HABERLER
Dini Haber

ORHAN K'NIN DİNDEN AYRILMA SÜRECİ



ORHAN K’NIN DİNDEN AYRILMA SÜRECİ


Ülkemizde herkes dindar bir aileden gelir iyi veya kötü. Ama kimileri daha koyu Müslüman olan, kimileri ise daha modern bir ailede doğarlar ve büyürler. Benimki ise koyu denilecek bir Müslüman aileydi. Etkileri hala hafızamdan silinmeyen, dünya yaşamına dini inanç çerçevesinden bakan bir ailede yetiştim ve büyütüldüm. Ama ailem benim aşırı merak ve soru sorma içgüdülerimin bir gün gelip gelişip büyüyeceğini bilmiyordu…

İslam dininden ayrılma sürecimi dönemlere ayıracak olursak çocukluk, gençlik ve olgunluk çağı olarak 3 döneme ayırabiliriz. Çocukluk dönemimde yani 20 li yaşlarıma kadar diyelim koyu bir Müslümandım. Ailemde 5 vakit namazımı kılmayan yok gibiydi. Ben ise kılardım ama aklımda hep aynı soru olurdu. Zaten bu soru olmasa dinden ayrılma sürecim gerçekleşmezdi. Neden Allah denilen varlık insanlığa gönderdiği bilgileri tekrar kendine okumamızı isteyebilirdi? Hem de başka bir dilde Arapça olarak. 

Ailem hep üzerimde baskı kurardı. "Namazlarını geçirme oğlum", "bak cehennemde yanarsın", "kaynar sular içirirler bak heee" diye sürekli korkutulmaya maruz kalarak yaşadım.

Babam ne zaman beni sorguya çeker gibi "namazını kıldın mı?" diye üstelese "kılmadım, sen ne yapacaksın benim namazımı, beraber mi yanacağız cehennemde?" diye isyan ederdim. Ama haklıydım. Madem teker teker sorguya çekilecektik, nefsi müdafaamı kendim yapardım. Ulen nelere inanmışız yaaa…

Derken ilkokul süreci ve ardından ortaokula kayıt olmam gerekiyordu. Bilin bakalım hangi ortaokula kayıt oldum? Tabi ki de İmam Hatip Lisesine. Hiç şaşmaz, dini bir aileden dini bir okula yazıldım tabi. Babamın beni "oğlum bak hem orada karatede öğretiyorlarmış" (bizim zamanımızda baya meşhurdu Jackie Chan, Bruce lee filmleri gibi) diyerek kandırdığı cümlesi hala kulaklarımdadır. İnanmıştım bende saf gibi. Yakışır mıydı inançlı birisine yalan söylemek, hemde kendi oğluna. Ama olsundu, tövbe kapısı hep açıktı onlara göre. İlk golü orada yemiştim.

3 yıl süren imam hatip yıllarımdan sonra ailemin dini baskısı artarak devam ediyordu. Onların doğrularına onlara göre cehennemde yanmamalıydım. Bunun için ne gerekiyorsa yapılmalıydı. Onlar baskı yaptıkça ben daha çok soğuyordum bu dinden.

Birkaç zaman sonra babamın bana bir teklifle gelmesi beni çok şaşırtmıştı. Tamda benim o gün için aradığım bir teklifti diyebilirim. Bunalmıştım yaşadığım evden. Başka bir şehir de yani İstanbul da Kur'an kursunda yatılı olarak ikamet edilebilecek bir yerde dini eğitim görmem isteniyordu. Uzun bir düşünme arasından sonra kabul ettim. Baskıdan biraz olsun kurtulacaktım. Ama bir karar vermek zorundaydım. Gideceğim yer İslam dinin A’dan Z’ye öğretileceği ve yaşatılacağı bir yerdi. Bir açıdan da evden uzaklaşma daha doğrusu kaçma fikri beni tetikliyordu. Psikolojimin nasıl olduğun varın siz düşünün. Baskılardan dolayı evinden kaçmak, rahat nefes alabileceği bir alanının olması. Tüm bunlar toplanınca siz ne yapardınız…?

Ne dinmiş be arkadaş. Her neyse şimdi ki durağım İstanbul yıl 1997 yaşım ise 15. İrticanın patladığı yıllar 28 şubat dönemini bizzat yaşayarak gördüğüm yıllar. Başımıza gelmeyen kalmadı, tepemizden helikopterler, kapımızdan polislerin eksik olmadığı yıllardı. Uzun uzun girmek istemiyorum konulara,  aksiyon ve macera dolu yıllardı. Benim içinse Kur'an kursu dışında özgür yaşadığım yıllardı. 1 yılım bu şekilde geldi geçti. 1 yıl sonra yine baba ocağına döndüm. Çünkü gönderildiğim o irtica yuvası bende derin izler bırakarak kapanmıştı…

Sonra lise yıllarım başlamıştı. Döndüğüm de sudan çıkmış balığa dönmüştüm. Yürüyüşüm bile bir değişmişti, unutmuştum. Çok garip değil mi? Size garip gelebilir ama öyleydi işte. Hem unutmak istediğim hem de unutamadığım yıllar. Yazarken bile zorlandığım anılarımın tazelendiği yıllar. Düşünüyorum da çok kasvetli ve ağır bir süreç yaşamışım.

Soru sorma ve çok yoğun düşünme yıllarımdan sonra yaşım olmuştu 34. Yani olgunluk çağlarıma gelmiştim. Para ve gelecek yönünden iyi ama, iş stresi olarak yüksek düzeyde bir mesleğe başlamıştım. 

Yavaş yavaş dinden uyanma, farkına varma, şaşırma, sürekli beyin fırtınalarının yaşandığı kopma noktalarına doğru ilerliyordum bu dönemde. Çünkü her şeyi yaşamama sebep olan en önemli kaynaklara ulaşmaya başlamıştım. Yani kitaplara. Kişisel gelişim kitaplarıyla başlamıştım. Erdal Demirkıran kitapları özellikle benim düşünce dünyamı değiştirmişti. Aradığım soruların cevaplarına bir bir ulaşıyordum kitaplar yoluyla.

Bu dönemim de böyle 4-5 yıl kadar sürdü. Daha sonraki süreçlerde kitaplardan arta kalan zamanlarımda artık internetin de yardımıyla daha çok bilgiye ve bilgi dolu videolara ulaşabiliyordum.
Youtube dünyasına giriş yapmıştım. Herkes eğlence, film, müzik ile vakit geçirirken ben nerede esrarengiz, tarihi olaylar, beyin geliştirici yayınlar varsa onlarla ilgileniyordum.
Beynim hiç olmadığı kadar açılmıştı. Adeta düşünce dünyamın nirvanasındaydım. Artık ben eski ben değildim. Bunu sadece ben değil arkadaşlarımda söylüyordu. Hatta içimde gizli bir kibir bile oluşmaya başlamıştı. Ne oluyordu bana? Bilmek mi iyiydi bilmemek mi bunu da bilememiştim.

Bundan 1 yıl kadar önce tamda bu zamanlar artık emin olmaya başlamıştım ama yinede de başıma bir şey gelirse diye korkuyordum. Yani yine korku çıkmıştı karşıma. Ama dedim ya emin olmalıydım artık. Kendim kendime karşı gelmeliydim. Yalnızlaşacağımın farkındaydım ama ne olursa olsun gerçekleri öğrenmeliydim. 

Youtube'de gezinirken sürekli biri çıkıyordu karşıma; Yakup deniz diye biri. Ama ben hep "bu kim ya? falan diyordum. Farklı başlıklar altında ara ara videolar çıkarıyordu. En sonunda dayanamadım kendimi toparladım, açtım videoyu. Adam dosdoğru konuşuyordu kafadan attığı hiçbir şey yoktu. Ondan sonra sırasıyla Gig tv, Kütüphane Görevlisi, sizin kanalınız Din ve Mitoloji. Ne kadar aykırı site varsa hepsine bir hışımla dalıp dalıp çıkıyordum. Biz nelere inanıyorduk böyle …

İlla bir şeye inanacaksak bilime inanmalıydık. Evrime inanmalıydık. Hayvanların arasında akrabalık olduğuna inanıyorduk ama sıra bize geldiğinde kendimizi üstün bir varlık zannediyorduk. Maymundan gelmediğimiz belliydi ama ortak atadan geliyorduk. Tüm veriler bu yöndeydi. Belge varsa inançta olmalıydı. Gerçeklerle yüzleşmeliydik. Bu dünyada rahat yaşayan biri neden hiç bilmediği bir hayali alemin uydurmalarıyla vakit harcasın ki? Biz tanrının deneme tahtası mıydık?

Artık dinlerle ilgili anlatılan her şeyden emindim. Hepsi koskoca bir yalandı. Zaten aklı olan bir insan bunlara inanamazdı. Baktım ki ben aslımı bulmuştum. Kurtulmuştum, özgürleşmiştim, arınmıştım bu dinden ve tüm diğer dinlerden.
Yalnız olmadığım farkına vardım. Şimdi neye mi inanıyorum, evrime ve evrenin enerjisine. İspatlanabilirlik derecesine göre her şeye. Yolunu kaybetmişlere yol gösterdiğiniz için sizlere ve bu yolda emek harcayanlara teşekkürlerimi sunuyorum. Sağlıcakla kalın.
Ne mutlu Türküm diyene…

SİZDEN GELENLER | Yazan: Orhan K.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

AFGANİSTAN DOĞUMLU NURULLAH'IN DİNİ TERK SÜRECİ



DİNİ TERK SÜRECİ
(Nurullah T.)

Merhaba, 45 yaşına kadar Müslümandım. Afganistan'daki bir köyde doğdum. Babam medrese mezunu bir molla olmasına rağmen oruç tutmazdı, içki içerdi ve kim bilir daha neler yapardı. Ben asla içki içmedim, 12 yaşımdan itibaren 5 vakit namazımı eda edegeldim. Ailem ve çevrem benimle gurur duyardı. Türkiye'de dil öğrenirken yurttaki oda arkadaşlarımdan biri (İstanbul Ünv. Elektronik Müh. öğrencisi idi) bana ateist olduğunu söylediğinde sert bir tokat yemiş gibi hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Tanrıya inanmayan birisi ile 19 yaşıma kadar hiç karşılaşmamıştım.

Üniversite yıllarında Birlik Vakfı sohbetlerine, ilerleyen yıllarda çeşitli nurcu grupların toplantılarına katıldım. Okumayı sevdiğim için Faik Bulut gibi yazarların kitaplarını da okuyordum. Farsça bildiğim için risale-i nurları okuyup anlamak kolay oluyordu. O zamanlar aklı başında insanların neden bu kadar basit konuları anlamakta güçlük çektiklerine hep şaşırarak bakardım. Bana çok basit gelirdi. Ayet ile hadisi ayırt edebilecek kadar Arapça bilgisine de sahibim.

Üniversite yıllarında hep kuran okurdum, namazımı aksatmazdım ve sürekli kendimi geliştirirdim. Yüksek lisansı bitirip 2004 yılında doktora eğitimine başlayınca felsefi konularla tanışmakla birlikte dindarlığımda azalma olmadığını hatırlıyorum. 3 kişilik doktora dersinde hocanın bir gün namaz kılan birisini anlatırken "filanca öğrenci üniversiteye girmiş hala namaz kılıyor" diye alaycı gülüşünü hala hatırlarım. Çok zoruma gitmişti.

1998 yılında evlendiğimde eşimin başörtüsü takmasını istedim. Bunu gören akrabalarımız da teker teker başlarını örtmeye başladılar çünkü biz rol modeldik. En eğitimlileri bendim.

2010 yılında iş icabı uzakdoğu'ya yerleşmemiz gerektiğinde, çocukların iyi İngilizce öğrenmeleri için iyi bir fırsat olur diye kabul etmiştim. İyi de oldu. Tayland gibi seks turizminin gelişmiş olduğu bir ülkede bulunup dini yaşamak oldukça zor idi. Arabanın klimasını açık bırakarak eşimle cuma namazına (o bölgede camilerin dörtte biri kadınlarla dolu olur) gittiğimi çok iyi hatırlıyorum. Akşam namazı sırasında otobanda trafik sıkışık iken arabayı kenara çekip çimlerin üzerinde namaz kılardım etraftakilerin şaşkın bakışları arasında. Çin'de çok seyahat etmişliğim var, hava limanlarında vakit namazlarını eda ederdim. Hiçbir seyahatimde orucu ihmal etmezdim. Sahurda "helal" bisküvi ile idare ederdim. Almanya ve İtalya seyahatlerimde de ramazan ayında denk geldiği olurdu, hiçbir günü kaza etmezdim.

Tayland'da işe gelip giderken hep İngilizce mealli kuran dinlerdim arabada. Özellikle Nisa suresinin ilk ayetini Abdulbasit çok iyi okurdu. Hiçbir cuma namazını kaçırmazdım. F tipi nurcuların sohbetlerine katılırdım ve onları çok takdir ederdim. Nurculuk içime sinmediği için bir türlü ısınıp onlardan biri olamadım ama ben konuşurken çok saygılı dinlerlerdi.

40'tan fazla ülke gezdim ve en az 15 ülkede cuma namazı kıldım. Almanya ve Rusya'daki camilerde çorap kokusu olmadığı için keşke Türkiye'deki camilerde de benzer durumu yaşayabilsek diye defalarca söylemişliğim vardır. En pis camilerin Çin'in Sincan Bölgesinde, Afganistan'da ve Hindistan'da olduğunu gözlemledim. 2013 yılında Mehmet Okuyan'ın bir videosunu seyredince "aha, işte bu, tam düşündüklerimi söylüyor" dedim kendime. Yurt dışından kendisine mail yazdım ve kitaplarını okuyacağımı söyledim.

Müslüman iken bile hiçbir zaman miraç hadisesine bir türlü inanamadım. Belki de araştırmalarım 2013 yılında artmaya başladı. Dini kavramları daha iyi anlamak için kuşkudan uzak bir sorgulama operasyonuna başladım. Hep hikmet aradım. Okuduklarımla seyahatlerim sırasında gördüklerimi bağdaştırmaya, dini anlamlandırmaya çalıştım. Farklı kitaplar okudum.

2018 sonları idi sanırım, YouTube'da Yakup Deniz'in, Abdullah Sameer'in, David Wood'un ve Hassan Radwan gibi insanların videolarını seyretmeye başlayınca inancım sarsılmaya başladı, önce namazı yarım yamalak kılmaya başladım, sonra bıraktım. Eşim kuşkulandı. Ona da anlattım. O da inancını yitirmek üzere. Özellikle The Masked Arab kanalındaki videoyu seyredince yeter artık dedim. Özgürlüğüme kavuştuğum için çok mutluyum.

Gayet güzel videolar yapıyorsunuz. Takdirle izliyorum.
Keşke Ex-Muslims of America gibi topluluklarımız olsa diyorum bazen.
Esen kalın.

SİZDEN GELENLER | Yazan: Nurullah T.

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

NEDEN DİNDEN ÇIKTIM? (Turan)



TURAN'IN DİNİ TERK SÜRECİ
(Takipçilerimden Turan'ın Hikayesi)

Dünyaya geldiğimde çok dindar bir ailenin çocuğu olarak geldim, Allah'a, İslam'a ve Muhammed'e çok sıkı derecede bağlı bir aile düşünün. Ben çok küçükken (9-13 yaş) kandillerde televizyon başına otururduk ve orada Arapça dualar edilir ve Arapça ilahiler okunurdu. Ben ise bunların anlamlarını bilmeden son derece hayran bir biçimde izlerdim.

Ben çok küçükken ezan okumayı çok severdim, çıkardım bir taşın üstüne ezan okurdum ve etrafımda ki kişiler bunu çok olumlu karşılarlar ve adeta bana bu davranışı yaptığım için ‘’iyi çocuk’’, ‘’akıllı’’ sıfatlarını uygun görürlerdi.

Kur’an kurslarına gitmeyi hiç sevmezdim, ama ailem beni ikna etmek için bir hayli gayret sarf ederdi. Ama ben Kur’an kurslarına gidip, orada ders görmenin bir işkence olduğunu da düşünürdüm. Yani isteyerek gitmezdim, daha sonra koca bir yaz mevsimini Arapların harflerine adamıştım. Artık sözde Allah’ın kitabı Kur’an-ı okuyabiliyordum.
Ben Kur’an-ı okuduğum için bana hediyeler, övgüler yağıyordu. Adeta dünyaya yararlı olacak yeni bir şey keşfetmişim gibi etrafımda muhteşem bir sevgi gösterisine maruz kalıyordum. Tabi ki bende o sevgi seline kapılıp her gün Kur’an okuyordum. Bir süre sonra okumayı bıraktım ve doğal olarak Arap harflerini unuttum. Bunun için bana birçok kez kızıldı. Fakat ben küçük olduğum için hiç bir şeyin farkında değildim.
 
Hemen hemen her hafta Cuma namazlarını kaçırmazdım, ille de gitmem lazımdı. Aslında gitmek istemediğim zaman bile zorla göndermeye çalışıyorlardı. Ben Cuma namazlarına gidiyordum, hoca hutbe okuyordu fakat en sonunda Arapça dualar ediyordu. Küçük çapta olan sorgulamalarım o zaman başladı, ‘’Neden anlamını bilmediğimiz bir şeyi okuyoruz ? ‘’ diye kendi kendime soruyordum. Bu arada Ramazan aylarında 1 ay orucumun hepsini düzenli bir şekilde tutardım, aksatmamaya özen gösterirdim. Sanki bu bir başarı gibi kendimle gurur duyardım. Aradan zaman geçti ve babamı kanserden kaybettim, hayatım resmen değişti kendimi araştırmaya adadım.

Daha sonra Lise yıllarına geldim. Lise yıllarında tarihe olan ilgim anlatılmayacak kadar çoktu, İlber Ortaylı, Halil İnalcık, Kemal Karpat, Sina Akşin vb. tarihçilerin kitaplarını okumaya başlamıştım. Özellikle Halil İnalcık’ın Devlet-i Aliyye adlı eserinin ikinci cildini okuduktan sonra kafamda şu netleşti ‘’Osmanlı’nın yıkılmasında dinin etkisi çok fazla’’.
Ardından Cumhuriyet tarihinde ki bazı ayaklanmaların ‘’Din’’ adına yapıldığını okudum.  Tarih araştırmalarım devam ederken Atatürk’ün din konusunda ki görüşlerini okudum. Üstelik Atatürk bunları çok güzel bir şekilde açıklıyordu. Daha sonra elime Kur’an-ı aldım ve altını çize çize okumaya başladım. Beni derinden etkileyen ayetleri not ettim. Daha sonra Caner Taslaman, Emre Dorman, Edip Yüksel, İhsan Eliaçık, Yaşar Nuri Öztürk gibi isimleri okudum ve aklıma takılan soruları güzel bir şekilde açıkladıkları için çok sevindim. ‘’İşte bu be ! ”, “İslam sen ne yüce bir dinsin ” dedim. “ Din değil, gericilikten korkacaksın.” diyordum kendi kendime.
Bu süreç içerisinde Muhammed’in hayatı hakkında birçok şey okudum, diğer kutsal kitapları da okudum.

Fakat hayatım İlhan Arsel’in 3 Cilt Kur’an Eleştirisi kitabını okuyunca tamamen değişti. Ardından Arif Tekin’in eserlerini okudum ve artık imanım ciddi derecede sarsılmıştı. Bakıyordum da bizim sözde modernist İslamcı tayfa ayetleri eğip bükmekten ve din satmaktan başka bir işe yaramıyordu. Son darbeyi Turan Dursun vurmuştu; Din Bu adlı serinin 2.cildini okuyunca dinden kesin olarak çıkmış oldum. Richard Dawkins gibi yazarlar da aydınlanmamda önemli bir yer tutmuşlardır. Muazzez İlmiye Çığ’ın Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni  adlı eserde beni ciddi derecede etkilemiştir. Şu anda “ Deistim” veya “Ateistim” diye kesin bir şey söyleyemiyorum, okumalarım devam ediyor. Fakat şundan eminin: DİNLER BİLİMİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGELDİR VE İNSAN AKLININ ÜRÜNÜDÜR.

"Şeriat bir felakettir. Özgürlükten, demokrasiden, insanlıktan yana olan herkesin bu felaketi önlemede katkısı bulunmalıdır."
-TURAN DURSUN

(2000'e Doğru-19 Mart 1989, yıl 3, sayı 12)

SİZDEN GELENLER | Yazan: Turan

Eleştirisel bakış açısı ile her din ve inanca ait yazılarınızı, inancınızın değişim sürecini anlattığınız sorgulama süreçlerinizi dinvemitoloji@gmail.com adresine gönderebilirsiniz.
  • Bu yazılar biz-siz gibi sorgulama evresine girmiş herkese mutlaka biraz olsun ışık tutacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazılar sitemizde adınızla veya takma adınızla yayınlanacaktır.
  • Gönderdiğiniz yazının başka bir internet sitesinde yayınlanmamış olması gerekmektedir. (KOPYA içeriğe karşı olduğumuzdan, sitemizdeki tüm içerikler özgündür)

KARİKATÜR YÜZÜNDEN ÖLDÜRÜLEN FRANSIZ ÖĞRETMEN

Hazırlayan: A.Kara


MUHAMMED KARİKATÜRÜ GÖSTERDİĞİ İÇİN BAŞI KESİLEREK ÖLDÜRÜLEN FRANSIZ ÖĞRETMEN SAMUEL


Fransa’da birkaç gün önce Paris yakınlarında yaşanan terör olayını çoğunuz duymuşsunuzdur. Durum tamamen, sık sık gördüğümüz: “Bak, inandığım Allah gönderdiği dinini savunmaktan aciz, ben onun yerine, onun adına savunuyorum ” kafası.

Tarih öğretmeni sınıfında bizim derslerimizde asla anlatılmayan ve bu gidişle anlatılamayacak konulardan birini “ifade özgürlüğü” kavramını anlatıyor. Bunu yaparken de Hz. Muhammed karikatürü göstereceğini söyleyerek rencide olmasınlar yada görüp şok olurlar diye Müslüman öğrencilerin parmak kaldırmasını, dışarı çıkmalarını istiyor. Yani aslında ifade özgürlüğünü anlatırken bile bir ifadeyi özgürce sunmuş olan karikatürü göstermekten, korkuyor yada çekiniyor çünkü muhtemelen Fransa’da ne kadar yobaz yaşadığını biliyor ve hatta Charlie Hebdo dergisinde olanları aklının bir kenarında tutuyor. Tabi öğretmenin aklından geçeni bilemeyiz.

Öğrenci velilerinden biri "Öğretmen, sınıfta, Müslüman öğrenciler el kaldırsın diyor. Benim kızım da el kaldırıyor. Öğretmen onların sınıftan çıkmasını istiyor. Diğerleri çıkıyor. Ama benim kızım çıkmayacağını söylüyor ve kalıyor. Öğretmen Hz. Muhammed karikatürünü gösteriyor. Anlamıyorum, neden 13 yaşındaki çocuklara bunları gösteriyor?" diyor.

Bir başka veli ise France Inter Radyosu'na, "Öğretmen Müslüman öğrencilerden rahatsız olmaması için dışarı çıkmasını istemiş. Görünüşe göre bunu kötü niyetle yapmamış. Oğlum bana bunu çocukları korumak için yaptığını söyledi. Onlara: 'Bir resim göstereceğim. Size, üzülmemeniz, şok olmamanız için dışarı çıkmanızı tavsiye ederim' demiş. Bunu küçümsemek veya saygısız olmak için yapmamış" diyor.

Yani öğretmenin gösterdiği karikatürü gidip ailesine anlatan Müslüman öğrenciler var; başka öğrenciler de Müslüman olmasına rağmen parmak kaldırmayıp sınıfta kalmış, karikatürü görmüş ve gidip ailesine anlatmış. Bu ailelerden bazıları da yobazlık seviyeleri ve terör eylemleri, şiddete olan kara sevdaları ile yakından tanıdığımız Çeçenler.

Veliler okula gidip öğretmenden şikayetçi oluyor, karakola suç duyurusunda bulunuyor fakat okul yönetimi olayları biraz yatıştırıyor. Tabi olay yatışmış gibi görünse de öğretmeni öldürme planı kuran birinin olduğunu kimse bilemiyor.

Bir gün okul civarında elinde bıçak bulunan şüpheli bir şahısın dolaştığına dair ihbar gelince polis olay yerine gidiyor. Elindeki bıçağı bırakmasını söylüyor fakat tehditler savuran genç elindeki bıçakla Allahüekber diye bağırarak polisin üzerine yürüyünce vurulup öldürülüyor.

Üzerinden patlayıcı madde de çıkınca bir de bomba imha çağrılıyor falan. Sonra bir bakıyorlar saldırganın yanında başı kesilmiş bir ceset var, karikatür gösteren, ifade özgürlüğünü anlatmaya çalışırken hoşgörü ve barış dini olan, Allah’ın verdiği canı başka kimsenin alamayacağı masallarının anlatıldığı İslam dininin insanlara aşıladığı hisler yüzünden canından olan tarih öğretmeninin cesedi.

Düşünün, 18 yaşında, Moskova doğumlu Çeçen kökenli bir genç, inandığı peygamberinin karikatürü gösterildi diye hiç çekinmeden kafa kesebiliyor.

Ne yalan söyleyeyim ben şaşırmadım. Çünkü birçoğumuz anne-babasına yada yakınlarına bırak Muhammed karikatürü göstermeyi, artık İslam’a inanmadığını söylediğimizde bile dayak yiyor, tehdit ediliyoruz. Abi dediği 10 yıllık arkadaşına dine inanmadığını söylediği için otobüs durağında öldüresiye dayak yiyen, ağzı burnu kan içinde kalan kadın bile var.

Yani ifade özgürlüğü Müslüman alemi için yok hükmündedir. Sabah akşam hoşgörüden bahseden Müslümanlar sizin İslam’a inanmamanıza bile sinir yapar, kafaya takarlar. Sanırım itiraf edemedikleri bazı şeyler var.

İçten içe “ulan ben namaz kılıyorsam, oruç tutuyorsam, içki içmiyorsam sizde yapmayacaksınız, kızlı erkekli bir araya gelip sohbet edip eğlenmeyeceksiniz. Enayi miyim lan ben, ha enayi mi? Yok öyle yağma, ben inanıp bunlardan uzak duruyorsam sizde duracaksınız arkadaş, ben yaşayamıyorum diye zoruma gidiyor.” diye düşünüyor ve aslında sizi kıskanıp içinde bulundukları durumu üstü kapalı yeriyorlar.

Şimdi gel de bu kafalara ifade özgürlüğünü anlat. Çünkü onlara göre inandıkları şeye asla laf edilemez. Kutsal denen şeyin kişinin kendi kutsalı olduğunu, kendi kutsalının başkası için kutsal sayılmadığını, dolayısı ile şakasının yapılabileceğini, eleştirilebileceğini kavrayamıyorlar ama bunu kavrayamayan bu sakalı kibirliler Hindulardan bahsederken “hahahahahah geri zekalılar ya, ineğe tapıyorlar ----na koyayım” demekten, bunu derken çoğu dökülmüş, sararmış dişlerini sergilemekten de geri kalmıyorlar.

Muhammed’in resmedilmesinin yasak olduğu Suudi Arabistan’daki vahabilerin ürettiği bir propaganda. Çünkü modern öncesi dönemde bırakın hadisi, Muhammed’in resminin çizilmesinin yasak olduğunu anlatan bir fetva bile yok. Enteresan olan şeylerden biri de şu ki Muhammed’in günümüze kadar ulaşmış, bir resmi yok. Yani çizilmiş bazı minyatürler var ama doğrudan onun döneminde onu gören biri tarafından çizilmiş bir resmi yok. Dolayısı ile biri “bak Muhammed çizdim” dediğinde kızmanız bile anlamsız çünkü kimse tam olarak nasıl göründüğünü bilmiyor dolayısı ile günümüzde çizilen karikatür yada resimlerin birebir onu yansıtması, birebir benzemesi imkansız.

Tam olarak nasıl göründüğünün bile bilinmediği Muhammed’i çizdiği veya çizilmiş resmini gösterdiği için birini öldürmek saçmalığın daniskası değilse nedir? Kaldı ki Muhammed’in nasıl göründüğünü bilip çiziyor olsa bile bu size kişiyi öldürme, cezalandırma hakkı vermez. Kutsal olanın sizin kutsalınız olduğunu anlamıyor yada anlamak istemiyorsunuz. Üstelik kutsalım dediğiniz şeyleri savunmak için kan dökerken “her şeye kadirdir” dediğiniz ilahınızın da gönderdiği dini korumaktan aciz olduğunu, onu yalnız sizin koruyabileceğinizi göstermiş, dolaylı yoldan kendi ilahınızı kendi eylemlerinizle çürütmüş oluyorsunuz.

Sabah akşam dua ettiğiniz Allah’ın dinine inanmayanlara bir şey yapamıyor olması öyle zorunuza gitti ki kendizini onun can alma elçisi bilerek aciz duruma düştünüz, kan dökmekten korkmadınız. Turan Dursun, Bahriye Üçok, Ali Günday, Muammer Aksoy, İhsan Güven, Andrea Santoro gibi nice insanın akıttığınız kanı kurumuş olsa da zihinlerdeki lekesi üzerinizden asla silinmeyecek.

DEVLET İÇİNDE MENZİL VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI

Hazırlayan: A.Kara


MENZİLCİ DOKTOR ALİ EDİZER VE İSLAM'IN KADINA BAKIŞI


Ali Edizer; Cübbeli Ahmet’e ve menzil tarikatına methiyeler düzen bir doktor. Enteresan bir şekilde 2005’te bir sağlık ocağında doktor iken 2012’de Sağlık Bakanlığı’nda özel kalem müdürü olmuş.

13 yıl sağlık bakanlığı yapan Recep Akdağ için “Recep Abimle yakın çalıştım” diyor, yani o makama nasıl geldiği belli. Zaten Recep Akdağ döneminde sağlık bakanlığı için Menzil Bakanlığı tabiri kullanılıyordu, araştıranlar nedenini anlar.

Menzil tarikatının şeyhi Muhammed Raşid Erol öldükten sonra cemaat ikiye bölündü. Kardeşi ve yeğeni Menzildeki tarikatın başına geçerken oğlu Feyzeddin Erol Eskişehir'de kendi dergahını kurdu.

Gazeteci Saygı Öztürk’ün daha önce yaptığı röportajda Menzil’in başındaki bu kişilerin sözleri hayli enteresan.

Menzil’in Eskişehir'deki kolunun önderi Feyzeddin Erol “Enerji Bakanı Taner Yıldız da Sağlık Bakanı Recep Akdağ da bizim evimizde büyüdüler”. diyor.

Peki Menzil tarikatının diğer kolunun başına geçen oğul ne diyor:
“Doğru, Recep Akdağ’ı tanıyorum. Buraya (Menzil’e) gelmiş gitmiş. Sağlık Bakanlığı, Menzil cemaatine bağlı diye liyakatsiz bir insanı almışsa vallahi o doğru değildir.”

Yani devlet kademeleri bile tarikatların elinde olunca böyle enteresan tiplerin sağlık bakanlığı özel kalem müdürü olarak atanmasının önünün nasıl açıldığı anlaşılmış oluyor.

Ali Edizer diyor ki "dün gördüm, kocası aldattı diye bir yuva yıkılmış, ayıptır, günahtır! Oğlum niye aldatıyosunuz lan!"

Deyince, insan “herhalde devamında aldatanı ayıplayacak, niye yapıyorsun oğlum” falan diyecek diye beklerken sözüne şöyle devam ediyor:
Allah sana ruhsat vermiş. Aldınız, bir başkasını sevdiniz, onu da alın.
He gözünüz yiyo yemiyo ayrı bir şey, insan yuvasını yıkar mı? Yapmayın ya.
Medeni kanunla zaten mücadele ediyoruz. Bizi bacılara mahcup etmeyin, yuvanızı niye yıkıyorsunuz ya?
Diyor.

Bir başka videosunda da alay ederek “Eeeeey benim laik halkım” diyor. Devamında halkın hayata dair birçok konuya Allah’ı dahil ettiğini ama sıra devlet işlerine geldiğinde niye Allah’ı karıştırma dendiğini söyleyerek, “niçin, siz nasıl bir Allah’a inanıyorsunuz” diyor. Yani laiklik konusunda ciddi kuyruk acısı var.

İşin daha da üzücü yanı sosyal medyada yorum atarak bu adamın sözlerine destek olanlar, kahrolsun laik düzen diye çığırtkanlık yapanlar da var. Şu uçkur sevdası bir bitmedi.

Adam da haksız değil çünkü İslam kadına değer vermez.

Zaten kadına değer vermediği gibi bir de kadını Müslüman olan olmayan şeklinde ayırarak kafir kadını daha da ayaklar altına alır.

En basit örneği Bakara 228 ve 234 de eşi ölen-öldürülen Müslüman kadınların 4 ay 10 gün veya 3 ay hali adet görünceye kadar beklemesi gerektiği yazılıdır.

Bakara 228: Boşanan kadınların kendileri üç âdet görünceye kadar beklerler. Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorlarsa, Allah’ın rahimlerinde yarattığını gizlemeleri onlara helâl olmaz. Eğer taraflar arayı düzeltmeyi istiyorlarsa kocaları, onları kendilerine geri çevirme hususunda başkalarından daha ziyade hak sahibidirler. Kadınların, mâkul ve meşrû ölçülerde ödevlerine denk hakları vardır; erkeklerin ise onların üzerinde bir dereceleri mevcuttur. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Bakara 234: İçinizden ölenlerin geride bıraktıkları eşleri kendi başlarına (evlenmeksizin) dört ay on gün beklerler. Bekleme sürelerinin sonuna geldiklerinde kendileri hakkında, normal ölçülerde yapıp ettiklerinden size bir sorumluluk yoktur. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır.

Fakat savaş esiri cariyeler için bu kadar uzun bir iddet süresi geçerli değildir, sebebi de tahmin ettiğiniz üzere bellidir. Ayetlere bakalım:

Nisa 24: Elinizin altında bulunan câriyeler müstesna, evli kadınlar da size haram kılındı; Allah’ın size emri budur. Bunlardan başkasını, iffetli yaşamak ve zina etmemek kaydıyla, mallarınızla (mehir ile) istemeniz size helâl kılındı. Onlarla karı-koca ilişkisi yaşamanıza karşılık kararlaştırılmış olan mehirlerini verin. Mehir kesiminden sonra karşılıklı anlaşmanızda size günah yoktur. Şüphesiz Allah ilim ve hikmet sahibidir.

Nisa 25 ile cariyeler konusunda Müslümanlara daha da geniş yetki tanınmıştır:
İçinizden mümin ve hür kadınlarla evlenmeye gücü yetmeyen kimse, ellerinizin altında bulunan mümin câriye kızlarınızdan alsın. Allah sizin imanınızı daha iyi bilmektedir. Birbirinizden türeyip gelmektesiniz. Öyleyse iffetli yaşamaları, zina etmemeleri ve gizli dost da tutmamaları şartıyla ve ailelerinin de izniyle onları nikâhlayıp alın, mehirlerini de âdete uygun olarak verin. Evlendikten sonra bir fuhuş yaparlarsa onlara, hür kadınların cezasının yarısı gerekir. Bu, içinizden günaha düşmekten korkanlar içindir; sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

İslam’ın kadını nereden nereye getirdiğini söylemeye gerek var mı?
Buhara Melikesi Kabac Hatunla veya Tomris ile İslamın dönüştürdüğü kadın modeli kıyaslanabilir mi?

Birçok hadiste cariyelerin satın alınırken veya satılırken hangi muamelelere maruz kaldığı da açıktır.
Ama bu yayında cariye konusuna çok girmeyeceğim, daha çok İslamın kadını getirdiği konuma odaklanmak istiyorum.

İslama göre kadın tıpkı günümüz aşırı dindar yada cemaat ailelerinde gördüğümüz gibi itaatkar olmalıdır, bir nevi nikahlı köle gibi.

Bir hadisten bahsetmek istiyorum fakat çok uzun olduğundan size dikkat çekmek istediğim bölümünü göstereceğim:

Bakın bir hadiste Ömer ne diyor:
...Ben Ensar'dan bir komşum ile beraber Benu Umeyye ibn Zeyd yurdunda (oturuyor) idim. Bu yurt Medine'nin Avali denilen semtindedir. Bir şey öğrenmek ümidiyle peygamberin yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy ve diğer şeylere dair ne duyarsam haberini komşuma getirirdim. O da indiği zaman böyle yapardı. Ve biz Kureyş topluluğu, kadınlara galebe ediyorduk. Medine'ye Ensar üzerine geldiğimizde bir de gördük ki onlar, kadınları erkeklerine galebe eder bir kavim (yani kadınlar erkekleri üzerinde üstünlük sağlıyorlar). Derken bizim kadınlarımız, Ensar kadınlarının edebinden almaya başladılar. Bir gün ben karıma karşı bağırdım; o da bana cevap verdi. Ben onun bana söz döndürüp cevap vermesinden hoşlanmadım; azarladım.
[Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 2468; Kitap içi kaynak: Buhari 46.Kitap, 29. hadis]
[Sahih Buhari, Darüssalem hadis no 5191; Kitap içi kaynak: Buhari 67.Kitap, 125.hadis]

Zaten Nisa 34’deki sözler de bu hadisten farksız değil, bakın ne diyor:
Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılmasına bağlı olarak ve mallarından harcama yapmaları sebebiyle erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudurlar. Sâliha kadınlar Allah’a itaatkârdırlar. Allah’ın korumasına uygun olarak, kimsenin görmediği durumlarda da kendilerini korurlar. (Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarda yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık onların aleyhine başka bir yol aramayın; çünkü Allah yücedir, büyüktür.

Bildiğiniz gibi Allah mesajlarını net şekilde anlatmayı başaramadığından onun kulları parantez içleri ile "aslında Allah burada şöyle demek istedi diyerek" apaçık ve kusursuzdur dedikleri Kur'an'ı güncelemeye çalışıyorlar. Tıpkı yukarıda, Nisa 34'deki parantez içi gibi. Ne yazıyor parantez içinde "(Evlilik hukukuna) baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..." Halbuki ayette orada Evlilik hukukuna diye bir ibare yoktur. Birçok mealde de yoktu, fakat insanlar Kur'an'ı didik didik etmeye başlayınca Allah'ın kulları da insanlar İslam'dan kaçmasın diye kutsal parantez içlerine başvurdular. Bol bol o kutsal parantez içleri ile "Allah bunu ima etti" diyorlar. Nisa 34'de bahsettiği şey evlilik hukuku değil erkektir. Allah o ayette her zaman olduğu gibi erkek kuluna seslenmektedir ve erkek kuluna şöyle der: "Baş kaldırmasından endişe ettiğiniz kadınlara..."

Yani tıpkı hadisteki gibi kadın erkeğe karşı gelemez, cevap veremez, aksi taktirde dayağı yer.

Kadın her daim, her konuda itaatkar olmalıdır, tıpkı şimdi okuyacağım hadislerdeki gibi:
  • "Erkek hanımını yatağa çağırdığı zaman, kadın gelmekten imtina ederse, sabaha kadar melekler lânet okur."
  • "Nefsim kudret elinde olan Zât-ı Zülcelâl'e yemin ederim, bir erkek hanımını yatağa davet ettiğinde kadın imtina edip gelmezse, kocası ondan râzı oluncaya kadar semada olan (melekler) ona gadab ederler."
  • "Erkek, kadınını yatağına çağırır, kadın da gelmeye yanaşmaz, erkek öfkelenmiş olarak sabahlarsa, melekler sabaha kadar (bir rivayette yatağa gelinceye kadar) kadına lânet okurlar."
  • "Kadın küskünlükle kocasının yatağından ayrı olarak sabahlarsa, melekler onu lanetler."
[Buharî, Nikâh 85, Bed'ü'l-Halk 6; Müslim, Nikâh 120-122 (1436); Ebu Dâvud, Nikâh 41, (2141)]

Yani İslamda kadın, eşine cevap veremez, karşı gelemez, başım ağrıyor deyip diğer yana dönemez. Bunları yaparsa ya günaha girer yada lanet okunmaya uğrar. Hani az daha zorlasalarmış “kadın erkeğin kölesidir” diyeceklermiş ama dilleri varmamış.

O yüzden birkaç ay önce tv de bir haber gördüğümde hem üzülmüş hem de gülmüştüm. Haber şöyleydi: TRT’deki Kur’an okuma yarışması birincisi Fatih Akçay eşine şiddetten yargılanıyor.

Üzücü bir olay, fakat neden güldüm? Çünkü bunu ayıplayan, yorumlarıyla adamı gömen bir sürü Müslüman kadın vardı, saymakla bitmez. Hiçbiri bilmiyor ki dini zaten kadına “erkeğine itaat et” diyor ve erkeğe "kadını dövmek de dahil olmak üzere" türlü ruhsatlar verip üstünlükler tanıyor.
Yani bir kadının İslama inanması insanın celladını savunması gibi bir şey..

MİTOLOJİLERDEKİ EFSANEVİ YARATIKLAR | 1

Yazan: Hermes Trismegistos

MİTOLOJİK YARATIKLAR | 1

Kiklop: Kiklop'lar yunan mitosunda alınlarının ortasında tek gözleri olan çok büyük boyutlu devlerdir. Poseidon ile Amphitrite'nin oğullarıdır ve onlar tanrılara karşı korkusu olmayan, acımasız, insan etiyle beslenen canavarlardır. Homeros'a göre kiklop'lar mağaralarda barınan korsan çobanlardır. Odisseus adamları ile birlikte Troya savaşını bitirip İthaka’ya dönerken dev kiklop Polyphemos'a esir olmuş ve onu öldürmek zorunda kalmıştı. Oğlunun öldürülmesine sinirlenen Poseidon, Odisseus'u bin bir türlü felaketle cezalandırmıştı. Hesiodos'a göre kiklop'lar Gaia ve Uranos'un çocukları idi ve üç taneydi: Brontes, Steropes ve Arges. İsimleri sırasıyla 'gök gürültüsü', 'parıltı' ve 'şimşek' anlamına gelir. Babaları tarafından Tartaros'a hapsedilmiş, daha sonra Zeus tarafından kurtarılmış ve ona titanlara karşı savaşta yardım etmişlerdi.
Bir rivayete göre kikloplar Apollon'un oğlu, sağlık ve hekimlik tanrısı olan Asklepios'u öldürmüşlerdi. Buna sinirlenen Apollon oğlunun öcünü almış ve kyilopları öldürmüştü. Daha sonra çıkan efsanelerde ise kikloplar ateş tanrısı Hephaistos'un yardımcıları idi ve onun yanında demircilik yapıyorlardı.

Ayrıca kiklop, dede korkut hikayelerinde tepegöz olarak geçer ve benzerlik gösteren mitolojilerden biridir. Çünkü Odisseus kiklopların mağarasından koyun postuna bürünüp koyun taklidi yaparak kaçar. Bunun benzeri olarak Dede Korkut hikayelerinde Basat, tepegözler tarafından yenilmekten koyun postuna sarınıp mağaradan kaçarak kurtulur.

Kerberos: Yer altı dünyasını yöneten Hades'in üç başlı köpeğidir. Kerberos kelimesi Grek dilinde "çukur iblisi" anlamına gelmektedir.

Isırığı ve salyaları zehirli olan bu köpeğin görevi yer altı dünyasına giden ölülerin bir daha dünyaya dönmemelerini sağlamaktır. Efsaneye göre Kerberos yer altı dünyasının kapısında zincirlerle bağlanmış bir şekilde bekler. Ayrıca Kerberos, Herkül’ün son görevinde onun tarafından öldürülmüştür. Bunun dışında Yunan mitolojisinde geçen Kerberos'un 4 mağlubiyeti şunlardır;
  1. Müzik yeteneğini kullanan Orpheus tarafından uyutularak,
  2. Lethe ırmağındaki su yardımıyla Hermes tarafından uyutularak,
  3. Roma mitolojisinde, ilaçlı keklerle Aineias tarafından uyutularak,
  4. Yine bir Roma masalında, ilaçlı keklerle Psykhe tarafından uyutularak

İtbaraklar: Oğuz Kağan destanında yer alan bu yaratıklar köpek başlı ve insan vücutluydu. Günümüzdeki kurt adam inanışına benzetebiliriz. İtbaraklar bir kavimdi ve Türklerle pek çok savaşa girişmişlerdi. Oğuz Kağan destanlarının önemli bir bölümü de, "Köpek başlı insanlar"ın ülkelerine yapılan akınları içerir. Türkler bu kavimlere, "İt-Barak" adı veriyorlardı. "İt" sözü, eski Türklerde de köpek anlamına geliyordu. "Barak da bir nevi köpekti". Bazılarına göre "Siyah ve tüylü bir köpek cinsi" idi. Fakat bu köpek de, herhalde başlangıçlarda, efsanevi bir köpek olmalı idi. Oğuz Kağan destanlarına göre "İt Barak'ların memleketi kuzeybatıya doğru uzanan, karanlık ülkeler içindeydi. Buradan yola çıkarak itbarakların İskandinavya'dan gelmiş olabileceğini öne sürebiliriz zira İskandinav mitlerinde de kurt adam yada köpek başlı insan motifine rastlanır. Oğuz-Han 'İt-Barak' lara karşı bir akın yapmış; fakat mağlûp olarak dağlar arasındaki bir nehrin ortasında bulunan küçük bir adacığa sığınmak zorunda kalmıştı.

Hidra: Hidra, Yunan mitolojisinde 9 başlı bir yılan kimi zaman ejderha diye nitelenen ve Lerna bataklıklarında yaşayan efsanevi canavarın adıdır. Bu canavarın öldürülmesi Herkül'ün görevleri arasındadır. Hidra'nın babası Titan Tifon, annesi ise canavarların tanrıçası Ehidna'dır. Hidra,ölümden sonraki dünya ile yaşayan insanların olduğu dünya arasındaki kapıda bekçilik yapmaktadır. Hidra'nın öldürülmesi çok zordur çünkü kesilen her başın yenisi çıkmaktadır. Herkül onunla savaşırken,kestiği her başın yeniden çıktığını görmüştür ve tam savaşmaktan vazgeçip yorulduğunda yardımına yeğeni (İoloas) yetişir ve kesilen başları meş'aleyle yakma fikrini verir. Herkül meş'ale sayesinde Hidra'yı en sonunda öldürmeyi başarır ve onun zehirli kanını savaşlarda kullanır. Hidra'nın zehirli kanı yaraların daha şiddetli ve derin olmasını sağlar.

Minotor (Mintor): Girit’te hüküm süren güçlü kral Minos, gücünü kanıtlamak için denizler tanrısı Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Posedion boğayı Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos boğayı kurban etmez. Bunun yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde çok sinirlenir ve Minos’un karısını boğaya âşık eder. Minos’un karısı Pasiphae, boğayla çiftleşir ve boğa başlı, kuyruklu, insan bedenli Minotor doğar.
Minotor herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un yaptığı bir labirentin içine kapatılır. Minotor'u zapt edebilmek için belli vakitlerde erkek ve dişi kurbanlar sunuluyordu. Kahraman Theseus labirente girmeye talip oldu ve Minotor'u öldürerek kendini kanıtladı.

Feniks: Eski Mısır kökenli efsanevi ateş kuşunun Batı mitolojisindeki karşılığıdır. Pers mitolojisinde Simurg, Arap ve İslam mitolojisinde Anka, İslam sonrası Türk mitolojisinde Zümrüdü Anka veya Simurg'u Anka, daha önceleri de Tuğrul olarak geçmesi gibi birçok milletin efsanelerinde karşılık bulmaktadır.
Bahsedilen bu kuşlar bu mitolojilerde kısmen benzerlik, kısmen de farklılık göstermektedir. Yunan mitolojisinde Feniks'in Habeş diyarında yaşadığına inanılıp bir kartal büyüklüğünde ve çok uzun ömürlü olduğu söylenmektedir. Gözleri yıldızlar gibi parlak olup başında parlak bir sorguç bulunmaktadır. Boynunun tüyleri yaldızlı, diğer tarafları ise kırmızıdır. Ömrünün sonlanmakta olduğunu anlayınca, kuru dalları zamkla sıvayarak kendine yuva yapar ve üstüne kurulur. Kızgın güneşin yuvayı tutuşturup kendini yakmasının ardından küllerinden bir yumurta meydana gelir ve ondan da yeni bir Feniks çıkar. Bu sebeple Hristiyanlar Feniks adını verdikleri bu kuş mitini öldükten sonra tekrar dirilmenin simgesi sayarak yorumlamışlardır.

Livyatan: Eski İbranice’de Leviathan, modern İbranicede Livyatan olarak söylenen bu ismin anlamı; ‘Kıvrılan, Bükülen’ demektir. Leviathan’dan Tevrat’ta bir su canavarı olarak söz edilir. Bu yüzden onun adı doğrudan "su canavarı" olarak da kullanılabilir. Edebiyat dünyasının çok ünlü romanlarından biri olan Herman Melville’in MOBY DICK adlı eserindeki kahraman su canavarı bir Leviathan’dır. Çok büyük balinaları anlatmak için de aynı isim kullanılırken, günümüzde basit balina sözcüğünün karşılığı da modern İbranicede Leviathan’dır. Kimileri tarafından çok eskiden yaşamış çok büyük boyutlu bir sperm balinası cinsi olduğu da söylenir.

Pegasus: Perseus , Poseidon'u hamile bırakan Medusa'nın kafasını kesince, Gyrionis'in babası Chrysaoras ve kanatlı at Pegasus kesilen baştan dışarı fırladı. Bir başka anlatıya göre de Pegasus Medusa’nın denize dökülen kanından doğmuştur. Sonra ona binen Perseus kaçmayı başardı. Pegasus bu nedenle Poseidon ve Medusa'nın oğluydu. Hesiodos'a göre adı "Okyanusun Kaynakları" ndan gelmektedir.

Dolayısıyla isminin kaynaklarla ilgili olduğu söyleniyor. Pegasus doğduğu gibi ölümsüzlerin katı Olimpos'a yükseldi ve Hephaestus'un laboratuvarından yıldırım taşımak için Zeus'un hizmetinde kaldı. Korint'te hüküm süren mitolojik geleneğe göre sikkelerin üzerine sembolleri basılan Pegasus bir Korint tanrısıydı. Pegasus'un Medusa'dan doğduğu anda Korint’e uçtuğu ve Pyrenees sularında susuzluğunu giderdiği söylenir.

Kentaur (Sentor): Yunan Mitolojisi'nde yarı insan yarı at olarak bilinen Kentaurlar, savaş yetenekleri fazlasıyla gelişmiş, güçlü yaratıklar olarak tasvir edilmiştir. Asil duruşları ve karakteristik özellikleri nedeniyle modern edebiyatta da kendilerine yer bulmuşlardır. Bu yönlerinden dolayı Yunan mitolojisinde bilinen en asalet sahibi varlıklar olarak tanımlanırlar. İnsanlar dahi Kentaurların asaletini kabul etmişlerdir. Bunun yanında bilgili ve gerektiğinde çok saygılıdırlar. Savaş aleti olarak çok iyi ok ve yay kullanırlar ve dört nala koşarken bile nişan alarak hedefi vurabilirler. Sezileri kuvvetli olan Sentorların geleceği görme, kahinlik ve yıldızları okuyabilmek gibi değişik güçleri de vardır.

Sentor figüründeki Sagittarius takım yıldızının mitolojide yolculuklar sırasında rehberlik etmesi için gökyüzüne yerleştirildiğine inanılır. Çoğu efsanede olduğu gibi Sentor efsanesinde de gerçeğe dayanan sebeplerin olduğu bilinmektedir. Sentorların atlarla ilgili olan, at üstünde savaşa giden ve atıyla yaşayan bir toplum olduğunu ve zaman içerisinde ki söylentilerle yarı at yarı insan biçimli yaratıkların oluştuğunu söylemek mümkündür. Bir diğer rivayette Yunanlıların İskitler yani bilinen ilk Türklerle giriştiği savaşlarda onların at ile olan yakınlıklarına ve iyi kullanmalarına şaşırmış ve onlara Sentor demeye başlamışlar, bu söylem yıllar geçtikçe at adam efsanesine dönüşmüş denilir.