden sonra yaşamın devam ettiğine dair inanışlar
içinde reenkarnasyon belki de en eski inanç. Daha tek tanrılı dinler ve
cennet-cehennem inancı ortada yokken insanlar ruh göçüne inanıyordu.
Günümüzde modernleştirilmiş reenkarnasyon inancı, cennet inancına meydan
okuyor. Bu açıdan iki büyük avantaja sahip. Cennete gidip gelen ve anlatan yok
ama bir önceki yaşamını anlatan insan çok. Bu açıdan inandırıcılığı çok daha
fazla. Bunun yanında reenkarnasyonla gerçek adaletin sağlanıyor olması
insanları daha fazla kendine çekiyor. Cennet-cehennem inancında ise adalet
kavramı yoğun olarak tartışılıyor. Yaşı küçükken ölen bir çocuğun cennete
gitmesine bir iltimas gözüyle bakılıyor. Ayrıca dünya nimetlerinden ve
fırsatlarından eşit olarak faydalanamamak kabul edilemiyor. Yani dinlerin
adaletsiz tanrısı yerine sadece insanlara değil tüm varlıklara karşı adil bir
tanrı yada döngü anlayışı ortaya konuluyor.
Reenkarnasyon inancı cennet-cehennem inancı bulunan dinler içinden de
inananlar bulabiliyor. Müslüman, Hristiyan ve Museviler içinde de çok sayıda
bu inanca sahip olan var. Müslüman olduğunu söyleyen bir insan aynı zamanda
reenkarnasyonu da savunabiliyor ve cennetin en son aşama olduğuna inanıyor.
Hatta Kur’an’da reenkarnasyonu işaret eden ayetler olduğu bile öne sürüyor.
Yaşar Nuri Öztürk ve Süleyman Ateş gibi İslamcılar tarafından da bu iddialar
kesin olarak reddedilmedi.
İslamcıların çoğu tarafından aşağıdaki ayetin açık olarak dünyaya dönüşten
bahsettiği öne sürülür:
Mü'minun 99-100: "Nihayet onlardan birine ölüm gelince: “Rabbim!
Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel
yapayım” der. Hayır! bu sadece onun söylediği boş bir sözden ibarettir.
Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır."
Fakat bu ayet aynı kimlikte, aynı bedende dünyaya dönüşten
bahseder ve bunu reddeder. Reenkarnasyonda da aynı kimlik ve bedende dönüş
yoktur. Buna karşın yine Bakara suresi 28. ayetin de reenkarnasyonu işaret
ettiği ileri sürülür.
Bakara 28: Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü
iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve
sonra O’na döndürüleceksiniz.
Bu ayetten medet uman Müslüman reenkarnasyoncular da yanılıyor.
Çünkü ayette söz edilen, insana cansızken can verilmesi ve ölümden sonra
diriltilmesidir. Tekrar tekrar yaşamdan bahsedilmez.
Büyük Sentez: Tekamül, Ergün Arıkdal Elihya Ulumuddin
Ruh ve Kainat, Bedri Ruhselman
Bellow's translation of Helgakviða Hundingsbana II
Stevenson, Ian (2003). European Cases of the Reincarnation Type.
Tucker, 2005
“Semboller Ansiklopedisi, SALT,Alparslan. Ruh ve Madde Yayınları, 2006,
İstanbul
Ian Stevenson; Sought To Document Memories Of Past Lives in Children
"the souls must always be the same, for if none be destroyed they will not
diminish in number." Republic X, 611. The Republic of Plato By Plato,
Benjamin Jowett Edition: 3
"Again, Rosalind in "As You Like It" (Act III., Scene 2), says: I was
never so be-rhimed that I can remember since Pythagoras's time, when I was
an Irish rat" — alluding to the doctrine of the transmigration of souls."
William H. Grattan Flood
Essential Judaism: A Complete Guide to Beliefs, Customs &
Rituals, By George Robinson, Simon and Schuster 2008, page 193
"Mind in the Balance: Meditation in Science, Buddhism, and Christianity",
p. 104, by B. Alan Wallace
"Between Worlds: Dybbuks, Exorcists, and Early Modern Judaism", p. 190, by
J. H. Chajes
Jewish Tales of Reincarnation', By Yonasson Gershom, Yonasson Gershom,
Jason Aronson, Incorporated, 31 Jan 2000
Yonasson Gershom (1999), Jewish Tales of Reincarnation. Northvale, NJ:
Jason Aronson. ISBN 0765760835
Hitti, Philip K (2007) [1924]. Origins of the Druze People and Religion,
with Extracts from their Sacred Writings (New Edition). Columbia
University Oriental Studies. 28. London: Saqi. pp. 13–14. ISBN
0-86356-690-1
Heindel, Max (1985) [1939, 1908] The Rosicrucian Christianity Lectures
(Collected Works): The Riddle of Life and Death. Oceanside, California.
4th edition. ISBN 0-911274-84-7
Mark Juergensmeyer & Wade Clark Roof 2011, pp. 271–272.
Stephen J. Laumakis 2008, pp. 90–99.
Rita M. Gross (1993). Buddhism After Patriarchy: A Feminist History,
Analysis, and Reconstruction of Buddhism. State University of New York
Press. pp. 148. ISBN 978-1-4384-0513-1.
Flood, Gavin D. (1996), An Introduction to Hinduism, Cambridge University
Press
Charles Taliaferro, Paul Draper, Philip L. Quinn, A Companion to
Philosophy of Religion. John Wiley and Sons, 2010, page 640, Google Books
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
» “Türk Peygamberler” masalları insanımızı İslam zincirleri altında tutmak için uydurulmuştur. Bizlerin bu tarz masallara kanmaması ve önemli olanın etnik kimlik değil “İNSAN” olabilmek olduğunu anlaması şarttır.
Bana "Nesin?" deseler "Türk'üm" derim. Ama bu sadece etnik kimliğe, ülkelere önem veren ve keskin cevaplar isteyen insanlara cevap vermemin bir gereksinimidir çünkü bana göre en önemlisi "yaptıklarımızla" insan olabilmektir.
Geçmişteki her toplum yada kişiyi kendimizle bağdaştırmaya çalışmak DİN KURUMLARININ ve SİYASİLERİN bizleri uyutup kullanmalarının en iyi ve GÖZE BATMAYAN yollarındandır.
İyi okumalar, A.Kara
Peygamber Farsça bir kelimedir. Peygam, haber-mektup demektir. “ber” eki ise
"getiren" anlamında olup peygamber "tanrıdan haber-mektup getiren, haberci"
demektir. Arapça "nebe" haber demektir ve bu yüzden peygamberin karşılığı
Nebî’dir. Resul ise risale sahibi, kitap sahibi peygamber demektir.
Kur’an’da her ümmete, her kavme bir peygamber gönderildiği yazılır.
Nahl 36: Andolsun ki: Biz, her ümmete: «Allah’a kulluk edin ve Tağuttan
sakının!» diye uyaran bir peygamber gönderdik. Sonra içlerinden kimine Allah
hidayet nasip etti, kimine de sapıklık hak oldu. Şimdi yeryüzünde bir dolaşın
da peygamberlere yalancı diyenlerin sonunun ne olduğunu görün!
İslam’a göre insanlık tarihi boyunca 124.000 peygamber gönderilmiştir.
(Müsned
5/265-266; İbn Hibbân, 2/77)
Bu zırvanın doğru olduğunu varsaydığımızda ortalama her millete yaklaşık
olarak 2000 civarında peygamber düşer. Ama görülür ki Arap yarımadası dışında
ve Sami kavmi haricinde dünyanın hiçbir bölgesinde ve hiçbir ulusunda bir
peygamber izine rastlanmaz. Nedense sır olup ortadan kaybolmuş, bir iz dahi
bırakmamışlardır. Ne bir kitap, ne bir sayfa ne de bir yazıt mevcut değildir.
Nedense kitaplar da hep Ortadoğu’ya inmiştir. Ne Amerika, ne Avrupa, ne Asya
ne de Afrika kıtalarında namaza-oruca çağıran bir uyarıcı görüldüğüne dair bir
kanıt yoktur. Yahudilerle başlayan peygamberlik müessesesini Araplar transfer
etmiş ve Muhammed’le sonlandırmıştır ama zaman zaman peygamberler türemeye
devam eder. Örneğin Bahailerin peygamberi Mirza Hüseyin Ali gibi…
İngiliz’i, Alman’ı, Rus’u, Fransız’ı, Rum’u, Ermeni’si, Çin’lisi, Japon’u,
Türk’ü, Sırp’ı, Bulgar’ı, Romen’i ve daha onlarcası kendilerinden bir
peygamber tanımamış, duymamışlardır. Ama Yahudi peygamber gırladır ve bunlar
da hep kendi ırkları için çabalamış, diğer milletleri kendilerine köle olarak
görmüşlerdir.
Peygamberlikten nasiplenmeyen Türklerin bu eksikliğini gidermek için bu konuda
bir hayli uğraşıp çabalayanlar vardır. Tabi bu uğraşları uygun gördükleri
isimleri Türklere yamamaya çabalamaktan başka bir şey değildir. Bu şekilde
etnik köken üzerinden Türkleri İslam'a bağlamaya çalışırlar. Kimlerine göre
Nuh, kimilerine göre Nuh’un oğlu Yafes, kimilerine göre İbrahim, kimilerine
göre Zülkarneyn’dir. Muhammed’i bile Türk sayacak derecede saçmalayan da
mevcuttur.
Nuh Türk’tür İddiası
“Nuh peygamber kesin Türk’tü." Bu, Fransız gazetesi Le Figaro‘nun manşet
haberinde ortaya attığı bir iddia. Karadeniz’de, Sinop açıklarında yüz metre
derinlikte bulunan kent kalıntılarının din kitaplarındaki Tufan olayının
Filistin’de değil, Karadeniz’de meydana geldiği iddialarını doğruladığını
söyleyen Le Figaro ‘Hz. Musa’nın bir Mısırlı olduğu kesinlik kazanıyor. Hz.
İbrahim’in Kaldeli bir Bedevi olduğu biliniyor. Hz. Nuh da kesinlikle Türk’tü’
diye yazdı.
(Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000):
“Nuh döneminde Sinop’ta Türk var mıydı?” sorusu; Türklerin Anadolu’ya 1071’den
çok önce büyük göçlerle geldikleri şeklinde yanıtlanıyor.
Bu iddia ilk kez Le Figaro tarafından ortaya atılmış değil. 1930’ların
romantik milliyetçilerinin Türklerin kökenini bağladığı ilk Türk de Nuh.
1940’larda başta tarihçi Fuat Köprülü olmak üzere bilimsel tarih anlayışına
sahip tarihçilerce uydurma ve saçma bulunan Türk tarih tezi reddedilmesine
rağmen toplumun bir kesiminde yer etmiş ve Türklerin Nuh peygamberin soyundan
geldiği benimsenmişti. Hiçbir bilimsel ve tarihi kanıta sahip olmayan bu
düşünce daha sonra yerini Nuh’un oğlu Yafes’e (yafet) bıraktı.
Nuh’un Oğlu Yafes Türk’tür İddiası
Yafes (Latince Iafeth veya Iapetus, Arapça: يافث), Hz. Nuh’un üçüncü oğlu ve
iddiaya göre Türklerin atasıdır. O, şecerelere göre, Nuh Peygamberin
oğullarından biridir. Kırgız sözlü geleneğinde “Capaş” şeklinde de
kullanılmaktadır. Birçok ilmi kaynakta “Yafes” olarak kaleme alınan bu isim,
Yazıcızâde’nin eserinde “Yafet” olarak da yazılmıştır. Yafes, Arapça eserlerde
ismi, “Yafes bin Nuh” (Nuh’un oğlu) diye geçmektedir.
Hz. Nuh, ikinci Adem olarak anılır. Tufandan sonra insan zürriyeti, Hz. Nuh’un
oğullarından türemiştir. Hz. Nuh’un 3 oğlu vardı: Ham, Sam, Yafes. Ham, Habeş
ve Afrikalıların, Sam Arapların, Yafes de Türklerin atası olarak
bilinmektedir. Şimdi yeryüzünde yaşayan tüm insanlar, bu üçünün soyundan
gelmektedir.
Rehber Ansiklopedisi‘nde Yafes hakkında şöyle bahsedilmektedir: Nûh
aleyhisselâmın oğlu Yâfes mümin idi. Evladı çoğalınca, onlara reîs olmuştu.
Hepsi, dedelerinin gösterdiği gibi Allahü teâlâya ibâdet ediyordu. Yâfes,
nehirden geçerken boğulunca, Türk ismindeki küçük oğlu, babasının yerini
tuttu. Gittikçe artan nesli Türk adıyla anıldı. Bu Türkler, ecdâdı gibi
Müslüman, sabırlı ve çalışkan insanlardı. Zamanla çoğalarak Asya’ya
yayıldılar. Türklerin başlarına geçen bâzı zâlim hükümdârlar, semâvî dîni
bozarak, onları puta taptırmaya başladılar. Bugün Sibirya’da yaşayan Yâkutlar
bunlardan olup, hâlâ puta tapmaktadırlar. Dinden uzaklaştıkça eski medeniyet
ve ahlâklarını da kaybetmişlerdir.
[https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html]
İddia böyle ama hiçbir tarihi bilgiye, belgeye dayanmayan, kanıtı olmayan bir
uydurma olarak gördüyseniz; sırada Zülkarneyn var:
Zülkarneyn Oğuz Kaan’dır İddiası
Kur’an’da Kehf suresinde bahsedilen ve güneşin doğduğu yere ve güneşin battığı
yere seferler düzenleyen Zülkarneyn, kimilerine göre çift boynuzlu başlığından
dolayı Büyük İskender’e, kimilerine göre ise Oğuz Kaan’a benzetilir. Oğuz
Kaan’a benzetilmesindeki en büyük faktör; İki dağın arasındaki kavmin Yecüc ve
Mecüclerden korunmak için isteğini yerine getirip demir-bakır alaşımı ile
dağın girişlerini kapattığı masalıdır ki Türk efsaneleriyle benzerlik
taşımaktadır.
Bilge Kağan Kitabelerinde şöyle diyor; “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün
ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına(kutuplarda altı ay gece,
altı ay gündüz olur) kadar ülkelerde yaşayan bütün milletler hep bana
bağlıdır. Bunca milleti düzene soktum. Artık karışıklık yok. Türk Kağanı
Ötüken’de oldukça, ülkede düzen bozulmaz.”(A.Bulut)
Yine Vani Mehmet Efendiye göre, Oğuz Han’ın kurduğu hakimiyet ve yapmış olduğu
seferler, Zulkarneyn’in yapmış olduğu seferlerle çok benzerlik arzetmektedir.
Bu nedenle Oğuz Han adı ile anılan Türk Peygamberinin ZULKARNEYN ile aynı kişi
olduğu görüşü gittikçe kuvvet kazanmaktadır. Tarihçilere göre aynı dönemde
yaşayan iki kişinin, aynı dönemde dünya hakimiyeti olamaz. Öyle ise bahsi
geçen bu iki isim aynı kişidir denilmektedir.
“Kaşgarlı Mahmut’un Divanında (C1.S.111-113) Uygurlar anlatılırken;
“Zülkarneyn, Uygur illerine geldiğinde Türk Hakanı ona 4000 kişi göndermiş.
Bunların tuğlarında Şahin Kanatları takılı imiş. Bunlar hem öne, hem arkaya ok
atarlarmış. Zülkarneyn, bunlara şaşmış kalmış ve güya Farsça; ”inan khuz
khurend” yani bunlar, kendi kendilerine geçinirler, başkalarının yiyeceğine
muhtaç olmazlar. Çünkü bunların elinden av kurtulmaz, istedikleri zaman
avlanıp yiyebilirler” demek istemiş.”(E.Yavuz. Tarih Boyunca Türk Kavimleri.
S.224)
Türk Han’dan, Oğuz Han’a kadar hüküm süren Hanları sayan ve Oğuz Han’ın, Kara
Han’ın oğlu olduğunu belirten Ebulgazi Bahadır Han’a (Şecere-i Terakkime) göre
Türkler, Oğuz Han’dan üç nesil öncesine kadar Müslüman (yani Mü’min)
idi.”(A.Bulut-Türklüğün Yeni Dünya Düzeni)
Vani Mehmet Efendi’ye göre “Oğuz Han, Türklere Hanif Dini’ni öğretiyordu.” Bu
görüşe göre Oğuz Han, Hz. İbrahim’in dini olan Hanif Dini’ni yaymakta idi.
Yani İslamiyet’ten 3700, günümüzden yaklaşık 5200 yıl önce Türkler Hanif
Dini’ne inanıyorlardı ve Mü’min idiler.
Kur’an’da Zülkarneyn’den bir peygamber olarak bahsedilmese bile görülüyor ki
bizim Türk-İslamcılarımız Oğuz Kaan’ı Zülkarneyn peygamber ilan etmişler. Ama
ne Göktengriciliğin ne de Şamanizmin haniflikle uyuşan bir yanı yok. Sonradan
bozulma iddiası pek geçerli değil, Türkler kolay kolay bozulmazlar, hayatımız
hala Şaman gelenekleri ile dolu.
İbrahim’in Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu iddia edebilmek için önce Sümerlerin Türk olduğunu
öne sürmek gerekiyor. Çünkü Yahudi tarihinden yola çıkıldığında İbrahim’in
M.Ö. 2000 yıllarında yaşadığı tespit ediliyor ve Tevrat’tan da Mezopotamya’da
ortaya çıktığı görülüyor. Doğru olduğunu kabul edersek o yıllarda
Mezopotamya’da Sümerler hakim. Öyleyse İbrahim bir Sümerli olduğu
söylenebilir. Güneş-Dil Teorisine göre ise Sümerlerin Türk olduğu iddiasında
bulunulmuştu. İbrahim Sümerli, Sümerler de Türk ise, İbrahim Türk
demektir.
Türklerin Sümer olduğu iddiasını destekleyen kanıt olarak Sümerlilerin sami
ırkından olmayıp, Mezopotamya’ya Kuzey’den göç ederek geldikleri, diğer bir
kanıt olarak ise Sümer dilinde bol miktarda Türkçe sözcük olması sunulur. Terk
edilen teoriye rağmen bu iddiayı sürdürmekte olan çok. Bu konuda Sümerolog
Muazzez İlmiye Çığ’ın ve eski Önasya tarih uzmanı Hemmel’in görüşleri öne
çıkıyor.
İbrahim bir gezgin ama, doğduğu yer Mezopotamya olunca Sümerli olma olasılığı
yükseliyor. Yine Muazzez Ilmiye Çığ’ın “İbrahim Peygamber” adlı kitabında
İbrahim’in Sümer’le bağlantısı inceleniyor.
İbrahim’in Türk olduğu iddiasından çok daha güçlü olarak Hind filozofu olduğu
öne sürülerek Brahman’la ilişkilendirilir. Ayrıca İbrahim’in Zerdüşt olduğu
savı üzerinde de durulur.
D.Matlock şöyle der:
“Arap tarihçileri Brahma ve ataları Abraham’ın aynı kişi olduğunu öne
sürürler. Farsiler (İranlılar) genelde Abraham’a İbrahim Zerdüşt derler.
Kirüs, Yahudi dininin kendi diniyle aynı olduğunu kabul ederdi. Hindular
Abraham’da veya İsrailoğlular Brahma’dan gelmiş olmalıdır.”
(Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396.)
[http://www.hermetics.org/Abraham.html, Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who
Was Abraham?]
Araplar İsmail yoluyla İbrahim’den geldikleriyle öğünürler, Mekke’yi bu şeyhin
kurduğuna, onun bu kentte öldüğüne inanırlar. Gerçek şudur ki, İsmailoğulları,
Yakup oğullarından daha çok Tanrı’nın lütfuna uğramışlardır.
Doğrusunu isterseniz her iki soyda hırsızlar yetişmiştir, ama Arap hırsızları
Yahudi hırsızlardan çok daha yaman çıkmışlardır. Yakupoğulları ancak küçük bir
ülke ele geçirmişlerdi. Onu da kaybettiler, oysa İsmailoğulları Asya, Avrupa
ve Afrika’nın bir bölümünü ele geçirdiler. Romalılarınkinden daha geniş bir
imparatorluk kurdular, Yahudileri de adanmış toprak dedikleri mağaralardan
kapı dışarı ettiler.
Bu gibi şeyler üzerinde sadece yeni tarihlerimizden alınacak örneklerle hüküm
yürütürsek İbrahim’in birbirinden bu kadar ayrı iki ulusunda babası olması
epey güçleşecektir. İbrahim'in Kalde’de doğduğu, topraktan yaptığı küçük
putlarla hayatını kazanan yoksul çömlekçinin oğlu olduğu söylenir. Bu çömlekçi
oğlunun yolu, izi olmayan çöllerden geçip oradan 400 fersah uzakta, tropika
altındaki Mekke kentini kurmaya gitmesi hiç de akla yakın bir şey değildir.
Bir fatih olduysa kuşkusuz o güzel Asur ülkesinden olmuştur, yok bize
anlattıkları gibi yoksul bir adam olarak kalmışsa, o zaman da kendi ülkesinin
dışında krallıklar kurmamıştır.
Yaratılış’ın dediğine göre, babası çömlekçi Terah’ın ölümünden sonra, Harran
ülkesinden çıktığı zaman 70 yaşında imiş, ama gene aynı yaratılış, İbrahim’in
Terah 70 yaşında iken dünyaya geldiğini, bu Terah’ın 205 yaşına kadar
yaşadığını, İbrahim’in ancak babasının ölümünden sonra Harran’dan ayrıldığını
da söylüyor. Şu hesaba ve gene Yaratılış’a göre, açıkça görülüyor ki,
Mezopotamya’yı bırakıp gittiği zaman İbrahim 135 yaşındaydı. Kalkmış puta
tapar denilen bir ülkeden Filistin’de, Şekem denen puta tapar bir başka ülkeye
gitmiş. Acaba niçin gitmiş ? Şekem gibi kısır, taşlık, bunca uzak bir ülke
için Fırat’ın bereketli kıyılarını acaba neden bırakmış ?
Kalde dili herhalde Şekem’de konuşulan dilden bambaşka bir dil, orası bir
ticaret kenti de değildi. Kalde, Şekem’den 100 fersahdan fazla uzaktır, oraya
varmak için çöller aşmak gerek ama, Tanrı bu geziyi yapmasını buyurmuş ona,
kendinden yüzyıllarca sonra, torunlarının oturacakları toprakları göstermek
istemiş. Doğrusu böyle bir gezinin nedenlerini insan kafası zor alıyor.
Bu küçük, dağlık Şekem ülkesine varmasıyla açlık yüzünden oradan ayrılması bir
olmuş karısıyla beraber Mısır’a, yiyecek bir şeyler bulmaya gitmiş. Şekem’le
Memphis arası 200 fersahtır, buğday aramak için bu kadar uzağa, dili hiç
bilmeyen bir ülkeye gidilirmi ? Doğrusu yüzkırkına merdiven dayadıktan sonra
girişilmiş acaip geziler.
Karısı Sara’yı da Memphis’e götürmüş, karısı çok gençmiş, onun yanında sanki
çocuk gibi kalıyormuş, çünkü henüz 65’indeymiş. Çok güzel olduğu için
güzelliğinden faydalanmaya karar vermiş. Karısına : ”kendini benim kız
kardeşimmiş gibi göster ki senin sayende bana iyi davransınlar ” demiş. Oysa
daha doğrusu, ona : ” kendini benim kızımmış gibi göster ” demeliydi. Kral
genç Sara’ya aşık olmuş, Sözüm ona ağabeysine de birçok koyun, sığır, erkek ve
dişi eşek, deve, köle, cariye vermiş, bu da Mısır’ın daha o zamanlardan çok
güçlü, çok uygar, bundan dolayı da çok eski bir krallık olduğunu, Memphis
krallarına kız kardeşlerini peşkeş çekmeye gelen ağabeylere çok güzel
armağanlar verdiğini gösterir.
Tanrı kendisine, o zamanlar 160’ında olan İbrahim’den, yıl içinde bir çocuğu
olacağını müjdelediği zaman genç Sara 90 yaşındaymış.
Geziye çıkmasını seven İbrahim, her zaman genç, her zaman güzel olan gebe
karısıyla o korkunç Kadeş çölüne gitmiş. Mısır kralı gibi bu çölün
hükümdarlarından biri de Sara’ya aşık olmaktan geri kalmamış. İnananların
babası Mısır’daki yalanını orada da tekrarlamış, karısını kız kardeşiymiş gibi
gösterip bu işten de gene koyunlar, sığırlar, köleler, cariyeler edinmiş. Bu
İbrahim’in karısı sayesinde epey zenginleştiği söylenebilir. Yorumcular
İbrahim’i davranışını haklı göstermek, tarihler arasındaki aykırılığı
düzeltmek için ciltlerle kitap karalamışlardır. Okuyucuya bu yorumlara
başvurmasını salık vermeli. O yorumlardan hepsini de ince, olgun zekalar,
kusursuz metafizikçiler, ön yargıları, ukelalıkları olmayan kişiler yazmıştır.
Zaten bu Bram, Abram adı Hindistan’la İran’da pek ünlü imiş : hatta bir çok
bilginler bunun Yunanlıların Zerdüşt dedikleri aynı yasa kurucusu olduğunu
ileriye sürerler. Başkaları, o Hintlilerin Brama’sıdır (Brahma) deseler de
ispat edilmiş değildir. Ama bilginlerden çoğunun akla uygun gördükleri bir şey
varsa, oda İbrahim’in ya Kalde’li, yada İran’lı olduğudur. Frankların
Hektor’dan Breton’ların da Tubal’dan geliyoruz diye övünmeleri gibi,
Yahudiler’de, sonraları, onun soyundan geliyoruz diye övündüler. Yahudi
ulusunun pek yeni bir tayfa olduğu, Fenike dolaylarına daha son zamanlarda
yerleştiği, eski uluslarla komşu olduğu, onların dilini kabul ettiği, Yahudi
Flavius Josephe’in anlattığına göre bir Kalde’li adı olan İsrail adını da
onların meydana çıkarılmıştır. Meleklerin adlarını bile Babil’lerden nihayet
verdikleri Eloi veya Eloa, Adonai, Yehova veya Hiao adını da Fenikelilerden
aldıklarını biliyoruz.
Abraham veya İbrahim adını da belki Babil’lililerden öğrenmiştir. Çünkü
Fırat’dan Oksus’a kadar bütün ülkelerin eski dinine Kıys-İbrahim,
miladi-İbrahim deniliyordu. Bilgin Hyde’ın yerine yaptığı bütün araştırmalar
bizi doğruluyor.
Demek ki, Yahudileri tarihi de, eski masalı da, eskiciler eski giysileri ne
hale sokuluyorsa o hale sokmuşlar. Onlar eski giysileri ters yüz edip yeniymiş
gibi tutturabildikleri kadar pahalıya satarlar.
Kendi tarihçileri Josephe, aksini itiraf edip dururken, bizim Yahudiler’e uzun
zaman öteki uluslara her şeyi öğretmiş bir ulus gözüyle bakmamızda insanların
aptallığına eşsiz bir örnektir.
İlk çağların karanlığını delmek güçtür ama Yahudi denen Arap tayfasının
kendine ait bir toprak parçası edinmeden, daha bir kenti yasaları değişmez bir
dini olmadan önce, Asya’daki bütün krallıkların adamakıllı gelişmiş oldukları
kuşku götürmez. Onun için Mısır’da, Asya’da ve Yahudiler’de yerleşmiş eski bir
törene, eski bir kanıya rastlayınca, pek doğal olarak kaba, her zaman
sanatlardan yoksun kalmış olan küçük bir ulusun, eski gelişmiş ve becerikli
ulusu elinden geldiğince taklit etmiş olduğu akla gelir.
Yehuda ili, Biskaya, Kernevekeli, Arleken'in ülkesi Bergamo v.b. yerler
üzerine hep bu ilke ile hüküm yürütmek gerektir: Muzaffer Roma elbette ne
Biskaya’dan, ne Kernevekeli’den, ne de Bergamo’dan bir şey taklit etti.
Yahudilerin Yunanlılara hocalık ettiğini söylemek için de insan ya koca bir
bilgisiz olmalı ya da koca bir düzenbaz.
Muhammed Türktür İddiası
İbrahim’in Türk olduğunu öne sürenler hız kesmiyor ve Arapların İbrahim’in
oğlu İsmail’in soyundan geldiği savından yola çıkarak Muhammed’in de Türk
olduğunu iddia ediyor. Tabi bu durumda Yahudiler ve Araplar da Türk olmuş
oluyor. Bu saçmalığa gülmemek ve bunları öne süren ve bunlara inanlara
şaşırmamak elde değil. Meczupluktan da beter bir durum.
Bunlardan bir kısmı ise dolaylı yoldan Muhammed’i Türkleştiriyor. Muhammed’e
ait hadislerde Kanturoğullarından bahsedildiği ve Kanturaoğullarının bir Türk
kabilesi olduğunu ileri sürenler bakın İbrahim’le bağlantıyı nasıl kuruyorlar:
Muhammed’in Arap değil, Araplaşmış olduğunu ve Kanturaoğullarından
olabileceğini belirttikten sonra İbrahim’in Sara’dan sonra Kantura adında bir
kadınla evlendiğini ve bu kadının Türk olduğunu, Muhammed’in soyunun da bu
kadına dayandığını söylüyorlar. Yine bazıları Muhammed’in Hacer soyundan
geldiğini, Hacer’in aslen Mısırlı olduğunu ve Mısırlıların da Asya’dan göç
etmiş Türkler olduğunu iddia ediyor. Bu iddiaların hiçbirinin tek bir kanıtı,
akla mantığa sığan hiçbir yanı olmamasına rağmen ciddi ciddi öne
sürülebiliyor.
Gerçi tüm ulusların Türklerden türediğini söyleyebilecek kadar kaçkın
ırkçıların peygamberlerden bazılarının Türk olduğunu öne sürmelerine de gerek
kalmıyor aslında. Bütün insanlar Türk kökenli olduğuna göre, peygamberlerin de
tümü Türk olacaktır zaten. Hatta Allah bile Türktür bunların gözünde.
Bu Türk-İslamcılar hadislerdeki Türk düşmanlığını ve Türklerin kılıç zoruyla
Müslüman yapılmak için nasıl kıyımdan geçirildiğini bilmelerine rağmen hala bu
saçmalığı sürdürmekteler.
Nahl suresi 36.ayet
Müsned 5/265-266
İbn Hibbân, 2/77
Anne-Marie Romero, Le Figaro, 16-17 Eylül 2000
https://rehber.ihya.org/yenirehber/turkler.html
Kaşgarlı Mahmut, Cilt 1. Sayfa 111-113
E.Yavuz, Tarih Boyunca Türk Kavimleri. S.224
A.Bulut, Türklüğün Yeni Dünya Düzeni
D.Matlock, Anacalypsis; Cilt I, sayfa 396
Gene D. Matlock, B.A., M.A. - Who Was Abraham?
M.İlmiye Çığ, İbrahim Peygamber
Heller, B.; Rippin, A. (2012) [1993]. "Yāfith". In Bearman, P. J.;
Bianquis, Th.; Bosworth, C. E.; van Donzel, E. J.; Heinrichs, W. P.
(eds.). Encyclopaedia of Islam (2nd ed.). Leiden: Brill Publishers.
doi:10.1163/1573-3912_islam_SIM_7941. ISBN 978-90-04-16121-4
Hunt, Harry B., Jr. (1990). "Japheth". In Mills, Watson E.; Bullard, Roger
Aubrey (eds.). Mercer Dictionary of the Bible. Mercer University Press.
ISBN 9780865543737
Araştırmacı yazar Oktan Keleş'in makalesi
Wheeler, Brannon M.; Wheeler, Associate Professor of Islamic Studies and
Chair of Comparative Religion Brannon M. (2002). Moses in the Quran and
Islamic Exegesis (İngilizce). Psychology Press. ISBN 9780700716036
Shirazi, Naser Makarem. Tafseer-e-Namoona
Ibn Taymiyyah. الفرقان - بین اولیاء الرحمٰن و اولیاء الشیطٰن [The
Criterion - Between Allies of the Merciful & The Allies of the Devil]
(PDF). Ibn Morgan, Salim Adballah tarafından çevrildi. Idara
Ahya-us-Sunnah s. 14
Seoharwi, Muhammad Hifzur Rahman. Qasas-ul-Qur'an (PDF)
Pirzada, Shams. Dawat ul Quran. s. 985.
[Genesis 12:14–17]
[Genesis 12:18–20]
[Genesis 12:10–13]
[Genesis 15:1–21]
[Genesis 17:17-27]
[Genesis 20:11–14]
Prof. Dr. Zekeriya Kitapçı, Mukaddes Çevreler ve Eski Hilafet Ülkelerinde
Türk Hatunları
Remzi Murat, Telfiku’l –Ahbar, İ.Danişmend, Türklük ve Müslümanlık
Ebu Davud, Mehalim 10, (4306)
●►Üye olarak platforma destek olabilirsiniz: KATIL ●►Patreon üyeliği için: PATREON
Bu yazımda bolca komplo teorisinden bahsedeceğim, zaten kutsal
denen metinlerin bizlere sunduğu bilgilerde komplodan başka bir şey değildir
zira hiç biri tam anlamıyla kesin bir şekilde ispatlanmış değil. Şimdi ben eski
bir Müslüman olduğum için Allah şeytanın kendisidir hipotezini Kur'an üzerinden
inceleyeceğim. Lütfen "neden bir tek İslamı eleştiriyorsun" diye saçma
argümanlar getirmeyin.
Öncelikle Tanrı (Allah) Şeytanın kendisi
olabilir mi? Kocaman bir EVET. Peki nasıl?
Teori 1
Allah birkaç Tanrıdan sadece biridir.
Bu teoriye Müslümanlar
genellikle şöyle bir eleştiri yapıyor. Bugün bir erkek 3 kadınla evlendiği
zaman her biri farklı şeyler istiyor ve aile içinde bir düzensizlik hakim
oluyor. Sürekli tartışmalar, kavgalar yaşanıyor. Evrende de bir kaç Tanrı olsa
düzen değil kaos olur diyor ve Kur'an'dan şu ayeti delil olarak sunuyorlar.
Enbiya 22: "Halbuki gökte ve yerde, Allah’tan başka tanrılar
bulunsaydı, oraların nizamı bozulurdu. Demek ki o yüce arş ve
hükümranlığın sahibi Allah, onların zanlarından, onların Allah’a reva
gördükleri vasıflardan münezzehtir, yücedir!"
Aslında bu mantıksız değil fakat bunun aksi de olabileceği için
kesin böyle olurdu diyemeyiz. Örneğin bugün onlarca bilgisayar senkronize bir
şekilde birlikte çalışabiliyor ve hiç bir sorun arz etmiyor. İnsanların
yarattığı bilgisayarlar bile birlikte sorunsuz çalışabiliyorsa Tanrıların
birlikte sorunsuz şekilde çalışamayacağını düşünmek mantık hatası olur. Kadın
erkek misaline gelince, örneğin Muhammed'in birden fazla kadını vardı. Fakat
Müslümanlar bunca kadına rağmen Muhammedin hiç bir sorun yaşamadığını, hep
birlikte mutlu mesut yaşadıklarını söylüyorlar. Meselenin bir diğer tarafıysa
evrende zaten bir nizam ve düzen olmamasıdır.
Teori 2
Allah şeytanın ta kendisidir.
Öncelikle çoklu Tanrılar teorisi için
genel bir yaratıcı imajı çizmemiz gerek. Diyelim ki bir kaç Tanrı var ve
bu Tanrılar kendi içlerinde baş Tanrılar ve yarı Tanrılar olarak iki gruba
bölünüyor ve Allah'ta baş Tanrıların yarattığı yarı tanrılardan sadece birinin
ismi ve diğer Tanrılara kıyasla kudreti sınırlıdır. Bunu Kur'an'da ki
meleklerle bağdaştırabiliriz zira Kur'an'da Allah bazı işleri yapmaları için
melekler yaratmıştır. Baş Tanrılar da bazı işleri yürütmek için sınırlı güce
sahip yarı ilahlar yaratabilirler değil mi? Baş Tanrılar evrendeki her şeyi
yarattılar ve herkesin ve her şeyin kendi kaderini belirlemesine izin
verdiler. Her hangi bir din yahut peygamber göndermiyorlar, sadece aklı ve
mantığı olan her canlının doğru yolu bulmasını seyrediyorlar. İnsanlar da
sonunda Tanrıların onlara vereceği cezayı yahut ödülü kendi kararlarıyla ve
yaşam tarzlarıyla belirliyorlar.
Bu teorinin olasılık payını görmek
için Kur'an'daki şeytan ayetlerinin bazılarını inceleyip ters mantık yaparak
Allah'la şeytanın yerini değiştireceğiz.
Bakara Suresi 34. ayet: Ve meleklere: "Adem'e secde edin" dedik.
İblis hariç (hepsi) secde ettiler. O ise, diretti ve kibirlendi, (böylece)
kafirlerden oldu.
Şimdi ayetimize ters mantık yürüterek Allahl'a şeytan
kavramlarının yerini değiştirelim ve mantıken bunun olup olamayacağını
inceleyelim.
Ve yarı Tanrılara “Ademe secde edin” dedik. Allah hariç (hepsi) secde
ettiler. O ise diretti ve kibirlendi (böylece) kafirlerden oldu.
Ayetlerin devamına bakalım.
A'raf suresi 12-17. ayetler: “Allah buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana
emrettiğim halde, secde etmene engel nedir?' İblis: 'Ben ondan daha
üstünüm; çünkü Sen beni ateşten, onu ise bir çamur parçasından
yarattın.'"
“Çabuk in oradan, buyurdu Allah. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak
senin haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi."
Allah: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu. “'Öyle
ise' dedi, 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için, ben de onları
gözetlemek üzere senin doğru yolunun üzerinde pusu kurup oturacağım. Sonra
onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh sağlarından, gâh sollarından
sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım, sen de onların ekserisini
şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Şimdi bu ayetlerde de Allah'la şeytanın yerini değişelim.
Baş Tanrılar buyurdu: 'Söyle bakayım, Sana emrettiğim halde, secde etmene
engel nedir?' Allah: 'Ben ondan daha üstünüm; çünkü Sizler beni ateşten,
onu ise bir çamur parçasından yarattınız.'" “Çabuk in oradan,
buyurdular Baş Tanrılar. Öyle orada kurulup da büyüklük taslamak senin
haddin değildir. Çabuk çık, çünkü sen alçağın tekisin!” “'Bana,
onların diriltilecekleri kıyamet gününe kadar mühlet verir misin?' dedi.
Allah" Baş Tanrılar: “Haydi, sen mühlet verilenlerdensin!” buyurdu.
“'Öyle ise' dedi, 'Siz beni azgınlığa mahkûm ettiğiniz için, ben de
onları gözetlemek üzere sizin doğru yolunuzun üzerinde pusu kurup
oturacağım. Sonra onların gâh önlerinden, gâh arkalarından, gâh
sağlarından, gâh sollarından sokulacağım, vesvese verip pusu kuracağım,
siz de onların ekserisini şükreden kullar bulmayacaksın.'”
Gördüğünüz gibi ayetlerdeki Allah ve şeytanın yerini
değiştiğimizde bu tarz bir yaklaşım şekli hiçte mantıksız olmuyor. Zira bunun
aksini ispat etmek imkansız. Bu yaklaşım şekliyle Kur'an'da şeytandan bahseden
tüm ayetlere ters mantık yürütürsek yine doğru olabilme olasılığı İslamın
doğru olabilme ihtimali ile aynı olacaktır.
Ancak burada 2 soru ortaya çıkıyor:
1- Kur'an'ı kim gönderdi?
Bu teoride Kur'an yine
Allah denilen yarı ilahtan gelmiş oluyor. Fakat geliş sebebi insanları doğru
yola iletmek değil aksine insanları Baş Tanrılardan uzaklaştırmak oluyor ve
kendisine tek doğru Tanrı başka Tanrılara ise yalancı ve hiç bir işe yaramayan
imajı çizmek için bir kötülük sembölü olan Şeytanı yaratıyor. Nitekim Kur'an'a
baktığımızda kendisinin tek Tanrı olmasına insanları inandırmak için sürekli
tehditler ediyor (cehennem korkusu).
Nîsa 48: Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz... Nahl 51: Allah buyurdu ki: “İki ilah
edinmeyin. O, ancak tek bir ilahtır. Yalnızca benden korkun.” İsrâ 22:
Allah’la beraber başka bir İlah icat etme! Yoksa yerilmiş ve yardımsız
bırakılmış olarak kalakalırsın. Şuarâ 213: Öyle ise sakın
Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarma, sonra azaba uğratılanlardan
olursun!
Buradaki şeytanı her hangi varlık gibi düşünmeyin. Şeytan sadece
kötülüğün simgesi olarak ortaya atılmış. Nitekim Kur'an'a baktığımızda hem
kötülüğün hemde iyiliğin Allah tarafından geldiğini görüyoruz.
Nisâ Suresi 78: Kendilerine bir iyilik dokunsa "Bu
Allah’tan" derler, başlarına bir kötülük gelince de "Bu senden" derler.
"Hepsi Allah’tandır" de.
Her şey Allah'tan ise o zaman şeytanın bir sorumluluğu yok.
Üstelik Kur'an'a göre şeytana kötülük yapması içinde izin veren Allah'ın
kendisidir.
Aslında Allah'ın kötü olduğu halde kendisini iyi
göstermesi bizlerin dijital dünyadan da aşina olduğu bir hiledir. Truva Atı
ismi verilen bilgisayar virüsleri dikkatimizi iyi yönden çekebilecek bazı
şeylerin içine saklanarak sistemimize giriyor ve tüm bilgisayarımızı ele
geçiriyor.
Bu durumda Kur'an'da bahsi geçen Allah, Baş Tanrıların
yanında şeytanın kendisi olmuş oluyor ve insanları doğru yoldan saptırabilmek
için bir Truva atı misali kendini Kur'an'da iyiliklerin efendisi olarak
kamufle ediyor.
2-Baş Tanrılar bizi neden uyarmıyor?
Bu teoriye göre tabii ki bizleri uyarıyorlar. Bizlerin vasıtasıyla. Sakın yanlış
anlamayın peygamberlik iddiasında değilim. Zaten peygamberlik müessesini de
doğru bulmuyorum. Sonsuz kudret sahibi yaratıcı yarattıklarıyla konuşmak için
vasıtaya gerek duymaz. Mevcut dinleri eleştiren ve reddeden herkes aslında bu
teoriye göre Baş Tanrıların insanlara gönderdiği uyarıcılardır. Zira eğer bir
yaratıcı (Tanrılar) varsa onlar yarattıklarını diline, dinine, ırkına,
derisinin rengine göre yargılamaz. Kendi yarattıklarının birini diğerinden
üstün kılıp savaştıran, birine kafir diğerine mümin diyerek kutuplaştıran bir
Tanrı düşünebiliyor musunuz? Ben hayal dahi edemiyorum.
Bu teori
aslında bir tek İslamı değil tüm inançları eleştiriyor. Zira o dinlerdeki
Tanrı aslında insanları büyük tablodan şaşırtarak ayrıntılarda boğmaya çalışan
şeytanın ta kendisidir. İslam dinine baktığımızda genel tablo olarak şu
çıkıyor karşımıza. “Benim anlattığım Allah'a inanırsan kurtulursun, inanmazsan
ebedi azap içinde kalırsın” Allah şeytanın kendisidir teorisinin bu argümana
cevabıysa şu şekildedir: “Ya senin Allah'ın beni asıl Tanrılardan şaşırtan
şeytanın ta kendisiyse?” Bu durumda Müslümanların sıklıkla kullandığı
“İnanırsam bir şey kaybetmem, inanmazsam cehennemde yanabilirim” argümanı da
suya düşmüş oluyor. Zira asıl yaratıcıya değilde onun yarattığı ve ona isyan
etmiş yarı ilaha inanırsan da cehenneme gitme ihtimalin var. Onun için bizler
sürekli, "kesin kanıtı olmayan şeylere inanmayın ve bu kesin doğrudur demeyin"
diyoruz.
Müslümanlar genellikle bu tarz teorilerde “Ölünce
görürsün” gibi beş para etmez saçma argümanlar söylüyorlar. İyide güzel
kardeşim madem ölünce göreceğim neden bana hayat verip imtihan ediyor?
Müslüman olmanın ilk şartı Allah'ın varlığına şahit olmaksa ve bu şahitlik
ölünce anlaşılabilecek ise beni neden bu dünyaya getirdi ki? Bu dünyada bana
kendini ispat edemeyen Allah öteki tarafta beni neden inanmadın diye
sorgulayabilir mi? Mantıklı biriyse sorgulayamaz. Zira şahitlik gördüğün ve
kesin olarak bildiğin şeyler için yapılır. Ben kesin olarak bilmediğim bir
şeyin varlığına şahitlik ederek ebedi hayatımı tehlikeye atamam.
Bu yazımda felsefeyle haşır neşir olacağız onun için dikkatli
bir şekilde okumanızı tavsiye ederim.
İnançlı insanlarla
tartışmalarda hep “Tek gerçek Tanrıdır” diye klişe bir laf duyarız. Bu gerçekten
böyle mi? Hiç bir gerçeğin daha üst bir model gerçeği olamayacağını kesin olarak
bilemeyiz. Bunu daha basit bir şekilde anlamamız için Platon'un Mağara
Alegorisine bakmamız gerek.
Mağara Alegorisi ünlü Yunan filozof
Platon'un Devlet adlı eserinin yedinci kitabında Sokrates'in ağzından ortaya
atılan antik çağ felsefesinin en önemli alegorilerinden biridir.
Alegori basitçe şöyledir. Doğdukları günden itibaren bir mağaraya
kapatılan 3 insan düşünün. Mağaranın bir bölümü duvarla örülmüş ve izole
edilmiş. İzole edilmiş tarafta tutulan bu insanlar hiç bir zaman mağaradan
dışarı çıkmamışlar. Duvarın öteki tarafında yakılan bir ateşin ışığından
yararlanarak o 3 kişinin olduğu bölüme bazı hayvanların bitkilerin gölgeleri
yansıtılıyor. 3 kişi gördükleri nesneleri anca siyah renkte ve gölgenin
yansıdığı boyutlarda gördükleri için o şekilde tanımlıyorlar. 30 sene sonra o 3
kişiden birini dışarı çıkarıyorlar ve etrafı gezdirerek onlara yansıttıkları
şeylerin asıl şekillerini gösteriyorlar ve tekrardan mağaraya kapatıyorlar. İşte
o dışarıya çıkmış olan insan mağaradan hiç çıkmamış diğer iki kişiye hiç bir
zaman onlara yansıtılan at figürlerinin aslında siyah olmadığını, atların renk
renk olduğunu anlatamaz.
Burada aslında birazda sürü psikolojisi kendi işini görüyor. Örneğin şu anki
toplumumuzda insanların %4.5'i renk körlüğü yaşıyor. Diyelim ki bende kırmızı
renge duyarlı olan koni hücreleri yok ve ben kırmızı renk körlüğü (Protonopia)
yaşıyorum. Koyu kırmızı rengi algılayamıyorum. Toplumun çoğunluğu koyu kırmızı
rengi algıladığı için beni renk körü diye isimlendiriyor. Fakat toplumun büyük
çoğunluğu koyu kırmızı rengi algılamasaydı ve ben koyu kırmızı diye bir renk
var diye ortalıkta dolaşsaydım muhtemelen beni tımarhaneye kapatırlardı. İşte
bu örnekte de mağaradan dışarı çıkıp atların gerçek şeklini gören birisi
onları hiç görmeyen birisine tüm atların siyah olmadığını hiç bir zaman
anlatamaz ve inandıramaz. Fakat mağaradan çıkan kişinin algıladığı atın
şeklinin gerçek olup olmadığı da tartışılabilir.
Burada anlatılmak
istenen şey şudur. Gerçek dediğimiz şey kişiden kişiye değişiyor ve o
gerçeklik diye tabir ettiğimiz şey aslında bizim algılaya bildiğimizden başka
bir şey değildir. Batının ünlü filozoflarından René Descartes Kartezyen
mantığıyla her şeyin gerçekliğini sorgulamasıyla bilinen biridir. Descartes
etrafımızda olan her şeyin (taşların, ağaçların, binaların) aslında bir
yanılsama olabileceğini söylüyordu. Fakat bu sorgulamasında geçmediği bir
sınırı vardı. Peki neydi o sınır:
«Dünyada hiçbir şeyin var olmadığına kendimi inandırdım... böylece kendimin
de var olmadığına inanmış olmuyor muyum? Hiç te öyle değil... Düşünüyorum,
öyleyse varım» René Descartes
Descartes bilincinde ve dolayısıyla benliğinde duruyordu.
Descartes felsefesinin temel noktasını oluşturan bu çıkarım; düşünen benliği
temele alan, onu özneleştiren bir sonuç doğurur. Bu özne algılayışı 15–17.
yüzyıl felsefesinin çıkış noktası olmuştur.
Aslında bu kendi benliğinde durma birazda meselenin duygusal tarafıydı zira bu
özne merkezli sorgulama felsefesinin sonunda Tanrının varlığını sorgulayacak
hala geleceğini biliyordu. Burada bir sorun daha ortaya çıkıyor: Düşünenin
gerçekten ben olduğumu nasıl anlayacağım? Yani ya birisi mağara örneğinde
olduğu gibi düşündüğüm (algıladığım) şeyleri yansıtıyorsa.
Aslında
bunu destekleyen deneysel çalışmaları önceki yazımda aktarmıştım. Fakat yine
basitçe özetlemek gerekirse Benjamin Libet ve Stephen Hawking'in yaptıkları
deneylerde insanın bir şeyi yapmayı düşünmeye başlamadan önce bilinçaltının
çoktan o şeyin yapılmasına karar verdiğini gözlemliyorlar. Yani bizim şimdi
diye yaşadığımız şey aslında geçmiştir. Biz beynimizin bize dayattığı geleceğe
bugün diyerek geçmişte yaşıyoruz. Bu durumda aslında Descartes'in “Düşünüyorum
öyleyse varım” felsefesindeki düşündüğüm şeylerin aslında bilinç altımın
dayattığı şeyler olabileceği mantık dışı olmuyor. Bu durumda düşünenin insanın
kendisi (beyninin bilinçli kısmı) olup olmadığı sorgulanır hale geliyor.
Dolayısıyla Descartes'in tezi aslında çalışmıyor diyebiliriz. Zira düşünme
eylemini yürüten bir özne kendisinin varlığından emin olabilir ama bu öznenin
kendi olduğu hakkında kesin olan hiçbir iddia ortaya koyamaz. Burada ünlü
ikilemeyi hatırlamadan geçemeyiz. Bir taoist felsefeci olan Chuang Tzu
Kelebeğin Rüyası ismi verilen bir felsefi görüşünde şunları aktarıyor:
“Bir gün rüyamda bir kelebek olduğumu gördüm. Uyandığımda rüyasında kelebek
olduğunu gören Chuang Tzu mu, yoksa rüyasında Chuang Tzu olduğunu gören bir
kelebek mi olduğuma karar veremedim.”
Dolayısıyla “Düşünüyorum, öyleyse varım” felsefi görüşünde
düşünenin gerçekten ben mi yoksa bana bu düşünceyi dayatan başka biri mi
olduğu tartışma konusu oluyor.
Bu nedenle bazı filozoflar
Descartes'in yorumunun şu şekilde daha gerçekçi olacağını düşünmüşler.
“Bir şeyler algılanıyor, öyleyse bir algılayan var”
Ancak bu yaklaşımında kendi içinde bazı problemleri var. Örneğin
bir şeyi algılayan ben aslında ben olmayabilirim. Mesela ben benden üst
düzeyde bir varlığın rüyası olabilirim. Bizler bazen rüyalarımızda uzun bir
zaman diliminde yaşanan olayları görüyoruz. Hatta rüyalarımızın içinde uyuyup
rüya görüp uyandığımızı dahi görebiliyoruz. Bir rüya içinde bir kaç kere
uyandığımızı görürüz fakat her defasında hala rüyada olduğumuzu anlıyoruz.
Peki bu durumda sabah olunca uykudan uyandığımızın ve rüyanın bittiğinin
kanıtı ne? Aslında hiç bir şey. Sadece öyle olduğuna inanıyoruz. Yani kısacası
bir şeyin algılanabilir olması algılayan birisinin olduğuna kanıt olamaz. Bu
aslında birazda şunu hatırlatıyor. Bir insan hiç bir zaman aynada (yada
kendini yansıtan her hangi bir şeyde) kendini göremeseydi net olarak kendinin
nasıl biri yüze sahip olduğunu algılayabilir miydi? Hayır.
Bu
durumda bizim algılamamızın yalnızca bize yansıtılan (mağara alegorisinde
olduğu gibi) şeyler olduğunu ve algılayanın da yalnızca varlığına inandığımız
biri olduğunu görüyoruz. Kesin olarak hiç bir zaman bilemeyiz.
Buna
ünlü Matrix (simülasyon) hipotezini de örnek olarak gösterebiliriz. Bu konu
Vanilya Göğü (Vanilla Sky), 13.Kat (The Thirteenth Floor), Matrix gibi
filmlerde de çok güzel bir şekilde işlenmiştir. Simülasyon ismi verilen bu
hipotez aslında birazda René Descartes'in Uğursuz Şeytan'ını anımsatır ama
daha fütürist bir şekilde. Şimdi bu filmleri izlemeyenlerin olabileceğini
düşünerek spoiler vermeyeceğim ama kaba bir şekilde anlatmak gerekirse
gerçekliğin bir simülasyon olduğunu ve bu simülasyonun içinde olanların bunun
bir simülasyon olduğunun farkında olmadığını ileri sürer. Simülasyon argümanı
günümüzdeki şeklini 2003 yılında Nick Bostrom'un yayınladığı bir makaleden
alır. Nick bu argümanın şüpheciliğinde ötesinde olduğunu savunur ve şunları
anlatır:
"..elimizde dünya hakkında bazı alternatif iddiaların doğru olduğuna
inanmazı sağlayacak kadar yeterli ilginç ampirik veri mevcut.."
Burada alternatif dediği şey aslında bir simülasyondur ve hepimizin hiç
farkında olmadan o simülasyonun bir parçası olduğunu iddia ediyor.
Bu hipotezi saçma bulan insanlarda az değildir ve bunun saçma
olduğuna kanıt olarak ta günümüz teknolojileriyle oluşturulan simülasyonların
kusursuz çalışmadığını ileri sürüyorlar. Yani bir simülasyonda yaşıyorsak
mutlaka bunun açıkları olmak zorunda. Fakat bu yanlış bir yaklaşım. Zira
Matrix hipotezine göre bu simülasyonu yapanlar çok üstün teknolojiye sahip
varlıklar. Onun için yaptıkları yazılımlar hata içermiyor olabilir. Nick
Bostrom demecinde bu hipotezin Tanrı kavramıyla nasıl bağdaştığını şu şekilde
anlatıyor:
“Kelimenin tam anlamıyla her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir tanrının
dini anlayışlarla doğrudan bir bağlantısı yoktur. Simülasyon hipotezi, böyle
bir tanrının varlığını ima etmez ve onun var olmadığını da ima etmez. Hayatı
boyunca sert bir ateist olan bir kişi, simülasyon argümanını ona
açıkladığımda bana bunun Tanrı'nın varlığı için duyduğu en iyi argüman
olduğunu söyledi ve agnostik oldu.”
Matrix (simülasyon) hipotezi de kendi içinde bazı tutarsızlıklara
sahip. Örneğin bizler kendimizden daha üstün seviyede ve üstün teknolojiye
sahip birilerinin oluşturduğu simülasyonların içinde yaşıyorsak o zaman o
üstün varlıkların kendileri de onlardan daha üstün birilerinin yaptığı
simülasyonun bir parçası olabilirler. Yani bu kısır döngü sonsuza kadar sürer.
Meseleye din açısından baktığımızda, örneğin Kur'an'da simülasyon
hipotezini destekleyen ayetlerle karşılaşıyoruz. Kur'an'da İsa'nın ölümüyle
ilgili ayete bakalım.
Nisa 157: “Halbuki onu (İsayı) öldürmediler, onu asmadılar
da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine
yükseltmiştir."
Ayette İsa'nın öldürülmediğini, ölümünün yalnızca simüle
edildiğinin açıkça anlatıldığını görüyoruz. Yani bu durumda ölüm dediğimiz
gerçeklik kendi hakikatini yitirmiş oluyor ve ölüm bir simülasyon haline
dönmüş oluyor. Bu durumda alternatifi olmayarak kabul edilen ölümün dahi
simüle edilebileceğini düşünürsek aslında Tanrının kendisinin bile simüle
edilebileceğini düşünmemiz normaldir. Yani Tanrı kendisi bile hiç farkında
olmadan simülasyonun bir parçası olabilir. Örneğin bu gün Watch Dogs ismiyle
bilinen bilgisayar oyunu birileri tarafından kodlanmış (yazılmış) olmasına
rağmen oyunun ana karakteri olan Aiden Pearce kendisi bir yazılım uzmanıdır.
Aiden kendi farkında olmadan ona birileri tarafından verilen kodlama
becerisini kullanarak şehirdeki tüm trafik lambalarını, güvenlik kameralarını,
bankamatikleri, araçları hekleyebiliyor (hack). Yani her şeyi yaratan (yazan)
Tanrı bile farkında olmadan birilerinin kodlamasıyla ona biçilen görevleri
yapıyor olabilir ve bunu yaparken de her şeyi kendisinin yarattığını
zannedebilir.
Peki şimdi gerçeklikle matrixi birbirinden ayıran
ince çizgiyi nasıl ayırt edeceğiz? Bu soruya Descartes kısmende olsa cevap
vermiş diyebiliriz. Descartes Kötü Cin diye adlandırdığı hipotezinde ne
söylemişti? “Düşünüyorum, öyleyse varım” Buradaki düşünme aslında eleştirel
düşünmedir. Şüpheciliktir. Yani etrafımda olan biten her şey bir Cin
tarafından beni kandırmak için yaratılan (uydurulan) şeyler olabilir. Bana bir
rüya gösteriyor olabilir. Bunu rüyadan uyanmadığım sürece bilme şansım yok.
Ama şundan eminim. Şüphe edip sorgulayabiliyorsam ben gerçekten varım
demektir. Bu gibi fikirlerinden dolayı Descartes kendisi Hristiyan olduğunu
söylemesine rağmen gizli deist ve ateist olmakla suçlanmıştır.
Fakat Descartes'in eleştirel yaklaşım argümanı tam olarak sorunu
çözmüyor. Matrix hipotezine dönecek olursak bu eleştirel yaklaşım
(sorgulayabilme yeteneği) birileri tarafından kodlanmış ta olabilir.
Dolayısıyla kendi gerçeklerimiz güvenebileceğimiz tek şeydir. Fakat bu
gerçeklerimizi kimseye ispat edemeyiz. Bunlar birer inançtır diyebiliriz.
Sonuç olarak gerçek dediğimiz şeyinde aslında zaman gibi göreceli
olduğunu görüyoruz. “Ben gerçeğim” “Ben bu kişiyim” diye kendimizi algılıyoruz
ama örneğin bebeklik dönemimizle ilgili bir şey hatırlamıyoruz. İçinizde
bebekken annesinin sütünün tadını hatırlayan var mı mesela? YOK. Halbuki
kendimizi gerçek olarak görüyorsak hayatımızın her anını hatırlamamız gerek
değil mi? Hatırlamıyorsak demek ki Mağara Alegorisinde olduğu gibi yalnızca
bize yansıtılan şeyleri algılayabiliyoruz. Algılarken de neyin gerçek neyin
simülasyon olduğunu asla teyit edemeyiz.
Burada “O zaman bilimde
bir inançtır” diye eleştiri yapabilirsiniz. Çok doğru. Bilimde bir inançtır.
Zaten bilim hiç bir zaman "benim söylediğim kesin doğrudur" diye bir iddiada
bulunmaz. Fakat bilimin inanç kavramıyla dinin inanç kavramı farklı şeylerdir.
Bilimde inanç dediğimiz şey aslında hipotezdir. Biz özgün bir hipotez
ürettiğimizde aslında iddiamızın doğruluğuna inanarak (inançlı) yaklaşıyoruz.
Fakat ürettiğimiz bilimsel hipotez doğrulanmadığında bunu kolaylıkla çöpe
atabiliyoruz. Ancak dini inançlar (hipotezler) birer iman konusudur. O
hipotezleri sorgulayamazsın. Ya inanırsın yada inanmazsın. İşte bilimin inanç
olmasıyla dini inançları birbirinden ayıran ince çizgi budur. Bu durumda
gerçeklikle simülasyonu birbirinden ayıran çizgiyi sınırsız eleştirel düşünce
olarak kabul edebiliriz. Oda şudur:
“Hiç bir zaman gerçeği bulamayız. Sadece bulduğumuza inanırız”
Tüm gayrimüslimler Müslümanlarla tartışmalarında eminim bu cümleyi duymuştur. “Ölünce cehennemde görürsün. “ Bende sayısız tartışmalarımda binlerce defa bu cümleyi duymuşumdur. Korkutmak için söylenen bu cümle beni her seferinde sadece güldürmüştür. Peki neden? Çünkü mantığı, aklı olan bir yaratıcı beni Kur'an'a inanmadığım için yakamaz. Nedenini tek tek maddeler halinde Kur'an'ın kendi ayetleriyle sizlere ispatlayacağım.
Hem Rabbin Ademoğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine karşı şahit tutarak: "Rabbiniz değil miyim?" diye şahit gösterdiği zaman "Evet Rabbimizsin, şahidiz !" dediler. Kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu!" demeyesiniz,
Ayette insanların doğmadan veya doğduğu zaman Allah'ın onların yaratıcısı olduğu hakkında şahitlik ettiği söyleniyor. Fakat ben böyle bir şahitlik yaptığımı hatırlamıyorum. Siz hatırlıyor musunuz? Muhtemelen hayır. O zaman hatırlamadığım bir şahitlikten sorumlu tutulamam. Sizlerde öyle.
2. Madde
Ben bir ateist olarak Allah'ı görmedim, duymadım ve hissetmedim. O yüzden kesin bilgi sahibi değilim ve inanmıyorum dediğimde Müslümanlar komik argümanlar getiriyorlar. Örneğin sevgiyi gördün mü? Beynini gördün mü? gibi. Fakat unuttukları bir şey var. Görmediğim duymadığım ve hissetmediğim bir şeye inanmamayı ve onun peşine düşmemeyi zaten sizin kitabınız da emrediyor.
Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.
Zaten ben de Allah'ı duymadım (kulaklarım şahit), görmedim (gözlerim şahit), hissetmedim (kalbim şahit İslam'da hissetme organı kalptir) ve kesin olarak bilgi sahibi olmadığım için Allah adında bir yaratıcının peşine düşemem.
3. Madde
Müslümanlar tartışmalarda sıkça "inanırsan bir şey kaybetmezsin ama inanmazsan cehennemde yanma ihtimalin var" diyor. Yanmam kardeşim. İnanmadığım doğru. Ama bu benim değil senin Allah'ının da isteği.
Allah'ın izni olmadıkça hiç kimse inanamaz. O, aklını kullanmayanlara kötü bir azab verir.
Ben inanmıyorsam, bu Allah'ın izni olmadığı içindir. Şimdi kendisi inanmam için izin vermediği halde beni inanmadığım için cehennemde yakabilir mi? Mantıklı bir Tanrıysa yakmaz. Bir düşünün; Polis banka soymana izin vermiyor ama seni neden banka soymadın diye tutukluyor. Bu ne kadar mantık dışıysa Allah'ın kendisi izin vermediği halde iman etmeyenleri iman etmediği için cehenneme atması da o kadar mantık dışı. Müslümanlar şimdi de "ayetin sonunda aklını kullanmayanlar ifadesi var sen aklını kullansan Allah izin verecek" derler. Öyle bir şey yok kardeşim.
Allah onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerinde de perde vardır ve büyük azab onlar içindir.
Allah'ın kalplerini ve kulaklarını mühürlediği birisi aklını kullanarak iman edebilir mi? Eğer iman edebilirse demek ki Allah yeterince kudretli değil. Ayrıca ayetin sonunda onlar için büyük azap vardır ifadesi de aklını kullanarak iman edemeyeceğini gösteriyor. Celal Şengör'ün bu argümana iyi bir cevabı var: “Ben yanmaya razıyım yeter ki doğruları bileyim”
Evet bende yanmaya razıyım yeter ki doğruları bileyim.
4. Madde
“Allah adildir herkesi imtihan ettikten sonra cennet ve cehenneme sokacak” diye klişe bir ifade vardır. Bu cümleyi söyleyen Müslümanlar kendilerinin Kur'an'ı inkar ettiklerini ve cehennemlik olduklarını anlamıyorlar bile.
Andolsun biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmış olduk. Bunların kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar; gözleri vardır ama onlarla göremezler; kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.
Ayet açık bir şekilde Allah'ın daha en başta insanların büyük bir kısmını cehenneme atmak için yarattığını anlatıyor. Cehennem için yarattığı birinin imtihan edilmesinin anlamı yok. Bu neye benziyor biliyor musunuz? Hoca sizi yapacağı sınavdan zaten bırakacak ama kamuoyuna adil bir sınav olduğunu göstermek için sizi yinede sınava sokuyor. E buna da ancak ikiyüzlülük denilebilir.
5. Madde
Özellikle modernist Müslümanların söylediği bir laf vardır: "İyi insan olursan dini kimliğinin bir önemi yok, Allah seni ödüllendirir." Bunu söylerken sıklıkla şu ayeti örnek olarak gösteriyorlar:
6. O gün insanlar amellerinin kendilerine gösterilmesi için bölük bölük kabirlerinden çıkacaklardır.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُۜ
7. Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir.
وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ
8. Kim de zerre kadar kötülük yapmışsa onu görür.
Fakat bu ayet Müslüman olarak ölenler için geçerli, gayri Müslimler için değil. Peki bunu nereden anlıyoruz? Modernist Müslümanların dediği gibi Kur'an'ın tamamını ele alarak.
Kuşkusuz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki hak tanımazlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah’ın hesabı çok çabuktur.
Ayet açık bir şekilde Allah katında yegane dinin İslam olduğunu söylüyor ve İslam dışında hiç bir dinin kabul edilmeyeceğini söylüyor.
Kim İslam'dan başka bir dine yönelirse, onunki kabul edilmeyecektir. O ahirette de kaybedenlerdendir.
Gördüğünüz gibi İslam dışında farklı dine mensup insanların kaybedenlerden olacağı yani ahirette hüsrana uğrayacaklarını açık bir şekilde "mecaza gerek duymadan" söylüyor Ku'ran. Şimdi birilerinin kalkıp "Müslüman olmasan bile cennete gidebilirsin" demesi tamamen saçmalıktır.
Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah'a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.
Yani tüm hayatını iyilik yapmaya adamış bir Hristiyan, Musevi yada Hindu sırf Muhammed'e ve Kur'an'a inanmıyor diye cehenneme atılacak ama çocuklara tecavüz eden imam sırf kalbinde biraz iman var diye bir vakitten sonra cehennemden çıkarılıp cennete sokulacak. O zaman ben hiç inanmadığım için hiç şansım da yok. Tüm hayatım boyunca iyilik yapsam bile Allah'ı kabul etmediğim için yerim cehennem olacak.
İnkâr edenlerin yapıp ettikleri, susamış kimsenin geniş düzlüklerde görüp su zannettiği serap gibidir; sonunda gelip ona ulaşınca orada bir şey bulamaz, ama Allah’ı yanında bulur, O da eksiksiz olarak hesabını görüverir. Allah’ın hesabı pek çabuktur.
Bizim gibi insanların yaptığı iyiliklerin boşa olduğunu söyleyen Allah, çocuk tecavüzcüsü imamların sırf imanlılar diye yaptıkları iyiliklerin karşılığını alacaklarını söylüyorsa o zaman bir daha düşünün derim. Eğer binlerce ihtimal arasından yalnızca Allah ve onun gönderdiği din gerçekse bile ben cehennemde yanmaya razıyım çünkü doğru bildiğim işi yapacağım ve elimden geldiği sürece insanlara iyilik yapmaya devam edeceğim.
İslamı yaymak için cihat ederek birilerinin kafasını kesip toprağını işgal etmediğim için belki cehennemde yanacağım ama olsun ben yinede razıyım. Sonuçta ben iyiliği birilerinin hoşuna gitmesi için veya cennette göğüsleri yeni tomurcuklanmış huriler için değil kendim için yapıyorum. Emin olun öldükten sonra ismim duyulunca birilerinin “o iyi bir insandı bana iyiliği dokundu” demesi yada demese bile onun gönlünde yerimin olması bin tane cennetten daha üstündür benim için. İyi insan olmak, binlerce yıl önce yaşamış ve kendine peygamber demiş kişilerinin kitaplarına inanıp kendi gibi düşünmeyenleri fişlemek değildir. Bunu anladığınız zaman dünya daha güzel bir yer olacak bundan emin olabilirsiniz.