Nevruz eski Farsça kökenli bir kelimedir. Anlamı "yeni gün" yada "gün
ışığı"dır.
Türkiye, Özbekistan, Kazakistan, Pakistan, Türkmenistan, Çin, Kırgızistan,
Kosova ve birçok ülkede kutlanan Nevruz, baharın gelişinin bayramıdır.
İlkbaharın başlangıcını simgeleyen bu bayram Kuzey yarım kürede 22 veya 23
Mart'ta kutlanıyor olsa da 21 Mart'ta kutlandığı bölgeler de vardır.
Türkler ve Kürtler için, Bahai ve Zerdüşt dini mensupları için bu gün
genellikle baharın gelişini temsil ederken, Türklerde aynı zamanda
Göktürklerin Ergenekon'dan çıkışı olarak kutlanır.
Bahar dönencesinde [10] kutlanmaya başlayan bu gün İranlıların yeni yılıdır
[3][4][5] ve aynı zamanda Pers yeni yılı olarak da bilinir. [6][7][8][9]
Nevruz 3000 yıldan beri kutlanmakta olan Pers ve Zerdüştlük kökenli bir
şenliktir. Bu geleneğin tarihi ilahlaştırılan Pers kralı Cemşid'e kadar
uzandığı, yerleşik hayata geçiş sonrası yeni gelen baharı kutlama geleneğini
onun başlattığı söylense de bu geleneği Zerdüştlerin peygamberleri olarak
inandıkları Zerdüşt'ün yayıp koruduğu söylenir.
Nevruz ve Cemşid'e dair bir efsane Şehname'de yer alır. Efsaneye göre; Cemşid,
her şeyi öldüren kışı ortadan kaldırmak için her tarafı elmaslarla donatılmış
bir taht inşa ettirir. Cin ve iblisler tahtı göğe kadar yükseltirler, Cemşid
ve tahtı gökyüzünde güneş gibi parıldayıp ışık saçar, kışı bitirir, sıcakları
geri getirir.
Tüm canlılar onun etrafında toplanır, üzerine elmaslar saçar ve kışın gidip
sıcakların geldiği bu yeni günü (baharı) kutlarlar. [1]
Bu kutlamalar Ahameniş İmparatorluğunda bile vardı. Pers orduları arasında
bulunup onların sefer kayıtlarını tutan Yunan filozof Ksenofon Ahamenişte
kutlanan benzer bir bayramdan ve bunun Persepolis'de bir geleneğe
dönüştüğünden bahsetmiştir.
Baharın yeniden canlandığı bu kutsal günde Ahameniş ulusunun farklı kralları,
kralların kralına hediyeler verdiği anlatılır. Kral 2.Kambises her yıl
düzenlenen Ahameniş festivaline katıldıktan sonra bu gelenek meşruiyet
kazanmıştır.
Nevruz, Ahamenişten sonra gelen 3. hanedanlık olan Part'ların diğer adıyla
Arşak İmparatorluğunun (MÖ 248 - MS 224) resmi tatil günüydü. MS
300'lerde Sasaniler Batı Asya'da güç kazanana kadar Partlar sonbaharda
Nevruz kutlamaya devam ettiler.
Part hanedanlığının hükümdarlığı döneminde Mitra onuruna kutlanan bir Zerdüşt
ve İran festivali olan bahar festivalinin adı Mehregan'dı. [2]
Nevruz kutlamalarına ilişkin kapsamlı kayıtlar, Sasani İmparatorluğu'nun
kurucusu I. Ardashir'in (MS 224-651) üyeliğini takiben ortaya çıktı. Sasani
imparatorları döneminde Nevruz, yılın en önemli günü olarak kutlandı. Halkla
birlikte kraliyet izleyicileri, nakit hediyeler ve mahkumların affedilmesi
gibi Nevruz'un çoğu kraliyet geleneği, Sasani döneminde kuruldu ve modern
zamanlara kadar değişmeden devam etti.
KAYNAKLAR
Firdawsī (2006). Shahnameh:a new translation by Dick Davis, Viking Adult,
2006. p. 7.
John R. Hinnells, "Mithraic studies: proceedings", p. 307
Richard Foltz (2017). "The “Original” Kurdish Religion? Kurdish
Nationalism and the False Conflation of the Yezidi and Zoroastrian
Traditions". Journal of Persianate Studies. Volume 10: Issue 1. pp. 93, 95
Navid Pourmokhtari (2014). "Understanding Iran’s Green Movement as a
‘movement of movements’ ". Sociology of Islam. Volume 2: Issue 3-4. p. 153
Del Re, E. C. (2019). " Minorities and Interreligious Dialogue: From
Silent Witnesses to Agents of Change". In Volume 10: Interreligious
Dialogue.
Mary Boyce, A. Shapur Shahbazi and Simone Cristoforetti. "NOWRUZ".
Encyclopaedia Iranica Online
Keelan Overton and Kimia Maleki (2021). The Emamzadeh Yahya at Varamin: A
Present History of a Living Shrine, 2018–20 . Journal of Material Cultures
in the Muslim World. Volume 1: Issue 1-2. p. 137
Michal Fux and Amílcar Antonio Barreto. (2020). "Towards a Standard Model
of the Cognitive Science of Nationalism – the Calendar ". Journal of
Cognition and Culture. Volume 20: Issue 5. p. 449
"International Nowruz Day". United Nations.
●►Patreon'dan Üye Olarak Destek Olmak İçin: PATREON ●►Youtube 'Katıl': KATIL
Haşhaşiler 1090 yılınd Hasan bin Sabah yada popüler adı ile
Hasan Sabbah tarafından kurulmuştur , tarikatın resmiyete dökülmesi ile
Elemut (Alamut) kalesinin alınması ile olmuştur. Haşhaşi" kelimesinin kökeni
ve anlamı 19. yüzyıla kadar Batı dünyasında tartışma konusu olmuştur. 19 Mayıs
1809 tarihinde Silvestre de Sacy'nin Institut de France'da yayınladığı
bildiride kelimenin etimolojisine getirdiği açıklama kabul görmüştür. Sacy'e
göre Batı dillerinde "suikastçı, kiralık katil" gibi anlamlara gelen ve en
erken Haçlı Seferleri kayıtlarında rastlanan "assasini, assissini, heyssisini"
gibi kelimelerin kökeni Arapçadaki "haşhaş" kelimesidir. Bu kelimenin çoğulu
ise "haşhaşiyyun, haşhaşin" gibi kelimelerdir.
"Haşhaş" kelimesi
Arapçada "kuru ot" ve "hayvan yemi" anlamına gelir. Sonraları kelimenin anlamı
uyuşturucu etkisiyle bilinen hint keneviri ile özdeşleştirilmiştir. Silvestre
de Sacy, Haşhaşiler'e bu adın haşhaş kullanma alışkanlıklarının
fazlalığı ve kendilerini uyuşturmaları yüzünden verildiği kanısını
benimsememekle beraber bu adın, şeyhin fedailerine vadettiği cenneti
tattırabilmek için onlara gizlice haşhaş içirmesiyle ilgili olabileceğini
düşünmüştür. Zira birçok eski kaynakta da görebileceğimiz üzre gerçeklikten
kopmaya neden olan ve ne olduğundan emin olunamayan bir ottan bahsedilir.
Mevlana’nın Mesnevi'yi bunu kullanıp görüler görerek yazdığı ileri sürülür. Ve
de Sabbah’ın havarilerini zevk yolunda bir araçmışçasına haşhaşla uyuşturup
cenneti vaat etmesine örnek olarak Marco Polo'nun seyahatnâmelerinde geçen
cennet bahçeleri hikâyesiyle temellendirmiştir. 1273 yılında İran'dan geçmiş
olan Marco Polo'nun seyahatnâmesindeki hikâye özetle şöyledir:
Kendi dillerinde şeyhlerine "dinin büyüğü" anlamına gelen Alaeddin
diyorlardı. Şeyh iki dağ arasındaki vadiyi kapatmış ve burayı sütten, baldan
ve şaraptan akan sular, güzel huriler ve çeşitli meyve bahçeleriyle
donatmıştı.(Burada dikkat çekilen nokta süt ve bal akan vadinin ütopikliği
değildir zira Şeyh yani Hasan Sabbah'ın müritleri Alamut'u bir yuva, vadinin
ortasını da süt,bal,huri,bolluk bereket diyarı gibi görmeleridir.) Dağın şeyhi
müritlerinin gerçekten cennette olduklarını zannetmeleri için burayı
Muhammed'in cennet tasvirine benzetmişti. (Hadislerde cennetin çokça tasviri
bulunmaktadır örnek verilecek olursa en başta şehvet unsuru olup müminlerin
iştahını kabartan huriler yada iktidarsızlığın olmaması yada bolluk bereket
içinde döneme göre bir ütopya olarak nitelenmiştir.) Bizim yaşlı adam
dediğimiz bu efendi fedailerine iksirinden içirerek onları dörderli, altışarlı
gruplar halinde bahçeye taşıtıyordu. (İksirden kasıt büyük ihtimalle demin
bahsettiğimiz damıtılmış haşhaştan yapılan uyuşturucu veya ona benzer
esrikleştirici etkisi olan bir ottur) Gerçekten cennete gittiklerini zanneden
müritlerini bir göreve göndereceği zaman şeyh "Gidip şunu şunu öldüresin.
(Haşhaşilerin bu kadar gözü kara ve dillere destan katiller olmalarının
başlıca sebebi de budur zaten ) Meleklerim seni cennete götürecektir."
diyordu. Şeyh'in cennetine geri dönebilme arzusuyla fedailerin göze almayacağı
hiçbir tehlike yoktu. Kullanılan maddenin esrikleştirici etkisi bir yana Hasan
Sabbah’ın zihin yönlendirme konusunda fazlasıyla yetenekli olduğu da
aşikardır.
Kuruluşu ve Yükselişi Tarikat 11.yy'da İsmaililik mezhebi esaslarına dayanan Fatımiler devleti
içindeki dinsel bir zıtlaşma sonucu ortaya çıktı. Bu zıtlaşma sonucunda ortaya
çıkan iki mezhep de diyebileceğimiz koldan biri olan Nizarilik kolunun
temsilcisi olan Haşhaşin Tarikatı ilk olarak İran daha sonra da Suriye'ye
doğru yayıldı. Kuşatılması ve ele geçirilmesi güç kaleler temelinde
örgütlenmiş olan Haşhaşin Tarikatı önemli kişilere yönelik suikastlere dayanan
etkili bir askeri strateji geliştirerek Orta Çağ İslam dünyasında çok önemli
ve farklı bir güç olarak ortaya çıktı. Haşhaşin Tarikatı ideolojik açıdan
dönemin Sünni siyasi ve dini çevrelerini düşman olarak gördü.Bu açıdan
Haşhaşilerin, İsmaililerin bir kolu olarak başlayıp kendi terör unsurları
üzerinden yeni bir mezhep kurduğunu da söyleyebiliriz. Özel olarak da Abbasi
Halifeliği ve onun koruyucusu olan Büyük Selçuklu Devleti esas düşmanları
oldu. Bu tarih kitaplarına da tarihin ilk terör örgütü denilerek girmiştir
zaten. Toplu, suikastleriyle tanınırken, yukarıda da değindiğimiz gibi şeyh
Sabbah müritlerini uyuşturdu ve onları savaşa yolladı. Topluluğun, Büyük
Selçuklu Devleti zamanında terör estirip, birçok üst düzey devlet adamını ve
Abbasi soyunu öldürdüğü de bilinir.
Nizamiye medreselerinin
kurucusu Selçuklu veziri Nizamül mülk, Melikşah zamanında, Alamut Kalesi’nin
hakimiyetini ele geçiren Hasan Sabbah’ın üstüne yürüdü ve kaleyi kuşattı.
Hasan Sabbah, Nizamülmülk’e bu işten vazgeçmezse öldürüleceğini haber saldı.
Ama Nizamülmülk kararından vazgeçmedi. Bir gün Hasan Sabbah’ın fedailerinden
Ebu Tahir, Nizamülmülk’ü bir suikast sonucu öldürdü.Bu çok önemli bir olayıdır
çünkü Selçuklu vezirinin sadece bir fedai tarafından öldürülmesi ciddiye dahi
alınamayacak kadar imkansızdı. Artık vezirleri ölen Selçuklu askerleri
kuşatmadan vazgeçmek zorunda kaldılar.
Hasan Sabahın artan şanı ile
birlikte yeni bir unvan ortaya çıktı: Şeyh-ül Cebel. ”Dağların kartalı”
anlamına gelen bu unvan Hasan Sabbah ve ondan sonra gelenlere verilen unvan
oldu. Hasan Sabbah 33 yıl hüküm sürdükten sonra, 1124’te ölünce o bölgedeki
insanlar büyük bir beladan kurtulmuş oldu çünkü oranın halkına hem bir derebey
zulmü yaşatmış hemde müritleri sayesinde korkulan bir insan olmuştu.
Hasan
Sabbah ekolünün başındaki isim Şeyh-ül Cebel Sinan, yok edilmesi için
fedailerini Selahaddin Eyyubi’nin üzerine gönderdi.Aynı dinden olan iki grubun
zıtlaşıp savaşmasıdır bu da İsmailiye Devleti’ni yok eden Eyyubi’den intikam
almak, Sinan’ın en büyük amacı olmuştu. Kudüs Muhasarası planlarını yapan
Eyyubi, kumandanlarından birisinin odasındayken, Haşhaşi fedailerinden biri
suikast girişiminde bulundu ama Selahaddin Eyyubi başındaki miğfer sayesinde
ölümden kurtuldu. En azından kaynaklarda böyle yazar, Kudüs’ün fethinden bir
ay sonra on bin kişilik ordu, Sinan’ın kalesi Masyaf’a doğru yola çıktılar.
Bütün bunlar olurken Baş Dai Tavus, Şeyh-ül Cebel Sinan’ı öldürür ve Tavus,
Eyyubi Ordusu ile çarpışır ama savaştan yenilgi ile ayrılırlar.
Fakat
bu olay Haşhaşilerin sonu olmadı. İsmaililik akımı, 1256 yılına kadar çeşitli
bölgelerde varlığını sürdürdü.Bu açıdan tapınak şövalyelerini ve Haşhaşileri
varlığını sürdürdüğü zamanlar açısından benzetebiliriz
İlhanlılar
Devleti hükümdarı Hülagu Han, 1256 yılında Haşhaşileri acımasız şekilde
kılıçtan geçirmiştir. Günümüzde bu akımın değişik bir kolu, yine aynı bölgede,
özellikle Lübnan’da Dürziler adıyla etnik bir grup anlayışına varlığını
sürdürmektedir.Birçok açıdan işin içine din ve tarikatlar girince hep bir
terör unsuru oluşturan şeyler çıkar Haşhaşiler'de öyleydi,zihinlerini haşhaşla
bulandırıp etrafa vandalca zarar vermekten daha derin amaçları vardı belkide
bunu bilemeyiz. Fakat Haşhaşiler Hasan Sabbah’ın müritleri tarihteki ilk terör
örgütü olmaları ile tabiri caizse dünyaya terörizmi tanıtmıştır.Modern
zamanların terör örgütleri, aynen Hasan Sabbah’ın yaptığı gibi, “kendini feda
etme”nin ardında yatan dehşet damarını keşfetmekte gecikmedi ve militanlarına
“feda savaşçılarını” örnek göstermeye başladı. Bu çılgınlığın bir kez
denenmesi yeterliydi ve hangi ülkede yapılırsa yapılsın tüm dünyaya yayılması
kaçınılmazdı.
Böyle de oldu; silahlı baskınlara, uçak kaçırmalara,
suikastlara, barikat savaşlarına, bombalamalara tanık olan 20. yüzyıl
insanlığı, her intihar saldırısında daha çok sarsıldı.Canlı bomba olayları
yada benzerleri eskiden kurtulamamış cihat adı altına yapılan terörizm vs. Tüm
dünyada 270 intihar saldırısında (bunun 18′i Türkiye’de gerçekleşti) binlerce
kişi can verdi. Sonunda, yolcu olarak dört uçağa binen cinnetin kollarındaki
“19 sessiz adam” hayal bile edilemeyeni gerçeğe döktüler. Kendileri ve masum
yolcularıyla uçakları birer füzeye dönüştürüp “hedef”leri ikiz kulelere dalış
yaptılar.
ANTİK SÜMER-BABİL TOPLUMLARINDA VE İSLAM'DA CİNLER
Sümer topraklarına, kültür ve dinlerine sahip olmuş olan Samilerin, onların
efsane ve inanışlarından hiçbirini benimsemediğini düşünmek doğru
olmayacaktır. Kurulan her Sami devletinin Sümer dininden ögeler edindiği ve
kendine uyarladığı bulunan arkeolojik keşifler ile ispatlanmıştır.
Cin inanışı da bunlardan biridir. Bu bağlamda önce Sümer-Babil toplumlarında
cinlere dair anlatılara, onlardan ne şekilde bahsedildiğine sonra da bu
inanışların Arap coğrafya ve dininde nasıl yer edindiğine hadisler üzerinden
bakacağız.
Sümer mitolojisinde Galla adlı cinlerin ismi İnanna ve Dumuzi mitosunda sıkça
geçmektedir. Bunlar insanları yer altına çeken, yedi rakamı ile tanımlanan,
şekil değiştirebilen kötü cinlerdir. İnanna-Dumuzi efsanesinde Dumuzi'yi yer
altına çekenler de Galla adlı bu cinlerdir.
[19] Sümer tabletlerinde onların
yiyip içmedikleri ve sevgi barındırmadıklarına vurgu yapılır.
[20]
Enki, yer altına inip orada esir kalan doğurganlık tanrıçası İnanna'yı
kurtarmak için tırnaklarının dibindeki pislikten kurgarru ve kalaturru adında
varlıklar yaratır ve bu varlıkları yer altı dünyasına, İnanna'nın yanına
gönderir. Yani Enki cinleri kirden yaratmış ve onları cehennem ile
ilişkilendirilen yer altı dünyasına göndermiştir. Onların yaratılışındaki bu
kir ögesi Arap dinindeki "cinlerin azığı (yiyeceği)" konusu ile oldukça
ilişkilidir.
İnanna'nın yer altına inişinin anlatıldığı mitosa göre İnanna cinler
tarafından kurtarılıp yeryüzüne çıktığında etrafı cinlerle sarılmış
durumdadır. Yeryüzüne dönmüş olan İnanna'nın anlatısında cinlerden nasıl
bahsedildiğine bakalım:
İnanna ölüler diyarından çıktı;
İnanna ölüler diyarından çıkınca,
Ulağı Ninşubur ayaklarına kapandı,
Yerin dibine girdi, çaputlara büründü.
Cinler kutsal inanna’ya şöyle dediler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” [8]
Tıpkı orta doğu dinlerinde Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar
getiren cinler gibi, Sümer dininde de cinler diğer varlıkları başka yerlere
götürebilmektedir. Öyle ki cinler, İnanna'nın huzuruna çıksınlar diye diğer
tanrıları İnanna'nın ayağına getirirler.
Yukarıda da gördüğünüz üzere cinler:
“Ey inanna kentinin önünde bekle, onu sana getireceğiz” derler fakat
cinlere dair bir diğer özellik bu mitosta İnanna'yı sürekli olarak farklı
yerlere götürebilmeleridir.
İlgili Sümer efsanesinin metninde cinler:
“Haydi onu götürelim, Umma'da Sigkurşagga’ya götürelim onu.”
“Haydi onu götürelim, Badtibira’da Emuşkalamma’ya götürelim
onu.” [8]
Gibi ifadeler kullanır ve İnanna'yı ilgili yerlere götürürler.
Sümer'i işgal eden Samiler Babil'i kurduğunda Sümer dinini kendi dillerine
çevirerek, okudu, öğrendi ve türetti. Efsanelerinde yer altı dünyasına dair
korkularının ne kadar ağır bastığı net şekilde görülür.
Babil mitolojisinde Gılgamış'ın ölen arkadaşı Ea-bani, ölüm tanrısı Nergal
tarafından diriltildiğinde Gılgamış'a yeraltı dünyasını tarif ederken
defnedilen bir savaşçı ile cesedi toprak üstünde terk edilmiş iki savaşçıyı
kıyaslayarak şöyle der:
Bir divana yattı,
Ve saf sudan içti.
Savaşta öldürülen adam... Sen de ben de sıkça gördük böylesini.
Babası ile annesi başını kollarına almış,
Ve karısı yanı başında diz çökmüş.
Öte yandan cesedi yeryüzüne bırakılmış adam,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Ruhu artık yeryüzünde istirahat etmiyor.
Ruhuyla artık kimsenin ilgilenmediği adamı,
Sen de ben de sıkça gördük böylesini...
Şişelerdeki tortular, ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.[9]
Dikkat edilmesi gereken yer son iki mısradır:
Şişelerdeki tortular,
ziyafetlerden geriye kalanlar,
Ve
sokaklara saçılanlar artık onun yemeği.
Yani Samilere göre cesedi gömülmeyen savaşçılar yeryüzünde dolaşıyor,
insanların ziyafetlerinden, yiyip içtiklerinden, sokaklara atılan artık
yemeklerden, mesela sıyırıp yedikleri etlerin kemiklerinden besleniyorlardı.
Onların yemeği artık buydu. Peki bu size tanıdık geldi mi? İslamdaki cinlerin
yemeği inanışı ile ne kadar benziyor değil mi?
İşte efsane ve inanışlar böyledir. Sümer ve Babil'deki kirden yaratılan, yer
altına, dolayısı ile ateşin egemen olduğu mekana gönderilen canlılar ile huzur
bulamayan savaşçıların yeryüzünde gezerek yemek artıklarını yemesi gibi
anlatılar Sami toplumları arasında yayılarak Arapların cin dediği varlığın
yaratılışına zemin hazırlamıştır. Öyle ki oldukça güçlü görünen cin
inanışlarından dolayı eski Arapların cinlere saygı duyduğu, taptığı olmuş
ve aslında insanların yarattığı bu mistik varlık gerçekmiş gibi Kur'an'da ve
kutsal denen diğer kitaplarda bile kendine yer edinmiştir.
Cinlere olan inancın kesin kökeni tam olarak bilinmese de Orta Doğu'daki bazı
bilim adamları onların çöllerde ve kirli yerlerde yaşayan kötü ruhlar olarak
ortaya çıktığını, genellikle hayvan biçimine girdiklerini iddia eder.
[7] Diğerleri ise cinlerin
başlangıçta pagan doğa tanrıları olduklarını ve diğer tanrılar daha fazla önem
kazandıkça cinlerin yavaş yavaş önemsizleştiğini iddia eder. Aslında Sami
ırkının birbirleri ile bağlantısı, inanışları, Mezopotamya'daki süreçleri ve
Sümer-Babil-Akad metinleri göze alındığında bu iki görüşe de doğru demek
mümkündür.
Eski Sümerler şişkin gözlü, köpek yüzlü, pullu vücutlu, kuş pençeli ve kanatlı
bir rüzgar cini olan Pazuzu'ya inanıyorlardı. Eski Babilliler, uzaktaki ıssız
yerlerde, çöllerde, mezarlıklarda, dağlarda ve denizde bulunduğuna inanılan
bir cin sınıfı olan utukku'ya inanıyorlardı.
Babilliler aynı zamanda Arapların çölde yaşayan, sırtlan şeklinde görünen ve
gezginleri yakalayıp yiyen Gul adlı iblis inancına benzer şekilde, tenha
yerlerde gezginlere saldırdığına inanılan bir vampir cin olan Rabisu'ya da
inanmışlardı. Adı etimolojik olarak bir Sümer yeraltı cini olan galla ile
ilişkiliydi. [7][11][12][13]
Eski Suriye kenti Palmira'da cinlere benzer varlıklar cinnayê olarak
biliniyordu. Günümüz Bedevileri arasındaki cinler gibi cinnayê'nin de
insanlara benzediği düşünülüyordu. Çöldeki kervanları, sığırları, köyleri
koruduklarına inanıldığından onların şerefine koruyucu tapınaklar kuruldu.
İnsana cin musallat olması, bedenine girmesi gibi anlatı ve inanışların temeli
bile Sümer'e dayanmaktadır. Hatta bazı Müslüman modernistlerin cinleri
hastalığa neden olan virüs olarak yorumlamasına benzer şekilde antik Sümer'de
de insan bedenine giren cinler onları hasta ediyordu.
[15]
Sümer büyücüleri yaptıkları ayinlerde cinleri kovmak için “Gökyüzünün davetine
kulak verin! Yer altı dünyasının davetine kulak verin!” gibi sözler
kullanırlardı. Kişiyi kötü cinlerin saldırılarından korumak için evinin
çeşitli yerlerine büyülü sözlerin yazıldığı muskalar konur, daha sonra kötü
cinler tasvir edilerek kovulurdu.
[16]
Sümerlerin inanışına göre bir insan hata ve günahlarında aşırılığa gidip
bunları terk etmiyorsa koruyucu tanrısı o kişinin bedeninden çıkar ve bu
boşluktan faydalanan cinler kişinin bedenine girerek ele geçirir, onu kötü
hale sokardı. Bu cinlerden kurtulmak için tanrılara yakarıp dua etmek, onlara
kurban ve adaklar vermek, böylece sevgilerini geri kazanmak gerekirdi. Bu
yolda edilen dualardan biri şöyledir:
Sümer dininde tanrıların en çok sevdiği kurbanın kuzu olduğuna inanıldığından
kurban ve adaklar genellikle koyun, oğlak ve kuzulardan oluşurdu. Fakat bir
hastalığa tutulmuş kişinin tanrılardan yardım isteyebilmesi ve kötü cinleri
def edebilmesi için bir domuz kurban edilmesi ve 6 parçaya bölünerek hastanın
üzerine konması gerekirdi. Sonrasında Apsu'nun kutsal suyuyla yıkanan hastanın
kapısının önüne külde pişirilmiş 7 ekmek bırakılır ve bu eylem 2 kez
tekrarlanırdı. Devamında ise insan uzuvlarının karşısına 6 parçaya ayrılmış
olan domuzun uzuvları konarak cinlere takdim edilirdi.
[21]
Doğuma dair bazı inanışlar da vardı. Nugig veya kadiştum adlı sınıftan olan
Sümer rahibeleri aynı zamanda büyücü olarak görülüyor, genel olarak
tapınaklarda görev yapıyor olsalar da doğum yapacak kadınları koruma görevini
de üstleniyorlardı. Çünkü inanışa göre doğum yapan kadın zayıf düştüğünden onu
kötü cinlerin ve ifritlerin saldırılarından korumak gerekiyordu.
[18]
Yani İslam'da olduğu gibi antik Mezopotamya'da da cinlerin yarı insan yarı
hayvan görünümlü varlıklar olduğu, mezarlık, çöl gibi tenha yerlerde bulunup
insanlara musallat oldukları, bedenen zayıf veya günahkar insanları,
hamileleri hedef aldıkları, insan bedenine girdiklerine, şekil
değiştirebildiklerine dair inanışlar bulunmaktaydı.
Cinlerin yiyip-içtikleri konusundaki ihtilaf bile İslam'a aynı şekilde
geçmişti. Çünkü Sümer dininde cinlerden bahsedilirken bazen yiyip içmedikleri,
bazen ise tam tersi olduğundan bahsedilirdi. Bu, günümüz İslam alimleri
arasında bile hala devam eden ihtilaflardan biridir. Çünkü bir kısmı "cinler
tabi ki yer-içer" derken diğer kısmı "ateş ve dumandan olan varlıklar nasıl
yiyip içsin" demektedir.
Şimdi gelin hadislerde Cinlere dair neler anlatılıyor, Mezopotamya'daki
inanışlara nasıl benziyor kendiniz görün.
Cinlerin yemeği -1 Ebû Hüreyre'den rivayet edilmiştir: Ebû
Hüreyre, Peygamber'in beraberinde bulunuyor ve abdest için su matarasını
taşıyordu. Hazreti Peygamber taharet için uzaklaşınca, Ebû Hüreyre su
matarasını alarak Hazreti Peygamberi takip etti. Bunu fark eden Hazreti
Peygamber: «Bu (peşimden gelen) kimdir?.» buyurdu. Ebû Hüreyre; -Ben,
Ebû Hüreyre,'yim, diye cevap verdi. Resûl-i Ekrem: «Bana birkaç taş
getir, onlarla temizleneyim. Ancak kemik ve tezek getirme.» Ebu Hüreyre
der ki: -Kemik ve tezeğin nesi var? diye sordum. Peygamber bana cevaben
şöyle buyurdu: «Onlar (kemik ile tezek) cinlerin yemeklerindendir.
Nitekim bana Nasibin beldesinin cinlerinden bir heyet geldi. Onlar ne iyi
cinlerdi. Benden azık ve yiyecek istediler. Ben de onlar için Allah'a dua
ettim ki, rastladıkları her kemik ve tezeğin üstünde behemehal bir yiyecek
bulsunlar.» [3]
Cinlerin yemeği -2 Âmir'den rivayet edilmiştir: “Alkame'ye
sordum: Abdullah İbn Mes'ud, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde
bulundu mu?” dedim. Alkame: “Abdullah İbn Mes'ud'a ben de bu meseleyi
sorup: “Sizden birisi, Resulullah (s.a.v.) ile birlikte cin gecesinde bulundu
mu?” dedim. Abdullah İbn Mes'ud: “Hayır, fakat bir gece biz Resulullah
(s.a.v.) ile birlikte bulunduk. Bir ara onu kaybettik ve onu vadilerde, dağ
yollarında aradık, acaba (cinler tarafından) uçuruldu mu, yoksa gizlice
öldürüldü mü?” dedik. Böylece bir kavmin geceleyebileceği en kötü geceyi
geçirdik. Sabahlayınca bir de baktık ki, Resulullah (s.a.v.) Hirâ tarafından
çıka geldi. Ona: “Ey Allah'ın resulü! Seni kaybettik, aradık, fakat
bulamadık. Bu sebeple bir kavmin geceleyeceği en kötü geceyi geçirdik” dedik.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.): “Bana, cinlerin dâvetcisi geldi.
Onunla gittim de cinlere Kur'ân okudum” buyurdu. Bizi götürerek cinlerin
izlerini ve ateşlerinin eserlerini bize gösterdi. Cinler, Resulullah
(s.a.v.)'e azıklarını sormuşlardı. O da, (onlara): “Elinize geçen üzerine
besmele çekilmiş her kemik olabildiği kadar bol etli olarak sizindir. Her deve
tezeği de hayvanlarınıza yemdir” buyurmuş. Daha sonra Resulullah (s.a.v.) bize
dönerek: “Artık siz bunlarla taharetlenmeyin! Çünkü onlar, (din)
kardeşlerinizin yiyeceğidir” buyurdu. [10]
Muhammed'in bir cini yakalayıp bağlaması
Ebû Hüreyre'den rivayetle Peygamber şöyle demiştir:
«Dün gece bir azgın cin, namazıma mani olmak için üzerime atıldı. Allah'ın
izniyle onu kıskıvrak yakaladım. Hatta istedim ki mescidin direklerinden
birine bağlayayım da, sabahleyin hepiniz onu göresiniz. Lâkin sonra kardeşim
Süleyman peygamberin şu duası hatırıma geldi:
Allah'ım, beni bağışla ve benden sonra hiçbir kimseye nasip olmayacak bir
saltanat bana ver.» (Cinlere hükmetme saltanatının yalnız kendisine ait
olmasını dinleyen Süleyman peygamberin bu duası yüzünden o cini bağlamaktan
vazgeçti.)[1][2][5]
Muska ile cinden korunma Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor:
"Resûlullah aleyhissalatu vesselam bize, zehre karşı, göz değmesine karşı, nemle
kurduna karşı rukye yapmamıza ruhsat tanıdı." [4]
Cinlerin insan kılığına girmesi
Ebû Bekir Muhammed b. Ubeyd der ki: Abdurrahman b. Abdüllah, amcası Amr b.
el-Heyseman kendisine, babası vasıtasıyla dedesinden şöyle naklettiğini
rivayet etmiştir: «Merkua gitmek üzere evden çıktım.Dört fersah kadar
uzaklaşınca, bir pınar başında oyna-şan bir güruh gördüm. Onları seyretmeye
koyuldum.Derken biri geldi, arkadaşının sırtına atladı, sonra diğeri ötekinin
boynuna atladı. Üzerlerine atımı sürmek istedim. Arka üstü yatarak gülmeye,
kahkaha atmaya başladılar. Sonra atımın başım onlardan çevirip yoluma devam
etmek istedim. Baktım ki bir ağacın altından kahkaha sesleri gelmiyor mu?
(hayret ettim, kaldım..)»
Yine el-Haysem, babasından naklediyor: «Bir arkadaşımla birlikte yolculuğa
çıktık, yolun ortasında bir kadın gördük. Haydi onu atlarımıza alalım» dedim.
Arkadaşım onu arkasına aldı. Ona bakınca bir de ne gör-sem ağzından hamam
bacasından çıkan alevler gibi alev çıkmıyor mu? Hemen ona hücum ettim. Bana
dedi ki: «Ben sana ne yaptım da bana böyle hücum ediyor-sun?» Arkadaşım da
sanki bir şey olmamış gibi:
«Yahu zavallıdan ne istiyorsun?» demez mi? Susmak zorunda kaldım. Ve yürüdük.
Bir saat sonra tekrar baktığımda yine ağzını açmaz mı? baktım yine aynı
alevler. Hücum ettim. Aramızda bu hâl üç kere cereyan etti. Üçüncüsünde
azmettim, "mutlaka bunu yere sereceğim" dedim Üzerine atladığım gibi yere
yıktım onu. Fakat yine susmadı ve şöyle söyledi: «Allah kahretsin seni, bugüne
kadar senin kadar cesur bir kimse görmedim. Amma da yürek varmış
sende!» [6]
Cinlerin akşam, tenhada çocukları kaçırması
Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: "Yiyecek içecek kaplarının üzerlerini
örtünüz, su kırbalarının ağız iplerini bağlayınız, bütün kapıları
arkalarından kapayınız, yatsı vakti sırasında çocuklarınızı dışarıda
hareketten men edip eve toplayınız. Çünkü o zaman cinlerin yayılması ve bir
şeyi süratle alıp kapmaları vardır. Uyku sırasında kandilleri söndürünüz.
Çünkü fasıkçık; yani fare, bazen yanan fitili çeker de ev halkını yakar."
[14]
Cinlerin bir adamı kaçırması
Abdurrahman b. Ebî Leylâ anlatıyor: Kadının birinin kocası ortadan kayboldu.
Kadın dört yıl bekledikten sonra durumunu Ömer b. el-Hattâb’a anlattı. Ömer
(R.A.), bunu kendisine haber ettiği gün itibariyle dört sene beklemesini
emretti. Kocasının gelmemesi ve ondan haber alamaması halinde dört yıl sonra
evlenebileceğini de bildirdi. Kadın evlendikten bir süre sonra kaybolan kocası
geri döndü. Evinin kapısını çalarken veya evine giderken ona: “Karın senden
sonra başkasıyla evlendi” dediler. Adam durumu soruşturunca olanları kendisine
anlattılar. Adam Ömer b. el-Hattab’a geldi ve “Karımı elimden alan ve
beni ondan ayırana karşı bana yardımcı ol” dedi. Ömer, durumdan endişeye
kapıldı ve “Bunu yapan kim?” diye sordu. Adam “Ey müminlerin emiri! O kişi
sensin!” deyince, Ömer: “Nasıl oldu?” diye sordu. Adam: “Cinler beni kaçırdı
ve uzun bir süre başıboş bir şekilde bilmediğim yerlerde dolaşıp durdum. Geri
döndüğümde karımın başkasıyla evli olduğunu gördüm. Bunun emrini de senin
verdiğini söylediler” karşılığını verince, Ömer r.a. “İstersen karını sana
geri veririz, istersen de seni başkasıyla evlendiririz” dedi. Adam “Olur, beni
başkasıyla evlendir” karşılığını verince Ömer r.a. adama cinleri sormaya, adam
da anlatmaya başladı. [24]
Cinin insan bedenine girmesi
Ed-Darekutnî, İbn-i Abbas’dan şöyle bir hadîs nakletmiştir:
«Bir kadın oğlunu Allah'ın Resulünün (S.A.V.) yanına getirdi ve:
Ey Allah'ın Resûlü! Bunda delilik vardır, bu hastalık onu öğlen ve akşam
tutar, diye yakındı. Bunun üzerine Peygamber onun göğsünü mesh etti ve ona
dua etti. Ona istifra ettirince, karnından siyah köpek yavrusuna benzer bir
şey çıktı. Ve yürüdü.» [22]
Bu hadisi, Ed-Dârimi, Müsnedi’nin ilk kısımlarında rivayet etmiştir, orada
şu kayda rastlanır: Allah Resûlü ona: «Çık ey Allah’ın düşmanı!» dedi.
Cinlerin hastalıklara neden olması
"Bedevî bir adam Hz. Peygamber'in yanına gelip beraberinde getirdiği
kardeşinin ağrılar çektiğinden şikayet etti. Hz. Peygamber, ağrılarının
sebebini sorunca, cinlerin çarpmasından olduğunu söyledi. Bunun üzerine
Peygamberimiz Bakara suresinin ilk beş ayetini, ihlas suresi ve diğer bazı
ayetleri okudu, adam hemen iyileşti.”
[23]
Zübdetü'l Buhari, Namaz Bahsi, Hadis 169.
Sahih-i Muslim 8/438.
Zübdetü'l Buhari, Ensar'ın Özellikleri, Hadis 1031
Mermaid (Deniz kızı) : Deniz
kızları filmler hikayeler vs. sayesinde popüler yaratıklar haline gelmiştir
fakat birçoklarında olduğu gibi onlarında ortaya çıkış sebebi mitoslardır. Deniz
kızı, belinden yukarısı kadın, aşağısı balık kuyruğuna sahip olduğu yönündeki
anlatılarla efsanelere konu olmuş bir yaratıktır. Dünya üzerinde bir çok
kültürde deniz kızları yer almaktadır. Bunun sebebini mitolojiler arasında
birbirinden geçen ögelerin çokluğudur. Genelde tasvirleri farklı olsa da
birbirlerine çok yakın şekillerde betimlenmişlerdir. Örnek vermek gerekirse
Yunan Mitolojisi içinde yer alan Sirenler denizcilere şarkılar söyleyip onları
büyülerler. Bu sayede denizcilerin güverteden düşmesine sebep olurlar hatta
zaman zaman gemiler onlar yüzünden batar. Diğer deniz kızlarının yer aldığı
hikayelerde ise bu varlıklar boğulma tehlikesi geçiren denizcileri kurtaran iyi
kalpli deniz canlıları olarak betimlenmişlerdir. Kurtardıkları erkekleri su
altındaki krallıklarında yaşamaya davet ettikleri de söylenir. Bazı yerlerde ise
deniz kızlarının insanları su altına doğru çekerken insanların suda nefes
alamadıklarını unuttukları için denizcileri bilmeden de olsa ölüme
sürükledikleri söylenir.
Kharon :
Kharon (Kharoon) yada Charon denilen yaratığın mitolojide anlatımı şu
şekildedir. Mitolojide gökleri Zeus, denizler Poseidon, yer altı dünyasını da
Hades almıştır. Daha doğrusu Zeus öyle paylaştırmıştır. Hades hem yer altı
dünyasına hemde yeraltının tanrısına verilen isimdir ve o yer altı dünyasında
Stiks nehri bulunur. Stiks nehrinin kayıkçısı ise Kharondur. Kharon ölüleri
kayıkla nehrin karşısına geçirir. Tabi ücretini alarak.
Eski yunanlar öldükten sonra cesedi gömmeden önce ağzının içine yada avucuna
bir altın sikke koyarlarmış. Çünkü inançlarına göre ölen kişi yer altına
indiğinde o sikke ile Kharonun ücretini ödeyecek ve Stiks (Styks) nehrinden
geçebilecektir. Kim ki sikke olmadan gömülür ise yer altına indiğinde
kayıkçıya verecek hiçbir şeyi olmadığı için nehri geçemeyecek ve kıyıda
bağırarak çaresizce koşuşturacaktır. Kharon Odysseia destanında şöyle
anlatılır:
– Dur sefil Ruh, nefes alanların diyarından hediyemi getirdin mi? –
Geçiş için ödemem işte burada Stiks nehrinin yüce kayıkçısı… – Ödeme
kabul edildi sefil ruh hadi gel kayığa. Götüreyim seni ölümden sonraki
yaşamın diyarına…
Banshee : Banshee aslında bir İrlanda efsanesidir. İskoçya, Avusturalya, ve
Amerika’ya yayılmıştır fakat çıkış noktası İrlanda'dır ve diğer ülkelere de
İrlandalıların göçleri sebebiyle yayılmıştır.
Banshee’ler İrlanda inançlarında var olan, ölüm haberi veren perilerdir ve
onlara dair yazılan ilk yazılar 8.yy’dan kalmadır.
Banshee’ler aslen saf İrlanda kanı taşıyan ailelerin koruyucu perileridir. Ait
oldukları aileleri çok sever, birinin öleceğini hissettikleri zaman yas
tutmaya, ağıtlar yakmaya, ağlayarak çığlık atmaya başlarlarmış. Onların gece
yarısı ölümü yakın olan kişinin odasının pencere altında çığlıklar atarak
ağladığı duyulurmuş fakat kimse göremezmiş bu varlıkları. Görülemeyecek kadar
şeffaf yada görünmez oldukları üzerine de söylenceler bulunmaktadır.
Sesi duyulduğu zaman bilinirmiş ki o evden biri ölecek. Aynı anda birkaç
Banshee’nin çığlık attığı duyulursa, bu, ölecek olan kişinin hatırı sayılır
derecede önemli makam ve nüfuz sahibi biri olacağını işaret edermiş.
Banshee’leri görebilen çok azmış. Bu insanların hepsinin söylediği ortak şey
ise uzun boylu, zayıf bir kadın görüntüsünde olduğu, saçlarının ayaklarına
kadar uzandığı ve yeşil giysi üzerine gri kapüşonlu bir pelerin giydiği imiş.
Burandan hareketle onların Kelt efsanelerindeki ormanın koruyucu perilerine
benzediğini ve kökeni olarak bunu gösterebileceğimizi öğreniyoruz.
Anlatıldığına göre Banshee'lerin gözleri ağlamaktan hep kıpkırmızıymış.
Zamanın insanlarına gece yarısı birden atılan tiz çığlıklar, ağlama sesleri ve
hıçkırıklar duymak çok ürkütücü geliyormuş. Üstüne ölümü haber verdiklerine
dair inanışları da eklenince durum daha da endişe verici bir hale
bürünüyormuş. Bazı hikayelerde de Banshee’lerin ağlayıp haykırarak aileye
birinin öleceğini haber vermelerinin sebebinin aslında o aileyi haberdar
etmek, ölüm acısının birden onları şoka uğratmaması için onları buna
hazırlamak olduğundan bahsedilir.
Hatta hala İrlanda’nın bazı ufak
kasaba ve köylerinde seslerinin duyulduğu, varlıklarını sürdürdüğü
söylenir.
Beelzebub :
Fazlasıyla farklı ismi olan Beelzebub’a Velzevul yada Beelzebuth da denir.
Hristiyan teolojisi dünyaya dair çifte vizyon benimseyerek onu iyi ve kötüye
ayırmıştır. Bu da inançların birçoğunda olduğu gibi onunda bir düalizm
içerdiğini gösterir. Melekler ve şeytanlar, dinin kökeninde önemli bir rol
oynamaktadır. Kutsal yazıya göre, insanlar, onların ruhları ve Dünya'nın
kendisi, Tanrı ile onun karşıtı olan Şeytan arasındaki ebedi savaş alanıdır.
Kötülüğün insanların kalbindeki görünümünü bir şekilde açıklamak için
Hristiyanlar, düşmüş meleklerin tüm günahlar için suçlanacakları bir teori
oluşturdular. Hristiyanlığın fazlaca değiştirilmiş bir inanç olması da bunda
etkendir. Zira kimse yaptığı kötülükleri üstlenmek istemez, haliyle bunun
için bir günah keçisi seçilmeliydi.
Dünyanın yaratılışının başlangıcında, daha genç Başmelek Lucifer ölümcül
günahı, yani gururu yenmeyi başardı. İnsanların sevgiye değmez olduğunu ve
yok edilmeleri gerektiğini düşünüyordu. İlk defa cennetten düşen ve Rab'bin
elçileri olarak adlandırılmaya değer hale gelen meleklere “iblis” kavramı
uygulandı. Başlangıçta, "şeytan" kelimesi evrensel kötülük ve cehennem ile
eş anlamlı değildi, bu yüzden sadece düşmüş melek denir.
Beelzebub'da bunlardan biridir fakat onun daha eski bir kökeni vardır.
Beelzebub en yüksek rütbeye sahip şeytandır. Genellikle Lucifer'in kendisi
ile aynı kefeye konulur. Genellikle Cehennemin İblisi Beelzebub bütün
karanlık ordunun lideri olarak algılanır. Beelzebub adının etimolojisi
hala üzerinde durulan bir şeytandır. Eski Slavca'dan çevrilmiş bu isim
"şeytan" anlamına gelir. Örnek göstermek gerekirse Slav edebiyatında genel
olarak mistisizm ve diğer dünyalar söz konusu olduğunda Beelzebub
fazlasıyla geçer.
Beelzebub ismi Büyük Fenike tanrısı Baal'dan gelir. Zira Yahudiliğin ve
Hristiyanlığın yaygınlaşmasıyla eski putperest inançların tanrıları da birer
kötülük simgesi haline gelmiştir. İsrailliler Beelzebub'un bir iblis
olduğundan korkmuyorlardı, eski çizimlerin fotoğrafları onu sinek olarak
gösteriyordu.
Belki de Kenan halkı bu görünüşü seçmişti çünkü yüce iblisin adı “Sineklerin
Efendisi” olarak tercüme ediliyordu.
Cehennemin iblisi Beelzebub'ın ismi İncil'in çeşitli yerlerinde bulunur.
Bulunmalıydı da zira eski inancın tanrısını yeni inancı yaymak da kullanmak
iyi bir yoldur.
Kutsal Yazılara göre İsa Mesih'in kendisi iblis Beelzebub'un bir parçasını
kendi içinde taşımaktadır. Matta ve Luka İncillerinde Tanrı'nın oğlunun,
Karanlık Prens'in gücüyle insanların bedenlerinden şeytanlar çıkardığı
söylenir. Hatta şeytan çıkarmada Mecusiler ve bazı toplumlar tarafından
cinlerin gücü ile cin çıkarıyor diye alay edilmiştir.
Mesih, Matta İncili'nde, öğrencinin öğretmeninin üstünde olmadığını,
hizmetçinin ustasının üstünde olduğunu belirtti. Eğer akıl hocası olarak
Beelzebub'un gücünün kaynağı seçildiyse insanlar kötü güçlerin etkisine
karşı daha hassas olmalılar.
Griffon (Griffin) :
Griffon heykellerinin çoğu onları kuş benzeri pençelerle tasvir ederken,
bazı eski resimlerde onların aslanlarınki gibi ön ayakları ve genellikle bir
aslanın arka kısımları vardır. Kartal kafasına geleneksel olarak uzun
kulaklar verilir. Bunlar bazen aslan kulakları olarak tanımlanır ancak
genellikle uzundur ve daha çok bir at kulağına benzer. Bu benzeşmenin
kökeninde ise Griffon efsanelerinde onlara binen binicilerin bulunması, yani
binek hayvanı olarak görülüyor olmaları yatabilir.
Griffonlar nadiren kanatsız olarak tasvir edilmiştir. Bazen ise
kanatsız, kartal başlı bir aslan olarak tanımlandıkları görülür.
15. yüzyılda ve daha sonraki hanedanlık armalarında böyle bir canavara alke
veya keythong denmiştir. Armalar üzerindeki tasvirlerde Griffinler
yılan takımyıldızına (Serpens) atıfta bulunur ve Yunanca Ophinicus adından
türetilen Opinicus olarak adlandırılırlar. Bu tasvirlerde iki ya da dört
ayaklı aslan gövdesi, kartal ya da ejderha başı, kartal kanatları ve deve
kuyruğu bulunur.
İran mitolojisinde Griffin Şirdal "Aslan-Kartal" anlamına gelir. Şirdal, MÖ
2. binyılın sonlarından beri İran'ın eski sanatında ortaya çıkmıştır.
Şirdallar MÖ 3000 gibi erken bir tarihte Susa'daki silindir mühürler
üzerinde görülmektedir. Onlar Demir Çağı'nda İran'ın Kuzey ve Kuzey Batı
bölgesi olan Luristan sanatında ve Ahameniş sanatında kullanılan ortak
motiflerdir. Ayrıca Griffon figürlerine antik Mısırda da rastlanmıştır.
Sfenks :
Sfenks; kafası koç, kuş veya insan, gövdesi ise aslan şeklini almış
heykellere verilen isimdir. İlk önce Antik Mısır’da rastlanan Sfenks, antik
Yunan mitolojisinde de büyük öneme sahiptir. İsmini de buradan almıştır.
Sözcüğün anlamı “yaşayan heykel”dir. Sfenkslerin en tanınmışı Büyük Gize
Sfenksi‘dir. Mısır Sfenksi antik bir efsanevi yaratıktır. Gövdesi
uzanan bir aslan ve kafası genellikle bir firavunun kafasının şeklini alır.
Aslanlar güneş ile bağlantıları nedeniyle antik Mısırlılar tarafından kutsal
görülen hayvanlardandı. En büyük ve en ünlü olanı Gize platosunda Nil
Nehri’nin batı kıyısında bulunan Büyük Gize Sfenksi‘dir. Gize Sfenksi doğuya
dönüktür ve pençelerinin arasında bir tapınak yer alır. Aslan gövdeli, insan
başlı bu sfenksin uzunluğu 73 metre, yüksekliği 20 metre, yüzünün genişliği
ise 5 metredir. Bir adı da ‘Harmakis’ olan sfenks, doğan güneşi ve firavun
için yeniden dirilişi temsil eder. Yüzünün doğuya dönük oluşu her sabah
doğar doğmaz Güneş Tanrısı RA’yı görmesi içindir.
Antik Yunanda'da sfenks büyük yer kaplar. Özellikle Thebais’in
talihsiz kralı Oedipus'un efsanesinde Oedipus, sfenksin bilmecelerini doğru
cevaplar ve Thebais’i onun zulmünden kurtarır.
Atlas :
Atlas, Iapetus ve Clymene'nin en güçlü oğluydu ve Menoetius, Epimetheus ve
Prometheus'un kardeşiydi. Atlas ve Menoetius, Olimposlular Zeus, Poseidon,
Hades, Hera, Demeter ve Hestia ile savaştı fakat acı bir hezimete uğradılar.
Titanlar'ın yenilgisinden sonra Zeus, Atlas'ı dünyadaki batı kenarına
yerleştirerek evrenin sonsuza kadar omuzlarında taşınmasına neden oldu. Daha
sonra ise sadece dünyayı omuzlarında tutar şekilde tasvir edildi. Ama tasvir
edilenin aksine Atlas dünyayı değil gök kubbeyi yani tanrılar katını
omuzlarında taşımaktadır. Bu göreviyle ona tanrı ve insanlar katını ayıran
bir duvar gözüyle bakabiliriz.
Hesperides'in Altın Elmalarını toplayacak olan Heracles, Onbirinci
Çalışma döneminde Atlas'ı görür. Yolculuğu sırasında Atlas'ın kardeşi
Prometheus'u kurtarır. Prometheus, Herakles'e Altın Elmalar'ın nerede
olduğunu öğrenebilmesi için Atlas'ı bulması gerektiğini söyledi.
Herakles Atlas'ı buldu; Atlas, Heracles onun için göğü tutabilirse elmaları
alacağını söyledi. Herakles göğü tuttu ancak Atlas elmalarla döndükten sonra
Herakles'i gökyüzünü kalıcı olarak taşıması için kandırmaya çalışarak
elmaları kendisi teslim etmeyi teklif etti. Çünkü yükü bilerek alan herhangi
biri onu sonsuza kadar taşımak zorundaydı. Atlas'ın geri dönmek
niyetinde olmadığından şüphelenen Herakles, Atlas'ın teklifini kabul
ediyormuş gibi yaptı veAtlas'ın birkaç dakikalığına gökyüzünü tekrar
almasını, böylece pelerinini omuzlarında dolgu olarak yeniden
düzenleyebilmesini istedi. Atlas elmaları yere bırakıp göğü tekrar
omuzlarına aldığında Herakles elmaları alıp kaçtı.
Medusa'yı öldüren Perseus bir gün Atlas Krallığı'na gelir ve
kendisinin Zeus'un oğlu olduğunu ilan ederek barınak ister. Atlas, Zeus'un
bir oğlunun bahçesinden altın elmaları çalması konusunda uyarıda bulunan bir
kehanetten korktuğu için Perseus'un teklifini reddeder. Atlas, Perseus
tarafından taşa dönüştürülür ve koca bir dağ haline gelir.
"Mermaid". Dictionaries. Oxford.
Waugh, Arthur. "The Folklore of the Merfolk". Folklore. 71 (2): 73–84
Virgil, Aeneid 6, 324–330
Callimachus, Hecale fragment 278 in R. Pfeiffer's text Callimachus,
vol.2, p. 262
Briggs, Katharine. An Encyclopedia of Fairies. pp. 14–16
Chaplin, Kathleen. "The Death Knock"., vol. 34, no. 1. pp. 135–157
Wilde, Jane. Ancient Legends, Mystic Charms, and Superstitions of
Ireland (Vol. 1)
T., Koch, John. Celtic culture : a historical encyclopedia. p. 189
Lysaght, Patricia; Bryant, Clifton D.; Peck, Dennis L. Encyclopedia of
death and the human experience. p. 97
Yeats, W. B. "Fairy and Folk Tales of the Irish Peasantry" in Booss,
Claire; Yeats, W.B; Gregory, Lady A Treasury of Irish Myth, Legend, and
Folklore. p. 108
2 Kings 1:2–3, 6, 16
van der Toorn, Karel; Becking, Bob; van der Horst, Pieter W., eds. "Baal
Zebub". Dictionary of Deities and Demons in the Bible (154) ed.
Arndt, Walter William; Danker, Frederick William; Bauer, Walter.
"Βεελζεβούλ". A Greek-English lexicon of the New Testament and other
early Christian literature (3rd (173) ed.)
Balz, Horst; Sxhneider, Gerhard. Exegetical dictionary of the New
Testament. 1 ((211) ed.)
Freedman, David Noel, ed. "Beelzebul". The Anchor Yale Bible Dictionary.
1 ((639) ed.)
Yılanlar eski uygarlıkların en popüler ve en korkulan sembollerinden
biridir. Son zamanlarda Türkiye'de gizemli bir Yunan yılan sunağı keşfedildi ve
arkeoloji camiasında büyük heyecan yarattı. Sunak 2000 yıl öncesine dayanıyor ve
uzun süredir terk edilmiş olan Patara'da (Antalya, Kaş'ta) bulundu.
Mermerden oyulmuş Patara Rum Yılan Sunağı silindirik şekilde ve mükemmel
durumdadır. Görünüşe göre sunağın etrafına dolanan bir yılan tasvir edilmiş ve
Yunan harfleriyle oyulmuştur.
Sunak buluntusu muhtemelen yeraltı tanrılarına tapınmayla bağlantılıydı ve
Greko-Romen dünyasının (M.Ö. 332 - MS 395) dinine ve ayinlerine
yönelik yeni bakış açıları kazandırdı.
Yunan yılan sunağı
Türk arkeologlardan oluşan bir ekip tarafından Antalya'da ilinin Patara
Antik Kenti'nde yapılan bir kazıda bulundu. Uzmanlar Roma surlarının ve
Patara hamamlarının yakınında çalışırken şaşırtıcı bir şeyle karşılaştılar.
Kazı liderlerinden Antalya Bilim Üniversitesi'nden Dr. Mustafa Koçak
“Patara'da ilk kez yılan şeklinde bir sunak bulduk” dedi.
Patara, Bronz Çağı'nda Luvice konuşan halkların yaşadığı tarihi Likya
bölgesinin ana limanı ve ticaret merkeziydi. Helenistik bir şehir olarak,
Yunan şehir devletlerinin ittifaklarından biri olan Likya Birliği'nin başkentiydi.
Patara, Roma İmparatorluğu'nun bir parçası olmuş ve MS 13. yüzyıla kadar
önemli bir şehir olarak kalmıştı.
Pek çok farklı kültüre ev sahipliği yaptığından "medeniyetlerin beşiği"
olarak kabul edilir. Dahası Patara'nın Noel'in kökeni ile de bağlantısı
vardır!
Sunaktaki yılan figürü arkeologların Patara harabelerinde sıklıkla
karşılaştıkları yılan motiflerine çok benziyor. Kentte yaşayan eski
insanlar muhtemelen bu yılanlara aşinaydı ve bilindiği üzere yılanlar
dünyadaki birçok kültürde kutsal kabul edilirdi.
Yaklaşık 2000 yaşındaki bu sunak Patra’nın Roma egemenliği dönemine
tarihleniyor. Dr. Koçak “yılanın yeraltı tanrılarını simgelediğini
düşündüklerini” söyledi. Bunlar ölüler diyarında yaşayan tanrılardı. Ayrıca
tarımla da ilişkilendirildiler. Bu dönemde Patara halkı çok tanrılıydı ve
çok çeşitli tanrılara tapıyordu. Bununla birlikte yeraltı tanrıları en
önemlileri arasında olurdu.
Eldeki belgelere bakıldığında bu sunakta tanrılara adaklar verildiğine
inanılıyor. Bunlar da ekmek ve et gibi gıda maddelerini içeren adaklar. Bu
adakların da yeraltı tanrılarını sakinleştirmek için verildiği aktarılıyor.
Patara'nın eski halkı, güçlü ve korkunç yeraltı tanrılarını yatıştırmak için
muhtemelen bu sunakta adaklar veriyordu. Eğer bu tanrılar kızar ve
yatıştırılamazsa felakete neden olabileceklerine inanılıyordu.
Yeraltı tanrıları ölüler üzerinde hüküm sürdüğü için Yunan yılan sunağının
cenaze törenleriyle ilgili olma ihtimali de var. Sunak, ölüleri
onurlandırmak için düzenlenen ayinlerde kullanılmış da olabilir. Böylece
yeraltı tanrılarının ölüyü iyi karşılamasını güvence altına almak ve ölüye
olumlu bakmalarını sağlamak amaçlanmış olabilir.
Bu tür Yunan yılan sunakları Türkiye için ilk değildir fakat Patara için bir
ilktir. Koçak, Archaeology News Network'e “Muğla'nın bazı antik kentlerinde
de benzer keşifler yapıldı” dedi. 2018 yılında arkeologlar Muğla bölgesinde
zamanının en zengin ve en ünlü balıkçısı olan Yunan balıkçı Phainos'un
köşküne ait olduğu doğrulanan arkeolojik kalıntılar ve mozaikler buldular.
Yunan yılan sunağı keşfi araştırmacılara Patara'nın daha geniş bölgelerle
nasıl etkileşim kurduğuna ve Patara'nın komşularıyla benzer temel dini
uygulamaları paylaştığına dair fikir vermekte. Archaeology News Network, Dr.
Koçak'ın “bu sunak Patara'daki insanların dış dünya ile ilişkilerini tasvir
ediyor” dediğini aktarıyor.
Bulunan yılan sunağı koruma amacıyla kazı alanından kaldırıldı. Muhtemelen
gelecekteki bir tarihte sergilenecek.
Tıpkı Patara'daki Yunan Yılan Sunağı gibi farklı keşifler de yapılmıştır. Örneğin aşağıda görülen, yılan tarafından sarılmış insan bedeni şeklindeki mezar anıtı da güney-batımızda, Büyük Menderes Nehri'nin ağzına yakın bir antik kent olan Milet'te bulunmuş ve MÖ.1.yy'a tarihlenmiştir. Fakat Ülkemizde bulunmuş olan bu önemli eser neden Berlin'deki Neues Müzesi'ndedir, o kısmını anlayabilmiş değilim..
Nedir dünya? Sonsuzluk içinde ayak bastığımız bir parça taş ve
toprak mı? Yoksa sonsuz bir hayat kazanmak için imtihan edildiğimiz bir yer mi?
Yoksa Tanrıya kulluk için mi geldik dünyaya? Allah neden göndermiş bizi dünyaya?
Ona kulluk edelim diye mi? İsrailoğullarına kitap gönderip sizi alemlere üstün
kıldık deyip firavunu öldürtmesi sonra İsa'yı gönderip sizi lanetledim demesi en
sonda Muhammed'i gönderip hepinizi lanetledim kafirler demesi mi Allah'a
yapacağımız kulluk? Sonsuz kudret sahibinin kendi dinini yayması için elimize
kılıç verip bizleri cihada göndermesi mi yapacağımız kulluk? Doğrusu ne
yaşadığımız bir yerdir, ne imtihan edildiğimiz ne de kulluk ettiğimiz. Yaşamak
dediğimiz başkalarının emeği üzerinden istihdam sağlayıp başkalarını sömürmek
her şeyin en iyisini, fazlasını kazanmak hırsıysa yaşamadık demek. Nasıl
yaşayalım ki? Bizler iş, aş veriyoruz diye sömürdüğümüz insanlara emekçi ismi
taktığımız zaman birileride bizlere aynısını yapıyor. Bu piramitin ne başı ne
sonu vardır. Zira her insanin kendini benzetmek istediği bir idolü vardır.
Üstelik o idollerin ölmüş, yok olmuş olması gerçeği de insanları vazgeçirmeye
yetmiyor.
Her grupta kendisini dünyanın asıl sahipleri sanarak başkalarını kendilerine
tabi olması gereken kişiler olarak görüyorlar. Kendi gerçekleri için yeri
geldiğinde savaşları, katliamları bile göze alabiliyorlar. Fakat unuttukları
bir şey var. Hiç bir ideoloji dünyanın tamamına hakim olamadı ve hiçbir zaman
da olamayacak. Dayatılan ideolojilere direnen birileri hep olacak. Fakat ne
tuhaftır ki dayatılan ideolojilere direnen insanlar da sonunda kendi
ideolojilerini dayatmaya kalkışmışlar. İşte iktidarın kör ettiği vicdanlar.
Güçsüz, sayıca az olduğumuz zamanlarda ezilenlerin yanında olduğumuz halde
iktidar olduğumuzda içimizdeki kötülük dışarı çıkıyor. Tıpkı Şehzadeyken
adalet, vicdan dersleri veren, kardeş katlini kötüleyen insanlar tahta
geçtiğinde kendi kardeşlerini rakip olarak görüp canlarına kıyması gibi. Peki
ne için? Dünya için mi? O insanlar bilmiyor muydu bu dünyadan hiçbir şey
götüremeyeceğini? Tabi ki biliyordu. Fakat bu gerçekler onların kendi
gerçeklerini uygulamalarına engel olamadı. Sen olsaydın bunu yapar mıydın?
Dünya mali için kendi kardeşine kıyar mıydın? Hepiniz kıymazdım diyorsunuz
değil mi? Emin misiniz? Bir düşünün. Orta çağda parayı harcayabileceğin
fazla bir yer yok. En fazla her gün en iyi şarapları içip en güzel
kadınlarla, erkeklerle para karşılığı gönül eğlendirirdin. Ya şimdi? Lüks
arabaların, lüks evlerin olduğu bir dünyada yaşıyoruz . Parasını verip uzaya
bile gidebileceğin bir dünyada para için güç, kudret için kardeşine kıymaz
mıydın? Kıyanlar olurdu elbet. İnsanız sonuçta. Hepimizin hayalleri var.
Hayallerin gerçekleşmesi içinse para gerek.
Para nedir bilir misin? Para - Sende olduğu zaman telefonun eş , dost,
akraba, dost aramalarından susmazken, sende olmadığı zaman en fazla birkaç
yıldan bir bayramlaşmak için akrabalarını yanına getiren (tabi gelirlerse)
kağıt parçasıdır. Para el kiridir derler. "Ellerim hiç temiz olmasın ama
param olsun" diyen varlıklarsa insanlardır hatırlatayım.
Para için elinin kesileceğini göze alıp hırsızlık yapan, kendi sevdiklerini
dolandıran, bir insanı hatta bir toplumu öldürmeye hazır olan varlıktır
insan. Ölümlüdür aynı zamanda. Tabutu taşınırken ellerinin dışarıda
bırakılmasını isteyen ve bu yolla insanlara dünyadan hiçbir şey götüremediği
mesajını veren varlıktır insan. Karıncaları incitmekten sakınıp dünya malı
için kendi evlatlarına, torunlarına kıymış olsa bile. Fakirler hırsızlık
yapamadığı için fakirdir diye sosyal mesaj verenler şimdi Ejder meyveli
Smoothie içiyor. Ne hoş değil mi? Peki sen ne yapıyorsun? Dur tahmin edeyim.
Yoksa sen köylü milletin efendisidir masallarıyla kandırılıp gece gündüz üç
beş kuruş için çalıştırılan köylü müsün? Değil misin? O zaman o kandıranlara
sarhoş deyip namaz kılarak, kürsülerden Kur'an ayetleri okuyarak din
pazarlayanların kurduğu Bizans İmparatorluğunun sahibinin borçlarını ödeyen
zavallı, dolaylı vergi rekortmenisin. Ama kendini küçük görme. Rekortmen
olmanın yanı sıra birde ses uzmanısın.
Tabi. Allah'ın Adem'in çocuğuna işlediği suçu saklamayı karga yardımıyla
öğrettiği gibi evladına suçu nasıl örtbas edeceğini telefonla anlatanların
sesine montaj diyebilecek kadar uzmanlığın var.
Belkide Bayrak, Mushaf sallayarak dini duygularını gıdıklayan birilerinin
fişteklemesiyle insanları otel odasına sokup yakanlardansın? Değil misin? O
zaman para istediği ses kayıtları ortaya çıkacak korkusuyla bir gün önce
“BANA KARŞI MONTAJLI BİR İFTİRA HAZIRLANIYOR” diyen matematikçilerdensin.
Tüm Kur'an'ı incelediğini ve matematiksel sayılarla kodlandığını söylerken
Nisa suresindeki hatalı miras paylaşımı ayetlerini soran insana canlı
yayında "o ayetleri incelemedim" diyenlerdensin. Onları mahkemeye vereceğim
diyerek 4 senedir bir sayfalık iddia mektubu yazamayanlardansın. Onlardan da
mı değilsin? O zaman cebinde kibrit kutuları içinde cennete adam
sokanlardansın. Binlerce dolarlık yalılarda şeker hastalığından muzdarip
olanlardansın. Yalıda otururken de yoksullara rızk duası yapanlardansın.
Belki fes takıp coca cola bile diyemezken tarih hocalığı yapan, cinlere
kitap yazdıranlardansın. Yada dur. Belkide gözünü kapatıp Allah'la iletişime
geçip cevap geldiğinde elektrik çarpmış tavuk gibi havaya zıplayanlardansın.
Aman be. Ben ne bileyim kimlerdensin. İstersen ateist ol. Bana ne kardeşim.
Sonuçta ölecek misin? Öleceksin. Baki kalan dünyadır. Peki dünya kimdir?
Kimlerdendir? Bırakalım da bu soruya cevabı ünlü Azeri şairlerinden Ramiz
Rövşen versin.
Benim yavrum bu dünyayla oynama Sen cevansın dünya eski
dünyadır Düşman nedir? Dost evini dost yıkar Bilen bilir dünya
nasıl dünyadır
Ömre,güne güven olmaz ezelden Birde tekrar
yaprak olmaz gazelden Beşiğinden bize tabut düzelten Beleyinden
kefen diken dünyadır
Kim ne anlar bu zalimin işinden Nicelerini
geçirmiş dişinden Katı yapış şapkandan, başından Baştan şapka
kapıp kaçan dünyadır