HABERLER
Dini Haber

HAŞHAŞİLER

Yazan: Hermes Trismegistos


ALAMUT FEDAİLERİ: HAŞHAŞİLER

Etimolojisi ve Kökeni
Haşhaşiler 1090 yılınd Hasan bin Sabah yada popüler adı ile Hasan Sabbah tarafından kurulmuştur , tarikatın resmiyete dökülmesi ile Elemut (Alamut) kalesinin alınması ile olmuştur. Haşhaşi" kelimesinin kökeni ve anlamı 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında tartışma konusu olmuştur. 19 Mayıs 1809 tarihinde Silvestre de Sacy'nin Institut de France'da yayınladığı bildiride kelimenin etimolojisine getirdiği açıklama kabul görmüştür. Sacy'e göre Batı dillerinde "suikastçı, kiralık katil" gibi anlamlara gelen ve en erken Haçlı Seferleri kayıtlarında rastlanan "assasini, assissini, heyssisini" gibi kelimelerin kökeni Arapçadaki "haşhaş" kelimesidir. Bu kelimenin çoğulu ise "haşhaşiyyun, haşhaşin" gibi kelimelerdir.

"Haşhaş" kelimesi Arapçada "kuru ot" ve "hayvan yemi" anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre de Sacy, Haşhaşiler'e bu adın haşhaş kullanma alışkanlıklarının fazlalığı ve kendilerini uyuşturmaları yüzünden verildiği kanısını benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vadettiği cenneti tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini düşünmüştür. Zira birçok eski kaynakta da görebileceğimiz üzre gerçeklikten kopmaya neden olan ve ne olduğundan emin olunamayan bir ottan bahsedilir. Mevlana’nın Mesnevi'yi bunu kullanıp görüler görerek yazdığı ileri sürülür. Ve de Sabbah’ın havarilerini zevk yolunda bir araçmışçasına haşhaşla uyuşturup cenneti vaat etmesine örnek olarak Marco Polo'nun seyahatnâmelerinde geçen cennet bahçeleri hikâyesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran'dan geçmiş olan Marco Polo'nun seyahatnâmesindeki hikâye özetle şöyledir:

Kendi dillerinde şeyhlerine "dinin büyüğü" anlamına gelen Alaeddin diyorlardı. Şeyh iki dağ arasındaki vadiyi kapatmış ve burayı sütten, baldan ve şaraptan akan sular, güzel huriler ve çeşitli meyve bahçeleriyle donatmıştı.(Burada dikkat çekilen nokta süt ve bal akan vadinin ütopikliği değildir zira Şeyh yani Hasan Sabbah'ın müritleri Alamut'u bir yuva, vadinin ortasını da süt,bal,huri,bolluk bereket diyarı gibi görmeleridir.) Dağın şeyhi müritlerinin gerçekten cennette olduklarını zannetmeleri için burayı Muhammed'in cennet tasvirine benzetmişti. (Hadislerde cennetin çokça tasviri bulunmaktadır örnek verilecek olursa en başta şehvet unsuru olup müminlerin iştahını kabartan huriler yada iktidarsızlığın olmaması yada bolluk bereket içinde döneme göre bir ütopya olarak nitelenmiştir.) Bizim yaşlı adam dediğimiz bu efendi fedailerine iksirinden içirerek onları dörderli, altışarlı gruplar halinde bahçeye taşıtıyordu. (İksirden kasıt büyük ihtimalle demin bahsettiğimiz damıtılmış haşhaştan yapılan uyuşturucu veya ona benzer esrikleştirici etkisi olan bir ottur) Gerçekten cennete gittiklerini zanneden müritlerini bir göreve göndereceği zaman şeyh "Gidip şunu şunu öldüresin. (Haşhaşilerin bu kadar gözü kara ve dillere destan katiller olmalarının başlıca sebebi de budur zaten ) Meleklerim seni cennete götürecektir." diyordu. Şeyh'in cennetine geri dönebilme arzusuyla fedailerin göze almayacağı hiçbir tehlike yoktu. Kullanılan maddenin esrikleştirici etkisi bir yana Hasan Sabbah’ın zihin yönlendirme konusunda fazlasıyla yetenekli olduğu da aşikardır.

Kuruluşu ve Yükselişi
Tarikat 11.yy'da İsmaililik mezhebi esaslarına dayanan Fatımiler devleti içindeki dinsel bir zıtlaşma sonucu ortaya çıktı. Bu zıtlaşma sonucunda ortaya çıkan iki mezhep de diyebileceğimiz koldan biri olan Nizarilik kolunun temsilcisi olan Haşhaşin Tarikatı ilk olarak İran daha sonra da Suriye'ye doğru yayıldı. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli ve farklı bir güç olarak ortaya çıktı. Haşhaşin Tarikatı ideolojik açıdan dönemin Sünni siyasi ve dini çevrelerini düşman olarak gördü.Bu açıdan Haşhaşilerin, İsmaililerin bir kolu olarak başlayıp kendi terör unsurları üzerinden yeni bir mezhep kurduğunu da söyleyebiliriz. Özel olarak da Abbasi Halifeliği ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti esas düşmanları oldu. Bu tarih kitaplarına da tarihin ilk terör örgütü denilerek girmiştir zaten. Toplu, suikastleriyle tanınırken, yukarıda da değindiğimiz gibi şeyh Sabbah müritlerini uyuşturdu ve onları savaşa yolladı. Topluluğun, Büyük Selçuklu Devleti zamanında terör estirip, birçok üst düzey devlet adamını ve Abbasi soyunu öldürdüğü de bilinir.

Nizamiye medreselerinin kurucusu Selçuklu veziri Nizamül mülk, Melikşah zamanında, Alamut Kalesi’nin hakimiyetini ele geçiren Hasan Sabbah’ın üstüne yürüdü ve kaleyi kuşattı. Hasan Sabbah, Nizamülmülk’e bu işten vazgeçmezse öldürüleceğini haber saldı. Ama Nizamülmülk kararından vazgeçmedi. Bir gün Hasan Sabbah’ın fedailerinden Ebu Tahir, Nizamülmülk’ü bir suikast sonucu öldürdü.Bu çok önemli bir olayıdır çünkü Selçuklu vezirinin sadece bir fedai tarafından öldürülmesi ciddiye dahi alınamayacak kadar imkansızdı. Artık vezirleri ölen Selçuklu askerleri kuşatmadan vazgeçmek zorunda kaldılar.

Hasan Sabahın artan şanı ile birlikte yeni bir unvan ortaya çıktı: Şeyh-ül Cebel. ”Dağların kartalı” anlamına gelen bu unvan Hasan Sabbah ve ondan sonra gelenlere verilen unvan oldu. Hasan Sabbah 33 yıl hüküm sürdükten sonra, 1124’te ölünce o bölgedeki insanlar büyük bir beladan kurtulmuş oldu çünkü oranın halkına hem bir derebey zulmü yaşatmış hemde müritleri sayesinde korkulan bir insan olmuştu.

Hasan Sabbah ekolünün başındaki isim Şeyh-ül Cebel Sinan, yok edilmesi için fedailerini Selahaddin Eyyubi’nin üzerine gönderdi.Aynı dinden olan iki grubun zıtlaşıp savaşmasıdır bu da İsmailiye Devleti’ni yok eden Eyyubi’den intikam almak, Sinan’ın en büyük amacı olmuştu. Kudüs Muhasarası planlarını yapan Eyyubi, kumandanlarından birisinin odasındayken, Haşhaşi fedailerinden biri suikast girişiminde bulundu ama Selahaddin Eyyubi başındaki miğfer sayesinde ölümden kurtuldu. En azından kaynaklarda böyle yazar, Kudüs’ün fethinden bir ay sonra on bin kişilik ordu, Sinan’ın kalesi Masyaf’a doğru yola çıktılar. Bütün bunlar olurken Baş Dai Tavus, Şeyh-ül Cebel Sinan’ı öldürür ve Tavus, Eyyubi Ordusu ile çarpışır ama savaştan yenilgi ile ayrılırlar.

Fakat bu olay Haşhaşilerin sonu olmadı. İsmaililik akımı, 1256 yılına kadar çeşitli bölgelerde varlığını sürdürdü.Bu açıdan tapınak şövalyelerini ve Haşhaşileri varlığını sürdürdüğü zamanlar açısından benzetebiliriz

İlhanlılar Devleti hükümdarı Hülagu Han, 1256 yılında Haşhaşileri acımasız şekilde kılıçtan geçirmiştir. Günümüzde bu akımın değişik bir kolu, yine aynı bölgede, özellikle Lübnan’da Dürziler adıyla etnik bir grup anlayışına varlığını sürdürmektedir.Birçok açıdan işin içine din ve tarikatlar girince hep bir terör unsuru oluşturan şeyler çıkar Haşhaşiler'de öyleydi,zihinlerini haşhaşla bulandırıp etrafa vandalca zarar vermekten daha derin amaçları vardı belkide bunu bilemeyiz. Fakat Haşhaşiler Hasan Sabbah’ın müritleri tarihteki ilk terör örgütü olmaları ile tabiri caizse dünyaya terörizmi tanıtmıştır.Modern zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına “feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması kaçınılmazdı.

Böyle de oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara, suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı.Canlı bomba olayları yada benzerleri eskiden kurtulamamış cihat adı altına yapılan terörizm vs. Tüm dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki “19 sessiz adam” hayal bile edilemeyeni gerçeğe döktüler. Kendileri ve masum yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”leri ikiz kulelere dalış yaptılar.

Kaynaklar:
  • https://tr.wikipedia.org/wiki/Ha%C5%9Fha%C5%9F%C3%AEler#Tarih%C3%A7e
  • Haşhaşiler ve Tapınakçılar, Tarih ve Uluslararası İlişkiler, Rehber Ansiklopedisi.
  • https://www.milliyet.com.tr/siyaset/hashasiler-kimdir-hashasi-ne-demek-1821968
  • https://onedio.com/haber/kim-bu-hashasiler--235415
  • https://en.wikipedia.org/wiki/Order_of_Assassins

SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER

Hazırlayan: A.Kara


ANTİK SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER


Sümer topraklarına, kültür ve dinlerine sahip olmuş olan Samilerin, onların efsane ve inanışlarından hiçbirini benimsemediğini düşünmek doğru olmayacaktır. Kurulan her Sami devletinin Sümer dininden ögeler edindiği ve kendine uyarladığı bulunan arkeolojik keşifler ile ispatlanmıştır.
Cin inanışı da bunlardan biridir. Bu bağlamda önce Sümer-Babil toplumlarında cinlere dair anlatılara, onlardan ne şekilde bahsedildiğine sonra da bu inanışların Arap coğrafya ve dininde nasıl yer edindiğine hadisler üzerinden bakacağız.

Sümer mitolojisinde Galla adlı cinlerin ismi İnanna ve Dumuzi mitosunda sıkça geçmektedir. Bunlar insanları yer altına çeken, yedi rakamı ile tanımlanan, şekil değiştirebilen kötü cinlerdir. İnanna-Dumuzi efsanesinde Dumuzi'yi yer altına çekenler de Galla adlı bu cinlerdir. [19] Sümer tabletlerinde onların yiyip içmedikleri ve sevgi barındırmadıklarına vurgu yapılır. [20]

Enki, yer altına inip orada esir kalan doğurganlık tanrıçası İnanna'yı kurtarmak için tırnaklarının dibindeki pislikten kurgarru ve kalaturru adında varlıklar yaratır ve bu varlıkları yer altı dünyasına, İnanna'nın yanına gönderir. Yani Enki cinleri kirden yaratmış ve onları cehennem ile ilişkilendirilen yer altı dünyasına göndermiştir. Onların yaratılışındaki bu kir ögesi Arap dinindeki "cinlerin azığı (yiyeceği)" konusu ile oldukça ilişkilidir.

İnanna'nın yer altına inişinin anlatıldığı mitosa göre İnanna cinler tarafından kurtarılıp yeryüzüne çıktığında etrafı cinlerle sarılmış durumdadır. Yeryüzüne dönmüş olan İnanna'nın anlatısında cinlerden nasıl bahsedildiğine bakalım:
İnanna ölüler diyarından çıktı;
İnanna ölüler diyarından çıkınca,
Ulağı Ninşubur ayaklarına kapandı,
Yerin dibine girdi, çaputlara büründü.
Cinler kutsal inanna’ya şöyle dediler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” [8]

Tıpkı orta doğu dinlerinde Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar getiren cinler gibi, Sümer dininde de cinler diğer varlıkları başka yerlere götürebilmektedir. Öyle ki cinler, İnanna'nın huzuruna çıksınlar diye diğer tanrıları İnanna'nın ayağına getirirler.
Yukarıda da gördüğünüz üzere cinler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” derler fakat cinlere dair bir diğer özellik bu mitosta İnanna'yı sürekli olarak farklı yerlere götürebilmeleridir.
İlgili Sümer efsanesinin metninde cinler:
“Haydi onu götürelim, Umma'da Sigkurşagga’ya götürelim onu.”
“Haydi onu götürelim, Badtibira’da Emuşkalamma’ya götürelim onu.” [8]
Gibi ifadeler kullanır ve İnanna'yı ilgili yerlere götürürler.

Sümer'i işgal eden Samiler Babil'i kurduğunda Sümer dinini kendi dillerine çevirerek, okudu, öğrendi ve türetti. Efsanelerinde yer altı dünyasına dair korkularının ne kadar ağır bastığı net şekilde görülür. 

Babil mitolojisinde Gılgamış'ın ölen arkadaşı Ea-bani, ölüm tanrısı Nergal tarafından diriltildiğinde Gılgamış'a yeraltı dünyasını tarif ederken defnedilen bir savaşçı ile cesedi toprak üstünde terk edilmiş iki savaşçıyı kıyaslayarak şöyle der:
Bir divana yattı,
Ve saf sudan içti.
Savaşta öldürülen adam... Sen de ben de sıkça gördük böylesini.
Babası ile annesi başını kollarına almış,
Ve karısı yanı başında diz çökmüş.
Öte yandan cesedi yeryüzüne bırakılmış adam,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Ruhu artık yeryüzünde istirahat etmiyor.
Ruhuyla artık kimsenin ilgilenmediği adamı,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği. [9]

Dikkat edilmesi gereken yer son iki mısradır:
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.

Yani Samilere göre cesedi gömülmeyen savaşçılar yeryüzünde dolaşıyor, insanların ziyafetlerinden, yiyip içtiklerinden, sokaklara atılan artık yemeklerden, mesela sıyırıp yedikleri etlerin kemiklerinden besleniyorlardı. Onların yemeği artık buydu. Peki bu size tanıdık geldi mi? İslamdaki cinlerin yemeği inanışı ile ne kadar benziyor değil mi?
İşte efsane ve inanışlar böyledir. Sümer ve Babil'deki kirden yaratılan, yer altına, dolayısı ile ateşin egemen olduğu mekana gönderilen canlılar ile huzur bulamayan savaşçıların yeryüzünde gezerek yemek artıklarını yemesi gibi anlatılar Sami toplumları arasında yayılarak Arapların cin dediği varlığın yaratılışına zemin hazırlamıştır. Öyle ki oldukça güçlü görünen cin inanışlarından dolayı eski Arapların cinlere saygı duyduğu, taptığı olmuş ve aslında insanların yarattığı bu mistik varlık gerçekmiş gibi Kur'an'da ve kutsal denen diğer kitaplarda bile kendine yer edinmiştir.

Cinlere olan inancın kesin kökeni tam olarak bilinmese de Orta Doğu'daki bazı bilim adamları onların çöllerde ve kirli yerlerde yaşayan kötü ruhlar olarak ortaya çıktığını, genellikle hayvan biçimine girdiklerini iddia eder. [7] Diğerleri ise cinlerin başlangıçta pagan doğa tanrıları olduklarını ve diğer tanrılar daha fazla önem kazandıkça cinlerin yavaş yavaş önemsizleştiğini iddia eder. Aslında Sami ırkının birbirleri ile bağlantısı, inanışları, Mezopotamya'daki süreçleri ve Sümer-Babil-Akad metinleri göze alındığında bu iki görüşe de doğru demek mümkündür. 

Eski Sümerler şişkin gözlü, köpek yüzlü, pullu vücutlu, kuş pençeli ve kanatlı bir rüzgar cini olan Pazuzu'ya inanıyorlardı. Eski Babilliler, uzaktaki ıssız yerlerde, çöllerde, mezarlıklarda, dağlarda ve denizde bulunduğuna inanılan bir cin sınıfı olan utukku'ya inanıyorlardı.
Babilliler aynı zamanda Arapların çölde yaşayan, sırtlan şeklinde görünen ve gezginleri yakalayıp yiyen Gul adlı iblis inancına benzer şekilde, tenha yerlerde gezginlere saldırdığına inanılan bir vampir cin olan Rabisu'ya da inanmışlardı. Adı etimolojik olarak bir Sümer yeraltı cini olan galla ile ilişkiliydi. [7][11][12][13]

Eski Suriye kenti Palmira'da cinlere benzer varlıklar cinnayê olarak biliniyordu. Günümüz Bedevileri arasındaki cinler gibi cinnayê'nin de insanlara benzediği düşünülüyordu. Çöldeki kervanları, sığırları, köyleri koruduklarına inanıldığından onların şerefine koruyucu tapınaklar kuruldu.

İnsana cin musallat olması, bedenine girmesi gibi anlatı ve inanışların temeli bile Sümer'e dayanmaktadır. Hatta bazı Müslüman modernistlerin cinleri hastalığa neden olan virüs olarak yorumlamasına benzer şekilde antik Sümer'de de insan bedenine giren cinler onları hasta ediyordu. [15] 

Sümer büyücüleri yaptıkları ayinlerde cinleri kovmak için “Gökyüzünün davetine kulak verin! Yer altı dünyasının davetine kulak verin!” gibi sözler kullanırlardı. Kişiyi kötü cinlerin saldırılarından korumak için evinin çeşitli yerlerine büyülü sözlerin yazıldığı muskalar konur, daha sonra kötü cinler tasvir edilerek kovulurdu. [16] 

Sümerlerin inanışına göre bir insan hata ve günahlarında aşırılığa gidip bunları terk etmiyorsa koruyucu tanrısı o kişinin bedeninden çıkar ve bu boşluktan faydalanan cinler kişinin bedenine girerek ele geçirir, onu kötü hale sokardı. Bu cinlerden kurtulmak için tanrılara yakarıp dua etmek, onlara kurban ve adaklar vermek, böylece sevgilerini geri kazanmak gerekirdi. Bu yolda edilen dualardan biri şöyledir:
“Koruyucu tanrım, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Tanrılar, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Tanrıçalar, hatalarım çok, günahlarım büyüktür.
Ey bildiğim bilmediğim tanrılar,
Ey bildiğim bilmediğim tanrıçalar,
Koruyucu tanrımın kalbindeki öfke geçsin,
Bildiğim bilmediğim tanrıların öfkesi geçsin..” [17]

Sümer dininde tanrıların en çok sevdiği kurbanın kuzu olduğuna inanıldığından kurban ve adaklar genellikle koyun, oğlak ve kuzulardan oluşurdu. Fakat bir hastalığa tutulmuş kişinin tanrılardan yardım isteyebilmesi ve kötü cinleri def edebilmesi için bir domuz kurban edilmesi ve 6 parçaya bölünerek hastanın üzerine konması gerekirdi. Sonrasında Apsu'nun kutsal suyuyla yıkanan hastanın kapısının önüne külde pişirilmiş 7 ekmek bırakılır ve bu eylem 2 kez tekrarlanırdı. Devamında ise insan uzuvlarının karşısına 6 parçaya ayrılmış olan domuzun uzuvları konarak cinlere takdim edilirdi. [21]

Doğuma dair bazı inanışlar da vardı. Nugig veya kadiştum adlı sınıftan olan Sümer rahibeleri aynı zamanda büyücü olarak görülüyor, genel olarak tapınaklarda görev yapıyor olsalar da doğum yapacak kadınları koruma görevini de üstleniyorlardı. Çünkü inanışa göre doğum yapan kadın zayıf düştüğünden onu kötü cinlerin ve ifritlerin saldırılarından korumak gerekiyordu. [18]

Yani İslam'da olduğu gibi antik Mezopotamya'da da cinlerin yarı insan yarı hayvan görünümlü varlıklar olduğu, mezarlık, çöl gibi tenha yerlerde bulunup insanlara musallat oldukları, bedenen zayıf veya günahkar insanları, hamileleri hedef aldıkları, insan bedenine girdiklerine, şekil değiştirebildiklerine dair inanışlar bulunmaktaydı.
Cinlerin yiyip-içtikleri konusundaki ihtilaf bile İslam'a aynı şekilde geçmişti. Çünkü Sümer dininde cinlerden bahsedilirken bazen yiyip içmedikleri, bazen ise tam tersi olduğundan bahsedilirdi. Bu, günümüz İslam alimleri arasında bile hala devam eden ihtilaflardan biridir. Çünkü bir kısmı "cinler tabi ki yer-içer" derken diğer kısmı "ateş ve dumandan olan varlıklar nasıl yiyip içsin" demektedir.

Şimdi gelin hadislerde Cinlere dair neler anlatılıyor, Mezopotamya'daki inanışlara nasıl benziyor kendiniz görün.

Cinlerin yemeği -1
Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir:
Ebû Hüreyre, Peygamber'in beraberinde bulunuyor ve abdest için su matarasını taşıyordu. Hazreti Peygamber taharet için uzaklaşınca, Ebû Hüreyre su matarasını alarak Hazreti Peygamberi
takip etti. Bunu fark eden Hazreti Peygamber:
«Bu (peşimden gelen) kimdir?.» buyurdu. Ebû Hüreyre;
-Ben, Ebû Hüreyre,'yim, diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem: «Bana birkaç taş getir, onlarla temizleneyim. Ancak kemik ve tezek getirme.»
Ebu Hüreyre der ki:
-Kemik ve tezeğin nesi var? diye sordum. Peygamber bana cevaben şöyle buyurdu:
«Onlar (kemik ile tezek) cinlerin yemeklerindendir. Nitekim bana Nasibin beldesinin cinlerinden bir heyet geldi. Onlar ne iyi cinlerdi. Benden azık ve yiyecek istediler. Ben de onlar için Allah'a dua ettim ki, rastladıkları her kemik ve tezeğin üstünde behemehal bir yiyecek bulsunlar.» [3]

Cinlerin yemeği -2
Âmir'den rivayet edilmiştir:
“Alkame'ye sordum: Abdullah İbn Mes'ud, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Alkame:
“Abdullah İbn Mes'ud'a ben de bu meseleyi sorup: “Sizden birisi, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu mu?” dedim. Abdullah İbn Mes'ud:
“Hayır, fakat bir gece biz Resulullah (s.a.v.) ile birlikte bulunduk. Bir ara onu kaybettik ve onu vadilerde, dağ yollarında aradık, acaba (cinler tarafından) uçuruldu mu, yoksa gizlice öldürüldü mü?” dedik. Böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü geceyi geçirdik. Sabahlayınca bir de baktık ki, Resulullah (s.a.v.) Hirâ tarafından çıka geldi. Ona:
“Ey Allah'ın resulü! Seni kaybettik, aradık, fakat bulamadık. Bu sebeple bir kavmin geceleyeceği en kötü geceyi geçirdik” dedik. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.):
“Bana, cinlerin dâvetcisi geldi. Onunla gittim de cinlere Kur'ân okudum” buyurdu. Bizi götürerek cinlerin izlerini ve ateşlerinin eserlerini bize gösterdi. Cinler, Resulullah (s.a.v.)'e azıklarını sormuşlardı. O da, (onlara):
“Elinize geçen üzerine besmele çekilmiş her kemik olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve tezeği de hayvanlarınıza yemdir” buyurmuş. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) bize dönerek:
“Artık siz bunlarla taharetlenmeyin! Çünkü onlar, (din) kardeşlerinizin yiyeceğidir” buyurdu. [10]

Muhammed'in bir cini yakalayıp bağlaması
Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber şöyle demiştir:
«Dün gece bir azgın cin, namazıma mani olmak için üzerime atıldı. Allah'ın izniyle onu kıskıvrak yakaladım. Hatta istedim ki mescidin direklerinden birine bağlayayım da, sabahleyin hepiniz onu göresiniz. Lâkin sonra kardeşim Süleyman peygamberin şu duası hatırıma geldi:
Allah'ım, beni bağışla ve benden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak bir saltanat bana ver.» (Cinlere hükmetme saltanatının yalnız kendisine ait olmasını dinleyen Süleyman peygamberin bu duası yüzünden o cini bağlamaktan vazgeçti.)
[1][2][5]

Muska ile cinden korunma
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize, zehre karşı, göz değmesine karşı, nemle kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı." [4]

Cinlerin insan kılığına girmesi
Ebû Bekir Muhammed b. Ubeyd der ki: Abdurrahman b. Abdüllah, amcası Amr b. el-Heyseman kendisine, babası vasıtasıyla dedesinden şöyle naklettiğini rivayet etmiştir: «Merkua gitmek üzere evden çıktım.Dört fersah kadar uzaklaşınca, bir pınar başında oyna-şan bir güruh gördüm. Onları seyretmeye koyuldum.Derken biri geldi, arkadaşının sırtına atladı, sonra diğeri ötekinin boynuna atladı. Üzerlerine atımı sürmek istedim. Arka üstü yatarak gülmeye, kahkaha atmaya başladılar. Sonra atımın başım onlardan çevirip yoluma devam etmek istedim. Baktım ki bir ağacın altından kahkaha sesleri gelmiyor mu? (hayret ettim, kaldım..)»

Yine el-Haysem, babasından naklediyor: «Bir arkadaşımla birlikte yolculuğa çıktık, yolun ortasında bir kadın gördük. Haydi onu atlarımıza alalım» dedim. Arkadaşım onu arkasına aldı. Ona bakınca bir de ne gör-sem ağzından hamam bacasından çıkan alevler gibi alev çıkmıyor mu? Hemen ona hücum ettim. Bana dedi ki: «Ben sana ne yaptım da bana böyle hücum ediyor-sun?» Arkadaşım da sanki bir şey olmamış gibi:
«Yahu zavallıdan ne istiyorsun?» demez mi? Susmak zorunda kaldım. Ve yürüdük. Bir saat sonra tekrar baktığımda yine ağzını açmaz mı? baktım yine aynı alevler. Hücum ettim. Aramızda bu hâl üç kere cereyan etti. Üçüncüsünde azmettim, "mutlaka bunu yere sereceğim" dedim Üzerine atladığım gibi yere yıktım onu. Fakat yine susmadı ve şöyle söyledi: «Allah kahretsin seni, bugüne kadar senin kadar cesur bir kimse görmedim. Amma da yürek varmış sende!» [6]

Cinlerin akşam, tenhada çocukları kaçırması
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yiyecek içecek kaplarının üzerlerini örtünüz, su kırbalarının ağız iplerini bağlayınız, bütün kapıları arkalarından kapayınız, yatsı vakti sırasında çocuklarınızı dışarıda hareketten men edip eve toplayınız. Çünkü o zaman cinlerin yayılması ve bir şeyi süratle alıp kapmaları vardır. Uyku sırasında kandilleri söndürünüz. Çünkü fasıkçık; yani fare, bazen yanan fitili çeker de ev halkını yakar." [14]

Cinlerin bir adamı kaçırması
Abdurrahman b. Ebî Leylâ anlatıyor: Kadının birinin kocası ortadan kayboldu. Kadın dört yıl bekledikten sonra durumunu Ömer b. el-Hattâb’a anlattı. Ömer (R.A.), bunu kendisine haber ettiği gün itibariyle dört sene beklemesini emretti. Kocasının gelmemesi ve ondan haber alamaması halinde dört yıl sonra evlenebileceğini de bildirdi. Kadın evlendikten bir süre sonra kaybolan kocası geri döndü. Evinin kapısını çalarken veya evine giderken ona: “Karın senden sonra başkasıyla evlendi” dediler. Adam durumu soruşturunca olanları kendisine anlattılar.  Adam Ömer b. el-Hattab’a geldi ve “Karımı elimden alan ve beni ondan ayırana karşı bana yardımcı ol” dedi. Ömer, durumdan endişeye kapıldı ve “Bunu yapan kim?” diye sordu. Adam “Ey müminlerin emiri! O kişi sensin!” deyince, Ömer: “Nasıl oldu?” diye sordu. Adam: “Cinler beni kaçırdı ve uzun bir süre başıboş bir şekilde bilmediğim yerlerde dolaşıp durdum. Geri döndüğümde karımın başkasıyla evli olduğunu gördüm. Bunun emrini de senin verdiğini söylediler” karşılığını verince, Ömer r.a. “İstersen karını sana geri veririz, istersen de seni başkasıyla evlendiririz” dedi. Adam “Olur, beni başkasıyla evlendir” karşılığını verince Ömer r.a. adama cinleri sormaya, adam da anlatmaya başladı. [24]

Cinin insan bedenine girmesi
Ed-Darekutnî, İbn-i Abbas’dan şöyle bir hadîs nakletmiştir:
«Bir kadın oğlunu Allah'ın Resulünün (S.A.V.) yanına getirdi ve:
Ey Allah'ın Resûlü! Bunda delilik vardır, bu hastalık onu öğlen ve akşam tutar, diye yakındı. Bunun üzerine Peygamber onun göğsünü mesh etti ve ona dua etti. Ona istifra ettirince, karnından siyah köpek yavrusuna benzer bir şey çıktı. Ve yürüdü.» [22]

Bu hadisi, Ed-Dârimi, Müsnedi’nin ilk kısımlarında rivayet etmiştir, orada şu kayda rastlanır: Allah Resûlü ona: «Çık ey Allah’ın düşmanı!» dedi.

Cinlerin hastalıklara neden olması
"Bedevî bir adam Hz. Peygamber'in yanına gelip beraberinde getirdiği kardeşinin ağrılar çektiğinden şikayet etti. Hz. Peygamber, ağrılarının sebebini sorunca, cinlerin çarpmasından olduğunu söyledi. Bunun üzerine Peygamberimiz Bakara suresinin ilk beş ayetini, ihlas suresi ve diğer bazı ayetleri okudu, adam hemen iyileşti.” [23]

MİTOLOJİLERDEKİ EFSANEVİ YARATIKLAR | 2

Yazan: Hermes Trismegistos

MİTOLOJİLERDEKİ EFSANEVİ YARATIKLAR | 2

Mermaid (Deniz kızı) : Deniz kızları filmler hikayeler vs. sayesinde popüler yaratıklar haline gelmiştir fakat birçoklarında olduğu gibi onlarında ortaya çıkış sebebi mitoslardır. Deniz kızı, belinden yukarısı kadın, aşağısı balık kuyruğuna sahip olduğu yönündeki anlatılarla efsanelere konu olmuş bir yaratıktır. Dünya üzerinde bir çok kültürde deniz kızları yer almaktadır. Bunun sebebini mitolojiler arasında birbirinden geçen ögelerin çokluğudur. Genelde tasvirleri farklı olsa da birbirlerine çok yakın şekillerde betimlenmişlerdir. Örnek vermek gerekirse Yunan Mitolojisi içinde yer alan Sirenler denizcilere şarkılar söyleyip onları büyülerler. Bu sayede denizcilerin güverteden düşmesine sebep olurlar hatta zaman zaman gemiler onlar yüzünden batar. Diğer deniz kızlarının yer aldığı hikayelerde ise bu varlıklar boğulma tehlikesi geçiren denizcileri kurtaran iyi kalpli deniz canlıları olarak betimlenmişlerdir. Kurtardıkları erkekleri su altındaki krallıklarında yaşamaya davet ettikleri de söylenir. Bazı yerlerde ise deniz kızlarının insanları su altına doğru çekerken insanların suda nefes alamadıklarını unuttukları için denizcileri bilmeden de olsa ölüme sürükledikleri söylenir.

Kharon : Kharon (Kharoon) yada Charon denilen yaratığın mitolojide anlatımı şu şekildedir. Mitolojide gökleri Zeus, denizler Poseidon, yer altı dünyasını da Hades almıştır. Daha doğrusu Zeus öyle paylaştırmıştır. Hades hem yer altı dünyasına hemde yeraltının tanrısına verilen isimdir ve o yer altı dünyasında Stiks nehri bulunur. Stiks nehrinin kayıkçısı ise Kharondur. Kharon ölüleri kayıkla nehrin karşısına geçirir. Tabi ücretini alarak.
Eski yunanlar öldükten sonra cesedi gömmeden önce ağzının içine yada avucuna bir altın sikke koyarlarmış. Çünkü inançlarına göre ölen kişi yer altına indiğinde o sikke ile Kharonun ücretini ödeyecek ve Stiks (Styks) nehrinden geçebilecektir. Kim ki sikke olmadan gömülür ise yer altına indiğinde kayıkçıya verecek hiçbir şeyi olmadığı için nehri geçemeyecek ve kıyıda bağırarak çaresizce koşuşturacaktır. Kharon Odysseia destanında şöyle anlatılır:

– Dur sefil Ruh, nefes alanların diyarından hediyemi getirdin mi?
– Geçiş için ödemem işte burada Stiks nehrinin yüce kayıkçısı…
– Ödeme kabul edildi sefil ruh hadi gel kayığa. Götüreyim seni ölümden sonraki yaşamın diyarına…


Banshee : Banshee aslında bir İrlanda efsanesidir. İskoçya, Avusturalya, ve Amerika’ya yayılmıştır fakat çıkış noktası İrlanda'dır ve diğer ülkelere de İrlandalıların göçleri sebebiyle yayılmıştır.

Banshee’ler İrlanda inançlarında var olan, ölüm haberi veren perilerdir ve onlara dair yazılan ilk yazılar 8.yy’dan kalmadır.
Banshee’ler aslen saf İrlanda kanı taşıyan ailelerin koruyucu perileridir. Ait oldukları aileleri çok sever, birinin öleceğini hissettikleri zaman yas tutmaya, ağıtlar yakmaya, ağlayarak çığlık atmaya başlarlarmış. Onların gece yarısı ölümü yakın olan kişinin odasının pencere altında çığlıklar atarak ağladığı duyulurmuş fakat kimse göremezmiş bu varlıkları. Görülemeyecek kadar şeffaf yada görünmez oldukları üzerine de söylenceler bulunmaktadır.
Sesi duyulduğu zaman bilinirmiş ki o evden biri ölecek. Aynı anda birkaç Banshee’nin çığlık attığı duyulursa, bu, ölecek olan kişinin hatırı sayılır derecede önemli makam ve nüfuz sahibi biri olacağını işaret edermiş.

Banshee’leri görebilen çok azmış. Bu insanların hepsinin söylediği ortak şey ise uzun boylu, zayıf bir kadın görüntüsünde olduğu, saçlarının ayaklarına kadar uzandığı ve yeşil giysi üzerine gri kapüşonlu bir pelerin giydiği imiş.
Burandan hareketle onların Kelt efsanelerindeki ormanın koruyucu perilerine benzediğini ve kökeni olarak bunu gösterebileceğimizi öğreniyoruz.

Anlatıldığına göre Banshee'lerin gözleri ağlamaktan hep kıpkırmızıymış. Zamanın insanlarına gece yarısı birden atılan tiz çığlıklar, ağlama sesleri ve hıçkırıklar duymak çok ürkütücü geliyormuş. Üstüne ölümü haber verdiklerine dair inanışları da eklenince durum daha da endişe verici bir hale bürünüyormuş. Bazı hikayelerde de Banshee’lerin ağlayıp haykırarak aileye birinin öleceğini haber vermelerinin sebebinin aslında o aileyi haberdar etmek, ölüm acısının birden onları şoka uğratmaması için onları buna hazırlamak olduğundan bahsedilir.

Hatta hala İrlanda’nın bazı ufak kasaba ve köylerinde seslerinin duyulduğu, varlıklarını sürdürdüğü söylenir.

Beelzebub : Fazlasıyla farklı ismi olan Beelzebub’a Velzevul yada Beelzebuth da denir. Hristiyan teolojisi dünyaya dair çifte vizyon benimseyerek onu iyi ve kötüye ayırmıştır. Bu da inançların birçoğunda olduğu gibi onunda bir düalizm içerdiğini gösterir. Melekler ve şeytanlar, dinin kökeninde önemli bir rol oynamaktadır. Kutsal yazıya göre, insanlar, onların ruhları ve Dünya'nın kendisi, Tanrı ile onun karşıtı olan Şeytan arasındaki ebedi savaş alanıdır.

Kötülüğün insanların kalbindeki görünümünü bir şekilde açıklamak için Hristiyanlar, düşmüş meleklerin tüm günahlar için suçlanacakları bir teori oluşturdular. Hristiyanlığın fazlaca değiştirilmiş bir inanç olması da bunda etkendir. Zira kimse yaptığı kötülükleri üstlenmek istemez, haliyle bunun için bir günah keçisi seçilmeliydi.
Dünyanın yaratılışının başlangıcında, daha genç Başmelek Lucifer ölümcül günahı, yani gururu yenmeyi başardı. İnsanların sevgiye değmez olduğunu ve yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İlk defa cennetten düşen ve Rab'bin elçileri olarak adlandırılmaya değer hale gelen meleklere “iblis” kavramı uygulandı. Başlangıçta, "şeytan" kelimesi evrensel kötülük ve cehennem ile eş anlamlı değildi, bu yüzden sadece düşmüş melek denir.
Beelzebub'da bunlardan biridir fakat onun daha eski bir kökeni vardır. Beelzebub en yüksek rütbeye sahip şeytandır. Genellikle Lucifer'in kendisi ile aynı kefeye konulur. Genellikle Cehennemin İblisi Beelzebub bütün karanlık ordunun lideri olarak algılanır.
Beelzebub adının etimolojisi hala üzerinde durulan bir şeytandır. Eski Slavca'dan çevrilmiş bu isim "şeytan" anlamına gelir. Örnek göstermek gerekirse Slav edebiyatında genel olarak mistisizm ve diğer dünyalar söz konusu olduğunda Beelzebub fazlasıyla geçer.
Beelzebub ismi Büyük Fenike tanrısı Baal'dan gelir. Zira Yahudiliğin ve Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla eski putperest inançların tanrıları da birer kötülük simgesi haline gelmiştir. İsrailliler Beelzebub'un bir iblis olduğundan korkmuyorlardı, eski çizimlerin fotoğrafları onu sinek olarak gösteriyordu.
Belki de Kenan halkı bu görünüşü seçmişti çünkü yüce iblisin adı “Sineklerin Efendisi” olarak tercüme ediliyordu.
Cehennemin iblisi Beelzebub'ın ismi İncil'in çeşitli yerlerinde bulunur. Bulunmalıydı da zira eski inancın tanrısını yeni inancı yaymak da kullanmak iyi bir yoldur.

Kutsal Yazılara göre İsa Mesih'in kendisi iblis Beelzebub'un bir parçasını kendi içinde taşımaktadır. Matta ve Luka İncillerinde Tanrı'nın oğlunun, Karanlık Prens'in gücüyle insanların bedenlerinden şeytanlar çıkardığı söylenir. Hatta şeytan çıkarmada Mecusiler ve bazı toplumlar tarafından cinlerin gücü ile cin çıkarıyor diye alay edilmiştir.

Mesih, Matta İncili'nde, öğrencinin öğretmeninin üstünde olmadığını, hizmetçinin ustasının üstünde olduğunu belirtti. Eğer akıl hocası olarak Beelzebub'un gücünün kaynağı seçildiyse insanlar kötü güçlerin etkisine karşı daha hassas olmalılar.

Griffon (Griffin) : Griffon heykellerinin çoğu onları kuş benzeri pençelerle tasvir ederken, bazı eski resimlerde onların aslanlarınki gibi ön ayakları ve genellikle bir aslanın arka kısımları vardır. Kartal kafasına geleneksel olarak uzun kulaklar verilir. Bunlar bazen aslan kulakları olarak tanımlanır ancak genellikle uzundur ve daha çok bir at kulağına benzer. Bu benzeşmenin kökeninde ise Griffon efsanelerinde onlara binen binicilerin bulunması, yani binek hayvanı olarak görülüyor olmaları yatabilir.

Griffonlar nadiren kanatsız olarak tasvir edilmiştir. Bazen ise kanatsız, kartal başlı bir aslan olarak tanımlandıkları görülür.
15. yüzyılda ve daha sonraki hanedanlık armalarında böyle bir canavara alke veya keythong denmiştir.
Armalar üzerindeki tasvirlerde Griffinler yılan takımyıldızına (Serpens) atıfta bulunur ve Yunanca Ophinicus adından türetilen Opinicus olarak adlandırılırlar. Bu tasvirlerde iki ya da dört ayaklı aslan gövdesi, kartal ya da ejderha başı, kartal kanatları ve deve kuyruğu bulunur.
İran mitolojisinde Griffin Şirdal "Aslan-Kartal" anlamına gelir. Şirdal, MÖ 2. binyılın sonlarından beri İran'ın eski sanatında ortaya çıkmıştır. Şirdallar MÖ 3000 gibi erken bir tarihte Susa'daki silindir mühürler üzerinde görülmektedir. Onlar Demir Çağı'nda İran'ın Kuzey ve Kuzey Batı bölgesi olan Luristan sanatında ve Ahameniş sanatında kullanılan ortak motiflerdir. Ayrıca Griffon figürlerine antik Mısırda da rastlanmıştır.

Sfenks : Sfenks; kafası koç, kuş veya insan, gövdesi ise aslan şeklini almış heykellere verilen isimdir. İlk önce Antik Mısır’da rastlanan Sfenks, antik Yunan mitolojisinde de büyük öneme sahiptir. İsmini de buradan almıştır. Sözcüğün anlamı “yaşayan heykel”dir. Sfenkslerin en tanınmışı Büyük Gize Sfenksi‘dir.
Mısır Sfenksi antik bir efsanevi yaratıktır. Gövdesi uzanan bir aslan ve kafası genellikle bir firavunun kafasının şeklini alır. Aslanlar güneş ile bağlantıları nedeniyle antik Mısırlılar tarafından kutsal görülen hayvanlardandı.
En büyük ve en ünlü olanı Gize platosunda Nil Nehri’nin batı kıyısında bulunan Büyük Gize Sfenksi‘dir. Gize Sfenksi doğuya dönüktür ve pençelerinin arasında bir tapınak yer alır. Aslan gövdeli, insan başlı bu sfenksin uzunluğu 73 metre, yüksekliği 20 metre, yüzünün genişliği ise 5 metredir. Bir adı da ‘Harmakis’ olan sfenks, doğan güneşi ve firavun için yeniden dirilişi temsil eder. Yüzünün doğuya dönük oluşu her sabah doğar doğmaz Güneş Tanrısı RA’yı görmesi içindir.

Antik Yunanda'da sfenks büyük yer kaplar. Özellikle Thebais’in talihsiz kralı Oedipus'un efsanesinde Oedipus, sfenksin bilmecelerini doğru cevaplar ve Thebais’i onun zulmünden kurtarır.

Atlas : Atlas, Iapetus ve Clymene'nin en güçlü oğluydu ve Menoetius, Epimetheus ve Prometheus'un kardeşiydi. Atlas ve Menoetius, Olimposlular Zeus, Poseidon, Hades, Hera, Demeter ve Hestia ile savaştı fakat acı bir hezimete uğradılar. Titanlar'ın yenilgisinden sonra Zeus, Atlas'ı dünyadaki batı kenarına yerleştirerek evrenin sonsuza kadar omuzlarında taşınmasına neden oldu. Daha sonra ise sadece dünyayı omuzlarında tutar şekilde tasvir edildi. Ama tasvir edilenin aksine Atlas dünyayı değil gök kubbeyi yani tanrılar katını omuzlarında taşımaktadır. Bu göreviyle ona tanrı ve insanlar katını ayıran bir duvar gözüyle bakabiliriz.

Hesperides'in Altın Elmalarını toplayacak olan Heracles, Onbirinci Çalışma döneminde Atlas'ı görür. Yolculuğu sırasında Atlas'ın kardeşi Prometheus'u kurtarır. Prometheus, Herakles'e Altın Elmalar'ın nerede olduğunu öğrenebilmesi için Atlas'ı bulması gerektiğini söyledi.
Herakles Atlas'ı buldu; Atlas, Heracles onun için göğü tutabilirse elmaları alacağını söyledi. Herakles göğü tuttu ancak Atlas elmalarla döndükten sonra Herakles'i gökyüzünü kalıcı olarak taşıması için kandırmaya çalışarak elmaları kendisi teslim etmeyi teklif etti. Çünkü yükü bilerek alan herhangi biri onu sonsuza kadar taşımak zorundaydı. Atlas'ın geri dönmek niyetinde olmadığından şüphelenen Herakles, Atlas'ın teklifini kabul ediyormuş gibi yaptı veAtlas'ın birkaç dakikalığına gökyüzünü tekrar almasını, böylece pelerinini omuzlarında dolgu olarak yeniden düzenleyebilmesini istedi. Atlas elmaları yere bırakıp göğü tekrar omuzlarına aldığında Herakles elmaları alıp kaçtı.

Medusa'yı öldüren Perseus bir gün Atlas Krallığı'na gelir ve kendisinin Zeus'un oğlu olduğunu ilan ederek barınak ister. Atlas, Zeus'un bir oğlunun bahçesinden altın elmaları çalması konusunda uyarıda bulunan bir kehanetten korktuğu için Perseus'un teklifini reddeder. Atlas, Perseus tarafından taşa dönüştürülür ve koca bir dağ haline gelir.

TÜRKİYE'DE BULUNAN YUNAN YILAN SUNAĞI

Hazırlayan: A.Kara


ANTİK YUNAN'IN YERALTI TANRILARI İÇİN YAPTIĞI YILAN SUNAĞI BULUNDU


Yılanlar eski uygarlıkların en popüler ve en korkulan sembollerinden biridir. Son zamanlarda Türkiye'de gizemli bir Yunan yılan sunağı keşfedildi ve arkeoloji camiasında büyük heyecan yarattı. Sunak 2000 yıl öncesine dayanıyor ve uzun süredir terk edilmiş olan Patara'da (Antalya, Kaş'ta) bulundu.
Mermerden oyulmuş Patara Rum Yılan Sunağı silindirik şekilde ve mükemmel durumdadır. Görünüşe göre sunağın etrafına dolanan bir yılan tasvir edilmiş ve Yunan harfleriyle oyulmuştur.
Sunak buluntusu muhtemelen yeraltı tanrılarına tapınmayla bağlantılıydı ve Greko-Romen dünyasının (M.Ö. 332 - MS 395) dinine ve ayinlerine yönelik  yeni bakış açıları kazandırdı.

Yunan yılan sunağı Türk arkeologlardan oluşan bir ekip tarafından Antalya'da ilinin Patara Antik Kenti'nde yapılan bir kazıda bulundu. Uzmanlar Roma surlarının ve Patara hamamlarının yakınında çalışırken şaşırtıcı bir şeyle karşılaştılar. Kazı liderlerinden Antalya Bilim Üniversitesi'nden Dr. Mustafa Koçak “Patara'da ilk kez yılan şeklinde bir sunak bulduk” dedi.
Patara, Bronz Çağı'nda Luvice konuşan halkların yaşadığı tarihi Likya bölgesinin ana limanı ve ticaret merkeziydi. Helenistik bir şehir olarak, Yunan şehir devletlerinin ittifaklarından biri olan Likya Birliği'nin başkentiydi. Patara, Roma İmparatorluğu'nun bir parçası olmuş ve MS 13. yüzyıla kadar önemli bir şehir olarak kalmıştı.
Pek çok farklı kültüre ev sahipliği yaptığından "medeniyetlerin beşiği" olarak kabul edilir. Dahası Patara'nın Noel'in kökeni ile de bağlantısı vardır!

Sunaktaki yılan figürü arkeologların Patara harabelerinde sıklıkla karşılaştıkları yılan motiflerine çok benziyor. Kentte yaşayan eski insanlar muhtemelen bu yılanlara aşinaydı ve bilindiği üzere yılanlar dünyadaki birçok kültürde kutsal kabul edilirdi.

Yaklaşık 2000 yaşındaki bu sunak Patra’nın Roma egemenliği dönemine tarihleniyor. Dr. Koçak “yılanın yeraltı tanrılarını simgelediğini düşündüklerini” söyledi. Bunlar ölüler diyarında yaşayan tanrılardı. Ayrıca tarımla da ilişkilendirildiler. Bu dönemde Patara halkı çok tanrılıydı ve çok çeşitli tanrılara tapıyordu. Bununla birlikte yeraltı tanrıları en önemlileri arasında olurdu.

Eldeki belgelere bakıldığında bu sunakta tanrılara adaklar verildiğine inanılıyor. Bunlar da ekmek ve et gibi gıda maddelerini içeren adaklar. Bu adakların da yeraltı tanrılarını sakinleştirmek için verildiği aktarılıyor. Patara'nın eski halkı, güçlü ve korkunç yeraltı tanrılarını yatıştırmak için muhtemelen bu sunakta adaklar veriyordu. Eğer bu tanrılar kızar ve yatıştırılamazsa felakete neden olabileceklerine inanılıyordu.

Yeraltı tanrıları ölüler üzerinde hüküm sürdüğü için Yunan yılan sunağının cenaze törenleriyle ilgili olma ihtimali de var. Sunak, ölüleri onurlandırmak için düzenlenen ayinlerde kullanılmış da olabilir. Böylece yeraltı tanrılarının ölüyü iyi karşılamasını güvence altına almak ve ölüye olumlu bakmalarını sağlamak amaçlanmış olabilir.

Bu tür Yunan yılan sunakları Türkiye için ilk değildir fakat Patara için bir ilktir. Koçak, Archaeology News Network'e “Muğla'nın bazı antik kentlerinde de benzer keşifler yapıldı” dedi. 2018 yılında arkeologlar Muğla bölgesinde zamanının en zengin ve en ünlü balıkçısı olan Yunan balıkçı Phainos'un köşküne ait olduğu doğrulanan arkeolojik kalıntılar ve mozaikler buldular.

Yunan yılan sunağı keşfi araştırmacılara Patara'nın daha geniş bölgelerle nasıl etkileşim kurduğuna ve Patara'nın komşularıyla benzer temel dini uygulamaları paylaştığına dair fikir vermekte. Archaeology News Network, Dr. Koçak'ın “bu sunak Patara'daki insanların dış dünya ile ilişkilerini tasvir ediyor” dediğini aktarıyor.

Bulunan yılan sunağı koruma amacıyla kazı alanından kaldırıldı. Muhtemelen gelecekteki bir tarihte sergilenecek.

Tıpkı Patara'daki Yunan Yılan Sunağı gibi farklı keşifler de yapılmıştır. Örneğin aşağıda görülen, yılan tarafından sarılmış insan bedeni şeklindeki mezar anıtı da güney-batımızda, Büyük Menderes Nehri'nin ağzına yakın bir antik kent olan Milet'te bulunmuş ve MÖ.1.yy'a tarihlenmiştir. Fakat Ülkemizde bulunmuş olan bu önemli eser neden Berlin'deki Neues Müzesi'ndedir, o kısmını anlayabilmiş değilim..

KİMSİN SEN DÜNYADA?

Yazan: Kirpi


KİMSİN SEN DÜNYADA?

Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi? Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya? Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır. Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye yetmiyor.

Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar. Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?

Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var. Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.

Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost, akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse) kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.

Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim. Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın. 

Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.

Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce “BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.

Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın. Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın. Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim. Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir? Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz Rövşen versin.

Benim yavrum bu dünyayla oynama
Sen cevansın dünya eski dünyadır
Düşman nedir? Dost evini dost yıkar
Bilen bilir dünya nasıl dünyadır

Ömre,güne güven olmaz ezelden
Birde tekrar yaprak olmaz gazelden
Beşiğinden bize tabut düzelten
Beleyinden kefen diken dünyadır

Kim ne anlar bu zalimin işinden
Nicelerini geçirmiş dişinden
Katı yapış şapkandan, başından
Baştan şapka kapıp kaçan dünyadır

ZAVALLI MARİYE VE İBRAHİM

Yazan: Pante


ZAVALLI MARİYE VE İBRAHİM


Hicretin 7. yılında Mısır’ın İskenderiye kralı Mukavkıs’a İslam’a davet için elçi gönderilir.  Mukavkıs, Mâriye (Mariya) ve Şirin (Sîrîn) isimli iki cariye, Mebur ya da Cureyh adında bir köle, bin miskal yani yaklaşık olarak 5 kg. altın, 20 takım elbiselik Mısır kumaşı, Düldül adında bir katır, Afir adında bir merkep, bir miktar bal, çeşitli misk ve esanslar hediye ediyor.

Mâriye aslen Habeşistanlı olup Rum asıllı bir Hristiyandır. 20 yaşlarında genç ve güzel bir kadındır. Şirin ile kardeştir. Onları getiren elçi Hatîb bin Ebî Belteâ ya da kafiledeki Safvan bin Muttalib yolda Şirin’le cinsel ilişkiye girer.

Bu yüzden Muhammed, Şirin’i arkadaşı şair Hasan’a verir, Mâriye’yi kendisine alır.

Muhammed, zaman zaman Mâriye ile de ilişkiye girer. Hatta bu ilişkilerinden birinde eşlerinden Ömer’in kızı Hafsa’ya yakalanır. İşin kötüsü, evde olmadığını fırsat bilerek Hafsa’nın yatağını kullanmıştır ve Hafsa’nın asıl kızgınlığı da bunadır. Hafsa’yı teskin etmeye çalışır. Bu olaydan kimseye bahsetmemesi için ona vaatlerde bulunur. Tefsircilere göre bu vaatlerden biri Mâriye ile bir daha yatmayacağına dair yemin etmesidir. Mâriye ile ilgili bu yemin, Tahrim suresinin yazılış sebebine gösterilen ihtimal olaylar arasında görülür. [1] [2] [3]

Mâriye hamile kalmıştır ve hicretin 8. yılı bir erkek çocuk doğurur.  Bu, Muhammed’in çok yaşamayıp bebekken öldüğü söylenen oğlu İbrahim’dir. Fakat daha hamileyken Mâriye hakkında yayılan zina söylentileri Muhammed’i kuşkuya düşürür. Çocuk yoksa başkasından mıdır?

Bu konuda Taberi, Mâriye’nin Muhammed’e çocuğun başkasından olduğunu söylediği rivayetine yer verir. [4]

“İbrahim’in babası Muhammed değildir” söylentileri çoğalınca, Muhammed’in Mâriye’nin recmedilmesini istediği söylenir. Fakat adam onu cezalandırmadan geri dönüp şu gerekçeyi öne sürer:
“Kadın henüz doğum yapmış; dolayısıyla onun kanaması devam ediyor, o yüzden cezasını erteledim” Muhammed de buna karşın o adama,
“İyi ettin; daha sonra onun kanı kesilince gider cezasını uygularsın” karşılığını verir.
Daha sonra Muhammed aynı adama ,“Git Mâriye ile ilişkiye giren adamı öldür” talimatını verir. Adamı cezalandırmadan dönünce gerekçesini Muhammed’e şöyle açıklar: “Adamın yanına varınca gördüm ki, onun tenasül organı yok; Hal böyle olunca nasıl zina yapabilir ki! Bu nedenle ben onu öldürmekten vazgeçtim”. Bunun üzerine Muhammed, “İyi ki onu öldürmedin” karşılığını verir.

Böylece Mâriye de recm edilmekten kurtuluyor. [5] [6]

El-Tabakat ul-Kubra” kitabının yazarı; Enes b. Malik’ten şöyle nakletmiştir:
“İbrahim’in annesi ve Peygamber’in (s.a.a) cariyesi olan Mâriye; kendi evinde yaşıyordu. Kıpti onun yanına geliyor; ona su ve odun getiriyordu. Halk onlar hakkında şöyle dedi: Onlar beraber oluyorlar. Bu söylenti Peygamber’e (s.a.a) ulaştı. Hz. Ali’yi (a.s) Kıpti’nin peşine gönderdi. Hz. Ali (s.a) onu hurma ağacının üstünde gördü. Kıpti Hz. Ali’nin (s.a) kılıcını görünce durakladı ve üstündeki elbiseyi yukarı kaldırdı. Onun erkeklik cinsi organı olmadığı ortaya çıktı. Hz. Ali (a.s) Peygamber’in (s.a.a) yanına geri döndü. Peygamber’e (s.a.a) şöyle dedi: Ey Allah’ın Resulü (s.a.a) bizlerden birine bir işi emrettiğiniz zaman; o işin tersiyle karşılaşırsak size geri dönüp haber verelim mi? Resulullah (s.a.a) buyurdu: “Evet.” Hz. Ali (s.a) gördüklerini anlattı. Sonra Mâriye İbrahim’i dünyaya getirdi. Cebrail (s.a) Peygamber’in (s.a.a) yanına gelerek dedi ki: “Selam olsun sana ey İbrahim’in babası Resulullah (s.a.a)”. Bu sözle rahatladı.” [7] [8] [9]

İmam Rıza’dan şöyle nakledilmiştir:

İmam Rıza; huzurunda bulunan şialarına şöyle dedi:
Mâriye hakkında söylenen iftirayı ve Resulullah’ın oğlu İbrahim’in doğumunda onun hakkında iddia edilen şeyi biliyor musunuz?
Şialar dedi: Ey efendimiz siz daha iyi bilirsiniz, bize de bildirin.
İmam Rıza buyurdu:
Mâriye’yi Mukavkıs Resulullah’a hediye etti. Resulullah Mariya’yı kendisi için ayırdı. Mariya’yla birlikte bir de erkek köle vardı. O köleye Cureyh denirdi. Her ikisi iyi birer Müslüman olup iman getirdiler. Sonra Mariya Resulullah’ın kalbinde yer edindi. Peygamber’in bazı eşleri Mariya’yı kıskanmaya başladı. Ayşe ve Hafsa babalarının yanına gelerek; Resulullah’ın Mariya’ya gösterdiği ilgi ve fedakârlıktan şikâyet ettiler. Nefisleri onları aldatarak; Mariya’nın İbrahim’e Cureyh’ten hamile kaldığı fikrini verdi. Cureyh’in hizmetçi olduğunu sanmıyorlardı. İkisinin babaları (Ebubekir ve Ömer) Resulullah’ın yanına gelip; karşısında oturdular. Sonra şöyle dediler: Ya Resulullah, sizin hakkınızda belli olan bir hıyaneti saklamak bize caiz değildir.
Resulullah dedi: Siz ikiniz ne diyorsunuz?
Şöyle dediler: Ya Resulullah Cureyh ve Mariya büyük bir günah işlediler.
Mariya’nın hamileliği Cureyh’ten dir, senden değil.
Resulullah’ın yüzünde sinirlilik belirdi, rengi değişti. O ikisinin dediğinden dolayı Resulullah’ta durgunluk oluştu. Sonra şöyle dedi:
Vay olsun ikinize; neler söylüyorsunuz? İkisi: Ya Resulullah biz Cureyh’i Mariya’nın yanında gördük. Şakalaşıp, oynaşıyorlardı. Mariya’dan erkeklerin kadınlardan istediğini istiyordu. Cureyh’in peşine birisini gönder. Onu bu halde bulacaksın.
Onun için Allah’ın hükmünü uygula. Peygamber Hz. Ali’ye yöneldi ve şöyle dedi:
Ey Hasan’ın babası zülfikarı da alıp kalk; Mariya’nın bahçesine git.
Eğer onları bu ikisinin dediği gibi bulursan; öldür. Sonra Hz. Ali kalktı ve kılıcını elbisesinin altından boynuna astı. Resulullah’ın huzurundan ayrılırken; ona yönelerek şöyle dedi: Ya Resulullah bana emrettiğinizi kesin neticesine ulaştırayım mı, yoksa hazır olan hazır olmayandan farklı şeyler görebilir mi? Peygamber O’na dedi:
Sana feda olayım ey Ali; elbette hazır olan olmayanın görmediğini görür.
Hz. Ali kılıcını eline alıp yola düştü. Mariya’nın bahçesinden yukarı çıktı. Mariya bahçenin ortasında oturmuştu. Cureyh de onun karşısında edepli bir şekilde davranıyor ve Resulullah’ın büyüklüğü, üstünlüğü ve kerameti hakkında konuşuyorlardı. Bu sırada Cureyh Hz. Ali’nin eli kılıçlı orda olduğunu gördü. Cureyh bahçedeki bir hurma ağacına tırmandı. Hz Ali bahçenin içine indi. Rüzgâr Cureyh’in elbisesini yukarı kaldırıp; onun cinsi erkeklik organı olmadığını ortaya çıkardı. Hz. Ali dedi: Ağaçtan aşağı in ey Cureyh. Cureyh şöyle dedi: Ya Emir-el Müminin canım güvende mi? Hz. Ali dedi: Canın güvendedir. Cureyh ağaçtan aşağı indi. Hz. Ali onun elini tutup; Resulullah’ın yanına getirdi. Onu Resulullah’ın karşısında durdurarak şöyle dedi: Ey Resulullah Cureyh memsuh (cinsi organı olmayan) bir hizmetçidir. Resulullah yüzünü duvara doğru çevirdi ve sonra şöyle buyurdu: Ey Cureyh o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) Allah ve Resulüne karşı olan; yalan, ayıp ve küstahlıklarının ortaya çıkması için; bedenini soyundur. Cureyh elbisesini çıkardı. Cinsi organı olmayan bir hizmetçi olduğu ortaya çıktı.
Ebubekir ve Ömer kendilerini Resulullah’ın önünde yere atarak: “Ya Resulullah biz tövbe ediyoruz; bizim için bağışlanma dileyin” dediler. Resulullah buyurdu:
“Sizde bu küstahlık oldukça; Allah tövbenizi kabul etmez. Bağışlanma dilemem size fayda vermez.”

Sonra Allah o ikisinin (Ebubekir ve Ömer) hakkında Nur Suresinin 23. ve 24. ayetlerini nazil etti: O namuslu, bir şeyden habersiz, inanmış kadınlara zina iftira edenler, dünyada da ahirette de lanetlenmişlerdir. Onlar için büyük bir azap vardır. O gün dilleri, elleri ve ayakları yaptıklarına şahitlik edecektir. 
[10] [11] [12] [13] [14]

Nur suresindeki ayetlerin Ayşe hakkında geldiği konusunda müfessirler ittifak içindedir. Bu ayetlerin Mariya ile ilişkilendirilmesi çok zayıf olasılık olarak görülür. İmam Rıza anlatımı Şia kaynaklı olduğu için Ömer ile Ebubekir hakkındaki sözlerde  abartılar olabilir.

Ayrıca bu hadislerin peygamberin onurunu zedelememesi için uydurulduğu, Mariya ile ilişkisi olduğu öne sürülen adamın cinsel uzvunun olmadığı vb. söylemlerin bir senaryo olduğu iddia edilir. Adamın cinsel uzvu olsaydı ve öldürülseydi, İslam peygamberi aldatılmış olarak düşünülecekti. Tabi bu durumda da, hiç bir kanıt olmadığı halde bir insan öldürülmüş olacaktı. Herhalde adam öldürüldükten sonra Cebrail gelip “Ey İbrahim’in babası!” demezdi. Adamın da zinayı itiraf ettiği söylenirdi büyük olasılıkla. Ama İfk olayında olduğu gibi Mâriye olayında da Muhammed hazretlerinin onurunu kurtaran Cebrail olmuştu. Haliyle Kur’an’a, Muhammed’e, Cebrail’e iman edenler bu rivayete de inanacaktı. Önemli olan da Müslümanların inanmasıydı, diğerleri zaten inanmıyordu, düşmandı.

Mâriye’nin hicretin on altıncı senesinde, yani Muhammed’in ölümünden 6 yıl sonra takriben 30 yaşında öldüğü rivayet edilir. [15]

Kim bilir ne eziyetler, ne çileler çekmiştir. Zavallı Mâriye...!